27.05.2013 Views

MAKALELER - Beta Yayıncılık

MAKALELER - Beta Yayıncılık

MAKALELER - Beta Yayıncılık

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

YAVUZ ALANGOYA<br />

<strong>MAKALELER</strong><br />

Seçen ve Derleyen:<br />

MERT NAMLI<br />

<strong>Beta</strong>


Yay›n No : 2705<br />

Hukuk Dizisi : 1318<br />

1. Baskı – Haziran 2012 - İSTANBUL<br />

ISBN 978 - 605 - 377 - 729 - 8<br />

Cop yright© Bu ki ta b›n bu ba s› s› n›n Tür ki ye’de ki ya y›n hak la r› BE TA Ba s›m Ya y›m Da €› t›m<br />

A.fi.’ye ait tir. Her hak k› sak l› d›r. Hiç bir bö lü mü ve pa rag ra f› k›s men ve ya ta ma men ya da özet<br />

ha lin de, fo to ko pi, fak si mi le ve ya bafl ka her han gi bir fle kil de ço €al t› la maz, da €› t› la maz. Nor mal<br />

öl çü yü aflan ik ti bas lar ya p› la maz. Nor mal ve ka nu nî ik ti bas lar da kay nak gös te ril me si zo run lu dur.<br />

Dizgi : <strong>Beta</strong> Bas›m A.fi.<br />

Bask› - Cilt : Seda Ozalit Kurumsal Dijital Kopyalama Merkezi San. ve Tic. Ltd. Şti.<br />

Burhaniye Mah. Abdullah Ağa Cad. Çulha İş Merkezi No:12<br />

Üsküdar - İstanbul<br />

Kapak Tasar›m : Gülgonca Çarpık<br />

(Sertifika No. 20081) (0-216) 651 13 73<br />

<strong>Beta</strong> BASIM YAYIM DA⁄ITIM A.fi.<br />

Narl›bahçe Sokak Damga Binas› No: 11<br />

Ca€alo€lu - ‹STANBUL<br />

Tel : (0-212) 511 54 32 - 519 01 77<br />

Fax: (0-212) 511 36 50<br />

www.betayayincilik.com


Medeni Usul Hukukuna ilişkin ders kitaplarında, şerhlerde<br />

yargı bağımsızlığı bir konu olarak yer alır. Daha sonraki konuların<br />

açıklanmasında hemen hiç değinilmez. Doğrudan ilişkin olmayan<br />

monografilerde, makalelerde, tebliğlerde ve benzeri yazılarda da<br />

bahsedilmez.<br />

Yargı bağımsızlığı hususundaki bu “suskunluk” bir ihmal değildir.<br />

Bütün diğer konular hakkındaki açıklamalar “yargı bağımsızlığı”<br />

parantezinin arkasındadır. O olmazsa diğer açıklamaların, görüşlerin<br />

önemi yoktur. Bağımsızlık, yargı tarifinin olmazsa olmazıdır.<br />

Bu küçük nota başlık konulmadı; isterseniz “Bağımsızlık İçin Laudatio”<br />

diyebilirsiniz.<br />

Bu kitabı düşünen ve gerçekleştiren değerli meslekdaşım Mert’e<br />

teşekkürlerimi sunuyorum.<br />

Yavuz Alangoya


ÖNSÖZ<br />

Her ne kadar kapağının üzerinde “Makaleler” yazsa da, aslında yalnızca<br />

bir yazarın makalelerinin bir araya getirilmesinden ibâret değildir bu eser..<br />

Hukukî sorunlara, kanun maddelerinin dar kalıplarından sıyrılıp onları bu<br />

maddelerin ratio’su ve üst ilkeler ışığında yorumlamak suretiyle yaklaşarak<br />

kendine özgü bir bakış açısı ve üslûp geliştirmeyi başarmış, yalnızca hukuk ile<br />

de sınırlı kalmayarak hayata karşı ilkeli bir duruş geliştiren, hayatını hukuk,<br />

hayat ve insanlık öğreticiliğiyle sürdüren bir büyük hukukçunun yarattığı ekolün<br />

kilometre taşlarını ortaya koymaktadır bu eser..<br />

Ünlü Fransız hukukçu Carbonnier, medenî usûlün salt kurallar yığınından<br />

ibâret bir hukuk dalı gibi algılanmasının nedenini, Medenî Usûl Hukuku’nu<br />

Kamu Hukuku ve özellikle de Anayasa Hukuku’nun temel ilkeleriyle bağdaştırarak<br />

teorik araştırmalar yapan hukukçu(processualiste) sayısının, bu hukuk<br />

dalını Medenî Usûl Kanunu’nun metnini yorumlamaktan ibâret gören<br />

hukukçu(procédurier) sayısından çok az olmasıyla açıklamıştır. Tam da bu<br />

noktada Prof. Dr. İlhan Postacıoğlu’nun “Okumak ve Yaşamak” adlı eserinde<br />

hukuk ile sağduyu arasındaki ilişkiyi açıkladığı satırlar akla gelecektir. Hocamız,<br />

kanunun sağduyunun ışığında yorumlanması ve uygulanması gerektiğini<br />

belirtir ve şunu ekler: “Sağduyuya aykırı düşen bir hal tarzı, muhakkak ki, gizli<br />

kalmış bir hukukî hatanın mahsulüdür.” İşte Prof. Dr. Yavuz Alangoya da, ele<br />

aldığı hukuk normlarını, orada kullanılan sözcüklerin dar kalıplarıyla sınırlı<br />

kalmaksızın, menfaat dengesi, anayasal ilkeler, Medenî Usûl Hukuku’nun<br />

amacı ile tarihi ve sosyal gelişmeler çerçevesinde ve karşılaştırmalı hukuk,<br />

özellikle de Alman Hukuku’nu titizlikle tâkip etmesi sonucunda elde ettiği<br />

geniş birikimden yararlanarak yorumlamıştır. İşte hocamız, bu hukuk bakışı<br />

sâyesinde, sadece tam anlamıyla bir processualiste değil, aynı zamanda ekol<br />

sâhibi bir processualiste’dir.<br />

Gerek tez savunmalarında gerek de özel sohbetlerde hocamızın özenle<br />

üzerinde durduğu, hatırlattığı, dikkat çektiği en önemli hususlardan biri de<br />

hiç şüphesiz ki üslûptur.. Kendisine özgü, nezih, kıvrak, ilkeli ve her zaman<br />

seviyeli bir üslûp sâhibi olmuştur.. Üstelik yalnızca akademik üslûp değil-<br />

v


dir onunki.. Hayatının her alanına ve her türlü insan ilişkisine sirâyet eden,<br />

ilkeli, nâzik ve hoşgörülü bir hayat üslûbudur aynı zamanda.. Gerçekten de<br />

yalnızca hukukî düşünce zenginliğiyle değil, özgüven ile tevazuyu mükemmel<br />

bir bileşke hâline getirmesi, belki Postacıoğlu hocamızdan miras kalan hayatı<br />

hukukun yanı sıra sanat ile de yoğurması, kimseyi kırmamaya özen gösterecek<br />

şekilde nezâketi elden bırakmamasıyla da çevresindekiler için bir örnek teşkil<br />

etmektedir. Bir başka deyişle yalnızca bir hukuk sanatçısı değil, aynı zamanda<br />

bir hayat sanatçısıdır da hocamız.. Değerlerin önemsizleştirilmeye, hayatın<br />

tekdüzeleştirilmeye başlandığı 21. yüzyıl Türkiyesi’nde onun bu yönleri belki<br />

bir anlam ifâde etmeyebilir; fakat böyle bir üslûp yaratıp korumayı başardığı<br />

için bir ekol sâhibi hukukçudur Prof. Dr. Yavuz Alangoya..<br />

Akademisyenlik çerçevesinde teorik faaliyetlerde bulunması, içinde yaşadığı<br />

toplumun sorunlarına yabancılaşmasına asla neden olmamıştır. Aksine<br />

gelecekte yaşanabilecek hukukî, toplumsal ve hattâ siyasî gelişmeleri tespit<br />

etmedeki öngörüsü her zaman şaşkınlık verecek niteliktedir. Bu nedenle çok<br />

önemlidir 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na ilişkin görüşlerini kaleme<br />

aldığı çeşitli makalelerinde “yargı bağımsızlığı”na sürekli temas etmesi..<br />

Bir serzeniş olarak nitelendirilebilecek olsa da bu aslında serzenişten öte bir<br />

uyarı olarak görülmelidir; çünkü toplumun potansiyeline sonsuz bir güven ve<br />

umut duymaktadır. Çünkü hocamız hayatı boyunca, hukuk mantığı gelişmiş,<br />

Medenî Usûl Hukuku’nu hukuk devleti ilkesi çerçevesinde özümseyip uygulayan<br />

hukukçular yetiştirmenin uğraşını vermiştir ve hâlen de bu uğraşısını<br />

umut ve inançla sürdürmektedir.. İşte bu özelliğinden dolayı bir ekol sâhibi<br />

hukukçudur Prof. Dr. Yavuz Alangoya..<br />

Yukarıda belirttiğim gibi bir ekolün oluşması serüvenine tanıklık etmektedir<br />

bu çalışma.. Böyle bir derleme yapılması benim için gurur verici olduğu<br />

kadar taşıması oldukça zor bir görevi de yükledi omuzlarıma.. Görev çeşitli<br />

bakımlardan ağırdı.. İlk olarak derlemede yer verilecek makaleler tespit edilmeli<br />

ve mümkün olduğunca az hatalı olarak dizgilenmeliydi. Burada Prof. Dr.<br />

Yavuz Alangoya ekolünün oluşmasını sağlayan temel makaleleri kronolojik<br />

bir sıralama tâkip ederek bir araya getirmeye çalıştığımı yineliyor ve unutmuş<br />

olabileceğim makalelerin sorumluluğunun kendime ait olduğunu itiraf ediyorum.<br />

Hocamızın makalelerinin birçoğu elektronik ortamda bulunmadığı için<br />

bunların dizgisi ve tashihleri tahmin edileceği üzere oldukça titiz ve dikkatli<br />

bir çalışmayı gerektiriyordu. Bu noktada benimle bu yükü paylaşıp makalelerin<br />

dizgisini gerçekleştiren Sayın Veysel Coşkun, kapak tasarımını hazırlayan<br />

vi


Sayın Gülgonca Çarpık ve tabii ki kitabın yayımlanmasını sağlayan Sayın Seyhan<br />

Satar’a içtenlikte teşekkür etmek istiyorum.<br />

Çalışmanın yüklediği daha önemli ve zor bir görev var.. O da hocamızın<br />

oluşturduğu ekole lâyık hukukçular olabilme doğrultusunda durmaksızın çalışmak..<br />

Bu noktada da ne mutlu ki çalışmaktan yorulduğum veya umutsuzluğa<br />

kapıldığım anlarda bu derlemeye dönüp bakacak ve güç toplayabileceğim.<br />

Bu çalışmanın Medenî Usûl Hukuku’nun kurallar yığınından ibâret olmadığı,<br />

aksine hukuk devleti, Anayasa’nın deyimiyle “demokratik ve sosyal<br />

hukuk devleti” ilkesi temeli üzerinde yükseldiğinin ve bireylerin hak ve özgürlüklerinin<br />

siperi olduğu idrakinin yerleşmesine küçük de olsa bir katkıda<br />

bulunması dileğiyle..<br />

Mert NAMLI<br />

vii


viii


Yavuz ALANGOYA'NIN ÖZGEÇMİŞİ<br />

Yavuz Alangoya, 1938 yılında Ankara’da doğmuştur. 1955 yılında Kabataş<br />

Erkek Lisesi’nden, 1959 yılında ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden<br />

mezun olmuştur. 1960 yılı, Yavuz Alangoya’nın akademik dünyaya adım atması<br />

bakımından önemlidir. Öyle ki Alangoya, bu yıl, İstanbul Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi Medeni Usul ve İcra-İflâs Hukuku kürsüsüne fahri asistan<br />

olarak girmiş, 1961 yılında aynı kürsüye asistan olarak atanmıştır.<br />

Alangoya, Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında kurulmuş olan 1961<br />

Anayasa Komisyonu’nda aktif görev almıştır. Bunun ardından 1965 yılında<br />

doktor unvanını kazanmış, aynı yıl Alexander von Humboldt Vakfı’nın bursiyeri<br />

olarak Almanya’nın Nürnberg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doçentlik<br />

tezi çalışmalarına başlamıştır. İki yıldan fazla bir süre bu çalışmalarını yürüten<br />

Alangoya, bundan sonra da aynı burstan yararlanarak belirli sürelerle<br />

Almanya’da çalışmalarına devâm etmiştir.<br />

Yavuz Alangoya, 1972 yılında doçent olmuş ve müteakiben askerlik görevini<br />

sırasıyla Tuzla Piyade Okulu, Harp Akademileri ve Milli Güvenlik<br />

Akademisi’nde yerine getirmiştir. Askerlik sonrasında yeniden İstanbul Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi Medeni Usul ve İcra-İflâs Hukuku kürsüsüne atanmıştır.<br />

Bunun ardından bir süre Londra’da kalan Alangoya, 1978 yılında profesörlüğe<br />

yükseltilmiştir.<br />

1981 yılında part-time profesör statüsüne geçmiş ve Koç Holding A.Ş. hukuk<br />

müşaviri olmuş, bu görevi 2003 yılına kadar sürdürmüştür. 2003 yılında<br />

ise Koç Holding A.Ş. Yönetim Kurulu üyesi olmuştur.<br />

Yavuz Alangoya akademik hayatı boyunca İstanbul Üniversitesi bünyesinde<br />

birçok idarî görev de almıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni<br />

Usul ve İcra-İflâs Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı, Özel Hukuk Bölüm<br />

Başkanlığı, Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul Üniversitesi temsilcisi<br />

olarak Üniversitelerarası Kurul Üyeliği bunlardan yalnızca bazılarıdır. İstanbul<br />

Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde verdiği lisans ve lisansüstü derslerin ha-<br />

ix


icinde, Konya Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Diyarbakır Dicle Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi’nde de dersler vermiştir.<br />

2005 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden emekli olan<br />

Alangoya, bunun ardından Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yapmaya<br />

başlamıştır. Hâlen de Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mütevelli Heyeti<br />

üyeliği görevini sürdürmektedir.<br />

x


Mert NAMLI'NIN ÖZGEÇMİŞİ<br />

Mert Namlı, 1982 yılında İstanbul’da doğmuştur. Lise öğrenimini 2000 yılında<br />

Saint Benoît Fransız Lisesi’nde tamamlamış ve aynı yıl, ÖSS sonucunda<br />

Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmeye hak kazanmıştır. 2001<br />

yılında sosyal bilimlere giriş(TS) sınıfını bitirerek başladığı hukuk öğrenimini,<br />

2005 yılında Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak<br />

tamamlamıştır.<br />

2005 yılında lisansüstü öğrenimine İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü’nde başlamış, 2007 yılında “Fransız ve Türk Hukuku’nda İsticvap ve<br />

Tarafların Dinlenmesi” adlı teziyle Özel Hukuk Yüksek Lisans Programı’ndan<br />

mezun olmuştur. Aynı yıl yine İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />

Özel Hukuk Doktora Programı’na kaydolmuştur. 2007 yılının Ağustos-Eylül<br />

aylarında görevli olarak İsviçre’nin Lozan şehrindeki İsviçre Karşılaştırmalı<br />

Hukuk Enstitüsü’nde özellikle “Medenî Usûl Hukuku’nda Hukukî Korumanın<br />

Etkinleştirilmesi” konusunda incelemelerde bulunmuş, bu incelemeler<br />

“Medenî Usûl Hukuku’nun Yasama Üstü Kaynakları Çerçevesinde Fransız ve<br />

Türk Hukuku’nda Çelişmeli Yargılama İlkesi” adlı eserinin de temelini oluşturmuştur.<br />

Yazar, Temmuz-Eylül 2010 arasında yine İsviçre Karşılaştırmalı<br />

Hukuk Ensititüsü’nde bu kez Tinçel Eğitim ve Kültür Vakfı bursu aracılığıyla<br />

“Fransız ve Türk Hukuku’nda Yargılamanın İadesi” başlıklı doktora teziyle ilgili<br />

olarak bilimsel araştırmalarda bulunmuştur.<br />

Mert Namlı, 2006 yılında(28 Aralık 2006) İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />

Medeni Usul ve İcra-İflâs Hukuku Anabilim Dalı’na araştırma görevlisi<br />

olarak atanmıştır. Bu görevini hâlen sürdürmektedir.<br />

Öğrenim hayatından bu yana çeşitli yarışmalara katılmış olan Namlı, bu<br />

yarışmalarda birçok ödüle de lâyık görülmüştür. Mert Namlı, 2002 yılında<br />

Çağa Hukuk Ödülü’nde Yurtiçi Başarı Ödülü, 2003 yılında İstanbul Üniversitesi<br />

tarafından Prof. Dr. Bülent Tanör anısına düzenlenen eser yarışmasında<br />

ikincilik, 2004 yılında Kapani-Savcı İnsan Hakları İnceleme Ödülü’nde ikincilik,<br />

2006 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından düzenlenen Atatürk<br />

xi


Ödülü’nde birincilik ve 2009 yılında ise TÜSİAD En İyi Genç Hukukçu ödülünü<br />

kazanmıştır. Yazar aynı zamanda 2006 yılından bu yana Tübitak Yurtiçi<br />

Yüksek Lisans ve Doktora bursiyeridir.<br />

xii<br />

Mert Namlı, Fransızca ve İngilizce bilmektedir.


Yavuz ALANGOYA'NIN KİTAP VE <strong>MAKALELER</strong>İNDEN<br />

BAZILARI<br />

A-) KİTAPLAR:<br />

- Açıklamalı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu: Tebligat Kanunuyla<br />

Birlikte, Filiz Kitabevi, İstanbul 1964(Bilge Umar ile birlikte).<br />

- Medeni Usul Hukukunda Dava Ortaklığı, İstanbul 1965(1999 yılında<br />

eserin tıpkı basımı gerçekleştirilmiştir).<br />

- Tahkimin Niteliği ve Denetlenmesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />

Yayınları, İstanbul 1973.<br />

- Medeni Usul Hukukunda Vakıaların ve Delillerin Toplanmasına İlişkin<br />

İlkeler, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul 1979.<br />

- Son Değişikliklere Göre Açıklamalı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu:<br />

Harçlar Kanunu, MÖHUK, İçtihadı Birleştirme Kararları, Bazı Hukuk Genel<br />

Kurulu ve Daire Kararları, İstanbul 1984(Saim Üstündağ ile birlikte)<br />

İşlenmiş 2. Bası, İstanbul 1987(Saim Üstündağ ile birlikte).<br />

3. Bası, Alfa Yayınları, İstanbul 1996(Saim Üstündağ ile birlikte).<br />

- İcra ve İflas Kanunu: Tebligat Kanunu, İçtihadı Birleştirme Kararları, Bazı<br />

Hukuk Genel Kurulu ve Daire Kararları, Özal Matbaası, İstanbul 1993(Saim<br />

Üstündağ ile Birlikte).<br />

- Medeni Usul Hukuku Esasları:<br />

1. cilt: İlk Derece Mahkemelerinde Yargılama, İstanbul 2000.<br />

2.cilt: Kanun Yolları-Kesin Hüküm-Tahkim, İstanbul 2001.<br />

İşlenmiş 2. Bası, İstanbul 2001.<br />

İşlenmiş 3. Bası, İstanbul 2003.<br />

xiii


İşlenmiş 4. Bası, Alkım Yayınları, İstanbul 2004(Prof. Dr. Kamil Yıldırım<br />

ve Prof. Dr. Nevhis Deren-Yıldırım ile birlikte).<br />

İşlenmiş 5. Bası, Alkım Yayınları, İstanbul 2005(Prof. Dr. Kamil Yıldırım<br />

ve Prof. Dr. Nevhis Deren-Yıldırım ile birlikte).<br />

İşlenmiş 6. Bası, Alkım Yayınları, İstanbul 2006(Prof. Dr. Kamil Yıldırım<br />

ve Prof. Dr. Nevhis Deren-Yıldırım ile birlikte).<br />

İşlenmiş 7. Bası, <strong>Beta</strong> Yayınları, İstanbul 2009(Prof. Dr. Kamil Yıldırım ve<br />

Prof. Dr. Nevhis Deren-Yıldırım ile birlikte).<br />

- Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı, Değerlendirme ve Öneriler, İstanbul<br />

Barosu Yayınları, İstanbul 2006(Prof. Dr. Kamil Yıldırım ve Prof. Dr.<br />

Nevhis Deren-Yıldırım ile birlikte).<br />

xiv<br />

B-) <strong>MAKALELER</strong>:<br />

- “İspat Yükü Yönünden MK m. 3”: İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />

Mecmuası, 1961, c. XVII, S. 1-4, s. 358-361.<br />

- İhtilaf Konusu(Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu(çeviri): İstanbul<br />

Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, c. XXXIII, S. 1967/3-4, s. 288-<br />

303.<br />

- Yargılama Sırasında Tarafta(Yanda) İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Hakkında Düşünceler: İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Araştırmaları<br />

Dergisi, c. III, S. 1969/5, s. 125-190.<br />

- Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında: Prof. Dr. Hüseyin<br />

Nail Kubalı’ya Armağan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mukayeseli<br />

Hukuk Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1974, s. 321-347.<br />

- Die Form Des Schiedsvertrages Über Rechtsgeschaefte, Die Öffentliche<br />

Deurkundung Bedürfen: Travaux de la 5ème Semaine Juridique Turco-Suisse:<br />

La Forme Dans Les Actes Juridiques, İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk<br />

Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1975, s. 461-467.<br />

- Yargılamanın Sevkinde Prensipler ve Bu Açıdan 1711 Sayılı Kanun ile<br />

Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler: HUMK’nu Değiştiren 1711 Sayılı<br />

Kanun ve Noterlik Kanunu Hakkında Sempozyum, İstanbul Üniversitesi<br />

Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1976, s. 85-120.


- Resmi Senetle Düzenlenmesi Gereken Hukuki İşlemlerde Tahkim Sözleşmesinin<br />

Şekli: İstanbul Barosu Dergisi, S. 1980/5-6, s. 126-131.<br />

- Anayasanın Medenî Usul Hukukuna Etkisi (1983 Milletlerarası Usul<br />

Kongresinin Bir Konusu): İstanbul Üniversitesi Milletlerarası Hukuk Bülteni,<br />

S. 1981/2, s. 1-4.<br />

- UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında: Prof. Dr. İlhan E.<br />

Postacıoğlu’na Armağan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul<br />

1990, s. 1-29.<br />

- Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem<br />

Recht: Festchrift für Karl Heinz Schwab, München 1980, s. 1-12.<br />

- Bir Karar Dolayısıyla HUMK m. 9/I’deki Mahkemenin Yetkisi Hakkında:<br />

İstanbul Barosu Dergisi, S. 1999/7-8-9, s. 641-646.<br />

- Bir Tebliğ Dolayısı İle Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler:<br />

Prof. Dr. Nihal Uluocak’a Armağan, İstanbul Üniversitesi Eğitim, Öğretim<br />

ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, s. 1-16.<br />

- Kanun Yolunun Anayasal Temeli Ve HUMK m.427 Hükmü İle Kanun<br />

Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı: 75. Yaş<br />

Günü İçin Prof. Dr. Baki Kuru Armağanı, Türkiye Barolar Birliği Yayınları,<br />

Ankara 2004, s. 17-48.<br />

- Kısmi Dava Hususunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Bir Kararı<br />

Hakkında: Kazancı Hukuk Dergisi, S. 2004/2, s. 27 -34.<br />

- Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı:<br />

Prof. Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu İçin Armağan, Seçkin <strong>Yayıncılık</strong>, Ankara<br />

2004, s. 521-531.<br />

- İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya(Nizasın Kaza) İlişkin Düşünceler:<br />

Medenî Usûl ve İcra-İflâs Hukukçuları Toplantısı IV, Türkiye Barolar Birliği<br />

Yayınları, Ankara 2005, s. 110-121.<br />

- Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü ve<br />

Bu Konudaki Gelişmeler Hakkında: Kazancı Hukuk Dergisi, S. 2005/Mayıs, s.<br />

83-121.<br />

- İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru: Prof. Dr. Özel<br />

Seliçi’ye Armağan, Seçkin <strong>Yayıncılık</strong>, Ankara 2006, s. 83-102.<br />

xv


- “Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Biçimde<br />

İhtiyati Tedbir Karar”ları Hakkında: Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />

Dergisi, 2007/2, Prof. Dr. Aydın Aybay'a Armağan, s. 325 vd.<br />

- Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri AçısındanHukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu Tasarısının Bazı Hükümlerinin Değerlendirilmesi: Medenî<br />

Usûl ve İcra-İflâs Hukukçuları Toplantısı V, Türkiye Barolar Birliği Yayınları,<br />

Anlara 2006, s. 33-54.<br />

- Gedanken über den Klagegrund und die Enteicklung der Rolle des Richters<br />

bei der Sammlung des Prozesstoffs: Eberhard Schilken/Nevhis Deren-Yıldırım/Kamil<br />

Yıldırım: Zivilverfahrensrechtliche Probleme des 21. Jahrhunderts-aus<br />

der Vortragsreihe “Vorträge auf zwei Kontinenten”.<br />

- Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı<br />

Üzerine: Prof. Dr. Erdoğan Teziç’e Armağan, Galatasaray Üniversitesi Yayınları,<br />

İstanbul 2007, s. 821-834.<br />

- Yazılı Yargılama Hukuku Hakkında Bazı Düşünceler: Hukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu Tasarısı’nın Getirdiği Yenilikler ve Bu Yeniliklerin Değerlendirilmesi,<br />

İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2008, s.<br />

- Yargılama Hukukumuzda Bir “Sorun”: İstanbul Barosu Dergisi, S. 2009/3,<br />

s. 1189-1195.<br />

- 6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülahazalar: Güncel Hukuk Dergisi, 2011<br />

Eylül, s. 12 vd.<br />

xvi


İÇİNDEKİLER<br />

ÖNSÖZ............................................................................................................... v<br />

YAVUZ ALANGOYA’NIN ÖZGEÇMİŞİ ........................................................... ix<br />

MERT NAMLI’NIN ÖZGEÇMİŞİ ...................................................................... xi<br />

YAVUZ ALANGOYA’NIN KİTAP VE <strong>MAKALELER</strong>İNDEN BAZILARI ........xiii<br />

İspat Yükü Yönünden MK m. 3 ......................................................................... 1<br />

(İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası,<br />

1961, c. XVII, S. 1-4, s. 358-361)<br />

İhtilaf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu (çeviri) ............. 5<br />

(İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası,<br />

c. XXXIII, S. 1967/3-4, s. 288-303)<br />

Yargılama Sırasında Tarafta (Yanda) İradî Olarak Meydana Gelen<br />

Değişme Hakkında Düşünceler ....................................................................... 21<br />

(İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi,<br />

c. III, S. 1969/5, s. 125-190)<br />

Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında ................................ 85<br />

(Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı’ya Armağan, İstanbul Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayınları,<br />

İstanbul 1974, s. 321-347)<br />

Die Form Des Schiedsvertrages Über Rechtsgeschaefte,<br />

Die Öffentliche Deurkundung Bedürfen....................................................... 109<br />

(Travaux de la 5ème Semaine Juridique Turco-Suisse:<br />

La Forme Dans Les Actes Juridiques, İstanbul Üniversitesi<br />

Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1975, s. 461-467)<br />

Yargılamanın Sevkinde Prensipler ve Bu Açıdan 1711 Sayılı Kanun ile<br />

Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler ........................................... 115<br />

(HUMK’nu Değiştiren 1711 Sayılı Kanun ve Noterlik Kanunu Hakkında<br />

Sempozyum, İstanbul Üniversitesi Mukayeseli Hukuk Enstitüsü Yayınları,<br />

İstanbul 1976, s. 85-120)<br />

xvii


Resmi Senetle Düzenlenmesi Gereken Hukuki İşlemlerde Tahkim<br />

Sözleşmesinin Şekli ...................................................................................... 145<br />

(İstanbul Barosu Dergisi, S. 1980/5-6, s. 126-131)<br />

Anayasanın Medenî Usul Hukukuna Etkisi<br />

(1983 Milletlerarası Usul Kongresinin Bir Konusu) ..................................... 151<br />

(İstanbul Üniversitesi Milletlerarası Hukuk Bülteni, S. 1981/2, s. 1-4)<br />

UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında.................................................. 159<br />

(Prof. Dr. İlhan E. Postacıoğlu’na Armağan,<br />

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul 1990, s. 1-29)<br />

Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem Recht .. 183<br />

(Festchrift für Karl Heinz Schwab, München 1980, s. 1-12)<br />

Bir Karar Dolayısıyla HUMK m. 9/I’deki Mahkemenin Yetkisi Hakkında ... 195<br />

(İstanbul Barosu Dergisi, S. 1999/7-8-9, s. 641-646)<br />

Bir Tebliğ Dolayısı İle Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine<br />

Düşünceler ..................................................................................................... 203<br />

(Prof. Dr. Nihal Uluocak’a Armağan, İstanbul Üniversitesi Eğitim,<br />

Öğretim ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları, İstanbul 1999, s. 1-16)<br />

Kanun Yolunun Anayasal Temeli Ve HUMK m.427 Hükmü ile Kanun Yolu<br />

Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı .............. 219<br />

(75. Yaş Günü İçin Prof. Dr. Baki Kuru Armağanı,<br />

Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara 2004, s. 17-48)<br />

Kısmi Dava Hususunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun<br />

Bir Kararı Hakkında ....................................................................................... 249<br />

(Kazancı Hukuk Dergisi, S. 2004/2, s. 27 -34)<br />

Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı .... 257<br />

(Prof. Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu İçin Armağan,<br />

Seçkin <strong>Yayıncılık</strong>, Ankara 2004, s. 521-531)<br />

İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya (Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler ... 271<br />

(Medenî Usûl ve İcra-İflâs Hukukçuları Toplantısı IV,<br />

Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara 2005, s. 110-121)<br />

xviii


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü ve<br />

Bu Konudaki Gelişmeler Hakkında .............................................................. 283<br />

(Kazancı Hukuk Dergisi, S. 2005/Mayıs, s. 83-121)<br />

İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru ............................... 333<br />

(Prof. Dr. Özel Seliçi’ye Armağan, Seçkin <strong>Yayıncılık</strong>, Ankara 2006, s. 83-102)<br />

“Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Biçimde<br />

İhtiyati Tedbir Karar”ları Hakkında .............................................................. 357<br />

(Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2007/2,<br />

Prof. Dr. Aydın Aybay'a Armağan, s. 325 vd.)<br />

Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından Hukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu Tasarısının Bazı Hükümlerinin Değerlendirilmesi ........................ 383<br />

(Medenî Usûl ve İcra-İflâs Hukukçuları Toplantısı V,<br />

Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Anlara 2006, s. 33-54)<br />

Gedanken über den Klagegrund und die Enteicklung der Rolle des<br />

Richters bei der Sammlung des Prozesstoffs ................................................ 401<br />

(Eberhard Schilken/Nevhis Deren-Yıldırım/Kamil Yıldırım:<br />

Zivilverfahrensrechtliche Probleme des 21. Jahrhunderts-aus der<br />

Vortragsreihe “Vorträge auf zwei Kontinenten”)<br />

Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin<br />

Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine ................................................................. 457<br />

(Prof. Dr. Erdoğan Teziç’e Armağan, Galatasaray Üniversitesi Yayınları,<br />

İstanbul 2007, s. 821-834)<br />

“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler .................................. 479<br />

(Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı’nın Getirdiği Yenilikler ve Bu<br />

Yeniliklerin Değerlendirilmesi, İstanbul Barosu Yayınları, İstanbul 2008, s.)<br />

Yargılama Hukukumuzda Bir “Sorun” .......................................................... 497<br />

(İstanbul Barosu Dergisi, S. 2009/3, s. 1189-1195)<br />

6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülahazalar ................................................... 505<br />

(Güncel Hukuk Dergisi, 2011 Eylül, s. 12 vd.)<br />

xix


İspat Yükü Yönünden MK. m. 3<br />

Asistan Yavuz ALANGOYA<br />

Kanun koyucu MK. m. 6’da (ZGB m. 8) ispat konusunda koyduğu genel<br />

kuraldan MK. m. 3’de ayrılmıştır 1,2 . İyiniyetini ileri süren, iyiniyetin<br />

asıl olduğu karinesine dayanacak ve onun kötüniyetli olduğunu karşı taraf<br />

ispat edecektir. MK. m.3 özü (muhtevası), olumsuz (menfî) ve öznel (sübjektif,<br />

enfüsî) olan 3 bir durumu ispat etmenin zorluğu bu istisnayı haklı<br />

gösterir. Roma hukukunda ve BGB’de de bu kural yer almaktadır 4 . Ayrıca<br />

kanun koyucu MK. m. 3/I deki kural karşısında kötüniyeti ispat etmek durumunda<br />

olan tarafın, doğrudan doğruya kötüniyeti belirten olguları (vakıaları)<br />

ispat etmek zorunda kalması ve böylece güç ispat şartları altında<br />

ezilmesini önlemek için ispatı kolaylaştıran MK. m. 3/II’yi kabul etmiştir 5 .<br />

1 Egger, İsviçre Medenî Kanunu Şerhi, 1 inci cilt - Giriş ve Kişinin Hukuku m. 3, no. 11.<br />

(Çev. V. Çerniş. 2. bası, Ankara 1947). Windscheid ispat yükünü iyiniyeti asıl olan kişiye<br />

yüklemiştir. (Egger, m.. 3, no. 11; Sungurbey, İsviçre - Türk Hukukuna Göre İktisabî<br />

Müruru Zaman, İstanbul 1956, s. 102, 108). Diğer yandan Windscheid iyiniyetin özünü<br />

(muhtevasını), genel olarak kabul edildiğinden ayrı olarak olumlu (müsbet) kabul etmektedir.<br />

Böyle kabul edince ispat yükünü iyiniyetli olduğunu ileri sürene yüklemesi<br />

bakımından Windscheid tutarlıdır.<br />

2 Birsen’in, MK. m.3’de, MK. m. 6’nın bir tatbiki görülmektedir yolundaki söyleyişi bana<br />

doğru görünmüyor (Birsen K., Medenî Hukuk Dersleri, 4. bası, İstanbul 1958, s. 115).<br />

3 İyi niyetin özü (muhtevası) hakkında bkz. Egger, m. 3, no. 4; Sungurbey, s. 103; Ataay<br />

A; Kendi Malzemesi ile Başkasının Gayrimenkulünde Haksız İnşaat, İstanbul 1959, s.<br />

85-88; Krş. v. Tuhr, Borçlar Hukuku, s. 186, not 56 (Çev. C. Edege, İstanbul 1952).<br />

4 v. Tuhr, 184. not 62.<br />

5 Yoksa Birsen’in dediği gibi MK. m. 3/II, MK. m. 3/I i sınırlayan bir kural değildir. Diğer<br />

yandan yazar «Şu halde hakkı iktisap eden biraz evvel hüsnüniyetim var demekle<br />

iktifa ettiği ve o asıl olduğu halde, kendisinden bir ihtimam beklenen yerlerde artık<br />

hüsnüniyetim var demesi kâfi gelmiyor, onu iddia edene kanun isbat külfetini tahmil<br />

ediyor» ... «... halin icabına göre bir ihtimam beklenmiyorsa üçüncü maddenin<br />

ilk cümlesine dayanılarak hüsnüniyetin varlığı karinesi şahsın imdadına yetişecektir.»<br />

demektedir. Yazarın MK. m. 9/II den anladıklarına katılmıyorum. Birsen, MK. 3/<br />

II’yi «icabı hale göre» bazı durumlarda «ihtimam» sarfetmek gerekirken sarfetmemişse,


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

MK. m. 3’de düzenlenmiş olan ispat yükünün yeri değişebilir mi? Yani<br />

iyiniyeti asıl olduğu kabul edilen kişinin iyiniyetini ispat zorunda kalacağı<br />

bir durum var mıdır?<br />

İlkin sorun (problem, mesele) MK. m. 3/II’deki kural bakımından düşünülebilir:<br />

MK. m. 3/II’ye göre bilmeme bir kusurdan 6 ileri gelmekte ise<br />

iyiniyet iddiası dinlenmeyecektir 7 . İşte kendisine ispat yükü düşen kötüniyet<br />

iddiacısı iyiniyeti asıl olanın “icabı hale göre kendisinden beklenen ihtimamı<br />

sarfetmediğini” ispat ederse kendisine düşen ispat yükünü bertaraf<br />

edecektir. Ancak bu durum bu ispattan sonra ispat yükünün yer değiştirmesi<br />

sonucunu değil iyiniyet iddiasının ortadan kaldırılması yani kötüniyetin<br />

ispatı sonucunu doğuracaktır 8 . Nitekim, iyiniyetin vasıflı bir bilmeme<br />

olduğunu belirten Egger’in tanımı (tarifi) «iyiniyet, hukukî noksanın<br />

kusur olmaksızın bilinmemesinden ibarettir» yolundadır 9 . Diğer yandan<br />

yazar «bilmesi lazım gelen kimse de suiniyet sahibidir» demektedir 10 . Yukarıda<br />

da belirtildiği gibi, iyiniyet iddiacısı bilmesi gerektiği halde bilmiyorsa<br />

kusurludur ve bu halde kanun kötüniyete eş bir durum yaratmıştır.<br />

Egger de bu eşitliği belirtmektedir.<br />

Tuor da «bu sebepledir ki 3üncü maddenin 2nci fıkrası beyyineyi kolaylaştırıyor.<br />

Bir kimsenin ahvalin gerektirdiği dikkati göstererek hakiki<br />

vaziyeti takdir etmiş, kendi hakkının noksanını tanımış olması icap ediyorsa<br />

ve bu şartlar altında iyiniyet sahibi olmayacaksa kötüniyet mevcuttur.<br />

Hiç kimse hiffet veya ihmal neticesi olan cehaletinden istifade ede-<br />

2<br />

şeklinde anlamaktadır (s. 115). Yani yazara göre iyiniyet söz konusu olan durumların<br />

bazısında, halin icabına göre ihtimam sarfetmek söz konusu olacak ya da olmayacaktır.<br />

Oysa ki «halin icabına göre» sözü «ihtimam» ın bazı hallerde beklenip bazı hallerde<br />

beklenemeyeceğini değil, iyiniyet söz konusu olan durumda objektif ölçülerle nasıl<br />

bir ihtimam bekleneceğini ifade etmektedir (bkz not 6). Yoksa iyiniyetin söz konusu<br />

olduğu bütün durumlarda MK. m. 3/II uygulama alanı bulur.<br />

6 Hafif ihmalden ağır ihmale kadar bütün kusurlu haller bu duruma girer. Kasdın ispatı<br />

doğrudan doğruya bilmenin ispatı demektir. Kusuru yargıç (hâkim) objektif ölçülere<br />

göre takdir edecektir. Son fikir bakımından bkz. Sungurbey, s. 105-106; Ataay, Medenî<br />

Hukuk Tatbikatı (I), s. 84.<br />

7 v. Tuhr, 182, not 41.<br />

8 Birsen, «eğer şahıs kendisinden beklenen ihtimamı sarfetmemişse hüsnüniyet iddiasında<br />

bulunamaz; binaenaleyh, hüsnüniyet ispat durumuna girer» demektedir (s. 115).<br />

Ben bu görüşe yukarıda belirttiğim gerekçeler ile katılmıyorum.<br />

9 Egger, m. 3, no. 4.<br />

10 Egger, m. 3, no. 6.


İspat Yükü Yönünden MK. m. 3<br />

mez. İyi niyet yalnız hukukî bir noksanın mevcudiyeti bilindiği zaman<br />

değil, fakat bilinmesi lazım geldiği zaman da mevcut değildir» diyerek bu<br />

iki durumu birbirine eş tutmuştur 11 .<br />

Sungurbey de bu konuda «demek ki hüsnüniyet “bilmemek ve bilmesi<br />

de lazım gelmemek” tir. Davacının müruru zamanla iktisap edenin mâlik<br />

olmadığını bilmesi lazım geldiğini yani halin icabına göre beklenen ihtimamı<br />

gösterseydi bileceğini ispatlaması, suiniyetin varlığını ispat için<br />

kâfidir; yoksa burada hüsnüniyet baki kalıp sadece hüsnüniyetin hükümleri<br />

ortadan kalkmış olamaz» demekle sözü geçen iki durumu yani kötüniyet<br />

ile gerekli özeni göstermemiş olmayı açıkça birbirine eş tutmuştur 12 .<br />

Kanunun sözü ve öğretideki (doktrindeki) görüşler incelendikten sonra<br />

şu sonuca varılmak gerekir:<br />

İyiniyet kusursuz bilmemedir. Kusursuzluk olmayınca iyiniyet değil<br />

kötüniyet vardır 13 . Bu sonuca varınca bir kimsenin “icabı hale göre kendisinden<br />

beklenen ihtimamı sarfetmediğinin” (kusurunun) ispatı onun kötüniyetini<br />

ispat demektir. Böyle olunca artık ispat yükünün yer değiştirmesi<br />

söz konusu olamaz 14,15 . Çünkü ispat edilmiş bir durumun aksinin ispatı<br />

söz konusu edilemez.<br />

Bu sorun (problem, mesele) bakımından bu sonuca varıldıktan sonra<br />

MK. m. 3’ün düzenlediği ispat yükünün hiç yer değiştiremeyeceği sonucuna<br />

da mı varmak gerekir? Kötüniyeti ispat durumunda olan taraf dava<br />

sırasında öyle olgulara (vakıalara) dayanır ve onları ispat eder ki bu olgular<br />

normal hayat şartları bakımından iyiniyeti asıl olan karşı tarafın, onu kötüniyetli<br />

kılacak durumu bildiğine fiilî bir karine 16 teşkil ederler. Yani bu<br />

olgular karşısında onun (iyiniyeti asıl olanın) kötüniyetli olması (bilmesi)<br />

11 Tuor, İsviçre Medenî Kanunun Federal Mahkeme İçtihatlarına Göre Sistemli İzahı,<br />

1inci kısım, s. 56 (Çev. A. Artus, Ankara 1956).<br />

12 Sungurbey, s. 105.<br />

13 İyi niyetle kötüniyet arasında ortalama bir kavram yoktur. «Hüsnüniyetin varlığı ile<br />

suiniyetin yokluğunu tefrik ederek farklı hukukî neticeler çıkarmak yanlıştır.» Bkz<br />

Sungurbey, s. 103.<br />

14 Sungurbey, s. 105.<br />

15 Krş. Postacıoğlu İ., Medenî Usul Hukuku Dersleri, s. 358 (İstanbul 1959) ve Ataay<br />

(Medenî Hukuk Tatbikatı) s. 90, 91. Ayrıca karş. Tev. İç. K. 14.2.1951 gün ve 17 E. 1 K.<br />

sayılı kararı, RG, 11 Nisan 1951, S. 7782.<br />

16 Egger, m. 3. no. 12; Sungurbey, s. 105.<br />

3


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

günlük hayat akışına göre olağandır 17 . Bu durumda ispat edilen ne kötüniyet<br />

ne de kendisinden beklenen özeni göstermediğidir 18 . Fakat burada normal<br />

hayat faaliyetleri karşısında, bazı olguların ispatı iyiniyeti asıl olanın<br />

kötüniyetli olduğu karinesini doğuracaktır. Böyle olunca karinenin aksini<br />

iddia eden duruma giren iyiniyet iddiacısı ispat yükünü yüklenecektir.<br />

Fakat iyiniyet iddiacısının burada doğrudan doğruya iyiniyetini gösteren<br />

olguları ispat zorunda olduğunu sanmıyorum. O, karineye yer değiştiren<br />

olguların esasında ayrı konuları ilgilendirdiğini ve fiili karineyi yaratmış<br />

olmakla beraber bunların sebeplerinin ayrı olduğunu iddia ve ispat ederse<br />

ispat yükü tekrar yer değiştirebilecektir. Görülüyor ki dava sırasında karşılıklı<br />

bir ispat mücadelesi cereyan edecektir ve fiilî karineler ispat yüküne<br />

müteaddit kereler yer değiştirtebilecektir 19 .<br />

17 Bu konu hakkında fazla bilgi için bkz Postacıoğlu, s. 358-360.<br />

18 Bu durumların ispatından sonra ispat yükünün yer değiştirmesinin söz konusu olamayacağını<br />

yukarıda belirttim.<br />

19 Fiilî karine doğuracak olguların önemi şu örnekte daha açık olarak görünmektedir:<br />

Kötüniyet iddiasının davacı durumunda bulunduğu bir davada davalı cevap lâyihası<br />

vermediği gibi celselere de gelmemiştir ve gıyabî muhakeme usulünün bütün şartları<br />

gerçekleşmiştir. Bu durumda davacının dava sonunda lehine bir hüküm alabilmek için<br />

ispat yükünün kendisine düştüğü hususları ispat etmek zorundadır. Yani bu arada kötüniyeti<br />

ispat etmelidir. Davacı kötüniyetli ya da gereken özenin gösterilmediğini belirten<br />

olguları ispat ederse mesele kalmayacak, dava lehine sonuçlanacaktır. Eğer böyle<br />

olguları ispat edecek durumda değilse yukarıda sözü geçen nitelikte olguları (ki bu<br />

olgular kötüniyeti ya da gerekli özenin gösterilmediğini ispat edecek nitelikte değildir)<br />

ispat edecek olursa fiilî bir karine doğacak ve ispat yükü yer değiştirecektir. Davalı ise<br />

ne iyiniyetini gösteren olguları ne de ispat yüküne yer değiştirecek nitelikteki olguları<br />

ispat edemeyecek ve ispat yükünü yerine getiremediğinden dava aleyhine sonuçlanacaktır.<br />

4


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki<br />

Doktrinin Durumu *<br />

Çeviren: Yavuz ALANGOYA<br />

Profesör Dr. Karl Heinz SCHWAB **<br />

Alman usul hukuku ilmi son 10 sene içinde hiçbir problemle ihtilâf<br />

konusu (Streitgegenstand) teorisi ile olduğu gibi meşgul olmamıştır. Bu<br />

konu hakkında sadece dört doçentlik tezi yazıldı 1 ; medenî usul ders kitapları<br />

ve şerhleri yeni basılarında teferruatlı olarak bu meseleyi münakaşa ettiler<br />

ve birçok sayıda makaleler ve müzakereler ihtilâf konusu problemini<br />

konu olarak aldılar. Hakikatte ihtilâf konusu probleminden daha aktüel ve<br />

usul hukuku bakımından daha önemli bir problem mevcut değildir.<br />

İhtilâf konusu meselesinin usul hukukunda böyle büyük bir önem<br />

kazanmış olmasına hayret edilebilir. Bunun sebebi ihtilâf konusu veya talebin<br />

(her iki kavram da eş anlamda kullanılmaktadır) davanın merkez unsurunu<br />

teşkil etmesidir. Dava ile bir usulî talep (prozesssualer Anspruch)<br />

dermeyan edilmektedir. Bir eda davası, tespit davası veya bir inşaî dava<br />

bahis konusu olabilir. Dava yığılması (Klagenhaeufung), dava değiştirme,<br />

derdesti rüyetlik ve kaziyei muhkeme gibi önemli müesseselerin esasları<br />

ihtilâf konusu tarafından tayin edilecektir. Buna göre eğer birden fazla<br />

talep dermeyan edilmişse yani birden fazla ihtilâf konusu mevcut ise bir<br />

dava yığılması mevcut olacaktır. Bir dava değişmesi için, talebin diğer bir<br />

* Bu makale Juristische Schulung (JuS) adlı derginin 1965 Mart nüshasında yayınlanmıştır,<br />

s. 81 - 86.<br />

** Erlangen Medenî Usul Hukuku ve Medenî Hukuk Profesörü.<br />

1 Schwab, Der Streitgegenstad im Zivilprozess, 1954; Habscheid, Der Streitgegenstad im<br />

Zivilprozess und im Streitverfahren der freiwilligen Gerichtsbarkeit, 1956; Henekel,<br />

Parteilehre und Streitgegenstad im Zivilprozess, 1961, bundan başka Lüke’nin henüz<br />

neşredilmemiş çalışması, Der Streitgegenstad im Zivil - und Verwaltungsprozess.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

deyişle ihtilâf konusunun değişmesi şarttır. Yeni bir davaya karşı derdesti<br />

rüyetlik itirazı, eğer halen derdest olan bir davadaki hukukî ihtilâfı teşkil<br />

eden aynı talep dermeyan edilmişse haklı olacaktır. Ve nihayet maddî<br />

kaziyei muhkemenin objektif çevresi ihtilâf konusu vasıtası ile tayin<br />

edilecektir; zira hüküm, dermeyan edilen talep, ihtilâf konusu hakkında<br />

verilir.<br />

İhtilâf konusu hakkındaki doktrinin bugünkü durumu ilk bakışta karışık<br />

görünecektir. Doktrinde temsil edilen görüşler son derece çeşitlidir;<br />

hemen hiçbir noktai nazar diğeri ile tetabuk etmez. Senelerdir devam<br />

eden fikir ayrılıkları muvacehesinde hala baskın bir görüşün ortaya çıkmamış<br />

olması muhakkak şaşırtıcıdır. Buna rağmen ben ileriye ümitsiz<br />

olarak bakmamamız gerektiğini zannediyorum: Bütün ayrılıklara rağmen<br />

bir mutabakat için işaretler görünmektedir. Bunları şuurlu bir hale getirmek<br />

ve tevsi etmek Alman usul hukuku ilminin bugün önemli bir vazifesi<br />

olmalıdır.<br />

Doktrindeki çeşitli fikirlerden dört değişik temel form ortaya çıkmaktadır;<br />

bunların teselsülleri aynı zamanda ihtilâf konusu doktrininin tarihi<br />

tekâmülünü verecektir. Bu tekâmül medenî usul kanununun (ZPO)<br />

talep kavramı ile maddî hukuk talebinin aynı olduğu görüşünden usulî<br />

muhtevalı müstakil bir usulî talep kavramına ve nihayet tekrar, değişik<br />

bir şekilde olmak üzere, maddî hukuk ile bağlantıya dönüşe kadar devam<br />

eder.<br />

6<br />

I. Eski Maddî Hukuk Teorisi:<br />

1. Mülâhazalarımız şu vakıaya istinat etmelidir: Medenî Usul<br />

Kanunu’nun (ZPO) kanun koyucusu talepten bahsettiği yerlerde maddî<br />

hukuk talebini göz önünde bulundurmuştur. ZPO’nun kabulü zamanında<br />

(1877) Medenî Kanun (BGB) ve maddî hukuk talebi kavramını ihtiva eden<br />

194 üncü paragraf henüz mevcut değildi. Fakat talep kavramı Windscheid’in<br />

«Actio des römischen Civilrechts» kitabı ile (1856) Alman hukuk ilmine<br />

girmiş bulunmakta idi. Windscheid Roma hukukunun actio’sundan usulî<br />

elemanları ayırmak sureti ile talep (Anspruch) kavramını elde etmiştir. Bu<br />

gün BGB § 194’de formülleştirilmiş olduğu gibi talep bir kimseden bir şeyin<br />

yapılmasını veya içtinabı isteme hakkıdır. Windscheid’in vardığı sonuç<br />

BGB’nin talep sistemi için temel oldu. Fakat talebin actio’dan ayrılması


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

aynı zamanda ihtilâf konusunun hakikî varlığının anlaşılması bakımından<br />

büyük zorluklara sebebiyet verdi 2 .<br />

2. ZPO’nun talebinin maddî hukuk talebi ile aynı olarak görülmesi<br />

akabinde zorluklara yol açtı. ZPO’da düzenlenmiş bulunan eda ve tespit<br />

davalarının yanında inşaî davanın da mevcut olduğu anlaşıldıktan sonra<br />

bu dava ile hangi talebin dermeyan edildiği sorusu ortaya çıktı. Tespit<br />

davası ile de kaide olarak medenî hukukun bir talebinin tespiti değil bir<br />

mutlak hakkın veya hukukî münasebetin tespiti istenmektedir. Sadece eda<br />

davasında maddî hukukun bir talebi hukukî ihtilâfın konusu olabilecektir.<br />

Demek ki bütün dava çeşitleri bakımından medenî hukuk manasında talep<br />

kavramı kullanılabilir değildir. Tespit davalarında medenî hukuk talebi yerine<br />

mutlak hak veya hukukî münasebet, ancak çok nadir olarak talep,<br />

inşaî davalarda ise inşaî hak ortaya çıkacaktır. Her maddî hukuk ihtilâf<br />

konusu anlayışı a priori ancak bu manada anlaşılabilir.<br />

ZPO’nun talebi ile maddî hukuk talebinin aynı olduğu hususunun kabulünün<br />

başka bir güçlüğü doğurduğu da kısa bir süre sonra anlaşıldı.<br />

Her davada iddia edilen bir hak bahis konusu olmaktadır yoksa mevcut<br />

bir hak değil. Bir talebin gerçekten mevcut olup olmadığı hükümde belli<br />

olacaktır. Fakat hükme kadar taraflar iddia edilen bir hak üzerinde ihtilâf<br />

etmektedirler. Bu bakımdan da ZPO’nun talebini maddî hukuk talebi ile<br />

aynı olarak görmek isteyen bir maddî hukuk ihtilâf konusu anlayışı engellenmektedir.<br />

3. Fakat ileri sürülen bu mülâhazalar maddî hukuk anlayışına karşı<br />

kesin önemde deliller mâhiyetini taşımamaktadırlar. Bu deliller usulî talep<br />

ile maddî hukuk talebinin aynı olduklarının kabulüne manî olmakla beraber<br />

usul hukuku talebi kavramının maddî hukuk ile mümteziç olarak izah<br />

edilebilmesini önlemeyeceklerdir 3 . Eski maddî hukuk teorisine karşı esas<br />

gerekçeler bilhassa maddî hukuk taleplerinin yarışmaları (telâhuku) probleminin<br />

usulcülere hazırladığı aşılması mümkün olmayan zorluklardan<br />

dolayı ortaya çıkmaktadırlar. Usulî muhtevada müstakil bir usulî talebin<br />

geliştirilmesinin sebebi buradadır.<br />

2 Horst Kaufmann actio hukuku tefekkürü tarihi hakkında mükemmel bir umumî bakış<br />

vermektedir. Bkz Kaufmann, Juristenzeitung 1964, s. 482.<br />

3 Bkz. Nikisch, Österreichisches Juristenblatt, 1955, s. 261.<br />

7


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

Yarışma probleminde bahis konusu olan maddî hukukun çok sık olarak<br />

aynı maksada vasıl olmak için birden fazla maddî hukuk talebi, ki<br />

bu talepler hâkim fikre göre bir kanun yarışması değil bir talep yarışması<br />

meydana getirirler 4 , tanımasıdır. Doktrinde ekseriya kullanılan tramvay<br />

kazası misali durumu açıklayabilecektir: Bir tramvay kazasında yaralanan<br />

bir yolcu 1000 mark tazminatın ödenmesini dava ediyor. Bu talep maddî<br />

hukuk bakımından müsbet akde aykırılığa, haksız fiile ve mesuliyet kanununa<br />

(Reichshaftpflichtgesetz) * istinat ettirilebilir. Bugün medenî hukukta<br />

hala hâkim olan fikre göre müteaddit maddî hukuk talepleri bir talep yarışması<br />

teşkil etmektedirler. Burada usul hukuku mânâsında da birden fazla<br />

talep söz konusu mudur?<br />

Bu mesele bakımından fikir ayrılıkları benim kanaatime göre bugün<br />

sona ermiştir. Evvelâ burada usul hukuku mânâsında da birden fazla talep<br />

bulunduğu görüşü mevcuttu. Bu görüş Lent 5 tarafından 1932’de temsil<br />

edilmiştir. Müellif daha sonraları da esas itibariyle maddî hukuk teorisi<br />

hususundaki görüşünü değiştirmemekle beraber 1939’da bir makalede 6<br />

ve daha sonra usul hukuku ders kitabında 7 taleplerin birliği mânâsında<br />

olmak üzere bu teorinin tahditlerini kabul etmek zorunda kaldı. Yukarıda<br />

verilen misalde usul hukuku taleplerinin taaddüdünü kabul etmek hakikaten<br />

aşılması mümkün olmayan güçlüklere götürecektir. Bu kendisini<br />

bilhassa dava yığılmasında (Klagenhaeufung) gösteriyor 8 . Eğer birden fazla<br />

talep mevcutsa bunların her biri hakkında hüküm vermek gerekecektir.<br />

Mukaveleye aykırılığa ve mesuliyet kanununa istinat eden talep reddedilirse<br />

bu durumda davacının talep ettiğini elde etmiş olmasına rağmen<br />

davanın kısmen kabul ve kısmen reddedilmesi mecburiyeti hasıl olacaktı.<br />

Birden fazla talebin bulunduğu kabul edilince mahkeme, taleplerden<br />

biri hakkında hüküm verilmesinin mümkün ve kâfi olabileceği bir halde<br />

ZPO § 301 gereğince bir kısmî hüküm vermek zorunda kalacaktı. Kabu-<br />

4 Mesela Enneccerus - Nipperday, Umumî Kısım, 15. bası (1959/60), §§ 60 I 2, 228 III;<br />

kanun yarışması için bkz., Schnorr v. Carolsfeld, Lent’e Armağan, s. 258 dn. 58.*<br />

Bkz. 7 Haziran 1871 tarihli bu kanun için (Reichshaftpflichtgesetz) RGB1 1896 s. 616,<br />

RGB1 1939 I s. 2391 ve RGB1 1943 s. 489 a.<br />

5 Zeitschrift für Zivilprozess (ZZP) 57, s. 1 ve son.<br />

6 Jahrbuch der Akademie für deutsches Recht, 1939/40, s. 214.<br />

7 1. bası (1947); bu mesele için ayrıca bkz. sonraki basılara ve en yeni olarak LENT-<br />

Jauernig 12. bası, 1965, §§ 37 IV, 88 I.<br />

8 Bkz. Schwab, s. 11 ve son.<br />

8


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

lü mümkün olmayan bir netice! Zira davacı sadece bir kere 1000 marka<br />

hükmedilmesini talep etmiştir ve bir son hüküm verilmesi için hiçbir sebebe<br />

yer kalmamıştır! - Yeni bir maddî hukuk talebine yol açacak her yeni<br />

dermeyanın bir dava değiştirme olduğunu kabul etmek mecburiyeti hasıl<br />

olacaktı. Bundan dolayı ZPO § 264’deki dava değiştirme şartları muvacehesinde<br />

hukukî ihtilâfın şümullü bir şekilde halledilmesi lüzumsuz olarak<br />

zorlaştırılacaktı 9 . – Evvelce sadece mesuliyet kanununa ve mukaveleye<br />

müsteniden dava ikame edilmiş ve daha sonra da yeni bir dava haksız fiile<br />

müsteniden ikame edilmişse bu yeni davaya karşı derdesti rüyetlik itirazı<br />

ileri sürülemeyecektir. Davaların, bu şekilde arttırılmasına pek tabiidir ki<br />

engel olunmak gerekir. – Nihayet dava mukaveleye ayrılık ve haksız fiilden<br />

reddedilse idi ve mahkeme mesuliyet kanununa istinat eden talebi nazarı<br />

itibara almasa idi bu takdirde davacıya hakkında hüküm verilmemiş olan<br />

bu talebi yeni bir dava ile dermeyan etmek imkânı açık kalacaktı. Kaziyei<br />

muhkeme buna engel olmayacaktı.<br />

Saf bir maddî hukuk teorisinin bütün bu kabulü mümkün olmayan<br />

neticeleri kâfi ölçüde münakaşa edildi. Bu teorinin usulî ihtiyaçlarla kabili<br />

telif olmadığı hususunda bugün şüphe olmadığı söylenebilir.<br />

II. İhtilâf Konusunu Teşkil Eden Unsurlar Olarak Vakıalar Karışımı<br />

ve Neticeî Talep:<br />

1. Eski maddî hukuk anlayışının zorlukları saf usulî muhtevada bir<br />

talep kavramının kabul edilmesine yol açtı. Davanın konusunu hukukî<br />

himaye talebi ile (Rechtsschutzanspruch) izah hususundaki beyhude<br />

gayretlerden sonra 10 usulî talep kavramını ilk olarak Rosenberg’de buluyoruz.<br />

Müellif ders kitabının 1. basısında (1927) medenî hukukun talep<br />

kavramı ile ZPO’nun talebi arasında kesin bir ayrım çizgisi çekmiş bulunmakta<br />

idi 11 . Rosenberg’in o zamanki kanaatine göre medenî usul hukuku<br />

talebi muhteva olarak mahkeme önüne getirilen vakıalar karışımı<br />

(Tatsachenkomplex) (aynı anlamda olmak üzere hayat olayı, Lebensvorgang,<br />

Sachverhalt deyimleri de kullanılmaktadır) ve neticeî talep vasıtası<br />

9 Schwab, s. 19 ve son.<br />

10 Yeni olarak usulî talep ile hukukî himaye talebi arasındaki müşabehete tekrar Stein/<br />

Jonas/Pohle’de işaret edilmektedir. Bkz. Stein/Jonas/Pohle, ZPO, 19. bası (1964), Giriş<br />

E III 1 c.<br />

11 Anılan eser § 87 II 2.<br />

9


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

ile belirlenmektedir 12 . Vakıalar karışımı ve neticeî talep ihtilâf konusunun<br />

aynı değerde ve ehemmiyetteki elemanları olmaktadır. Bu iki elemandan<br />

her birinde ve tabiatıyla her ikisinde birden ortaya çıkacak bir taaddüt<br />

bir talep yığılmasını meydana getirecek, ikisinden birinin değişmesi dava<br />

değiştirme sonucunu doğuracaktır. Maddî hukuk talebinden usul hukuku<br />

talebine geçişin ehemmiyeti küçümsenmemelidir. Bu teori ile usulî problemlerin<br />

çözümüne önemli şekilde yardımcı olan bir yol açıldı. Bu gün<br />

usul hukukçularının maddî hukuktan uzaklaşmakta oldukları muaheze<br />

edilirken 13 unutulmamalıdır ki, ihtilâf konusu teorisi bakımından bu uzaklaşmaya<br />

sebep, maddî hukuk taleplerinin yarışması ile ilgili problemlerin<br />

usulî ihtiyaçlar açısından halledilmesinde ortaya çıkmış olan acizdir.<br />

2. Kısa zamanda büyük sayıda taraftar bulan bu saf usulî teori neyi<br />

halletmektedir? Bu teori bir vakıalar karışımından veya diğer bir deyişle<br />

bir hayat olayından (Lebensvorgang) aynı hedefe götüren birden fazla<br />

maddî hukuk talebinin ortaya çıktığı bütün hallerde, talep yarışmasının<br />

halli mümkün olmayan problemlerine engel olmayı ve bu durumlarda bir<br />

talep tekliğine ulaşmayı hedef tuttu. Tramvay kazası meselesinde bu teoriye<br />

göre bir tek vakıa karışımı, tramvay kazası ve hakkında hüküm verilmesi<br />

gereken tek bir neticeî talep mevcuttur. Netice olarak burada eski maddî<br />

hukuk teorisinin kabul ettiği gibi bir talep yığılması değil sadece bir tek<br />

talep bulunmaktadır. – Eğer vakıa karışımı değiştirilmemişse bir dava değiştirme<br />

bahis konusu olmayacaktır. – Yeni bir dava aynı vakıa karışımına<br />

istinat ediyorsa ve aynı gayeye sahip ise, derdesti rüyetlik itirazı bu davaya<br />

karşı duracaktır. – Nihayet vakıa karışımı ve neticeî talebin meydana getirmiş<br />

olduğu usulî talep hakkında hüküm verilmiş olması şu neticeyi de<br />

ortaya çıkaracaktır: Bir maddî hukuk talebinin itibara alınmamış olması<br />

yeni bir davayı haklı gösteremez.<br />

3. Bu izahlar göstermektedir ki vakıa karışımı ve neticeî talebin ihtilâf<br />

konusunun eş değerli elemanlerı olduğu teorisi eski maddî hukuk teorisi<br />

karşısında büyük kazanç sağlamaktadır. Şüphesiz bu teori, birden fazla<br />

vakıa karışımı veya diğer deyişle hayat olayı ile aynı gayenin güdülmesi<br />

hallerinde doğru neticelere götürebilme bakımından aynı durumda değildir.<br />

Eski maddî hukuk teorisinde çözülmesi mümkün olmayan güçlükleri<br />

12 Rosenberg’in o zamanki teorisi bakımından teferruat için bkz. Schwab s. 28 ve son.<br />

13 Bkz. mesela Nikisch, Archiv für zivilistische Praxis (AcP) 154, s. 269 ve son.<br />

10


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

doğuran problem burada da ortaya çıkmaktadır, şüphesiz maddî hukuk teorisindeki<br />

durumlarda olduğundan çok daha nadir olarak 14 . Mesela davacı<br />

bir muayyen meblağı aynı zamanda ödünç vermeye ve aynı meblağ için<br />

yapılmış bir borç tanımasına veya satıma ve satım bedeline karşılık tanzim<br />

edilmiş olan poliçeye müsteniden talep etmiş ise her iki durumda da iki<br />

vakıa karışımı veya hayat olayı mevcut olacaktır. Bu bakımdan adı geçen<br />

teori her seferinde aynı ve tek bir meblağ bahis konusu olmasına rağmen<br />

bir talep yığılmasına götürecektir. Bir birikici dava yığılması (kumulative<br />

Klagenhaefung) maddî hukuk teorisinde bahsedilen aynı güçlükleri ortaya<br />

çıkaracaktır. Bir alternatif dava yığılması da (alternative Klagenhaefung)<br />

kabul edilebilir değildir. Bu dava yığılması için de birikici bir yığılma teşkil<br />

edebilecek olan ve alternatif bir münasebet içinde bulunan edimlerin<br />

istenmiş olması şarttır 15 . Rosenberg bu güçlükleri teşhis etti. Ders kitabının<br />

4. basısından itibaren (1949) 16 bir talebin birden fazla vakıa karışımı ile<br />

temellendirilmesi halinde sadece bir tek talep mevcut olduğunu kabul etti.<br />

6. basıdan itibaren (1954) 17 neticeî talebin vakıa karışımına nispetle daha<br />

önemli olduğunu sadece dava yığılması halinde değil dava değiştirmede,<br />

derdesti rüyetlikte ve kaziyei muhkemede de nazarı itibara aldı.<br />

4. Neticei talebin ve vakıa karışımının ihtilâf konusunun eş değerli<br />

elemanları olduğu teorisi bu gün medenî usul literatüründe hâlâ ekseriyetle<br />

temsil edilmektedir. Bu anlayışı Stein/Jonas/Pohle’nin şerhinde, 18 bundan<br />

başka Baumbach/ Lauterbach’da 19 , Schönke/Schröder/Niese’nin ders<br />

kitabında, 20 Thomas/Putzo’nun kısa şerhinde 21 ve nihayet Habscheid’in<br />

kitabında 22 bulmaktayız. Habscheid’in teorisinde şüphesiz onun «hayat<br />

14 Bunun hakkında bkz. Schwab s. 33, 37.<br />

15 Schwab, ZZP 71, 158.<br />

16 § 88 II 3 a.<br />

17 § 88 II 3 b.<br />

18 18 inci bası (1953), § 253 II 2. Fakat 19 uncu basıda Pohle davacı tarafından talep<br />

edilen hükmün haklılığını ihtilâf konusu olarak belirtmektedir. Burada muhtemelen<br />

neticeî talebin kuvvetli bir tebarüzünü görmek mecburiyeti vardır; bkz. giriş E III 2<br />

a, burada ihtilâf konusunun daha yakın bir tespiti için neticeî talepten hareket etmek<br />

gerektiğini belirmektedir.<br />

19 28 inci bası (1965), § 2 2 A ve B, şüphesiz tutarlı olmayarak.<br />

20 8 inci bası (1956) § 47 I.<br />

21 1963 giriş II 7.<br />

22 S. 221. Bundan başka bkz. Lüke, Juristenzeitung 1960, 204.<br />

11


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

olayı» (Lebenssachverhalt) kavramının bugüne kadar ihtilâf konusu doktrininde<br />

mutad olan vakıa karışımı kavramı ile tetabuk etmediğini nazarı<br />

itibara almak gerekir. Habscheid’in hayat vakıası diye belirttiği davacı tarafından<br />

getirilen bütün vakıaların yekûnudur 23 . Fakat bu anlayışla vakıalar<br />

kompleksi kavramının sınırı ortadan kalkmakta ve bu kavram fonksiyonunu<br />

ifa edememektedir. Bu anlayışa göre davada vakıa karışımlarının bir<br />

yığılması mümkün olamı-ayacağı gibi değiştirilmesi de söz konusu olamayacaktır.<br />

12<br />

III. İhtilâf Konusu Olarak Neticeî Talep:<br />

1. Bir neticeî talebin birden fazla vakıalar kompleksi ile haklı gösterilmesi<br />

halleri, ki bunlarda yukarıda izah edilen teori işe yarar sonuçlara<br />

varamamaktadır, benim «Streitgegenstand» (ihtilâf konusu) adlı kitabımda<br />

(1954) temsil etmiş olduğum görüş bakımından istinat noktalarını teşkil<br />

etmektedirler. Bu görüş daha evvel Leo Rosenberg’e Armağan’da (1949) 24<br />

Bötticher tarafından boşanma ve evliliğin feshi (Aufhebungsklage) davaları<br />

bakımından müdafaa edilmişti.<br />

İhtilâf konusu hususundaki bu üçüncü görüşün hususiyeti, ağırlık<br />

merkezini neticeî talep, yani davanın erişilmek istenen gayesi üzerine istinat<br />

ettirmesidir. Her davacı için mahkemenin neticeî talebe uyması önemlidir.<br />

Böylece neticeî talep hukukî ihtilâfın gerçek konusu olmaktadır.<br />

Her yargılamada neticeî talebe uyulup uyulmayacağı meselesi üzerinde<br />

ihtilâf edilmektedir. Bu üçüncü telâkki basit ve ihtisas sahibi olmayanlar<br />

tarafından da anlaşılabilecek bu mülâhazalara istinat etmek istemektedir.<br />

Şüphesiz bir veya birden fazla edimin mi talep edildiği her zaman neticeî<br />

talepten çıkarılamaz. Bilhassa tediye davalarında durum böyledir. Burada<br />

davanın temellendirilmesi için dermeyan edilmiş olan vakıalar nazarı<br />

itibara alınmak gerekir. Fakat neticeî talebin açıklanmaya ihtiyacı olabilmesinden<br />

vakıalar kompleksinin ihtilâf konusunun eş değerli bir unsuru<br />

olduğu sonucuna varmak yanlış olacaktır. Zikredilmiş olan satım ve poliçe<br />

veya ödünç ve borç tanıması halleri bunun aksini ispat etmektedirler.<br />

Bahis konusu olan aynı gayenin mi güdüldüğü, davacının tek mi yoksa<br />

müteaddit edimleri mi talep ettiği meselesinden ibarettir.<br />

23 Bkz. bunun hakkında Schwab ZZP 71, s.155 ve son., bilhassa s. 157.<br />

24 Zur lehre vom Streitgegenstand im Eheprozess, s. 73 ve son. (84, 85/86).


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

2. Bu teori ne getirmiştir? Bu teori bütün durumlarda kabul edilebilir<br />

çözümlere götürmektedir: Hem birden fazla maddî hukuk talebinden hem<br />

de iki unsurlu ihtilâf konusu anlayışı manasında birden fazla vakıalar karışımından<br />

tek bir hedefe erişilmeye gayret edilen durumlarda. Aşağıdaki<br />

misal bunu açıklayacaktır:<br />

Federal Mahkeme (Bundesgerichtshof, BGF) 12.7.1962 tarihli bir kararında<br />

25 davacının davalıdan muayyen bir para meblağını, davasını bir poliçeye,<br />

bir garanti mukavelesine (esas mukavele) ve bundan başka haksız<br />

fiile istinat ettirerek talep ettiği bir mesele hakkında hüküm verdi. Şu hale<br />

göre meselede sadece birden fazla vakıalar kompleksi, mevcuttur. BGH<br />

meselede sadece bir tek talep olduğunu kabul etti ve bu noktaî nazarını<br />

doğru bir düşünce tarzı ile gerekçelendirdi: «Eğer poliçe alacağı haklı değil<br />

ise bir kısmî hüküm verilemez, ki bu kısmî hükümle dava poliçeye dayanan<br />

talebi konu olarak aldığı nispette reddedilecektir. Hüküm verilmeden<br />

önce diğer maddî hukuk taleplerinin haklılığı tetkik edilmelidir.» Filhakika<br />

bir kısmî hükmün muteberiyeti bakımından önemli kriter birden fazla<br />

talep olup olmadığıdır.<br />

Bu teorinin doğruluğu dava değiştirme, derdesti rüyetlik ve kaziyei<br />

muhkeme meselelerinde de tahakkuk etmektedir. Hâkim fikirle birlikte bir<br />

dava değiştirme için eski talebin yerine veya onun yanında bir yeni talep<br />

şart olarak kabul edilirse 26 , dava değiştirme ancak başka bir şey istenmiş<br />

yani yeni bir neticeî talep dermeyan edilmişse mevcut olacaktır 27 . Derdesti<br />

rüyetlik itirazı halen mevcut bir davada ihtilâflı olan aynı neticeî talebi<br />

ihtiva eden yeni bir davaya karşı duracaktır. Ve nihayet kaziyei muhkeme<br />

teşkil edecek hüküm neticeî talep hakkında verilecektir, şüphesiz mahkeme<br />

önüne getirilen dava malzemesinin temeli üzerinde. Teferruat için<br />

benim «Streitgegenstand» adlı kitabıma bakılmalıdır. Tespit davalarında<br />

ve inşaî davalarda da bu tek unsurlu ihtilâf konusu teorisi elverişli sonuçlara<br />

götürmektedir. Burada da önemli olan ihtilâf konusunun tekliği<br />

veya çokluğudur. Bir altın saatin mülkiyetinin tespiti mülkiyetin devrine<br />

25 ZZP 75, 458 Schwab’ın notu ile birlikte.<br />

26 Bkz. Schwab, s. 104 ve son.<br />

27 Dava değiştirmenin sadece talebin (Anspruch) değil fakat talebin temelinin değişmesi<br />

halinde de söz konusu olacağı kabul edilecek olursa, vakıalar kompleksinin (Tatsachenkomplex)<br />

değişmesi halinde de bir dava değiştirmenin mevcut olacağı sonucuna<br />

götürecekti.<br />

13


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

ve iktisabî müruru zamana istinat edilerek dava edilmişse burada sadece<br />

bir tek neticeî talep ve buna bağlı olarak da bir tek ihtilâf konusu mevcuttur.<br />

Evli kadının boşanmayı dava etmesi ve davasını kocanın müteaddit<br />

zinasına ve bundan başka evliliğe aykırı diğer çeşit münasebetlere ve üç<br />

sene süren müşterek hayatın tatiline dayandırması halinde sadece bir tek<br />

talep mevcuttur, yoksa bir dava yığılması bahis konusu değildir 28 . Davacı<br />

için sadece boşanma bahis mevzuudur; o bu hedefe erişmeyi istemektedir.<br />

3. Bu teoriyi Rosenberg ders kitabının 6. basısından itibaren kabul<br />

etti 29 . BGH’nin ikinci hususi hukuk dairesi yukarıda anılan kararı ile (ZZP<br />

75, 458) bu teoriye katıldı. Bundan başka BGHZ (Entscheidungen des BGH<br />

in Zivilsachen) 9, 27 de intişar etmiş olan karar da bu teori lehine olarak<br />

nazarı itibara alınacaktır. Doktrinde bu teori, söylendiği gibi, boşanma ve<br />

evliliğin feshi (Aufhebungsklage) davaları bakımından Bötticher tarafından<br />

temsil edilmiştir. Fakat neticeî talepte ifadesini bulan davanın gayesi,<br />

dava yığılmasının mevcut olup olmadığı hususunda bir sonuca varılması<br />

bakımından, esas itibariyle ihtilâf konusunu maddî hukukun desteği ile<br />

açıklamak isteyen müelliflere de etki etmiştir. (bkz. aşağıda IV). Lent de<br />

ders kitabının 1 inci basısından itibaren 30 taleplerin tekliği ve çokluğu meselesini<br />

davanın gayesi noktaî nazarından cevaplandırmıştır.<br />

14<br />

IV. Yeni Maddî Hukuk Teorileri:<br />

Saf usulî muhtevalı (vakıalar kompleksi ve neticeî talep veya sadece<br />

neticeî talep) bir usulî talep kavramının inkişafı son zamanlarda usulî<br />

talepten ayrılış ve maddî hukuk ihtilâf konusu teorisine dönüş şeklinde<br />

tezahür eden bir reaksiyonu ortaya çıkardı. Burada müracaat edilen yollar<br />

farklıdır. Fakat bu gayretlerde bir husus müşterektir: Bunlar (I) altında izah<br />

edilen maddî hukuk teorisinden, aynı gayeye tevcih edilmiş maddî hukuk<br />

taleplerinin yığılmasının ortaya çıkardığı zorluklara mani olmak istemeleri<br />

bakımından, ayrılmaktadırlar.<br />

1. Maddî hukuk teorisine böyle bir dönüş için en önemli teşebbüs ve<br />

teşvikler menşeini Nikisch’de bulur. Müellif medenî hukuk dogmatiği ile<br />

usul hukukunun vazgeçilmesi mümkün olmayan tetabukunun artık tek-<br />

28 Bkz. bunun hakkında Schwab, ZZP 65, s. 101 ve son., bilhassa s. 108.<br />

29 § 88 I (6 ncı basıda s. 389/390 dn. 2 den sonra).<br />

30 § 89.


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

rar gerçekleştirilmesinin zaruri olduğunu söylemektedir 31 . Aynı zamanda<br />

müellif bir vakıalar karışımından aynı gayeye tevcih edilmiş birden fazla<br />

maddî hukuk talebi çıkması halinde sadece bir tek maddî hukuk talebi bulunduğunu<br />

kabul etmektedir.<br />

Mesela davacı bir tramvay kazasına istinat ederek zararın tazminini<br />

talep etmişse, bu durumda o, davalının mesuliyetinin mukaveleden, haksız<br />

fiilden ve mesuliyet kanunundan dolayı ortaya çıkmakta olması dolayısı<br />

ile birden fazla talep dermeyan etmiş olmamaktadır; Nikisch’in fikrine<br />

göre burada sadece bir tek maddî hukuk talebi mevcuttur. Fakat birden<br />

fazla vakıa karışımından (mesela satım ve borç tanıması) müteaddit maddî<br />

hukuk talepleri ortaya çıkıyorsa, müellife göre maddî hukuk taleplerinin<br />

bir taaddüdü bahis mevzuu olacaktır. Burada müellif hakikî bir talep yarışması<br />

görmektedir. Her iki talep aynı anda dermeyan edilmişlerse bir alternatif<br />

dava yığılması söz konusu olacaktır. Buna mukabil inşaî davalarda<br />

Nikisch’e göre vakıa karışımlarının taaddüdünün bir ehemmiyeti yoktur.<br />

Davacı boşanmayı talep etmişse sadece bir tek boşanma hakkı ve bundan<br />

dolayı bir tek talep mevcuttur. Dava müteaddit zina, evliliğe aykırı fiiller<br />

ve birlikte hayatın tatil edilmiş olması sebepleri ile, yani müteaddit vakıa<br />

kompleksleri ile temellendirilmiş olabilir 32 . Nikisch’e göre davacının<br />

hakkının tespitini müteaddit vakıa karışımlarına istinat ederek talep ettiği<br />

tespit davalarında da sadece bir tek talep mevcuttur 33 .<br />

Nikisch’in görüşü eda talepleri (Leistungsansprüche) çerçevesi içinde<br />

medenî hukukun müteaddit mümessilleri tarafından kabul edildi. Mesela<br />

Larenz 34 etraflı olarak talep temeli çokluğu halinde talep birliği meselesi<br />

üzerinde durdu. Müellif bir davanın mukavele, haksız fiil ve tehlike mesuliyeti<br />

ile temellendirilmiş olması durumunda birden fazla talebin yanyana bulunduğu<br />

görüşünün kabul edilemez olduğunu belirtmektedir. Burada sadece<br />

bir tek fakat tabii müteaddit kereler temellendirilmiş bir talep mevcuttur.<br />

Esser 35 de esas olarak bu görüşe katılmaktadır. Müellif bu halde «talep<br />

temeli yarışması»ndan (Anspruchsgrundlagekonkurrenz) bahsetmekte ve<br />

31 Zur Lehre vom Streitgegenstand im Zivilprozess, AcP 154, s. 269 ve son. (283).<br />

32 AcP 154, s. 191 ve son.<br />

33 AcP 154, s. 295.<br />

34 Borçlar Hukuku, (SchuldR) II, 7 nci bası (1964), § 69.<br />

35 Borçlar Hukuku, 2 nci bası (1960), § 23.<br />

15


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

talep yarışması ile talep temeli yarışması arasındaki farkın ne olduğunun<br />

ancak hukukî himaye gayesi (Rechtsschutzziel) açısından cevaplandırılması<br />

gerektiğini mütalaa etmektedir. Müellif, muhakkak ki pek de tutarlı<br />

olmayarak, bu iki kavramın tefriki için taleplerin bir tek vakıalar kompleksinden<br />

mi doğduğu hususunun önemli olduğunu ilâve etmektedir. Nihayet<br />

Eichler 36 de mukavele ve haksız fiil talepleri halinde bir maddî hukuk talep<br />

birliğini kabul etmektedir.<br />

2. Henckel «Parteilehre und Streitgegenstand» (Taraf teorisi ve ihtilâf<br />

konusu) adlı kitabında (1963) sonuç itibariyle benzer fakat temellendirme<br />

bakımından bir parça farklı bir yoldan yürüdü. Müellif maddî hukuk<br />

talebini fonksiyonları bakımından tetkik etti ve bunun yanında talebin<br />

fonksiyonuna «tasarruf objesi» (Verfügungsgegenstand) olarak hususi bir<br />

ehemmiyet atfetti. “Tasarruf konusu”(Verfügungsgegenstand) olarak maddî<br />

hukuk talebi, mesela bir alacak temlikinin konusu olarak, Henckel’e göre<br />

muayyen bir zaman noktasına taalluk eden vakıa kompleksi vasıtası ile taayyün<br />

edecektir. Kanunî unsurları bir tek vakıa kompleksi ile doldurulan,<br />

aynı gayeye tevcih edilmiş normların hepsi birlikte tasarruf objesi olarak<br />

sadece bir tek talep teşkil ederler. Böylece tramvay kazası misalinde mukaveleden,<br />

haksız fiilden, mesuliyet kanunundan doğan talepler sadece bir<br />

tek maddî hukuk talebi meydana getirirler. Zarara uğrayan bu talebi devrederse,<br />

bununla birden fazla hukukî temeli bulunan tek bir talebi devretmiş<br />

olacaktır 37 . Buna mukabil Henckel’e göre muayyen bir zaman noktasına<br />

taalluk eden vakıa karışımının müteaddit normların kanunî unsurlarını<br />

doldurmasının söz konusu olmadığı bütün diğer hallerde bir talep yarışması<br />

bahis konusudur. Mesela bir talebin satım ve bonoya veya ödünç ve<br />

borç tanımasına istinat ettirildiği durumlarda olduğu gibi 38 .<br />

Eda ve tespit davalarında Henckel bu yolla bir birlik tesisine erişebildiği<br />

halde inşaî davalarda müteaddit inşaî hakların birliğinin tesisinden<br />

vazgeçmeye mecbur olacaktır. Bu alanda bir tek vakıalar kompleksinin,<br />

birden fazla inşaî normun kanunî unsurunu doldurması güçtür. Birden<br />

fazla zina ayrı hayat olaylarıdır ve bunlar Henckel’e göre farklı inşaî haklar<br />

36 AcP 162, s. 401; ayrıca bkz. Staudinger - Weber, 10 uncu bası (1944), § 241 önünde N.<br />

50; R. Bruns Schmidt, Rimpler’e Armağan, 1957, s. 252 ve son.<br />

37 s. 266, 277.<br />

38 s. 267.<br />

16


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

ve bununla farklı ihtilâf konuları ortaya çıkarırlar 39 . Talebi tasarruf konusu<br />

olarak mütalaa etmek çok dikkate değer görünse dahi inşaî davalar hususundaki<br />

izahlar gösteriyorlar ki Henckel’in teorisi şimdiye kadarki yapısı<br />

içinde usulî menfaatler bakımından ancak şartlı olarak doğru görülecektir.<br />

3. Bugünkü maddî hukuk ihtilâf konusu anlayışının mümessillerinden<br />

olan Arwed Blomeyer 40 , eski maddî hukuk teorisine en yakın olandır.<br />

Bu meselede bizi müellifin «esasa taalluk eden ihtilâf konusu» (sachlichen<br />

Streitgegenstand) olarak adlandırdığı mesele hakkındaki mülâhazaları<br />

ilgilendirmektedir. Müellifin «usulî ihtilâf konusu» (prozessualer Streitgegenstand)<br />

hususundaki öğretisi sadece davanın reddi bakımından bir<br />

mânâyı haizdir. Blomeyer’e göre esas itibariyle maddî hukuk talebi eda<br />

davalarında ve bir talebin tespiti hususundaki davalarda hukukî ihtilafın<br />

konusunu teşkil eder 41 . Dava yığılması bakımından müellif talep birliği ve<br />

talep çokluğu sınırlandırmasını birden fazla edanın mı talep edildiği yoksa<br />

davacının sadece bir tek edayı mı talep ettiği meselesine göre yapmaktadır<br />

42 . Birden fazla yarışan maddî hukuk talebinin bulunmasına rağmen<br />

sadece bir tek edanın talep edilmesi halinde bir tek talep mevcut bulunacağını<br />

Blomeyer sadece «usulî mülâhazalar» ile bu usulî mülâhazaların<br />

ne olduğunu açıklamadan ve Nikisch, Larenz ve diğerlerinin fikrine katılmaksızın<br />

gerekçelendirmektedir. Dava yığılmasında müellif «usulî<br />

mülâhazalara» müsteniden hemen aynı sonuçlara varmasına rağmen bir<br />

başka yerde 43 maddî hukuk talep sisteminin bu müellifler tarafından temsil<br />

edilen böyle radikal bir değişimini sarih olarak reddetmektedir. Tespit<br />

davalarında tespit edilecek olan hak hukukî ihtilâfın konusu olacaktır 44 ;<br />

inşaî davalarda dava konusu, neticeî talep ve dava temeli tarafından teşekkül<br />

ettirilecektir 45 , fakat burada münferit hallerde dava temelinin nasıl<br />

sınırlandırılması gerektiği karanlık kalmaktadır. Açıkça Blomeyer’in ne<br />

kadar inşaî norm ihlâl edilmişse o kadar inşaî hakkın ve bununla o kadar<br />

ihtilâf konusunun mevcut olmasını istediği anlaşılmaktadır.<br />

39 s. 287.<br />

40 Zivilprozessrecht, 1963, § 40; bunun hakkında Bötticher, ZZP 77, s. 477 ve son.<br />

41 § 40 V.<br />

42 §§ 40 VI, 42 IV.<br />

43 Zum Urteilsgegenstand im Leistungsprozess, Lent’e Armağan, 1957, s. 43 ve son. (71).<br />

44 Zivilprozessrecht § 40 V 2.<br />

45 Zivilprozessrecht § 40 V 3.<br />

17


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Schwab<br />

Blomeyer eda taleplerinin yığılmasında maddî hukuk taleplerinin<br />

«usulî mülâhazalar» dolayısı ile bir tek talep içinde birleştirilmesini zarurî<br />

olarak mütalaa ederken bu görüşün maddî kaziyeî muhkemenin çevresi<br />

bakımından sadece kısmen doğru olduğunu kabul etmektedir. Burada müellif<br />

maddî hukuk taleplerine göre ayrımın tahditsiz olarak kabulünün işin<br />

esasına uygun olmayacağını, yarışan taleplerin müstakil hüküm konuları<br />

mı yoksa sadece bir tek hüküm konusu mu teşkil ettikleri hususunda<br />

«usulî mülâhazalar» ın tatbiki ile sadece satım ve poliçede veya ödünç ve<br />

borç tanımasında değil fakat akit ve haksız fiil taleplerinin yarışmasında<br />

da farklı hüküm konuları bulunduğu şeklinde cevaz verilemeyecek bir sonuca<br />

vasıl olmaktadır 46 . Bu ise mahkemenin sadece mukaveleden doğan<br />

bir talebi incelemiş olması halinde haksız fiil ile temellendirilmiş olan<br />

yeni bir davaya karşı kaziyeî muhkemenin tesiri olamayacağı sonucuna<br />

götürecektir.<br />

18<br />

V. Sonuç ve İleriye Bakış:<br />

1. Maddî hukuka yönelmiş bir ihtilâf konusu anlayışının bugünkü<br />

temsilcilerinin teorilerine bakış bize gösteriyor ki, bütün bu müellifler<br />

kendilerini eski maddî hukuk teorisinden uzak tutmaktadırlar. Bu müellifler<br />

dava bakımından yarışan taleplerin bir tek talep halinde birleştirilmesine<br />

ihtiyaç olduğunu teslim etmektedirler. Fakat sınırlandırma münferit<br />

hallerde ve hatta farklı şekillerde yapılmaktadır. Fakat her şeyden evvel şu<br />

husus dikkate değer ki, yeni maddî hukuk teorilerinin mümessilleri yarışan<br />

maddî hukuk taleplerinin birleştirilmesi için usulî teorilerdeki ihtilâf<br />

konusu bakımından da esas olan aynı vasıtalardan faydalanmaktadırlar.<br />

Burada ilk olarak vakıalar kompleksi (Tatsachenkomplex) veya diğer<br />

deyişle hayat olayı (Lebensvorgang) söz konusu olacaktır. Vakıalar kompleksi<br />

Rosenberg tarafından geliştirilmiş olan iki unsurlu ihtilâf konusu<br />

teorisinde ihtilâf konusunun neticeî talep ile birlikte ve aynı değerdeki<br />

bir elemanını temsil etmektedir. Fakat davanın hedefi de bu teoride daima<br />

önem kazanmıştır. Hedef ile kastedilen benim ihtilâf konusu teorimde<br />

ihtilâf konusunun tâyini için önemli olan unsuru teşkil edenden ve neticeî<br />

talepte ifadesini bulandan başka bir şey değildir.<br />

46 Lent’e Armağan, s. 75 ve son; Zivilprozssrecht, § 89 III 4. Bu sonucu Bötticher de tenkit<br />

etmektedir, ZZP 77, s. 492.


İhtilâf Konusu (Müddeabih) Hakkındaki Doktrinin Durumu<br />

Yeni maddî hukuk teorilerinde de aynı gayeye tevcih edilmiş olan<br />

maddî hukuk talepleri ve inşaî haklar birleştirme vasıtası ile zarureten<br />

hukukî görüş noktaları veya talep temelleri rolünü yüklenmeye zorlanmaktadırlar.<br />

Bu teoriler bu çerçeve içinde II ve III altında izah edildiği<br />

gibi usulî ihtilâf konusu anlayışından farklı bulunmamaktadırlar. Böylece<br />

müşterek noktalar ortaya çıkmaktadır. Bunlar temel ittihaz edilerek ve bir<br />

mutabakat hedef tutularak çalışmakta devam etmek gerekir.<br />

2. Müstakbel gayretler her şeyden önce iki noktada toplanmak gerekir:<br />

Evvelâ bir talep yarışması halinde bulunan birden fazla maddî hukuk<br />

talebinin bir tek maddî hukuk talebi halinde birleştirilmesinin müdafaa<br />

edilip edilemeyeceği hususunun daha etraflı olarak tetkik edilmesine ihtiyaç<br />

vardır. Bu mesele hakkında şüphesiz henüz son söz söylenmemiştir.<br />

Bunun bugün doktrindeki birbirinden inhiraf eden görüşlerin mevcudiyeti<br />

göstermektedir. Bundan başka maddî hukuk teorisi için de usulî teori<br />

için de önemli olan bir problemin çözülmesine gayret edilmelidir: Vakıalar<br />

kompleksi ve neticeî talepte ifadesini bulan davanın hedefi ihtilâf konusu<br />

bakımından nasıl bir mânâyı haizdirler? Benim için davanın hedefinin,<br />

talep edilenin, kısaca neticeî talebin önemli olduğu açıktır.<br />

Bu iki noktada henüz mevcut bulunan ayrılıkların ortadan kaldırılması<br />

mümkün olursa, maddî hukuk teorisi ve usulî teori bir mutabakat<br />

imkânı bulacaklardır; böylece ihtilâf konusu hakkındaki tartışma sona erecektir.<br />

19


Yargılama Sırasında Tarafta (Yanda) İradî Olarak<br />

Meydana Gelen Değişme Hakkında Düşünceler<br />

Asis. Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

Bu yazıda incelenen meselede Yargıtay ile Türk doktrini birbirine tamamen<br />

zıt görüşleri savunmaktadırlar. Doktrinde hemen ittifakla tarafta<br />

iradî değişme bir dava değiştirme olarak görülürken Yargıtay iradî taraf<br />

değişmesine dava değiştirmeye ilişkin hükümleri uygulamaktan kaçınmış,<br />

bu tutumunu doktrinin bugüne kadar görüşünde ısrar etmesine rağmen<br />

değiştirmemiştir.<br />

Dâva değiştirme hükümleri dışında Yargıtay böyle bir değişmeyi (tabiî<br />

tarafın kanunî değişme hallerinden biri olarak görülen m.186 daki durum<br />

dışında) mümkün görmekte midir? Yargıtay tesbit edilen kararlarında dâva<br />

değiştirme hükümlerinin (ıslah hükümlerinin) uygulanamayacağını söylemekten<br />

öteye gitmiyor. Değişikliğe cevaz verir görünen bir kararında ise<br />

yüksek mahkeme durumu bir taraf değişikliği olarak değil, tarafın gösterilmesindeki<br />

hatânın düzeltilmesi şeklinde ele almıştır. Bu iki mesele farklıdır.<br />

Düzeltmeye cevaz değiştirmeye cevazı gerektirmez.<br />

Alman hukukunda bu mesele üzerinde etraflı olarak durulmuştur.<br />

Orada tarafta iradî olarak meydana gelen değişmenin bir dâva değiştirme<br />

olduğu görüşü ilk olarak Alman temyiz mahkemesi tarafından savunulmuştur.<br />

Bu görüş Kisch’in ve de Boor’un bu konudaki eserlerinden sonra<br />

doktrinde kuvvetini kaybetmiştir. Böylece Alman hukukunda da hukukumuzdaki<br />

gibi bir kutuplaşma meydana gelmiştir. Fakat bizdekinin aksine<br />

orada dâva değiştirme görüşünü savunan yüksek mahkeme bu görüşü reddeden<br />

ise doktrinin büyük çoğunluğudur. Yine bizde olduğundan farklı<br />

olarak Almanya’da doktrinin yüksek mahkeme içtihatlarına etkisi olmuş<br />

alman temyiz mahkemesi istinafta meydana gelen iradî taraf değişikliğine<br />

dâva değiştirme hükümlerinin uygulanamayacağını açıkça kabul etmiştir.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu kararından sonraki kararlarında yüksek mahkeme ilk derece mahkemesindeki<br />

iradî taraf değişmeinin dava değiştirme olduğunu söylemektedir.<br />

Buna rağmen biz bu kararlarından birinde yeni tarafı korumak için yaptığı<br />

atıfa dayanarak açıkça olmasa bile yüksek mahkemenin dava değiştirme<br />

hükümlerinin doğrudan doğruya uygulanmasından vazgeçmek zorunda<br />

kalmış olduğunu kabul ediyoruz.<br />

Bu incelemede önce dava değiştirme görüşünün hangi sonuçlara götüreceği<br />

ve bu sonuçların neden kabul edilemez olduğu üzerinde durduk.<br />

Daha sonra tarafın iradi olarak değiştimesinin neden kabul edilmesi gerektiği<br />

ve bu usul hukuku müessesesini düzenleyen hükümlerin neler olabileceği<br />

sorularının cevabını vermeye çalıştık.<br />

22<br />

§ 1. Giriş<br />

I. Kavram, Terim ve Konunun Sınırlanması:<br />

Tarafta değişme (Parteiaenderung) ya hâlen taraf olan kimsenin yerine<br />

bir başkasının taraf olarak geçmesi (Parteiwechsel) veya mevcut tarafın yanına<br />

yeni kişilerin de taraf olarak katılması ile bir taraf yığılmasının (Nachtraegliche<br />

Parteienhaeufung, Parteibeitritt) meydana gelmesi şeklinde olur.<br />

Alman hukukunda tarafta değişmenin bu iki halini de kapsamak üzere<br />

“Parteiaenderung” deyimi kullanılmaktadır. Ben bu üst kavramı “tarafta”<br />

veya “davanın yanlarında değişme” deyimi ile karşılamayı uygun buldum.<br />

Belirtmek gerekir ki buradaki “tarafta” kelimesi soyut olarak davacı ve davalı<br />

yanları (Klaegerseite, Beklagtenseite) ifade etmektedir. Bu bakımdan<br />

bu üst kavramı ifade etmek için “davacı veya davalı yanlarda değişme”<br />

deyimi de kullanılabilir. Bir alt durum olarak taraf olan kişinin yerine bir<br />

başka kişinin taraf olarak geçmesini ifade etmek için “taraf olanın (ların)<br />

değişmesi” veya “tarafın değişmesi” (Parteiwechsel) deyimini kullandım.<br />

Tarafta değişmenin diğer hali olarak nitelendirilmesi mutad olan iki yandan<br />

birindeki tarafa katılma sureti ile meydana gelen dava yığılmasına<br />

(Klagenhaeufung) da “taraf katılması” “Parteibeitritt) 1 veya “davanın ika-<br />

1 Blomeyer “taraf katılması” deyimini uygun bulmuyor, bkz. § 115 s. 631, bu terim bir<br />

başka kişinin mevcut davalının yanına getirilmesi durumuna uygulamaktadır. Yazar<br />

diğer bir kişinin mevcut davalının yanına çekilmesinde, haklı olarak, yargılamaya çekilenin<br />

rızasının aranmayacağını kabul ettiğinden iradeye bağlı bir eylemi belirleyen<br />

“katılma” sözünün bu duruma uymayacağını belirtmek istemiş olmalıdır. Burada belki


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

mesinden sonra meydana gelen taraf yığılması” (nachtraeg iche Parteienhaeufung)<br />

demek mümkündür.<br />

Kavramın belirtilmesi ve terim hakkında buraya kadar söylenenler<br />

hem bu yazının konusunu teşkil eden “tarafta iradî olarak meydana getirilen<br />

değişme” (gewillkürte Parteiaenderung) hem de “kanundan ötürü<br />

tarafta değişme” (gesetzliche Parteiaenderung) için geçerlidir.<br />

“Kanundan ötürü” tarafta değişme halleri bu çalışmanın sınırları dışında<br />

bırakılmıştır. İncelemeler doğrudan doğruya kanunda açıkça düzenlenmemiş<br />

bulunan ve taraflardan bazılarının iradesine bağlı olarak meydana<br />

gelen ve Türk doktrininde ittifakla dava değiştirme olarak nitelendirilen<br />

değişme hallerine inhisar ettirilmiştir 2 .<br />

de bir “katılma”dan değil bir “katma” dan söz etmek işin esasına daha uygun düşecektir.<br />

Ben ifade kolaylığı gerekçesi ile “katılma” diyorum.<br />

2 Burada sadece, benim de kullandığım, alışılmış olan, “kanundan ötürü” (ipso iure)<br />

tarafta değişme” deyiminin yerinde olmadığına değinmek istiyorum. Gerçekten tarafta<br />

değişmenin ipso iure meydana geldiğini söylemek doğru değildir (aksi fikir için bkz.<br />

Rosenberg, § 41 II 2 a. s. 172; Üstündağ, s. 185 dn. 1). Kanundan ötürü otomatik olarak<br />

tarafta değişmenin ortaya çıkması söz konusu değildir. Mesela taraflardan birinin ölümü<br />

halinde söz konusu olan sadece ölenin taraf olma durumunun sona ermesidir. Bu<br />

ise tarafta değişmenin ortaya çıkması değil belki değişme için ilk kademenin tamamlanmış<br />

olmasıdır. Ölüm ölenin taraf olma durumuna son vermektedir, fakat bununla<br />

usulî münasebetin yeni süjesinin kim olacağı ortaya çıkmış değildir. Taraf değişmesi<br />

ilk olarak bir kimsenin halef olduğu iddiasıyla yargılamaya ölen taraf yerine girmesi<br />

veya halef olduğu iddiasıyla ölen taraf yerine yargılamaya çekilmesi ile tamamlanır. Bu<br />

anda ölen tarafın yerine geçenin kim olduğu anlaşılmış olmaktadır. Bir kimseye karşı<br />

veya bir kimse tarafından bir talepte bulunulmadan o kimsenin usulî ilişkinin süjesi,<br />

yani taraf olduğu iddia edilemez. O kimse mirasçı olduğunu iddia ederek mevcut yargılamaya<br />

girer veya davacı bu iddia ile ona karşı yargılamayı yöneltirse bu kimse taraf<br />

olacaktır. O kadar ki mirasçı olduğunu iddia eden veya mirasçı olduğu iddia edilen bu<br />

şahsın taraf olarak davaya girmiş olabilmesi için gerçek mirasçı olması şart değildir.<br />

O gerçek mirasçı olmasa bile taraftır (Hakiki mirasçı olmadığı devam eden yargılama<br />

sırasında anlaşıldığı takdirde mahkeme esas hakkında bir hüküm vermeyecek fakat<br />

bu kimseye karşı veya onu davaya çeken davacıya karşı usulî bir red kararı (dava şartı<br />

bulunmasından dolayı –dava takip yetkisi–) verecektir ve ölen tarafla yürütülmüş<br />

olan yargılama ölüm anındaki haline avdet edecektir, bkz. Blomeyer § 28 II 1 s. 123;<br />

RG 34, 427 (429)). Demek ki ölüm halinde yeni tarafın davaya girmesi yani tarafta<br />

değişme otomatik olarak cereyan etmemektedir, Henckel s. 149; Blomeyer § 115 I 1 s.<br />

632. Kanunî tarafta değişme halinin diğer örneği olarak gösterilen çekişme konusunun<br />

devrinde (HUMK m. 186) devir ile taraf olma durumunun sona ermesi dahi söz konusu<br />

olmamaktadır. Devirden evvel taraf olanlar sonra da taraf olmakta devam ederler. Ancak<br />

186’da yer alan seçim hakkının devralanla devam şeklinde kullanılması halinde<br />

tarafta bir değişme ortaya çıkacaktır. Demek ki bugün “tarafta kanunî değişme” denilen<br />

tarafta değişme, bir olaydan sonra (ölüm veya devir) bir kimsenin yeni taraf olarak, ira-<br />

23


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

24<br />

II. Tarafta Değişme ve Tarafın Dâva Dilekçesinde Yanlış (Noksan)<br />

Olarak Belirtilmesi:<br />

Tarafların kim olduğu dâva dilekçesinden anlaşılacaktır (HUMK m.<br />

179 ile birlikte 7201 Sa. K. m. 9). Bazı hallerde dâva dilekçesinde taraflar<br />

eksik veya hatalı bir şekilde gösterilmiş olabilir. Bu hallerde eksikliğin tamamlanması<br />

ve hatanın giderilmesi mümkündür (falsa demonstratio non<br />

nocet.) 3 . Meselâ öz veya soyadın yanlış yazılması, bay yerine bayan denilmiş<br />

olması aynı adı taşıyan baba oğuldan hangisinin taraf olduğunu<br />

belirten bir işaretin bulunmaması gibi hallerde düzeltilmesi 4 mümkün bir<br />

yanlış veya noksan bulunduğunu söylemek mümkündür.<br />

Böyle bir düzeltmenin hasmın rızasına ihtiyaç olmaksızın yapılabilmesi<br />

düzeltme sonunda yeni bir tarafın yargılamaya çekilmeyecek olması şartına<br />

bağlıdır 5 . Yeni bir tarafın davaya çekilmesi halinde artık düzeltme değil<br />

taraf değiştirme söz konusu olacaktır. Ne zaman bir düzeltme ne zaman bir<br />

taraf değiştirme vardır? Bir görüş, bu ayrıma bir ölçü olmak üzere şu formülü<br />

kabul etmektedir: Taraf dava dilekçesinde gösterilen değil davacının taraf<br />

olmasını istediği kimsedir. Yani davacının dilekçede gösterdiği ile istediği<br />

aynı değilse taraf, onun taraf olmasını istediği kimsedir 6 . Kisch tarafından<br />

savununulan bu görüş kabul edilebilir gibi değildir. Davacının beyanının<br />

önemini sıfıra indiren böyle bir görüş usul hukukunda hakim olması gereken<br />

düzen fikri ile asla bağdaşamaz 7 . de Boor’un haklı olarak belirttiği gibi<br />

biz usul hukukunda tarafları beyanları ile bağlı tutmak zorundayız 8 . Aksi<br />

desine bakılmaksızın, davaya çekilebilmesi (ölüm ve devir halinde) veya diğer tarafın<br />

iradesine bakılmaksızın davayı yüklenme (ölüm halinde) veya bir tarafı iradesine bakılmaksızın<br />

yargılanmadan çıkarma (devir halinde devreden tarafı) olanağını ifadeden<br />

öteye bir anlam taşımaz, Henekel s. 150. Bu, şekli taraf kavramının gerektitirdiği ve<br />

usul kurallarına uyan bir sonuçtur; şekli taraf kavramı için § 2’ye bkz.<br />

3 Blomeyer § 6 III s. 43; de Boor, s. 77; Rosenberg § 40 III s. 170; Postacıoğlu s. 320;<br />

Üstündağ s. 194.<br />

4 Örnekler için bkz. Rosenberg ve Üstündağ aynı yerler.<br />

5 Rosenberg aynı yer; Postacıoğlu aynı yer, yazar davacının düzeltme yolu ile davasını<br />

yeni bir tarafa karşı yöneltmesini önlemek için yapılacak düzeltmenin neden ibaret<br />

olduğuna dair mahkemece “meşruhat” verilmesi gereğini belirtiyor.<br />

6 Kisch (Partelaenderung, s. 525) de Boor s. 78 dn 111’den naklen; Türk hukukunda bu<br />

fikre Üstündağ katılmaktadır, s. 195.<br />

7 de Boor s. 78 dn. 111.<br />

8 aynı yer. Bundan dolayıdır ki usul hukuku muamelelerinin irade bozuklukları sebebi<br />

ile iptal edilmesi imkanı kural olarak mevcut değildir.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

takdirde bir yargılamanın salim bir şekilde yürütülmesi ve sonuçlandırılması<br />

tehlikeye girer. Nitekim incelenen meselede bunun iyi bir örneğine<br />

rastlıyoruz. Davacı davalıyı yanlış göstermiş olsa da, iradesi davanın doğru<br />

tarafa yöneltilmesi şeklinde ise, yanlışlığı düzeltebilecek ve bu hiçbir surette<br />

taraf değiştirme olmayacaktır. Kavram olarak düzeltme ile tarafta değişmenin<br />

birbirinden kesin olarak ayrılması gereğini belirten Kisch tarafın<br />

iradesini bu yolda ilk plana çıkararak bu ayırımın pratik önemini ortadan<br />

kaldırmıştır. Yanlış bir hasım seçen davacı, bu yanlışlığın davanın muhtevasından<br />

anlaşılmayan durumlarda dahi, iradesinin doğru davacıya yönelmiş<br />

olduğunu fakat belirtmedi hata ettiğini söyleyinece yanlışlığın düzeltilmesi<br />

mümkün olacak ve bir taraf değişmesinden söz edilemeyecektir.<br />

Düzeltme imkanının bu şekilde davacının dava dilekçesinde belirtilmemiş<br />

iradesine dayandırılması görüşü dilekçede gösterilen şahsın<br />

kendisine karşı açılmış davanın kesin hükümle reddedilmesi yolundaki<br />

menfaatini de hiçbir surette değerlendirmemektedir. Kaldı ki, yukarıda da<br />

belirtildiği gibi bu görüşün kabulü ile “taraf olanın değişmesi” hallerinin<br />

sınırı pek daralmış ve anlamını kaybetmiş olmaktadır 9 .<br />

Tarafın belirtilmesinde yapılan yanlışın düzeltilebilmesi, yanlış belirtiğini<br />

iddia eden davacının iradesinin esasında doğru tarafa yönelmiş olduğunun<br />

dava dilekçesinden anlaşılabilmesine bağlıdır 10 . Dava dilekçesinin<br />

muhtevasından davacının iradesi anlaşılabiliyor ve bunun karşısında<br />

tarafın gösterilmesindeki yanlışlık ortaya çıkıyorsa bu takdirde düzeltmeye<br />

müsaade edilmek gerekecektir. Aksi takdirde, yani dava dilekçesinden<br />

davacının iradesinin başka yönde olduğunu anlamak mümkün olmuyor<br />

ise artık tarafın belirtilmesindeki hatanın düzeltilmesi değil fakat taraf olanın<br />

değişmesi (Parteiwechsel) söz konusu olacaktır ve bu değişme kendi<br />

kurallarına tabi bulunacaktır 11 .<br />

9 de Boor’un haklı olarak belirttiği gibi, gerçek iradeye uymayan şekilde tarafın belirtilmiş<br />

olmasının her zaman düzeltilebileceğini kabul edince, teorik olarak, taraf olanın<br />

değişmesi halinin muhtevasını da sadece tarafın dilekçede gösterilmesinin gerçeğe uyduğu<br />

fakat iradenin yanlış tarafa yöneltilmiş olması halinden ibaret görmek gerekecektir!<br />

Yazarın belirttiği gibi davacının bu hususu ileri sürmesini gerektirebilecek hiçbir<br />

vesile olamaz, s. 79 dn. 111’in devamı.<br />

10 Blomeyer § 6 III s. 43; de Boor s. 78.<br />

11 Davanın muhtevasından ne zaman bu hususun anlaşılabilir olduğu her mesele bakımından<br />

ayrı ayrı göz önüne almak gerekir. Bu tesbit edilirken davacının düzeltmedeki<br />

menfaati ile yanlış gösterilen tarafın davanın reddi konusunda kesin bir hüküm elde<br />

etmedeki menfaati de göz önünde tutulmalıdır.<br />

25


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

26<br />

§ 2. Taraf Kavramı Hakkında<br />

Değişmesinden söz edilen “taraf”ın kim olduğu meselesi üzerinde kısa<br />

da olsa durmak, “taraf”ın kim olduğu konusundaki görüşlerden hangisine<br />

katıldığımızı belirtmek bu yazıdaki açıklamaların ve görüşlerin anlaşılması<br />

bakımından gereklidir.<br />

Tarafın kim olduğunu açıklamak üzere ileri sürülmüş olan ilk görüşe<br />

göre davanın tarafları diğer bir deyişle usul hukuku ilişkisinin tarafları<br />

maddî hukuk ilişkisinin taraflarına göre belirlenir, ancak “res in iudicium<br />

deducta”nın tarafları davanın tarafları olabilir. Usul doktrininde tarafın bu<br />

şekilde anlaşılmasına “maddî hukuk taraf kavramı” denilmektedir. Alman<br />

hukukunda maddî taraf kavramının bu ilk şekli, yani davanın taraflarının<br />

sadece maddî hukuk ilişkisinin süjeleri olabileceği yolundaki görüş 12<br />

Roma hukukundaki maddî hukuk ve usul hukukunun birliği esasının<br />

etkisindedir. Roma hukukunda hak actio da, yani hakkın ihlali halinde<br />

bir dava ikame edebilme ve bununla mahkemeden hakkı talep edebilme<br />

yetkisinde belirlenmektedir. Böyle olunca sadece maddî hukuk ilişkisinin<br />

süjelerinin davanın tarafı olabileceğini kabulde tutarlılık vardır 13 . Maddî<br />

hukuk usul hukuku ayırımı kabul edildiği takdirde ise güçlükler ortaya<br />

çıkacaktır ve nitekim çıkmıştır.<br />

HGK nun 6.2.1952 tarih ve E., 18, K., 1 sayılı kararında (Son İçt. 1952 N. 55 s. 1354) düzeltmeye<br />

cevaz verilmiştir. Karardan, dava arzuhalinin muhtevası itibariyle davacının<br />

şirketi dava etmek istediğini gösterdiği anlaşılmaktadır. Mamafih şahsen taraf olarak<br />

gösterilen idareci ortak itiraz da etmediğine göre (bu husus karardan belli oluyor) taraf<br />

değişmesi için gerekli olan şart da gerçekleşmiş bulunmaktadır, bkz. bu şartlar için<br />

ilerde § 6’ya.<br />

Mevcut olmayan bir tarafa karşı ikame edilen dava muteber değildir. (Blomeyer § 6 s.<br />

43 dn. 9; RG 157, 369 (376 ve son.). Mesela ölüye karşı açılmış davada durum böyledir.<br />

Ancak taraf olarak ölü gösterilmiş olmakla beraber dava dilekçesinin muhtevasından<br />

mirasçıların hasım gösterilmiş olduğu anlaşılmakta ise düzeltmeye cevaz vermek gerekir<br />

kanaatindeyim. Temyiz mahkemesinin ölüye karşı açılan davanın hukuki değerinin<br />

bulunmadığını belirten kararlarını da buna engel görmemek mümkündür sanırım<br />

(mesela IHD 1.2.1951, 2352/5270; 29.9.1953, 3945/2641; HGK 10.2.1954- 4-4/7, Karaok<br />

s. 207 N. 3, 4, 5). Düzeltmenin söz konusu olamıyacağı hallerde, yani davanın<br />

muhtevasından mirasçılara karşı yöneltildiğinin anlaşılamaması hallerinde tarafın değiştirilmesi<br />

imkanı da söz konusu olamaz. Zira yeni taraf davaya girdikten sonra ayakta<br />

tutulması gerekebilecek bir yargılamanın (bkz. § 4) varlığından söz edilemeyecektir.<br />

12 Teorinin bu ilk ve radikal şeklinin savunulmuş olduğu Gönner’den öğrenilmektedir.<br />

Handbuch des deutshen gemeinen Prozesses cilt I 2. bası 1804 s. 337 ve son. (Henckel<br />

s. 16 dn. 2den naklen).<br />

13 Bkz. Lüke ZZP 76 s. 7.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Maddî hukuk kavramının bu ilk şekline göre davacı veya davalı maddî<br />

hukuk ilişkisinin gerçek süjesi değilse sıfatı, legitimatio ad causam’ı, yoktur.<br />

Buna karşı davalı sıfatın bulunmadığı yolundaki def’iyi (exceptio deficentis<br />

legitimationis ad causam) ileri sürebilir ve esasa girmekten kaçınabilir<br />

14 . Legitimatio ad causam maddî hukuk taraf kavramının Roma<br />

hukukunun etkisindeki bu ilk şeklinde dava şartı (Prozessvoraussetzung)<br />

olarak görülmüştür. Şartın mevcut olup olmadığı görevden ötürü (re’sen)<br />

incelenecektir. Şartın noksanının “davanın hükümsüzlüğü” ne yol açacağı<br />

belirtilmiştir 15 . Maddî hukuk usul hukuku ayırımını gözden kaçıran maddî<br />

hukuk taraf kavramının bu şeklinin, dava şartı olan legitimatio ad causam<br />

ile dava temelinin diğer unsurları arasındaki sınırlamada, yani hangi hususun<br />

dava temeline, hangisinin sıfata ilişkin olduğunu tesbitte imkansızlığa<br />

varan güçlükler ortaya çıkardığı kısa süre sonra anlaşıldı. Zira dava<br />

şartı olan sıfatın mevcut olup olmadığını anlamak için davanın esasına girmek<br />

icap ediyordu. Gerçekten maddî hukuk ilişkisinin gerçek tarafı olma<br />

anlamına gelen sıfatın varlığının tesbiti için işin esasına girmek gibi bir<br />

durumla karşılaşıldı.<br />

Bu durumu ortadan kaldırmak için sonuçta legitimatio ad causam<br />

da dava temeline ithal edildi 16 . Bu aşamadan sonra maddî hukuk teorisi,<br />

tarafı, ihtilaflı maddî hukuk ilişkisinin süjeleri olduklarını iddia edenler<br />

şeklinde tanımlamaktadır 17 . Artık, maddî hukuk ilişkisinin gerçek süjelerinin<br />

mi davanın tarafları olduğu sorusunun davanın taraflarının tesbiti<br />

bakımından bir önemi kalmamıştır. Maddî hukuk münasebetinin süjesi<br />

oluduğu iddiası ile dava açan veya kendisine karşı dava açılan kimsenin,<br />

dava sonunda, maddî hukuk ilişkisinin gerçek süjesi olmadığı anlaşılsa<br />

dahi bu şahıslar davanın tarafları olmuşlardır. Dava bu halde esastan (unbegründet)<br />

reddedilecektir 18 . Maddî taraf kavramını bu yolla maddî hukuk,<br />

14 Henckel s. 16; Lüke s. 7.<br />

15 Lüke aynı yer ve dn. 14.<br />

16 de Boor s. 34; Henckel s. 16; Lüke s. 8.<br />

17 Wach Handbuch I § 46 I s. 518 ve son; Planck, Lehrbuch 1887 I. s. 201 (de Boor s. 33<br />

dn. 21 den naklen) ayrıca kavramın bu değişimi hakkında Henckel s. 17 ye ve Beinert<br />

s. 3’e bkz.<br />

18 Bu durum maddî hukuk kavramında açılan ciddî bir gediktir. Zira maddî hukuka uygun<br />

olmanın tarafın kim olduğunun tesbiti bakımından hiçbir fonksiyonu kalmamıştır.<br />

Mücerret bir iddia taraf olma durumunu yaratmaya yetmektedir ve sıfat artık dava<br />

temeline ithal edildiği için iddianın maddî hukuka uygun olmadığı tesbit edildiğinde<br />

27


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

usul hukuku ayırımına uydurma çabaları kavramın teorik anlamını büyük<br />

ölçüde zayıflattı.<br />

Teorinin ilk ve saf şeklinin ortaya çıkardığı çözülmesi imkansız usulî<br />

sorunlar sebebi ile yapılan bu değişiklik kavrama “maddî hukuk” kavramı<br />

demeyi anlamsızlaştırdıktan başka bütün durumlara uyan bir taraf kavramını<br />

da getirmiş değildir. Nitekim bu kavramın kesin olarak tekedilmesine,<br />

çekişme konusu maddî hukuk ilişkisinin süjesi olduğunu iddia<br />

etmeksizin davayı “kendi adına” taraf olarak yürüten kimsenin durumunu<br />

açıklayamaması sebep olmuştur 19 . Taraf olan fakat, dava konusu maddî<br />

hukuk ilişkisinin süjesi olduğu iddiasında bulunmayan, daha açık<br />

deyişle süjenin başkası olduğunu belirten kişinin durumunu da 20 kapsayacak<br />

bir taraf kavramının maddî hukuk ile bütün bağlarını koparması<br />

gerekir.<br />

28<br />

dava esastan reddedilmektedir. İleride dokunacağımız üzere aynı çözüm tarzı şeklî taraf<br />

kavramının kabul edilmesi halinde “gerçek” tarafın kim olduğu sorusunun cevaplandırılmasında<br />

söz konusu olacaktır, bkz. ilerde dn. 35’e ait metin. Maddî hukuk kavramının<br />

bu ikinci şeklinin dahi usul hukuku açısından yeterli olmadığı görülmektedir<br />

ve bu sebeple terkedilmiştir, bkz. aşağıda dn. 19 ve buna ait metin.<br />

19 Beinert, s. 3; Henckel s. 17; Lüke s. 8. Bunun dışındaki bazı hallerde de bu ikinci şekli<br />

ile maddî hukuk taraf kavramı yetersiz kalmaktadır: Bir kere her hukuki çekişmeye,<br />

iddia edilen bir hukuki ilişki veya davacının davalıya karşı ileri sürdüğü bir talep temel<br />

teşkil etmeyebilir, meselâ MK 113’de savcının taraf olması durumunda olduğu<br />

gibi, bkz. Beinert, aynı yer dn. 3. Menfi tesbit davası ile bir maddî hukuk ilişkisinin<br />

süjeleri olma iddiası bir yana bir maddî hukuk ilişkisinin bulunmadığının tesbiti istenmektedir:<br />

Postacıoğlu menfi tesbit davasının kabulünü hakkın dava şartı olduğu<br />

yolundaki görüşle bağdaştırabilmek için, davalının yersiz talepleriyle davacıyı “izaç”<br />

etmesi halinde şahsiyete bir tecavüz söz konusu olacağını (MK m. 24) kaul etmektedir.<br />

Yazar böyle bir “izaç” etme durumunun bulunmadığı hallerde menfi tebbit davasının<br />

nasıl izah edileceğini –böyle durumların mevcut olabileceğini kabul etmesine rağmen–<br />

söylemiyor, s. 215, 216. Böyle durumların mevcut olduğu ise pozitif hukuk tatarfından<br />

teyit edilmiştir. 538 sayılı kanun menfi tesbit davasını kabul etmiştir ve bu hallerde<br />

davalının davacıyı “izaç” etmesi şartı aranmış değildir. Nitekim Postacıoğlu da İİK m.<br />

72’deki menfi tesbit davasının açılabilmesi için mesela borç senedini elinde bulunduran<br />

alacaklının tediyeyi gösteren bir makbuz vermekten veya senedi iade etmekten kaçınmasının<br />

kafi geleceğini kabul ediyor s. 238 (İcra). Buradaki durumu şahsiyet haklarına<br />

tecavüz teşkil edecek bir “izaç” olarak nitelendirmenin mümkün olmadığı açıktır.<br />

Görülüyor ki menfi tesbit davasında taraflar arasında bir hukuki ilişkinin varlığından<br />

söz etmek mümkün değildir.<br />

Nikisch mutlak bir aynî hakkı inkar eden kimseye karşı açılan tesbit davasında da taraflar<br />

arasında bir hukuki ilişkinin varlığının iddia edilmediğini bu sebeple maddî taraf<br />

kavramının bu meselede de yetersiz kaldığını söylemektedir § 28 II 1 s. 108.<br />

20 Bkz. ileride dn. 42 ye.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Bütün durumlara uyan bir taraf kavramı “şeklî” nitelikte olabilir. İşte<br />

Friedrich Oetker’in 21 ilk olarak ortaya attığı ve Richard Schmidt ve Stegemann<br />

22 tarafından geliştirilen “şeklî taraf kavramı” (formaler Parteibegriff)<br />

böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu yeni taraf kavramına göre taraf maddî<br />

hukuk münasebetinin süjesi olanlar veya olduğunu iddia eden veya olduğu<br />

iddia edilenler değil, kendi adlarına “hukukî koruma” isteyen (dava<br />

açan) ve kendisine karşı hukukî koruma istenendir (dava açılan). Demek<br />

oluyor ki, dava dilekçesinde davalı ve davacı olarak belirtilen kişiler o davanın<br />

tarafları olmaktadırlar. Tarafın bu tarifi bütün durumlara uygun bir<br />

çerçeveye sahiptir. Yani maddî hukuk ilişkisinin süjesi olduğu iddiasında<br />

bulunmayan veya daha doğru ifadesi ile bir hukukî ilişkinin varlığını iddia<br />

etmeyen (mesela menfî tesbit davalarında olduğu gibi) veya maddî hukuk<br />

ilişkisinin süjesinin bir başkası olduğunu belirten (taraf olma durumunda<br />

olduğu gibi, Prozessstandschaft bkz. dn. 42’ye) bir kimse muayyen hallerde<br />

taraf olabilir ve bu durum ancak şeklî taraf kavramı ile izah edilebilir.<br />

Böylece bir davada taraflara ilişkin ilk sorunun, belirli bir davada taraf<br />

kimdir sorusunun cevabı verilmiş oluyor 23 . Bu taraf kavramı maddî hukuktan<br />

tamamen ayrılmıştır. Adına mahkemeden hukukî himaye isteyen veya<br />

istenilen 24 davacı kendisine karşı himaye istenilen davalıdır 25 . Bu taraf<br />

21 Juristich Literaturblatt 1890 s. 188 (189), Henckel s. 17 dn. 12 den naklen.<br />

22 Lüke ZZp 76 s. 8 den naklen.<br />

23 Tarafa ilişkin, cevaplarının tesbit edilmesi ve birbiri ile karıştırlaması gereken şu dört<br />

soru ortaya çıkmaktadır: 1) Muayen bir davada taraflar kimlerdir? 2) Taraf olma ehliyeti<br />

mevcutmudur? 3) Taraf olan bu şahıs o davanın konusu bakımından “gerçek” taraf<br />

mıdır? Yani onunla esas hakkında yargılama yapılabilecek ve ona karşı esas hakkında<br />

bir hüküm verilebilecekmidir? 4) Taraf dava ehliyetine sahip midir? (Alman hukukunda<br />

Asliye mahkemesi önündeki davalarda ve üst mahkemeler önünde tarafların<br />

kendilerini avukat ile temsil ettirmeleri zorunluluğu vardır, § 78 ZPO (Postulationfaehigkeit).<br />

Demek ki orada bir beşinci soru daha ortaya çıkmaktadır; tarafın kendi<br />

davasını avukatsız olarak bizzat takip etmesi mümkün müdür? Bkz. Helwig System I §<br />

66 II s. 144, 145. Hukukumuz bakımından böyle bir durum söz konusu değildir, HUMK<br />

m. 59; ancak istisnaî hallerde kanun hakimin bir vekil tayin edilmesi hususunda emir<br />

verebileceğini belirtmektedir, m. 70, 71).<br />

24 Temsilci taraf değildir. Zira adına hukukî himaye istenilen kendisine karşı himaye istenen<br />

temsilci değil temsil edilendir.<br />

25 Şeklî taraf kavramı bugün Alman hukukunda yazarların büyük bir çoğunluğu tarafından<br />

benimsenmiştir: Baumbach-Lauterbach § 50 önünde 1 s. 96; Bergerfurth s. 76 N.<br />

140; Bernhard § 19 I s. 107; Blomeyer, § 6 I s. 40 ve son.; Hellwig System I § 66 III<br />

s. 145; Lüke ZZP 76 s. 8 ve son.; Lent-Jauernig § 18 II s. 38 ve son.; Nikisch § 28 II 1<br />

s. 108; Rosenberg § 39 I 1 s. 162; Schönke-Schröder-Niese § 23 I s. 138; Stein-Jonas-<br />

29


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kavramının “şeklî” olarak nitelendirilmesi de haklıdır. Çünkü açıklandığı<br />

gibi tarafların dava dilekçesinde belirtilmesi ile, o dava bakımından tarafların<br />

kim oldukları sorusunun cevabı verilmiş olmaktadır 26 .<br />

Usul hukukunda taraf kavramının şeklî mahiyette olduğunu kabul ettiğimizi<br />

bu şekilde kısaca belirttikten sonra şeklî taraf kavramına yöneltilmiş<br />

olan bir tenkide de kısaca değinmek gerekir. de Boor 1941’de yayınladığı<br />

“Zur Lehre vom Parteiwechsel und vom Parteibegriff” adlı ünlü<br />

eserinde Kisch’in tarafta değişme hakkındaki görüşünü ve bu görüşünü<br />

dayandırdığı “şeklî taraf kavramını” eleştirmektedir 27 . de Boor şeklî taraf<br />

kavramının legitimatio ad causam’ın giderilmesi mümkün olmayan müphemiyeti<br />

karşısında rüçhaniyeti olduğunu kabul ediyor 28 . Fakat, ona göre,<br />

işte hepsi o kadar! Bunun dışında bu kavram tamamen muhtevasızdır ve<br />

bu kavramı “bir parça mübalağa payı ile” “taraf olanlar taraftırlar” şeklindeki<br />

manasız cümleye irca etmek mümkündür 29 . Tenkit haksızdır. Zira<br />

yukarıda belirtildiği gibi şeklî taraf taraf kavramı, maddî hukuk ilişkisinin<br />

tarafı olmadığı halde veya bir hukukî ilişkisinin mevcudiyetini iddia etmediği<br />

halde davanın tarafı olan kişinin durumunu izah edebilmektedir<br />

(Prozessstandschaft). Bu bakımından şeklî taraf kavramını totolojik olarak<br />

nitelendirmek haklı değildir. 30 Yukarıdaki tenkide bağlı diğer bir tenkit de<br />

şeklî taraf kavramının çekişme konusu ile (müddeabih, Streitgegenstand)<br />

hiçbir ilişiği olmamasından dolayı çekişme konusuna tamamen yabancı<br />

kişilerin açacakları davalarda (Poyularklage) bu kişileri de taraf olarak<br />

30<br />

Schönke-Pohle § 50 önünde I 3 s. 302; Thomas-Putzo § 50 önünde II 1 s. 67; Avusturya<br />

hukukunda Wolff s. 115; Pollak § 24 II s. 119; İsviçre hukukunda Guldener § 11 I s.<br />

112; Beinert s. 3, 4; Reich § 4 s. 20; Dava dilekçesinde davalı olarak gösterilen kimse<br />

maddî hukuk ilişkisinin süjesi olmasa da taraftır. Onun davalı olarak tarafı bulunduğu<br />

bir usul hukuku ilişkisinin doğması bakımından “gerçek” davalı olup olmadığı hususunun<br />

hiçbir önemi yoktur. BGHZ 4, 334.<br />

26 Dava dilekçesinde tarafların belirtilmesindeki noksanlık ve hataların düzeltilebilmesi<br />

imkanı için bkz. § 1 II.<br />

27 s. 42.<br />

28 s. 45, de Boor yukarıda açıklanan şekilleri ile maddî taraf kavramını reddetmektedir;<br />

yazar ileride kısaca üzerinde duracağımız “fonkisyonel taraf kavramı” (funktloneller<br />

Parteibegriff) şeklinde nitelendirdiği bir taraf kavramını savunmaktadır, bkz. s. 50 ve<br />

son.<br />

29 s. 45; Bruns § II 1 s. 60.<br />

30 Karş. Bruns aynı yer; ayrıca mesela dn. 2’de ancak şekli taraf kavramı ile izah edilebilecek<br />

haklı sonuca bkz.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

görmek mecburiyetinde olmasıdır 31 . Bu tenkit de yerinde değildir. Şeklî<br />

taraf kavramı yukarıda da belirtildiği gibi belirli bir davada tarafın kim<br />

olduğu sorusuna cevap verir. Dava arzuhalinde belirlenmiş olan tarafın<br />

“gerçek” taraf olup olmadığı ayrı bir meseledir. Taraf olarak dava dilekçesinde<br />

gösterilmiş olan kişinin “gerçek” taraf olup olmadığı diğer bir deyişle<br />

“dava takip yetkisi”ni (Prozessführungsbefugnis) haiz olup olmadığı tarafın<br />

tesbitindekilerden farklı esaslara göre anlaşılacaktır. Meselenin daha<br />

açık ortaya konulması için aşırı iki örnek vereyim: A, B’den olan alacağını<br />

Ü’ye devretmiştir. Devirden sonra A, B’ye karşı dava açıyor ve parayı alacağı<br />

devralmış olan Ü’ye ödemesini dava ediyor. Diğer bir örnek: S, güney<br />

komşusu K’nın gayrimenkulünden geçmesine izin vermiyor. S’nin kuzey<br />

komşusu Y, S’nin bu tutumu dolayısı ile ona karşı ve gayrimenkulünden<br />

K’nın gayrimenkulü lehine bir geçit tesis edilmesi talebi ile dava açıyor.<br />

Verilen bu örneklerde A ve Y usulî ilişkinin, yani davanın tarafı olmuşlardır<br />

(davacı). Bunlar gerçek taraf mıdırlar yani bunlara karşı esasa girilip<br />

esas hakkında bir hüküm de verilebilir mi bu mesele ayrıdır. bu örnekler<br />

karşısında denilebilir ki, bu örneklerde “taraf” ile “gerçek taraf” ayırımının<br />

bir faydası yoktur; zira bu durumlarda A ve Y maddî hukuk ilişkisinin<br />

süjeleri olduklarını zaten iddia etmemektedirler; bundan dolayı zaten hiçbir<br />

zaman gerçek taraf da değildirler. Bu tenkit de yerinde olmayacaktır.<br />

Bazı durumlarda bir kimse hak ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığını açıkça<br />

belirterek bu hakkı dava konusu yapabilir, kanunî bir açıklığa lüzum da<br />

olmadan “gerçek” taraf olarak davayı yürütebilir ve esas hakkında hüküm<br />

alabilir. Nitekim Türk hukuk tatbikatı da bu yola girmiştir. Temyiz mahkemesi<br />

11.2.1956 tarih ve 14/13 sayılı İBK’nda “leh ve aleyhine lüzumlu<br />

geçit hakkının tanınması istenen gayrimenkullerin tapuda müseccel olması<br />

lazım geldiğine” karar vermiş ve aleyhine geçit hakkı istenen gayrimenkulün<br />

tapuda kayıtlı olmaması halinde, lehine geçit hakkı tesisi talep<br />

edilecek olan gayrimenkul sahibinin komşu arazinin tapuya kaydedilmesi<br />

için dava açma imkanına sahip bulunduğunu kabul etmiştir (RG. 10223).<br />

Yine aynı yönde olmak üzere temyiz mahkememiz gayrimenkulün 1/4<br />

hissesine sahip olan kimsenin diğer 3/4 hissesinin diğer müşterek malik<br />

adına tapuya tescilini talep edebileceğini kabul etmiş bulunmaktadır 32 . Bu<br />

31 Bkz. Henckel s. 18; ayrıca bkz. Lüke ZZP 76 s. 13.<br />

32 HGK 10.1.1968 E., 966/8-1083 K., 8 (Ank. BD 1968 N. 2 s. 304), yüksek mahkeme,<br />

burada hak sahibi olmayan kimsenin bu davayı ikame edebilmesi imkanını davacının<br />

şu menfaatlerine (ki yüksek mahkemeye göre bu menfaatlerin varlığını araştırmaya da<br />

31


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

hallerde davacı dava konusunu teşkil eden hakkın sahibi olduğunu iddia<br />

etmemektedir. Böyle olunca maddî hukuk taraf kavramına göre bu durumu<br />

izah etmek mümkün olmayacaktır. Halbuki bu durumlarda davacı olarak<br />

ortaya çıkan kimse taraf olduğu gibi “gerçek” taraf da olabilir; nitekim temyiz<br />

mahkememiz davacının mevcut “menfaat”inin onun bu davayı yürütmesi<br />

ve esas hakkında bir hüküm elde etmesi için yeterli olduğunu açıkça<br />

belirtmiştir. Böyle bir “menfaat”in bulunmadığı ve kanunun bir hükmü ile<br />

hak sahibi olmayana kendi adına davayı sevk yetkisi vermediği hallerde<br />

(yukarıda taraflarını harflerle gösterdiğim alacağın temliki ve geçit hakkı<br />

kurulması hallerinde olduğu gibi) dahi davayı ikame eden şahıs taraftır fakat<br />

“dava takip yetkisi” bulunmadığı için dava usuldan reddedilecek ve davacı<br />

bu davadan ortaya çıkan yargılama masraflarını da yüklenecektir 33,34 .<br />

32<br />

lüzum yoktur, zira bu menfaatler “bizatihi” mevcuttur ve bu sebeple, özel dairenin yaptığı<br />

gibi, menfaatin mevcut olup olmadığı araştırılmamıştır diye nakız doğru değildir.)<br />

dayandırmaktadır: 1) Gayrımenkulün kullanma tarzını tesbit için diğer malikin kim<br />

olduğunun, tapu uyarınca bilinmesi gerekir, 2) önalım (şuf’a) hakkının kullanılabilmesi<br />

için; 3) nihayet şüyuun giderilmesi ve taksim davalarının açılabilmesi için diğer<br />

hissenin tapuya kayıtlı ve malikinin belli olması gerekir.<br />

33 Bernhardt § 19 I 2 s. 109; Lent-Jauernig § 18 V 2 s. 39, 40; başka bir taraf kavramı ile<br />

bu sonuca da ancak aşırı zorlamalarla varılabilir.<br />

34 Diğer yazarlar ile birlikte (bkz. dn. 25) “şeklî” taraf kavramının isabetine inandığımı<br />

belirttim. Bu arada kavrama yöneltilen tenkitlerin yerinde olmadığı da gösterilmeye çalışıldı.<br />

Tenkidi yöneltenlerin başlıcası olan de Boor’un “fonksiyonel” taraf kavramının<br />

gözden geçirilmesi ve eleştirilmesi “şeklî” taraf kavramının savunusunun bir parçasını<br />

teşkil edecektir.<br />

Şeklî taraf kavramının muhtevasızlığını ileri süren de Boor (s. 50 ve son) kavramına<br />

bunu kazandırmak gayreti ile yola çıkmıştır. Bu muhteva ise ona göre taraf kavramını<br />

çekişme konusu ile temas haline getirmekle olabilir, yani tarafın tarifinin çekişme<br />

konusu ile bir ilgisi bulunmalıdır. Yazar bunu taraf kavramını “gerçek” tarafı da kapsayacak<br />

bir şekilde tarif etmek suretiyle yapmak istemektedir. Böylece öyle bir taraf<br />

kavramına ulaşılmak istenmektedir ki bu kavram hem belirli bir davada taraf kimdir<br />

sorusunun hem de gerçek taraf kimdir sorusunun cevabını verecektir. Fonksiyonel<br />

taraf kavramında (funktioneller Parteibegriff) davanın sonuçlarını hangi mamelekler<br />

üzerinde gösterdiğinden hareket edilmekte böylece çekimenin halledilmesi ile bir etkiye<br />

maruz kalacak mamelek (Streitvermögen) ön plana çıkarılmaktadır. Bu mamelekin<br />

“idarecisi” (Verwalter des Streitvermögens) taraftır. Böylece ihtilafın lehine halli istenen<br />

mamelekin idarecisi davacı ve davacının aleyhine bir hukukî himayeyi istediği<br />

mamelekin idarecisi davalıdır. de Boor’un taraf kavramında mameleke ilişkin davalardaki<br />

durum göz önüne alınmıştır. Böylece mameleke ilişkin olmayan davalarda başka<br />

bir taraf kavramına ihtiyaç olmaktadır. Fakat fonkiyonel taraf kavramının zaafı taraf<br />

kavramını parçalamaktan ve birden fazla taraf kavramına yol açmaktan ibaret değildir.<br />

Zira bazı hallerde mamelekin idarecisi davayı kendi adına değil fakat hak sahibi adına<br />

takip eder yani kendi adına taraf değil hak sahibinin temsilcisidr, mesela vasinin vesayet<br />

altına alınmış kişinin mamelekine ilişkin bir davayı sevketmesinde olduğu gibi. Di-


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Bu yazının konusunu doğrudan doğruya ilgilendirmemekle beraber<br />

taraf hakkında verilen bu kısa açıklamaya bir bütünlük sağlama amacı ile<br />

bir başka meseleye de kısaca dokunmak gerekiyor.<br />

Muayyen bir davada tarafların kim olduğu şeklî taraf kavramı ile tesbit<br />

edilmiş bulunuyor. Görüldüğü gibi şeklî taraf kavramının tarifinde taraf ile<br />

çekişme konusu arasındaki ilişkiye yer verilmemiştir. Buna mukabil yukarıda<br />

verilen bazı örneklerde bir durum ortaya çıkıyor: Bir kimse kendisine<br />

ait olmayan bir hakkı dava ederse, böyle bir imkan ona kanun tarafından<br />

tanınmamışsa ve böyle bir dava ikamesine cevaz verilmesini gerektirecek<br />

bir yararı da bulunmuyorsa bu şahıs şeklî taraf kavramı gereğince o usulî<br />

ilişkinin süjesi yani davanın tarafı olmaktadır (mesela hak yerini bulsun<br />

diye A, B’nin C’ye olan borcunu ödemesi için dava açıyor!). Bu davanın<br />

akıbeti ne olacaktır? Esasa girişilebilecek midir? Burada tarafa ilişkin, şimdiye<br />

kadar çeşitli vesilelerle değinilen, diğer bir soru ortaya çıkmaktadır.<br />

Muayyen bir davada taraf olarak görünen kimse o dava bakımından “gerçek”<br />

taraf mıdır? Usul hukukunun teknik terminolojisini kullanarak soruyu<br />

şu şekilde tekrarlayabiliriz: Davada taraf olarak görünen kimse “dava<br />

takip yetkisi”ni (Prozessführungsbefugnis) haiz midir? Dava takip yetkisi<br />

bir kimsenin mahkemede dermeyan edilen hakkın varlığı veya yokluğuna<br />

ilişkin (esas hakkında) bir hükmü kendi adına alabilmesi hususunda haiz<br />

olduğu yetkidir 35 . Tariften anlaşılacağı üzere dava takip yetkisi hakkın gerçekten<br />

sahibi olma veya diğer bir deyişle maddî hukuk ilişkisinin gerçek<br />

süjeleri olma durumunu ifade eden sıfat’dan (Sachlegitimation) 36 tamamen<br />

farklıdır. Tarafın o davanın konusu bakımından sıfatı olup olmadığı<br />

ğer taraftan mamelekin üzerinde idari hiçbir yetkisi olmayan kimse o mameleke ilişkin<br />

davayı taraf olarak yürütebilir. İİK 245’de davayı takip yetkisi kendisine devredilmiş<br />

olan alacaklının durumunda olduğu gibi.<br />

Görülüyor ki maddî hukuk ile mutlaka bir teması olsun istenen taraf kavramı birçok<br />

yerlerde kifayetsiz kalmaya mahkumdur. Bundan dolayı da şekli taraf kavramının muhafazasında<br />

hala gereklilik vardır, bkz.Stein-Jonas-Schönke-Pohle § 50 önünde I s. 302.<br />

Nihayet etmemek gerekir ki, de Boor’un taraf olanın değişmesi problemi dolayısı ile<br />

ortaya çıkardığı fonksiyonel taraf karvamını kabul etmek onun tarafta değişmenin yarattığı<br />

problemlere getirdiği çözümlere varmak için zaruri değildir. Henckel, s. 216;<br />

nitekim ben de bu çözümlerin bir çoğuna katıldım bkz. § 6.<br />

35 Lüke ZZP 76, 15; Berg JuS 1966 s. 461; Stein/Jonas/Schönke/Pohle § 50 önünde II 1 s.<br />

303.<br />

36 Türk hukukunda sıfat teriminin çeşitli anlamlarda ve bu arada dava takip yetkisini<br />

ifade edecek şekilde de kullanıldığı hakkında bkz. Kuru (dava şartları) s. 133 dn. 89,<br />

90, 91.<br />

33


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

esas hakkındaki hükümde anlaşılacaktır. Sıfat doğrudan doğruya maddî<br />

hukuk kavramıdır; mesela istihkak davasında davacı malik, davalı zilyet<br />

midir, bir alacak davasında davacı gerçekten iddia ettiği gibi alacaklı ve<br />

davalı borçlu mudur; ve bu anlamı ile sıfat usul hukukunda esas hakkındaki<br />

hükmün yönünü tayinden başka –esas hakkındaki hüküm davacının<br />

lehinde veya aleyhinde olabilir– bir rol oynamaz 37 . Diğer bir ifade ile sıfat<br />

dava temeline ilişkin bir meseledir ve bundan dolayı da bu anlamı ile sıfatın<br />

dava şartı olması söz konusu değildir. Bu sebeple sıfatın bulunmaması<br />

halinde esas hakkında hüküm verilmesine engel bir durum yoktur. Sıfatın<br />

bulunmaması belirtildiği gibi sadece esas hakkındaki hükmün muhtevasını<br />

etkiler yani dava esastan reddedilir 38 .<br />

Dava takip yetkisi ise, tekrar edelim, esas hakkında bir hüküm alabilmek<br />

yetkisidir. Sıfat mevcut ise bu hüküm davacı lehinde mevcut değilse<br />

aleyhinde olacaktır.<br />

Dava takip yetkisi bir dava şartıdır mahkemece re’sen araştırılır ve noksanı<br />

halinde dava usulden reddedilir yani esas hakkında hüküm vermeye<br />

imkan kalmaz 39 . Tarifi yukarıda verilen dava takip yetkisi kime aittir? Dava<br />

takip yetkisinin kime ait olduğunu her durumda tesbit edebilecek tek bir<br />

ölçü verme teşebbüsünde bulunmak bu çalışmanın amacını aşar. Yalnız<br />

şu kadarını belirtmek istiyorum ki dava takip yetkisinin kime ait olduğu,<br />

farklı amaçları olan hukukî esaslara göre tayin edilmektedir. Bu sebeple<br />

her duruma uyan tek bir ölçüye varmak çok zor görünüyor 40 . Bu bakımdan<br />

37 Lent/Jauernig § 22 I s. 53.<br />

38 Lent/Jauernig aynı yer.<br />

39 Hepsi yerine bkz. Stein/Jonas/Schönke/Pohle § 50 önünde II 1 s. 303; Türk hukuku<br />

için bkz. Kuru s. 231, 235. Şekli taraf kavramının çekişme konusu ile hiçbir ilgisi olmayan<br />

kimselerin acacakları davaları (Poyularklagen) önleyemeyeceği yolundaki eleştiri,<br />

bkz. dn. 31, karşılanmış olmaktadır. Bu kimse şekli taraf kavramı gereğince o davanın<br />

tarafıdır. Fakat, dava takip yetkisi bulunmadığından dava usulden reddedilecektir. Görülüyor<br />

ki şekî taraf kavramının kabulü bu durumlarda usulden red imkanını ortadan<br />

kaldırıyor değildir.<br />

40 Pohle haklı olarak bu hususu belirtiyor ve kimlerin bu yetkiyi haiz olabileceğini muhtelif<br />

kategoriler halinde tesbit ediyor, Stein/Jonas/Schönke/Pohle § 50 önü II 2 ve son,<br />

s. 303 ve son.; nitekim mesela tasarruf yetkisini haiz olanın dava takip yetkisine de<br />

sahip olacağını söylemek de doğru olmayacaktır, mesela BK 69’da alacaklılardan biri<br />

tamamen ifayı isteyebilir ve bu konuda tek başına dava takip yetkisine de sahiptir,<br />

fakat çekişme konusu taksimi kabil olmayan alacağın tamamı üzerinde tasarruf yetkisi<br />

mevcut değildir.<br />

34


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

kimlerin dava takip yetkisine sahip oldukları muhtelif kategorilere ayrılarak<br />

incelenmelidir. Bu meseleye burada sadece kısaca dokunulacaktır:<br />

Bir kere “sıfat”ı olduğu iddiasıyla, yani hak sahibi olduğu iddiasıyla,<br />

dava takip yetkisi hakkın bizatihi kendisine değil fakat hakkın sahibi<br />

olunduğu iddiasına dayanmaktadır 41 . Bu bakımdan sıfattan ayrılmaktadır.<br />

Yani hak sahibi olma iddiasının doğru olmadığı anlaşıldığı takdirde dava<br />

esastan reddedilecektir. Zira dava takip yetkisi için sadece hak sahipliğini<br />

iddia etmek kafi gelmektedir.<br />

Bu ana kategori yanında, taraf ile gerçek taraf kavramlarının ayrılmasının<br />

önem kazandığı diğer durumlar yer almaktadır. Kanun bazı hallerde<br />

hakkın sahibi olmayan kimseye kendi adına bu hakka ilişkin davaları takip<br />

yetkisini tanımıştır (Prozessstandschaft). Bu durumlarda dava takip<br />

yetkisi hakkın sahibi bulunmayan bir kimseye ait bulunmaktadır 42 .<br />

Hak sahibinden başka bir kimsenin dava takip yetkisine sahip olması<br />

hallerinden biri de dava takip yetkisinin hakkın sahibi tarafından bir<br />

başkasına devredilmesi olarak ortaya çıkmıştır (gewillkürte Prozessstandschaft).<br />

Alman hukukunda böyle bir devri Alman yüksek mahkemesi bu<br />

konudaki ilk kararlarının 43 aksine daha sonraki kararlarında devralanın da<br />

bu davanın takibi hususunda bir menfaatinin bulunmasını aramaktadır 44 .<br />

41 Lüke ZZP 76 s. 19; Berg JuS 1966 s. 461.<br />

42 Mesela MK 160 c. 2 gereğince mal birliği rejiminde koca, karının şahsî mallarına ilişkin<br />

davalarda dava takip yetkisine sahiptir. İİK 245’de alacaklı dava konusu hakkın sahibi<br />

değildir fakat davanın tarafıdır (Beinert s. 47 ve son. Ayrıca dn. 32’deki ve s. 7’deki kararlara<br />

bkz. Kanunundaki bazı hususî mamelek (Sondervermögen) idarecilerinin, iflas<br />

idaresi, mirası m. 554 gereğince resmen idare eden idareci, vasiyeti tenfiz memuru gibi,<br />

görevden ötürü taraf mı (Partelen kraft Amtes) yoksa temsilci mi (borçlunun veya mirasçıların)<br />

oldukları bilhassa Alman hukukunda tartışmalıdır, bkz. Baumbach/Lauterbach<br />

§ 50 önü 2 C. s. 97; Nikisch § 28 II 2 s. 109; Rosenberg § 39 II 3 s. 164; Schönke/Schröder/<br />

Niese § 23 III s. 118, 119; Stein-Jonas-Schönke-Pohle § 50 önü II 3 s. 304 ve son.: Lent/<br />

Jauernig § 18 V 4 s. 40 ve son.; Blomeyer § 6 I 3 s. 41 ve son.: Bernhardt § 19 I 3 s. 110<br />

ve son.; Henckel s. 118 ve son; İsviçre hukukundaki durum için bkz. Beinert s. 135-141.<br />

Bazı hallerde kanun savcıya da dava takip yetkisini vermiş olabilir, mesela bkz. MK<br />

113’e.<br />

43 RGZ 73, 306.<br />

44 RGZ 91, 390, (396); 141, 410 (413-414); BGHZ 4, 153 (165); 14, 252 (264); 30, 166; 30,<br />

162, (166); 38, 282, (283). Doktrinde Blomeyer § 41 III 209 ve son.; Henckel s. 112 ve<br />

son; Bernhardt § 19 I 1 s. 108. Buna mukabil sadece devrin kafi olduğu hakkında bkz.<br />

Rosenberg § 45 II 2 c. s. 195; Lüke ZZP 76 s. 29; Nikisch ise dava takip yetkisinin iradî<br />

olarak devredilmesini topyekün reddetmektedir § 31 III 5 s. 121.<br />

35


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Burada dava takip yetkisinin iradî olarak devredilmesinin kabul edilip<br />

edilemeyeceği ve bununla ilgili meselelerin incelenmesine girişilecek<br />

değildir. Ben sadece bu mesele ile ilgili olan temyiz mahkemesinin bazı<br />

kararlarındaki tutumuna değinmek istiyorum. Temyiz mahkemesi hak ile<br />

ilişkisi olmayan kişiye “yararı” olduğu bazı hallerde, hak sahibinin rızası<br />

söz konusu olmaksızın, dava takip yetkisini tanımaktadır 45 . Benim kanaatime<br />

göre temyiz mahkemesi hak sahibinin hakkını devretmeksizin sadece<br />

dava takip yetkisini deveretmesi durumundan bir adım daha ileri gitmiş<br />

hakka yabancı olan kişinin himayeye layık bir yararının bulunması halinde<br />

ona dava takip yetkisini tanımıştır. Böylece bizim hukukumuzda dava<br />

takip yetkisinin kazaî yoldan tanındığı haller olarak nitelendirebileceğimiz<br />

bir kategori ortaya çıkmaktadır. Benim kanaatime göre bu yönde kararlar<br />

vermiş olan yüksek mahkeme çekişme konusu hakka yabancı olan kişinin<br />

yararı bulunduğu hallerde dava takip yetkisinin hak sahibi tarafından ona<br />

devredilmesini de kendisi ile tutarlı olarak kabul edecektir 46,46a .<br />

36<br />

§ 3. Yargılama Sırasında İradî Olarak Taraf Değiştirmenin Niteliği<br />

Hakkında Görüşler<br />

Davasını açtıktan sonra yanlış hasım seçtiğini anlayan davacı yanlış<br />

seçtiğini yargılamadan çıkarıp yerine doğru hasmı olduğuna inandığı kişiyi<br />

çekmek isteyebilir. Veya dava ikamesinden sonra kendisinin davacı<br />

45 Bkz. yukarıda dn. 32’ye ait metindeki İBK ve HGK’ya.<br />

46 Burada hemen akla bir soru gelecektir: temyiz mahkemesinin kazai olarak dava takip<br />

yetkisini tanıyacağı hallerde iradî devrin de kabul edilmesi gereğini belirtmenin ne<br />

faydası olabilir? Hakka yabancı olan kişi bu durumlarda zaten dava takip yetkisini<br />

haizdir. İtiraz dava takip yetkisine sahip olma bakımından haklıdır, yani iradî bir devir<br />

olmasa da yarar bulunan hallerde dava takip yetkisi mevcuttur. Ancak üçüncü kişinin<br />

alacağı hükmün kesin hüküm tesirinin hak sahibine sirayet ettikilip ettirilemiyeceği<br />

meselesinede bir farkın ortaya çıktığını kabul etmek gerekiyor. Dava takip yetkisinin<br />

iradî olarak devredilmesi halinde kesin hükümn takip yetkisini devreden hak sahibine<br />

sirayet edeceği kabul edilmektedir, Bernhardt § 19 I 1 s. 108; Lüke ZZP 76 s. 29 ve son.<br />

Dava takip yetkisinin hakka yabancı olan üçüncü şahsa yararı dolayısıyla sadece kazaî<br />

olarak tanınmış olması halinde ise kesin hüküm, dava takip yetkisi hak sahibinin iradesine<br />

dayanarak devredilmiş olmadığı için, sadece kendisine dava takip yetkisi kazaî<br />

olarak tanınmış bulunan üçüncü kişiye etki edecektir.<br />

46a Fragistas dava takip yetkisinin hak sahibi tarafından iradî olarak bir başka kişiye devrine<br />

fransız, italyan ve yunan hukuklarında cevaz verilmediğini söylüyor, Festschrift für<br />

Hans Lewald, Basel 1953, Die Prozessstandschaft im internationalen Prozessrecht,s.<br />

474, 475 dn. 18, 19, 20, 21.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

olamayacağının farkına varan davacı dava reddedilmeksizin yargılamadan<br />

ayrılarak yerine bir başkasının davacı olarak girmesini isteyebilecektir.<br />

Yani derdest bir davanın davacısı o zamana kadar yürümüş olan yargılama<br />

boşa gitmeksizin hasmının yerine bir başkasını taraf olarak o yargılamaya<br />

çekmek veya kendisi taraf olma durumuna son vererek kendi yerine<br />

bir başka şahsı çekmek isteyebilir (taraf olanın değişmesi-Parteiwechsel);<br />

veya davacı mevcut davalının yanına bir başka kişiyi taraf olarak çekmek<br />

isteyebileceği gibi davacının yanına bir başka şahsın taraf olarak katılması<br />

da söz konusu olabilir (taraf katılması-Parteibeitritt). İşte tarafta değişme<br />

adı altında toplanabilecek olan bu durumlarda söz konusu olan değişmeler<br />

sağlanabilecek midir? Sağlanabilecekse nasıl sağlanacaktır? Diğer bir<br />

deyişle tarafın iradî olarak değiştirilmesinin hukukî niteliği ne olacaktır?<br />

Bu soruya verilecek cevap tarafın değişmesinin iradî olarak nasıl temin<br />

edileceğini yani bu değişmenin şapılmasının şartlarını gösterecektir. Bundan<br />

sonraki açıklamalar tarafın iradî olarak değişmesi imkanının araştırılmasına<br />

ve bu değişmenin niteliğini tayine yönelecektir. Bu açıklamalara<br />

tarafın iradî olarak değişmesini farklı nitelendiren görüşlerin incelenmesi<br />

ile başlamak doğru olacaktır.<br />

Taraf kavramı hakkında bir evvelki paragrafta yapılan açıklamalar gereksiz<br />

görülmemelidir. Tarafın değişmesinin hukukî niteliğini açıklayan<br />

görüşler karşısındaki durumumuzu tesbit etmek bakımından tarafın kim<br />

olduğunun bilinmesi gerekmektedir.<br />

I. Tarafın İradî Olarak Değişmesini Dava Değiştirme Olarak Niteleyen<br />

Görüş<br />

Tarafta değişmenin bir dava değiştirme olduğu görüşü Alman temyiz<br />

mahkemseninin, Reichsgericht (RG) ve Bundesgerichtshof (BGH), kararlarında<br />

yer almıştır 47 . BGH sadece istinaf mahkemesindeki davalı değiştirmede<br />

bu görüşten ayrılmaktadır 48 . Alman doktrininde mesele tartışmalıdır.<br />

Bugün, de Boor’un ünlü eserinden sonra 49 , Almanya’da dava değiştirme<br />

hükümlerinin tarafta değişmeye doğrudan doğruya uygulanabileceğini<br />

47 RGZ 19, 184 (185); 49, 377; 58, 249 (251); 108, 350; 141, 277 (283); 157, 369 (377 ve<br />

son.); BGHZ 16, 317; 40, 185; BGH ZZP 74, 460; BGH NJW 1966, 1028.<br />

48 BGHZ 21, 285 = JZ 1956, 761 = MDR 1958, 329 No. 58.<br />

49 Zur Lehre vom Parteiwechsel und Parteibegriff, Leipzig 1941.<br />

37


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

söyleyenlerin sayısı fazla değildir 50,51 . Dava değiştirmeyi düzenleyen hükümlerin<br />

tarafta değişme bakımından gözönünde tutulması gereğini kabul<br />

50 Mesela bkz. Schönke/Schröder/Niese § 30 II 3 s. 146, § 49 IV s. 225; Meiss ZZP 69 s.<br />

474, 475; Wieczorek II 1. Teil § 264 E III ve son. s. 177 ve son.<br />

51 İsviçre’de Leuch bazı usul kanunlarının Bern usul kanunu gibi dava değiştirme imkanını<br />

sadece talep’e inhisar ettirmemiş olduğunu ve bundan dolayı bu kanunlarda iradî taraf<br />

değişmesinin de dava değiştirme hükümlerine tabi olarak temin edilebileceğini Stein<br />

şerhine atıf yaparak belirtmektedir, ZbJV 55 (1919) s. 205 ve dn. 1. yazara göre bu imkan<br />

Bern kanununda değerlendirilmiş değildir ve bir başka tarafın usule girmesi bu kanunda<br />

sadece ölüm halinde (Art. 40) ve diğer halefiyet hallerinde mesela bilhassa davalı şeyin<br />

devredilmesinde (Art. 41) söz konusu olabilir. Bunun dışında Bern usul kanunu sadece<br />

talebin değiştirilmesine, muayen şartlarla cevaz vermiştir (Art. 94). Bunun dışındaki<br />

dava değiştirme halleri yasak dava değiştirmelidir. Bu sebeple Art. 40 ve 41 dışındaki<br />

hallerde yeni bir tarafın eski taraf yerine yargılamaya girmesine imkan yoktur. Yazar bu<br />

değişmenin başka yolla mümkün olup olamıyacağına hiç değinmiyor. Değinmiyor çünkü<br />

tarafta değişmeyi kabul etmek, açık kanun hükmü olmamasına rağmen, usul hukukunun<br />

bazı prensipleri karşısında gerekli olabilir mi sorusunu sormak lüzumunu hissetmiyor.<br />

Bern kanton mahkemesinin bir kararındaki, ZbJV 57 312 (314), ifadelerden de taraf değiştirmenin<br />

mümkün olmadığı sonucuna varıldığı anlaşılmaktadır: Olayda davacının<br />

kızlık ismi ile dava açması söz konusudur. Mahkeme ismin düzeltilmesine Art. 40 ve<br />

41’in, eski olaya yeni kanunun hükümlerinin uygulanamayacağı gerekçesi ile, uygulanamayacağının<br />

doğru olduğunu fakat zaten davacının soy adının düzeltilmesinin<br />

Art. 40 ve 41’deki durumlar ile ilgili bulunmadığını da haklı olarak belirtiyor. Mahkeme<br />

bundan sonra Art. 94’ün (talebin hangi hallerde değiştirilebileceğini düzenleyen<br />

hüküm) sevk gayesinin mevcut yargılamadan hasmın menfaatleri ile çelişmeye düşünülmeksizin<br />

yararlanmak olduğunu, meselede ise hasmın menfaatleri ile bir çelişme<br />

bulunmadığını zira eski davacı yerine bir yenisinin geçmiş olmadığını davacının hep<br />

aynı kaldığını ve davacının ayniyeti hakkında hiçbir kuşkunun bulunmadığını belirtmektedir.<br />

Bir kere kararın bu soy adı değişmesini Art. 94 çerçevesinde görmesi isabetli<br />

değildir. Çünkü burada bir değiştirme değil bir düzeltme söz konusudur. Mahkemenin,<br />

bu kararından Art. 94 karşısında mevcut tarafın yerine bir başkasının geçirilmesine imkan<br />

olmadığı, bunun cevaz verilmemiş yasak değiştirme olduğu (tabit Art 40 ve 41’deki<br />

haller dışında) yolunda mütalaada bulunduğu anlaşılmaktadır.<br />

Hess, Kisch’e de atıf yaparak dava değiştirmenin ancak aynı süjeler arasında söz konusu<br />

olabileceğini, davanın tarafların değişmesi halinde artık dava değiştirmeden bahsedilemiyeceğini,<br />

bu durumda artık yeni bir usul hukuku ilişkisinin söz konusu olacağını<br />

söylemektedir. Yazar bunlardan sonra şu hususu da ilave ediyor: Eğer dava değiştirme<br />

caiz olmadığından dolayı tarafta bir değişmeye de cevaz verilemiyeceği söylenecekse<br />

asgari olarak şu husus bilinmelidir ki taraf değiştirme yasağı ile dava değiştirme yasağı<br />

ayni şey değildir.<br />

Hess gibi Zürich usul kanununu esas alan Wyss tarafın § 130/1 (yeni 127/1) de değiştirilmesine<br />

cevaz verilen tali noktalardan olmadığını ve bu sebeple tarafın değiştirilmesine<br />

cevaz verilen tali noktalardan olmadığını ve bu sebeple tarafın değiştirmesinin<br />

dava değiştirme yasağı şümulüne girdiğini, başka bir şey ilave etmeden söylemektedir,<br />

SJZ 11 s. 328 ve son (331, 332); aynı şekilde Schwager s. 5; aynı istikamette BLZR 19 s.<br />

14 (Hess s. 54 dn. 38 ve Schwager s. 5 dn 5’den naklen).<br />

Guldener nedenine hiç değinmeden tarafta değişmenin dava değiştirme olduğunu söylüyor,<br />

§ 29 IV 1 a s. 244, 245.<br />

38


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

edenlerin çoğu bu hükümlerin ancak kıyasen uygulama alanı bulabileceğini<br />

kabul etmektedirler 52 .<br />

Alman temyiz mahkemesinin kararlarında yer alan dava değiştirme<br />

görüşünün etraflı bir gerçeklendirilmesine ne bu kararlarda ne de doktrinde<br />

raslamak mümkündür. Dava değiştirme görüşü gerekçelendirirken<br />

belirtilen, tarafların da davanının önemli unsurlarından bulunduğu ve<br />

dava dilekçesinin zarurî muhtevasına ait olduğu ve bu sebeple taraflardaki<br />

değişmenin, dava dilekçesinin zaruri muhtevasına dahil bulunan diğer<br />

unsurların (davanın temeli, neticei talep) değişmelerinde olduğu gibi dava<br />

değiştirme olarak görülmesi gereğidir. İşte dava değiştirme görüşünü savunanlar<br />

bugün gerekçelerini bu şekilde belirtmekle yetiniyorlar 53 .<br />

Dava değiştirme görüşünün kaynağı diyebileceğimiz Alman temyiz<br />

mahkemesinin kararlarlarında da gerekçelendirme yukarıda belirtilenden<br />

ibaret kalıyor 54 . Tarafta değişmeyi dava değiştirme olarak niteleyen görüşün<br />

temelinde ‘maddî hukuk taraf kavramı” yatmaktadır. Alman usul kanununun<br />

(ZPO) hazırlayıcılarına göre davanın tarafları çekişmeli maddî<br />

hukuk ilişkisinin süjeleridir. Alman temyiz mahkemesinin taraf kavramına<br />

verdiği mana da bu olmuştur ve bunun tabiî sonucu olarak taraf değiştirimenin<br />

dava değiştirme olduğu kabul edilmiştir 55 .<br />

Yukarıda mahiyeti belirtilen davacı ve davalı sıfatı dava temelinin<br />

sübjektif unsurudur yani dava temeline dahil bulunmaktadır 56 . Maddî taraf<br />

kavramı taraftarları bu manadaki sıfat ile taraf kavramı arasında bir ayniyet<br />

görmektedirler 57 . Böyle olunca tarafın değişmesi dava temelinin sübjektif<br />

unsurunun dolayısı ile dava temelinin değişmesi olmaktadır. Dava<br />

52 Schwab ZZP 73 s. 478; Zöller § 264 I 2 s. 362; Wilckens MDR 1957 s. 207; ayrıca bkz.<br />

Gross ZZP 76 s. 200 ve son. bilhassa 212.<br />

53 RGZ 58, 249 (251); Hellwig, Lehrbuch III § 166 1 s. 235, 236 ve ayrıca bkz. Wyss<br />

SJZ 11, 331, 332; Schwager s. 5; Schönke/Schröder/Niese § 49 II s. 222, Üstündağ’ın<br />

görüşünün aksine müellifin bu gerekçe taraftarı olarak verilmesinin gerçesi için bkz.<br />

aşağıda dn. 58’e.<br />

54 Bkz. dn. 53’deki karara: daha sonraki kararlarda bu gerekçe tekrarlanmamakta sadece<br />

daha evvel dava değiştirme görüşünü benimseyen kararlara atıf yapılmaktadır, bkz.<br />

yukarıda dn. 47’deki kararlara.<br />

55 de Boor s. 33 ve son.; Henckel s. 215.<br />

56 Bkz. dn 36, 37, 38’e ait metne.<br />

57 Bkz. bunun için de Boor s. 34; Henckel s. 16; Lüke s. 8.<br />

39


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

temelinin değişmesi ise dava değiştirmedir 58 . Dava değiştirme görüşünün<br />

bu şekilde açık ve tutarlı olarak gerekçelendirilmesine Alman temyiz mahkemesinin<br />

ancak çok eski kararlarında –ZPO’nun yürürlüğe girmesinden<br />

hemen sonraki kararlarda– rastlanmaktadır. Bir kararında Alman temyiz<br />

mahkemesi eski davacının yerine, talep sahibinin kendisi olduğu iddiası<br />

ile yeni bir tarafın geçmesini dava temelinin değişmesi ve bu sebeple de<br />

dava değiştirme olarak kabul etmiştir 59 . Mahkeme diğer bir kararında 60 .<br />

“... bir halefiyet durumu söz konusu olmaksızın bir dava süjesinin (tarafın)<br />

yerine bir diğerinin geçmesi ile dava temeli değiştirilmiş olmaktadır.<br />

Zira davacı sıfatı (Aktivlegitimation) dava temelinin esaslı bir unsurunu<br />

teşkil eder” demektedir. Alman temyiz mahkemesinin daha sonraki kararlarında<br />

bu şekildeki açık gerekçelendirmeye rastlanmıyor. Bunun sebebi<br />

Alman usul hukukunda maddî hukuk taraf kavramının terkedilmesi ve<br />

onun yerini şekli taraf kavramının almış olmasıdır 61 . Böylece bir yandan<br />

58 Açıkça bu gerekçeye dayanan Üstündağ s. 187, yazarın Schönke’yi (§ 49 II 1) bu gerekçeyi<br />

aynen benimser göstermesine ben katılmıyorum. Schönke atıf yapılan yerde<br />

sadece sıfatın varlığını ortaya koymak için dermeyan edilen hususların dava temeline<br />

dahil bulunduğunu ve bunların değişmesinin dava değişmesi olduğunu söylemektedir;<br />

yoksa sıfat (Sachlegitimation) ile taraf kavramını aynı görerek tarafta değişmenin bu sebeple<br />

dava değiştirme olarak nitelendirilmesi gereğini söylüyor değildir. Schönke’nin<br />

burada verdiği örneklerden de bu durumu açıkça anlamak mümkündür: mesela davacı<br />

sıfatını ilk önce mirasçılığına istinat ettirmiş daha sonra taraf olduğu bir sözleşmeye<br />

müsteniden (mesela satım sözleşmesine) sıfat sahibi olduğunu ileri sürmüş, bu dava<br />

temelinin değiştirilmesi olacaktır. Schönke başka bir yerde, § 23 I s. 118’de açıkça şekli<br />

taraf kavramını kabul etmektedir, bu bakımdan bu gerekçeye dayanması mümkün<br />

olmaz. Nitekim Schönke, tarafta değişmenin dava değiştirme hükümlererine tabi olduğunu<br />

bu gerekçeye dayanmadan alman temyiz mahkemesinin kararlarına atıf yaparak<br />

(tarafın belirtilmesinin dava dilekçesinin zaruri muhtevasından olduğu yolundaki<br />

gerekçeye dayanarak dava değiştirme görüşünü savunan kararlara, bkz. yukarıda dn.<br />

53’deki karara ve bu kararı takip eden ve dn. 47’de belirtilen kararlara), benimsemektedir.<br />

59 Mahkemenin 15.11.1882 tarihli kararı (Gruchot 27, 1090), de Boor s. 36 dn. 29’dan<br />

naklen.<br />

60 RG III 29.4.1887, JW 271 Nr. 5, de Boor s. 36 dn. 30’dan naklen.<br />

61 Gaupp şerhi taraf kavramındaki değişmenin (maddî taraf karvamından şeklî taraf kavramına)<br />

taraf değişmesine ilişkin açıklamaların ifadesini ne denli etkilediğini pek güzel<br />

yansıtıyor: Gaupp 2. basıda (1890) maddî hukuk taraf kavramını kabul etmekte<br />

ve yukarıdaki dipnotunda gösterilen kararın benimsediği görüşü tekrarlamaktadır: “...<br />

Dermeyan edilen vakıalarla haklılığı temellendirilen süjenin değiştirilmesi halinde bir<br />

dava değiştirme söz konusu olur... Zira davacı sıfatı (Aktivlegitimation) dava temelinin<br />

esaslı bir bölümünü teşkil eder.” Üçüncü basıda (1897) ilk cümle aynen muhafaza edilmiş<br />

fakat ikinci cümlede daha ihtiyatlı bir ifade kullanılmıştır: “Zira tarafların belirtilmesi<br />

de davanın bir bölümüdür”. Stein’ın katılmasından sonra (4. basıda) ilk olarak<br />

40


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

taraf kavramı ile sıfatın aynı şey olmadığı noktasından hareketle şekli taraf<br />

kavramını kabul edip, diğer yandan doğrudan doğruya maddî taraf kavramının<br />

kabulüne bağlı olan, tarafın değişmesi ile dava temelinin değişeceğini<br />

söylemeye imkan kalmadı. Aksi halde bir çelişme ortaya çıkacaktı.<br />

Bu çelişme tarafta iradî olarak meydana gelen değişmenin dava değiştirme<br />

olduğu görüşünü bırakmaksızın dolanmak istenince 62 başka bir çözüme<br />

sığınmak zarureti ortaya çıktı: Bu çözüm, tarafların dava arzuhalinin<br />

zaruri muhtevasına dahil olan, yani dava dilekçesinde yer alması zarurî<br />

bulunan, unsurlardan olduğu şeklinde formüle edilmiştir. Davanın diğer<br />

önemli unsurlarındaki (dava temeli, neticei talep) değişmeler nasıl dava<br />

değiştirme olarak niteleniyorsa üçüncü zarurî unsur olan tarafların iradî<br />

olarak değiştirilmesi de bu yeni gerekçelendirmeye göre dava değiştirme<br />

olarak nitelenecek ve bu hükümlere tabi olacaktır.<br />

Evvela belirtmek gerekir ki, Alman temyiz mahkemesinin ilk kararlarında<br />

olduğu gibi sıfat (Sachlegitimation) ile taraf kavramının ayniyetinden<br />

hareketle tarafın iradî değişmesini dava değiştirme olarak nitelemek doğru<br />

değildir 63 . Bu yazının evvelki paragrafında özellikle üzerinde durularak<br />

belirtilmeye çalışıldığı gibi taraf kavramı şeklidir ve sıfat ile ilişkisi yoktur.<br />

Yukarıda maddî taraf kavramının hak sahibi olmayan fakat dava takip yetkisini<br />

haiz bulunan şahısların durumunu izah edemediğini belirtmiştik.<br />

İşte maddî taraf kavramının bu zaafı tarafın iradî değişmesi meselesinde<br />

de ortaya çıkmaktadır. Gerçekten hak sahibine dava ikame edildikten son-<br />

esaslı bir şekilde yeniden işlenen 10. basıda ilk cümle tamamen terk edilmiş ve tarafın<br />

değişmesinin dava değiştirme olduğu görüşü sadece değişmeden kalan ikinci cümleye<br />

dayandırılmıştır, de Boor s. 36 dn 31’den naklen.<br />

62 Şekli taraf kavramına sıkı sıkıya bağlı olarak iradî taraf değişmesinin eski tarafla olan<br />

davanın geri alınması ve yeni tarafa karşı yeni bir dava ikame edilmesi demek olduğu<br />

yolundaki görüş (Kisch’in bu görüşü hakkındaki açıklamalar ve tenkitler için bkz. ilerde<br />

§ 4’e) Alman hukukunda iki sebepten dolayı taraftar bulamadı: bir kere bu görüş<br />

sonucu mevcut yargılamanın devamlılığı (Kontinuitaet des Verfahrens) tamamen ortadan<br />

kalkıyor ve o zamana kadarki yargılamadan yararlanmak imkanı kalmıyor. İkinci<br />

olarak da istinaf mahkemesinde iradî olarak tarafta değişme mümkün olamıyor, çünkü<br />

istinafta yeni bir dava ikamesine imkan yoktur. İşte bu sebeplerle Alman yazarları şeklî<br />

taraf karvamını kabul etmelerine rağmen Kisch’in şeklî taraf kavramına dayandırdığı<br />

iradî taraf değiştirme hakkındaki görüşünü kabul etmemişler, bu görüşün şeklî taraf<br />

kavramının zarurî bir sonucu olmadığını belirtmişlerdir. Yenilerde Hoffmann Kisch’in<br />

görüşüne katılmıştır. NJW 1964, 1026-1027; İsviçre’de esas itibariyle Kisch’in görüşünü<br />

takip eden Hess’in açıklamaları için bkz. dn. 51.<br />

63 Karş. Üstündağ s. 187.<br />

41


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ra dava takip yetkisinin ona ait olmadığı anlaşılır bu sefer, dava, dava takip<br />

yetkisini haiz fakat hakka yabancı olan şahsa yöneltilmek istenirse maddî<br />

taraf kavramının bu meseleye bir çözüm getirmesi beklenemeyecektir. Zira<br />

maddî taraf kavramı ile bu şahsın taraf olma durumunu açıklamaya imkan<br />

yoktur. Halbuki şeklî taraf kavramı bu meseleyi de halletmeye elverişlidir.<br />

Yukarıda belirtilen meselede şeklî taraf karvamı ile varılacak sonuç şu<br />

oluyor: Hak sahibine karşı açılan davada hak sahibi taraf olmuştur. Davacı<br />

dava takip yetkisinde yanıldığını anlayıp hak sahibi yerine “gerçek” tarafı<br />

yani dava takip yetkisini haiz olan şahsı geçirmek isteyince burada iradî<br />

bir taraf değiştirme ile karşı karşıya bulunmaktayız. Şeklî taraf kavramına<br />

göre ilk taraf davadan çekilmekte yenisi davaya katılmaktadır 64 .<br />

Şeklî taraf kavramının yaygın bir kabulünden sonra dava değiştirme<br />

görüşünün yukarıda belirtilen şekildeki temellendirilmesine gelince: Bu<br />

görüşün, tarafı davanın diğer zaruri unsurları gibi, dava temeli ve neticei<br />

talep gibi dava dilekçesinde yer alması gereken bir unsur olarak gördüğünü<br />

ve diğer unsurların değişmesi gibi tarafın değişmesinin de dava de-<br />

64 Alman yüksek mahkemesi istinaftaki tarafta değişmeye dava değiştirme hükümlerinin<br />

uygulanamayacağını belirten ünlü kararında, bkz. dn. 70, aynı şekilde dava takip<br />

yetkisini haiz kişiye karşı açılmış olan dava sırasında bu sefer davanın hak sahibine<br />

karşı yöneltilmesini tarafın değişmesi olarak görmüştür. Olayda görevden ötürü taraf<br />

olan (Partei kraft Amtes) kişi daha sonra doğrudan doğruya şahsen borçlu olarak takip<br />

edilmek istenmişti. Yüksek mahkeme böylece şekli taraf kavramının kabulü ile, bkz.<br />

dn. 25’de muhtevası kısaca verilen kararında, dava değiştirme meselesinde de doğru<br />

bir sonuca varmış olmaktadır. Hukukumuz bakımından somut bir örnek şu olabilir: Davacı<br />

karıya karşı dava ikame ediyor. Sonradan davanın, karının mal birliğindeki (MK.<br />

192) “şahsî malına” ilişkin olduğunu anlıyor (MK 160 c. 2) ve davayı bu sefer gerçek<br />

taraf olan, yani dava takip yetkisini haiz bulunan kocaya yöneltmek istiyor. Burada<br />

koca karının temsilcisi olmayıp dava takip yetkisini haiz taraf olduğundan (bu konudaki<br />

tartışmayı aksettirmek bu yazının sınırlarını aşar, ben sadece MK. 160 c. 2’deki<br />

hükmün kocayı kendi adına taraf durumuna getirdiği görüşünün isabetli olduğunu<br />

belirtmekle yetiniyorum, aynı görüşün etraflı açıklaması ve temsil görüşünün tenkidi<br />

için bkz. Beinert s. 74 ve son. Federal mahkeme iki kararında, BGE 39 II 67; 45 II 113,<br />

kocanın durumunun temsilci olarak görülemiyeceğini belirtmiş, fakat daha sonraki bir<br />

kararda, BGE 51 II 272, 273 kocanın karıyı temsil ettiği görüşünü kabul etmiştir. Aynı<br />

istikamette olmak üzere BGE 89 II 79. Türk doktrininde de baskın görüş temsil görüşüdür.<br />

Ansay, s. 117, fakat yazar m. 53’ün kıyasen uygulanarak karının davaya müdahale<br />

edebilmesini kabul gereğine işaret etmektedir; Bilge, Evli Kadının Dava Ehliyeti, Ad.<br />

Der. 1948 N. 1. s. 27; Saymen/Elbir, Aile, s. 136; Velidedeoğlu, Aile H. (1965) s. 117,<br />

Tekinay, Türk Aile Hukuku s. 267-269, krş. Kuru s. 230, yazar haklı olarak kocanın<br />

dava takip yetkisi bulunduğunu kabul etmektedir) bu değiştirme davalı yanda iradî bir<br />

taraf değiştirme olarak intelendirilmek gerekecektir.<br />

42


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

ğiştirme olacağını savunduğunu belirttik 65 . Dava arzuhalinde bulunması<br />

gereken unsurların, değişmelerine uygulanacak hükümler bakımından, ne<br />

dereceye kadar aynı kaba konulabilecekleri tartışma götürür. Mesela dava<br />

dilekçesinde davanın açıldığı mahkemenin de belirtilmesi gerekmektedir.<br />

Yargılamanın yapılacağı bir mahkeme olmaksızın bir davanın varlığından<br />

söz açılamaz. Yine çok açıktır ki, mahkemenin yargılama sırasındaki değişmesi<br />

durumuna dava değiştirme hükümlerinin uygulanması söz konusu<br />

olamaz 66 . Yargılama sırasında mahkemenin hangi hallerde ve nasıl değişeceği<br />

farklı hükümlerce düzenlenmiştir (HUMK m. 27, ZPO 276). Demek<br />

ki dava dilekçesinin zaruri muhtevasına dahildir denilen hususların farklı<br />

hükümlere tabi tutulması mümkündür ve unsurun mahiyeti icabı zaruri<br />

de olabilir. Böyle zaruret olan bazı hallerde kanun bu unsurlardan birini<br />

(mahkemenin belirtilmesinde olduğu gibi) diğerlerinden açıkça ayırmış<br />

olabilir. Fakat bu demek midir ki böyle açıkça farklı hükümlere tabi tutulmamış<br />

olan “zarurî unsurlar” kanunca aynı hükümlere tabi tutulmuştur?<br />

Zarurî unsurlardan biri olan tarafın değişmesi kanun tarafından özel bir<br />

düzenlemeye tabi tutulmamıştır diye davanın taraflarında meydana gelecek<br />

olan değişmeyi dava değiştirme olarak görmek isabetli olabilir mi?<br />

Biz problemlere çözüm ararken somut olayı kanunda mevcut bir norma<br />

göre nitelmeyi (Subsumtion, altlama), tek amaç olarak almıyoruz. Önemli<br />

olan kanunun amacını menfaatler durumuna uygun bir çözümle ortaya<br />

çıkarmaktır. Taraf da zarurî unsurlardandır, öyleyse değişmesi diğer zarurî<br />

unsurların değişmesinde olduğu gibi dava değiştirme hükümlerine tabidir<br />

demek belki bir nitelendirmeye varmanın rahatlığını hissettirebilir. Fakat,<br />

bu kavramlardan başka bir şeye değer vermeyen kavram hukukçuluğundan<br />

başka bir şey değildir. Hukukçu ispat etmekten ziyade haklı görülecek<br />

sonuçlara ulaşma çabasında olmalıdır. O menfaatler durumunu gözönüne<br />

alacak menfaatleri denge halinde tutan ve onları bu şekilde değerlendiren<br />

sonuçlara varmakla kanun hükümlerinin amacını tayin edecektir 67 .<br />

65 Üstündağ, taraf değiştirmenin dava değiştirme olduğunu söylerken hem tarafın dava<br />

temelinin bir parçası olduğu gerekçesine hem de tarafın dava arzuhalinde belirtilmesi<br />

gereken zarurî unsurlardan olduğu hususuna dayanan gerekçeye yer vermektedir, s.<br />

187.<br />

66 Gross, ZZP 76 s. 202; Rosenberg ZZP 70 s. 2.<br />

67 Usul hukukunda menfaatler içtihatçılığından bahsetmemiz şüphe ile karşılanmamalıdır.<br />

Hukukun hiçbir dalı sıkı sıkıya kavramlara bağlı bir hukuk anlayışına tahammül<br />

edemez. Usul hukuku alanında da mesela yorum ve boşluk doldurmada menfaatler<br />

değerlendirilecektir, bkz. Heck, s. 48. Menfaat kavramı maddî menfaat anlamında alın-<br />

43


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu genel açıklamalardan sonra meselemiz bakımından cevabını vermek<br />

durumunda olduğumuz soruyu şöyle ifade edebiliriz:<br />

44<br />

Dava değişmesine ilişkin hükümlerin uygulanacağı alana 68 tarafta de-<br />

mamalıdır. Burada söz konusu olan menfaat ideal menfaat yani en geniş manası ile<br />

menfaattir, bkz. Heck s. 40; Meier-Hayoz ZGB 1. madde şerhi N. 194. Büyük hukukçu<br />

Heck’ın deyişi ile menfaatler içtihatçılığında “düşünen itaat” veya “düşünerek itaat”<br />

(denkender Gehorsam) söz konusudur, yoksa “harfiyen itaat” (Buchstabengehorsam)<br />

değil! Ancak menfaatler dengesinin sağlanması ve değerlendirilmesi şeklinde anladığımız<br />

menfaat içtihatçılığı serbest hukuk hareketi ile bir tutulmamalıdır, Heck s. 200 ve<br />

son ve ayrıca bkz. s. 124’de Kretschmar’ın tenkitlerine cevabına.<br />

Belki “kavram içtihatçılığı” (Begriffsjurisprudenz) ile “menfaatler içtihatçılığı” (Interessenjurisprudenz)<br />

deyimleri pek isabetli değildir. Zira “kavram” ve “menfaat” birbirlerinin<br />

karşıtı kelimeler değildir. Edlin, Begriffs-und Interessenjurisprudenz, SJZ 28 369.<br />

Gerçekten menfaatler içtihatçılığı seçilerek kavramlar inkar ediliyor değildir. Kavramsız<br />

hukuk düşünülemez. Hukukun bir emniyetinin olabilmesi için kavramlara ihtiyaç<br />

vardır. Mesele kavramları hukukun hizmetinde kullanmaktadır. Önlenmesi gereken<br />

hukuku bir subsumtion’dan ibaret görmemektedir. Diğer bir deyişle “kavram hukukun<br />

hizmetkarıdır yoksa onun efendisi değil” de Boor s. 145.<br />

Menfaat içtihatçılığının ilk şeklinin tenkidi ve menfaatler içtihatçılığının bütünü ile<br />

inceleme konusu yapılması bu çalışmanın sınırlarını çok aşar, geniş açıklamalar için<br />

bkz. Larenz, s. 123 ve son. Bizim meselemiz bakımından yaptığımız kavram hukukçuluğunu<br />

reddederek contra legem sonuçlara da varmaksızın menfaatler durumunun değerlendirilmesini<br />

göz önüne alarak yorum yapmak ve hukuk yaratılması tekliflerinde<br />

bulunmaktır.<br />

68 Biz bu muhtevanın tesbitindeki tartışmalara girecek değiliz. Alman hukukunda çekişme<br />

konusu (Streitgegenstand, müddeabih) hakkındaki tartışma sona ermiş değildir,<br />

bkz. Schwab İHFM c. 33 sa. 3-4 s. 288 ve son. Bugün Alman doktrininde hakim olan<br />

görüş çekişme konusunun iki unsurdan meydana geldiğidir (yazarlar için bkz. ag tercüme<br />

s. 294, 295): 1. dava temeli, 2. ve buna istinad eden netice-i talep. Dava değiştirme<br />

de çekişme konusunun yani bu iki unsurdan birinin değişmesi halinde söz konusu<br />

olacaktır. Daha yeni bir görüşe göre çekişme konusu tek bir unsurdan ibarettir: neticei<br />

talep; bkz. evlilik davaları için Bötticher, Rosenberge armağan s. 73 ve diğer davalar<br />

bakımından da görüşü savunan Schwab’ın Der Streitgegenstand im Zivilprozess adlı<br />

monografisine; Rosenberg de ders kitabının son basılarında bu görüşe tarftar olmuştur<br />

§ 88 I; ayrıca bu görüş istikametinde olmak üzere BGH ZZP 75.458, bu karar için bkz.<br />

Schwab ag tercüme s. 296; ayrıca BGHZ 9 27. Bu görüşe göre davanın değişmesi sadece<br />

netice-i talebin değişmesi halinde söz konusu olacaktır. Türk doktrinindeki durumu bu<br />

teorilere paralel olarak belirtmek istersek, hukukumuzda iki unsurlu çekişme konusu<br />

görüşünün tartışmasız kabul edildiğini söyleyebileceğiz. Hukukumuzda intilaf çekişme<br />

konusunun unsurlarından olan dava temelinin ne olduğu meselesinde kendisini<br />

göstermektedir, Üstündağ s. 17 ve son.; Postacıoğlu s. 320 ve son. Hemen belirtelim ki<br />

yukarıda çekişme konusu bakımından belirtilen iki görüşün taraftarlarının tartışmasız<br />

olarak kabul ettikleri husus usul hukuku talebinin maddî hukuk talebinden ayrılması<br />

gereğidir. Alman hukukunda usul hukuku talebi ile maddî hukuk talebinden ayrılması<br />

gereğidir. Alman hukukunda usul hukuku talebi ile maddî hukuk talebi arasında bir<br />

ayırım yapmayan yazarlar için bkz. Schwab ag tercüme s. 298 ve son.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

ğişmenin ithal edilmesinin sonuçları neler olacaktır ve bu sonuçlar haklı<br />

sayılabilecek, kanunun amacına 69 uygun düşecek midir?<br />

II. Dava Değiştirme Görüşünün Eleştirilmesi<br />

Yukarıda da kısaca değindiğim gibi (dn. 62) tarafta değişmenin dava<br />

değiştirme olduğu görüşü yargılamanın devamlılığını (Kontinuitaet des<br />

Verfahrens) sağlamasından ve ilk derece mahkemesinde olduğu gibi istinaf<br />

mahkemesinde dahi tarafta değişmeyi mümkün kılmasından dolayı<br />

Alman temyiz mahkemesi tarafından bugüne dek savunulmuştur (bkz. dn.<br />

47). Fakat ne manidardır ki istinaf mahkemesinde de taraf değişikliğine<br />

69 Üstündağ’a göre (s. 194/95) HUMK m. 185 b. 2’de 186’ncı maddenin dava değiştirmenin<br />

istisnaları arasında sayılmış olması tarafta değişmenin bir dava değiştirme olduğunu<br />

gösterecek niteliktedir. M. 186’daki hallerde tevsi iddiasında bulunulamıyacaktır. Bu<br />

husus 186 dışındaki taraf değişmesi hallerinin dava değiştirme olacağını ve o hükümlere<br />

tabi tutulacağını göstermektedir, zira bu durumlar istisnanın dışında kalmaktadır.<br />

Biz yukarıda (bkz. dn. 67’ye) kavram hukukçuluğuna bağlı yorum yapmayı reddettik.<br />

Bu bakımdan varılan sonucu sadece böyle bir kavramsal isbat ile gerekçelendirmek<br />

bizce kabul edilemez. Tekrar edelim bizce önemli olan taraf değişmesine dava değiştirmedir<br />

demek hangi sonuçlara götürecektir ve bunlar kanunun amacına uygun düşecek<br />

midir, bunlara cevap vermektir. Halbuki yukarıdaki isbat metodu bu meselelere hiç<br />

değinmemektedir. Kaldı ki yukarıdaki gerekçeye orada takip edilen metodla da karşı<br />

çıkmak mümkündür: Eski malike karşı davaya devam etmek istenirse netice-i talep<br />

tazminata çevrilecektir ve bu esas itibariyle dava değiştirmelidir. Fakat 186-185/II’nin<br />

istisnası olduğu için dava değiştirme yasağı söz konusu olmayacaktır. Devralana karşı<br />

davaya devam imkanını veren ise doğrudan doğruya 186 hükmüdür. Devralan tarafın<br />

davaya çekilmesi halinde onun hüsnüniyet iddiasında bulunubilmesi imkanını m.<br />

186’nın dava değiştirme yasağının istisnalarından olduğu gerekçesine dayandırmak da<br />

kanaatimce isabetli değildir, karş. Postacıoğlu s. 388. Zira böyle bir gerekçelendirme<br />

devralanın, devredenin dermeyan etmeyi ihmal ettiği ve tevsi yasağının şümulüne giren<br />

bütün hususları ileri sürmesine imkan vermek gibi kabul edilemez bir sonuca götürür.<br />

Bu sonuç kabul edilemez, zira devralan devredenin yargılaması ile bağlıdır, dava<br />

ona karşı bırakıldığı yerden devam etmektedir, yani bir halefiyet durumu söz konusudur,<br />

nitekim bkz. Postacıoğlu aynı yer. Bu sebeple devredenin tevsi yasağı dolayısı ile<br />

ileri süremeyeceği hususlarda aynı yasak devralanı da tahdit etmektedir. devralanın<br />

iyi niyetli olması ise işte bu halefiyetin doğmasına engel olur. Diğer bir deyişle iyi<br />

niyetli olmama burada devralanın usulî halefiyetinin bir şartı olmaktadır. Devralanın<br />

iyi niyetli olması halinde onun devredenin sevkettiği yargılama ile bağlı olması söz<br />

konusu olamayacaktır. Zira kanunun başka bir hükmü mucibince o malik olmuştur.<br />

Onun lehine devredenin o zamana kadar sevkettiği yargılama hiç nazara alınmaksızın<br />

hüküm verilecektir.<br />

Görülüyor ki devralanın iyi niyetli olduğunu ileri sürebilmesini 186’ncı maddenin<br />

dava değiştirme yasağının istisnası olduğu hususuna dayandırmak zarurî olmadığı gibi<br />

isabetli de değildir.<br />

45


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

imkan veriyor diye Kisch’in görüşüne karşı (bkz. bu paragrafta III ve dn.<br />

47) muhafaza edilen dava değiştirme görüşü, yine Alman yüksek mahkemesi<br />

tarafından, istinaftaki taraf değişikliğine dava değiştirme kurallarının<br />

uygun düşmediği gerekçesi ile reddedilmiştir 70 . Bu duruma göre Alman<br />

70 BGHZ 21, 235 ve son, = JZ 11 (1956) s. 761 ve son.; konumuz bakımından önemli<br />

olan BGH’un 13.7.1956 tarihli bu kararı üzerinde durmak gereklidir: Olayda dava ilk<br />

önce görevinden ötürü taraf olan (Partei kraft Amtes) kişiye karşı (davalı harpten sonra<br />

Almanyadaki müttefik işgal kuvvetleri askerî hükümetinin “emin”i (treuhaender) idi<br />

ve davada kendi adına taraf olarak bulunuyordu) açılmıştı. Davacı istinaf mahkemesinde<br />

ilk olarak askerî hükümetin “emin”i olarak dava ettiği kişiyi bu özelliği ile takip<br />

etmekten vaz geçip, davasını onun doğrudan doğruya şahsına yöneltmek istedi. BGH<br />

bu değiştirmeyi haklı olarak taraf değiştirme olarak gördü. Bundan sonra yerleşmiş<br />

olan içtihadına göre yüksek mahkemenin bu durumda dava değiştirme hükümlerini<br />

uygulaması gerekecekti. Yani bu değiştirme § 264 ZPO hükmüne göre eski davalının<br />

rızası ile olabilecektir; rıza göstermezse değiştirmenin icrası için mahkemenin<br />

bu değiştirmeyi “amaca (işin esasına) uygun” (sachdienlich) görmesi kafi gelecektir.<br />

İşte yüksek mahkeme o ana değin yeni davalının ilişiğinin bulunmadığı bir yargılama<br />

hilafına sokulmasını tehlikeli görmüştür. Yüksek mahkeme “amaca uygun” olmanın<br />

objektif bir muhtevası olmasının –eğer dava değiştirme taraflar arasındaki ihtilafın tamamiyle<br />

ortadan kaldırılacak şekilde halledilmesine hizmet ediyor ve ortaya çıkacak<br />

yeni ihtilafları önleyecek mahiyette bulunuyorsa “amaca uygun” (sachdienlich) dur,<br />

bkz. hepsi yerine Gross ZZP 76, s. 207– yeni davalının rızası hilafına o zamana kadar<br />

katılmamış bulunduğu yargılamaya çekilmesinin tehlikelerini ortadan kaldıracak kuvvette<br />

görmüyor. Yüksek mahkeme bu arada tarafın değiştirilmesi halinde dava değiştirme<br />

hükümlerinin uygulanması ile mahkemenin, değiştirmenin “sachdienlich” olduğu<br />

yolunda verdiği kararın § 270 gereğince iptalinin de mümkün olmadığına işaret etmek<br />

sureti ile –Thomas/Putzo yüksek mahkemenin bir kararında § 270’in tarafın değiştirilmesi<br />

halinde uygulanamıyacağı sonucuna vardığını söylemiş, § 270 2 d s. 343 ve<br />

kendi kitabında § 50 önünde IV’e atıf yapmıştır. Bu bölümde ise hem “kanundan ötürü<br />

taraf değiştirme” hem de iradî taraf değiştirme açıklanmaktadır. Yazarların bahsettiği<br />

RGZ 108, 350 ise § 265 ZPO’nun alanına giren (bizdeki 186 mukabili) bir durumda<br />

doğrudan doğruya buna ilişkin hükümlerin uygulanacağı yoksa dava değiştirme hükümlerinin<br />

uygulanmasının söz konusu olmadığı ve bu sebeple mahkemenin § 265’in<br />

şartlarının gerçekleşmiş olması dolayısı ile devralanın davaya girmesine izin veren<br />

kararının § 270’in çerçevesine girmeyeceği yani bu kararın iptal edilmezlik vasfının<br />

bulunmadığını belirtmektedir. Bunun sebebi belirtildiği gibi bu kararın değiştirmeye<br />

cevaz veren bir karar olmaması doğrudan doğruya § 265’in şartlarını tesbit eden bir karar<br />

olmasıdır. Eğer Thomas/Putzo iradî dava değiştirme bakımından da kararın § 270’in<br />

uygulanmayacağı yolunda olduğunu söylüyorsa (ki kendisine yaptığı ayırımsız atıftan<br />

öyle anlaşılıyor), yanılıyor. Zira karar § 270’in § 264 gereğince, değişmenin “amaca uygun<br />

olduğu ve bu sebeple dava değiştirmeye cevaz veren kararlar bakımından uygulanacağını<br />

yani bu kararların kesin olduğunu söylemektedir. Şimdi taraf değiştirme de §<br />

264 çerçevesinde bir dava değiştirme olarak görüldüğünden, bkz. dn. 47’deki kararlara,<br />

burada BGH’nın incelediğimiz kararında haklı olarak belirttiği gibi taraf değiştirmenin<br />

sachdienlich olduğu yolundaki mahkeme kararı § 270 gereğince kesin olacağından,<br />

yeni davalının bu karara karşı bir mücadele imkanı bulunamayacak ve iradesi hilafına<br />

davaya çekilecektir. –yeni davalının karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi belirtmektedir.<br />

46


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

temyiz mahkemesi istinafta taraf değiştirmeyi mümkün görerek Kisch’in<br />

görüşünden ve dava değiştirme kurallarının uygulanmasını reddetmekle<br />

dava değiştirme görüşünden hiç olmazsa istinaf mahkemesindeki tarafta<br />

değişme bakımından ayrılmış olmaktadır.<br />

Alman temyiz mahkemesinin istinafta taraf değişmesine dava değiştirme<br />

hükümlerinin uygulanamayacağı yolunda karar vermesinin sebebi 71<br />

dava değiştirme hükümlerinin uygulanmasının büyük mahzurlar ortaya<br />

çıkaracağının anlaşılmasından ileri gelmiştir. Biz dava değiştirme kurallarının<br />

yargılama sırasında tarafta değişmeye uygulanması görüşünü, dava<br />

değiştirmeye “rıza göstermek” şartının (HUMK m. 185/2; 202 f. II) tarafta<br />

değişmede ortaya çıkaracağı problemleri ile almakla başlayarak bir eleştiri<br />

süzgecinden geçirmeye gayret edeceğiz.<br />

Hasmın rıza göstermesi halinde başka bir şeye lüzum kalmaksızın<br />

dava değiştirilebilecektir. Taraf değişmesine dava değiştirme hükümlerinin<br />

uygulanmasından yana olanlara sorulmuştur 72 : Taraf değişmesinde rızasının<br />

alınması gereken hasım kimdir? Davacı değişmesinde denilebilir<br />

ki, eski davacının değiştirmeyi istemesi ve davalının rızası şarttır. Dava değiştirmenin<br />

şartı olan muvafakat böylece yerine getirilmiş olacaktır. Fakat<br />

Yüksek mahkemeye göre istinafta da davalının değiştirilmesi mümkündür, fakat bu<br />

değiştirmeye dava değiştirme hükümleri uygulanmıyacaktır. Yüksek mahkeme dava<br />

değiştirme görüşünü reddeden de Boor (s. 109) ve Nikisch’in (§ 116 III 1) görüşleri<br />

ile istinafta davalı değiştirme bakımından esasta mutabık olduğunu belirtiyor ve yeni<br />

davalanın rızasının aranması gereğini ön görüyor. Yüksek mahkemeye göre bu rızanın<br />

verilmesinden kaçınılması bazı hallerde hakkın kötüye kullanılması teşkil edebilir.<br />

Mesela o ana kadar davayı kanunî temsilci olarak yürütmüş olan kişinin bu sefer şahsen<br />

takip edilmek istenmesi halinde bu rızanın verilmemesi hakkını kötüye kullanılması<br />

olarak görülebilecektir. Yukarıda olayını kısaca belirttiğimiz kararda BGH yeni<br />

davalının değiştirmeye rıza göstermemesini hakkın kötüye kullanılması olarak görmüş<br />

ve rıza hilafına değiştirmeye cevaz vermiştir.<br />

Burada kısaca temyiz mahkemesinde taraf değiştirmenin mümkün olmadığına da işaret<br />

edelim. Temyiz mahkemesi bir vaka mahkemesi olmadığı için böyle bir değiştirme<br />

mümkün olamaz, bkz. Rosenberg § 41 III 1 s. 173; RGZ 160, 212.<br />

71 Yüksek mahkemenin bu kararı basit bir istisnaî durumdan ibaret görülemez, karş.<br />

Üstündağ s. 192 dn. 38. İleride tekrar belirtileceği gibi yüksek mahkemenin istinaf<br />

dışındaki taraf değişmesinde yukarıda bahsedilen kararın uygulama alanı bulamayacağını<br />

belirtmesi ve dava değiştirme hükümlerinin uygulanacağı hususunda ısrar etmesi<br />

(BGHZ 400, 185 = BGH NJW 1964, 44 = JZ 64, 295 = JuS 64, 122; BGH ZZP 74, 460)<br />

ne kavramsal bakımdan ne de menfaatler durumu bakımından “ciddî” bir sebebe dayanmaktadır,<br />

aynı şekilde bkz. Putzo, NJW 1964, 500, ayrıca bkz. BGH ZZP 74, 460.<br />

72 de Boor s. 15; Blomeyer § 115 III 3 s. 635.<br />

47


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

taraf değiştirmenin tamamlanması için başka bir şeye ihtiyaç yok mudur?<br />

Davaya yeni girecek olan ikinci davacının da mevcut yargılamaya girmeyi<br />

istemesi grekeli değil midir? Yeni davacının, yargılamaya iradesi hilafına<br />

çekilemeyeceği aşikardir 73 . İşte dava değiştirme hükümleri burada yetersiz<br />

kalmaktadır. Zira bu hükümler mevcut yargılamanın taraflarından başkasının<br />

rızasını hesaba katılabileceği halleri düzenlemezler. Dava değiştirme<br />

hükümlerinin düzenlediği sadece mevcut taralar arasındaki davanın değiştirilmesidir.<br />

Eğer dava değiştirme hükümlerinin bütün yetersizliklerine<br />

rağmen doğrudan doğruya ve münhasıran uygulanmasında ısrar edilecek<br />

olursa ikinci davacı iradesi hilafına davaya çekilebilecekti. Kanuna aykırılığı<br />

(HUMK m. 79) açıkça ortada olan bir sonuç! Nitekim dava değiştirme<br />

hükümlerinin doğrudan doğruya uygulanacağını söyleyenler de görüşlerine<br />

uymadığı halde yeni davacının bu yoldaki iradesinin vazgeçilemezliğini<br />

teslim etmektedirler 74 . Halbuki belirttiğimiz gibi dava değiştirme hükümleri<br />

yeni davacının davaya girmek hususunda gerekli olan iradesine<br />

tamamen yabancıdır.<br />

Eski davalının yerine bir yenisinin mevcut yargılamaya çekilmesinde<br />

dava değiştirme görüşüne göre kimin rızasının aranması gerektiği meselesine<br />

gelince: Bu teori taraftarlarına göre rızası aranacak olan sadece eski<br />

davalıdır 75 .<br />

Dava değiştirme teorisine göre davaya yeni çekilen tarafın rızası aranmayacaktır<br />

76 . Alman temyiz mahkemesi yeni davalının rızasının istinaftaki<br />

davalı değişmesi dışındaki hallerde ararmasına lüzum olmadığını belirtmektedir<br />

77 .<br />

Dava değiştirme görüşü kabul edilince yeni davalının yargılamanın<br />

o anda bulunduğu durumla tamamen bağlı olması, diğer bir ifade ile eski<br />

73 Mesela bkz. Rosenberg § 41 III 2 s. 174 ve ZZP 70, 5.<br />

74 Mesela bkz. Üstündağ s. 193.<br />

75 Bkz. dn. 71’deki kararlara; yukarıda belirtildiği gibi BGH istinafta yeni davalının rızasını<br />

arıyor, bkz. dn. 70; genel olarak yalnız ilk davalının rızasının yeterceği görüşü için<br />

bkz. Wilckens MDR 1957, 207; Üstündağ s. 192.<br />

76 Yeni davalının rızasını arama hususu da tıpkı yeni davacının rızası gibi dava değiştirme<br />

hükümlerine yabancıdır. Dava değiştirme hükümleri sadece kendisine karşı davanın<br />

değiştirilmesi söz konusu olan hasmın –birinci davalının– rızasını aramaktadır.<br />

77 BGH ZZP 74 (1961), 460 = BGH NJW 1962 347; BGH NJW 1964 44 (45) = BGHZ 40,<br />

185 = JZ 64, 295 = JuS 64, 122.<br />

48


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

davalının bütün usulî işlemlerinin yeni davalıya karşı da bütün tesirlerini<br />

muhafaza etmesi yani bir usuli halefiyet durumu kaçınılmaz bir sonuç olarak<br />

ortaya çıkacaktır. Yeni davalı eski davalının usulî muamelelerini değişteremez<br />

–eğer ilk davalı bir kere ıslah yoluna başvurmuşsa ıslahla dahi bu<br />

değiştirme mümkün olmayacaktır, HUMK m. 83 c. 2–; eski davalının ikrarı<br />

ile bağlı olduğu gibi yine bu görüşün sonucu olarak dava ikamesine bağlanan<br />

çeşitli sonuçların (zamanaşımının kesilmesi, temerrüt vs.) yeni davalı<br />

bakımından da ilk davacıya karşı davanın ikamesi tarihinde ortaya çıktığını<br />

kabul zarureti olacaktır ki (zira aynı dava, değiştirmeden sonra devam<br />

etmektedir) bunun hukukî duyguya aykırılığı ortadadır 78 . Sonuç olarak davaya<br />

çekilen ve rızasının alınmasına lüzum olmadığı söylenen yeni davalı<br />

eski davalının sevkettiği yargılamanın bütün sonuçları ile iradesi dışında<br />

bağlanmaktadır. Zira tarafın değiştirilmesi ile davanın sadece bir kısmı değiştirilmiş<br />

olmaktadır; davanın değiştirilmemiş olan kısımları teorinin sonucu<br />

olarak yeni davalıyı da bağlamakta devam edecektir 79 . Buna mukabil<br />

bu teori dava değiştirme hükümleri gereğince yeni davalıyı kendisine karşı<br />

ilk olarak dava açılmış olan herhangi bir davalı ile bir tutarak, rızasının<br />

aranmasına lüzum olmadığını kabul etmektedir. Dava değiştirme teorisi<br />

taraftarlarının bu sonuca varmaya mecbur olduklarını da belirtelim; zira<br />

yeni davalının rızasının aranması dava değiştirme hükümlerine tamamen<br />

yabancı kalmaktadır. Bize göre bir yandan geçmiş yargılama ile tamamen<br />

bağlı tutmak diğer yandan yargılamaya çekmede rızaya lüzum olmadığı<br />

sonucuna varmak haklı değildir ve dava değiştirme hükümlerinin uygulanması<br />

bu kabul edilemez sonuca götürmektedir.<br />

Alman temyiz mahkemesinin tarafta değişmeyi davanın değişmesi<br />

olarak nitelendirdiğini belirtmiştim. Ayrıca yüksek mahkemenin, istinaftaki<br />

taraf değişmesine dava değiştirme hükümlerini uygulamaktan kaçındığını<br />

ve yeni davalının yargılamaya rızası hilafına çekilemeyeceği yolun-<br />

78 Rosenberg ZZP 70 2, 3; dava değiştirme görüşü taraftarı olan Üstündağ değişmeden<br />

(ıslahtan) sonra dahi derdesti rüyetlik anı bakımından davanın ilk açılması tarihinin<br />

önemli olduğunu ve tamamen değiştirmeden sonra dahi yeni bir davanın söz konusu<br />

olduğunun kabul edilemeyeceğini eski davanın devam etmekte bulunduğunu belirtmektedir,<br />

bkz. s. 118 ve bilhassa 174.<br />

79 Nitekim tarafta değişmenin dava değiştirme olduğunu kabul eden Schönke/Schröder/<br />

Niese yeni davalının değiştirmenin sachdienlich görülmesi halinde –yani rızası hilafına<br />

olarak– davaya çekilebeceğini ve eski yargılama bakımından bir halefiyetin söz<br />

konusu olacağını açıkça belirtmektedir, § 30 III s. 146.<br />

49


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

da karar verdiğine de değindim. Mahkeme bu kararından sonra muhtelif<br />

vesilelerle ilk derece mahkemesindeki tarafta değişmeye doğrudan doğruya<br />

dava değiştirme hükümlerinin uygulanacağını ve bunun sonucu olarak<br />

yeni davalının mevcut yargılamaya diğerinin yerine çekilmesinde rızasının<br />

aranmayacağı yolunda hüküm vermiştir (bkz. dn. 77). Ancak bunlar<br />

arasında gösterilen bir karar (BGH ZZP 74, 460) çok ilgi çekicidir. Bu kararda<br />

da BGHZ 21, 285’deki kararın ilk derece mahkemesindeki tarafta<br />

değişmeye uygulanamayacağı, bu durumlarda dava değiştirme hükümlerinin<br />

uygulanması gerektiği ve bundan dolayı da eskinin yerine geçecek<br />

olan yeni davalının rızasının aranmayacağı söylenmektedir (s. 461). İlgi<br />

çekici olan, mahkeminin, yeni davalının eskinin sürdürdüğü yargılama ile<br />

tamamen (mesela onun ikrarı ile) bağlı tutulmasının aleyhinde bir durum<br />

yaratacağını (yüksek mahkeme bu arada, dava değiştirme görüşü icabı olarak,<br />

zamanaşımının kesilmesi vs. gibi davanın ikamesine bağlı sonuçların<br />

ilk davalıya karşı davanın açılma tarihinde ortaya çıkacağı sonucunun da<br />

yeni davalı aleyhine olduğunu belirtmektedir) kabul etmesidir. Yüksek<br />

mahkeme bundan dolayı rızası aranmayan yeni davalıyı doktrinde teklif<br />

edilen tedbirlerle korumak gerektiğini belirtmekte ve bu himaye tedbirleri<br />

için de Boor’a 80 , Nikisch’e 81 ve Rosenberg’e 82 atıf yapmaktadır. Kararda<br />

adı geçen bu yazarlar her şeyden önce tarafta değişmenin dava değiştirme<br />

olarak nitelendirilmesine karşıdırlar. Teklif ettikleri ve sözü geçen kararın<br />

atıf yaptığı himaye tedbirleri dava değiştirme hükümleri ile bağdaşmaz.<br />

Durumu en iyi şekilde kararın en başta atıf yaptığı de Boor’un söylediklerine<br />

göz atmakla tesbit edebiliriz: Yazar “İlk derece mahkemesindeki davalı<br />

değişmesinde de yeni davalının korumması için titiz bir dikkat göstermeliyiz.<br />

bu bakımdan bizim buradaki çözümlerimiz dava değiştirme görüşünden<br />

ziyade Kisch’in mülahazalarına yakın olacaktır” (s. 109) 83 demektedir.<br />

Bu arada yazar mesela mahkemenin yetkisinin yeni davalı bakımından<br />

yeniden incelenmesi gerekeceğini belirtiyor. Bir halefiyet durumuna yol<br />

açan dava değiştirme görüşünde bunun kabulüne imkan olmadığı açıktır.<br />

Yine yazara göre yeni davalı mevcut bir yargılamaya girmektedir; fakat bu<br />

80 s. 106 ve son.; ayrıca bkz. s. 104’e.<br />

81 s. 461 (§ 116 II, III).<br />

82 ZZP 70 1 ve son.<br />

83 de Boor esas itibariyle Kisch’in görüşüne de katılmaz. Ona göre bu hususta kanunda<br />

bir boşluk vardır, bkz. ilerde § 4 ve 5, 6. Buraya naklettiğimiz pasajlar bu husus dikkate<br />

alınarak değerlendirilmelidir.<br />

50


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

husus onun savunmasını, eski davalının usulî muamelelerinden (mesela<br />

ikrarından) ve § 279 hükmünden 84 mutazarrır olmaksızın, tamamiyle yeniden<br />

kurmasına engel değildir. Nihayet yazar derdesti rüyetliğe ilişkin<br />

etkilerin yeni davalı hakkında onun davaya girdiği anda ona karşı ortaya<br />

çıkacağını da belirtmektedir 85 .<br />

İşte dava değiştirme görüşünü benimseyen ve yeni davalının rızasına<br />

bu sebeple lüzum olmadığını belirten bu karar yeni davalıyı korumak<br />

için de Boor’un dava değiştirme hükümleri ile bağdaşamayacağını haklı<br />

olarak söylediği tedbirlere atıf yapmaktadır. Öyle tedbirler ki, bunların kabul<br />

edildiği yerde artık yeni davalının eski yargılama ile bağlı olduğunu<br />

söylemek mümkün değildir. Bu karar Alman temyiz mahkemesinin dava<br />

değiştirme görüşünde bir dönemeç noktası teşkil etmeye namzettir. Bu kararında<br />

mahkeme dava değiştirme görüşünün en önemli hastalığını teşhis<br />

etmiş ve bu hastalığı görüşe karşı çıkanların, dava değiştirme hükümleri<br />

ile bağdaşamayacak teklifleri vasıtasıyla tedavi etmekten çekinmemiştir 86 .<br />

Bununla yeni bir sonuca varılmış oluyor: Eski yargılama ile bağlılık söz<br />

konusu olmadığı takdirde yeni taraf rızası olup olmadığına bakılmaksızın<br />

yargılamaya çekilebilecektir. Tarafta değişme dava değiştirme olarak kabul<br />

edildiği takdirde ise tesbit ettiğimiz bu esastan ayrılmak gerekecektir. Zira<br />

dava değiştirme görüşü kabul edilince hem eski yagrılama ile tam bağlılığı<br />

hem de yeni davalının rızasının aranmayacağı esasını kabul etmek zarureti<br />

84 § 279: Taraflardan birince sonradan ileri sürülen iddia ve müdafaa vasıtaları, ileri<br />

sürülmelerine müsaade halinde ihtilafın halli gecikecek ise ve mahkemenin serbest<br />

kanaatine göre taraf bu vasıtları davayı sürüncemede bırakmak maksadı ile vay ağır<br />

ihmalden dolayı daha evvel dermeyan etmemişse, reddedilir.<br />

Dava değiştirme görüşünün kabulü halinde eski davalının sürüncemede bırakmak kasdı<br />

ile zamanında bu vasıtaları dermeyan etmemesi, ikinci davalının da bu vasıtaları,<br />

halefiyet durumu dolayısı ile, sonradan dermeyanına engel olacaktır. Yazar işte bundan<br />

dolayı dava değiştirme görüşünün kabule şayan olmadığını ve ikinci davalının<br />

ilk davalının durumundan müteessir olmaksızın savunmasını yeniden kurabileceğini<br />

belirtmektedir.<br />

85 s. 110.<br />

86 Tarafta değişmeyi ayrı derece mahkemelerinde ayrı hükümlere tabi tutmanın hiçbir<br />

ciddi sebebi bulunamıyacağına işaret eden Putzo (NJW 1964, 500) haklıdır. BGH istinafta<br />

dava değiştirme hükümlerinin uygulanamıyacağı sonucuna, yeni davalının<br />

şimdiye kadarki yargılamaya hiçbir tesiri olmadığı gerekçesi ile varıyor. Doğrusu bu<br />

gerekçenin ilk derecede mahkemesinde davaya çekilmek istenen ve o zamana kadar<br />

ilk davalının yürüttüğü yargılamaya hiçbir surette katılmamış bulunan yeni davalı bakımından<br />

neden söz konusu olamıyacağını anlamak çok güçtür. Biz de bu rızayı aramıyoruz.<br />

Fakat bizim kabul ettiğimiz çözüm tarzı farklıdır, bkz. § 4, 5, 6.<br />

51


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

vardır. Bunun haksızlığını esas itibariyle dava değiştirme görüşünü kabul<br />

eden Alman temyiz mahkemesi de görmüş ve benim kanaatimce yukardaki<br />

kararında, hiç olmazsa bu karara münhasır olarak, dava değiştirme<br />

hükümlerini ilk derece mahkemesindeki taraf değişmesine uygulamaktan<br />

kaçınmıştır. Demek oluyor ki, yeni davalının rızasının aranıp aranmayacağı<br />

meselesinde de dava değiştirme, hükümleri ile kabul edilebilir bir sonuca<br />

varmak mümkün değildir. Alman temyiz mahkemesi ise yeni davalıyı<br />

koruma tedbirlerini, dava değiştirme görüşünü red pahasına, kabul etmiştir.<br />

Mahkeme istinaftaki değişmede yeni davalının herhalde (yani Sachdienlich<br />

olup olmamayı nazara almaksızın) rızasını aramakla nasıl dava<br />

değiştirme görüsünden ayrılmışsa, ilk derece mahkemesinde de rızasını<br />

aramamakla beraber onu eski davalının yargılaması ile bağlı tutmamak sureti<br />

ile dava değiştirme görüşünden ayrılmaktadır 87 . Zira müteaddit kereler<br />

işaret ettiğim gibi dava değiştirme görüşünün kabulü halinde, yeni davalıyı<br />

rızası hilafına yargılamaya çekmek ve onu o zamana kadar eski davalının<br />

yürüttüğü yargılama ile bağlı tutmak sonuçlarını da kabul etmek gerekir 88 .<br />

Tarafta değişme durumunda kimlerin rızalarının aranması gerekir<br />

probleminde dava değiştirme hükümleri ile kabul edilebilir bir sonuca varılamayacağı<br />

buraya kadar yapılan açıklamalarla ortaya çıkmış olmalıdır.<br />

Şimdi üzerine eğilmek gereken ikinci mesele tarafta değişmede rıza göstermesi<br />

gerekenlerin bu rızayı göstermemeleri halinde dava değiştirme hükümleri<br />

ile hangi sonuçlara varılacağı ve bu sonuçların ne dereceye kadar<br />

kabul edilebilir olduğu meselesidir.<br />

Mevcut yargılamaya bir kimseyi rızası hilafına davacı olarak sokmak<br />

mümkün değildir. Dava değiştirme hükümlerinin burada uygulanması ha-<br />

87 Dava değişterme teorisinin yeni davalıyı eski yargılama ile bağlı tutma sonucuna götürdüğü<br />

için kabul edilemez olduğu hakkında ayrıca bkz. Lent/Jauernig § 86 II s. 243.<br />

88 Tarafta değişmeye dava değiştirme hükümleri ile davanın geri alınması hükümlerinin<br />

birlikte uygulanması gereğini ileri süren Gross (ZZP 76 (1P63) 200 ve son.) da esas<br />

itibariyle yeni davalının rızası gerekmediğini belirtmektedir, s. 203. Gross’un yazısının<br />

hiçbir yerinde yeni tarafın eskisinin sevkettiği yargılama ile bağlı olup olmadığına<br />

değinilmemesi anlaşılır gibi değildir. Bağlı olup olmama meselesinde davanın geri<br />

alınması hükümlerinin bir rol oynamıyacağı düşünülürse yazarın bu meselede dava<br />

değiştirme hükümlerini uygulamadan yana olduğunu ve yeni tarafın eski yargılama ile<br />

bağlı olduğu görüşüne katıldığını kabule hakkımız vardır ki bunun doğru olmadığını<br />

yukarıda belirttik. Gross’un görüşü dava değiştirme görüşünden şu noktada ayrılıyor;<br />

eski davalı değiştirme sachdienlich’tir denilerek rızası hilafına davadan çıkartılamaz,<br />

burada davanın geri alınması söz konusudur ve eski davalının rızası gereklidir.<br />

52


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

linde de davaya davacı olarak çekilmek istenen kimsenin rızası hilafına<br />

bunu temin etmek mümkün olamayacaktır. Halbuki dava değiştirme hallerinde<br />

gerekli rıza temin edilemediği takdirde kanun değiştirmenin icrası<br />

imkanını başka yollardan tanımıştır. Kanumumuza göre hasmın muvafakatinin<br />

elde edilememesi halinde davanın ıslahı (m. 83-90) suretiyle dava<br />

değiştirmek mümkündür. Fakat ıslah hükümlerine başvurarak davaya davacı<br />

olarak çekilmek istenen kimseyi iradesi hilafına buna zorlamaya imkan<br />

yoktur. Islah hükümleri böyle bir meseleye tamamen yabancıdır. Hiç<br />

kimsenin “kendi lehine olan davayı ikameye veya hakkını talebe icbar”<br />

olunamayacağı, m. 79, yolundaki kural zaten bir kimsenin rızası hilafına<br />

mevcut yargılamaya davacı olarak çekilmesine engeldir. Görülüyor<br />

ki, dava değiştirme hükümleri ile ne yeni davacının muvafakatinin elde<br />

edilmesi gereğini açıklamaya ve pek tabii ne de muvafakat elde edilememesi<br />

halinde ıslah hükümleri ile onun davaya çekilmesini temine imkan<br />

vardır.<br />

Diğer taraftan dava değiştirme görüşüne göre davacı değişmesinde<br />

davalının bu değişmeye rıza göstermemesi halinde yerini yenisine bırakmak<br />

isteyen veya davalı değiştirmede mevcut davalıyı değiştirmek isteyen<br />

davacı dava değiştirme hükümlerinin uygulanmasını kabul halinde ıslah<br />

yolu ile davalının muvafakat göstermemesine rağmen bu değiştirmeyi<br />

yapabilecektir 89 . Yani davayı ıslah ettiğini söyleyerek davadan ayrılabilecek<br />

veya eski davalıyı –davayı ona karşı ıslah etmesine rağmen– davadan<br />

uzaklaştırabilecektir. Böyle bir çözüm tarzı kanunun hükümleri ile çıtışmaktadır.<br />

Gerçekten davacı burada belirtilen her iki halde de –birincide<br />

kendisi yargılamayı terk ederek, ikincide davalıyı yargılama dışına çıkararak–<br />

davalıya karşı o zamana kadar yürüttüğü davayı geri almaktadır.<br />

Halbuki davalının rızası hilafına bir kere derdesti rüyet olmuş davanın geri<br />

89 Alman hukukunda (§ 264 ZPO) davalının rıza göstermemesi halinde davanın değiştirilmesi<br />

hakimin değiştirmeyi “amaca (işin esasına) uygun” (sachdienlich) görmesi<br />

halinde mümkün olabilir, bkz. dn. 70. mahkemenin davanın değiştirilmesinin “sachdienlich”<br />

olduğu yolundaki kararına karşı her hangi bir kanun yolu da tanınmış değildir,<br />

§ 270 ZPO. Bu durum Alman hukuku bakımından dava değiştirme görüşüne<br />

karşı munzam itirazların da yapılmasına yol açacaktır. Mesela yeni davalı bakımından<br />

kararı veren hakim –ki bu karar sırasında yeni davalı henüz yargılama da değildir–<br />

memnuniyet sebepleri dolayısı ile yeni davalının davasına bakmaması gereken bir hakim<br />

olabilir. Buna rağmen onun yeni davalıyı yargılamaya sürükleyen değiştirmenin<br />

sachdienlich olduğu yolundaki kararı bütün kontrollerden kurtulmuş kesin bir karar<br />

niteliğindedir.<br />

53


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

alınmasına davalının rızası olmadan imkan yoktur, bunun ıslah ile temini<br />

de mümkün değildir 90,91 .<br />

Burada Üstündağ ile aynı fikirde olmadığımız bir noktaya işaret etmek<br />

istiyoruz: Üstündağ eserinde davacının, taraf değişmesine karşı çıkan<br />

davalının bu itirazını ıslaha başvurmak sureti ile bertaraf edebileceğini<br />

söyledikten sonra ilave ediyor: “Islaha davacı müracaat edebileceği gibi,<br />

davalı dahi müracaat edebilir” 92 . Bizim hukukumuzda iddianın değiştirilmesi<br />

ile birlikte müdafaanın değiştirilmesi de yasaklanmıştır, m. 202/II;<br />

fakat davalı davacının rıza göstermemesi halinde müdafaasını ıslah etmek<br />

90 Nitekim m. 83’ün ıslah ile nelerin değiştirilebileceğini gösteren hükmünden de ıslah<br />

müessesesinin davanın geri alınması durumuna yabancı olduğu açıkça anlaşılmaktadır;<br />

Postacıoğlu s. 334; Kuru s. 314-315; HGK 23.12.1959 tarih ve 7/106-113 sayılı karardan<br />

da (Hukuk Postası Aralık-Ocak 1959/1960 s. 1093) bu husus açıkça anlaşılıyor.<br />

Bilge’nin ZPO § 271 de düzenlenen davanın geri alınmasının bizdeki ıslaha tekabül<br />

ettiği yolundaki görüşüne katılmıyoruz, bkz. s. 316. Alman hukukunda ıslah mevcut<br />

değildir. Değiştirmeye hasım razı olmadığı takdirde değiştirme ancak mahkemenin<br />

sachdienlich olduğu kararı ile icra edilebilir, § 264 ZPO. § 271’deki hüküm ise bizim<br />

m. 185/1’in tam paralelini teşkil etmektedir ve dava ancak davalının muvafakati ile<br />

geri alınabilir. Geri alınma halinde § 264 uygulanmaz. Zira sachdienlich olma durumu<br />

(bkz. dn. 70) davanın geri alınmasına yabancıdır.<br />

Alman hukukunda davanın geri alınması esasa girdikten sonra mümkün değildir, §<br />

271. Tarafta değişmeye dava değiştirme hükümlerinin uygulanması halinde esasa girildikten<br />

sonra da mahkemenin değiştirmeyi “amaca uygun” (sachdienlich) görmesi ile<br />

davalı davadan rızası hilafına çıkarılmış olacaktır ki bu davalının rızası hilafına davanın<br />

ona karşı geri alınması demek olacak ve varılan sonuç § 271 hükmü ile çatışacaktır,<br />

bkz. Blomeyer § 115 III 3 s. 635.<br />

91 Taraf değişmesinde, değişmeden sonra eski davadan feragat mı edilmiştir yoksa o dava<br />

geri mi alınmıştır tartışmasının anlamına gelince; bir kere hasımda bir yanlışlık yaptığı<br />

kanaatinde olan ve onu değiştirmek isteyen davacının (ister davacı ister davalı değiştirmede)<br />

iradesinin mevcut davalıya karşı davasından feragat ettiği yolunda ortaya<br />

çıkmış olacağını söylemek isabetli olmayacaktır, zira çoğu kere mütereddit olan davacı<br />

tarafın değiştirilmesine başvurunca feragat etmiş sayılacağı için mevcut davayı sonuna<br />

kadar sürüklemek zorunda kalacaktır ki bu tarafta değişmenin amacı ile çatışır, bkz.<br />

ilerde § 4’e. Bu bakımdan onun iradesini davayı geri almak yolunda değerlendirmek<br />

gerekir; kaldı ki davadan kendisi ayrılacak olan veya davalıyı davadan uzaklaştıracak<br />

olan davacı eğer davalıya karşı yürüttüğü davadan feragat ediyor ise neden davalının<br />

rızasını elde etmek mecburiyetinde kalsın ve neden davalı rıza göstermediği takdirde<br />

ıslaha başvurmak mecburiyeti ortaya çıksın? Davalıya karşı davadan feragat edilmiştir<br />

denilince artık dava değiştirmenin temelini teşkil eden hükümlerin uygulanmasının<br />

manası ne olabilir? Görülüyor ki aynı taraflar arasındaki davanın değiştirilmesindeki<br />

tartışmaların, Üstündağ s. 216 ve son., tarafta değişmede aynı anlama sahip olabileceğini<br />

söylemek güçtür.<br />

92 s. 197.<br />

54


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

suretiyle değiştirebilir, m. 202/III. Ancak davalının tarafta değişmeyi ıslah<br />

yolu ile temin etmesi kanaatimce mümkün değildir. Davalı ıslah yolu ile<br />

ne davacısını değiştirmek ne de kendisi davadan ayrılmak imkanına sahiptir.<br />

Bu bakımdan dava değiştirme hükümlerinin uygulanmasında ısrar,<br />

davalının tarafta değişmeyi sağlamasına yol açacak yani davacı yürütmek<br />

istediği davasından mahkemenin hükmünden başka bir yolla rızası hilafına<br />

uzaklaştırılmış olacak veya rızası hilafına davasını kendi seçtiğinden<br />

başka bir hasma karşı yürütmek durumunda kalacaktı (karş. HUMK m.<br />

79). Bu sonuçların kanuna ve usul hukuku prensiplerine aykırılığı açıktır.<br />

Davalının, başka bir şeye ihtiyaç olmaksızın mevcut davadan ayrılması<br />

sadece kabul (m. 92) ile mümkün olabilir. Görülüyor ki burada da dava<br />

değiştirme hükümleri ile kabul edilebilir sonuçlara varmak mümkün olmamaktadır.<br />

Bu mesele hakkında söylediklerimize bir son vermeden evvel<br />

Yargıtay’ın tarafta değişme hakkındaki tutumuna da işaret etmek gerekmektedir.<br />

Bir kere Yargıtay’ın kararlarından açıkça ortaya çıkan husus ıslah<br />

sureti ile hasmın değiştirilemeyeceğidir. Bir HGK’da 93 bu açıkça belirtilmektedir.<br />

Bu karara esas teşkil eden düşünce ıslah hükümlerinin tarafta<br />

değişmeye uygun düşmeyeceğidir. Kararda, “... davanın esas unsuru<br />

değişeceğinden dolayı, ıslah yolu ile davalının kişiliği değiştirilemez...)<br />

yolunda ve başarılı olmayan bir şekilde 94 ifade edilmek istenen ıslahın sadece<br />

aynı taraflar arasında cereyan edecek olan değişmelerde uygulama<br />

alanı bulabileceğidir 95 . Yargıtay böylece ıslahtan sonra eski davanın devam<br />

etmesinin taraf değişmesinde ortaya çıkaracağı kabul edilemez sonuçları<br />

önlemek istemektedir. Bu karardan evvelki ve sonraki kararlarında da<br />

Yargıtay ıslah suretiyle tarafı değiştirmenin caiz olamayacağını belirtmek<br />

93 HGK 11.9.1963 E: 2/60 K: 68 (Son İçt. 1964 N. 199 s. 6041).<br />

94 Üstündağ tutarlı olarak neticei talep ve dava temelinin de davanın esaslı unsurlarından<br />

olduğunu ve bunların ıslah ile değiştirilebileceğini, tarafın esaslı unsurlardan olduğu<br />

kabul edilince değişmesinin dava değiştirme olduğunu ve ıslah ile bunun temin<br />

edilebileceğini de kaul etmek gereğini belirtiyor, s. 197. Fakat belirttiğimiz gibi Yargıtayın<br />

esas amacı dava değiştirme hükümlerinin uygulanmasına engel olmaktır.<br />

95 Hangi hususların ıslah ile değiştirilebileceğini belirten İBK’ında da tarafın edğiştirilmesinden<br />

bahis yoktur: “Dava açıldıktan sonra mevzuunda, sabebinde ve delillerde<br />

ve sair hususlarda usule müteallik olmak üzere yapılmış yanlışlıkları ve eksiklikleri<br />

tamamlamak imkanı veren... ıslahın; ...” (4.2.1948 E. 10 K. 3 (RG. 17 Haziran 1948, N.<br />

6934); yüksek mahkeme daha onra yukarıda belirtilen HGK’da açıkça tarafın ıslah ile<br />

değiştirilemeyeceğini belirtmek fırsatını bulmuştur.<br />

55


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

gereğini duymuştur 96 . Demek oluyor ki Yargıtay tarafta değişmeye dava değiştirme<br />

damgasını vurmaktan dikkatle kaçınmaktadır. Doktrinin hemen<br />

ittifakla Yargıtayın tutumunu eleştirmesine biz dava değiştirme görüşünün<br />

ortaya çıkardığı sonuçlar dolayısı ile katılmıyoruz.<br />

Dava değiştirme görüşünü eleştirirken buraya kadar mevcut bir tarafın<br />

yerine bir yenisinin geçmesi haline, tarafın değişmesine, dava değiştirme<br />

hükümlerinin uygulanmasının isabetli olamayacağını, bu hükümlerin bu<br />

meseleye uygun olmadığını açıklamaya gayret ettik. Yazının başında belirttiğimiz<br />

gibi tarafta değişme üst kavramı altına mevcut tarafa yeni bir<br />

tarafın katılması da (taraf katılması, davanın ikamesinden sonra meydana<br />

gelen taraf yığılması –Parteibeitritt, nachtraegliche Parteienhaeufung) ithal<br />

edilmektedir 97 .<br />

Davacının yanına yeni bir davacının katılması veya davacının davalının<br />

yanına bir diğer şahsı ikinci davalı olarak çekmesi halinde yanlardan<br />

birinde davanın ikamesinden sonra bir taraf çokluğu ortaya çıkmaktadır.<br />

İşte bu durumda da tarafta bir değişmenin söz konusu olduğu ve bu sebeple<br />

bir dava değiştirme ile karşı karşıya bulunulduğu, bundan dolayı da<br />

dava değiştirme hükümlerinin uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür 98 .<br />

Bu durumu dava değiştirme olarak görmek hatalı bir nitelendirmedir.<br />

Dava değiştirme hükümleri bu duruma da hiçbir surette uymamaktadır.<br />

Şimdi kısaca davacının yanına yeni bir davacının gelmesi veya davacının<br />

ilk davalısına yönelttiği davasının yargılamasına ikinci bir davalıyı çekmesinin<br />

nasıl nitelendirilmesi gereği üzerinde duralım.<br />

Davanın ikamesi ile davacı ve davalı arasında bir usul hukuku ilişkisi<br />

doğmuş bulunmaktadır. Şimdi davacı mesela müteselsil borçlulardan biri<br />

olan ilk davalının yanına diğer müteselsil borçluyu da çekmek istemektedir<br />

ve çekmiştir. Burada ortaya çıkan davalı yanda HUMK m. 43 anlamında<br />

bir taraf çokluğudur. Yanlardan birinde bir taraf çokluğunun bulunması<br />

96 Mesela 4 cü HD 2.5.949 955/2625 (Tat. YK 1949 s. 194/195); TD 24.2.1950 E. 49/3385 K.<br />

926; (Tat. YK 15 Mayıs 1960 s. 375); 6 HD 26.3.1966 E. 5698 K. 1172 (Ank. BD 1966 N.<br />

4 s. 758); HGK 6.3.1963 E. 6/29 K. 26 (Ank. BD 1963 N. 2 s. 230 (231)); HGK 14.10.1967<br />

E. 966/8/295 K. 488 (İKİD 1967 N. 84 s. 5780, 5781).<br />

97 Bkz. dn. 1<br />

98 Schönke/Schröder/Niese § 49 IV s. 225; Meiss ZZP 69 (1956) 475; RGZ 108, 305: 141,<br />

277 (283); BGHZ 40. 185; BGH NJW 1966, 1028.<br />

56


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

hali ise aynı yargılama içinde birden fazla usulî ilişkinin yani daha açık bir<br />

deyişle birden fazla davanın bulunması demektir. Yani birden fazla davalı<br />

ile bir davacı veya birden fazla davacı ile bir davalı veya her iki tarafta da<br />

birden fazla kişinin bulunması halinde yanlarda bulunan tarafların adedine<br />

göre birden fazla dava aynı yargılama için de görülüyor demektir 99 .<br />

Bu davalar aynı yargılama içinde olmakla beraber bağımsızlıklarını<br />

muhafaza ederler. Dava şartları ve iptidaî itirazlar aynı yargılama içindeki<br />

her dava içinde ayrı ayrı söz konusu olur 100 . Yargılamanın birliğine rağmen<br />

dava ortaklarının usulî muameleleri diğerlerinin davaları üzerinde etkili<br />

değildir 101 . Dava ortaklarının davaları birbirinden bağımsız olduğundan<br />

her ortak diğerini temsil edebilir 102 , diğer ortakların davalarına müdahale<br />

edebilir 103 , kendi davası bakımından önemli olmayan vakıalar için diğer<br />

ortağın davasında şahit olarak dinlenebilir 104 . Nihayet bu bağımsızlığın tabii<br />

bir sonucu olarak her ortağın davası farklı şekilde hükme bağlanabilir,<br />

birinin davası reddedilirken diğerinin lehine hüküm verilebilir 105 .<br />

99 Thomas/Putzo § 59 önü I s. 85; Baumbach/Lauterbach § 59 önü 1 s. 199-120; Lent/<br />

Jauernig § 81 III s. 233; Blomeyer § 109 s. 611; Guldener § 31 C II s. 273; mesela iki<br />

davacının (A) (B) ve bir davalının bulunduğu dava ortaklığında (aktif dava ortaklığı)<br />

iki dava (A-C, B-C); bir davacı (A) ve iki davalının (B) (C) bulunduğu dava ortaklığında<br />

(pasif dava ortaklığı) iki dava (A-B, A-C); iki davacı (A) (B) ve iki davalının (C) (D) bulunduğu<br />

dava ortaklığında dört dava (AC-, AD, (B-C, B-D) veya diğer deyişle usulî ilişki<br />

bulunacaktır, Thomas/Putzo aynı yer; Ansay s. 130; ayrıca bkz. HGK 12.2.1963 E. 1/14,<br />

K. 19 (İKİD 1963 N. 29 s. 2157).<br />

100 Nikisch § 109 IV 1, s. 436; Rosenberg § 94 III 1 b s. 465; Blomeyer § 109 II 2, s. 613;<br />

Guldener s. 275; Leuch Art. 36 N. 1 s. 70; Ansay s. 133<br />

101 Guldener aynı yer; Rosenberg § 94 III 1 d s. 465; Blomeyer § 109 II 2 s. 614; Baumbach/<br />

Lauterbach § 61 2 B s. 122; Nikisch § 109 IV 2 s. 436: Schönke/Schröder/Niese § 52 II<br />

4 s. 236; ayrıca ortaklardan birinin ikrarının diğerinin davasına tesir etmeyeceği hakkında<br />

mesela bkz. 4 HD 5.12.1956 E. 4000 K. 6212 (Jurisdictio 1957, N. 6 s. 574).<br />

102 Stein-Jonas-Schönke-Pohle § 61 II B s. 363; Nikisch § 109 IV 1 s. 436; Hukukumuz<br />

açısından pek tabii HUMk ve Avukatlık kanununun hükümlerinin göz önünde bulundurulması<br />

gerekmektedir.<br />

103 Schönke/Schröder/Niese § 26 IV 2 s. 131; dava ortağının davayı gıyaba bırakmasının<br />

müdahaleye engel teşkil etmeyeceği hakkında bkz. TD 19.9.1947, E. 3649; K. 2557<br />

(İleri Hukuk 1947 N. 29 s. 432). son. açıklamalara.<br />

104 Baumbach/Lauterbach aynı yer; Nikisch aynı yer; Schönke/Schröder/Niese aynı yer;<br />

Ansay s. 131; Postacııoğlu s. 248. ayrıca bkz. Bilge s. 221 ve son. açıklamalara.<br />

105 Rosenberg § 94 III 1 e s. 465; Nikisch aynı yer; Schönke/Schröder/Niese aynı yer; Guldener<br />

s. 275; HGK 12.2.1963 E. 1/14 K. 19 (İKİD 1963 N. 29 s. 2157) Bu kararda dava<br />

ortaklarından ikisinni gayrimenkule müdahaleleri varit görülmemiş üçüncü davalının<br />

ise müdahalesinin menine karar verilmiştir. Hepsi hakkında benzer kararlar verilmesi<br />

57


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Birbirlerinden bağımsız olan davaların teşkil ettiği dava ortaklığı, ya<br />

HUMK m. 43’ün bent hükümlerinden evvelki ifadesinden de anlaşılacağı<br />

üzere davacı veya davacıların, davalı veya davalılara karşı müştereken<br />

dava ikame etmeleri şeklinde 106 veya şartların gerçekleşmesi halinde ayrı<br />

açılmış davaların mahkeme tarafından birleştirilmesi ile (HUMK m. 48)<br />

ortaya çıkar 107,108 . Kanunun aradığı irtibat şartının gerçekleşmesi halinde<br />

ayrı açılmış davalar diğer genel şartların da gerçekleşmesi kaydı ile mah-<br />

58<br />

halinde de bir kısmının temyize müracaatı diğerlerinin müracaat etmemesi mümkündür<br />

ve bu halde de ortaklar hakkında kesin hüküm teşkil eden kararlar farklı olabilir.<br />

106 Zaruri dava ortaklığının (HUMk 47) söz konusu olduğu hallerde davanın müştereken<br />

veya bütün ortaklara karşı açılması gerekir, bkz. dn. 108.<br />

107 Dava ortaklığının doğumu için başka hususi faraziyeler de hatıra gelebilir; mesela çekişme<br />

konusunun yargılama sırasında aynı anda davalı tarafından birden fazla kişiye<br />

devredilmesi ve davacının davasını devralanlara karşı (HUMK 186’daki seçim hakkı)<br />

yöneltmesi halinde olduğu gibi.<br />

108 Bu takdirde birleştirilen davaların ikame tarihleri ayrı ayrıdır. Bunun sonucu olarak<br />

da dava ikamesine bağlanan sonuçlar her dava için ayrı tarihte ortaya çıkmış olacaktır<br />

(istisnai bir hüküm olarak bkz. BK. 134).<br />

Zaruri dava ortaklığı söz konusu olan hallerde ise zaruri dava ortaklarının hep birlikte<br />

dava etmeleri veya hepsine karşı birlikte dava ikame edilmesi (MK. m. 582’deki haller<br />

dışında, hepsi yerine bkz. Tuor/Picenoni Art. 603 N. 5 s. 838; Kuru mirasçıların müteselsilen<br />

sorumlu oldukları hallerde de hepsine karşı dava açılması gereğini söylüyor ki<br />

yazar bu görüşünde yalnız kalmış gözükmektedir, s. 220, dn. 5) gerekmektedir. Bu bakımdan<br />

birleştirme söz konusu olamaz. Ancak İsviçre Federal Mahkemesi “müstaceliyet”<br />

bulunan hallerde dava ortaklarından birinin dava açması dukumunda diğerlerinin<br />

sonradan davaya katılması gerçekleşirse davayı açana bir temsil yetkisi tanımaktadır,<br />

BGE 58 II 200; yalnız bu imkan federal mahkemeye göre müstaceliyet halinin devamı<br />

ile sınırlıdır. Temyiz mahkememiz de, hatta “müstaceliyet” şartını dahi aramadan, bu<br />

imkanı kabul ediyor görünmektedir: Mesela bkz. HGK 21.11.1951, E. 168, K. 236 (son.<br />

İçt. 1952 N. 52 s. 1257); HGK 10.3.1965, E. 8, K. 51-90 (AnkBD 965 N. 4 s. 477-478);<br />

HGK 9.11.1966 E. 8 K. 113-285 (Ank-BD 967 N. 1 s. 118); 6HD 23.2.1967 E. 3874 K. 910<br />

(AnkBD 967 N. 3 s. 546).<br />

Fakat burada söz konusu olan yeni tarafların onlara karşı yeni davalar ikamesi suretile<br />

eski yargılamaya çekilmeleri değildir. Zira bu zaruri dava ortağının bünyesine aykırıdır.<br />

Burada davayı ikame eden ortağın açtığı davayı reddedilmekten kurtarmak için bir<br />

temsil faraziyesine sığınılmaktadır. Yani dava diğer ortakların muvafakatlerini bildirerek<br />

davaya katılmaları anında değil fakat ilk ortağın davayı açtığı tarihte derdestlik<br />

kazanmış kabul edilmektedir.<br />

Davalı yanda bir zarurî dava ortaklığı söz konusu ise yani davacının bütün ortakları<br />

aynı anda hasım tutarak dava ikame etme gerği mevcut ise ve davacı mesela tek bir<br />

ortağa karşı dava açmışsa bu dava, dava takip yetkisi bulunmaması dolayısı ile reddedilecektir.<br />

Burada yukarıda zikredilen kararların verdiğe imkandan yararlanmak söz konusu<br />

olamaz. Zira kabul edilen bu imkan miras şirketini korumak için kabul edilmiştir.<br />

Davacının diğer ortakları davaya çekmesi tarafın değişmesi hükümlerine tabi olacaktır,<br />

bkz. § 6.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

kemece bir tek yargılamada birleştirilebilecektir. Böylece birbirlerinden<br />

tamamen müstakil olan birden fazla dava aynı yargılama içine sokulmuş<br />

olacaktır. Bu birleştirme birbirlerinden bağımsız olan davalar üzerinde<br />

bir etki meydana getirmez. Onlar sadece aralarındaki irtibat sebebiyle ve<br />

usul ekonomisinin sağlanması ve çelişik kararların önlenmesi amacı ile<br />

aynı yargılama içine alınmışlardır. İcabında bu davalar tekrar ayrılabilirler<br />

(HUMK m. 45, 46). Ayrılmadan sonra da davalar birbirlerinden bağımsız<br />

olarak devam ederler. Tekrar edelim birleştirme halinde bağımsız bu davalar<br />

bakımından hiçbir değişme söz konusu olmayacaktır.<br />

Şimdi devam eden davanın yargılamasına davacı davalısının yanına<br />

yeni bir davalıyı çekmek isterse ve buna bir an için bir engel olmadığını<br />

kabul edersek, yeni davalının yargılamaya girmesi ile aynı yargılama<br />

içinde ikinci bir dava (yeni davalıya karşı) açılmış demektir. Böylece bu<br />

yolla bir dava ortaklığı doğmuş bulunmaktadır. İlk davanın değişmesi bu<br />

sebeple söz konusu değildir ve yine bu sebeple ilk davalının muvafakatine<br />

ihtiyaç yoktur. İlk davalı sadece dava ortaklığı şartlarının gerçekleşmemiş<br />

olduğunu ileri sürerek davacının aynı yargılama içinde birleştirdiği davaların<br />

ayırlamsını talep edebilir (HUMK m. 45). Aynı yargılamaya yeni bir<br />

davacının girmesi bakımından da davalı için durum aynıdır. Bu yolla dava<br />

ortaklığının doğumu bakımından ne davalının rızasına ihtiyaç vardır, ne<br />

de tabiatıyla dava ortaklığının doğumunu temin için ıslah hükümlerinin<br />

uygulanması mümkündür; mesele dava ortaklığının kanunda yer almayan<br />

böyle bir doğum şekline cevaz verilip verilemeyeceğindendir. Yoksa doğum<br />

şekli kabul edildikten sonra uygulama alanı bulabilecek hükümler<br />

sadece dava ortaklığı hükümleri olabilir 109 .<br />

109 Putzo, NJW 1965 500, yazar haklı olarak müstakil bir dava ikamesinde davalının rızası<br />

ve sachdienlichkeit ne derece gerekli olabilir ise yeni bir dava ortağının ilk davalı<br />

yanına çekilmesinde de o kadar gerekli olabilir demekte ve sadece dava ortaklığı<br />

şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediği hususunun önemli olduğunu belirtmektedir.<br />

Sachdienlichkeit’ın yerine ıslah hükümlerini geçirerek aynı düşünce tarzını hukukumuz<br />

için tekrarlıyabiliriz; sadece dava ortaklığı hükümlerinin söz konusu olabileceği<br />

hakkında bkz. ayrıca Blomeyer § 115 IV 1 a s. 635 ve son.; Thomas/Putzo, § 50 önü 4 s.<br />

70, 71; Bernhadd § 32 III 2 s. 209, 210; Zöller § 264 I 2 s. 362 (bu yazarın taraf olanın<br />

değişmesinde dava değiştirme hükümlerinin kıyasen uygulanacağını kabul ettiği hatırlanmalıdır,<br />

bkz. dn. 52; yazar buna rağmen bu meselede dava ortaklığı hükümlerinin<br />

uygulama alanı bulacağını dava değiştirme hükümlerinin söz konusu olamayacağını<br />

açıkça belirtmektedir.); München, Oberlandsgericht kararı MDR 58, 849; “Müteselsil<br />

borçlulara karşı birlikte dava açılmak isteniyorsa, bunun dava açıldığı sırada bir dilekçe<br />

ile yapılması gerekir. Yoksa, bir müteselsil borçluya karşı dava açıldıktan sonra, ek<br />

59


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu paragrafın bu ilk bölümündeki açıklamalardan kanaatimizce şu<br />

sonuca ulaşmak gereği ortaya çıkmaktadır: Kanunda yer alan dava değiştirme<br />

hükümleri sadece aynı kalan taraflar arasındaki değişmeler bakımından<br />

yürüyecektir 110 . Dava değiştirme davanın dava dilekçesinde yer alan<br />

zaruri unsurlarının değişmesidir, taraf da bu unsurlardan biridir; şu halde<br />

tarafta değişme dava değiştirmedir ve dava değiştirme hükümlerinin uygulanması<br />

gerekir şeklindeki bir yorumda isabet yoktur. Dava değiştirme<br />

hükümlerinin tarafta değişmeye uygulanmasında ne gibi sonuçlara varılacağı<br />

hatırlanırsa bu hükümlerin ne doğrudan doğruya ne de kıyasen uygulanmasına<br />

imkan olamayacağı kabul edilecektir zannederim. Zira bu sonuçlar<br />

dava değiştirme hükümlerinin tarafta değişmeye tamamen yabancı<br />

olduğunu ve bunların uygulanmasının ratio legis’e aykırı bulunduğunu<br />

göstermektedir 111 .<br />

60<br />

III. İlk Davanın Geri Alındığı ve Yeni Bir Dava İkame Edildiği Görüşü<br />

Dava değiştirme görüşünün karşısına ilk çıkan Kisch 112 tir. Yazara göre<br />

dogmatiğin görevi “hukukî tezahürleri” “basit ve müttehit” üst kavramlara<br />

göre nitelemektir (Subsumtion, altlama). Amaca uygunluk ve menfaatler<br />

durumu gibi mülahazalar hukuk bilimini sadece “sathileştirme” ye yol<br />

açarlar. “Gayesi kanun teklifi yapmak değil yürürlükteki hukuku yorumlamak<br />

olan kimse sadece kanunda yer alan düşünceleri ortaya çıkarmak mecburiyetinde<br />

olduğunu ve bunlarla bağlı bulunduğunu unutmamalıdır” 113 .<br />

dilekçelerle diğer müteselsil borçlulara da davanın teşmiline usulî imkan yoktur” 4 HD<br />

7.9.1965, E. 6056 K. 5057 (İst. BD 4 HD kararları 2 ci ek s. 1). Bu karardan anlaşılacağı<br />

üzere Yargıtay dava değiştirme hükümlerini uygulamayı düşünmemiştir. Ancak Yargıtay<br />

bu kararı ile dava değiştirme hükümlerini reddetmekten daha ileri gitmektedir.<br />

Kararda söylendiği gibi hiçbir usulî imkan söz konusu olamaz mı ilerde inceleyeceğiz.<br />

110 Rosenberg § 100 I s. 485; Hofmann NJW 64 1027; ayrıca bkz. HGK 11.9.1963 E. 2/6 K.<br />

68 (Son İçt. 1964 N. 199 s. 6041).<br />

111 Dava değiştirme hükümlerinin uygulanması ile varılacak sonuçlar göz önünde tutulacak<br />

olursa bu hükümlerin kısmen de olsa tarafta iradî değişmeye uygulanamayacağı<br />

anlaşılmaktadır; karş. Schwab ZZP 73 478; Zöller § 264 I 2 s. 362; Gross ZZP 76 s. 200<br />

ve son.<br />

112 Parteiaenderung im Zivilprozess, München 1912, bu eserden ne yazık ki doğrudan<br />

doğruya yararlanmak imkanını bulamadım. Yazarın görüşlerini de Boor geniş ölçüde<br />

aksettirmiştir. Ben de esas itibariyle bu bilgilerden faydalandım; bu arada Kisch’in<br />

görüşünü nakleden Gross (ZZP 76 s. 200 ve son.), Rosenberg (ZZP 70 s. 1 ve son.),<br />

Üstündağ (s. 188 ve son.) da yer alan bilgiler de dikkate alınmıştır.<br />

113 Önsöz s. X, de Boor s. 6 dan naklen.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Yazar tarafta değişme meselesini hallederken de gerekli olan her şeyin kanunda<br />

ifadesini bulmuş olduğu görüşünden hareket etmektedir. Ona göre<br />

mesele bir davada mevcut taraflardan birinin çekilmesi ve onun yerine bir<br />

yenisinin geçmesi durumuna uygun kanunî hükümleri bulmaktır. Taraftaki<br />

bu değişme iki ayrı usulî oluşla tamamlanmaktadır; birinci davalıya<br />

karşı davanın geri alınması; yeni davalıya karşı yeni bir dava ikamesi. İlk<br />

kademede davanın geri alınması hakkındaki hüküm (§ 271 ZPO; HUMK<br />

m. 185 b. 1) ikinci kademe için dava ikamesi hakkındaki hüküm (§ 253<br />

ZPO; HUMK m. 179) uygulama alanı bulacaktır 114 .<br />

Kisch dava değiştirme görüşüne karşı tenkitlerini esas itibariyle bu<br />

görüşün lojik bakımından yanlış olduğu temeline dayandırmaktadır 115 .<br />

Ona göre davanın zarurî unsurları dava temeli neticei talep ve taraflardan<br />

ibaret edğildir. Davanın önüne götürüleceği mahkeme de dava dilekçesinde<br />

yer alması gereken zaruri bir unsurdur. Dava değiştirme görüşüne göre<br />

mahkemenin değiştirilmesini de dava değiştirme olarak görmek gerekecektir.<br />

Fakat yazarın bu itirazları dava değiştirme görüşünün mantıki temelden<br />

yoksun olduğu sonucuna götürebilecek midir? Dava değiştirme görüşünden<br />

yana olanlar diyecektir ki, mahkemenin dava arzuhalinde yer<br />

almasının gerekli olduğu açıktır. Ancak dava değiştirme görüşünü kabul<br />

edenlerin mahkemenin değişmesi halinde de dava değiştirme durumu<br />

görmek zorunda olacaklarını söylemek hatalıdır. Kanun mahkemenin değişmesini<br />

diğer unsurlardan ayırarak farklı hükümlere tabi tutmuştur. Şu<br />

hale göre değişmeleri bu şekilde ayrı olarak düzenlenmemiş olan unsurların<br />

değişmesine dava değiştirme hükümlerini uygulamak gerekecektir 116 .<br />

Doğrusu böyle bir izah şeklinin mantıkî bakımdan doğru olmadığını söylemek<br />

pek mümkün görünmüyor 117 .<br />

114 de Boor’un haklı olarak belirttiği gibi bu çözüm tarzının temelinde merî hukuk düzeninde<br />

boşluk olamayacağı dogması yatmaktadır, bkz. de Boor s. 7.<br />

115 Burada dava değiştirme görüşünün, tarafın davanın zarurî unsurlarından olduğu ve bu<br />

sebeple değişmesinin dava değiştirme olacağı şeklinde ifade edilen şeklî taraf kavramının<br />

ortaya çıkmasından sonraki şekli hedef alınmaktadır. Dava değiştirme görüşünün<br />

tarafın dava temeline dahil bulunudğu gerekçesine dayanan ilk şeklinin tenkidi için<br />

bkz. bu pragrafta I ve II’ye.<br />

116 Nitekim bkz. Hellwig Lehrbuch 3 § 166 IV 1 s. 236; Gross ZZP 76 200 (202); Üstündağ<br />

s. 192.<br />

117 Mahkemenin değişmesinin ayrı olarak düzenlenmesinin ne şekilde yorumlanması ge-<br />

61


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Fakat yazar esas gerekçesini yeni bir davanın açıldığı esasına dayandırmaktadır.<br />

Ona göre “her değişme mantıkî olarak değiştirilen konunun<br />

aynı kalmasını gerektirir.” “Davanın aynı kalması bakımından sabit bir<br />

sınır ise, ancak asgarî şart olarak davalı ve davacının aynı kalmaları ile<br />

sağlanabilir” 118 . Tarafların değişmesi halinde artık davanın aynı kaldığından<br />

bahsedilemez; birinci ile hiçbir ilişiği bulunmayan yeni bir usulî ilişki<br />

ortaya çıkmıştır. Zira tarafların davanın aynı kalması meselesinde ayrı<br />

bir önemi bulunmaktadır, onların değişmesi halinde aynı davanın devam<br />

ettiği söylenemez. Bir davacının davası diğer bir davacının değiştirilmiş<br />

davası olamayacağı gibi bir davalıya karşı ikame edilmiş davanın bir diğer<br />

davalıya karşı değiştirilerek devam eden dava olarak görülmesi de mümkün<br />

olamaz 119 . Aksi takdirde kanunun kabul ettikleri dışında (§ 259, 265)<br />

bir halefiyet durumu ortaya çıkacaktır ki bu kabul edilemez 120 . Tarafın değişmesine<br />

uygulanacak hükümler kanunda mevcuttur. İlk dava geri alınmaktadır<br />

ve yeni bir dava ikame edilmektedir. Bunlara ilişkin hükümler ne<br />

ise onlar burada da uygulanır 121 .<br />

Alman hukukunda bu görüş bilhassa yargılamanın devamlılığını<br />

(Kontinuitaet des Verfahrens) ortadan kaldırdığı ve yargılamayı birbirinden<br />

tamamen bağımsız iki kısma ayırdığı için tenkit edilmiştir 122 . Ayrıca<br />

yeni tarafa karşı yeni bir dava ikame edilmiştir denilince istinaf mahkemesinde<br />

iradî bir dava ikame edilmiştir denilince istinaf mahkemesinde iradî<br />

bir taraf değiştirme söz konusu olamayacaktır, zira istinafta yeni bir dava<br />

ikamesine imkan yoktur 123,124 .<br />

62<br />

rektiği hakkındaki görüşümüz için bkz. dn. 66’ya ait ve takip eden metin ve bu paragrafın<br />

II nolu bölümüne.<br />

118 s. 24 ve son. (de Boor s. 8 den naklen).<br />

119 s 25 (Hess s. 55-56 dan naklen).<br />

120 Hofmann NJW 64 1026/7; bu yazar son zamanlarda Kisch’in görüşüne katılan tek yazar<br />

olarak görülüyor ayrıca bkz. Hess s. 55, 56.<br />

121 Kisch’in dava değiştirme görüşüne karşı tenkitleri sadece mantıkî bakımdan bu görüşün<br />

yanlış olduğuna inhisar etmez, bkz. dn. 117. yazar dava değiştirme hükümlerinin<br />

tarafta değişmeye uymadığını da çeşitli örneklerle belirtmektedir ki de Boor bu itirazları<br />

haklı görüyor, bkz. s. 15.<br />

122 de Boor s. 16; Gross s. 201, 202; Blomeyer § 115 III 3 s. 635.<br />

123 Blomeyer aynı yer; Gross s. 202; Rosenberg ZZP 70 s. 4.<br />

124 de Boor, Kisch’in kendisine karşı yöneltilen bu tenkitleri bir makalesinde (“Parteibeitritt<br />

in der Berufungsinstanz” Festschrift für R. Schmid t 1932 s. 306) karşılamaya ve


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Kisch’in bu konuda söylediklerini tamamen reddedecek değiliz. Yazar<br />

açıklamalarının temeli olarak belirttiği düşünceleri bakımından haklıdır.<br />

Yazarın belirttiği gibi yanlardan birindeki tarafın değişmesi halinde artık<br />

eski usulî ilişkinin devam ettiği söylenemez. O zamana kadar A ile B arasında<br />

devam etmekte olan davanın B yerine giren C’ye karşı da aynen devam<br />

ettiği söylenemez. Kanun hangi hallerde usulî halefiyetin söz konusu<br />

olacağını açıkça düzenlemiştir (tarafın ölümü m. 186’daki seçim hakkının<br />

devralana karşı davayı yürütmek şeklinde kullanılması halleri). Bunlar dışında<br />

eski davalının yerine bir yenisinin geçmesi halinde yeni bir usulî<br />

ilişki ortaya çıkmıştır. Yani yeni bir dava söz konusudur. Yazarın belirttiği<br />

gibi (bkz. dn. 119) bir davacının davası diğer bir davacının değiştirilmiş<br />

davası olamayacağı gibi bir davalıya karşı ikame edilmiş davanın bir diğer<br />

davalıya karşı değiştirilerek devam eden dava olarak görülmesi mümkün<br />

değildir. Nitekim Kisch’in görüşünü tenkit eden dava değiştirme görüşü<br />

taraftarları yazarın dogmatik gerekçelerine karşı bir şey söylememişler fakat<br />

sonuçlarının kabul edilemez olduğunu ileri sürmekle yetinmişlerdir.<br />

Kisch’in yukarıda belirtilen söylediklerine doğrudur derken sadece dogmatik<br />

esasların gözönüne alındığı sanılmamalıdır. Yazarın söyledikleri<br />

dogmatik bakımdan doğru olduğu gibi menfaatler durumuna ve kanunun<br />

amacına da uygundur. Kanun sadece pek sınırlı hallerde bir kimsenin yürüttüğü<br />

yargılama ile diğer bir kimseyi bağlı tutmuştur. Zira bir kimsenin<br />

katılmadığı bir yargılama ile bağlı tutulması usul hukukunun amacına aykırıdır.<br />

Bunun nasıl kabul edilemez sonuçlara götürdüğü dava değiştirme<br />

görüşü incelenirken belirtildi. Demek oluyor ki, esas olarak mevcut tarafın<br />

yerine bir yenisinin geçmesi halinde artık eski usulî ilişkinin devam ettiği<br />

söylenemeyecektir. Bu şeklî taraf kavramının ortaya çıkardığı bir sonuç<br />

oluyor. Taraf dava dilekçesinde gösterilen kişi olduğuna ve usul hukuku<br />

ilişkisi gösterilen taraflar arasında ortaya çıktığına göre, dilekçede gösterilen<br />

taraflardan birini yerine bir diğerinin geçmesi halinde bu sefer aynı<br />

kalan tarafla bu yeni taraf arasında bir usuul hukuku ilişkisi (dava) ortaya<br />

çıkmış olmaktadır.<br />

Yeni bir usul hukuku ilişkisinin ortaya çıkmış olduğu görüşünü menfaatler<br />

durumuna da uygun bir görüş olarak kabul edebileceğimizi söylemek<br />

Kisch’in yaptığı bu tesbite bağladığı bütün sonuçlara katıldığımız<br />

yargılamanın bu parçalanmasının arzu edilir bir husus olması gereğini kabul ettirmeye<br />

çalıştığını söylemektedir, s. 16 dn. 20.<br />

63


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

anlamına gelmemelidir. Zira yazar yeni bir usulî ilişkinin doğduğunu<br />

böylece eski davanın geri alınmış olduğunu ve yeni bir dava ikame edilmiş<br />

bulunduğunu söylemek suretiyle tarafta değişmeyi kanun hükümleri<br />

bakımından niteledikten sonra yeni bir değerlendirmeye lüzum görmüyor.<br />

Bir kavram içtihatçısı olarak onun için mesele kapanmıştır. Madem ki<br />

eski davanın geri alınması ve yeni bir dava ikame edilmesi söz konusudur,<br />

kanunda bu hususlara ilişkin hükümler aynen uygulanacaktır. Yazar için<br />

düşünme imkanı sadece kanunun sınırları içinde mevcuttur 125 , yani menfaatler<br />

durumu vs. gibi mülahazalarla kanunun tamamlanması söz konusu<br />

değildir. Yazar haklı olarak dava değiştirme görüşünün karşısına çıkmış<br />

olmasına, dava değiştirme hükümlerinin tarafta değişmeye uymadığını<br />

tesbit etmiş bulunmasına rağmen, bir kavram içtihatçısı olduğu için dava<br />

değiştirme hükümlerinin uygulanmasının ne derece haksız ve kabul edilemez<br />

sonuçlara götürdüğü hususuna değinmek aklına gelmemiştir. Zira<br />

bir kavram hukukçusu olarak onu ilgilendiren sadece nitelendirmenin<br />

(Subsumtion) doğru olup olmadığına bakmaktır 126 . İşte yazarın bu anlayışla<br />

vardığı sonuçların tamamına, dava değiştirme görüşüne karşı haklı<br />

çıkışına rağmen, katılmak mümkün olmamaktadır 127 .<br />

Kisch ilk davanın yargılamasının ayakta tutulup tutulamayacağı diğer<br />

bir deyişle bu yargılamadan ikinci dava bakımından yararlanılıp yararlanılamayacağı<br />

meselesi üzerinde hiç durmuyor. Durması yukarıda açıklanan<br />

anlayışı dolayısı ile düşünülemezdi de; zira kanunda böyle bir imkan değerlendirilmiş<br />

değildir. Birinci dava geri alınmıştır ve hiç açılmamış sayılacaktır<br />

(bkz. dn. 128). İkinci davalıya karşı ise yeni bir dava açılmaktadır,<br />

birisi bitmiş ortadan kalkmış ve ikinci bir dava açılmıştır. Birincinin yargılamasının<br />

ikinci bakımından ayakta durması söz konusu olamaz. Kisch<br />

bir kavram içtihatçısı olarak böyle düşünmek durumundadır. Eski davanın<br />

yargılamasından faydalanmanın mümkün olabileceği bir kavram içtihatçısının<br />

kabul edebileceği bir sonuç değildir, eski davanın yargılaması yeni<br />

tarafa karşı yöneltilen davada bir takım muamelelerin tekrar yapılmasını<br />

önlemek suretiyle bir tasarruf sağlasa dahi. Zira ilk dava geri alınmıştır ve<br />

125 bkz. de Boor s. 10, 11.<br />

126 Yazarın kavram içtihatçılığına (Begriffsjurisprudenz) tam bağlılığı de Boor’un naklettiği<br />

fikirlerinden anlaşılmaktadır, bkz. s. 10 dn. 13, s. 11 dn. 14, s. 12 dn. 17, 18, 19.<br />

127 Mamafih karş. Hofmann NJW 64 1026, 1027.<br />

64


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

yararlanılacak bir yargılama mevcut değildir 128 ; kanunda bu yargılamanın<br />

yeni dava bakımından değerini muayyen bir şekilde muhafaza edeceğini<br />

gösteren bir hüküm de mevcut değildir.<br />

§ 4. Tarafta İradî Değişme Neden Mümkündür?<br />

Yukarıda Kisch’in görüşünün tarafın iradî olarak değişmesi şeklinde<br />

ayrı bir meselenin mevcut olamayacağı sonucuna götürdüğünü görmüş<br />

bulunuyoruz. Halbuki biz de yazar ile birlikte yeni bir tarafın eskisinin<br />

yerine geçmesi halinde yeni bir usul hukuk ilişkisinin doğduğunu yani<br />

yeni bir davanın söz konusu olacağını kabul ediyoruz. Fakat biz kavram<br />

içtihatçılığını reddettiğimiz için, iradî taraf değişmesini kanunda bu husus<br />

düzenlenmemiştir diye reddetmek yoluna girmeyeceğiz.<br />

İlk önce yargılama sırasında taraf değişmesine cevaz verilmesinin neyi<br />

sağlayacağını bilmek gerekir. Diğer bir deyişle hangi amaçla iradî bir taraf<br />

değiştirme kabul edilecektir bunu tesbit etmek lazımdır. Söz konusu olan<br />

amaç, tarafın değişmesinden evvelki yargılamadan, yeni tarafla yürüyen<br />

davada faydalanabilmektir 129 . Fakat yukarıda da belirtildiği gibi kanun<br />

böyle bir imkanı değerlendiren bir hüküm ihtiva etmemektedir. Kanunun<br />

susuşunu nasıl yorumlamak gerekir?<br />

Medenî usulün gayesi bize yol gösterici olacaktır. Medenî usulün gayesini<br />

şu şekilde tarif etmek mümkündür: Hukukî sükunun devamını sağlama<br />

amacı ile sübjektif hakların korunması 130,131 . Bu tarife göre medenî<br />

128 Hofmann ilk dava esastan (unbegründet) reddedilmiştir diyor, s. 1027; yazarın ilk davanın<br />

geri alınmış olduğunu söyledikten sonra bunu ilave etmesi isabetsizdir. Zira geri<br />

alma halinde esas hakkında bir hüküm verilmesi söz konusu değildir, dava geri alındığı<br />

takdirde hiç açılmamış sayılmaktadır, bkz. Blomeyer § 63 I s. 306; Rosenberg § 127 I 1 s.<br />

617.<br />

129 Dava değiştirme görüşü de bir bakıma ilk yagrılamayı ayakta tutuyor, fakat değişmeden<br />

sonra da tarafları tamamen bağlayacak şekilde! Yani bir halefiyet ortaya çıkararak!<br />

Bunun hangi souçlara götüreceği ve bu sonuçların neden kabul edilemiyeceği üzerinde<br />

durduk.<br />

130 Bkz. medenî usul hukukunun amacı için Rimmelspacher s. 19 ve son.<br />

131 Yani bize göre de medenî usulün amacı hakların korunmasıdır. Ama bu reel amaç ideal<br />

amacın bir gereğidir, yani hukukî sulh ve sükunun muhafazası amacının bir gereği,<br />

Rimmelspacher’in deyişi ile medenî usulün ideal amacı hukukî sükunun muhafazası,<br />

reel amacı ise ideal amaç çerçevesi içinde hakların korunmasıdır, s. 23. Demek ki ideal<br />

amaç reel amacın sınırını teşkil etmektedir. Bazan hukukî sükunun muhafazası sübjektif<br />

hakkın korunması amacının haklı göstereceği işlemlerin engellenmesine yol açabi-<br />

65


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

usul normları sübjektif haklara yapılan tecavüzlerin ortadan kaldırılması<br />

veya bu tecavüzlere engel olunması için gerekli olan araçlardır. Medenî<br />

usul normları yardımı ile hakkın varlığı veya yokluğu tesbit ettirilebilecek<br />

(tesbit hükmü), hasmın bir ifaya mahkumiyeti sağlanabilecek (eda davasında<br />

alınacak hüküm) veya yeni bir durumun elde edilmesi (kurucu hüküm)<br />

mümkün olabilecektir.<br />

Böylece sübjektif bir hakkın ihlali veya inkarı ile bozulan hukukî sükun<br />

usul normlarının uygulanması ile yeniden kurulacaktır. Medenî usulün bu<br />

şekilde tesbit edilen amacı ihlal edilen hukukî sükunun bir an evvel ve en<br />

kolay şekilde iade edilmesini de gerektirmektedir 132 . Yani hukukî sükunun<br />

iadesi için sübjektif hakkın korunması amacının tabiatında, bu korumanın<br />

mümkün olduğu kadar çabuk ve kolay (ucuz) yapılması gereği yatmaktadır.<br />

Demek oluyor ki çabukluk ve kolaylık (ucuzluk) şeklinde ifade edilen usul<br />

ekonomisi eşyanın tabiatında (Natur der Sache) var olan bir husustur.<br />

İşte medenî usul bakımından eşyanın tabiatında mevcut bulunan usul<br />

ekonomisi ilk tarafla yürütülmüş olan yargılamadan yeni tarafla yürütülecek<br />

olan davada yararlanmayı gerektirmektedir. Böylece yapılmış işlerin<br />

bir kısmını tekrarlamak gereği ortadan kalkacak, çabukluk ve ucuzluk sağlanacaktır.<br />

Kanunun böyle bir imkanı düzenlemediğini söylemiştik. Şimdi<br />

ise bu açıklamalardan şu sonuca varıyoruz ki, kanunun, belirtilen sebeplerle<br />

böyle bir imkanı düzenlemesi gerekirdi. Şu halde artık bu konuda<br />

kanunda bir boşluk bulunduğunu kabul edebiliriz 133 . Kanundaki bir prensibin<br />

muayyen bir düzenlemeyi gerektirdiğini fakat kanunun bu düzenle-<br />

66<br />

lir. Mesela sübjektif hakkın korunması amacı karşısında aynı ihtilaf konusunun birden<br />

fazla kereler dava yolu ile dermeyanı mümkün görülmek gerekirdi. Ama kanun böyle<br />

bir imkanın doğrudan doğruya hukukî sükunu ihlal edeceğini düşünerek kesin hükmü<br />

kabul etmiştir. Bu yoldaki örnekler çoğaltılabilir, kanundaki süreler, bunlara bağlanan<br />

sonuçlar (mesela cevap süresi gibi), gıyap ve dava değiştirme yasağı hükümleri gibi.<br />

Hakkın korunmasının tek amaç olarak alınması halinde bütün bu engellemeler olmaksızın<br />

ihtilafların görülmesi gerekecekti. Fakat bu hukukî sükun ortamı değil ne zaman<br />

sona ereceği belli olmayan ihtilaflar ortamı olacaktı!<br />

132 Medenî usulün gayesi ister sadece sübjektif hakkın korunması (bkz. Hellwig Lehrbuch<br />

I § 1 I s. 2) ister sadece hukukî sükunun korunması olarak görülsün (Schönke AcP<br />

150 s. 2177 usul ekonomisi, medenî usul bakımından eşyanın tabiatında var olma niteliğini<br />

kaybetmez. Bu amaçlar bir an evvel gerçekleştirilme gereğini kendi içlerinde<br />

taşımaktadırlar.<br />

133 Bkz. Canaris s. 126; ayrıca bkz. dn. 135’de üçüncü grup boşluk çeşidindeki açıklamalara;<br />

tarafta değişmenin kabulünün, usul ekonomisi bakımından önemi için ayrıca bkz.<br />

de Boor s. 101.


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

meye açıkça yer vermediğini söylemekle kanunun bu konuda bir boşluk<br />

taşıdığını kabul etmiş oluyoruz 134,135 .<br />

134 Alman hukukunda boşluk fikrini kabul edenler: Blomeyer § 115 III 3 s. 635; de Boor s.<br />

100 ve son.; Nikisch § 116 I 3; Rosenberg ZZP 70 s. 1 ve son.; Lehrbuch (9 uncu bası)<br />

§ 41 III s. 174-175; Henckel s. 217; Lent/Jauernig § 86 II s. 243; Baumbach/Lauterbach<br />

(29) § 264 2 C s. 519; Bernhardt § 32 III 1 s. 207; Bergerfurth, s. 76 N. 141; BGHZ 21, 285<br />

(288/289) bkz. bu karar için dn. 70. Bazı yazarlar da esas itibariyle boşluk bulunduğunu<br />

kabul etmekle beraber bu boşluğun doldurulmasının dava değiştirme hükümlerinin<br />

kıyasen uygulanması ile olacağını (kıyasın söz konusu olduğu yerde bir boşluğun bulunduğu<br />

hakkında bkz. Meir-Hayoz Art. 1 No. 346; Larenz s. 287; Canaris s. 25; Serozan<br />

s. 106 dn. 180 a; aksi fikir için bkz. Ataay s. 80; BGE 74 II 109) belirtmektedirler;<br />

Schwab ZZP 73 s. 478; Zöller § 264 I 2 s. 362. Pohle de bir boşluğun mevcudiyetini<br />

kabul etmektedir, ancak sachdienlich kavramından tamamen vazgeçilip geçilemeyeceği<br />

hakkında tereddütleri mevcuttur, bkz. MDR 1960 963.<br />

135 Burada bir boşluğun varlığını kabul ederken boşluğun tesbiti ve boşluk ayırımı üzerinde<br />

kısaca durmak istiyorum. Burada bugüne kadar doktrinde yer alan boşluk ayırımlarının<br />

tenkidine ve değerlendirilmesine girişilecek değildir. Sadece boşluk sınıflamasının<br />

doktrindeki yeni bir örneğine değinmek istiyoruz. İlave etmem gerekir ki Canaris<br />

tarafından yapılan bu ayırım ve ayırımda takip edilen yöntem bana isabetli görünmüştür.<br />

Ancak bu meselenin çok daha derin bir incelemeyi gerektirdiği muhakkaktır.<br />

Bir kere boşluk ayırımının boşluğun tesbitindeki esaslar göz önüne alınarak yapılması<br />

gerekir. Canaris s. 140641; bu istikamette olmak üzere ayrıca bkz. Meier-Hayoz N. 273.<br />

Yani boşluk tasnifinin esasını boşluğun tesbitinde dayandığımız esas teşkil edecektir.<br />

Canaris’e göre bir grup boşluk için tesbit ölçüsü şudur: Hakim için sadece iki imkan<br />

söz konusudur, ya bir boşluğun mevcudiyetini kabul edecek ve hukuk yaratacaktır<br />

veya hakkı haktan imtina edecektir. Mesela kanunun bir faiz işlemesini öngördüğü<br />

fakat faiz nisbetini tesbit etmemiş olduğu halde durum böyledir, Canaris s. 59. Bir<br />

emredici hükmün sevkedilmiş olması fakat müeyyidenin belirtilmemiş bulunması da<br />

başka bir örnek olarak belirtilebilir. Bütün bu durumlarda hakim kanundaki noksandan<br />

dolayı mevcut hükmü uyulamazsa ihkakı haktan imtina edecektir. Uygulaması<br />

ise kanundaki boşluğun doldurulmasına bağlıdır. Canaris bu boşluk grubuna “‘ihkakı<br />

haktan imtina boşlukları” (Rechtsverweigerungslücken) veya belki daha isabetli olarak<br />

“fonksiyon boşlukları” (Funktionslücken) demektedir (s. 141).<br />

İkinci grubu ise kanunun teleolojisinin (gayet) hukuk yaratılmasını gerektirdiği haller<br />

teşkil etmektedir (s. 141). Yani bu grupta boşluğun tesbiti kıyas, argumentum a fortiori,<br />

teleolejik redüksiyon gibi vasıtalardan biri ile olmaktadır (s. 71-92). Burada kanunun<br />

tamamlanmadan uygulanamaması (1 inci grupta olduğu gibi) söz konusu değildir. Hakimin<br />

vereceği kanuna tamamen bağlı olan hüküm bir cevap teşkil edecektir. Ancak bu<br />

cevap adalete uygun olmayan, kanunun amacına aykırı bir cevap olacaktır, bkz. Canaris<br />

s. 56-57. Mesela eşit olanların eşit muameleye tabi tutulmaları prensibine aykırı bir<br />

sonuca varılmasında durum böyledir. Bu halde adaletsizlik eşitlik prensibine aykırılık<br />

dolayısı ile ortaya çıkmaktadır. Bu durumda boşluk kıyas yolu ile tesbit edilmektedir.<br />

Örnek olarak İİK m. 175 hükmünün istirdat davasının kambiyo senedine müstenid olanlar<br />

dışındaki iflas hallerinde de (İİK m. 154 ve son.) ikamesinin mümkün olması yolunda<br />

kıyasen uygulanması yani kanunda belirtilmemiş olmasına rağmen bu hallerde de<br />

istirdat davasına imkan verilmesi gereğini gösterebiliriz. Diğer bir örnek İİK m. 97 de<br />

aciz vesikasına lüzum olmaksızın karşı dava olarak iptal davası açılabilmesi imkanının<br />

67


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

68<br />

İncelediğimiz mesele bakımından kanunda bir boşluk bulunduğunu<br />

İİK m. 99’daki istihkak davası durumunda da mümkün görülmesi gereğidir, bkz. Postacıoğlu<br />

(İcra) N. 382 s. 386-388; İHFM 1954 1-4 s. 307-320; Aksi fikir İçtBK 24.2.1954 2/7<br />

(RG 12.4.1954 N. 8682). Eşitlik prensibine dayanarak boşluk tesbitinde kıyasın bir şekli<br />

olan argumentum a fortiori delilinin de rolu vardır, Meier-Hayoz m. 1 N. 350; Larenz<br />

s. 294; Canaris s. 78. mesela hafif ihmalden sorumlu tutulma halinde ağır ihmalden<br />

sorumluluğun evleviyetle kabul edilmesi gibi. Usul hukukundan bir örnek olarak şu durumu<br />

verebiliriz HUMK m. 31/II hükmü m. 30’da da evleviyetle yürüyecektir. Yani red<br />

sebeplerinin bulunması halinde hakim iki tarafın rızası olduğu halde bizzat istinkaf edebileceğine<br />

göre memnuiyet sebeplerinde iki tarafın davaya devamına rızalarının bulunması<br />

halinde de evleviyetle (a minori ad maus) davaya bakmaktan istinkaf edebilecektir.<br />

Tabiatıyla kıyasta olduğu gibi burada da boşluğun tesbitinde önemli olan “mantıkî” oluş<br />

değil fakat amaca uygun olmalıdır (bkz. dn. 67), Meier-Hayoz aynı yer; Canaris 79-80.<br />

İkinci grup boşluk hakkında buraya kadarki açıklamalarda eşitlik ilkesinin yardımı ile<br />

kanunun teleolojisinin gerektirdiği yerlerde boşluğun tesbiti üzerinde duruldu. Bunun<br />

dışında doğrudan doğruya ratio legis’in bir boşluğun varlığının kabulünü gerektirdiği<br />

durumlar olabilir; bu durumlarda kanunun amacı lafzına göre daha geniş veya daha dar<br />

olabilir ve bundan dolayı hukuk yaratılmasına ihtiyaç olabilir, Canaris s. 88. Mesela<br />

evlatlık mukavelesinin evlat edinen tarafından “ref”inin (MK 258) mirastan mahrumiyet<br />

sebeplerine hasredilmesi ratio legise uygun düşmeyecek şekilde dardır ve mehaza<br />

uygun olarak ıskat sebeplerinin de “ref” için yeterli görülmesi gerekir (teleologische<br />

Extention), bz. bu fikirde Ataay s. 225 dn. 40 ve 41. Eğer bizde de mehaz kanunda<br />

olduğu gibi ıskat sebepleri ref için yeterli görülmüş olsa idi mahrumiyet sebeplerinin<br />

ref’i sağlayabileceği a fortiori kabul edilecekti. Bu örnekte kanunun amacı lafzına göre<br />

daha geniştir. Kanunun amacının lafzına göre daha dar olması durumuna örnek olarak<br />

da MK 552 nin yanlış tercüme edilmesi dolayısiyle ortaya çıkan durumu giösterebiliriz.<br />

MK. 557 nin bugünkü hali ile uygulaması mümkün değildir. Diğer bir deyişle maddenin<br />

uygulanması manasız sonuçlara götürmektedir. Böylece en yakın mirasçıların reddi<br />

halinde ne olacağı meselesi kanunumuzda mehazdakine uygun bir düzenleme tarzına<br />

kavuşmamıştır (bkz. Çağa, Mahfuz Hisseli Mirasçıların Hukukî Vaziyeti, İstanbul 1950<br />

s. 139 ve son.) Böyle olunca esas itibariyle en yakın mirasçıların reddi halinin de genel<br />

kuralı koyan m. 551’e tabi tutulmak gerği ortaya çıkacaktır. Genel hükmün bu duruma<br />

uygulanması ise kanunun teleolojisine uymuyor denilebilir, bkz. bunun etraflı ve doyurucu<br />

delilleri için Kocayusufpaşaoğlu Muk. HD 1957 sayı 1 no. 1 s. 36 ve son. Yani<br />

m. 551 hükmü lafzî sahası bakımından kanunun amacı karşısında bu meselede geniş<br />

kalmaktadır, yani en yakın mirasçıların reddi durumunda 551’e nazaran istisnaî bir<br />

hükmün kabul edilmesi gerği ortaya çıkmaktadır. Bize göre ZGB 573 hükmü ile lafız<br />

itibariyle en ufak ilgisi bulunmayan MK 552’de bir boşluk kabul ederek bu boşluğu ZGB<br />

Art 573’e uygun doldurmak şeklindeki bir düşünce isabetli değildir, karş. Kocayusufpaşaoğlu<br />

s. 45-56. m. 552 bu hali ile anlamsız bir hüküm ihtiva ettiğine göre her hangi bir<br />

surette uygulanması da söz konusu olamayacak (bkz. Çağa aynı yer) ve uygulanabilecek<br />

tek hüküm olarak m. 551 kalacaktır. Bunun ZGB 573’de ki duruma dahi uygulanması<br />

ise Kocayusufpaşaoğlu’nun isabetle belirttiği gibi kanunun amacına aykırı olacaktır.<br />

Bu ikinci grupta örnekleri verilen boşluklara teşbitlerindeki esas göz önüne alınarak<br />

“teleolojik boşluk” (teleologische Lücke) denilmesi gerekir, Canaris s. 141.<br />

Üçüncü grup: Genel hukuk prensiplerinin, hukukî vecizelerin, Maximelerin hukuk yaratılmasındaki<br />

önemleri kabul edilmektedir, Canaris s. 93; Larenz s. 314 ve son.: Ancak<br />

bunların yeni hukuk yaratılmasındaki rolleri tesbit edilen boşluğun doldurulmasında<br />

oynadıkları rolden ibaret görülmüştür, mesela bkz. Meier-Hayoz N. 352 ve Art 1 V altın-


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

kabul ettik. Şimdi önümüze ikinci bir mesele çıkmaktadır. Tesbit edilen bu<br />

boşluğun nasıl doldurulması gerekir?<br />

da N. 353 ve son. “Die Hifsmittel der Lückenfüllung” altında zikredilen N. 405 ve son.<br />

ve 414 ve son. anılması. İlk olarak Canaris bu prensiplerin yeni hukuk yaratılmasının<br />

nerede gerekli gerekli olduğunun tesbitinde de bir esas olacağını belirtmiştir, bkz. s. 93 ve<br />

son., bilhassa bu fonksiyonu ifa edecek olan prensiplerin nitelikleri hakkında bkz. s. 94<br />

den itibaren yapılan açıklamalara. Yürürlükteki hukukun ayrılmaz parçası olan genel bir<br />

hukuk prensibinin (hangi prensiplerin bu nitelikte olamıyacağı hakkında bkz. Canaris<br />

s. 95 ve son.) yürürlüğünün meri hukuka dayanarak gösterilmesinin ilk yolu münferit<br />

normlardan hareketle ve endüksiyon yolu ile olabilir, Canaris s. 97 ve son. Yürürlüğü<br />

bu yolla tesbit edilen bir prensibin (ben Canaris’in hukuk prensipleri ve hukukî değerler<br />

(Rechtswerte) arasında yaptığı ayrımı sun’i buluyorum. Her iki kategoriye dahil olanların<br />

yürürlükteki hukukun bir parçası olduğunu gösterme bakımından takip edilen metotlarda<br />

bir değişiklik söz konusu değildir. Nitekim yazar da bu iki kategori arasındaki ayrımı<br />

yapmanın her zaman kolay olamayacağını belirtmekten geri kalmamıştır, s. 124) hesaba<br />

katılmamış olduğu hallerde bir boşluğun varlığı kabul edilecektir, bkz. Canaris s. 97.<br />

Canaris’e göre yürürlükteki hukukun bir parçası olan prensibin yürürlüğü hukuk idesine<br />

(Rechtsidee) dayanılarak da gösterilebilir, s. 106. Yazar burada bir dedüksiyon ile<br />

değil topik düşünce vasıtası ile sonuca varılacağını belirtmektedir, s. 106 ve son. bilhassa<br />

bkz. 107-108; mesela alman hukukunda murtabit olmayan bir karşı davaya icazet<br />

veren bir hüküm bulunmaması de lege lata ortadan kaldırılması gereken bir noksan<br />

olarak kabul edilmektedir, ZPO § 33 sadece mahkemenin yetkisine ilişkin görülmektedir.<br />

Stein/Jonas/Schönke/Pohle § 33 II 1 s. 259 (Bizde ise irtibat mütekabil dava ikame<br />

edebilmenin bir şartıdır ve aşağıda belirtilecek gerekçelere katılma halinde bizde ancak<br />

de lege feranda bir teklif söz konusu olabilir). Burada bir boşluğun kabul edilmesinin<br />

gerekçesi şudur: § 260 ZPO da davacının aralarında irtibat olmayan davaları davalısına<br />

karşı birlikte açması imkanı tanınmışken (bu imkan HUMK m. 3’de de değerlendirilmiştir)<br />

davalıya ilk dava ile irtibat halinde bulunmayan karşı dava açma imkanının verilmemesi<br />

onu davacıya nazaran daha kötü bir duruma koymak demektir. Burada davada<br />

taraflara silah eşitliğinin tanınması yolundaki prensip murtabit olmayan karşı davaya<br />

cevaz verilmesini gerektirir. Böylece bir prensip bir boşluğun tesbitini sağlamaktadır.<br />

Bu prensip genel eşitlik prensibinin usul hukukundaki aksinden başka bir şey değildir<br />

ve eşitlik prensibi adaletin ayrılmaz bir parçasıdır, Canaris s. 109 ve dn. 177.<br />

Nihayet muayyen bir meselede ihmal edilmesi dolayısı ile bir boşluğun tesbit edilebileceği<br />

bir prensibin yürürlüğü “eşyanın tabiat”na (Natur der Sache) dayanılarak da gösterilebilir,<br />

Canaris s. 118 ve son. bilhassa 121. Hayat ilişkileri az veya çok kendi ölçülerini<br />

ve düzenlerini kendi içlerinde taşırlar. Bu ilişkilere ve onların amaçlarına uygun ve bu<br />

ilişkilerin bünyesinde bulunan düzen “eşyanın tabiatı” diye adlandırılır. Düşünen hukukçu<br />

bu derinliğe kadar gitmelidir, Dernburg Pandekten I § 38, 2, Canaris s. 118 ve<br />

Meier-Hayoz Art. 1 N. 400 den naklen. Canaris “eşyanın tabiatı” delilinin bilhassa iş<br />

hukukunda önemi olduğunu ve mesela işverenin yardım ve ihtimam mükellefiyetinin<br />

(Fürsorgepflicht) eşyanın tabiatından olduğunu söylüyor, s. 121. Eşyanın tabiatına dayanan<br />

kararlar olarak bkz. RGZ 106 272; BGE 75 II 142/3; 75 I 332, İsviçre federal mahkemesinin<br />

bu yoldaki diğer kararları için bkz. Meier-Hayoz Art. 1. n. 404 deki açıklamaya.<br />

İşte eşyanın tabiatından olan merî hukukun ayrılmaz parçası olarak tesbit edilen bir<br />

prensip muayyen bir noktada ihmal edilmişse burada bir boşluk bulunduğu kabul edilecektir.<br />

İncelediğimiz meselede biz eşyanın tabiatından olan bir prensibe (Usul ekonomisi)<br />

dayanarak bir boşluğun varlığını kabul ediyoruz.<br />

69


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bazı hallerde bir boşluğun tesbiti ile doldurulması aynı anda olur yani<br />

boşluk tesbit edildiği anda doldurulmuştur da 136,137 . Tesbitleri ile doldurulmaları<br />

arasındaki ilişki bakımından ikinci grubu teşkil eden boşluk<br />

hallerinde ise durum farklıdır. Yani bu hallerde boşluğun tesbiti ile doldurulmaları<br />

ayrı safhalar teşkil eder. Boşluğun tesbitinden sonra boşluğun<br />

doldurulması için ayrı bir faaliyet göstermek gerekir 138 . Bu hallerde<br />

boşluğun tesbit edilmesi doldurma bakımından etkisiz kalır. İncelediğimiz<br />

meselede de boşluğun tesbit edilmesi bize boşluğun doldurulması bakımından<br />

bir hizmet ifa etmemektedir. Boşluğun mevcudiyeti tesbit edilmiş<br />

bulunuyor. Ancak ilk davanın yargılanmasının ikinci dava bakımından da<br />

ayakta tutulabilmesi imkanının kanunda düzenlenmemiş olmasının bir<br />

136 Boşluğun tesbiti ile doldurulmasının her halde birbirinden ayrı muameleler olduğu<br />

iddiasına katılmak mümkün değildir; kıyas, evleviyet delili, teleolojik redüksiyon’un<br />

boşluk tesbitinde de rol oynadığı kabul edilince (bkz. dn. 135) tesbit ile doldurmanın<br />

her zaman birbirinden ayrı olduğunu kabul etmek hatalı olacaktır; bkz. bu birlik için<br />

Larenz s. 291; Canaris s. 144 ve son.<br />

137 Boşluğun tesbiti ile doldurulmasının bir birlik teşkil ettiği durumlara çoklukla teleolojik<br />

boşluklarda (bkz. dn. 135 deki ikinci grup boşluk hallerine) rastlamaktayız. Daha<br />

doğru bir ifadeyle diyebiliriz ki bu grupta bu iki hususun birliği esastır. Hukukumuza<br />

ilişkin şu örnekleri verebiliriz: İİK 175’in kambiyo senetlerine müstenit iflas halleri<br />

dışındaki iflas hallerine de uygulanması gereği. Burada alelade iflas halinde istirdat<br />

davasının kabulü gereğine m. 175’in kıyası ile varılıyordu (bkz. dn. 135). Alelade iflas<br />

hallerinde bu konuda boşluğun kabul edimesi anında boşluğun doldurulması da tamamlanmıştır;<br />

yani istirdat davası kambiyo senetlerine müstenit iflas dışında da söz<br />

konusu olacaktır. İİK m. 97’ye kıyasen İİK 99’da iptal davasının aciz vesikasına ihtiyaç<br />

olmaksızın karşı dava olarak ikame edilebilmesi gereğinin kabulünde de durum aynıdır.<br />

HUMK m. 30’da m. 31/II karşısında a fortiori delili ile bir boşluk bulunduğu tesbit<br />

edildiği anda memnuiyet sebepleri bakımından da m. 31/II hükmünün uygulanabileceği<br />

kabul edilerek boşluk doldurulmuş olacaktır.<br />

138 Dn. 135’de ilk grup olarak belirtilen fonksiyon (ihkakı haktan imtina) boşluklarında<br />

durum böyledir (bkz. Canaris s. 145); mesela müdahalenin geri alınmasını kanun düzenlememiştir;<br />

fakat müdahilin talebini geri almak istemesi halinde hakim bir karar<br />

vermek mecburiyetindedir. Hüküm vermemesi halinde bir ihkakı haktan imtina durumu<br />

ortaya çıkacaktır. Böylece bir boşluğun varlığı tesbit edilmiş olmaktadır. Fakat<br />

bu tesbit boşluğun doldurulması için bir şey getirmemektedir. Boşluğun doldurulması<br />

ikinci safha olarak ortaya çıkmaktadır. Burada m. 185’I kıyasen uygulanabilir. Kıyas<br />

burada bir boşluk doldurma vasıtası olarak başvurulabilecek bir imkan teşkil etmektedir<br />

(mögliehe Analogie).<br />

Boşluğun tesbiti ile doldurulmasının ayrı olduğu bazı istisnai durumlara teleolojik<br />

boşluklarda da rastlanabilir. Mesela dn. 135’de değindiğimiz MK 551 hükmünün en<br />

yakın mirasçıların tümünün reddini kapsayacak kadar geniş olması dolayısı ile bir boşluğun<br />

tesbit edilmesinde durum böyledir. Burada boşluğun tesbit edilmesinin boşluğun<br />

doldurulması bakımından bir rolü bulunmamaktadır; bu boşluğun doldurulması<br />

hakkında bkz. Kocayusufpaşaoğlu agm. s. 36 ve son.<br />

70


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

boşluk teşkil ettiğinin tesbiti, ilk davanın yargılamasının ikinci dava bakımından<br />

nasıl ayakta tutulabileceği, yani bir yargılamadan ikinci davada<br />

ne ölçüde yararlanılabileceği sorularının cevabı bakımından bize bir şey<br />

kazandırmamaktadır. Demek ki şimdi boşluğun doldurulması kademesindeyiz.<br />

Tesbit edilen boşluğun nasıl doldurulacağını yanlardan birindeki<br />

tarafın yanına bir yeni tarafın çekilmesi ve yanlardan birindeki tarafın yerine<br />

bir yeni tarafın gelmesi hallerinde ayrı ayrı ele almak lazımdır. Zira<br />

bu iki halde boşluğun doldurulmasında birbirlerinden farklı problemler<br />

ortaya çıkacaktır.<br />

§ 5. Yanlardan Birindeki Tarafın Yanına Yeni Bir Tarafın Girmesi<br />

veya Çekilmesi<br />

I. Hemen belirtilmesi gereken yeni tarafın diğerinin yanına girmesintden<br />

veya çekilmesinden sonraki safhada çözüm bekleyen meselenin basit<br />

olduğudur. Burada yanlardan birinde birden fazla tarafın bulunması söz<br />

konusudur. Yani sübjektif bir dava yığılması (subjektive Klagenhaeufung)<br />

veya diğer bir deyişle bir dava ortaklığı, –arkadaşlığı (Streitgenossenschaft)<br />

ile karşı karşıyayız 139 . HUMK hangi hallerde davacı veya davalı yanda birden<br />

fazla tarafın bulunabileceğini tesbit etmiştir, HUMK m. 43. Demek ki<br />

dava ortaklığıınn genel şartlarını bir yana bırakırsak 140 –ki bu şartların meselemiş<br />

bakımından gerçekleşmiş olması gerekir– yeni bir tarafın eski tarafın<br />

yanına çekilebilmesi veya katılması dava ortaklığının özel şartlarının,<br />

yani ilk tarafla olan usulî ilişki ile ikinci tarafla olan usulî ilişki arasında<br />

kanunun aradığı irtibatın (bkz. HUMK m. 43, ZPO §§ 59, 60) varlığı gerekecektir<br />

141 ve dava ortaklığı hükümleri uygulanacaktır. 142 Demek oluyor ki,<br />

yanlardan birine yeni bir tarafın çekilmesi veya katılmasından sonra sadece<br />

bir dava ortaklığı söz konusudur ve buna ilişkin hükümler uygulanacaktır.<br />

Burada esas mesele dava ortaklığının bir doğum şekli olarak yeni bir<br />

tarafın diğerinin yanına (davalı) çekilmesi veya diğerinin yanına (davacı)<br />

139 Mesela bkz. Blomeyer § 115 IV 1a s. 635 ve son.; Baumbach/Lauterbach § 264 2 C. s.<br />

520; Zöller § 264 I 2 s. 362. Dava ortaklığının mahiyeti ve hükümleri hakkında bkz. dn.<br />

99 ve son. ve dn. 170 ve son. ait metne.<br />

140 Her dava bakımından dava şartlarının gerçekleşmiş olması ve davaların aynı usul çeşidine<br />

(dieselbe Prozessart) tabi bulunması.<br />

141 Blomeyer § 115 IV 1 a s. 636.<br />

142 Bkz. dn. 139; davacı taraftaki zaruri dava ortaklığının özelliği için bkz. dn. 108.<br />

71


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

katılması imkanının kabul edilip edilemeyeceğidir. Alman doktrininde bu<br />

konuda bugün tereddüt duyulmuyor 143 . Türk doktrininde bu mesele üzerinde<br />

durulmamıştır. Bunun sebebi Türk yazarlarının bu durumda da dava<br />

değiştirme hükümlerinin uygulanacağını kabul etmeleri 144 olabilir. Bunun<br />

doğru olmadığı hakkında düşüncemi daha evvel belirttim.<br />

Temyiz mahkemesinin tarafta değişmeye dava değiştirme hükümlerini<br />

uygulamaktan kaçındığını belirtmiştim 145 . Kararların aldığı bu yönün<br />

doğruluğuna inanıyorum. Fakat dava ortaklığının yukarıda belirtilen ve<br />

kanunda yer almayan doğum şeklini kabul bakımından yüksek mahkemenin<br />

tutumu olumlu değildir. 4HD oldukça yeni bir kararında “Müteselsil<br />

borçlulara karşı birlikte dava açılmak isteniyorsa, bunun dava açıldığı sırada<br />

bir dilekçe ile yapılması gerekir. Yoksa, bir müteselsil borçluya karşı<br />

dava açıldıktan sonra, ek dilekçelerle diğer müteselsil borçlulara da davanın<br />

teşmiline usulî imkan yoktur” 146 demek sureti ile dava ortaklığının bu<br />

doğum şeklini reddetmiştir. Görüldüğü gibi temyiz mahkemesi bu olumsuz<br />

görüşünü, kanunun, davacının iradesi ile dava ortaklığının doğumunun<br />

davanın ikamesi sırasında ve bir dilekçe ile yapılabileceği yolundaki,<br />

hükmüne dayandırmaktadır, HUMK m. 43 ilk cümle. Böylece yüksek mahkeme<br />

davacının iradesine bağlı olarak dava ortaklığının doğması imkanını<br />

kanunda düzenlenen bu tek hale inhisar ettirmektedir.<br />

Davacının iradesi ile ortaya çıkabilecek dava ortaklığının tek yolunu<br />

kanun göstermiştir; o halde bunun dışında davacı iradesi ile bir dava ortaklığı<br />

doğumu yolu söz konusu olamaz şeklindeki düşünce tarzı bizim katılamayacağımız<br />

katı bir kavram içtihatçılığıdır ve menfaatler durumunu tamamen<br />

gözden kaçırmakta ve ratio legis’den ziyade lafza bağlı kalmaktadır.<br />

Dava ortaklığını düzenleyen kanunun gayesi “birbirini tutmaz kararlar<br />

çıkmasını” önlemek ve “işlerin daha çabuk ve daha az giderle sonuçlanmasını”<br />

sağlamaktır 147 . 4 HD’nin kararının sonucu ise şu oluyor: Davacı açtığı<br />

143 Bkz. mesela dn. 139’daki yazarlara.<br />

144 Üstündağ s. 184 ve bilhassa 186 ve son.<br />

145 Bkz. dn. 95, 96’daki kararlara ve dn. 109’daki 4 HD kararına.<br />

146 Bkz. dn. 109.<br />

147 HGK 19.6.1962 E. 8/33 K. 37 Ad. Der. 1963 N. 1-2 s. 151-153, yüksek mahkeme bu kararında<br />

davaların birleştirilmesi için bu davaların temyizde incelenecekleri dairelerin<br />

aynı olması yolunda bir şarta yer verilemeyeceğini kabul etmektedir.<br />

72


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

davaya diğer bir davalıyı bir ek dilekçe ile çekemeyecek ve kendi iradesi<br />

ile bir dava ortaklığı tesis edemeyecektir. Dava ortaklığını temin edebilmek<br />

için dava ortağı olabilecek kişiye karşı ayrıca yeni bir dava ikame etmesi<br />

gereklidir. Bu davanın ikamesinden sonra mahkemenin bu davaları birleştirilmesi<br />

talep edilecek 148 ve mahkemenin kararı üzerine bu iki dava birleştirilebilecektir.<br />

Bu sonuç ise Temyiz mahkemesinin isabetle belirttiği dava<br />

ortaklığının kanunca kabul edilmiş çabukluk ve ucuzluk amacına aykırı<br />

düşecektir (bkz. dn. 147’deki karara).<br />

Halbuki bir davalıya karşı açılmış olan davanın yargılamasına davacının<br />

bir diğer davalıyı çekmesi olanağı, dava ortaklığı hükümlerine hiçbir<br />

aykırılık teşkil etmediği bir yana 149 , dava ortaklığının yüksek mahkememizce<br />

pek güzel ifade edilen amaçlarına da tam bir uygunluk göstermektedir.<br />

Şu hale göre kanunun dava ortaklığının davacının iradesine bağlı olarak<br />

doğması imkanını davaların başlangıçta tek dava arzuhali ile birlik-<br />

148 Bkz. HUMK m. 48.<br />

149 Davaya yeni çekilen davalı veya ilk davacının yanına yenisinin katılması halinde,<br />

mevcut davalı için dava ortaklığı şartlarının bulunmadığını iptidai itiraz olarak ileri<br />

sürme imkanı bu halde ortadan kaldırılmış değildir. Birinci halde yeni davalı ile<br />

davacı arasında yeni davalının yargılamaya çekilmesi, yani ona karşı yeni bir dava<br />

ikame edilmesi, ile aralarında usulî ilişki doğacak ve bu anda aynı yargılama içinde<br />

birden fazla dava bulunması durumu ortaya çıkacaktır. Yeni davalı cevap layihasında<br />

irtibatın mevcut olmadığı yolundaki iptidaî itirazını dermeyan ederek davaların<br />

tefrikini isteyebilecektir. Burada davacıların iradesine bağlı olarak sonradan bir dava<br />

ortaklığı meydana geldiğine göre aynı itirazı ilk davalının da ileri sürebileceği kabul<br />

edilmelidir. Burada ilk davalı için iptidaî itiraz süresinin geçtiği bundan dolayı onun<br />

bu hakka sahip olamıyacağı söylenemez. Nitekim kanun bir iptidaî itiraz olarak düzenlediği<br />

teminat verilmesinde (187/1) davacının ikametgahının davanın açılmasından<br />

sonra yabancı memlekete naklettiği kendisine bildirilir bildirilmez davalının teminat<br />

gösterilmesini talep edebileceğini kabul etmektedir, (97/II bkz. Kuru s. 557). Teminat<br />

gösterilmesi iptidaî itiraz olarak düzenlenmiş olmasına rağmen kanun eşyanın tabiatına<br />

uygun olan bu hükmü sevketmiştir. Bu hükme kıyasen eski davalıya da yeni<br />

davalının davaya çekilmesi halinde davaların irtibat bulunmaması sebebile ayrılması<br />

yolunda bir itiraz hakkı tanınacaktır. Kaldı ki gerçekten hiçbir irtibatın bulunmaması<br />

halinde bu davaların birlikte yürütülmesi davanın “hüsnü cereyanına” olumsuz etkide<br />

bulunacak ve hakimden her zaman davaların ayrılması talep edilebilecektir. Bu halde<br />

yukarıdaki yoruma lüzum kalmadan aynı sonuca varmak kabil olmaktadır, 45, 46, 48,<br />

187/3 hükümlerinin bir değerlendirilmesi için bkz. Kuru, s. 499 ve son.<br />

Davaya yeni bir davacının katılması halinde davalı tabiatıyla onun katıldığı anda, yani<br />

ikinci davanın dilekçesinin kendisine tebliğinden itibaren cevap süresi içinde (asliyede)<br />

veya esasa girmeden (sulhte) tefrik hususundaki iptidaî itirazını ileri sürebilecektir.<br />

73


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

te ikame edilmesi haline hasreder görünen hükmü ratio legis gözönüne<br />

alındıkta dar kalmaktadır, yani burada ratio legis’in haklı gösterdiği bir<br />

boşlukla karşı karşıyayız.<br />

Demek ki bize göre yeni bir davacının eski yargılamaya katılması veya<br />

yeni bir davalının mevcut yargılamaya çcekilmesi suretile bir dava ortaklığının<br />

meydana gelmesine kanunun amacı açısından cevaz vermek gerekiyor.<br />

II. Bu boşluğun nasıl doldurulacağına yani dava ortaklığının bu doğum<br />

şeklinin hangi şartlarla mümkün olabileceğine gelince:<br />

1) İlk davacının yanına yeni bir davacının katılması içi her iki dava<br />

arasında gerekli irtibatın bulunması gerekir. Birden fazla davacının dava<br />

ortağı olabilmesi için hepsinin bunu istemesi gereği burada da yürüyen<br />

bir kuraldır. Yani yeni davacının katılmayı istemesi (bkz. HUMK m. 79) ve<br />

eski davacının bu katılmaya rıza göstermesi gereklidir(HUMK. m. 43’ün<br />

ilk cümlesine kıyasen). İlk davacı katılmak isteyen ile bir dava ortaklığına<br />

rıza göstermezse katılmak isteyenin yeni bir dava ikame etmesi gerekecektir.<br />

Şartları gerçekleşirse bu iki dava birleştirilebilir, HUMK m. 48,<br />

187/5 150,151,152 .<br />

İlk davacı rıza gösterdiği takdirde yeni davacının dava dilekçesi davalıya<br />

tebliğ edilecektir. Burada yeni davacının davalıya karşı bir dava ikame<br />

etmesi söz konusudur. Dava ikamesi hakkındaki hükümler burada tatbik<br />

alanı bulacaktır. Davalı buna karşı davaların ayrılması gerektiğini iptidai<br />

itiraz olarak ileri sürebilir. Davalının cevap layihası hakkında da genel hükümler<br />

yürüyecektir. Mesela davalı bu davaya süresi içinde cevap vermek<br />

durumundadır.<br />

2) Davacının yeni bir davalıyı ilk davalı ile devam eden davanın yargılamasına<br />

çekebilmesi, yani bu ikinci davanın da ilk dava ile aynı yargılamada<br />

görülebilmesi de bir dava ortaklığının doğumuna yol açacağı için<br />

150 bkz. Blomeyer § 115 IV 2 a s. 639.<br />

151 Kuru, 187/5 hükmünün davaların ayrı mahkemelerde derdest olması hâlinde, m. 48<br />

hükmünün ise davaların aynı mahkeme önünde derdest olması hâlinde yürüyeceğini<br />

kabul etmektedir, bkz. s. 503-504.<br />

152 Davacı yanında bir zaruri dava ortaklığı söz konusu ise ve bu sonradan da sağlanamamışsa<br />

ilk davacının davası dava takip yetkisi noksanından reddedilecektir, Lent/<br />

Jauernig § 82 I s. 234; BGHZ 36, 191 ve son.<br />

74


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

bu davalar arasında da irtibat(m. 43) bulunması gereklidir 153 . Burada da<br />

ikinci bir davanın ikamesi söz konusudur. Davacı yeni davalısına ona karşı<br />

açtığı davasının dilekçesini tebliğ ettirecektir. Yeni davalı buna karşı süresi<br />

içinde cevap vermelidir. Bu süre içinde, tıpkı birlikte açılmış davalarda olduğu<br />

gibi(m. 43), irtibatın mevcut olmadığını iptidai itiraz olarak ileri sürebilir.<br />

Yoksa yeni davalının yargılamaya çekilmesinde ne onun ne de ilk<br />

davalının rızasına ihtiyaç vardır. Yalnız burada ilk davalıya da yeni davalı<br />

ile olan davanın onun yargılaması ile birlikte yürütüleceği bildirilmelidir.<br />

İkinci davalıya karşı bu husus dava dilekçesinde bildirileceğine göre bu<br />

dilekçenin bir nüshasının da ilk davalıya gönderilmesini kabul etmek doğru<br />

olur. Kendisine ikinci davanın dilekçesi tebliğ edilen ilk davalının da<br />

derhal iptidai itiraz yolu ile davalar arasında irtibatın bulunmadığı gerekçesine<br />

dayanarak davaların ayrılmasını talep edebilecektir(bkz. dn 150’de<br />

açıklanan gerekçeye).<br />

(1) ve (2) altında dava ortaklığının davacının(davacıların) iradesine<br />

bağlı olarak sonradan ortaya çıkmasında söz konusu olabilecek bazı meseleler<br />

belirtildi. Burada bir meseleye bir kere daha değinmek yararlı olacaktır:<br />

Dava ortaklığının böylece doğmasından sonra davalar arasındaki<br />

ilişkiler ve müşterek yargılamanın davalara etkileri kanunun düzenlediği<br />

doğum şekillerinden biri ile tesis edilmiş dava ortaklığındakilerin aynı<br />

olacaktır(bkz. bu etkiler için dn 171 ve son. dip notlara ait metne). Özet<br />

olarak diyebiliriz ki yargılama sırasında yeni bir tarafın yargılamadaki tarafın<br />

yanına katılması veya onun yanına çekilmesi ihtiyari dava ortaklığının,<br />

kanundaki boşluğun doldurulması ile erişilen bir doğum şekli olmaktadır<br />

154 .<br />

§ 6. Yargılama Sırasında Taraflardan Birinin Yerine Bir Başkasının<br />

Taraf Olarak Geçmesi (Taraf Olanın Değişmesi)<br />

Yukarıdaki paragrafta taraflardan birinin yanına bir yenisinin katılması<br />

hali incelendi ve bu katılmadan sonra dava ortaklığı hükümlerinin<br />

doğrudan doğruya uygulanması gerektiği zira ortaya bir dava ortaklığının<br />

çıkmış olduğu belirtildi. Burada sadece dava ortaklığının doğum şekillerinin<br />

kanun amacı bakımından eksik olduğunu ve mevcut boşluğun<br />

153 Bkz. Blomeyer § 115 IV 2 a s. 636.<br />

154 Nitekim bkz. Nikisch § 109 II 2 s. 435.<br />

75


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

doldurulması gerektiğini söyledik. Dava ortaklığı söz konusu olduğundan<br />

kanunun aradığı irtibat şartının(HUMK m. 43; ZPO §§ 59,60) bu doğum<br />

şekli bakımından da gerçekleşmesi gerektiğini kabul ettik. Gerçekten dava<br />

ortaklığındaki müşterek yargılamanın anlamı ve yararı ancak bu yargılamada<br />

birleştirilmiş olan davalar arasında bir irtibat bulunduğu takdirde<br />

ortaya çıkabilecektir.<br />

Taraf olanın değişmesi halinde de buna benzer bir durumla karşılaşmaktayız.<br />

Yukarıda belirttiğimiz gibi yeni bir tarafın eskisinin yerine geçmesi<br />

ile eski tarafla yenisi arasında yeni bir usul hukuku ilişkisi, yani yeni<br />

bir dava doğmaktadır. Biz de Kisch’in görüşünün bu bölümüne katılıyoruz.<br />

Fakat ondan ayrılarak ilk davanın yargılamasından ikinci davada yararlanılmasını<br />

yani yargılamanın birliğini usul ekonomisi esasına dayanarak<br />

savunuyoruz. Yani bize göre eski yargılama ilk davanın sona ermesi ile<br />

ortadan kalkmış olmuyor. Ancak kabul ettiğimiz bu sonucun belki de ifade<br />

edilmesi totolojik olarak nitelendirilecek pek tabii bir şartı var: İlk davanın<br />

yargılamasının ikinci dava bakımından yararlanabilecek nitelikte bulunması.<br />

Gerçekten ilk dava ile ikinci dava birbirlerine tamamen yabancı iseler<br />

böyle bir yararlanmadan bahsedilemez.<br />

Halbuki taraf olanın değişmesi müessesesinin kabulündeki gerekçe ilk<br />

davanın yargılamasının ikinci dava bakımından değerlendirilmesinin usul<br />

ekonomisi icabı olduğudur. Böyle bir değerlendirme imkanı olmadığı takdirde<br />

taraf olanın değişmesi(Parteşwechsel) bir usul hukuku müessesesi<br />

olarak bütün anlamını kaybedecektir 155 . Böyle bir değerlendirme imkanı<br />

bulunmayan hallerde Kisch’in görüşü bütünüyle geçerli olacaktır. Yani burada<br />

ilk davanın yargılamasının ayakta tutulması söz konusu değildir. Eski<br />

dava geri alınmış ve yeni bir dava ikame edilmiştir hepsi o kadar. Bu durumu<br />

bir örnek ile daha açık bir şekilde belirtmeye gayret edelim: Davacı ilk<br />

olarak X’i dava etmiş ve ödünç olarak verdiği paranın iadesini talep etmiştir.<br />

Davacı birinci davalısını değiştiriyor ve onun yerine Y’i çekiyor. Y’den<br />

işlediği haksız fiilden dolayı meydana gelen zararın tazminini talep ediyor.<br />

Burada ilk davanın yargılamasının ikinci dava bakımından değerlendirilmesine<br />

imkan yoktur. Zira iki çekişme konusu arasında hiçbir maddi ilişki<br />

mevcut değildir.<br />

155 Lent JZ 1956 s. 762, aynı istikamette olarak Blomeyer § 115 V 1 a s. 641; Bötticher MDR<br />

1958 s. 330.<br />

76


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi iki yargılama arasında maddi bir ilişkinin<br />

bulunmadığı hallerde yargılamanın değerlendirilmesi de söz konusu<br />

olamayacaktır. Alman Federal Mahkemesi’nin istinaftaki tarafın değişmesi<br />

halinde dava değiştirme hükümlerinin uygulanamayacağı belirtilen fakat<br />

tarafın değiştirilmesine cevaz verilen kararına konu teşkil eden olayda<br />

da böyle bir irtibat mevcuttu. Karardaki ilk davada da ikinci davada da<br />

olay aynıdır ve bir evin çökmesi söz konusudur. Böyle olunca bu vakıa<br />

bakımından ilk yargılamanın değerlendirilmesi mümkün olmaktadır. Davacının<br />

haksız fiili işleyen olarak davasını önce A’ya yöneltmesinde fakat<br />

sonra hata ettiğini anlayarak A’nın yerine B’yi davalı olarak yargılamaya<br />

çekmesinde de durum aynıdır. Haksız fiil vakıası her iki davada da aynı<br />

kalmaktadır. Böylece mesela ilk davanın yargılamasındaki ispat faaliyetini<br />

değerlendirmek imkanı ortaya çıkmaktadır ve ilk yargılamanın ayakta tutulması<br />

bir manâ kazanmaktadır.<br />

Buraya kadarki açıklamalardan taraf olanın değiştirilmesinin mümkün<br />

görülebilmesi için bir objektif şartın gerçekleşmesi lüzumu ortaya çıkmaktadır:<br />

Birinci ve ikinci davaların konuları arasında ilk davanın değerlendirilmesi<br />

gereğini ortaya çıkaracak bir maddi ilişki(irtibat) 156 .<br />

İlk yargılamanın ne ölçüde ikinci dava bakımından değerini muhafaza<br />

edeceği sorusunun cevabını da eski yargılamanın ayakta tutulmasının<br />

amacında bulacağız.<br />

Biz de Kisch gibi tarafın değişmesi halinde yeni tarafa karşı veya onun<br />

davacısı olduğu yeni bir davanın söz konusu olduğunu kabul ettik, fakat<br />

ondan farklı olarak bu iki davanın yargılamasının birbirinden tamamen<br />

ayrı olduğunu yani ilk dava ile onun yargılamasının da tamamen ortadan<br />

kalkacağı sonucuna karşı çıktık ve ilk davanın yargılamasının ikinci dava<br />

için değerini muhafaza edeceğini usul ekonomisi gereğince kabul ettik.<br />

Demek oluyor ki, amaç usul ekonomisi gereğince eski yargılamayı değerlendirmektir.<br />

Usul ekonomisi amacı ile aynı yargılama içinde birden fazla dava bulunması<br />

durumuna usul kanunları yabancı değildir. Dava ortaklığında da aynı<br />

yargılama içinde birden fazla birbirinden bağımsız dava bulunmaktadır 157 :<br />

A, B’ye karşı dava açıyor ve bundan sonra B ile müteselsilen borçlu olan<br />

156 Lent JZ 1956 s. 763; Bötticher MDR 1958 s. 330; Henckel, s. 242.<br />

157 Bkz. 99 ve sonraki dnotlarına ait metne.<br />

77


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

C’ye karşı açtığı dava ile ilk dava birleştiriliyor. Böylece ilk davanın yargılamasına<br />

ikinci bir dava çekilmiş oluyor ve bu iki dava birleştirilmeden sonra<br />

aynı yargılama içinde görülüyorlar. Burada birleştirmeye kadar devam etmiş<br />

olan ilk davanın yargılaması birleştirilen sonraki dava bakımından da dava<br />

ortaklığı hükümleri çerçevesinde değerini muhafaza edecektir. Yargılamanın<br />

değerlendirilmesi bakımından dava ortaklığı ile tarafın değişmesi meselesi<br />

arasında açık bir paralellik mevcuttur. İşte bu paralellik mevcut yargılamanın<br />

diğer davaya ne şekilde etki edeceği hususunda dava ortaklığı hükümlerinden<br />

uygun oldukları ölçüde yararlanmak imkanını ortaya çıkarmaktadır 158 .<br />

Buraya kadarki açıklamalardan sonra vardığımız sonucu şöyle özetleyebiliriz:<br />

Bir kere yeni tarafın eski tarafın yürüttüğü yargılama ile bağlı<br />

olması söz konusu değildir. Bir kimsenin bir başkasının, çekişme konusu<br />

kendisininkinden tamamen ayrı olan, davasının yargılaması ile bağlılığı<br />

söz konusu olamaz. Yeni tarafın eski yargılama ile bağlılığı söz konusu<br />

olamayacağı gibi rızasına da ihtiyaç yoktur 159 . Zira belirtildiği gibi eski<br />

yargılama ile bir bağlılık söz konusu değildir. Eski yargılamanın değerlendirilmesinin<br />

amacı dava ortaklığında olduğu gibi usul ekonomisinin gerçekleştirilmesidir<br />

ve yargılama dava ortaklığında müşterek yargılamanın<br />

müstakil davalara etkileri gözönüne alınarak değerlendirilecektir(bkz. dn.<br />

171 ve son). Böyle bir değerlendirme haklı ve kanunun amacına uygun<br />

olur. Öyle ise yeni tarafın(bkz. dn 160) eski tarafın yargılamanın etkisi<br />

158 Dava ortaklığı hükümlerinin düşünce tarzı biraz değişik de olsa, meselemiz bakımından<br />

önemli olduğuna ilk değinen Blomeyer’dir, bkz § 115’e.<br />

159 Yeni davacının yargılamaya girmek hususunda rızasının bulunması gereğinin eski davacının<br />

yargılamasının kendisine etkisi bakımından hiçbir rolü yoktur. Yeni davacının<br />

rızasının bulunması gereği dava ikame etmenin doğrudan doğruya davacının iradesine<br />

bağlı olduğu esasından ileri gelmektedir, HUMK m. 79; bkz. Henckel, s. 239; bkz. ayrıca<br />

geride s. 21.<br />

Yeni tarafın, kendisini bağlayacak şekilde, eski tarafın yürüttüğü yargılamaya icazet vermesi<br />

de düşünülemez. Gerçekten bir tarafın bir başkasının davasındaki usuli muamelelere<br />

icazet vermek suretiyle kendisini o yargılama ile bağlı tutması söz konusu olamaz.<br />

Meselâ A, B’yi borçlusu zannederek dava ediyor. Dava sırasında borçlusunun B değil C<br />

olduğunu anlıyor ve B yerine C’yi yargılamaya çekerek ona karşı dava ikame ediyor. Yargılamaya<br />

yeni çekilen C’ye karşı yeni bir dava ikame edilmiştir. Çekişme konusu da artık<br />

B’den olan bir alacak değil C’den olan alacaktır. Böyle olunca C’nin yabancı bir yargılamaya<br />

icazet vermek suretiyle kendisini bu yargılama ile bağlı kılması düşünülemez. Meselâ<br />

ne B’nin ikrarları icazet yolu ile onu bağlayabilir ne de B’nin meselâ usulî muameleleri<br />

zamanında yapmaması C’nin icazeti yolu ilke sonuçlarını onun davasında gösterebilir.<br />

Belirtildiği gibi bunun sebebi yabancı bir çekişme konusuna ilişkin bir yargılamaya icazet<br />

verilmesinin söz konusu olamamasıdır, bkz Blomeyer § 115 V s. 640; Henckel, s. 235.<br />

78


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

konusunda rızasının bulunması söz konusu olamayacaktır. Nitekim böyle<br />

bir rıza dava ortaklığında da söz konusu edilemez.<br />

Tarafın değişmesinin tamamlanması için davacının değişmesinde<br />

davalının, davalının değişmesinde ise yargılamadan çıkarılan davalının<br />

rızası gerekmektedir. Zira ilk durumda ilk davacı ile davalı arasındaki<br />

dava davanın geri alınması ile ortadan kalkmaktadır. Davacı bu davasını<br />

geri almakta yani ilerde aynı davayı açmak imkanını mahfuz tutmak<br />

istemektedir(bkz dn 90, 92) 160 . Böyle olunca davalının ilk davacı ile arasındaki<br />

davanın esasa ilişkin bir red hükmüne bağlanmasındaki menfaati<br />

gözden kaçırılmamalıdır. Kısaca burada davacının davalıya karşı ikame<br />

ettiği davayı geri almasına ilişkin hükümlere uygun olarak davalının buna<br />

muvafakat etmesi gerekecektir, HUMK m. 185/1 161 . Böylece kendine karşı<br />

eski davacı tarafından tekrar aynı davanın ikame edilmesi tehlikesine karşı<br />

davalı korunmuş olacak yani ancak onun rızası ile davacı yargılamadan<br />

kendi davasını geri alarak çekebilecektir.<br />

İkinci halde ise çözümde davalının aynı menfaati dolayısı ile bir fark<br />

olmayacaktır. Yani mevcut davalının değiştirilmesinde de yargılamada çıkarılan<br />

davalıya karşı davacı aynı davayı tekrar ikame edebilmek imkânına<br />

sahip kaldığına göre, yani davacı ilk davalısına karşı ikame ettiği davayı<br />

geri almak istediğine göre ilk davalının mevcut yargılamadan ayrılması<br />

ancak onun muvafakati ile temin edilebilecektir 162 .<br />

160 Davanın geri alınmasının feragatten farkı için bkz. Postacıoğlu, s. 334; Kuru, s. 314;<br />

Bilge s. 396.<br />

161 bkz. hepsi yerine de Boor, s. 101, 102; Blomeyer § 115 V 2 s. 643.<br />

162 bkz. hepsi yerine de Boor s. 108; Blomeyer § 115 V 1 a s. 641; Bötticher MDR 1958 s.<br />

330, yazar haklı olarak Alman temyiz mahkemesinin tarafın değişmesine cevaz veren<br />

kararında eski davalının muvafakatinden hiç bahsedilmemiş olmasını tenkit etmektedir.<br />

Davalının muvafakat etmekten kaçınmasının objektif iyi niyet kurallarına aykırılık<br />

teşkil ettiği hallerde bu muvafakate lüzum olmadan da tarafın değiştirilmesinin<br />

icra edilebileceği Alman HukukU’nda kabul edilmektedir, de Boor s.103, 108; Henckel<br />

s.243; Rosenberg, ZZP 70, 6; Nikisch § 116 III 1, s. 461; Bergerfurth s. 76 N. 141;<br />

Lent/Jauernig § 86 II s. 243; ayrıca bkz. BGHZ 21, 285’e, mamafih bu kararda yüksek<br />

mahkeme yeni davacının rızasını göz önüne almaktadır. Biz bu rızaya lüzum olmadığını,<br />

yeni tarafın eski yargılama ile bağlılığının söz konusu olamayacağı gerekçesi ile<br />

belirttik. Davalının muvafakatten kaçınmasının ne zaman hakkın suistimali sayılacağı<br />

her karşılaşılan meselede ayrı ele alınacaktır. Davacını n değişmesi halinde davalının<br />

muvafakat etmekten kaçınmasının hakkın suistimali olarak görülmesi ender rastlanır<br />

bir durum olabilir. Meselâ davacının kendisine karşı dava açmasına davalının hileli<br />

davranışları sebep olmuşsa onun muvafakat etmemesine rağmen davacı değiştirilmesi<br />

icra edilebilmelidir, bkz de Boor, s. 103 ve ayrıca s. 108.<br />

79


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Eski yargılama ile bağlı olup olmama meselesinde üzerinde durulması<br />

gereken diğer bir nokta ilk davalının taraflarından olup tarafın değiştirilmesinden<br />

sonra ikinci davada da aynı kalan tarafın değiştirmeye kadarki<br />

yargılama karşısındaki durumudur. Davacı değişmesinde davalı, davalının<br />

değiştirilmesinde davacı ilk davanın yargılaması ile ikinci davada da bağlı<br />

kalacak mıdırlar? Bize göre böyle bir bağlılıktan da söz edilemez. Zira<br />

taraf değişmesinden sonra ayrı bir çekişme konusu ile yeni bir usul hukuku<br />

ilişkisi doğmuştur. Davalı değiştirmede davacı yeni davalısına karşı<br />

yeni bir dava dilekçesi tebliğ ettirecektir. Bu dilekçede yeni maddî vakıalar<br />

dermeyen edebilecektir. Eski dava sırasında kaçırılmış olan usulî süreler<br />

yeni dava bakımından etkisizdir. Davacı yeni davasında bütün usulî muamelelerini<br />

birincideki ihmalleri ile engellenmeksizin yapabilir. Davacının<br />

değişmesi halinde de davalı bakımından aynı şeyler söylenebilecektir. Davalı<br />

da kendisine birincisinden bağımsız olarak kendisine karşı yeni bir<br />

dava ikame eden davacısına karşı cevap lâyihasında ilk yargılama ile bağlı<br />

olmaksızın cevap lâyihası verecek ve savunmasını yeni baştan kurabilecektir<br />

163 . Mesela ilk davada süresinde cevap vermemesi ikinci davada yeni<br />

davacısına karşı cevap layihası vermesine asla engel değildir. Zira bu yeni<br />

bir davadır. İlk davada aleyhine gıyap kararının alınmış olması da ikinci<br />

dava bakımından bir etki yapmayacaktır.<br />

O zamana kadar devam etmiş yargılama ile bağlılık ancak tarafların<br />

aynı kaldığı bir dava değiştirme halinde söz konusu olabilir 164 . Meselemizde<br />

ise tekrar tekrar söylediğimiz gibi ayrı davalar söz konusudur ve<br />

çekişme konusunun ayrı olduğu bir davanın yargılaması ile bağlılık söz<br />

konusu olamaz.<br />

Tarafın değişmesinde iki ayrı davanın bulunması dolayısı ile değinilmesi<br />

gereken bazı meseleler vardır. Davalının değiştirilmesi halinde yeni<br />

davalının savunmalarını ilk davacıdan tamamen bağımsız olarak ileri sürebileceğini<br />

söyledik. Bu, esasa ilişkin savunmalarda olduğu gibi usule<br />

ilişkin müdafaalar bakımından da böyledir. Meselâ yeni davalı bütün iptidai<br />

itirazlarını 165 ilk dava ile hiçbir bağlantısı olmadan ileri sürebilecektir.<br />

Davalı yargılamaya çekilmiştir. Fakat o henüz o mahkemenin yetkisi ile<br />

163 Bkz. Kisch’in dn. 80’de belirtilen görüşlerine.<br />

164 Blomeyer § 115 IV 1 a s. 636.<br />

165 Yeni dava bakımından dava şartlarının gerçekleşmediğinin taraflarca ileri sürülebileceğinde<br />

ve mahkemece incelenebileceğinde şüphe yoktur.<br />

80


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

bağlı değildir. Yetkisizlik itirazını dermeyan edebilir 166 . Yine mesela ilk davalının,<br />

davacının ikametgâhının yabancı memlekette bulunması dolayısı<br />

ile teminat gösterilmesini iptidai itiraz olarak dermeyan etmemiş olması<br />

ikinci davalının bu itirazı dermeyan etmesine engel olmaz.<br />

Davacının değişmesi halinde de kanaatimce durum farklı değildir.<br />

Yani davalı ilk davanın ikamesinde yetkisizlik iptidai itirazından bulunmamış<br />

olsa bile ikinci davacının aynı yargılama içine çekilmek surreti<br />

ile açtığı davaya karşı yetkisizlik itirazını ileri sürebilecektir. İlk davada<br />

mahkemenin yetkisinin doğru olarak teessüs etmiş olması başka bir dava<br />

için bir rol oynamamalıdır; perpetuatio fori kuralı aynı davanın devam etmekte<br />

olduğu hallere hasredilmeli 167 ve davalı incelediğimiz meselede ilk<br />

davadan ayrı bir davada yetkisizlik itirazını ileri sürebilmelidir 168 . Davacı<br />

değişmesinde davalının muvafakatinin bulunması gereği de aksi sonuca<br />

varmak için bir gerekçe olamaz 169 . Zira belirtildiği gibi davalının burada<br />

muvafakatinin bulunması ilk davacının ona karşı davasını geri alabilmesinin<br />

şartıdır. Yoksa bu muvafakat ile davalı o mahkemede yeni davalıya karşı<br />

da yargılamaya devam etmek istediğini belirtiyor değildir. Esas itibariyle<br />

yetkisiz olan mahkemenin yetkili kılınması ya bir yetki anlaşması ile olur.<br />

Burada böyle bir anlaşmadan bahsedilemez. Zira bu anlaşmanın şartları<br />

gerçekleşmemiştir, bkz m. 22. Veya yetkisiz mahkeme davalının iptidai itiraz<br />

dermeyan etmemesi ile yetkili olur. Bu da cevap süresi içinde bu iptidai<br />

itirazın dermeyan edilmemiş olması ile mümkün olur ki burada henüz<br />

böyle bir durum da söz konusu değildir. Davalı yeni davacısına karşı iptidai<br />

itiraz dermeyan etmez ise o takdirde mahkeme yetki kazanabilecektir.<br />

Yargılamada kalan tarafın o zamana kadar yürüttüğü yargılama ile<br />

bağlı tutulmaması esası eski yargılama sırasında vukubulmuş olanların<br />

vuku bulmamış sayılması sonucuna götürmemelidir. Mesela yargılamada<br />

kalan taraf, kanaatimizce, taraf değiştikten sonra da kendi ikrarı ile bağlı<br />

166 de Boor s. 110; Henckel s. 237.<br />

167 Perpetuatio fori kuralı muteber olarak doğmuş olan yetkinin sonraki değişikliklerden<br />

etkilenmeyeceği şeklinde ifade edilebilir; de Boor’un ZPO § 263 bent 2’de ifade edilmiş<br />

olan bu kurala dayanarak aksi sonuca varması bana hatalı bir kıyas olarak görünüyor.<br />

Nitekim bu maddede bu kural derdesti rüyetliğin sonuçları arasında gösterilmektedir.<br />

Bizim meselemizde ise ikinci bir dava derdesti rüyet olmuştur.<br />

168 Karş. de Boor s. 105; Henckel s. 241.<br />

169 Karş. Henckel s. 241.<br />

81


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kalacaktır 170 . Bu yargılamanın devamlılığının bir sonucudur. Nasıl dava ortaklığında<br />

davalının veya davacının hasım taraftaki dava ortaklarının davaları<br />

bakımından önemli olan bir vakıayı ikrar etmesi bu vakıanın isbat<br />

edilmesi gereğini bütün ortaklar bakımından kaldıracak ise 171 taraf değişmesinde<br />

de aynı kalan tarafın ikrarı ile yeni tarafa karşı da bağlı olduğunu<br />

kabul etmek gerekmektedir.<br />

Bu, belirttiğimiz gibi yargılamanın devam etmekte olmasının yani ilk<br />

yargılamanın ayakta tutulmasının bir sonucudur 172 . Davalının davacının<br />

sıfatının bulunmadığından ve bu sebeple davanın reddedileceğinden emin<br />

olduğundan ikrar etmiş olabileceği bu sebeple ikrarı ile bağlı tutulmaması<br />

gerektiği itirazı 172a Henckel’in haklı olarak belirttiği gibi pek nadir rastlanabilecek<br />

bir durum olacağından başka bu durumda davalının muvafakatini<br />

vermemek suretiyle tarafın değişmesine engel olmak da elindedir 173 . Yani<br />

eski tarafı ikrarı ile bağlı tutmak menfaatler durumuna aykırılık teşkil etmemekte<br />

ve bu, taraf olanın değişmesi(Parteiwechsel) müessesesinin kabulündeki<br />

amacı gerçekleştiren bir husus olmaktadır 174 .<br />

Yargılamanın devamlılığı diğer isbat muamelelerinin de tarafın değişmesinden<br />

sonra etkili olmasına yol açacaktır 175 . Pek tabii bu etkililik için<br />

dermeyan edilen delillerin iki dava arasında bulunması gereken maddî irtibatı<br />

ortaya çıkaran maddî vakıalara ilişkin olmaları gerekir. Bu hallerde<br />

dermeyan edilmiş ve tetkik edilmiş bulunan deliller kuvvetlerini muhafaza<br />

ederler. Bu husus tarafların yeni deliller dermeyan etmelerine engel<br />

teşkil etmez, fakat hakim ihtilaflı hususu ilk yargılama sırasında dermeyan<br />

edilen delillerle sabit görerek yeni delil dermeyanını reddedebilir 176 . Yargılamada<br />

kalan tarafın delillerini ilk davada tahdit etmiş olmasının yeni<br />

170 Henckel s. 171 aksi fikir Blomeyer § 115 IV 1 a s. 637; de Boor s. 106.<br />

171 Bkz. Umumi olarak Rosenberg § 94 III 2 s. 466; Blomeyer § 109 II 1 s. 613.<br />

172 Gerçekten devam eden bir yargılamada bir maddî vakıa ikrar edildikten sonra bu ikrarın<br />

tamamen tesirsiz addedilerek isbatını istemek düşünülemez. Velev ki ikrardan<br />

“rücu” etmek için bir sebep bulunsun, bkz. HUMK m. 236 f. II.<br />

172a de Boor s. 106.<br />

173 Henckel s. 241.<br />

174 Nitekim de Boor da bağlılığı kabul etmemesine rağmen bu ikrarın yeni dava bakımından<br />

da çok kuvvetli bir emare(Indiz) olacağını belirtmektedir, s. 106; bu kadar açık<br />

olmamak üzere Blomeyer § 115 IV 1 a s.637.<br />

175 de Boor s. 106; Henckel s. 239; Nikisch § 116 II 2 s. 461.<br />

176 Henckel s. 239.<br />

82


Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme<br />

tarafla olan davası bakımından bir önemi yoktur. Farklı bir davadaki delil<br />

hasrının başka bir dava bakımından etkisini devam ettirmesi söz konusu<br />

olamaz.<br />

İlk dava sırasındaki şahit ifadeleri 177 , keşif, isticvap sonuçları ve bilirkişi<br />

mütalaaları yargılamanın devamlılığı dolayısıyla ikinci davada değerlendirilecektir.<br />

Mahkemeye sunulmuş olan vesikalar bakımından da<br />

durum böyledir. Benim kanaatime göre aynı kalan tarafın bir senet altında<br />

bulunan ve inkar ettiği imzanın HUMK hükümleri gereğince yapılan tetkikten<br />

ona ait olduğu anlaşılmış ise bu sonuç aynı yargılama içinde devam<br />

edecek olan ikinci dava bakımından da değerini muhafaza edecektir.<br />

Davanın harç ve masraflarını davayı kaybeden yüklenecektir. Bu bakımdan<br />

meselemiz bir özellik göstermemektedir. Ancak taraf değiştirme<br />

dolayısı ile fuzulî olarak yapılmış duruma gelen masrafları dava değiştirmeyi<br />

isteyen davacı yüklenecektir 178,179 .<br />

Nihayet kısaca tarafın değiştirilmesinin prosedürüne de temas edelim:<br />

a) Davacı değişmesinde kendisini yanlış olarak gerçek taraf zannetmiş<br />

olan davacı yargılama sırasında davasını geri almak istediğini bildirecektir.<br />

Davalının bu geri almaya muvafakat etmesi gerekir. Muvafakat etmezse<br />

dava devam edecektir. Yeni davacı ise davalıya karşı yeni bir dava ikame<br />

etmekte olduğundan dava ikamesine ilişkin hükümler uygulanacak, davacı<br />

davalıya dava arzuhali tebliğ edecek ve onu ilk davanın yargılamasına<br />

çektiğini belirtecektir. Davalının eski yargılamaya çekilmesine muvafakat<br />

etmesi gerekmez. Ancak yukarıda belirtildiği gibi o esasa ve usule taalluk<br />

eden bütün def’ilerini yeni davacıya karşı dermeyan edebilecektir.<br />

177 Yeni taraf da eski dava sırasında şahit olarak dinlenmiş olabilir. Onun şahit olarak<br />

beyanları da sonradan kendi davasında değerlendirilebilecektir.<br />

178 Rosenberg ZZP 70 s. 7.<br />

179 Davacının geri alınması halinde peşin yatırılmış olan karar ve ilam harcının davacıya<br />

iade edilemeyeceği kanunda bu hususta bir hüküm olmaması sebebi ile kabul edilecek<br />

olsa dahi burada meselemiz bakımından değerlendirilmesi gereken bir imkân ortaya<br />

çıkmaktadır: Kanaatimizce davalısını değiştirmiş olan davacı ilk dava için yatırmış<br />

olduğu harçtan ikinci davalısına ikame ettiği davada yararlanmalıdır. İkinci davanın<br />

peşin yatırılması gereken harcı fazla ise ilk yatırılan tamamlanır(Harçlar K. m. 30’un<br />

kıyasen uygulanması). Bu çözüm tarzı tarafın değişmesinin amacına uygun olduğu<br />

gibi hakkın aranmasının kolaylaştırılması eğilimine de uygundur.<br />

Ancak davacı değişiminde yeni davacının eskinin harcından, kendisinden başka bir<br />

kimsenin yatırmış olduğu harçtan yukarıdaki gibi faydalanabileceği söylenemez.<br />

83


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

b) Davacının davalısını yanlış seçmesi ve bir diğerini onun yerine geçirmek<br />

istemesi halinde ise davacı davalısına karşı ikame ettiği davayı geri<br />

almak istediğini bildirince davalının geri almanın tekemmülü için muvafakati<br />

gerekecektir. Davalının muvafakati ile dava geri alınmış olur. Yeni<br />

davalıya ise yeni bir dava ikame edilmektedir. Yeni davalı bütün müdafaalarını<br />

cevap lâyihasında ileri sürebilecektir. Eski yargılamaya çekilmesinde<br />

ise muvafakati aranmayacaktır.<br />

(a) ve (b)’de müşterek olan bir noktaya da değinmek gerekiyor: Davanın<br />

geri alınmasında davalının muvafakati elde edilemezse bu yeni<br />

tarafın davaya girmesine(davacı) veya çekilmesine(davalı) engel teşkil<br />

etmeyecektir(bkz § 5’teki açıklamalara). Ancak dava ortaklığının şartlarının<br />

gerçekleşmesi lâzımdır(bkz. HUMK m. 43 ve son).<br />

84


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında *<br />

I. GİRİŞ<br />

1. Genel Olarak<br />

Doç.Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) dünya ekonomisinin ve siyasî<br />

hayatının en önemli unsurlarından biridir. İngiltere, Danimarka ve<br />

İrlanda’nın 1 katılması ile bu önem daha da artmıştır. İngiliz Başbakanı E.<br />

Heath artık bir “Avrupalı” olarak “Avrupa kendi kudretini müdrik olmalıdır”<br />

demektedir 2 . Gerçekten 1970 tarihli itibariyle nüfusu 250 milyonu<br />

bulan Dokuzlar Avrupası’nın gayrisafi millî gelirler toplamı 625 milyar<br />

dolara yaklaşmıştır. Amerika’nın 993, Sovyetler Birliği’nin 288 milyardır.<br />

Dünya ticaretinin %40’a yakın bir nisbeti AET ülkelerinin elindedir. Çelik<br />

üretiminde AET Amerikayı da Sovyetler Birliğini de geride bırakmıştır.<br />

Böyle bir gücün dünyanın ekonomik ve siyasal sorunlarında ve gelişmelerinde<br />

önemli etkileri olacağı tabii bir sonuçdu ve böyle de olmuştur.<br />

Bu büyük kuruluşun organlarının 3 hemen hepsinin isimlerini, faaliyetlerini<br />

günlük gazetelerde, dergilerde görmek ve izlemek mümkündür. Meselâ<br />

Genel Kurul, Avrupa Ekonomik Topluluğu Sözleşmesindeki (AETS) bu adı<br />

ile olmasa bile kendisine verdiği “Avrupa Parlamentosu” adı ile bilinmekte-<br />

* Bu yazı 1974 yılı Ocak ayı başında tamamlanmış ve tevdi edilmiştir. O günden bu<br />

yana geçen süre içinde olagelmiş bazı değişiklikler açısından bugünkü durum aksettirilmiyor<br />

olabilir. Meselâ, bugün Adalet divanı hakimlerinin bazılarının (bkz. dn. 25)<br />

değişmiş olabileceği ihtimaline işaretle yetinmek zorundayız.<br />

1 Norveç halkı bu konuda yapılan referandum’da katılma aleyhine oy vermiş ve bu sebeple<br />

Norveç Avrupa Ekonomik Topluluğunun üyesi olmamıştır.<br />

2 Der Spiegel 1972, Nr. 6.<br />

3 AETS m. 4.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

dir. Topluluğun diğer bir organı olan “Konsey” kendisini teşkil eden üyeleri<br />

dolayısı ile popüler olmuştur. Konsey, üye devletlerin hükümetlerinden seçecekleri<br />

bakanlardan teşekkül eder (ETE m. 146 f. 1). Bu sebeple Konseye “Bakanlar<br />

Konseyi” de deniyor 4 . Nihayet topluluğun icra organı olan Komisyon’u<br />

belirtmek gerekir 5 . Komisyon, Ortak Pazarın kurallara uygun olarak işlemesini<br />

ve gelişmesini sağlamak için kendisine verilmiş görevleri ifa eder (AETS<br />

m. 155). Komisyonun başkanı topluluğu dışa karşı temsil eder 6 .<br />

Bu belirttiğimiz organlar yanında özel görevleri olan müesseseler de<br />

mevcuttur ve bunların bazıları AET’nun yukarıda belirttiğimiz temel organları<br />

kadar bilinirler. Bunlara en tipik örnek Avrupa Yatırım Bankasıdır<br />

(AETS m. 129). Adı geçen Banka üye devletlerin ülkelerindeki veya bu<br />

devletlerin ülkeleri dışındaki yatırımları kredi açmak sureti ile destekleyebileceği<br />

gibi, üye devlet olmayan bir topluluk veya işyerine de, bu projenin<br />

uygulanacağı ülke devletinin garantisi veya diğer garantiler karşılığı kredi<br />

açabilir (AETS ek Protokol m. 18). İşte bu hükümlerin belirttiği faaliyet Avrupa<br />

Yatırım Bankasının ilgili çevrelerde ve basının ekonomi sayfalarında<br />

en az ortaklığın yukarıda belirtilen temel organları kadar tanınmasına ve<br />

yer almasına yol açmıştır.<br />

Bu yan kuruluşlar içinde yine basınımızda son günlerde yer alan Avrupa<br />

Sosyal Fonu’nu belirtebiliriz (AETS m. 123-128).<br />

Basında ve ajanslarda bahsedildiğine fazla rastlanmayan fakat Avrupa<br />

Ekonomik Topluluğunun amaçları ve gelişmesi bakımından çok önemli<br />

4 Roma Sözleşmesini dilimize çevirmiş bulunan OZİL “Bakanlar Kurulu” deyimini tercih<br />

etmektedir. Sözleşmede bu organın adı fransızca metinde “Conseil” almanca metinde<br />

ise “Rat” olarak geçmektedir. Ancak doktrinde üyelerinin belirtilen nitelikleri<br />

dolayısı ile “Ministerrat” deyimi de kullanılmaktadır.<br />

5 Ancak Başkan diğer hususlarda primus inter pares durumundadır, bkz. Runge, Einführung<br />

in das Recht der Europaeischen Gemeinschaften, München 1972, s. 8.<br />

6 Bu organlar üç Avrupa Topluluğu için de müşterektir. Gerçekten Komisyon, Konsey ve<br />

Genel Kurul, Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu ve Avrupa<br />

Atom Enerjisi Topluluğunun, müşterek organlarıdır ve bu topluluk sözleşmelerinde<br />

kendilerine verilmiş yetkileri kullanırlar. 1965 yılına kadar yukarıda adı geçen toplulukların<br />

organları birbirlerinden müstakil idi. 8 Nisan 1965 yılında taraflarca kabul<br />

edilen “Birleştirme Sözleşmesi” (Fusionsvertrag) ile tek bir Konsey ve Komisyon üç<br />

topluluğun müşterek organı durumuna getirilmiştir. Bu sözleşme 1967 yılından itibaren<br />

uygulanmaya başlanmıştır, Runge, s. 6; ayrıca bkz. Özil, s. 115. Genel Kurul<br />

ise baştan itibaren (1957) her üç topluluğun da müşterek organı durumundadır, bkz.<br />

Avrupa Toplulukları Müşterek Organlar Hakkında Anlaşma, m. 1 (BGB1. II, s. 1156).<br />

86


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

bir organ daha mevcuttur: Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı.<br />

Topluluk Sözleşmesinin 4 üncü maddesinde Topluluğa verilecek görevleri<br />

gerçekleştirecek organlar arasında Genel Kurul, Konsey ve Komisyon’dan<br />

sonra Adalet Divanı yer almaktadır. Sözleşmenin 164-188 maddeleri Adelet<br />

Divanının kuruluşunu ve faaliyetlerini sözleşme hükümleri yanında<br />

düzenleyen bir yönetmelik 17. Nisan 1957 tarihli protokolla kabul edilmiştir.<br />

3 Mart 1959 tarihinde de bu protokol yanında uygulanmak üzere<br />

Adalet Divanının yargılama kurallarını havi yönetmelik yürürlüğe girmiştir.<br />

Adalet Divanı Yargılama Yönetmeliğini kabul etmiş ve Toplulukların<br />

Konseyleri AETS m. 188 gereğince icazetlerini vermişlerdir 7,8 .<br />

Adalet Divanı da, genel Kurul gibi baştan itibaren üç Avrupa Topluluğunun<br />

müşterek organıdır 9 . Bu sebeple ona Avrupa Toplulukları Adalet<br />

Divanı denebilir 10 .<br />

2. Avrupa Ekonomik Topluluğu (ve Diğer Topluluklar) Adalet<br />

Divanının Önemi:<br />

Ortak Pazar (AETS m. 2) ın görevini yapabilmesi için bir müşterek hukuk<br />

düzenine ihtiyaç vardır 11 . Bu hukuk düzeni ise kazaî organa muhtaçtır<br />

12 . Bunu söylemekle bu toplulukların federal devlet ile tam bir benzerlik<br />

arzettiğini söylemek istemiyoruz. Ancak Birleşik Avrupa Devleti fikri bu<br />

toplulukların siyasi amacı olduğundan teşkilatlanmalarında federal devlet<br />

modeli göz önünde bulundurulmuştur. Bu gün Avrupa Ekonomik Topluluğunun<br />

bulunduğu gelişme kademesinde bir federal devletin varlığından<br />

7 Toplulukların icra organları yukarıda belirtildiği gibi 1965 de birleştirildiğinden ve bu<br />

uygulama 1967’de başladığından Yargılama Yönetmeliğine her topluluğun icra organı<br />

ayrı ayrı icazet vermişlerdir.<br />

8 Bkz. 3 Mart 1959 tarihli yönetmeliğin (BGB1. II, s. 1205) birinci maddesinden önce yer<br />

alan ve yönetmeliğin ısdarı prosedürünü gösteren resmi metne; ayrıca bkz. Ehle, 1.<br />

Kısım, Bölüm V. Ayrıca bu yönetmeliğe ek olarak aynı usulle 9 Mart 1962 tarihinde 8<br />

maddelik bir ek yönetmelik de kabul edilmiştir (BGB1. II, s. 770). Esas yönetmelik 112<br />

maddedir.<br />

9 Bkz. Avrupa Toplulukları Müşterek Organları hakkında Anlaşma Madde 3 (BGB1. II, s.<br />

1156).<br />

10 Nitekim bkz. Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında bir ortaklık yaratan<br />

Anlaşma m. 25, 2 numaralı bent.<br />

11 Ehhe, İkinci Kısım, 4. Bölüm, I, s. 2 (Yan numara 1).<br />

12 Steindorff, s. 39.<br />

87


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

bahsetmeye imkan yoktur. Ancak gelişme vetiresi devam ettikçe bu karakter<br />

kuvvetlenecektir 13 . Gelişmenin sonunda yani Birleşik Avrupa Devleti<br />

kurulduğu zaman ise bir federal devlet söz konusu olacaktır. Bu gün ise<br />

Ophüls’ün belirttiği gibi topluluğun federal nitelik gösteren kuruluşu, federal<br />

devlet kavramlarının ihtiyatlı olmak kaydı ile kıyasen kullanılmasına<br />

imkan verebilir 14 .<br />

Ancak bu topluluklarda parlamento yerini tutan organ kendisine tanınan<br />

yetkilerin sınırlılığı dolayısı ile gelişmemiş olarak kaldı. Genel kurul<br />

ne kural koyma yetkisine ne de bütçenin kabulü yetkisine sahiptir. Avrupa<br />

Ekonomik Topluluğunda hukuk kurallarının kabulüne istişari nitelikte bir<br />

iştiraki söz konusudur. Bugünkü durumu ile diğer organlar arasında en az<br />

yetkiye sahip olan “Avrupa Parlamentosu”na, topluluğun demokratikleştirilmesi<br />

amacı ile daha önemli yetkiler tanınması hususundaki teklifler bir<br />

sonuç vermemiştir 15 .<br />

İşte Genel Kurul’un baştan itibaren bir parlamentonun normal yetkileri<br />

ile donatılmış olması, topluluğun icra organı karşısında etkili bir kontrol<br />

yapabilmesini engellemiştir.<br />

Schumann planı ile ilgili müzakereler sırasında 16 parlamentonun bu<br />

zayıflığı anlaşıldı. Bu sebeple kuvvetli bir kaza organının varlığı gerekli<br />

13 Ehle, 2. Kısım, Art. 1, I 3, yan numara 5 (s. 3).<br />

14 NJW 63, 1698; Quellen und Aufbau des Europaeischen Gemeinschaftsrechts; “federasyona<br />

sadakat” ilkesinin Avrupa Ekonomik Topluluğu açısından değerlendirilmesi için<br />

bkz. Ehle, Art. 1, II, 2, yan numara 10 (s. 4); bkz. ayrıca IV deki açıklamalara.<br />

15 Ehle, Art. 4, II, 1, yan numara 8 (s. 4).<br />

16 9 Mayıs 1950 tarihinde Fransa Dışişleri Bakanı Schumann, Almanya ile Fransa arasındaki<br />

yüzyıllarca süren çatışmaya son verme amacı ile bir plan teklif etti. Bu plana göre<br />

her iki ülkenin kömür ve çelik üretimlerinin toplamı bir organizasyon içinde müşterek<br />

yüksek otoriteye bağlanıyor ve bu organizasyon, Avrupa’nın diğer ülkelerine de açık<br />

tutuluyordu. Bu üretimdeki bağlılık yeni bir savaşın düşünülmezliğini getirmekle kalmıyor,<br />

maddi bakımdan da bunu olanaksız kılıyordu. Schumann planının müzakerelerine<br />

Federal Almanya ve Fransa yanında Belçika, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg katıldılar<br />

ve 18 Nisan 1951 yılında Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu sözleşmesi imzalandı<br />

ve 25 Temmuz 1952’de yürürlüğe girdi ve Avrupa topluluklarının temel taşı olarak<br />

nitelendirildi (bkz. Jaeger, s. 63-64).<br />

Avrupa politik ve askeri birliği sağlanamadığı için birleşmenin en kolay gerçekleşebileceği<br />

ekonomik alanda adımlar atılmasına karar verildi. Adı geçen altı ülke ekonomik<br />

alandaki işbirliğini iki temel endüstri maddesi dışında da sağlamağa kararlı olarak harekete<br />

geçtiler. İşte bunun sonucunda Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom<br />

Enerjisi Topluluğu Sözleşmeleri Roma’da imzalandı ve 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girdi.<br />

88


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

görüldü 17 . Hukuki himayenin sağlanmasını gerçekleştirecek etkin yetkilerle<br />

donatılmış bir kaza organının geliştirilmesi bilhassa o zaman Alman<br />

delegasyonunun teşvik ve ısrarı ile gerçekleştirilmiştir 18 .<br />

Böylece Avrupa Ekonomik Topluluğu (ve diğer topluluklar) Adalet Divanında,<br />

her hangi bir hukuk düzeninde kaza organından beklenecek olan<br />

görevlerden daha fazlası beklenmektedir.<br />

Profesör Hallstein’in belirttiği gibi, Adalet Divanı Avrupa fikrinin ciddiye<br />

alındığının bir ifadesidir 19 . Avrupa Toplulukları icra organları ve diğer<br />

yan kuruluşlar yüksek vasıflı ekonomi uzmanlarının elindedir ve bunlara<br />

hukuki bakımdan sadece topluluk sözleşmeleri, politik bakımdan, bakanlar<br />

konseyi içinde etkili olacak federal unsur bir engel teşkil edebilecektir.<br />

Bu yüksek vasıflı uzmanların, topluluk hukukuna tabi olanlar (“topluluk<br />

halkı”) üzerindeki muhtemel bir ekonomik yönetim “diktatörlüğüne” karşı<br />

Adalet Divanına, hukuki himaye sağlamak gibi çok önemli bir görev verilmektedir<br />

20 . Toplulukların icra organlarının tasarruflarının güven verici<br />

olması, kişilerin bu inanca sahip olmaları, uzun ve köklü ananelere sahip<br />

milletlerin fertlerinden oluşmuş bu organların bir kaza organının denetimine<br />

tabi tutulması ile mümkün olabilecekti. Böylece bu kuruluşlar, milli<br />

devletlerin karşısında varlıklarını sürdürebilirdi. Schumann Planı görüşmelerinde<br />

Alman delegasyonunun belirtilen nitelikteki denetimi yapabilecek<br />

olan bir yargı organı kurulması hususundaki ısrarını Fransız delegasyonundan<br />

Monnet “Yüksek Makamın objektivitesinin bekçisi” 21 olacak<br />

bir organ istendiği şeklinde yorumlamıştı 22 . Bu formül Adalet Divanına<br />

verilmek istenen rolü iyi ifade etmektedir.<br />

Hukukun uygulanmasında ve yorumlanmasında birliği garanti eden<br />

ve hukuk düzeninin dinamik bir gelişmesi için çaba sarfedecek olan Adalet<br />

Divanı bu sebepten sadece topluluğun anayasal kuruluşunu tamamla-<br />

17 Steindorff, s. 39-40.<br />

18 Hallstein, s. 22; Der Schumann-Plan (Frankfurter Universitaetsreden Heft 5).<br />

19 Halistein, s. 22-23.<br />

20 Zweigert, s. 580.<br />

21 “Garden de l’objektivité de la Haute Autorité”; ilk olarak kurulmuş olan Avrupa<br />

topluluğu, Avrupa Kömür-Çelik Topluluğunun icra organı Yüksek Makam (Haute<br />

Autorité, Hohe Behörde) dır. Sonradan üç topluluğun icra organı da birleştirilmiştir,<br />

bkz. dn. 6.<br />

22 Hallstein, s. 23.<br />

89


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

yan bir organ değil, aynı zamanda Ortak Pazar’ın mevcudiyeti ve başarısı<br />

için temel faktördür 23 . Bundan dolayı Adalet Divanı, entegrasyon aşamaları<br />

geliştikçe ve Topluluk bu yolda ilerledikçe önemini arttıracaktır. Adalet<br />

Divanı bir yandan bu gelişmenin sıhhatli olarak devamını, bir yandan da<br />

erişilen safhanın muhafazasını sağlamak bakımından varlığından vazgeçilmez<br />

bir topluluk organıdır.<br />

90<br />

II. ADELET DİVANININ KURULUŞU<br />

Avrupa Ekonomik Topluluğu Sözleşmesinin 165 inci madesi Adalet<br />

Divanının yedi üyeden oluşacağını öngörmekte idi. Sözleşmenin bu düzenlemesi<br />

topluluğun “altılar” 24 dönemine ilişkindir. Topluluğun, üç devletin<br />

daha katılması ve “dokuzlar” haline gelmesi ile bu hükmün de yeni<br />

duruma uydurulması gereği ortaya çıktı. Bu gün AET sözleşmesinin 165<br />

inci maddesinin ilk fıkrası (buna uygun olarak Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu<br />

Sözleşmesinin 32 inci maddesinin ilk fıkrası ve Avrupa Atom Enerjisi<br />

Topluluğu Sözleşmesinin 137 inci maddesinin ilk fıkrası) “Adalet Divanı<br />

dokuz hakimden oluşur” şeklinde değiştirilmiştir 25 . Bugün ortaklığın<br />

üyesi olan dokuz devletin her birinden bir hakim Adalet Divanında görev<br />

yapmaktadır 26 . Her ne kadar sayı her üye devletin bir hakim gönderebileceği<br />

şekilde tesbit edilmişse de, sözleşme her üye devletin kendi vatandaşı<br />

olan bir hakim göndereceği yolunda bir hüküm taşımamaktadır. Üye devletlerin<br />

vatandaşı olmayan bir kimsenin dahi Adalet Divanı hakimi olma-<br />

23 Ehle, 2. Kısım, 4. Bölüm I yan numara 1 (s. 2).<br />

24 Belçika, Almanya Federal Cumhuriyeti, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda.<br />

25 AB1, 1 1.73, Nr. L 2/2; Topluluğun diğer organları da genişlemiş duruma uydurulmuşlardır.<br />

26 Adalet Divanı Başkanı: Bay Robert Lecourt (Fransa)<br />

1. Daire<br />

Başkan : Bay Ricardo Monaco (İtalya)<br />

Üyeler : Bay Andre M. Donner (Hollanda)<br />

Bay Josse Mertens de Wilmars (Belçika)<br />

Bay Cearbhall O’Dalaigh (İrlanda)<br />

2. Daire<br />

Başkan : Bay Pierre Pescatore (Lüksemburg)<br />

Üyeler : Bay Hans Kutscher (Almanya)<br />

Bay Max Sorensen (Danimarka)<br />

Lord Alexander Mackenzie Stuart (İngiltere)


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

sı mümkündür 27 . Bu Adalet Divanının fonksiyonunun özelliğine ve buna<br />

ilişkin bağımsızlığına uygun bir düzenlemedir. Nitekim AET Sözleşmesi<br />

Topluluğun icra organı olan Komisyon üyelerinin sadece üye devletler vatandaşlarından<br />

olabileceğini açıkça öngörmüştür (AETS m. 157 f. 3).<br />

Adalet Divanı hakimlerinin sayılarının arttırılmaları konusunda basit<br />

bir usulle sözleşmenin tadil edilebilmesi imkanı tanınmıştır 28 . Adalet Divanının<br />

talebi üzerine Konsey ittifakla vereceği bir kararla hakim sayısını<br />

yükseltebilir (m. 165 f. 4) 29 .<br />

Fakat her halde divanın hakim sayısı daima tek olmalıdır. Zira, Haag’daki<br />

Milletlerarası Adalet Divanının aksine, AET Adalet Divanı bakımından<br />

oy eşitliği halinde başkanın oyunun sonucu tayin edeceği kuralı<br />

kabul edilmemiştir 30 .<br />

Adalet Divanı kendi üyeleri arasında daireler de teşkil edebilir (m. 165<br />

f. 2). Bugün Divan bir başkan ve üçer hakimden oluşan iki daire halinde<br />

çalışmaktadır 31 .<br />

AET Sözleşmesi, Divanın iki genel Avukat tarafından destekleneceği<br />

yolunda bir hüküm sevketmiştir (m. 166 f. 1). Bu genel avukatlar Adalet<br />

Divanının ilerde göreceğimiz 164 üncü maddede düzenlenen görevinin<br />

ifasında yardımcı olacaklardır.<br />

Genel Avukatlar (avocat general, Generalanwalt) tam bir tarafsızlık ve<br />

bağımsızlıkla rapor halinde hazırlayacakları bir hüküm teklifi sunacaklardır.<br />

Raporlar, hazırlayanların nitelikleri dolayısı ile sadece bir hazırlık<br />

27 Mühlenhöver, Art. 165, Not. 1; Bächle, s. 13; topluluğa yabancı bir devletin vatandaşı<br />

bugüne kadar, divan hakimi olmamıştır, ancak topluluğun altılar zamanında bir<br />

üye devletin birden fazla hakiminin bulunduğu zamanlar olmuştur. Bir keresinde iki<br />

Hollandalı hakim, 1961 yılında iki İtalyan hakim adalet divanına katılmışlardır, bkz.<br />

Bächle, s. 13 ve dn. 17.<br />

28 Wohlfarth, Art. 165, Not. 4.<br />

29 AETS m. 236, Sözleşmenin kural olarak nasıl değiştirilebileceğini göstermiştir. Buna<br />

göre her üye devlet hükümeti veya Komisyon Konsey’e değiştirme tasarıları sunabilir.<br />

Konsey, Genel Kurula ve duruma göre Komisyona danıştıktan sonra bu değişiklikleri<br />

yapmak üzere üye devletler hükümetleri temsilcilerinden oluşacak bir konferans toplanmasını<br />

uygun görürse, Konsey Başkanı böyle bir konferansı toplantıya çağıracaktır.<br />

Konferansın kararına bağlanan değişiklikler bütün üye devletlerin anayasaları gereğince<br />

onandıktan sonra yürürlüğe girerler.<br />

30 Bächle, s. 13.<br />

31 Bkz. dn. 25.<br />

91


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

niteliğinde değil, fakat adeta bir bakıma ilk kademe mahkemesi kararı<br />

kuvvetini taşımaktadır. Bugüne kadarki uygulama, Adalet Divanının ahvalin<br />

pek büyük ekseriyetinde genel avukatların görüşlerini takip ettiğini<br />

göstermiştir 32 . Genel Avukatların kabulünde Fransız hukukunun “Conseil<br />

d’Etat” nezdindeki “Commissaire du Gouvernement”lar örnek alınmıştır 33 .<br />

Bu genel avukatlar ne herhangi bir topluluk organını ne de topluluğun<br />

menfaatlerinin temsilcisidirler; müstakil bir topluluk organı değil Divanın<br />

bir unsurudurlar 34,35 .<br />

AET Sözleşmesi, Divan hakimlerinin ve genel avukatların nitelikleri<br />

hususunda bazı esaslar koymuştur. Bir kere bunlar üye devletlerin hükümetlerinin<br />

karşılıklı anşamlaraı ile altı yıl için seçilirler. Hakim ve genel<br />

avukatlar bağımsızlıklarına güvenilen, memleketlerinde en yüksek yargı<br />

organlarında görev alabilme şartlarına sahip olan veya üstün yetenekleri<br />

ile tanınan hukukçular arasından seçilebilecektir (m. 166 f. 1).<br />

Yeni seçimler ve ölüm olayları dışında hakimlerin görevleri istifaları<br />

ile son bulabilir (Protokol m. 5). Ancak bir hakim, diğer hakimlerin ve<br />

genel avukatların oy birliği ile alacakları bir kararla görevinden uzaklaştırılabilir.<br />

Bunun için uzaklaştırılacak hakimin artık görevinin şartlarını<br />

yerine getiremeyeceği veya memuriyetten doğan yükümlülüklerini karşılayamıyacağı<br />

anlaşılmalıdır (Protokol m. 6). Bu hükümler genel avukatlar<br />

için de yürür (Protokol m. 8).<br />

92<br />

1. Görevi Belirten AET Sözleşmesinin 164. maddesinin Sınırlayıcı<br />

Niteliği<br />

AET Adalet Divanının görevini AET Sözleşmesinin 164 üncü maddesi<br />

belirtmektedir: “Adalet Divanı bu sözleşmenin (AETS) yorumlanmasında<br />

ve uygulanmasında hukukun korunmasını (hukuka riayeti) sağlar (teminat<br />

altına alır)”.<br />

32 Ehle, Art. 166 III (yan numara 4), s. 2<br />

33 Ehle, Art. 166 I (yan numara 2), s. 1; ayrıca bkz. Özil, s. 128.<br />

34 Bächle, s. 14<br />

35 Genel avukatların sayısı Divanın teklifi ve konseyin ittifakla alacağı kararla arttırılabilir,<br />

m. 166, f. 3, bkz. ayrıca dn. 5. Bugün 1. daireye bağlı iki (Bay Karl Roemer, Bay<br />

Jean-Pierre Warner) ve 2. daireye bağlı iki (Bay Alberto Trabucchi, Bay Henri Mayras)<br />

olmak üzere dört genel avukat divanda görev yapmaktadır.


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

Bu hüküm Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu Sözleşmesinin 31 inci<br />

maddesine uygundur. Ancak bu sözleşmenin 31. maddesinde yer maddesine<br />

uygundur. Ancak bu sözleşmenin 31. maddesinde yer alan ibarenin tamamı<br />

“...bu sözleşmenin ve uygulama hükümlerinin...” şeklindedir. Uygulama<br />

hükümlerinden, yetkili organın sözleşmenin uygulanması amacı ile<br />

ve sözleşmeden aldığı yetki ile koyduğu kurallar kastedilmektedir. Adalet<br />

Divanı sözleşmeye uygun olarak koyulmuş bu kuralların yorumlanması ve<br />

uygulanmasında da hukuku koruyacak, diğer deyişle hukuka riayeti sağlayacaktır.<br />

Yukarıda verilen 164. maddenin ilk fıkrası metninden anlaşılacağı<br />

üzere “uygulama hükümleri” ibaresi bu maddede yer almamıştır. Bu değişiklik<br />

yerinde kabul edilmektedir, zira bu ikinci derecedeki hükümlerin<br />

hukuki temelini sözleşme teşkil etmektedir. Bu bakımdan kendiliğinden<br />

anlaşılacak bir hususun ifadesinden kaçınılmış olmaktadır 36 .<br />

Yukarıda metnini verdiğimiz hükmün önemi üzerinde durmak lazımdır.<br />

Hükmün ifadesi, Adalet Divanına bütün durumlarda kontrol imkanı<br />

veren bir hükümle (Generalklausel) karşıkarşıya bulunulduğu intibaını verebilir.<br />

Bu halde Adalet Divanı talep üzerine, topluluğun icra organının bütün<br />

tasarruflarını denetleme imkanına sahip olacaktı. Halbuki ortaklar böyle<br />

mutlak bir kazaî kontroldan şuurlu olarak kaçınmışlardır 37 . Nitekim bu<br />

sebepledir ki Adalet Divanının hangi hallerde hukuki himaye sağlayacağı<br />

sözleşmenin muhtelif maddelerinde teker teker sayılmış bulunmaktadır 38 .<br />

Ancak haklı olarak kabul edildiği gibi 39 bu hüküm sadece bir açıklama<br />

hükmünden (Deklamation, Programmsatz) ibaret de görülemez. Bu<br />

hüküm sınır durumlarda bir yorum prensibi sağlar ve bundan dolayı da<br />

gerçek bir hukuk normudur 40 .<br />

AETS 164 hükmü Adalet Divanının görevini umumî bir şekilde ifade<br />

etmiştir. Bu hüküm çerçevesi içinde divanın görevleri dört kategoride<br />

mütalaa edilmektedir: Hukukî birliğin sağlanması, hukukun gelişmesinin<br />

36 Daig, AÖR 83 (1958), s. 150; kaldı ki, sözleşmenin iptal davasını düzenleyen 173 üncü<br />

maddesinde “sözleşmenin ve onun yürütülmesi için koyulmuş hukuki normların<br />

ihlali”nden bahsedilmektedir.<br />

37 Mühlenhöver, cilt II, Art. 164, s. 109; bkz. ayrıca Daig, s. 151.<br />

38 Bu sınırlama için bkz. Ehle, Art. 164 I (yan numara 1), s. 2; Daig s. 150; Mühlenhöver,<br />

s. 109.<br />

39 Daig, s. 150; Ehle, aynı yer; Mühlenhöver, aynı yer.<br />

40 Bkz. dn. 38’deki yazarlara.<br />

93


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sağlanması, hukukî himayenin temini ve bazı meselelerde bilirkişi olarak<br />

faaliyeti 41 .<br />

Hukukun birliğinin sağlanması ortaklık hukuku için son derece önemlidir.<br />

Bu sebepledir ki sözleşmenin yorumlanması münhasıran Adalet Divanına<br />

aittir. Yorumlama yetkisi millî mahkemelere verilmemiştir (AETS.<br />

m. 177). Bu önem şu şekilde belirtilmektedir: Müşterek bir hukuk olmaksızın<br />

bir ortak pazar; tek bir yorum olmaksızın, müşterek bir hukuk bu<br />

hukukun önceliği olmaksızın tek bir yorum olamaz.<br />

Yeni, müstakil ve devamlı gelişme halinde bir hukuk olarak topluluk<br />

hukuku çok boşluklu bir manzara göstermektedir. İşte, Adalet Divanı sözleşmenin<br />

amaçlarını gözönünde bulundurarak, yeni hukuk yaratacak ve<br />

boşlukları genel hukuk prensipleri ile dolduracaktır.<br />

Adalet Divanını en önemli görevi hukukî himayeyi sağlamasıdır. Sözleşme,<br />

topluluk organlarına, üye devletlere ve bazı şartlarla diğer gerçek ve<br />

tüzel kişilere dava hakkı tanımaktadır.<br />

Nihayet AETS m. 228 gereğince, toplulukla bir başka devlet arasında<br />

yapılacak bir anlaşmanın, AET sözleşmesi ile bağdaşıp bağdaşmayacağı<br />

yolunda, Konsey, Komisyon veya bir üye devlet Adalet Divanının mütalaasını<br />

isteyebilir.<br />

94<br />

2. Korunacak Olan (Riayeti Gereken) Hukuk<br />

Adalet Divanının, Toplulukların hukuka uygunluğu kontrol edecek<br />

olan organı olduğu belirtilmişti. Buna bağlı olarak bu “hukuk” kavramının<br />

ne olduğu meselesine değinmek gerekmektedir. Topluluğa hakim olan<br />

hukuk çeşitli kaynaklardan çıkmaktadır. Biz bu kaynaklar ve bu arada topluluk<br />

açısından önemli meselelerden biri olan “temel haklar” meselesine<br />

kısaca değinmekte yarar görüyoruz.<br />

a) Temel haklar<br />

Topluluk çerçevesi içinde uygulanacak hukuk olarak son zamanlarda<br />

üzerinde çok durulan kaynak “temel haklar”dır. Bilhassa millî hukuk çerçevesi<br />

içindeki “temel hak ve hürriyetler”in ne nisbette ortaklık organları-<br />

41 Ehle, Art 164 önündeki açıklama III (yan numara 7 ve son.) s. 5-7.


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

nı bağlayacağı ve ortaklık hukukunun ne nisbette bu haklara karşı uygulama<br />

imkanı bulabileceği meselesi üzerinde çok durulmuştur 42 .<br />

Adalet Divanının, millî anayasaların kuralları bakımından görüşü ortaya<br />

çıkmıştır denilebilir. Divan millî anayasa kurallarını dikkate almayı<br />

reddetmektedir. Divanın bu sonuca varırken dayandığı gerekçe kendisinin<br />

sadece topluluk organlarınca koyulacak kuralları uygulamaya ve yorumlamaya<br />

yetkili olduğu hususudur 43 . Buna göre millî anayasalar ile korunmuş<br />

olan bir temel hakka aykırılık itirazı ancak topluluk hukukunun müsaade<br />

ettiği ölçüde nazarı itibara alınabilecektir 44 . Buna mukabil, Adalet Divanının<br />

içtihadına göre 45 millî mahkemeler veya diğer millî makamlar topluluk<br />

hukukunu kendi anayasalarına aykırılık gerekçesi ile uygulamaktan kaçınamayacaklardır<br />

46 .<br />

Buna mukabil Adalet Divanı, icra organlarının kabul ettiği ve gittikçe<br />

önem kazanan supranasyonal bazı temel hakları tarif etmek zorunda kalmaktadır<br />

47 . Ancak Divanının anlayışına göre bu haklar hem mevcudiyetleri<br />

hem de muhtevaları açısından tamamen bağımsızdır 48 . Adalet Divanının<br />

tarif ettiği temel hak karakteri taşıyan bu haklar arasında, eşitlik prensibi<br />

(veya diskriminasyon yasağı) 49 , mülkiyetin korunması prensibi 50 , ölçülülük<br />

(uygunluk) prensibi 51 , tarafların iddia ve savunmalarının dinlenmesi 52<br />

sayılabilir 53 .<br />

Belirtilen bu prensiplerden bazılarının iç hukukların temel hakları<br />

olabileceği dikkati çekebilir. Burada belirtilmesi gereken nokta bu temel<br />

hakları kabul eden Adalet Divanının sadece Ortaklık açısından hareket<br />

42 Ehle, Art. 164, III 2, s. 3.<br />

43 Runge, s. 52; EuGH Rspr VI 887, 889.<br />

44 Runge, aynı yer.<br />

45 EuGHRspr XVI 1134.<br />

46 Ehle, aynı yer.<br />

47 Ehle, Art. 164 III 2 (yan numara 10), s. 5; Schwaiger, s. 976.<br />

48 Schwaiger, aynı yer.<br />

49 EuGH Rspr. IV 257, 363 ve son.; XVII 838, 985 ve son.<br />

50 EuGH Rspr. VIII 113, 686; XVI 137, 687.<br />

51 EuGH Rspr. VIII 384, 944; XVI 484 ve son.<br />

52 EuGH Rspr. IX 123, 378.<br />

53 Bkz. belirtilenler ve diğer bazı prensipler için Ehle, Art. 164 III 2 (yan numara 10), s. 5.<br />

95


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ettiğidir. Bu prensipler ortaklık hukuku bakımından gerekli görüldüğü için<br />

kabul edilmişlerdir 54 . Topluluk çerçevesi içinde Divanın kabul ettiği hakların<br />

korunması için ortaklık hukukunun tanıdığı vasıtalar, iç hukukun bu<br />

durumlarda tanımış olduğu vasıtalara nisbetle yetersiz de kalabilir 55 .<br />

Schwaiger, bugünkü durumun, yani Adalet Divanının ve Almanya bakımından,<br />

Alman Anayasa Mahkemesinin bu mesele açısından içtihatlarının<br />

Alman vatandaşlarının sahip oldukları temel haklarda bir daralmaya<br />

yol açabileceği tehlikesine işaret etmektedir 56 . Ayrıca iç hukuklarca tanınmış,<br />

temel hakları ihlal eden bir topluluk hukuku “kamu düeni”nin noksanı<br />

topluluk hukukunun farklı uygulamalarına da yol açabilecektir. Bütün<br />

bunlar ise yazarın belirttiği gibi anayasa hukuku bakımından endişe verici<br />

olmakla kalmayıp, topluluğun gelişmesi bakımından da çok engelleyici rol<br />

oynayabilir 57 .<br />

b) AET Sözleşmesi Topluluk hukukunun kaynakları olarak sözleşmeyi<br />

(1. derecedeki kaynak), Ortaklık organlarının sözleşmeye dayanarak koymuş<br />

olduğu kuralları (2. derecedeki kaynak) ve genel hukuk prensiplerini<br />

belirtmektedir (bkz. AETS m. 173, 215).<br />

96<br />

aa) Topluluk Hukukunun Birinci Derecedeki Kaynağı<br />

İlk uygulanacak kaynak, topluluk sözleşmesinin bizzat ihtiva ettiği,<br />

sözleşmede yazılı olan hukuk kurallarıdır. Topluluk bakımından bu kurallar<br />

anayasa hukuku kuralları karakterini taşır. 58 Gerçekten temel prensipler,<br />

organlar, bu organların kuruluşları, yetkileri, organların birbirleri ile ve üye<br />

54 Schwaiger, s. 976.<br />

55 Almanya bakımından bu mesele için bkz. Schwaiger, agm.; yazar Alman Anayasa<br />

Mahkemesinin iki hukuk düzeni arasındaki ilişkiyi bilerek açık bıraktığını belirtmekte<br />

ve mahkemenin kararlarından kapalı da olsa topluluk hukuku lehine bir öncelik tanındığı<br />

sonucuna varılamayacağına işaret etmektedir. Schwaiger, diğer üye devletlerde de<br />

böyle bir durumun şimdiye kadar kabul edilmiş olmadığını söylemektedir.<br />

56 Bkz. dn. 14; karş. Ehle, Art. 164 III 2 (yan numara 7), s. 4.<br />

57 Schwaiger’e göre, Alman Federal Cumhuriyeti yeterli temel hakları sağlamak yükümlülüğünden<br />

dolayı, ortaklık organlarına bütün yorum imkanlarını sağlamak için bu<br />

istikamette etkili olmalı, gerekiyorsa sözleşmenin tamamlanmasını hatta AETS m. 136<br />

gereğince bir tadiline gidilmesini sağlamaya çalışmalıdır (bkz. s. 980).<br />

58 Ophüls NJW 1963, s. 1699 (Quellen und Aufbau des Europeischen Gemeinschaftsrechts);<br />

diğer Avrupa topluluklarının sözleşmeleri de aynı şekilde birinci derecede<br />

kaynaktırlar.


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

devletlerle ilişkileri sözleşmede düzenlenmiştir. Sözleşmenin tamamlayıcısı,<br />

ayrılmaz parçası olarak kabul edilen Protokoller de birinci derecede<br />

topluluk hukuku kaynağı niteligindedir (AETS m. 238). Topluluk sözleşmelerini<br />

değiştiren veya tamamlayan anlaşmalar da bu kategoriye girerler. 59<br />

bb) Topluluk Hukukunun İkinci Derecedeki Kaynağı<br />

İkinci derecedeki kaynak Konsey’in ve Komisyon’un Sözleşmenin<br />

kendilerine verdiği yetki içinde sözleşmenin yürütülmesi amacı ile koydukları<br />

ve koyacakları kurallardır. 60<br />

Bu kaynak sözleşmenin 173 üncü maddesinde açıkça yer almaktadır.<br />

Sözleşme bu kurallar bakımından oldukça geniş ve elastiki sınırlar koymuş<br />

olduğu için ikinci derecedeki bu kaynak birçok hallerde temel rol<br />

oynamaktadır 61 . Topluluk organlarının basitleştirilmiş usulle yapmış oldukları<br />

Sözleşme tamamlamalarının ve değişikliklerinin hangi kategoriye<br />

girdikleri konusunda fikir ayrılığı vardır. Bir fikre göre unlar ikinci derecede<br />

kaynak teşkil ederler 62 . Diğer bir fikre göre birinci derecede ile ikinci<br />

derece arasında yer alırlar 63 . Ancak ikinci görüş içinde bu hukuk kurallarının<br />

hangi hükümlere tabi olacağı pek anlaşılmamaktadır.<br />

cc) Sözleşme, üye ülkelerin hukuk düzenleri bakımından müşterek<br />

olan hukuk prensiplerine de bir kaynak olarak atıf yapmaktadır, AETS m.<br />

215 f. 2. 64 Ancak bu kaynak belirtien maddedeki dar uygulama alanı dışında<br />

daetkindir ve uygulama da böyle olmuştur. 65 Bu kaynak da boşluklarla<br />

dolu olan Avrupa hukuk düzeni bakımından önemlidir.<br />

59 Bülow, s. 30.<br />

60 Ehle, Art. 164 III 3 b (yan numara 13), s. 6; Ophüls, aynı yer; yazar, makalesini, bu<br />

organların üç topluluk bakımından nihaî olarak birleştirilmesinden evvel yazdığı için<br />

her topluluğun evvelce bunlara tekabül eden organlarını gözönüne almaktadır; bkz.<br />

geride dn.6.<br />

61 Ehle, aynı yer, s. 7: Tarım hukuku, rekabet hukuku, gümrük hukuku, dış ticaret hukuku<br />

gibi alanlardaki hukuk düzeni konsey ve komisyonun koyduğu normlarla teşekkül<br />

etmiş bulunmaktadır.<br />

62 Ehle, aynı yer.<br />

63 Ophüls, aynı yer.<br />

64 “Topluluk akit dışı sorumluluğa ilişkin, organlarının yahut görevlilerinin görevlerini<br />

yerine getirmeleri sırasında sebebiyet verdikleri zararları, üye devletlerin hukuk düzenleri<br />

bakımından müşterek olan genel hukuk prensiplerine göre tazmin eder.<br />

65 Runge, s. 56.<br />

97


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu hukuk prensipleri vasıtası ile Adalet Divanı önündeki meseleye bir<br />

çözüm bulacaktır. Ancak bu görevin yerine getirilmesinde Adalet Divanı<br />

millî hukukların müşterek temel prensiplerinden kaynak olarak yararlanırken<br />

şu veya bu millî hukuk düzeninin özelliklerini araştıracak değildir<br />

66 . Millî hukuk düzeninin teknik özellikleri de incelenecek değildir. Bir<br />

“müşterek minimum standart” tesbit edilip ona göre çözüme varılması da<br />

“doğru çözüm” olmayabilir. Adalet Divanı ileriye dönük, topluluk hukukunun<br />

gelişmesini sağlayacak ve topluluğun ihtiyaçlarına cevap verecek<br />

bir çözüm gayret sarfedecektir 67 .<br />

dd) Her ne kadar topluluk düzeni kendine özgü bir hukuk düzeni ise<br />

ve milletlerarası hukuktan “birleşme prensibi” (integrationsprinzip) dolayısı<br />

ile ayrılmakta ise de bu hususun, devletler hukukunun genel kurallarından<br />

topluluk hukukunda yararlanılamıyacağı anlamına gelmeyeceği<br />

kabul edilmektedir 68 . Ancak bu kurallar Toplulukda sadece fer’i bir öneme<br />

sahiptir 69 . Ehle’nin belirttiği gibi topluluk düzeni, devletler hukukuna olduğundan<br />

daha fazla millî hukuk zeminine dayanmaktadır.<br />

Topluluk hukukunun önemli ölçüde boşluklu olması örf ve adet hukukunda<br />

ciddî bir kaynak niteliği kazanmasına yol açmıştır 70 . Bu sebeple<br />

topluluk içinde örf ve adet hukuku hızlı bir şekilde teşekkül etmiş ve yerleşmiştir<br />

71 .<br />

98<br />

III. ADALET DİVANININ SAĞLADIĞI HUKUKÎ HİMAYE<br />

Adalet Divanının sınırlı bir tanıtılması amacını güden bu yazı çerçevesi<br />

içinde Divanın sağladığı hukukî himayenin ayrıntıları ile ele alınması<br />

olanağı yoktur. Sözleşmenin tanıdığı değişik davaların monografilerle ve<br />

66 Ehle aynı yer (yan numara 17), s. 3; Adalet Divanının uygulama örnekleri için bkz.<br />

Ehle, aynı yer (yan numara 18); mesela bu arada üye devletlerin anayasa kuralları bu<br />

kaynağın çerçevesi için de değerlendirilebilir, Ehle, Art. 164 III 2 (yan numara 9), s. 5.<br />

67 Ehle aynı yer (yan numara 17), s. 3; Adalet Divanının uygulama örnekleri için bkz.<br />

Ehle, aynı yer (yan numara 18); mesela bu arada üye devletlerin anayasa kuralları bu<br />

kaynağın çerçevesi için de değerlendirilebilir, Ehle, Art. 164 III 2 (yan numara 9), s. 5.<br />

68 Ehle, aynı yer, s. 8 ve 9; bu konuda geniş bilgi için bkz. Ehle, aynı yerde belirtilen yazarlara<br />

ve Alman Anayasa Mahkemesi ve AET adalet divanı kararlarına.<br />

69 Runge, s. 51.<br />

70 Bkz. Ophüls, NJW 1970, 1699.<br />

71 Bülow, s. 34; Ehle, aynı yer (yan numara 21), s. 9; Ophüls, aynı yer.


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

makalelere konu teşkil ettiği gözönüne alınırsa bu olanaksızlık kabul edilecektir.<br />

Yukarıda bir vesile ile belirttiğimiz gibi (III, 1) Adalet Divanının en<br />

önemli görevi hukukî himaye sağlamasıdır. biz bu yazı çerçevesi içinde<br />

Divanın değişik nitelikteki yargı faaliyetlerini bütün davaları ele almaksızın<br />

iç hukuktaki yargı çeşitlerine benzerliklerini dikkate alarak şematik bir<br />

ayırıma bağlamaya ve kısaca bilgi vermeye çalışacağız 72 .<br />

Adalet Divanının sağladığı hukukî himayenin, millî hukuktaki yargı<br />

çeşitlerine paralel olarak yapılan bir öblünme içinde incelenmesinin<br />

isabetli olmadığı da söylenmiştir 73 . Bu görüşe gerekçe olarak Adalet Divanı<br />

yargısının millî hukuklardaki gibi bir bölünmeye tabi tutulması hususunun<br />

(Adalet Divanının bir anayasa mahkemesi, idarî mahkeme, hukuk<br />

mahkemesi v.s. olarak yargısı gibi) topluluk sözleşmelerine yabancı olduğu<br />

belirtilmektedir 74 .<br />

Profesör Hallstein’in bir konuşmasında belirttiği gibi 75 topluluğun durumunun<br />

tam anlamı ile bir federasyon olduğu söylenemez. Ancak federasyon<br />

kavramına ilişkin zengin tecrübeler ve şimdiye kadar federasyona<br />

ilişkin olarak varılmış bulunan çözümler, bize doğru çözümler için gerekli<br />

bakış açısını ve işaretleri verebilecektir. Avrupa Topluluklarının üye<br />

devletleri bir tariften kaçınmışlardır. Ayrıca münferit sözleşme hükümlerinden<br />

de bir federasyonun baştan itibaren tam anlamı ile kabul edilmek<br />

istendiği sonucuna varmak olanağı yoktur. Ancak, topluluklar, Avrupa<br />

birliğinin sağlanması siyasî amacına yönelmişlerdir. Bu amaç topluluğa<br />

katılan üye devletlerde müşterektir. Bu sebepledir ki baştan itibaren bir<br />

federasyon kurmamışlar, fakat kurdukları topluluklara böyle bir son aşamaya<br />

varmak için yeterli istidadı vermek istemişlerdir 76 . Bazı münferit<br />

72 Bkz. bu istikamette olmak üzere Hallstein, s. 22; Baechle, s. 16 ve son.; Ule DVB1,<br />

1952, s. 63 ve son.; Jerusalem, s. 44 ve son.; ayrıca bkz. Anayasa mahkemesi olması<br />

açısından Pescatore, s. 520 veson. Aşağıdaki kısa açıklamada gösterilecek olan faaliyetlerin<br />

bir kısmı bakımından Adalet Divanının milletlerarası bir mahkeme niteliğini<br />

haiz olduğu belirtilmiştir, bkz. meselâ aşağıda dn 88 a da Ehle’nin açıklamalarına ve<br />

Bächle, s. 15-16’daki bilgilere.<br />

73 Runge, s. 119.<br />

74 Runge, s. 119.<br />

75 Bkz. Van Dei Esch, s. 559’dan naklen.<br />

76 Van Der Ech, s. 559.<br />

99


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

maddelerde bunu görmek mümkündür. Mesela Konsey’in kararlarını ekseriyletle<br />

alabilmesi ve bu hükmün gittikçe önemini arttırması dikkate çekicidir<br />

(AETS m. 148 f. 1). Bu hüküm vasıtası ile üye devletlerden birinin<br />

politik iradesi ve çıkarı diğer ülkelerin müşterek politik iradeleri lehine<br />

ihmal edilebilecektir 77 .<br />

Bazı hallerde, büyük bir etkinliği olmamakla beraber, millî hükümetler<br />

üzerinde, onları sözleşmelerin gereklerini yapmaya, zorlamak için bir<br />

malî baskı uygulama imkanını veren hükümlere de rastlamak mümkündür,<br />

bkz. mesela Avrupa Kömür-Çelik Topluluğu Sözleşmesi m. 88 78 . Bununla<br />

beraber hemen belirtmek gerekir ki federasyonun gerektirdiği birçok<br />

temel unsur da Avrupa Topluluklarında noksandır, mesela federasyon vatandaşlığı,<br />

gibi. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere üye devletler baştan<br />

itibaren bir federasyonun tarifinden kasden kaçınmışlardır. Bunun yersiz<br />

tartışmalara yol açabileceği düşünülmüştür 79 .<br />

Buna bağlı olarak Adalet Divanının da baştan itibaren farklı yargılar<br />

uygulayan bir federal mahkeme olarak kabul edilmek istenmiş olduğunu<br />

söylemek mümkün değildir. Ancak Adalet Divanı bakımından da ona bir<br />

federal yüksek mahkemeye doğru gelişebilecek bir istidat verilmiş olduğu<br />

söylenebilir. Adalet Divanının görevlerini yaparken gözönünde tuttukları<br />

esaslar, bütün tutarlı sonuçlarına gitmeksizin, ona bir anayasa mahkemesi<br />

karakteri 80 verebilir. Ancak bu, Topluluğun bu günkü aşaması içinde<br />

ihtiyatla söylenmeli, yukarıda belirtildiği gibi bu günkü aşamada tam bir<br />

benzetmenin olanaksız olduğu ve üye devletlerce de istenmiş olamayacağı<br />

77 Van Der Ech, s. 560.<br />

78 Van Der Ech, s. 560 ve orada nakledilen karar.<br />

79 Van Der Esch, aynı yer.<br />

80 Pescatore, Adalet Divanının faaliyetlerinden Anayasa alanına genel sonuçlar çıkarılamayacağını<br />

belirttikten sonra Divanın, 1) Tıoplulukların ekonomik faaliyetinin genel<br />

bir yönelimi için temel hedefler; 2) Toplulukların anayasal dengesi ve Avrupa yapısının<br />

tümünün fonksiyonel birliği; 3) Topluluk çerçevesi içinde millî çıkarların topluluğun<br />

çıkarları ile uyumlu bir hale getirilmesi gibi fikirlerden esinlenerek yargısını<br />

sürdürmekte olduğunu belirtmekte ve hukukçuların bir sistem ihtiyacından doğan bu<br />

eğilimle beraber olması gereğine işaret etmektedir. Yazar, Adalet Divanının bu birleşme<br />

(integrasyon) gayreti ile, anayasal yapı seviyesinde ihmal edilemeyecek katkılarda bulunduğunu<br />

sonuç olarak belirtmektedir, s. 520-553. Bütün bunlardan Adalet Divanına<br />

da bugünden bir federal anayasa mahkemesi olarak nitelemenin mümkün olmayacağı,<br />

fakat Divana da bu hedefe yönelmek ve ulaşmak bakımından bir istidat tanınmış olduğu<br />

kabul edilebilecektir.<br />

100


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

unutulmamalıdır. Fakat bütün bunlar Topluluğun üye devletlerce kabul<br />

edilmiş olan nihaî amacının siyasî bir entegrasyon olduğu gerçeğini de<br />

örtmemeli ve bu husus bize göre mesela topluluk hukukunun yorumlanmasında<br />

dikkate alınmalıdır.<br />

İşte bilhassa Avrupa hukuku ile uğraşan hukukçular toplulukların<br />

amaçlarını gözönünde bulundurarak yorumlalarını yapacak ve Avrupa<br />

Hukukunun amaca doğru gelişmesini sağlamak durumunda olacaklardır.<br />

Bilimsel çalışmalarda, federasyona ilişkin terminolojinin Adalet divanı<br />

kararlarında olduğundan daha az bir ihtiyatla kullanılabilmesi tabiî karşılanmalıdır.<br />

Çözümlerde, Adalet Divanının federasyon kavramlarını ihtiyatla kullanmaları<br />

gereği kabul edilmelidir ve bu bugünke aşamada üye devletlerin<br />

arzularına ve Topluluğun amaçlarına da uygundur. Yapılacak acelecilik<br />

doğrudan doğruya amacın gerçekleşmesini engelleyecek ihtilaflara yol<br />

açabilir. Fakat tekrar belirtelim ki gidiş bu yöne olacaktır zira başlangıçtan<br />

itibaren güdülen amaç budur.<br />

Yukarıda yapılan açıklamalardan sonra diyebilir ki, hukukçuların incelemelerinde<br />

yaptıkları karşılaştırmaları ve çektikleri paralelleri sözleşmelerin<br />

bunlara yabancı oldukları gerekçesi ile reddetmek, yüzeyde kalan<br />

bir sonuca varış olduğu gibi amaca da uygun değildir.<br />

1. Anayasa Mahkemesi Olarak Adalet Divanı:<br />

Yukarıda belirttiğimiz gibi, topluluğu birinci derecedeki kaynaklarını<br />

teşkil eden sözleşmeler, Toplulukların teşkilat kanunları niteliğini taşımaktadır.<br />

Adalet Divanı Topluluklar organlarının bu anayasal sınırlar<br />

içinde bulunmasını sağlayacaktır. İşte bu faaliyet Adalet Divanına anayasa<br />

mahkemesi karakteri verecektir 81 .<br />

Bir anayasa mahkemesi karakterine sahip olacak Adalet Divanı, Genel<br />

Kurulun (“Avrupa Parlamentosu”) ve Konsey’in (Bakanlar Konseyi) kararlarının<br />

topluluğun anayasal kurallarına uyup uymadığını bir üye devletin<br />

veya komisyonun davası üzerine inceleyecektir. AETS ne göre bir üye<br />

devlet organlara karşı ve organlar (Konsey ve Komisyon) birbirlerine karşı<br />

81 Hallstein, s. 22.<br />

101


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

dava açabileceklerdir. (AKÇTS m. 38 AETS 173 f. 1, AAETS m. 146 f1) 82 .<br />

AKÇTS’den farklı olarak AETS ve AAETS de Genel Kurulun kararlarından<br />

bahsedilmemiştir. Sözleşmelerin bu sükutuna rağmen, her üç topluluk için<br />

de tek ve aynı Genel Kurul söz konusu olduğundan, AET ve AAET bakımından<br />

da aynı çözümün kabul edilmesi gerektiği, aksine bir düşüncenin,<br />

yani Genel Kurulun kararlarının sadece AKÇT çerçevesinde iptal edilebileceği<br />

düşüncesinin inandırıcı bir dayanağı olamayacağı, öne sürülmüştür 83 .<br />

Bir üye devlet ile Konsey veya Komisyon arasında çıkacak ihtilâfta<br />

Adalet Divanı üye devletin sözleşmenin yükledi€i yükümlülüklere aykırılık<br />

yapıp yapmadı€ını tespit edecektir (AKÇTS m. 88, AETS m. 169,<br />

AAETS m. 141). AKÇTS de Komisyonun üye devlete karşı müeyyide de<br />

uygulayabilece€i ön görülmektedir. Di€er iki topluluk sözleşmesinde bu<br />

imkân yoktur. 84<br />

Bir üye devletin sözleşmeden do€an bir yükümlülü€e aykırı davrandı€ı<br />

kanaatinde olan di€er bir üye devlet Adalet Divanına başvurabilir (AETS<br />

m. 170, AKÇTS m. 89, AAETS m. 142). Buradaki tespit davasında 85 Adalet<br />

Divanının bir anayasa mahkemesi karakteri ile faaliyet gösterdi€i kabul<br />

edilmektedir. 86,87<br />

102<br />

2. İdarî Mahkeme Olarak Adalet Divanı:<br />

Adalet Divanı, Toplulukların icra organlarının muamelelerine karşı<br />

geniş bin hukukî himaye sağlar ve bu faaliyeti dolayısı ile de bir idarî mahkeme<br />

karakterini taşır. 88 Uygulamada Adalet Divanının en önemli yargı<br />

82 Jerusalem, s. 45; Moser, M., s. 44; Ule, s. 66; Baechle, s. 17; Ehle, Art. 173, II (yan numara<br />

9), s. 5.<br />

83 Baechle, s. 17-18, yeni sözleşmelerle bu imkanın kaldırılmış olması ihtimalini yazar, o<br />

takdirde bunun açıkça belirtilmesi gerekeceğini savunarak kabul etmiyor, s. 18.<br />

84 bkz. dn. 78.<br />

85 Ehle, Art. 170 III 1 (yan numara 7), s. 3.<br />

86 Jerusalem, s. 45; Ule, s. 66 - 67; Adalet Divanının anayasa mahkemesi karakterindeki<br />

yargı faaliyetlerine di€er örnekler olarak, AETS, m. 225, f. 2, AKÇTS, m. 10, f. 11 deki<br />

durumlar da verilmektedir, bkz. Baechle, s. 17; Ule, s. 66.<br />

87 Ayrıca bkz. IV altında verilen bilgilere ve orada anılan yazarlara. Bazı hallerde Adalet<br />

Divanına “küçük sözleşme de€işikleri” yapma imkânı verilmiştir, bkz. mesela AKÇTS,<br />

m. 95, f. 3, 4. Ancak burada Divanın bir yargı faaliyeti söz konusu de€ildir. Bu faaliyet<br />

teşriî niteliktedir, bkz. Bachle, s. 18 ve orada aksi fikirde olarak anılan Valentine.<br />

88 Hallstein, s. 22; Ule, s. 65 ve son.; Baechle, s. 19 ve son.


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

çeşidi budur 89 ve bu yargı Adalet Divanının sağladığı hukukî himayenin<br />

çekirdeğini teşkil eder.<br />

AETS m. 173 f. 2 ye göre 90 gerçek veya tüzel kişi Komisyonun kararlarına<br />

karşı, yetkisizlik (Unzustaendigkeit, incompétence), esaslı şekil<br />

şartlarına ayrılık (Verletzung wesentlicher Formvorschriften, violation des<br />

formes substancielles), sözleşmeye veya sözleşmenin uygulanması için<br />

sevkedilmiş bir hukuk normuna aykırılık (Verletzung des Vertrages oder<br />

einer bei seiner Durchführung anzuwendenden Rechtsnorm, violation du<br />

présent Traité au de toutes régles de droit relative à son application), yetkinin<br />

saptırılması (takdir hakkının kötüye kullanılması) (Ermessensmissbrauch,<br />

détournement de pouvoir) sebeplerinden birine dayanarak Adalet<br />

Divanına iptal davası açabilecektir.<br />

AKÇTS ile yeni sözleşmeler arasında, idare hukukunun iptal davasına<br />

paralel olarak düzenlenmiş bulunan 91 bu davanın sebepleri bakımından<br />

bir ayrılık yoktur. 92<br />

Buna mukabil dava hakkına sahip olanlar bakımından AETS m. 173<br />

f. 2 sınırları daha genişletmiştir. AKÇTS de (m. 33 f. 2) sadece belirli<br />

kuruluşlar bu davayı açabilirken, AETS m. 173 f. 2 de her gerçek ve<br />

tüzel kişinin bu davayı, şartlarının gerçekeşmesi halinde, açabileceği<br />

kabul edilmiştir. Diğer taraftan AKÇTS m. 33 f. 2 de belirtilen kuruluşların<br />

sadece yetkinin saptırılması (takdir hakkının kötüye kullanılması)<br />

89 Wohlfarth, Art. 173, No. 1, s. 489 - 490.<br />

90 Böylece, AETS, m. 173, f. 1 de organların birbirlerine karşı veya bir üye devletin bir<br />

organa karşı dâvası anayasal nitelikte görülmekte (bkz. Ehle, Art. 173 II (yan numara<br />

9), s. 5; mamafih, yazar bir üye devletle bir topluluk organı arasındaki ihtilâfı “devletler<br />

hukuku” karakteri taşıyan bir ihtilâf olarak görmektedir, aynı yer) buna mukabil,<br />

AETS, m. 173, f. 2 de aynı sebeplerle, gerçek ve tüzel kişilerin konsey ve komisyonun<br />

kararlarına karşı açacakları davanın idarî nitelik taşıdığı kabul edilmektedir (Ehle, Art.<br />

173, III (yan numara 15), s. 7; ayrıca bkz. Baechle, s. 17 ve 20).<br />

91 Bu ihtilâflara ilişkin hukukî himayede fransız hukukunun etkisi açıktır. Fransız doktrinine<br />

uygun olarak sözleşmeler dört iptal sebebini tanımaktadırlar. Bu etkiye rağmen<br />

Adalet Divanının sözleşmesinin yorumlanmasında sadece fransız idare hukukundan<br />

yararlanmadığının müşahade edildiği belirtilmektedir. Yine belirtildiği gibi Adalet Divanı<br />

önüne gelen iptal dâvalarının önemli kısmı şekle ayrılık ve yetkinin saptırılması<br />

(takdir hakkının kötüye kullanılması) sebeplerine dayanmaktadır. bkz. etraflı bilgi için<br />

Baechle, s. 21 ve orada anılan yazarlara.<br />

92 AKÇTS, m. 33, f. 1.<br />

103


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

(détournement de pouvoir) sebebine dayanarak iptal davası açabilecekleri<br />

öngörülmüştür. 93<br />

Sözleşmelerde icra organı tarafından kararlaştırılabilecek malî müeyyideler<br />

öngörülmüştür. Amaç ekonomik politikanın gerçekleşmesi için<br />

alınacak tedbirlerin yürütülebilmesidir. 94 İcra organınca kararlaştırılacak<br />

olan bu müeyyideler de Adalet Divanının kontroluna tabidir (AKÇTS m.<br />

36 f. 2).<br />

Konseyin veya Komisyonun sözleşmeye aykırı olarak karar vermeyi<br />

ihmal etmeleri, karar vermekten kaçınmaları halinde, toplulukların diger<br />

organları veya üye devletler Adalet Divanına, sözleşmeye aykırılığın tespiti<br />

için dava açabilirler (AETS m. 175 f. 1; AKÇTS m. 35; AAETS m. 148).<br />

Bu hak her gerçek ve tüzel kişiye AETS çerçevesinde tanınmıştır (m. 175 f.<br />

3). 95 Bu hüküm AET da AAET da olduğundan daha az önemlidir ve pratik<br />

önemini kartel ile ilgili meselelerde göstermektedir. 96<br />

104<br />

3. Hukuk Mahkemesi Olarak Adalet Divanı:<br />

Sözleşmelerin ön gördüğü hususların yerine getirilmesi sırasında<br />

doğacak zararlara ilişkin davaların görülmesi de Adalet Divanına aittir<br />

(AKÇTS m. 40, AETS m. 178, 215, AAETS m. 151, 188). AKÇTS nin Fransız<br />

hukukuna uygun olarak yaptığı “hizmet kusuru” ve “şahsi kusur” ayırımı<br />

yeni sözleşmelerde yer almamıştır.<br />

Adalet Divanı bu ihtilâfları “üye devletlerin hukuk düzenlerinde müşterek<br />

olan hukuk prensiplerine” göre çözecektir, AETS m. 215. 97<br />

Ayrıca İş Hukuku ve Sosyal Hukuk alanında, topluluklar ile bunlar<br />

nezdinde çalışanlar arasındaki ihtilâflar da belirtilen sınırlar içinde Adalet<br />

Divanı yargısına tâbidir (AETS m. 179, AAETS m. 157). 98<br />

93 Bu sebep ile ilgili etraflı bilgi için bkz. Clever, Ermessenmissbrauch und détournement<br />

de pouvoir nach dem Recht der Europaeischen Gemeinschaften, Berlin 1967.<br />

94 Baechle, s. 21.<br />

95 Bu konudaki özellikler için bkz. Ehle, Art. 175 III (yan numara 21), s. 8; Wohlfarth, Art.<br />

175, N. 2, s. 495 - 496.<br />

96 Wohlfart, aynı yer.<br />

97 Bkz. dn. 64.<br />

98 AKÇTS, m. 42 de bu yetki bir tahkim şartına bağlanarak meydana çıkabilir.


Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

4. Hakem Mahkemesi Olarak Adalet Divanı:<br />

Topluluğun üye devletler, kamu hukuku kuruluşları ve hususî hukuk<br />

şahısları ile yaptığı sözleşmelerden doğacak ihtilâflar bir tahkim şartı dolayısı<br />

ile Adalet Divanının yargısına tabi tutulabilir (AETS m. 181, AKÇTS<br />

m. 42, AAETS m. 153).<br />

Bunun dışında, sözleşme ile irtibat halinde bulunan ve üye devletler<br />

arasında çıkan ihtilâflar da bir tahkim sözleşmesine müsteniden Adalet<br />

Divanına götürülebilir (AETS m. 182).<br />

5. Topluluk çerçevesi içinde topluluk hukukunun uygulanmasında ve<br />

yorumlanmasında birliği sağlamak amacı ile bu hususlarda Adalet Divanına<br />

millî mahkemeler karşısında da görev tanımak gerekmiştir. Sözleşme bu<br />

amaçla, millî bir mahkemenin yargısına giren bir ihtilâfta Avrupa Hukuku<br />

normlarının yorumuna veya geçerliliğine ilişkin bir mesele çıktığında,<br />

millî mahkemenin bu konu da Adalet Divanına baş vurma mecburiyetinde<br />

olduğu hükmünü sevketmiştir. 99 (AETS m. 177, AKÇTS m. 41, AAETS m.<br />

150). Adalet Divanının bu konuda vereceği karar bağlayıcı olacaktır. 100<br />

6. Son olarak belirtilmesi gereken, Avrupa Topluluklarındaki hukukî<br />

himayenin, tek dereceli bir sisteme dayandığıdır. Yani Avrupa Hukukunda<br />

kanun yolu mevcut değildir. Adalet Divanı tek dereceli bir mahkeme olarak<br />

çalışmaktadır.<br />

Avrupa Topluluklarında sağlanmış olan hukukî himayeyi düzenleyen<br />

hükümlerde bir değişiklik yapılması gerekip gerekmediği meselesi üzerinde<br />

durulurken bu noktaya da değinilmiştir. 101 Zweigert bu münasebetle<br />

sunmuş olduğu raporunda Topluluk yargısının iki kademeli olarak düzenlenmesinin<br />

arzu edilir olduğuna işaret etmektedir. 102 Yazara göre ilk kademe<br />

tek hâkimli olabilir; bunun üstünde ise bir temyiz mercii bulunmalıdır.<br />

103 Biz yukarıda genel avukatlardan bahsederken, Adalet Divanının,<br />

99 Hangi mahkemeler için mecburiyet olduğu hakkında bkz. AETS m. 177, f. 3 ve bu konuda<br />

geniş açıklamalar için Tomuschat, Die gerichtliche Vorabentscheidung nach den<br />

Vertraegen über die europaeischen Gemeinschaften, 1964, Köln - Berlin, s. 167 ve son.<br />

100 Wohlfarth, Art. 177, N. 5, s. 499.<br />

101 Zweigert, s. 584 - 585; Geisseler, s. 602 - 603.<br />

102 Aynı yer.<br />

103 Aynı yer.<br />

105


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

genel avukatların faaliyetleri sayesinde bugün adeta bu modele uygun bir<br />

şekilde çalıştığını belirtmiştik. 104 Ancak Zweigert haklı olarak genel avukatların<br />

faaliyetleri ile ilk derece mahkemesinin yargı faaliyeti arasında tam<br />

bir paralellik çekilemeyeceğini belirtmektedir. Gerçekten genel avukatlar<br />

bir ihtilâfı sona erdirmenin sorumluluğunu taşımamakta yani hüküm vermemektedirler.<br />

Ayrıca ilk kademe yargısında taraflar da hazırdırlar ve bu<br />

onların talep ettikleri hukukî himaye bakımından önemlidir. Buna mukabil<br />

Avrupa Hukukundaki bugünkü yargılama sisteminde bir imkân yoktur.<br />

Genel Avukatlar raportör olarak bir hüküm taslağı hazırlarlar ve bu safhaya<br />

tarafların katılması mümkün değildir. 105<br />

Geisseler de “Avrupa Toplulukları Adalet Divanının on yıllık içtihadı”<br />

konulu Kongrede yapılan çalışmalarda Adalet Divanının sayısı azımsanmayacak<br />

miktardaki kararının hatalı olduğunun tespit edildiğine işaret<br />

ettikten sonra, bir kanun yolu sisteminin arzu edilir olmaktan öte zarurî<br />

olduğunu söylemektedir. 106 Bu yolla hatalı hükümlerin sayısı önemli ölçüde<br />

azaltılabilecektir. Yazar, bir üst mahkemenin kontroluna tâbi olmayan<br />

mahkemenin kolaylıkla idarenin politik düşüncelerini ve amaca uygunluk<br />

anlayışını benimseyebileceğini ve bunun önemli bir tehlike yaratacağını<br />

belirtmektedir. 107 Bir hüküm, eğer onu kontrol ettirme imkânı varsa daha<br />

inanılır olabilir ve böylece bir ağırlık kazanabilir. 108<br />

Zweigert ve Geisseler’in görüşlerine tamamen katıldığımızı belirtmek<br />

istiyoruz. Her yargı, bu yargının ürünü olan hükmün bir üst mahkeme<br />

tarafından kontrolu imkânına göre inandırıcı, güvenilir olabilir. Avrupa<br />

Toplulukları bakımından da farklı bir çözüm düşünülemez, zira burada da<br />

bir yargı söz konusudur.<br />

104 Bkz. dn. 31.<br />

105 Zweigert, s. 585.<br />

106 s. 602.<br />

107 s. 602 - 603.<br />

108 s. 603.<br />

106


BİBLİYOGRAFYA<br />

Avrupa Ekonomik Topluluğu Adalet Divanı Hakkında<br />

BAECHLE: Die Rechtsstellung der Richter am Gerichtshof der Europaeischen<br />

Gemeinschaften, Berlin 1961.<br />

BÜLOW: Das Verhaeltnis des Recht der europaeischen Gemeinschaften<br />

zum nationalen Recht (Aktuelle Fragen des europaeischen Gemeinschaftsrechts<br />

- Europarechtliches Kolloquium 1964, Stutgart 1965).<br />

DAİG: Die Gerichtsbarkeit in der Europaeischen Wirtschaft - Gemeinschaft<br />

und der Europaeischen Atomgemeinschaft, AÖR 83 (1958) 132<br />

ve son.<br />

EHLE: Klage und Prozessrecht des EWG - Vertrages<br />

GEİSSELER: Empfiehlt es sich, Bestimmungen über den Rechtsshutzzu<br />

aendern? Zehn Zahre Rechtsprechung des Gerichtshofs der europaeischen<br />

Gemeinschaften, s. 599 ve son., KSE Band 1.<br />

HALLSTEIN: Der Schumann Plan, Frankfurter Universitaetsreden,<br />

Heft 5, 1951.<br />

107


Die Form Des Schiedsvertrages Über Rechtsgeschaefte, Die<br />

Öffentliche Deurkundung Bedürfen<br />

I<br />

Doz. Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

Zuerst muss eine Vorfrage hervorgehoben werden.l Die Parteien<br />

können nur über jene Gegenstaende Schiedsvertrag abschliessen, über die<br />

sie frei verfügen –nach dem Wortlaut des deutschen ZPO (§ 1025)– über<br />

die sie Vergleich abschliessen können (tZPO Art. 518). Darüber ist kein<br />

Zweifel. Darüber ob ein Gegenstand schiedsfaehig ist oder nicht, wird von<br />

dem materiellen Recht entschieden 1 .<br />

In einem einzelnen Urteil *,2 hat das türkische Kassationsgericht (4.<br />

Zivilkammer) entschieden, dass wie bei den Scheidungsklagen auch bei<br />

Streitigkeiten über Grundstücke Schiedsgerichtsbarkeit unzulaessig ist.<br />

Dass bei den Scheidungsklagen Schiedsgerichtsbarkeit unzulassig ist,<br />

ist klar. Aber die Ansicht, dass Streitigkeiten über Grundstücke nicht durch<br />

Schiedsgerichtsbarkeit gelöst werden können, kann nicht angeschlossen<br />

werden. Die Parteien können über Streitigkeiten bei Grundstücken<br />

Vergleich abschliessen. Deshalb -steht nichts auf dem Wege, solche<br />

Streitigkeiten durch Schiedsgerichtsbarkeit zu lösen 3 .<br />

1 Schönke/Staff, Das Schiedsgerichtsvergahren nach dem leutigen deutschen Recht, s.<br />

14.<br />

* Es scheint, dass 4. Zivilkammer des Kassationsgerichts jetzt seine bisherige Auffassung<br />

geaendert hat: 4. HD. 14.5.1974, E. 973/2094, K. 2496 (İKİD., 1975, No. 177, s. 3753-<br />

3755).<br />

2 4. HD. (Zivilkammer) 9.11.1964, 8868/5220 (Adalet Der. 1965, N. 11 - 12, s. 1378/79.<br />

3 Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü (Zivilprozess) 3. Auflage 1974, s. 990 und fn. 34;<br />

Üstündağ, Kanunyolları ve Tahkim (Rechtsmittel und Schiedsgerichtsbarkeit 2. Aufl.,<br />

1971), s. 106 fn. 25a; Ansay, Hukuk Yargılama Usulleri (Zivilprozess) 7. Aufl., s. 408;


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Diese Ansicht der Lehre wird im türkischen Recht durch eine<br />

Gesetzesvorschrift untermauert. Nach dem Art. 32 des Gesetzes über<br />

Kadastzer und Einschreibung in das Grundbuch (Gesetzesnummer 2613)<br />

haben die Parteien die Möglichkeit die Streitigkeiten über Kadaster und<br />

Einschreibung der Grundstüche durch Schiedsgerichtsbarkeit zu lösen.<br />

Auch die schweizerische Lehre vertritt die Ansicht, dass über<br />

dingliche Rechte bei Grundstücken die Schiedsgerichtsbarkeit angetreten<br />

werden kann 4 .<br />

Die Ansicht des türkischen Kassationsgerichts kann aus erwähnten<br />

Gründen nicht angeschlossen werden.<br />

110<br />

II<br />

Eine Ansicht in der türkischen Lehre, die das Hauptthema dieses<br />

Berichtes bildet, ist folgendes: 5<br />

Auch der Schiedsvertrag über die Streitigkeiten über ein Rechtsgeschäft,<br />

das öffentliche Form bedürft, muss in jener From gemacht werden, welche<br />

für materiell-rechtliches Geschäft vorgeschrieben ist. Anderenfalls ist der<br />

Schiedsvertrag ungültig.<br />

Diese Ansicht ist in der türkischen Lehre für die Schiedsverträge über<br />

jene Verträgen vertreten worden, die die Übertragung der Grundstücke<br />

(ZGB 657/tZGB 634) betreffen.<br />

Auch in deutscher Lehre sind manche Autoren der Ansicht, dass,<br />

wenn das materielle Recht eine besondere Form vorsieht (wie etwa § 313<br />

BGB), auch der Schiedsvertrag in dieser Form gemacht werden muss 6 .<br />

Gürsoy, s. 285 - 286; Aybay, Müşterek Mülkiyette Taksim, s. 53; Tekinay, Eşya Hukuku<br />

(Sachenrecht) 1970 - 71, s. 322; Alangoya, Die Rechtsnatur und die Aufsicht der<br />

Schiedsgerichtsbarkeit, 1973, s. 84.<br />

4 Suter, Der Schiedsvertrag nach schweizerischem Zivilprozessrecht ZSR NF 47, s. 32;<br />

Homberger, Kom. Art. 975, N. 28, und Art. 963 N. 34; Meier - Hayoz, Kom. Art. 655, N.<br />

38, s. 229 und Art. 656, N. 98, s. 53.<br />

5 Postacıoğlu, Medenî Usul Hukuku Dersleri (Lehrbuch des Zivilprozessrechtes), 5.<br />

Aufl., 1970, s. 545/546.<br />

6 Vgl. Larenz, AcP 157, s. 283 - 284; Baumbach - Lauterbach, Anm. 2 A zu § 1027;<br />

Wieczorek, Kom. Art. 1025 G II d.


Die Form Des Schiedsvertrages Über Rechtsgeschaefte<br />

Diese Ansicht ist eine konsequente Folge jener Auffassung, welche<br />

den Schiedsvertrag als einen materiell-rechtlichen Vertrag auffasst, der<br />

den Hauptvertrag modifiziert 7 .<br />

Welchem Rechtsgebiet ein Vertrag zugeordnet ist, kann nur dadurch<br />

entschieden werden, indem man entscheidet, in welchem Rechtsgebiet er<br />

seine unmittelbare Hauptwirkung (- wirkungen) entfaltet.<br />

Dass Verträge als Rechtsinstitut im weitesten Umfang durch Zivilrecht<br />

geregelt sind, genügt nicht für die Annahme, dass sie ausschliesslich ein<br />

Institut des Zivilrechtes sind. Anderenfalls könnte man in eine Lage<br />

kommen zu behaupten, dass alle Verträge zivilrechtliche Verträge sind.<br />

Aber es gibt auch viele Verträge, die anderen Rechtsgebieten angehören,<br />

z.B. öffentlichrechtliche, völkerrechtliche und eben auch prozessrechtliche<br />

Verträge 8 . Sind in diesen Rechtsgebieten Gültigkeitsbedingungen vorgesehen,<br />

müssen nur diese gefolgt werden. Die Vorschriften des bürgerlichen Rechts<br />

können in diesen Gebieten, also auch im Zivilprozessrecht, nur analoge<br />

Anwendung finden, wo es keine Regelung gibt 9 .<br />

Um zu beurteilen, welchem Rechtsgebiet der Schiedsvertrag gehört,<br />

müssen wir untersuchen, auf welchem Rechtsgebiet er seine unmittelbaren<br />

Hauptwirkungen entfaltet 10 .<br />

Schiedsvertrag hat eine doppelte Hauptwirkung; nämlich eine negative<br />

und eine positive:<br />

1) Mit dem Schiedsvertrag wird der Weg zur Verfügung stehenden<br />

staatlichen Gerichte geschlossen (negative Wirkung des Schiedsvertrages) 11 .<br />

7 Larenz, Acp 157, s. 265 ff.<br />

8 Rosenberg/Schwab, Zivilprozessrecht 11. Aufl., § 174 II; Guldener, s. 47 fn. 4.<br />

9 Guldener, s. 573, 575 fn. 9, 579 fn 32, 212; Suter, s. 49 - 51; Leuch, Die Zivilprozessordnung<br />

für den Kanton Bern, Kom. 1956, Art. 27, N. 1; Hellwig, System (Neudruck) II, s. 104;<br />

Nikisch, Zivilprossrecht, 2. Aufl., § 143 III 1; Schiedermair, Vereinbarungen im<br />

Zivilprozess, s. 141/142; Baumgaertel, Wesen und Begriff im Prozesshandlung einer<br />

Partei im Zivilprozess, s. 238 ff.; Baumbach/Schwab, Schiedsgerichtsbarkeit Kom. 2.<br />

Aufl., s. 84.<br />

10 Mittelbare Nebenwirkungen sind nicht entscheidend.<br />

11 Zwar gibt es in den schweizerischen Zivilprozessordnungen allgemein keine<br />

Vorschrift wie in der deutschen ZPO (§ 274/3). Doch wird von den Lehre und<br />

Praxis die Schiedsvertragseinrede als eine prozesshindernde Einrede angenommen;<br />

111


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

2) Neben dieser negativen Hauptwirkung hat Schiedsvertrag<br />

eine positive Wirkung. Durch den Schiedsvertrag wird eine private<br />

Gerichtsbarkeit begründet: Schiedsgerichtsbarkeit 12 .<br />

Diese sind die einzigen Hauptwirkungen des Schiedsvertrages und sie<br />

gehören zum Gebiet des Zivilprozessrechts. Mit anderen Worten “erzeugt”<br />

der Schiedsvertrag keine privatrechtliche Hauptwirkungen 13 .<br />

Erinnert man sich an das oben erwähnte Kriterium, das wir auggestellt<br />

haben, um zu beurteilen, welchem Rechtsgebiet ein Vertrag gehört, wird es<br />

verständlich, dass der Schiedsvertrag ein prozessrechtlicher Vertrag ist 14 .<br />

Haben die Zivilprozessordnungen für Schiedsverträge Gültigkeitsnormen<br />

vorgesehen, so müssen nur diese gefolgt werden. Denn der Schiedsvertrag ist<br />

an die Bedingungen jenes Rechtsgebietes gebunden, in das sie gehört. TZPO<br />

(Art 517) hat den Schiedsvertrag, wie viele anderen Zivilprozessordnungen<br />

an die schriftliche Form gebunden. Dies ist die Gültigkeitsform des<br />

Schiedsvertrages.<br />

112<br />

Suter, s. 58, 59; Guldener, s. 183 fn. 26; s. 580; Kaelin, Prozessvoraussetzungen<br />

und Prozesshindernisse im schweizerischen Zivilprozessrecht, s. 123; Steger, Das<br />

Schiedsvergahren nach Luzernischer Zivilprozessordnung, s. 17; Schuppisser, Das<br />

zivilprozessrechtliche Schiedsgericht, s. 43; Contini, L’arbitrgage en procédure civile<br />

vaudoise, s. 195; BGE 41 II 536, 537; Bern. App. u. Kass. Hof. I Abt. 12 September 1905,<br />

ZBJV 42, s. 302 (304).<br />

12 Contini, s. 191. “Ce sont les effets principaux”.<br />

13 Guldener, s. 211, 212, 47 fn. 4.<br />

14 Dies ist die herrschende Ansicht in der schweizerischen Lehre und Praxis und in<br />

der deutschen Lehre. Nach einer Ansicht in der türkischen Rechtslehre (Tekinalp,<br />

Hakem Sözleşmesinin Hukukî Mahiyeti Hakkında Düşünceler - Zur Rechtsnatur<br />

des Schiedsvertrages, IV. Ticaret ve Banka Hukuku Haftası, s. 26, 27) können die<br />

Entscheidungen des BG und die schweizerische Lehre kein Wegzeiger für das<br />

türkische Recht sein. Denn in der Schweiz sei der Schiedsvertrag in den kantonalen<br />

Zivilprozessordnungen geregelt und deshalb erübrige dieses System eine Diskussion<br />

über seine Rechtsnatur. Diese Ansicht kann nicht angenommen werden. In keinem<br />

Entscheid des BD, die den Schiedsvertrag als einen prozessualen Vertrag annehmen,<br />

kann man einer sochen Begründung begegnen. Daneben wurde der Schiedsvertrag vor<br />

dem Entscheid im BGE 41 II 536 als ein materiell - rechtlicher Vertrag angenommen<br />

(BGE 7, s. 283; 13, s. 355; 38 II 556 (557); 39 II 52). Auch im schweizerischen Recht gibt<br />

es keinen Autor, der die Ansicht des prozessualen Vertrages durch diese Begründung<br />

untermauert, vgl. Suter und Guldener, Das türkische Kassationsgericht sieht den<br />

Schiedsvertrag in machen Entscheidungen als einen prozessualen Vertrag an (TD -<br />

Handelskammer 13.5.1958, 724/1311; Doğanay, N. 805, s. 778). Nur sei es bemerkt, dass<br />

das hohe Gericht, den konsequenten Folgen dieser Ansicht nicht immer Folge leistet.


Die Form Des Schiedsvertrages Über Rechtsgeschaefte<br />

Danach ist die Einhaltung der schriftlichen Form bei einem<br />

Schiedsvertrag, der über ein Geschäft abgeschlossen wird, für das das<br />

materielle Recht öffentliche Form vorsieht, nötig, aber auch genügend 15 .<br />

Aus diesen Gründen ist es nicht nötig, Schiedsverträge über Verträge,<br />

die das Eigentum an der Grundstücken übertragen, für welche ZGB 657/<br />

tZGB 634 öffentliche Form vorsieht, in öffentlicher Form abzuschliessen 16 .<br />

Im türkischen Recht begnügt sich der oben erwähnte Art. 32 des<br />

Gesetzes über Kadaster und Einschreibung in das Grundbuch für<br />

sein Anwendungsbereich, bei den Schiedsverträgen betreffend des<br />

Grundstückseigentum mit der schriftlichen Form 17 .<br />

Doch muss zugefügt werden, dass Zivilprozessordnungen oder<br />

andere Gesetze für den Schiedsvertrag schriftliche Form ausdrücklich<br />

ungenügend finden können. In diesem Fall muss der Schiedsvertrag in der<br />

vorgesehenen besonderen Form abgeschlossen werden 18 .<br />

Larenz und Postacıoglu sind der Ansicht, dass es der Interessenlage<br />

zuwieder ist, wenn der Schiedsvertrag in schriftlicher Form gemacht wird,<br />

wo das materielles Rechts für das materiellrechtliche Geschäft öffentliche<br />

Form vorsieht 19 .<br />

Auch diese Ansicht ist die Folge jener oben erwähnten Ansicht, welche<br />

den Schiedsvertrag als einen materiell-rechtlichen Vertrag annimmt. Denn<br />

durch den Abschluss des Schiedsvertrages ist auf das materiell - rechtliche<br />

Geschäft, für die er abgeschlossen ist, nicht irgend eine Wirkung ausgeübt.<br />

Wir hamen oben gesehen, was die Wirkungen des Schiedsverträges sind.<br />

Daneben muss nicht vergessen werden, dass durch den Schiedsvertrag<br />

eine solche Gerichtsbarkeit begründet wird, die in verschiedenen Stadien<br />

(tZPO 519, 521, 527, 533, 536) die Aufsicht der staatlichen Gerichte<br />

15 Leuch, Art. 382, N. 1, s. 362; Suter, ZSR 47, s. 32.<br />

16 Für andere Ansicht s. fn. 5 und 6.<br />

17 Der Staat hat hier über die Schiedsgerichtsbarkeit keine weitere Aufsicht als die der<br />

ZPO, wie von Postacıoğlu (s. 646) angenommen wird. Nur ist im Art. 32 vorgesehen,<br />

dass die Schiedrsrichter vor dem saatlichen Gericht vereidigt werden.<br />

18 ZPO Waadt verlangt das in Art. 502: La clause doit étre Rédigée dans lâ même form que<br />

la contrat qui la renferm.<br />

19 Larenz, s. 283/284; Postacıoğlu, s. 646.<br />

113


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ermöglicht, den Schiedsrichtern an die zwingenden Vorschriften bindet.<br />

Diese Gerichtsbarkeit ermöglicht auch ein Urteil zu fällen, welches der<br />

“Surrogat” 20 des Urteils des staatlichen Gerichtes ist 21 .<br />

Deshalb gibt es keine Interessenlage, die durch eine “teleologische<br />

Auslegung” nötigt, den Schiedsvertrag an die öffentliche Form zu binden 22 .<br />

Zusammenfassend kann man sagen, dass blosse Schriftform<br />

für Schiedsvertrag auch dort genügt, wo der Vertrag, wie z.B. die<br />

Eigentumsübertragung an Grundstüchen, der öffentlichen Beurkundung<br />

bedarf, es sei denn irgend eine gesetzliche Vorschrift stelle weitere<br />

Formerfordernisse auf.<br />

20 Lindacher, Schiedsspruch und Parteidisposition KTS 1966, s. 153 - 157.<br />

21 Die Parteien können die Schiedsrichter in der Anwendung der Vorschriften (die<br />

zwingenden Vorschriften sind ausgenommen) des materiellen Rechts freilassen. Wenn<br />

aber die Parteien keine Vereinbarung in dieser Hinsicht abgeschlossen haben, so muss<br />

eine Rechtsentscheidung getroffen werden (Alangoya, s. 176). “Das ergibt sich aus der<br />

Aufgabe des Sshiedsgerichts, einen Rechtsstreit zu entscheiden” (Rosenberg/Schwab,<br />

11, § 176 III, s. 983). Wenn in diesem Fall das Schiedsgericht keine Rechtsentscheidung<br />

getroffen hat, könnte man in dem türkischen Recht die Rechtsmittel (Kassation)<br />

einlegen (Alangoya, s. 220 - 221). Auch im deutschen Recht kann ein solcher<br />

Schiedsspruch nach § 1041 I Zif. 1 aufgehoben werden (Stein - Jonas - Schlosser,<br />

§ 1034 I 2 b; Alangoya, s. 221; aA Rosenberg/Schwab, § 176 III, s. 983; Baumbach/<br />

Schwab, s. 122).<br />

22 Larenz, s. 283/284; Postacıoğlu, s. 646.<br />

114


Yargılamanın Sevkindeki Prensipler ve<br />

Bu Açıdan 1711 Sayılı Kanun ile<br />

Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

Sayın Başkan, sayın davetliler, sayın meslekdaşlarım!<br />

Yavuz ALANGOYA<br />

1711 Sayılı Kanunda HUMK’da yapılan değişiklikler içinde yer alan<br />

409. madde tâdili üzerinde duracağım. Ancak buna geçmeden evvel bu<br />

konu kadar önemli olduğuna inandığım bir soruna değinmek istiyorum.<br />

Belirli bir hukuk alanını düzenleyen genel nitelikteki kanunlar zamanın<br />

akışı içinde, yetersiz kalabilirler. Bazen bu yetersizliğin giderilmesi<br />

bütünü ile yeni bir kanunlaştırma hareketini gerektirebilir.<br />

Ancak bu yetersizliğin çoğu kez, genel kanunun birkaç maddesinin<br />

değiştirilmesi suretiyle sağlandığı görülmektedir. Gerçekten genel nitelikte<br />

bir kanunun, tümüyle aksadığı saptanmadıkça yeni bir kanunla tamamen<br />

değiştirilmesi beklenemez.<br />

1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu da zaman içinde doğan<br />

ihtiyaçların karşılanması için muhtelif tâdiller geçirmiştir. 1711 Sayılı<br />

Kanun bu kısmî tâdillerin sonuncusudur.<br />

Genel nitelikteki kanunların kısmî tâdilleri açısından nasıl bir yol izlenmesi<br />

gerektiği problemi ile karşılaşıyoruz. Burada iki yol hatıra gelebilir.<br />

Birinci yol tatbikatta ortaya çıkan gereksinmeleri gidermek amacını ön<br />

plâna alarak bazı maddeleri değiştirmek veya yeni maddeler eklemek sureti<br />

ile ilgili bakanlığın yetkililerince hazırlanacak tasarıyı kanunlaştırma<br />

prosedürüne koymaktır.<br />

İkinci yol, her genel kanunun bir sistem olduğu her hükmünün ilgisiz<br />

gibi görünen başka hükümlerle bağlantısı olabileceği ve kanunun bü-


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tününün ve doktriner gelişmelerin dikkate alınmadan yapılacak bir değiştirmenin<br />

başka aksaklıklar getirebileceği görüşünden hareket edilen yol<br />

olabilir. Bunun uygulaması ise değişikliği bu noktalardan ele alabilecek<br />

bir kurula inceletmek ve daha önemlisi tâdil tasarısını tartışmaya sunmak,<br />

bundan sonra kanunlaşma sürecine bu tasarı ile girişmek sureti ile<br />

olabilir.<br />

Görüşüme göre kısmî tâdillerde de izlenmesi gerekli olan yol bu olmalıdır.<br />

Bu ikinci yol sadece hey’etler kurulması ile uygulanabilir demek istemiyorum.<br />

Hazırlanan tasarılar bilim adamlarına, hâkimlere gönderilerek<br />

onların mütalâaları alınabilir ve nihaî tasarı oluşturulabilir.<br />

İşte 1711 Sayılı Kanun için tâkip edilen yol bilindiği kadarı ile birinci<br />

yol olmuştur. Hiç olmazsa İstanbul Hukuk Fakültesi kanunun hükümlerinden<br />

haberdar edilmemiştir. O kadar ki, biz burada kanunun çok daha<br />

geniş ölçüde değiştirileceğini, hatta yeni bir usul kanununun meclislere<br />

sevkedilmiş olduğunu dahi duymuş ve açık söylemek gerekirse böyle olabileceğinden<br />

endişeye de kapılmış idik.<br />

1711 Sayılı Kanun sınırlı amaçların gerçekleştirilmesi için çıkarılmış<br />

bir kanun olarak karşımıza çıktı. Bu bakımdan bu bizim için memnuniyet<br />

verici oldu. Bu tâdilde Asliye Hukuk Mahkemelerinin işini hafifletmek,<br />

temyize müracaat ve temyizdeki duruşma olanağını değer<br />

açısından tahditle ve bazı karar düzeltme imkânlarının kısıtlanması<br />

ile (hakem kararları ve buna ilişkin mahkeme kararlarında olduğu gibi,<br />

HUMK m.440/III) temyizin işini hafifletmek bazı İBK. çözümlerini kanunlaştırmak<br />

(HUMK m. 289, 8); bazı kanun hükümlerinin ifadelerini düzeltmek<br />

gibi (HUMK m.290) pratik amaçlarla hareket edilmiş olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Bu birinci yolun tutulmasının sakıncalarını 1711 Sayılı Kanun açısından<br />

bir iki örnekle belirtmek istiyorum.<br />

Değiştirilen 8. maddenin 2. fıkrasının 1. bendi altında “...yahut tesbit<br />

davaları...” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu burada, “kira tespiti<br />

davaları”nın kira bedeli hiç dikkate alınmaksızın sulh mahkemesinin görevine<br />

girmesini istemiş olmalıdır. Ancak amaç bu olmakla birlikte bilimsel<br />

açıdan bu ifade karşısında “kira tespiti davaları”nı bu ibare içine sokmaya<br />

olanak yoktur. Muteber bir kira sözleşmesinin mevcut olup olmadığı<br />

116


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

yolundaki tespit davalarının bu çerçeve içine girebileceği düşünülecektir. 1<br />

Ancak “kira tespiti davası”, içindeki “tespit” terimine rağmen usul bilimi<br />

açısından bir “tespit” davası değildir, “inşaî” bir davadır ve alınacak olumlu<br />

hüküm inşaî bir hüküm olacaktır. 2 Kanun koyucu “kira tespiti davalarını”<br />

sulh mahkemesine vermek isterken, bu düzeltme ile lâfız olarak bu<br />

davaları 8. madde dışında bırakmıştır. İkinci yolun tutulması halinde bu<br />

aksaklık ortaya çıkmayacaktı.<br />

HUMK. 9/I’e 1711 Sayılı Kanun ile bir cümle eklenmiştir: “Davalının<br />

ikametgâhı belli değilse, davaya Türkiye’de son defa oturduğu yer mahkemesinde<br />

bakılır.” Bu hüküm sevkedilirken HUMK m.16 ve 18. madde<br />

hükümlerinin dikkate alındığı çok şüphelidir ve hangi gereksinmenin baskısı<br />

ile bu hükmün eklendiği belli değildir. Kanunun gerekçesinde de bu<br />

değişikliğe değinilmemiştir. Sayın Prof. Kuru, 16 ve 18 nci maddeler karşısında<br />

9 uncu maddeye giren bu yeni hükme ihtiyaç olmayacağını ifade<br />

etmektedir. 3<br />

Burada diğer bir örnek olarak da Yargıtay Hukuk Bölümü’nün<br />

21.4.1975 tarih E. 4, K. 4 sayılı İBK’ına da 4 değinmek gerekiyor. Kanunun<br />

bu karara yol açan düzenlemesi önemli tereddütlere yol açmıştır. Adlî ara<br />

verme hükmüne yapılan basit bir atıfla bir mahkemede uygulanan usul<br />

çeşidini değiştirir görünmek başarılı bir kanunlaştırma usulü olmasa gerektir.<br />

Nihayet Noterlik Kanununun büyük hukukî kargaşaya yol açabilecek<br />

81 ve 89. maddeleri tasarı tartışmaya sunulsa idi, büyük olasılıkla bugünkü<br />

hali ile kanunlaşmayacaktı.<br />

Burada, önerdiğimiz metodun bundan böyle kabul edilmesini temenniden<br />

başka yapacak bir şey yoktur.<br />

1 Doğrusu ben kanun lâfzına bakılacak olursa, bunda da tereddüt edilebileceği kanaatindeyim.<br />

Zira kanun “kira sözleşmesine dayanan her türlü...tespit davası”ndan bahsediyor.<br />

2 Bu haklı görüş ilk olarak Aybay tarafından ortaya konulmuştur. Bkz. ABD, 1966, S. 3,<br />

s. 494-495.<br />

3 Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 3. Bası, 1974, s. 100, dn. 128; ayrıca bkz. Semih<br />

Öktemer ABD., 1973/3, s. 474-475; Berkin, 16 ve 18 dışında kalan hallerde uygulanacağını<br />

söylüyor. Bkz İÜHFM, 1973/1-4, s. 385.<br />

4 RG. 10 Haziran 1975, S 15261.<br />

117


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

118<br />

§ 1. Usul Hukukuna Hâkim Prensipler - Yargılamanın Sevkinde<br />

Hakimiyet<br />

1 – Bilhassa sistematik usul kitaplarında Usul Hukukundaki prensiplerin<br />

açıklandığı bir bölüme rastlanır. Bu bölümlerde açıklanan bu<br />

prensipler incelendiğinde görülecektir ki, tek bir alan için çoğunlukla<br />

iki prensip ismi bir arada geçer. Dava malzemesinin toplanması açısından<br />

araştırma prensibi-vakıaların taraflarca getirileceği prensibi, tarafların<br />

müracaatlarının ve muamelelerinin şekli açısından sözlülük - yazılılık<br />

prensibi, yargılamanın idaresi ve yürütülmesi açısından yargılamayı<br />

tarafların sevketmesi (Parteibetrieb) - hâkimin (mahkemenin) sevketmesi<br />

(Amtsbetrieb) prensiplerinde olduğu gibi. Bilindiği gibi ve anlaşılacağı<br />

üzere, bu prensipler birbirlerinin tam karşısında bulunan çözümleri getirmektedirler.<br />

Bu noktada hemen bir hususu belirtelim. Usul Hukuku kanunlaştırmalarında<br />

bu prensiplerin bir tekinin bütün sonuçları ile benimsenmesi<br />

yolunda yapılan tecrübeler başarılı olmuştur denilemez. Bilhassa dava<br />

malzemesinin toplanması açısından 1877 Alman Usul Kanununda vakıaların<br />

taraflarca getirilmesi prensibi ileri bir derecede kabul edilmesine rağmen,<br />

bu düzenleme baştan itibaren pek başarılı olamamış ve daha sonraki<br />

Novella’lar ile önce Amtsgerichtler’de (1909) sonra da Landsgericht’lerde<br />

(1924) prensip esas itibariyle terkedilmemekle beraber önemli tahditlere<br />

uğratılmıştır.<br />

Araştırma prensibi ise en ileri şekli ile 1792 tarihli Prusya Devletleri<br />

Genel Mahkemeler Kanununda (AGO) yer almıştı. Buna göre (Einleitung §<br />

7) hâkim davanın vakıalarını kendiliğinden ve vasıtasız olarak araştırmakla<br />

yetkilidir ve mükelleftir. Gerçeğin bulunmasında hâkim en ileri şekli<br />

ile yetkilerle donatılmıştır. 5 Ancak bu kanun devamlı bir uygulama alanı<br />

bulamamıştır. Ve bu kanunu takip eden 1877 tarihli Alman Usul Kanunu<br />

da dava malzemesinin taraflarca getirilmesi esasını müşterek hukuka bağlı<br />

olarak getirmiştir.<br />

Araştırma prensibinden sapmanın ilgi çekici diğer örneklerine sosyalist<br />

devletlerin usul kanunlarında da rastlamak mümkündür. Meselâ,<br />

Polonya Usul Kanununun uygulanmasında tarafların etkisi (Verhandlung-<br />

5 Bkz. Bomsdorf, Prozessmaximen und Rechtswirklichkeit, 1971, s. 83 ve son.


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

smaxime) artık önemli ölçüde Polonya Yüksek Mahkemesince göz önünde<br />

tutulmaktadır. 6 Sosyalist hukukla bağdaşacak tek sistemin saf araştırma<br />

prensibi olacağı iddiasından böylece vazgeçilmiş olmaktadır.<br />

Bugün Usul Hukukunda baskın olan anlayış, medenî usulün amacını<br />

en iyi gerçekleştirecek sistemin, hâkime dava malzemesinin toplanması<br />

açısından bazı imkânların da tanınması ile önemli ölçüde yumuşatılan vakıaların<br />

taraflarca getirilmesi (Verhandlungsmaxime) olduğudur. 7<br />

Bu görüşe öncelik verilmesi gerektiği kabul edilince, hem kanunlaştırma<br />

hareketlerinde, hem de mevcut kanunların yorumlanmasında ve boşluklarının<br />

doldurulmasında bu prensipler yol gösterici olacaktır.<br />

2 – Burada konumuzla doğrudan doğruya ilgili olan yargılamanın sevki<br />

açısından yukarıda belirttiğimiz hâkimin veya tarafların sevki prensiplerinden<br />

hangisine ağırlık verilmiş olduğunun tarihsel gelişimini ve bugünkü<br />

modern usul kodlarındaki durumu kısaca belirtmek istiyorum.<br />

Kıtasal Avrupa, birbirinden esas itibariyle farklı esaslara dayanan, fakat<br />

yargılamanın sevki, idaresi açısından taraflara büyük ölçüde hâkimiyet<br />

tanıyan dört usul sistemi görmüştür: 1806 Fransız Usul Kanunu, Müşterek<br />

Hukuk, Eski Avusturya Usul Kanunu ve 1877 Alman ZPO’sunun sistemleri.<br />

Ayrı esaslara dayanan, fakat davanın sevkinde taraf hâkimiyeti esasını<br />

benimseyen bu dört sistemin uygulamada doğurduğu bir sonuçta ayniyet<br />

vardır: Tarafların haklı nedenlere dayanmadan yargılamayı büyük ölçüde<br />

engellemeleri ve davaların bu yüzden çok uzaması. 8<br />

19. yüzyılın liberal kanunlarının örneği 1806 tarihli Fransız Medenî<br />

Usul Kanunu’dur. Bu kanunda taraflar yargılamanın temel meselelerini<br />

mahkemenin bilgisi ve iştiraki dışında yapmaktadırlar. Dilekçelerin teatisinde<br />

dahi durum böyledir. Dava ancak bu teatiden sonra celse tayini için<br />

6 Wengerek, Die Entwicklung und Verwicklichung der Gerichtsverfassungsgesetz - und<br />

Zivilprozessprinzipien in der Volksrepublik Polen, Jahrbuch für Osterecht Band XIV 1.<br />

Halbjahresheft Juli 1973. Mamafih temel prensip offizalmaxime olmakta devam etmektedir.<br />

7 Bkz. Rosenberg/Schwab, Zivilprozessrecht (11), § 78 I 1, 2, 3, s. 389. Ancak bazı özel<br />

yargılama alanlarında araştırma prensibinin ağırlık kazanması, o alanın özelliği gereği<br />

olabilir. Meselâ Tapulama Mahkemelerindeki yargılamada olduğu gibi.<br />

8 Pollak, Richtersbetrieb und Parteibetrieb, ZZP 31, s. 419-434, özellikle s. 426.<br />

119


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

listeye (rôle) kaydolacaktır. 9 Yargılamanın devamı sırasında da taraflar,<br />

yargılamanın cereyanına büyük ölçüde hâkimdirler. 10<br />

1877 tarihli Alman Usul Kanunu taraf hâkimiyeti esasını biraz yumuşatarak<br />

kabul etti. 11<br />

Bu sistemlerde hâkimin görevi mümkün olduğu kadar hüküm faaliyeti<br />

ile sınırlandırılmak istenmektedir. 19. yüzyılın liberal anlayışının usul<br />

hukukuna “taraf hakimiyeti” olarak aksetmesi iki temel aksiyoma dayanmaktadır:<br />

1) Medenî usul, özel hakların elde edilmesine hizmet eden bir<br />

müessese olarak tarafların özel meseleleri kabul edilmektedir. 2) Sosyal<br />

ilişkinin diğer alanlarında olduğu gibi, burada da kendi hakları için ihtilâf<br />

halinde bulunan tarafların, hukukî durumun bir an evvel tespitinde menfaatleri<br />

olması en etkili husustur. 12<br />

Böyle olunca taraflara geniş hâkimiyet tanınmış dava, tarafların menfaatleri<br />

için bir harp olarak mütalâa edilmiştir. Klein’in dediği gibi, herkes<br />

davayı “kızılhaçsız bir savaş” olarak yürütecektir. 13<br />

Habscheid’in haklı olarak belirttiği gibi 14 , yukarıda belirtilen her iki<br />

aksiyomun da mutlak bir yürürlüğünden bahsedilemez. Medenî usulün<br />

amacı hakkındaki görüşlere burada yer verecek değiliz. Ancak gerçekten<br />

artık bugün medenî usulün en azından kamuyu da ilgilendiren bir müessese<br />

olduğu kabul edilmektedir.<br />

İkinci aksiyomun ise, tatbikatta gerçekleşmediği, tam tersine, taraf<br />

hâkimiyetine ağırlık veren kanunların hemen istisnasız davaların sürüncemede<br />

kalması sonucunu doğurduğu görülmüştür.<br />

Bu sonuç sadece taraflardan birine engelleme olanaklarını veren hükümlerden<br />

dolayı değil, fakat taraflara anlaşarak yargılamanın sevkinde<br />

etki yapma olanağı veren hükümlerden dolayı da ortaya çıkmıştır. Bilhassa<br />

avukatlar arasında yanlış anlaşılan bir meslektaş dayanışması bunun<br />

9 Nikisch, Zivilprozessrecht (2), § 51 I, 2, s. 197.<br />

10 Habscheid, Richtermacht oder Parteifreiheit, ZZP 81, s.177).<br />

11 Blomeyer, Zivilprozessrecht s. 104.<br />

12 Habscheid, s. 187.<br />

13 Pollak, s. 424.<br />

14 Habscheid, s. 189.<br />

120


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

başlıca sebeplerindendir. 15 Nitekim taraf hâkimiyetinden, mahkemenin<br />

hâkimiyetine geçişte avukatların önemli direnişlerine şahit oluyoruz. 26.<br />

Alman Hukukçular Toplantısında(1903) avukatların çoğunlukta olmaları<br />

sebebi ile taraf hâkimiyetinden mahkeme hâkimiyetine geçme yolundaki<br />

teklifler reddedildi. 16 Ancak bu baskı Almanya’da taraf hâkimiyetini önce<br />

sulh mahkemelerinde (1909), sonra asliye mahkemelerinde (1924) istisnaî<br />

duruma getiren ve yargılamanın süratlendirilmesini amaçlayan tâdil kanunlarını<br />

engelleyememiştir.<br />

Burada Alman hâkiminin rolünün de çok büyük olduğunu ifade etmeliyiz.<br />

Gerçekten 1909 tâdili sadece Amstgericht’lere ilişkin olmasına rağmen<br />

Landgericht bölümleri de bu kanundaki olanakları kullanmışlardır.<br />

1924 Novelleri büyük ölçüde mevcut durumu kanunlaştırmıştır.<br />

Bu Novella’lar ile Tebliğler, davetler hususunda bazı istisnalar dışında<br />

(meselâ hükümlerin tebliğinde ZPO § 317 I) taraf hâkimiyeti sona erdi.<br />

1877 kanunlaştırmasında yer alan tarafların sürelere ve celselere hâkim<br />

olmaları esası da kaldırıldı. Tarafların anlaşmaları ile celseyi erteletmeleri<br />

esasına son verildi.<br />

1877 ZPO’sunda tarafların ikisinin de bir duruşmaya gelmemesi halinde<br />

yargılama duruyordu. Bu yargılamanın yeniden görülebilmesi zamanı<br />

tamamen tarafların insiyatifine bırakılmıştı. 17 Alman Kanununun bugünkü<br />

halinde bu durumda hâkime iki imkân tanınmıştır. Hâkim ya (bir<br />

duruşma yapılmışsa) dosya üzerinden hüküm verir veya re’sen duruşma<br />

için yeni bir celse tayin eder ya da yargılamayı durdurur. (ZPO § 251 a).<br />

Durdurulma halinde dava üç ay geçmeden mahkemenin izni olmaksızın<br />

yenilenemez(ZPO § 251 II). 18<br />

Avusturya’da da, 1895 tarihli Usul Kanunundan evvel, medenî usulün<br />

çok geç ve bu sebeple etkisiz bir hukukî himaye sağladığı ve bu durumun<br />

taraflara yargılamanın sevkinde tanınmış olan geniş yetkilerden doğduğu<br />

15 Pollak, s. 425 - 426; Habscheid, s. 188.<br />

16 Pollak, s. 419 - 420.<br />

17 Karş. Neuchâtel CPC, Art. 354; HUMK m. 409’un 2606 Sayılı Kanunla tâdilinden evvelki<br />

haline.<br />

18 Bütün bu değişmelere rağmen, bugün Alman Hukukunda Usul Kanununun yeniden<br />

bir reforma tâbi tutulması gereği üzerinde durulmaktadır.<br />

121


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

anlaşılmıştır. 19 Büyük usul reformcusu Franz Klein’in etkin girişimleri ile<br />

tarafların yargılamanın sevki hususundaki yetkilerini geniş ölçüde kısıtlayan<br />

ve bu konuda mahkemelerin yetkilerini arttırarak mahkemeyi yargılamanın<br />

dış akışının hâkimi durumuna getiren 1895 kanunu kabul edilmiştir.<br />

1895 tarihli Avusturya Usul Kanununda, artık celseleri mahkeme tâyin<br />

edecek, süreleri tespit edecek, davaların birleştirilmesi veya ayrılmasına o<br />

karar verecektir. Avusturya Usul Hukukundaki bu radikal değişimin temelinde<br />

Klein’in, belki de ilk olarak (veya ilk olarak bu kadar açık bir şekilde),<br />

medenî usulün, kamunun çıkarı, selâmeti ile çok yakından ilgili bir kurum<br />

olduğunu görmüş olması bulunmaktadır. 20 Avusturya Usul Kanununa<br />

göre, tarafların ikisinin de bir celseye gelmemesi halinde yargılama durur<br />

ve üç ay geçmeden yeniden akışı sağlanamaz. Alman Kanunundaki dosyaya<br />

göre hüküm olanağı Avusturya Kanununda tanınmamıştır. 21 Alman ve<br />

Avusturya kanunlarındaki yenileme için üç aylık asgarî bekleme süreleri,<br />

tarafların bunu istedikler zaman celse tâliki için kullanmalarını önleme<br />

amacı ile getirilmiştir 22 .<br />

19 Dolinar, Ruhen des Verfahrens und Rechtsschutzbedürfniss, 1974. s.3.<br />

20 Bkz. Klein, s. 79; ayrıca bkz. Dolinar, s. 6 - 7.<br />

21 Bkz. Dolinar, s. 14.<br />

22 Dolinar, s. 12. Nitekim bu asgarî süre 1877 kanununda alınan ZPO’sunda yokken 1924<br />

Novella’sı ile kabul edilmiştir Bkz. Lent/Jauernig, Zivilprozessrecht 16. Auflage 1972,<br />

s. 83 ve son.<br />

Usulün hızlandırılması için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bkz. “Yargılamanın Basitleştirilmesi<br />

ve Hızlandırılması İçin Kanun Tasarısı”, buna kısaca “Vereinfachungsnovelle”<br />

denmektedir. Bu tasarının gerekçesinde: “...Her şeyden önce yargılama hukukunun<br />

genel hayat ilişkilerinin gelişmesi ile paralel bir gelişme göstermesi lâzımdır. Bu<br />

haldedir ki, medenî usul hukukî himaye fonksiyonunu etkin bir şekilde yerine getirebilir.<br />

Bu husus özellikle bugün söz konusudur. Sıkı ve çeşitli hukukî ilişkileri ile hızlı<br />

tempolu zamanımızda hususî hukukun hemen bütün dallarında medenî usul gittikçe<br />

artan bir şekilde kamuya akseden bir müessese (Massenerscheinung) olmuştur. Bu tasarı<br />

yargılama hukukunun değişen bu ihtiyaçlara cevap verecek duruma getirilmesinş<br />

âcil bir görev olarak kabul etmiştir. Tasarının amacı, daha basit, daha rasyonel ve sonuç<br />

olarak akışı daha kolaylaştırılmış bir yargılama ile aynı, hatta daha iyiye götürülmüş<br />

nitelikte bir hüküm tesisine ulaşmaktır.” denmektedir (Vereinfachungsnovelle, Gerekçe<br />

1. Bölüm A, s. 32). Ayrıca bkz. Baumann/Fezer, Beschleunigung der Zivilprozess,<br />

(Recht und Staat - 390/391, 1970), bu çalışmada bugünkü dava uzaması sebepleri incelenmektedir.(s.<br />

8 ve son.). Bu sebeplerden birinin de kollegial dayanışma olduğu belirtilmektedir.<br />

Burada şunu ifade etmekte ayrıca fayda görüyorum: Reform tekliflerinin<br />

çoğundaki esaslar bizim usulümüzde yer almaktadır. Yargılamanın iki esas bölüme<br />

ayrılması, genişletilmiş prekulisyonlar vs. gibi.<br />

122


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

Fransa’da ise taraf hâkimiyetini sınırlayan ilk kanun 1935 tarihlidir.<br />

1958 tâdili ile 1935 tâdili belirli noktalarda ileriye götürüldü. 13 Ekim<br />

1965 Dekret’si ile (bütün Fransa’ya şâmil olmasa bile) bazı mahkemeler<br />

taraflara nispetle daha ileri yetkilerle donatıldılar. 23 Fransız usulüne göre<br />

bırakılmış bir yargılama üç yıl içinde yenilenmediği takdirde derdesti rüyetlik<br />

ortadan kalkacaktır. Ancak burada da taraf iradesine şöyle yer verilmektedir;<br />

derdesti rüyetliğin kalkmış olduğu ancak tarafın talebi ile dikkate<br />

alınacaktır (CPC Art. 399) 24 .<br />

İtalyan Hukukunda da 1940 tarihli Usul Kanunu ile Almanya ve<br />

Fransa’daki gibi taraflar karşısında hâkimin yetkilerinin arttırılmasına<br />

gidildi ve yeni Präklusion’lar getirildi. Hâkim tahkikat yargılamasında<br />

“yargılamanın çabuk ve doğru akışı için bütün tedbirleri almaya” yetkili<br />

kılındı(art. 175). Ancak 1950 tâdili İtalya’da mahkeme hâkimiyeti açısından<br />

bir geri dönüş niteliğindedir. Her ne kadar art. 175 hükmü bırakılmışsa<br />

da, hâkimin bu yetkilerinin en kuvvetli vasıtası olan gecikmiş muamelelerin<br />

Präklusionları kaldırılmıştır 25 . Bugün bundan dolayı İtalyan medenî<br />

usulünde taraf hâkimiyeti (Parteibetrieb) ağır basmaktadır denilebilir 26 . Bu<br />

benim incelediğim usul hukukları içinde taraf hâkimiyetine geri dönüşü<br />

ifade eden tek gelişmedir. Capeletti bu direnci, ikibin yılı aşkın parlak bir<br />

tradisyonun bugünün gelişmesini engellemesi şeklinde değerlendirmektedir<br />

27 .<br />

İsviçre’de ise celseler ve sürelere ilişkin hususlarda hâkimin sevki<br />

prensibi hâkimdir 28 . Hâkimin idaresi prensibinin aksi olan taraf hâkimiyeti<br />

küçük bir kalıntı dışında ortadan kalkmıştır 29 . Bunlardan biri de Neunburg<br />

23 Fransa’daki bu gelişme ile ilgili geniş açıklamalar için bkz. Habscheid, s. 183 - 186;<br />

Spohr, Der richterliche Aufklärungspflicht im Zivilprozess, s. 37 - 38.<br />

24 Habscheid, s. 178.<br />

25 Habscheid, s. 183; de Boor, Einzelrichter und Kollegium im italianischen und deutschen<br />

Zivilprozess, 1953, s. 96.<br />

26 Cappeletti, Der italienische Zivilprozess, RabelsZ 30 (1966), s. 270.<br />

27 s. 281; yazara göre, Alman ve Avusturya usullerindeki reform daha kolay olmuştur, zira<br />

onlarda müşterek hukuk medenî usulünün resepsiyonu ilk olarak 15. ve 16. yüzyıllarda<br />

vukubulmuştur, s. 281/281; Luther’e göre, reformun başarısızlığı avukatların yeni<br />

sistemi benimsememeleridir, bkz. Habscheid, s. 191.<br />

28 Guldener, Schweizerisches Zivilprozessrecht, § 17, s. 154 ve oradaki dn. 1.<br />

29 Guldener, s. 155 dn. 5.<br />

123


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Usul Kanununun, HUMK m. 409’a tekabül eden (2606 sayılı kanunla tâdil<br />

edilen ilk metne uygun) 354 üncü maddesidir 30 .<br />

Bu mukayeseli incelemenin sonunda kanunumuzun mehazını teşkil<br />

etmiş olan Neunburg (Neuchâtel) Kantonu Usul Kanunu hakkında da kısa<br />

bir hatırlatma yapmayı faydalı görüyorum. 1925 tarihli CPC, 1906 tarihli<br />

kanuna nispetle hâkimi geniş ölçüde tarafların iradelerinden kurtarmıştır.<br />

Taraflar karşısında hâkim görevini gereği gibi yerine getirmesi için lüzumlu<br />

vasıtalara sahip olmuştur 31 .<br />

Bu kısa incelemeden sonra bir değer hükmü verilmesi yadırganabilir.<br />

Ancak bugüne kadarki çalışmalarımdan vardığım sonuç 1903 yılında<br />

Pollak’ın ve 1967 yılında Habscheid’ın söylediklerine uymaktadır 32 .<br />

Yargılamanın hızlandırılması ve konsentration’u ile hakikatin optimal<br />

olarak elde edilmesi amacına varmaya imkan yoktur. Şu hale göre optimal<br />

bir gerçekten yargılamanın konsentrasyonu lehine fedakarlık yapılmak gerekecektir.<br />

Aksi halde dava, sosyal bir müessese olarak görevini ifadan aciz<br />

kalır 33 . Muhakkak ki en önemli unsur hakikattir. Ancak tek değildir 34 .<br />

Habscheid’ın çok isabetli olarak belirttiği gibi, hâkimin yargılamanın<br />

yürütülmesinde hâkimiyet sahibi olması anlayışının devlet otoritesine üstünlük<br />

tanıma isteği ile yani polis devlet özlemi bir ilgisi yoktur. Sözkonusu<br />

olan isabetli bir karar ve procedere’nin kurulmasında özel ve kamu<br />

menfaatlerinin değerlendirilmesidir 35 . Bu anlayışın ve düşüncenin doğru-<br />

30 Guldener, aynı yer. Yazar bu istikametteki diğer bir hükmün Genf usul kanunu 308’de<br />

yer aldığını da işaret ediyor. Ayrıca birçok kanton kanununda, Fransız ve Alman Usul<br />

Kanunlarında hâkim olan tarafların zaman sınırı ile bağlı olmaksızın dava malzemesini<br />

getirmeleri prensibine yer verilmemiş, ancak az veya çok ölçüde müşterek hukukun<br />

Eventualmaxime’si muhafaza edilmiştir. Bkz. Habscheid, s. 195.<br />

31 Juchli, Die Beweisabnahme von Amts wegen im erstinstanzlichen Vermögensprozess<br />

nach schweizerischen Prozessrechten (1954), s. 59; Schurter u. Fritzsche, Kantonale<br />

Zivilprozessrechte, Geschichte II, s. 710.<br />

32 Pollak, s. 429 ve son.; Habscheid, s. 192.<br />

33 Alangoya, “Yargılama Sırasında Tarafta İradî Olarak Meydana Gelen Değişme Hakkında<br />

Düşünceler”, İÜMHAD, 1969, S. 5, s. 131.<br />

34 Pollak, s. 433.<br />

35 Habscheid, s. 194. 1931 tarihli Alman ZPO Tasarısı’nın gerekçesinde de bu husus açıkça<br />

“ferdî iradenin serbest faaliyetinin tahdid edilmesi, tarihe intikal etmiş olan zabıta<br />

devleti ruhunun keyfî bir tecellisi, mağlup olmuş olan o ruhun avdet ve irticaı olmayıp,<br />

belki geçen asır sonlarından beri hukukî inkişafımıza hakim olan sosyal fikirlerin tabii<br />

tesiri” ifadesi ile belirtilmiştir, Ansay, Hukuk Yargılama Usulleri, s. 147.<br />

124


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

luğu kabul edilince, bu anlayış hem kanunlaştırma hareketlerinde, hem<br />

de kanun yorumunda ve boşlukların doldurulmasında rehber olacaktır 36 .<br />

Bu genel bölüme son vermeden evvel bir noktaya daha değinmek<br />

gerekir sanıyorum. Yargılamanın hızlandırılması ve davaların süratle sonuçlandırılması<br />

amacı için sevkedilmiş olan hükümlere rağmen istenen<br />

amacın sağlanamaması mümkündür. Hukukumuzda yapılmış kesin istatistikler<br />

olmadığı için örneği yine Alman Hukukundan vereceğim: Bir<br />

yıldan uzun süren davalar 1968 yılında, sulh mahkemelerindeki davaların<br />

%11’ini, asliye mahkemelerindeki davaların %30’unu teşkil ediyordu.<br />

Bütün mercileri geçen ve 4-6 yıl süren dava sayısının da pek az olmadığı<br />

belirtilmektedir 37 . Bunun sebepleri artan dava sayısı dolayısı ile mahkemelerin<br />

büyük yük altında kalması, mahkemelerde uygun personelin ve<br />

yardımcı vasıtaların eksikliğidir. Fakat bu sebepler arasında en önemli yeri<br />

tutanlardan biri de Usul Kanununun verdiği hızlandırma imkânlarından<br />

yeteri kadar faydalanmamaktır 38 .<br />

Bunun en mânâlı örneğini herhangi bir kanun değişmesine dayanmayan<br />

bir denemede bulmak mümkündür. Stuttgart Modeli denen bu deneme<br />

39 ile yapılan sadece kanundaki hızlandırma hükümlerinin ciddiye<br />

alınmasıdır. Bu deneme sonunda dava sürelerinin önemli ölçüde kısaldığı<br />

görülmüştür 40 . Baur’un haklı olarak belirtiği gibi “Stuttgart Modeli” aktif<br />

hâkimin verilen yetkileri kullanmasıdır. Kanun hâkime ancak aktif ola-<br />

36 Bizim burada vardığımız sonuçlar, Alman Usul Kanununun Reformu için kurulan<br />

Komisyonun raporundaki esaslara da uymaktadır. Komisyon, dava malzemesinin toplanmasında<br />

sınırlandırılmış Verhandlungsmaxime’yi medenî usulün amacına uygun<br />

görürken, davanın sevki açısından, zaten mevcut kanunda da kabul edilmiş olan Amtsbetrieb<br />

esası yönünde adımlar atılmasının kuşkusuz hatta zarurî olduğunu belirtmektedir.<br />

Bericht, der Kommission zur Vorbereitung einer Reform der Zivilgerichtsberkeit<br />

(Herausgegeben vom Bundesjustizministerium 1961), s. 174-176.<br />

37 Baur, Die Aktivität des Richters im Prozess, s. 192/193 (Deutsche Zivil-und Kollisionsrechtliche<br />

Beiträge zum IX. Internationalen Kongress für Rechtsvergleichung in Teheran,<br />

1974). Bizde bu nisbetlerin ve sürelerin daha fazla ve uzun olduğunu söylemek<br />

mümkündür sanıyorum.<br />

38 Baur, aynı yer.<br />

39 Bu deneme ilk olarak Stuttgart Landgericht’inin 20. Hukuk Dairesi tarafından (daire<br />

başkanı Bender’in öncülüğü ile), yapıldı ve Almanya’daki birçok diğer mahkeme<br />

tarafından da takip edildi(geniş bilgi için bkz. Baumann/Fezer, Beschleunigung des<br />

Zivilprozesses, 1970).<br />

40 Baur, s. 193.<br />

125


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

bilmesi için alan sağlar. Ancak bunun gerçekleşmesini emirlerle garanti<br />

etmesi mümkün değildir 41 . Bizim hukukumuz açısından da usul hukuku<br />

reformlarında (ister kanunun bütününün değiştirilmesi, ister kısmî tadillerde<br />

olsun) bu noktanın hatırlanmasında fayda vardır.<br />

3- Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda yargılamanın sevki açısından<br />

benimsenmiş olan sistem büyük kodifikasyonlarda bazı istisnaları<br />

ile de olsa yer alan hâkimin sevki (Amtsbetrieb) prensibine dayanmaktadır.<br />

Kanun bu esası 77nci maddesinde genel olarak belirtmiş ve hâkimin<br />

yargılamayı idaresinde dikkate alacağı temel istikameti belirtmiştir 42 .<br />

Bu prensibin daha özel durumlarda somutlaştığına da kanunumuzda<br />

rastlamak mümkündür.<br />

Çağrılar (davetler) bakımından mahkemenin sevki prensibi muhtelif<br />

hükümlerde tekrarlanmıştır. HUMK. m. 73’de tarafların davetinin mahkemeye<br />

ait olduğu anlaşılmaktadır. Tahkikat safhasında bu davetin hâkim<br />

tarafından yapılacağı öngörülerek (m. 213, 214/II) prensip teyid edilmiştir.<br />

Aynı durum hadiselerin halli açısından (m. 223), iki tarafın hüküm için tayin<br />

edileceği gün davetleri hususunda da (m. 377) söz konusudur. İstisnaî<br />

olarak şifahî usulü muhakemede bir davet olmadan, tarafların anlaşmaları<br />

üzerine bir duruşma yapılması mümkündür (HUMK. m. 474) 43 .<br />

Sürelerin tayini açısından da (kanunî süreler dışında) hâkim yetkilendirilmiştir<br />

(m. 159). Kanunun düzenlediği süreleri hâkim kanunun cevaz<br />

verdiği belli hallerde kısaltır veya uzatabilir (bkz. m. 164, 166, 182, 198,<br />

215). Hâkim kendi tayin ettiği süreleri kısaltabilir. Tarafların anlaşma ile<br />

süreler üstünde tasarruf etmeleri mümkün değildir 44 . Bunun bir istisnasına<br />

504üncü madde hükmünde rastlıyoruz. Hâkim seri usulü muhakemede<br />

delillerin ibraz ve ikamesi için bir defa mühlet verebilir. Ancak tarafların<br />

anlaşması üzerine hâkimin bir mühlet daha vermesi adı geçen madde hükmü<br />

icabıdır.<br />

41 Baur, aynı yer, bkz. Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, s. 349, 350, 12-13.<br />

42 Bkz. Neunburg (Neuchatel) CPC m. 71 için Guldener, s. 154 ve orada dn. 1.<br />

43 Neunburg, Art. 422; Waadt, Art. 54; Tessin, Art. 406; Genf, Art 4’de de bu istikamette<br />

hükümler yer almıştır. Bkz. Guldener, s. 197, dn. 47.<br />

44 Bkz. Üstündağ, Medenî Yargılama Hukukunun Esasları, 1973, s. 254.<br />

126


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

Celselerin tayini işi de mahkemeye bırakılmıştır. Gerçekten davanın<br />

açılmasını takip eden layihalar teatisi tamamlandıktan veya bunlar için<br />

öngörülen süreler geçtikten sonra (HUMK 195, 196, 197. 198, 207-211)<br />

hâkim davanın muhakeme ve hüküm için yeteri derecede aydınlandığını<br />

anlarsa tahkikatın bittiğini bildirecek tarafları davet edecektir (m. 377/I).<br />

Buna karşın tahkikatın tamamlanması gerektiği sonucuna varılırsa, bu sefer<br />

tahkikat hâkimi noksan gördüğü hususların aydınlatılması için tarafları<br />

tayin edeceği bir günde davet edecektir (m. 214/II) 45 . Temyiz safhasından<br />

sonra (tabiatıyla bozma halinde) da duruşma günü tespitini de mahkeme<br />

yapacaktır (m. 429/II).<br />

Bu hükümler dışında da kanunun muhtelif hükümlerinde duruşma<br />

yapılması için celse tayinine karar verilmesi ve duruşma gününün tespit<br />

edilmesinin hâkime ait olduğunu gösteren hükümler vardır: Davanın her<br />

halinde tarafların daveti (m. 213), ikame edilen deliller hakkında karar<br />

vermeden evvel duruşma için davet (m. 219, 220) 46 , hadiseler hakkında<br />

lüzum görürse tarafları davet; delillerin tetkiki için celselerin tayini (243/<br />

II), müzakereyi gerektiren davalarda günü tayin (381) hükümlerinde olduğu<br />

gibi. Sadece kanunun öngördüğü bazı istisnaî hallerde celse tayini<br />

faaliyetine tarafların katılması mümkün olabilir. Bir kere 402 ve 409 uncu<br />

maddelerde durum böyledir. Bunun yanında diğer bir örnek 1711 Sayılı<br />

Kanun ile getirilen 176 ncı maddenin 2 nci fıkrasındaki durumdur. Tarafların<br />

anlaşmaları halinde veya bir taraf gıyapta ise diğer tarafın talebi<br />

ile HUMK m.176 gereğince adlî ara vermede bakılması gereken bir işin<br />

bakılması sonraya bırakılabilir ve böylece taraflar bir nisbette celsenin zamanına<br />

etki etmiş olmaktadırlar.<br />

Kanunun yargılamanın sevki açısından sistemini aydınlığa kavuşturmak<br />

için verilen bu bilgilerden sonra önemli bir noktanın da belirtilmesinde<br />

fayda görüyorum. Kanunun hâkime re’sen yapmasını emrettiği bu<br />

işlerin gerektirdiği masraflar nasıl karşılanacaktır? Hemen hatıra gelen<br />

tebligat masrafları da bu sorunun kapsamına girmektedir. HUMK’un 414<br />

ve 415 inci maddeleri ile masraflar açısından isabetinden kuşku duyula-<br />

45 Tatbikatta hâkim dava dilekçesinin tebliği ile birlikte tayin ettiği celse gününü de karşı<br />

tarafa bildirmektedir. Bu yukarıda belirtilen sisteme aykırıdır, karş. Üstündağ, s. 226-<br />

267.<br />

46 Bu duruşmaya re’sen karar verebileceği gibi bir tarafın daveti üzerine de karar verebilir.<br />

Ancak buna mecbur değildir.<br />

127


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

mayacak bir sistem kurmuştur. Eğer kanun “re’sen” bir muamelenin yapılmasını<br />

emrediyorsa, bu muamelenin gerektirdiği masraflar açısından<br />

HUMK. m. 415 uygulanacaktır. Yani mahkeme gerekli masrafın ödenmesine<br />

karar verecek, taraf veya taraflar (m. 415/I) ödemediği takdirde, ileride<br />

icap edenden alınmak üzere Devlet hazinesinden ödenmesine karar verebilecektir.<br />

Düzenleme yerindedir; zira aksi takdirde, muamelenin talep<br />

olmasa da re’sen icrasının emredilmiş olmasının bir anlamı kalmayacaktı.<br />

İşte re’sen icrası gereken hususun tebliği gerekiyor ve tarafça ödenmiyorsa,<br />

HUMK m. 415 hükmü bu halde de tabiatıyla uygulama alanı bulacaktır. Bu<br />

bakımdan HUMK m. 415 hükmü, Tebligat Kanununun 5 inci maddesinde<br />

belirtilen prensibin yine aynı maddede saklı tutulan “hilafına” hükümlerden<br />

biridir 47 .<br />

Tarafların talebi ile yapılması söz konusu olan yani re’sen icrası emredilmemiş<br />

bir işlem varsa, onun masrafı tarafça ödenmelidir. Tâyin olunan<br />

süre içinde ödenmediği takdirde, masrafı vermeyen taraf talebinden sarfınazar<br />

etmiş addolunur (HUMK m. 414/son cümle) 48 .<br />

İşte bu sistem isabetli bir şekilde ikili bir ayrım yaparak masraf sorununu<br />

hallediyor.<br />

Buraya kadarki açıklamalarımızdan sonra varacağımız sonuç şu oluyor:<br />

Bugünkü kanunumuz derdest olan bir davanın yargılamasında geniş<br />

ölçüde “hakimin sevki” prensibini benimsemiştir. Taraf hâkimiyeti asgari<br />

ölçüde indirilmiştir 49 . Kanunun bu düzenlemesi usul hukukunun gelişmesine<br />

uygundur. Şu hale göre, kanunun yorumlanmasında ve karşılaşılabilecek<br />

boşlukların doldurulmasında bu prensip esas yol gösterici olacaktır.<br />

47 Y. HGK. nun 13.2.1974 tarih, E. 1968/1-840 K. 1974/101 sayılı kararında (YKD., 1975/10,<br />

s. 14) re’sen karar verilen keşif masraflarının yatırılması emredildikten sonra hazır tarafın<br />

(davalı) masrafı ödememesi üzerine, dosyanın işlemden kaldırılmasının kanuna<br />

aykırı olduğu, bu masrafın karşılanması için HUMK. 415 hükmünün uygulanacağı açık<br />

ve isabetli şeklide karar altına alınmıştır. Yüksek mahkememizin tebligat masrafları<br />

için de (re’sen icrası emredilmiş bir işlemin tebliği söz konusu olmak kaydı ile) aynı<br />

hükmün uygulanmasını kabul edeceğinden kuşku duyulmamak gerekir.<br />

48 Temyiz eden tarafın posta ücretini vermemesi halinde HUMK. m. 414 hükmünün kıyasen<br />

uygulanacağı yolundaki çözümü benimseyen İBK., (24.12.1941, E. 9, K. 32, RG.<br />

5088) isabetlidir. Zira kanun yoluna müracaat tamamen taraf iradelerine bırakılmıştır.<br />

Bu sebeple bunun için gerekli masraflar açısından 414 hükmü uygulama alanı bulacaktır.<br />

49 Burada, kanunumuzda benimsenen Eventualmaxime ve Präkulisyon’lar üstünde durmuyoruz.<br />

128


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

§ 2. HUMK 409’un Tâdili:<br />

1. 409’uncu maddenin, Neunburg kantonu usul kanunundan alındığından<br />

bu yana gördüğü değişiklikler taraf iradelerinin yargılamanın sevki<br />

üzerindeki etkisinin adım adım sınırlandığı göstermektedir.<br />

Gerçekten iki tarafın da gelmemesi halinde yargılamaya tarafların müracaatına<br />

kadar bakılmaması yargılamanın sevki üzerinde taraf iradelerine<br />

belirli bir etkinlik tanındığı istisnaî hallerden biridir 50 . 1086 sayılı Kanunun<br />

ilk halinde mehaz Neunburg’dan hemen aynen alınan madde:<br />

“Vukubulan davet üzerine her iki taraf muhakemede hazır bulunmamış<br />

ise, birinin devam talebine kadar muhakeme talik olunur.” şeklindedir<br />

Görüldüğü gibi, madde bu şekli ile taraf iradesine en geniş şekli ile yer<br />

vermektedir. Dava daima derdest kalmakta ve yenilenmesi de herhangi bir<br />

mali müeyyideye tabi bulunmamaktadır.<br />

Bu metin 2606 sayılı kanunla tadil edilmiş ve belirli bir sürenin geçirilmesi<br />

(6 ay) üzerine yenilemenin ancak yeniden harç verilmekle mümkün<br />

olabileceği belirlenmiştir(Eski 409/III). Bu taraf iradelerinin nisbî bir<br />

kısıtlamasını göstermektedir.<br />

1711 sayılı Kanunla taraf iradesinin rol oynayacağı zaman parçası yeniden<br />

harç vermeden yenileme açısından kısıtlandığı gibi (3 ay), harçla<br />

yenileme için de bir süre getirilmiş (1 yıl) ve sürenin geçirilmesi halinde<br />

davanın açılmamış sayılacağı hükmü sevkedilmiştir. Bu süreyi saklı tutarak<br />

sınırsız işlemden kaldırma imkânı da yeni 409 uncu maddenin son<br />

fıkrası ile engellenmiştir.<br />

1711 Sayılı Kanunun getirdiği 409 uncu madde hükmü son Usul Kanunu<br />

tasarısının 384 üncü maddesinin aynıdır 51 . Kanunun gerekçesinde<br />

bu maddenin gıyap bölümünün en etkili maddelerinden biri olarak mütalaa<br />

edildiği belirtilmektedir. Davanın sürüncemede bırakılması amacı ile<br />

sık sık başvurulan yollardan biri olan takipsiz bırakma bu hükümle önlenmek<br />

istenmektedir.<br />

II. Bu bölümde 1711 Sayılı Kanunun 409 uncu madde açısından ne<br />

gibi yenilikler getirdiğine değinmek istiyorum. Açıklamalar zarurî olduğu<br />

50 Bkz. Guldener, s. 155 dn. 5.<br />

51 Sadece 6 aylık süre kanunlaşan metinde 1 yıla ve son fıkradaki takipsiz bırakılma sayısı<br />

ikiden üçe çıkarılmıştır.<br />

129


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ölçüde müessese ile ilgili değiştirmeye ilişkin olmayan diğer kısımlara da<br />

taşabilecektir.<br />

1. Dosyanın işlemden kaldırılmasının şartları açısından 1711 Sayılı<br />

Kanunun getirdiği hüküm, kısmen eski hükmü tekrar etmekte, kısmen de<br />

yeni düzenlemeler getirmektedir.<br />

Oturuma çağırılıp da gelmeme hali her iki metinde de yer almaktadır.<br />

Ancak bu durumda dosyanın işlemden kaldırılabilmesi için hâkimin her<br />

iki tarafın da gelmemesine rağmen yargılamaya devam etmeye veya hüküm<br />

vermeye mecbur olmaması lazımdır. Bu hallerde dosyanın işlemden kalkması<br />

söz konusu olmaz. Mesela HUMK m. 410’a göre, mahkeme tarafların<br />

gelmemiş olmasına rağmen hüküm verecektir(ayrıca bkz. HUMK m. 224/II).<br />

Bazı özel kanunlarda dosyanın müracaata kalmayacağı taraflar gelmeseler<br />

bile hâkimin yargılamayı re’sen sürdüreceği ve hüküm vereceği öngörülmüş<br />

olabilir (Tapulama K. m. 63). Tarafların kanunen (mesela bir tatil gününe<br />

duruşma konması halinde) veya bir başka sebeple 52 gelmeleri gerekmiyorsa,<br />

gelmemeleri sebebi ile dosyanın işlemden kalkması sözkonusu olmayacaktır.<br />

Taraflardan birinin gıyabında cereyan eden yargılamanın bir celsesine<br />

diğer taraf da gelmezse dosya işlemden kalkar 53 .<br />

Burada doktrinde yer alan ve her iki metin açısından da tekrar edilen<br />

bir görüş 54 üzerinde durmak istiyorum: Taraflardan yalnız biri celseye gelip<br />

de gelmeyen hakkında gıyap kararı ittihazını talep etmez ve müteakip<br />

52 Mesela celseye gelmeyip doktor raporu ile mazeret dilekçesi göndererek yeni bir celse<br />

tayini talebi uygulamada kabul edilmektedir. Bkz. 20.2.1967, E. 1591, K. 1690 (İBD.,<br />

1967/7-8, s. 436). Uygulama istikametinde Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü (3),<br />

1974, s. 623.<br />

53 Gelse bile gelmemiş sayılmasını gerektiren bir durum varsa yine bu sonucun doğduğu<br />

kabul edilmelidir, mesela HUMK m.99 hükmünde olduğu gibi. Burada bir meseleye<br />

daha değinmek gerekiyor: Yüksek Mahkememiz yeni bir kararında (11. HD., 28.1.1975<br />

E. 1974/3828 K. 1975/482; YKD., 1976/1, s. 48-51) gaip tarafa müdahalenin caiz olduğu<br />

sonucuna varmıştır (aksi fikir için bkz. Kuru, s. 541; ayrıca bkz. Bilge, s. 237). Böyle bir<br />

müdahaleyi caiz gören Yüksek Mahkeme’nin hazır tarafın da gıyaba bırakması halinde,<br />

dosyanın işlemden kalkmış sayılamayacağı zira müdahilin yargılamaya devam ettiği<br />

yolunda bir görüşü yukarıdaki kararı ile tutarlı bir sonuç olarak görüp görmeyeceği sorulacaktır.<br />

Ancak biz burada, bu ikinci sonucun karardaki istikametin zarurî tutarlı bir<br />

sonucu olarak görülmesi gerektiğini sanmıyoruz. Burada müdahale ve dosyanın işlemden<br />

kalkması kurumlarının amaç ve nitelikleri dikkate alınarak sonuca varılmalıdır.<br />

54 Postacıoğlu, Medenî Usul Hukuku Dersleri, 5. bası, s. 453; 6. bası, s. 520; Kuru, s. 636.<br />

Uygulamanın da aynı yönde olduğu anlaşılmaktadır.<br />

130


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

bir celse gününü tayin ettirip hasma davetiye çıkaracağını bildirirse, bu<br />

takdirde dosya işlemden kalkmaz. Bu görüşe kanunumuz sistemi ve amacı<br />

açısından, katılmaya imkân görmüyoruz. Zira, iki taraftan biri gelmediği<br />

takdirde iki ihtimal vardır. Gelen, yargılamaya devam iradesini açıkladığı<br />

takdirde (bu “şahitlerin dinlenmesi” şeklinde olabileceği gibi “ben yargılamaya<br />

devam ediyorum” şeklinde de olabilir) mahkeme gelmeyen hakkında<br />

gıyap kararı verecektir(HUMK. m. 398). İkinci ihtimal, gelenin de<br />

yargılamaya devam etmek istememesi ihtimalidir ki, bu takdirde dosya<br />

işlemden kalkmış sayılır(HUMK m. 409/I). Bu iki ihtimal dışında kanun<br />

bir başka çözümü değerlendirmiş değildir ve bu kanunumuzda kabul edilmiş<br />

olan Amtsbetrieb esasına da tamamiyle uygundur. Reddettiğimiz görüş<br />

açısından hâkimin tayin ettiği celsede gelen taraf, gelmeyen için yine<br />

gıyap çıkarmak istemese ve yeni bir celse tâyinini talep etse, yine aynı şey<br />

mi tekrarlanacaktır? Ne zamana kadar? Görülüyor ki, bu görüş kanunumuz<br />

sistemine yabancı olduğu gibi amacına da aykırıdır.<br />

Bir kanun hükmü, bir oturuma gelmeme yerine bir başka vakıayı dosyanın<br />

işlemden kaldırılması için öngörmüş olabilir. Harçlar Kanunu m.<br />

30’da olduğu gibi. Burada sürenin başlangıcı kararın ikmali için tâyin edilen<br />

takip eden celsedir. 55<br />

1711 Sayılı Kanun “gelip de davayı takip etmeyeceklerini<br />

bildirmeleri”ni de zikretmektedir. Ancak bu eski kanun çerçevesinde de<br />

kabul edilebilecek bir çözümdü.<br />

Hâkimin düzenlediği veya kanun tarafından öngörülen, davanın bir<br />

süre durması (taliki) hallerinde 56 HUMK m. 409 hükmünün yürümesi sözkonusu<br />

değildir.<br />

1711 Sayılı Kanunla tâdil edilen 409 uncu maddenin ikinci fıkrasında<br />

getirilen hüküm yenidir 57 . Madde hükmüne göre bir oturumun belirlenmesi<br />

için tarafların başvurması gerekecek, bu gerek yerine getirilmediği takdirde<br />

son işlem tarihinden başlayarak bir ayın geçmesi ile dosya işlemden<br />

kalkmış sayılacaktır.<br />

55 Dâvalı da bu harcı ödeyerek dosyanın işlemden kalkmasını önleyebilir. Harçlar K. m.<br />

32; 4. HD., 14.10.1958, E. 7377, K.6797 (Son İçt. 1960/153, s.4588/4589).<br />

56 Meselei müstehire, taraflardan birinin ölümü, ehliyetini kaybetmesi, iflâsı gibi durumlarda<br />

olduğu gibi.<br />

57 Bkz. yukarıda 38 a no.lu dipnot.<br />

131


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu madde hükmünün uygulama alanına hangi hususların gireceği<br />

konusunda doktrinde bazı örnekler verilmiştir 58 . Biz verilen bu örnekler<br />

açısından kuşkulara sahibiz.<br />

Bir fikre göre 59 , davanın açılmasını takip eden lâhiyalar teatisinden<br />

sonra “celse günü tâyini tarafların mahkemeye müracaatına bağlı kaldığından”<br />

cevap lâhiyasının davacı tarafından tebellüğünden 60 itibaren 1 ay<br />

geçirilmişse dosya işlemden kalkacaktır. Kanaatimce, bu görüşü kanunumuzun<br />

mevcut sistemi içinde savunmak kolay değildir. Zira yukarıda bir<br />

başka vesile ile belirttiğimiz gibi lâhiyalar teatisinden sonra mahkeme ya<br />

tahkikat için tespit ettiği günde tarafları dâvet edecek(m. 214/II) veya davanın<br />

lâhiyalar teatisinden sonra yeteri derecede aydınlandığı anlaşılırsa<br />

tahkikatın bittiğini bildirecek (m. 214/I) ve taraflar “şifahî muhakeme ve<br />

hüküm için tâyin olunacak” günde mahkemede hazır bulunmak üzere iki<br />

taraf dâvet olunacaktır (m. 377/I). Bu safha gelmeden dâvetin ne için yapılacağı<br />

henüz aydınlanmış olmuyor. Görüldüğü gibi, kanunun sistemi hiçbir<br />

surette tarafların bir duruşma için müracaatını öngörüyor değildir ve<br />

kanunun düzenlenmesi buna müsait de bulunmamaktadır 61 . Ve böyle bir<br />

yorum kanunumuzun kabul ettiği amaca da aykırı düşer 62 . Bu bakımdan<br />

HUMK m. 409/II’nin burada uygulama alanı bulamayacağı kanaatindeyim.<br />

Bir diğer örnek olarak 63 şu husus gösterilmektedir: Muameleli gıyap<br />

kararının tebliğinden sonra karşı tarafın 5 günlük süre içinde mahkemeye<br />

müracaatla celse günü tâyin ettirmemesi üzerine hazır olan taraf bir ay<br />

içinde celse tâyini için müracaat etmezse, dosya işlemden kalkacaktır 64 .<br />

58 Bkz. Kuru (3), s. 637; Postacıoğlu (6), s. 520.<br />

59 Postacıoğlu, aynı yer.<br />

60 Bu görüş açısından da olsa eğer düplikte verilmişse bu halde düpliğin davacı tarafından<br />

tebellüğünden itibaren demek doğru olurdu.<br />

61 Tatbikatta dava dilekçesi ile celse gününde tebliğ edilmesi usulü yerleşmiştir. Bu usul<br />

yukarıdaki belirtilen sisteme tamamen aykırıdır, karş. Üstündağ, s. 266, 267.<br />

62 Aksine bir anlayış son lâyihanın tebellüğü ile duruşmanın tespiti günü arasına 4 aylık<br />

bir sürenin sokulabilmesi imkânını taraflara bahşedecekti ki, bu kanunun anlayışına,<br />

sistemine ve hükümlerinin sarahatine de aykırıdır. Diğer taraftan bu taraflardan birine<br />

daima son tebellüğ tarihinin ne olduğunu devamlı kontrol yükümü yükleyecektir. Usul<br />

Kanunumuz böyle bir çözüme de yabancıdır.<br />

63 Postacıoğlu, aynı yer.<br />

64 Tatbikatta bana göre kanun lâfzına aykırı görünmekle beraber sisteme ve amaca daha<br />

uygun bir çözüm getirilmiştir. Celse günü mahkemece tâyin edilip gıyap kararı ile tebliğ<br />

edilmekte ve 5 günlük süre muamelelere itiraz süresi olarak kabul edilmektedir.<br />

132


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

Burada da hâzır tarafı mahkemeye müracaatla bir oturum saptanmasına<br />

zorlayan bir hüküm yoktur. Mahkeme süre kullanılmadan geçirilirse, yeni<br />

bir celse günü tâyin edecektir. Mahkemenin celseler üstündeki hâkimiyeti<br />

esası, ona bunları tâyin etme yükünü de yüklemektedir 65 . Gaibin süreyi<br />

kullanmadan geçirmesinin kanunun öngördüğü tek sonuç gıyabın kesinleşmesidir.<br />

Bundan sonraki yargılamanın sevki hâkim tarafından devam ettirilecektir.<br />

Müteaddit kereler belirttiğimiz gibi, HUMK m. 409’un hâkimin<br />

sevki prensibini bertaraf edecek şekilde uygulanabilmesi yorumla elde<br />

edilebilecek bir sonuç olamaz. Nitekim kanun bir duruşma gününün tespiti<br />

için tarafın müracaatını istediği hallerde bunu sarahaten bildirmiştir. 66<br />

Nihayet HUMK m. 409/II’nin uygulama alanı olarak gösterilen 67 diğer<br />

bir örnek de temyizin bozmasından sonra ortaya çıkan durumdur.<br />

Buna göre, bozmadan sonra (mahkemece re’sen bozma kararının tebliğine<br />

bir engel görülmemek kaydı ile), 68 dosyanın HUMK m. 409/II hükmüne<br />

göre işlemden kaldırılması mümkün görülebilir.<br />

Bu düşünceyi de kuşku ile karşılıyorum. Çünkü temyizin bozmasından<br />

sonra usulün devamının sağlanması (asliye mahkemeleri açısından)<br />

karar düzeltme süresinin işlemesini teminle mümkün olur. Karar düzeltme<br />

imkânı ortadan kalkmadan bir oturum tâyini zaten söz konusu değildir.<br />

69 Böyle olunca da işin bu safhasında 409/II’nin uygulanması ve bozma<br />

kararından itibaren 1 aylık sürenin işlemesi söz konusu olamaz.<br />

Gaip tâyin edilen celseye gelirse gıyabı kaldırmakta, fakat muameleler itirazsız kaldığı<br />

için münakaşa edilememektedir. Uygulamanın bu yolda olduğuna dair bkz. Postacıoğlu,<br />

s. 510 ve orada zikredilen 5.7.1939 tarihli HGK. kararına; Kuru, s. 627.<br />

65 Tatbikattaki çözüm (bkz. 60 no.lu dipnota) bu güçlükleri önlediği için ve kanunun sistemine<br />

de uyduğu için isabetlidir; bu uygulamanın kanunlaştırılmasında fayda vardır.<br />

66 bkz. m. 402, 409.<br />

67 bkz. Kuru, s. 637; ayrıca bkz. Postacıoğlu, s. 521, dn. 18 bis; Hem Millet Meclisi hem<br />

Senato müzakerelerinden de HUMK m. 509/II nin temyizin bozmasından sonra bir<br />

uygulama alanı bulabileceği kanaatinin hâkim olduğu ve bundan endişeler duyulduğu<br />

anlaşılmaktadır. Adalet Bakanı bu müzakereler sırasında bir kere HUMK m. 509/II hükmünün<br />

bu mesele ile ilgisi olmadığını söylemiş, fakat gerekçesini belirtmemiştir, bkz.<br />

Cumhuriyet Senatosu Tutanağı Dergisi 1973, cilt 9, Toplantı 12, s. 636 ve son.; Millet<br />

Meclisi Tutanak Dergisi 1973, B. 44, s. 409 ve son.<br />

68 Postacıoğlu, aynı dipnotu; yazar bu şart kabul edildiği takdirde HUMK m. 409’daki 1<br />

aylık sürenin Yargıtay’ın bozmasından itibaren başlayacağını kabul eder görünmektedir.<br />

69 Nitekim Yönetmeliğin 23 ncü maddesinde de Yargıtaydan bozularak gelen kararlara ait<br />

dosyaların esas defterine kaydının karar düzeltme imkânının ortadan kalkmasından<br />

sonra yapılacağı öngörülmüş bulunmaktadır.<br />

133


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu safhadan sonra da, yani tashihi karar olanağının ortadan kalkmasını<br />

(veya bu olanağın baştan itibaren bulunmadığı hallerde, meselâ sulh<br />

mahkemesi kararlarında olduğu gibi) izleyen safhada da HUMK m. 409/<br />

II’nin uygulama alanı bulması mümkün değildir 70 . Zira bundan sonra yapılacak<br />

olan oturumun nasıl tâyin edileceğini HUMK. m. 429/II açıkça belirtmektedir:<br />

Dosya kendisine gönderilen mahkeme “iki tarafı” “celp” edecektir<br />

71 . Görüldüğü gibi burada da kanun hâkimin oturumu tespit hususunda<br />

yetkili ve görevli olduğu prensibini açıkça teyid etmiştir. Bir tarafın celse<br />

gününü tâyin ettirmek için müracaatı söz konusu değildir. Böyle olunca da<br />

HUMK m. 409/II’nin uygulama alanı bulması düşünülemez.<br />

409 uncu maddenin de alınarak kanunlaştırıldığı (384 üncü mad.) Hukuk<br />

Yargılama Kanunu Tasarısının 459 ncu maddesi:<br />

134<br />

“Yargıtayca hükmün onanmasına veya bozulmasına karar verilerek<br />

dosya mahkemesine geri çevrilince, mahkeme başkâtibi, temyiz<br />

sonucunu, onbeş gün içinde taraflara tebliğe çıkartılmış ise, bildirme<br />

yapılmaz. Bildirmenin tebliği gideri, temyiz dilekçesiyle birlikte, temyiz<br />

isteğinde bulunan taraftan peşin olarak alınır. Bu gider de temyiz<br />

için gerekli giderlerden olup, ödenmemesi halinde 452 nci madde<br />

hükmü uygulanır.<br />

Karar düzeltilmesine tâbi olmayan davalarda, hükmün Yargıtayca<br />

bozulması üzerinde birinci fıkra gereğince yapılan bildirmenin tebliği<br />

tarihinden bir ay içinde, taraflar mahkemeye başvurup oturum gününü<br />

usulen tespit ettirmedikleri takdirde, 384 (kanundaki 409) ncü<br />

madde hükmü uygulanır.”<br />

467 nci maddesi de:<br />

“Karar düzeltilmesi dilekçesi ve buna verilecek cevap, karar düzeltilmesi<br />

isteği üzerine mahkemelerce ve Yargıtayca yapılacak işlemler,<br />

Yargıtayın vereceği kararlar ve bundan sonraki işlemlerle karar düzeltilmesinden<br />

vazgeçme hakkında, aşağıdaki hükümler saklı olmak<br />

üzere, temyiz ayırımındaki hükümler kıyas yolu ile uygulanır.<br />

70 Karş. Kuru, s. 637 ve bilhassa 730.<br />

71 Burada tebligat masraflarının nasıl karşılanacağı meselesi için geride dipnot 47 ve 48<br />

civarındaki açıklamalara atıfla yetiniyorum.


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

Karar düzeltilmesi yolu açık olup da, süresi içinde bu yola başvurulmamış<br />

davalar da 459 ncu maddenin ikinci fıkrası hükmüne<br />

tâbidir.” şeklindedir.<br />

İşte Hukuk Yargılama Kanunu tasarısının bu hükümlerindeki açıklık<br />

karşısında 384 üncü maddenin (yeni 409/f. 2) bir uygulama alanı ortaya<br />

çıkmaktadır. Bu hükümler alınmadan 384. maddesi hükmü kanunlaştırıldığı<br />

için muhtemelen bu fıkra hükmü bugünkü HUMK. çerçevesinde uygulama<br />

alanı bulamayacaktır 72 .<br />

2. Yeni hüküm yenilemenin şekil şartları açısından dilekçe şartını getirmiştir.<br />

Yenilemenin dosya işlemden kalktığında yargılama gıyabında yürüyen<br />

tarafça da yapılabileceği hususunda sarahat getirilmiştir (f.3). Yenileme<br />

dilekçesi üzerine muhtevası f.3 son cümlede belirtilen çağrı kağıdının<br />

da taraflara tebliğ edileceği öngörülmüştür 73 .<br />

Yenileme açısından önemli bir nokta, kanunda öngörülmüş olan yenileme<br />

süreleridir.<br />

Sürelerin başlangıcı bakımından, eski metin sırasında yerleşmiş olan<br />

doktrin ve içtihadın istikameti bugün için de geçerlidir. Yani mahkemenin<br />

işlemden kaldırma “kararı”nın başlangıç açısından bir rolünün olmadığı<br />

bugün de kabul edilecektir. Tarafların gelmemesi gerçekleşince davanın<br />

işlemden kalkma durumu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 74<br />

72 Öktemer, HUMK. nunda değişiklik getiren 1711 sayılı Kanunun Tahlil ve Tenkidi,<br />

Ank. BD., 1973, s. 473 (476/477). Tasarıdaki bu hükümlerin burada bir eleştirisini yapmamız<br />

sözkonusu olmayacaktır. HYK Tasarısının bu madde gerekçesinde tasarının yukarıda<br />

verilen hükümleri örnek olarak zikredilmiştir.<br />

73 Bu hükümden yenileme dilekçesinin, bunu veren tarafa da tebliğ edileceği gerekir gibi<br />

bir anlam çıkıyorsa da, buna lüzum olmadığı kabul edilmelidir. Yenileme talep edene<br />

sadece çağrı kâğıdının tebliği yetecektir.<br />

74 409’un açıklığı karşısında, yerinde bir çözüm olan Alman ZPO § 251a hükmüne benzer<br />

bir çözümün hukukumuzda kabul edilmesinin mümkün olacağı konusunda kuşku duyulmalıdır.<br />

Bu çözüm de lege ferenda kabul edilir. Dolinar, Alman ZPO’sunun dosyanın<br />

durumuna göre karar verilmesi yolundaki çözümünü, hâkimin sevki prensibinin yanlış<br />

yerde vurgulanması olarak görmektedir. Ona göre, bu sonuç tarafların ikisinin de gelmemesi<br />

haline uyan bir müeyyide değildir. Zira bu çözümle tarafların yargılama dışında<br />

varmış olacakları anlaşma ortadan kaldırılabilecek ve hâkimin enerjisi tarafların devamını<br />

istemedikleri bir yargılama için boşa harcanmış olacaktır. Bkz. Dolinar, s. 14. Yazarın<br />

beyanları bir faraziyeye dayanmaktadır. İki taraf da gelmeyince bu büyük çoğunlukla<br />

135


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Yeni metin süreler açısından daha sınırlayıcı hükümler getirdiği gibi,<br />

bu sürelerin geçirilmesine bağladığı sonuçlarda da önemli değişiklikler getirmiştir.<br />

Yeni Kanundaki 3 aylık süre ile eski kanunun 6 aylık süreleri aynı<br />

fonksiyona sahiptirler. Bu süreler içinde yenileme dilekçesi verilirse, yenileme<br />

için yeniden harç ödenmesine lüzum yoktur.<br />

136<br />

tarafların dava dışında bir anlaşma yapma isteklerinden ileri gelecektir. Bir kere bu hareket<br />

noktası isabeti çok şüpheli bir faraziyeye dayanıyor. Bir istatistik olmamakla birlikte<br />

yenilemeye bırakılan davaların büyük çoğunluğunun bir anlaşma ile sonuçlanmadığını<br />

söyleyebiliriz. Aksi takdirde bu yolun davaları sürüncemede bırakan bir yol olduğundan<br />

şikâyet edilmezdi. Kaldı ki, bir anlaşma ile kesin hükmün düzenlediği bir durumu<br />

dahi kesin hükümde öngörülenden farklı olarak düzenlemek her zaman mümkündür.<br />

Diğer taraftan hâkimin enerjisinden tasarruf gerekçesi de mübalağa edilmemelidir. Zira<br />

bu çözüm ancak dosyanın hükme bağlanacak olgunluğa gelmesi halinde ve o zamana<br />

kadar derdest olmuş, mahkemeyi işgal etmiş bir dosya için söz konusu olabilecektir.<br />

Bu bakımdan yazarın bu gerekçesi de doyurucu görünmüyor. Buna karşın bu çözümle<br />

davanın sürüncemede kalması önlenecek, yenileme dolayısı ile mahkemenin tekrar işgali<br />

söz konusu olmayacak hiç olmazsa bizim hukukumuz açısından (409’daki 1 yılın<br />

geçmesinden sonra) yeni bir dava açılması engellenecek, yeniden harç verilmesi gibi bir<br />

duruma meydan verilmeyecektir. Kaldı ki bizim kanunumuz hükme kadar gelmiş olan<br />

bir davanın yargılamasında hüküm celsesinde taraflar gelmese bile hüküm verilebileceğini<br />

öngörmekle (bkz. HUMK. 410) Alman kanununun bu çözümüne müsait bir anlayış<br />

içindedir. Bizim bugünkü sistemimizin Alman kanununun bu hükmü ile tamamlanması<br />

da lege ferenda isabetli bir çözüm olacağı kanaatini muhafaza ediyorum.<br />

Bugünkü Avusturya Hukukunda, ne Alman Hukukunun bu çözümü yer almakta, ne<br />

de bizim 409 hükmüne benzer bir zaman sınırlaması öngörülmüş bulunmaktadır.<br />

1895 Kanununun tasarısında Klein bir kere yenilemeye kalmış davanın ikinci kere<br />

yenilemeye bırakılması halinde davadan sarfınazar edilmiş sayılması yolunda bir çözüm<br />

önermişti, Tasarı § 184. Klein böylece sürelerin yersiz olarak uzatılması ve celse<br />

tâliklerinin önüne geçileceğini umuyordu. Ancak bu düzenleme parlamentoda kabul<br />

edilmemiştir, bkz. Dolinar, s. 7 - 8.<br />

Kanaatimizce, bizim 409 uncu madde bugünkü hali ile mukayeseli hukukta dikkate alındıkta<br />

en uygun yolu seçmiştir. Sistem yukarıda tartışması yapılan Alman ZPO’sundaki<br />

hükümle (251 a) tamamlandığı takdirde daha da uygun hâle gelmiş olacaktır.<br />

Hukukumuz açısından taraflardan birinin gelmemesine özel bir kanun hükmü özel bir<br />

sonuç bağlamışsa, bu sonuca üstünlük verilerek onun etkilerinin doğması kabul edilebilir.<br />

Meselâ imzanın inkârı üzerine, inkâr eden, merci önündeki duruşmaya gelmezse,<br />

alacaklı da gelmese bile, itirazın muvakkaten kalkmış olduğuna karar verilmesi kabul<br />

edilmeli (İİK. 68a/f. 5), yoksa dosya işlemden kalkmış sayılmamalıdır. Ancak bu hal diğer<br />

itiraz hallerinde uygulanamaz. Zira diğerlerinde tetkik mercii önünde bir inceleme<br />

yapılacaktır. Yargıtay’ın bu istikamette olduğunu iddia edemeyiz, bkz. İİD. 16.2.1968,<br />

E. 1491, K. 1593 (RKD. 1968/5 - 6, s. 66); 12. HD. 17.12.1973, E.11728, K. 11360 (RKD.<br />

1974 II, s. 195). Bu kararda (m. 71) de zikredilmekte, fakat metinde itirazın kaldırılmasından<br />

bahsedilmektedir, aynı: Üstündağ (İcra 2) s. 119. Görüldüğü gibi Yargıtay bizim<br />

yaptığımız gibi bir ayırıma yer vermiş görünmemektedir.


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

3 aylık (eski metinde 6 ay) sürenin geçirilmesinden sonra yenileme<br />

harç verilerek yapılabilir (m. 409/IV). Harcı, yenileyen taraf öder ve bu<br />

karşı tarafa yüklenmez (Başvurma harcı ve peşin ödenmesi gereken harç:<br />

Harçlar K. 13 ve 14).<br />

Yeni metin bundan sonra önemli bir değişiklik getirmiş ve dosyanın<br />

işlemden kaldırıldığı tarihten itibaren bir yıl içinde yenilenmeyen davanın<br />

açılmamış sayılacağını öngörmüştür(409/V). Eski kanunda ise derdestlik<br />

bir sınıra tâbi olmadan devam ediyor, yalnız maddî hukukun zamanaşımı<br />

süreleri bu arada dolarsa bu durum def’i olarak yenilemeden sonra ilk celsede<br />

ileri sürülebiliyordu.<br />

Açılmamış sayılmaya geçmeden evvel bu bir yıllık süre içinde davanın<br />

derdest olduğunu belirtmek gerekir. Bunun manası bu sürece açılacak yeni<br />

bir davanın derdesti rüyetlik itirazı ile karşılaşacağı ve bu süre içinde yenileme<br />

halinde, ilk davanın açılmasının sonuçlarının (maddî hukuka ve usul<br />

hukukuna ilişkin) devam edeceğidir 75 . Kanun bunu açıkça belirtiyor(409/<br />

IV). Bu süre içinde maddî hukuka ilişkin zamanaşımının dolabilmesi ancak<br />

1 yıldan az zamanaşımı sürelerinde söz konusu olabilir 76 .<br />

Yargıtay’a göre, derdest kalmanın bir sonucu da, arada boşanma davası<br />

açılmasına rağmen, yenilemeye kalmış nafaka davasının yenilemeden sonra,<br />

sulh mahkemesinde görülmeye devam edeceği 77 ve nafakanın ilk dava<br />

tarihinden itibaren hesaplanacağıdır 78 .<br />

Derdestlik kavramı açısından Yargıtayımızın 766 sayılı Tapulama Kanunu<br />

açısından yaptığı bir ayırımı da bu vesile ile belirtmek istiyorum.<br />

Tapulama mahkemesinin görevi tapulama tutanağının düzenlendiği gün<br />

başlar 79 . Aynı kanunun 50. maddesine göre bu anda genel mahkemelerde<br />

“görülmekte olan” tapulama ile ilgili bulunan ve “kesinleşmemiş” gayrimenkul<br />

davalarının görevleri sona eren mahkemelerce re’sen tapulama<br />

mahkemelerine devredilmesi gereklidir. İşte Yargıtay 80 tapulama mahkemesinin<br />

görev kazanması anında, genel mahkemede HUMK m. 409 gere-<br />

75 Kuru, s. 637, 639; Postacıoğlu, s. 521; 2. HD. 12.11.1973, E. 6824, K. 6469 (İBD. 1974,<br />

sayı 1 - 4, s. 205).<br />

76 BK. m.309; TK. m. 661/III.<br />

77 2. HD. 12.10.1973 E. 6824, K. 6469 (RKD. 1974 II B, s. 91; İBD. 1974, sayı 1 - 4, s. 205).<br />

78 2. HD. 24.3.1975, E. 2549, K. 2793 (İKİD 1975, sayı 174, s. 3528).<br />

79 bkz. Tap. K. m. 48; Acemoğlu, Tapulama Kanununun İncelenmesi ve Eleştirilmesi,<br />

1970, s. 17/18; Kuru, s. 963.<br />

80 7. HD. 13.6.1974, E. 1974/4367, K. 1974/3461 (Yar. KD. Mayıs 1975, s. 72/73).<br />

137


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ğince işlemden kaldırılmış olan davaların “derdest dava olarak kabul edilemeyeceğine”<br />

hükmetmiş ve bunların tapulama mahkemelerine devredilmemesi<br />

gerektiği yolunda karar vermiştir. Yargıtay’a göre burada “derdest”<br />

(50. maddede “görülmekte olan” deniyor) davalar dosyası işlemden kaldırılmamış<br />

olan davalardır. Yargıtay HGK.’nun bir kararında da 81 müracaata<br />

bırakmadan evvel tapulama mahkemesi görev kazandığına göre dosyanın<br />

re’sen devredilmesi gerektiğine karar vermiştir.<br />

Bu ayrım teorik esaslara aykırı olduğu gibi böyle bir yorum tarzına<br />

zorlayacak bir menfaatler durumu da yok gibi görünüyor.<br />

Yenileme süresi içinde verilebilecek olan yenileme dilekçesi adlî ara<br />

vermede de verilebilir (m. 176/II).<br />

Yenileme dilekçesi verildiği takdirde eski dava devam ediyor demektir.<br />

Davanın açılması ile ortaya çıkan sonuçlar kuvvetini muhafaza etmektedir.<br />

Yenileme taraflarca yapılabilir (m. 409/III).<br />

Kanunun tespit ettiği bir yıllık süre içinde yenileme dilekçesi verilmediği<br />

takdirde dava “açılmamış sayılır”(m. 409/V). 409 uncu maddede yapılan<br />

en önemli değişikliklerden biri budur 82 . Kanunun müzakeresi sırasında<br />

bu hüküm üzerinde geniş tartışmalar yapılmış ve bu hükmün hakların<br />

kaybolmasına yol açacağı ileri sürülmüştür. 83<br />

Davanın açılmamış sayılmasının anlamı üstünde doktrinde tereddüt<br />

yoktur 84 . Hak düşürücü bir süre olan 1 yıl geçince dava açılmamış sayılacak,<br />

yani kanun hükümleri icabı, açılan dava ile doğan sonuçlar ortadan<br />

kalkacaktır 85,86 .<br />

81 Yar. HGK. 3.4.1974, E. 1971/7 - 368, K. 1974/325 (Yar. KD. 1975 Temmuz, s. 13/14).<br />

82 Eski metinde dava, harcı verilerek her zaman yenilenebiliyordu. Tek müeyyide, eğer<br />

varsa, maddî hukukun tespit etmiş olduğu zamanaşımının dolabilmesi idi.<br />

83 Bkz. Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi 1973, Cilt 9, Toplantı 12, s. 636 ve son.;<br />

Millet Meclisi Tutanak Dergisi 1973, B. 44, s. 409 ve son.<br />

84 Bkz. Üstündağ, s. 100; Postacıoğlu, s. 525.<br />

85 Meselâ zamanaşımı ve hak düşürücü süreler kesilmemiş sayılacak, yeni dava açısından<br />

tevsi yasağı kalkacak v.s. gibi; buna karşın iyiniyetin kötüniyete dönüşmesi, temerrüt<br />

gibi dava ikamesine münhasır olmayan sonuçlar (bkz. Kuru, s. 296) ortadan kalkmaz.<br />

Hukuk ve Ticaret Muhakemeleri Yazı İşleri Talimatnamesinin 56 ncı maddesinin<br />

ikinci fıkrasının ikinci cümlesi artık uygulanamaz. Karş. Uyguner - Nalbantoğlu, Son<br />

değişikliği kapsayan HUMK. ve ilgili mevzuat, Ankara 1973, s. 340. Yazarlar burada bir<br />

yıllık sürenin geçirilmesinin sonuçları, eski metindeki altı aylık sürenin geçirilmesi ile<br />

aynı imiş gibi altı ay kelimelerinin yanına 1 yıl eklemişlerdir.<br />

86 Cumhuriyet Senatosunda bu sonuç yerine derdestliğin kaldırılması, fakat ilk davanın<br />

138


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

Açılmamış sayılan davanın yargılaması sırasında yapılan usulî işlemler<br />

de görevsiz mahkemede yapılan işlemlerde olduğu gibi geçersiz olacaktır.<br />

Kanaatimce davanın açılmamış sayılması halinde de, doktrin ve<br />

içtihadın 87 görevsiz mahkeme önünde dinlenmiş şahitlerin beyanları, icra<br />

edilmiş keşifleri takdiri delil olarak dikkate alabileceği yolundaki çözümünün<br />

yürüyeceğini kabul etmek lazımdır. Bu çözüm açısından her iki<br />

meselede de menfaatler durumu aynıdır.<br />

Davanın açılmamış sayılması için mahkemenin ayrıca bir karar vermesi<br />

gerekmez. Bir yılık sürenin geçmesi ile dava kendiliğinden açılmamış<br />

sayılacaktır 88 .<br />

Kanun koyucu yenileme imkânının zaman ile tahdidini haklı olarak<br />

yeterli görmemiş ve yenileme olanağını HUMK m. 409/VI hükmü ile sınırlamıştır:<br />

Dava dört yenilemeden sonra bir kere daha takipsiz kalmışsa açılmamış<br />

sayılacaktır. Meclis müzakerelerinde bu fıkra üzerinde de tartışmalar<br />

yapılmıştır. Celseye gelmemelerden biri bir taraf için eski hale getirmeyi<br />

haklı kılacak bir sebeple olmuşsa, bu imkân tanınacaktır 89 .<br />

Davanın açılmamış olma durumu ortaya çıkınca davalı taraf lehine<br />

vekâlet ücretine de hükmedilmesi HUMK m. 425 hükmü gereğince kabul<br />

edilmelidir 90 .<br />

Bir yıllık süre dolduktan sonra artık yenileme dilekçesi verilemez.<br />

Usul hukuku ilişkisi baştan itibaren ortadan kalkmıştır. Mahkemenin ye-<br />

maddî hukuka ilişkin sonuçlarının (zamanaşımının kesilmesinin) muhafaza edilmesi<br />

yolunda bir hüküm sevki teklif edilmiştir, bkz. s. 643’deki Salim Hazerdağlı’nın konuşmasına;<br />

bkz. dn. 74 deki Klein’in Avusturya Usul K. için yaptığı teklife.<br />

87 Kuru, s.94/95; Postacıoğlu, s. 143/144; Üstündağ, s. 106/107; 5. HD. 6.2.1956, E. 8969,<br />

K. 1263 (Ad. Der. 1956, sayı 10, s. 1162); HGK. 8.3.1967 5/151 - 138 (RKD. 1967, sayı 5,<br />

s. 61 - 62).<br />

88 bkz. 409/f. 5; Kuru, s. 638.<br />

89 Eski hale getirmenin celse kaçırmada uygulanıp uygulanamıyacağı doktrinde tartışmalıdır:<br />

Tasvip eder şekilde Kuru, s. 918/919, bu istikamette TD. 10.2.1956, E. 232, K. 885<br />

(Son İçt. No. 97, s. 1693); HGK. 5.3.1947 1/5 - 13 - Ömerbaş/Çetintaş I, s. 368 - 369; aksi<br />

fikirde Üstündağ, s. 255; bize göre, celsenin kaçırılması bir usulî hakkın kaybına yol<br />

açmakta ise, eski hale getirme caiz görülmelidir, bkz. bu istikametteki bir çözüm için<br />

Bern ZPO. Art. 288; bizim meselemizde ise, daima bir usulî imkânın kaybı mevcuttur.<br />

Zira 409/f. 6 daki olanaklardan biri kaybolmaktadır.<br />

90 6. HD. 9.5.1974, E. 2294, K. 2292 (İKİD 1975, N. 170, s. 3288); Postacıoğlu, s. 525.<br />

139


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

nileme dilekçesinin tebliğini reddetmesi gerekir 91 . Bu sürenin geçmesinden<br />

sonra yeni bir dava açılabilecektir.<br />

409 uncu maddeye ilişkin hususlarda temyiz yoluna başvurulup vurulamayacağı<br />

meselesine gelince: Bir görüşe göre “dosyanın işlemden kaldırılması<br />

bir ara kararı olduğundan” temyiz yoluna müracaat edilmez 92 .<br />

Buna karşın “usulün 409. maddesinin uygulanması dosyanın işlemden<br />

kaldırılması kararının verilmesini gerektirir ve bundan sonra mahkemece<br />

kendiliğinden yeniden davaya bakmaya devam edemez, bunun sonucu<br />

olarak mahkeme davadan elini çekmiş olur. Bu nitelikteki bir kararın ise<br />

temyiz kabiliyeti bulunduğunun kabulü gerekir 93 .”<br />

Yüksek Mahkeme’nin bu konudaki içtihadını değiştirmesinde 409<br />

uncu maddenin yenileme konusunda getirdiği sınırlamaların etkisi olduğunu<br />

kabul ediyorum.<br />

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, dosyanın işlemden kalkması, şartları<br />

gerçekleşince işlemden kalkma hususu veya yine şartları gerçekleşirse<br />

harçlı yenileme safhası veya davanın açılmamış sayılması hususları kendiliğinden<br />

ortaya çıkacaktır. Bu konuda verilen kararların bu sonucun ortaya<br />

çıkmasında bir etkisi yoktur. Bu bakımdan bu kararlar ne nihaî, ne de<br />

ara karar sayılabilir 94 .<br />

Ancak şartları gerçekleşmediği halde mahkeme dosyanın işlemden<br />

kaldırılmasına karar verirse, bu takdirde kanuna aykırı bir kararla yargı-<br />

91 Yenileme dilekçesi, kural olarak usulüne uygun yeni dava ikamesine yeterli bir dava<br />

dilekçesi sayılamıyacaktır. Ancak bir yıldan sonra verilen yenileme dilekçesi dava<br />

dilekçesinin ihtiva etmesi gereken bütün zarurî unsurları ihtiva ediyorsa, dava şartı<br />

gerçekleşmiş ve usulüne uygun yeni bir dava açılmış sayılmak gerekir. Rosenberg/<br />

Schwab’a göre usulünce dava açılması dava şartı değil usulî muamele şartıdır, § 97 II 3,<br />

s. 489; dava şartı görüşü baskın görüştür, Rosenberg/Schwab, aynı yer. Türk Hukukunda<br />

da bu görüş için bkz. Üstündağ, s. 163; Guldener, (s. 180) dava ikamesinde kurucu,<br />

esas bir unsurun noksanı halinde derdestlik sonucunun doğmayacağını belirtmektedir.<br />

Dava şartı görüşünde (veya usulî muamele şartında) dava şartının (veya usulî muamele<br />

şartının) noksanı halinde de sonuçlandırılması gereken usulî ilişki doğmuştur, bkz.<br />

Rosenberg/Schwab, aynı yer.<br />

92 Kuru, s. 636 dn. 59; 2. HD. 23.10.1973, E. 6491, K. 6030 (İKİD 2973, N. 156, s. 2444).<br />

93 HGK. 13.2.1974, E. 1968/1 - 840, K. 1974/101 (Yar. K.D. 1975 Ekim s. 14).<br />

94 Ara kararları için bkz. Kuru, s. 491 ve son.; Üstündağ, Kanun Yolları ve Tahkim (2)<br />

1971, s. 3; Postacıoğlu, s. 504.<br />

140


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

lamayı sevketmekten kaçınmış, yani davadan el çekmiş sayılacaktır 95 . Bu<br />

sebeple HGK. kararında yer alan istikameti bu mülâhazalarla tasvip etmek<br />

mümkündür kanaatindeyim.<br />

Mahkemenin harçsız yenilemeyi kanuna aykırı olarak reddi ve kanuna<br />

aykırı olarak davanın açılmamış sayılması yolundaki kararları da temyiz<br />

edilebilecektir 96 .<br />

3. 1711 Sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesinin 2. fıkrası gereğince<br />

409’daki süreler kanunun yürürlüğe girdiği tarihteki (8.6.1973) mevcut davalara<br />

da uygulanacaktır. Ancak yine bu hükme göre bu davalar açısından<br />

süreler kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 ay sonra (8.9.1973)<br />

işlemeye başlayacaktır. İntikal hükmünde HUMK m. 409/VI ile ilgili bir<br />

95 Yukarıda dn. 78’de yer alan HGK. kararındaki olay buna iyi bir örnek teşkil eder: Mahkeme,<br />

davacının gıyabında görülen davada keşfe karar vermiş, fakat davalı emredilen<br />

masrafı yatırmayı keşfe lüzum olmadığını belirterek reddetmiştir. Mahkeme bunun<br />

üzerine dosyanın işlemden kalktığına karar vermiştir. Kararda belirtildiği gibi, burada<br />

HUMK. 415 hükmü uygulanarak yargılamaya devam edilmek gerekirdi. Bu sebeple,<br />

dosyanın işlemden kaldırılması kararı ile kanuna aykırı olarak davadan el çekilmiş<br />

olmaktadır. Bu kararın da bu sebeple temyizi mümkündür.<br />

Burada temyiz imkânının tanınması sadece teorik esaslara uygun olmakla kalmayıp,<br />

menfaatler durumuna ve usul ekonomisine de uygundur. Gerçekten mahkemenin keşif<br />

masrafı verilmedi diye dosyanın işlemden kalkmış olduğu yolunda verdiği karar<br />

üzerine davalının yenileme dilekçesi bu masraf verilmedikçe daima reddedilecektir.<br />

HUMK. 409 daki 1 yıllık süre geçtikten sonra ilk olarak temyize başvurmak mümkün<br />

olacaktır. Çünkü dava açılmamış sayılacaktır ve temyize müracaat bu sebeple mümkün<br />

olacaktır. Hemen dikkat edileceği gibi hiçbir teorik gerek olmadığı halde bir yıl kaybedilmektedir.<br />

Bu kaybı önlemek için ise davalı 415’e aykırı olarak keşif masraflarını<br />

depo etmek mecburiyetinde kalmaktadır. Mahzur bundan ibaret de değildir. Kanuna<br />

aykırı olarak dosyanın işlemden kalkmasına karar verildiği anda bir taraf gaip olabilir.<br />

1711 sayılı kanunun sarahatine göre gaip de yenileme dilekçesi verebileceğinden yenilemeden<br />

sonra yargılamaya katılabilecektir. Bu katılma ise işlemden kalkma usulsüz<br />

olduğundan (Yargıtay açısından hiç olmazsa muameleli gıyapta böyledir) duruşmaya<br />

alınmaması gereken gaip usulsüz olarak alınmış olacaktır. Dava hükme kadar gelecek,<br />

uzun bir süre geçecek ve hüküm bu usule aykırı dolayısı ile temyiz edilince bozulacaktır.<br />

Hiçbir teorik gerek yok iken (yani dosyanın işlemden kalkmasına usulsüz olarak<br />

yol açan karar ara karar olmaktan çok –yargılamanın nasıl başlayabileceğini 409 uncu<br />

madde göstermektedir: Yenileme dilekçesi tek yoldur, yani hâkim kendiliğinden yargılamayı<br />

tekrar başlatmaz, yani kararından dönemez– nihaî kararlara uymakta iken) çok<br />

uzun bir süre boşa geçmiş olacak, yapılmış olan yargılama etkisiz kalacaktır. Bütün<br />

bu karışık, haksız ve usul ekonomisine tamamen aykırı olacak gelişmeler ise, HGK.<br />

kararında kabul edildiği gibi temyiz imkânının tanınması ile ortadan kalkıyor. Ve ilâve<br />

edelim ki teorik esaslara, yukarıda belirtildiği gibi, uygun olan da bu çözümdür.<br />

96 Yerinde olan yenileme dilekçesinin bir yıllık süre geçmesi sebebi ile (geçmediği halde)<br />

reddedilmesi yolundaki kararın da temyiz edilebilir olduğu kabul edilmelidir.<br />

141


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

hüküm getirilmemiştir. Doktrinde 97 “üç takipsizlik haline tekaddüm eden<br />

ilk yenilemenin yeni kanun mer’iyeti zamanında vâki olmasına ihtiyaç bulunmadığı”<br />

söylenmiştir.<br />

142<br />

Yargıtay bu konuya ilişkin bir kararında 98 :<br />

“1711 Sayılı Kanunun 409. maddesinde yer alan işleme bırakma sayısını<br />

kısıtlayan hükümlerin eski Kanunun yürürlükte bulunduğu sırada<br />

açılmış olan davalara uygulanması olanağı yoktur. Geçici madde 409.<br />

maddenin yalnız süreden söz eden hükümlerine ilişkindir. Geçici madde<br />

ile yeni Kanunun 409. maddesinde yazılı sürelerin eski kanun döneminde<br />

açılan davalarda yeni kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 ay<br />

sonra işlemeğe başlayacağı öngörülmüş bulunduğu düşünülmeden yazılı<br />

şekilde karar verilmesi yolsuzdur.” demektedir.<br />

Biz bu kararın 6 ncı fıkra hükmündeki bütün takipsizlik hallerinin<br />

1711 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinden sonra vuku bulması gerektiği<br />

şeklinde anlaşıldığı takdirde 99 tasvibi gerekir kanaatindeyiz. Bir olanağı<br />

kısıtlayan hükmün bir kısmının evvelki kesitte gerçekleşmiş olduğunu kabule<br />

teorik esaslar (bkz. dn. 84’deki kurala) elvermeyeceği gibi menfaatler<br />

durumu da bunu haklı göstermez.<br />

4. Yukarıdan beri yapılan açıklamalarda kanunun gerekçesinde ve<br />

meclis müzakerelerinde ortaya çıkan husus 409 uncu maddenin davaların<br />

bilhassa tarafların anlaşmaları ile sürüncemede bırakılmasına yol açan bir<br />

gediğin kapatılması için bugünkü hale getirildiğidir. İşte bizatihî kendisi<br />

davaların sürüncemede bırakılmasını önlemek için getirilen bu hüküm<br />

bazı hallerde bir başka yerde mevcut olan ve davayı sınırsız sürüncemede<br />

bırakabilmeye yol açabilecek boşlukların doldurulmasında da rol oynayabilecektir.<br />

Kanaatimce böyle bir durum HUMK m. 400 dolayısı ile ortaya çıkabilir:<br />

Hâzır bulunanın, gıyap kararını, karar tarihinden itibaren 5 gün içinde<br />

gaibe tebliğini istemesi gerekir. Bu süre içinde istemediği takdirde gıyap<br />

97 Postacıoğlu, s. 526/527.<br />

98 1. HD. 25.2.1974, E. 1974/1547, K. 1974/1178 (YKD. 1975/3, s. 27 - 28).<br />

99 Kararın lâfzından 6 ncı fıkranın hiç uygulanmayacağı gibi bir anlam da çıkmaktadır.<br />

Ancak bu usul kanunlarının yürürlüğe girdiği anda bütün işlere uygulanacağı yolundaki<br />

kurala aykırı olacağı gibi, davalar arasında böyle bir ayırımı haklı gösterecek hiçbir<br />

menfaat de yoktur.


1711 Sayılı Kanun ile Değiştirilen 409. Madde Açısından Düşünceler<br />

kararı verilmemiş sayılacaktır. Mahkemenin tâyin ettiği celseyi gıyap kararından<br />

ayrı olarak tebliğ edeceğini kabul etsek bile, o celsede de aynı<br />

durumun hazır tarafça tekrarı mümkündür.<br />

Bu durumun önlenmesi kanunun amacına uygun olacaktır ve bunu<br />

önleyecek vasıta 409 uncu madde hükmüdür. Beş gün içinde gıyap kararının<br />

tebliğini istememiş olan tarafın gıyap kararı verilen celseye gelmiş,<br />

fakat yargılamanın devamını istememiş olduğu kabul edilerek o celseden<br />

itibaren dosyanın işlemden kalkmış olacağını kabul etmek hem kanun<br />

lâfzına aykırı olmayan, hem de amaca uygunluğunda kuşku duyulamayacak<br />

olan bir çözüm olacaktır, kanaatindeyim.<br />

SONUÇ<br />

Biz medenî usulün amacının hakikatin ortaya çıkarılması olduğunu<br />

kabul ederiz. Usul açısından en önemli komponent budur. Fakat tek değildir.<br />

Klein’den beri yadsınmaz bir gerçektir ki, usul bir sosyal kurumdur.<br />

Medenî usul gerçeğin bulunmasını sağlayacak olan kurallarla, usulün<br />

süratle sonuçlandırılmasını gerçekleştirecek olan kuralların bir sentezidir.<br />

Gerçeğin bulunmasına yardım edecek vasıtalar verilecek, fakat bu vasıtaların<br />

kullanılması usule katılanların keyfine bırakılmayacaktır.<br />

Büyük Avusturyalı hukukçu Pollak’ın isabetle belirttiği gibi, 100 davanın<br />

sevkinde taraf hâkimiyeti esasının kabul edildiği bir sistemde hem taraflar,<br />

hem de mahkeme rahattır. Ancak bu rahatlık bütün yargı mekanizmasının<br />

yavaşlaması pahasına elde edilmektedir. Çoğu defa böyle bir yargılamanın<br />

sonucunda elde edilen hüküm hayatiyeti kalmamış bir hukukî ihtilâfa<br />

ilişkin olmaktadır. Bununla sadece derdest davalar etkilenmemekte, fakat<br />

dava edilecek istemler de müteessir olmaktadır.<br />

1711 Sayılı Kanun, taraf hâkimiyetine gereksiz olarak fazla alan verilmiş<br />

olan, bu sebeple de kanunun genel sistemine ve amacına uygun<br />

düşmeyen bir düzenlemeyi doğru yönde değiştirmiştir. Bu bakımdan biz<br />

409’daki değişimi genel yönü ve getirdiği düzenleme açısından isabetli buluyoruz.<br />

100 Pollak, s. 427.<br />

143


Resmi Senetle Düzenlenmesi Gereken Hukuki İşlemlerde<br />

Tahkim Sözleşmesinin Şekli*<br />

Prof. Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

Öncelikle üzerinde kuşku duyulabilecek bir sorunun belirtilmesi gerekmektedir.<br />

Taraflar sadece serbestçe tasarrufta bulunabilecekleri konularda<br />

- Alman Usul Kanunu (ZPO) S 1205’in lâfzı ile - sulh sözleşmesi<br />

aktedebilecekleri hususlarda, tahkim yoluna başvurabilirler. (HUMK 518)<br />

Bu konuda bir kuşku yoktur. Dava konusunun tahkime başvurmaya elverişli<br />

olup olmadığı ise maddi hukuk kriterlerine (ölçütlerine) göre tespit<br />

edilecektir. 1<br />

Türk Temyiz mahkemesinin 4. HD.’si sadece tek bir hükmünde, boşanma<br />

davaları yanında, taşınmazlara ilişkin uyuşmazlıklarda da tahkim<br />

yoluna başvurulamayacağını karara bağlamıştır. 2, *<br />

* Bu tebliğ 1976 senesi İsviçre-Türk hukukçular haftasına sunulmuş ve Asis. Mücahit<br />

Tanrıverdi tarafından dilimize çevrilmiştir. Yayınlandığı yer için bkz.: La Forme Dans<br />

Les Actes Juridiques, s. 461-467. Aynı haftaya sunulan tüm tebliğlerin özet bir değerlendirilmesi<br />

için bkz. Alexander Back; Türkiye’de düzenlenen, Türk - İsviçre Hukuk<br />

Haftası, çeviren Dr. Cumhur Özakman, M.H.A.D. sayı 13, s. 235-256.<br />

Schönke/Staff, Das Schiedsgerichtsverfahren nach dem heutigen deutschen Recht, s.<br />

14. 2.4. H.D. 9.11.1964, 8868/5220 (Adalet Dergisi 1965, N. 11-12, s. 1378-79).<br />

1 Schönke/Staff, Das Schiedsgerichtsverfahren nach dem heutigen deutschen Recht, s.<br />

14. 2.4. H.D. 9.11.1964, 8868/5220 (Adalet Dergisi 1965, N. 11-12, s. 1378-79).<br />

2 4.H.D. 9.11.1964, 8868/5220 (Adalet Dergisi 1965, N. 11-12, s. 1378/79).<br />

* Temyiz Mahkemesi 4.H.D.’si son kararları ile şimdiye kadar süren tutumunu değiştirmiş<br />

görünmektedir. (... Gerçekten taksim ve tahsise ilişkin 10.6.1963 günlü karar bir<br />

hakem kararıdır. Usulün 518 inci maddesi hükmünce bir uyuşmazlığın yanları özgürce<br />

sözleşemiyecekleri alanda tahkim sözleşmesi yapamazlar. Yaparlarsa bu hukukça geçerli<br />

olmaz. Yasanın buyurucu kurallarından ayrılacak herhangi bir sözleşme bu buyurucu<br />

kurallara aykırılığı derecesinde geçersizdir. (Örneğin boşanmaya ilişkin tahkim<br />

ve sözleşme kararlarında olduğu gibi). Çünkü, bu gibi kararların sözü edilen kurallara<br />

aykırılığı yönünden yargıtayca denetimi sınırlı olarak kabul edildiğinden, bu gibi konularda<br />

hakeme gidilmesi olanaksızdır ve uygulamada hakemlerin yürürlükteki hukuk


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Boşanma davalarında tahkim yolunun geçersiz kılınması açık ve<br />

anlaşılır nedenlere dayanmaktadır. Ancak taşınmazlar konusunda doğacak<br />

uyuşmazlıklarda tahkim yoluyla çözüme varılamayacağı düşüncesini<br />

benimsemeye imkân bulunmamaktadır. Taraflar taşınmazlara ilişkin<br />

uyuşmazlıklarda serbestçe sulh sözleşmesi yapabileceklerine göre, aynı<br />

ihtilâfları tahkim yoluyla çözebilmeleri için bir engelle karşılaşmamaları<br />

gerektir. 3<br />

Öğretinin bu görüşü Türk Hukukunda bir yasa hükmü ile de desteklenmektedir.<br />

2613 nolu Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 32. maddesi<br />

taraflara taşınmaz mallara yönelik kadastro ve tahriri ilgilendiren her türlü<br />

uyuşmazlıklarını tahkim yoluyla çözme olanağını tanımıştır.<br />

İsviçre hukuk öğretisinde de taşınmazlara ilişkin aynî haklarda hakem<br />

mahkemelerine başvurulabileceği görüşü benimsenmektedir. 4<br />

Türk temyiz mahkemesinin görüşüne belirtilen nedenlerle taraftar<br />

olunamayacağını belirtmek gerekmektedir.<br />

İncelediğimiz konunun temelini oluşturan husus hakkında Türk öğretisinde<br />

ileri sürülen görüşlerdan birisi de şudur:<br />

«Resmi senetle düzenlenmesi zorunluluğu bulunan hukuki işlemlere<br />

ilişkin uyuşmazlıkların çözümü amacı ile aktedilen tahkim anlaşmaları da<br />

maddi hukukun sözkonusu hukuki muamele için şart koştuğu şekle uygun<br />

olarak düzenlenmelidir. Aksi taktirde tahkim sözleşmesinin geçersiz olduğu<br />

kabullenilecektir.»<br />

146<br />

düzenine uygun biçimde karar vermeleri sistemi benimsenmemektedir; yanların tahkim<br />

sözleşmesinde bu esası kararlaştırdıkları da belirmemektedir. Borçlar hukuku alanının<br />

aksine aile hukukunda ve aynı haklar alanında ancak yasanın öngördüğü tipler<br />

ve koşullar içinde özgürce sözleşme yapabilirler. Öğretide tartışmalı olmakla beraber<br />

(bkz. Postacıoğlu, 1970 s. 644-647; Kuru 1968 s. 732-734; Aydın Aybaş Taksim, 1966 s.<br />

52-54; Alangoya, Tahkimin Niteliği 1973 s. 84; Hafta s. 73-76); aynı haklar ve özellikle<br />

taşınmaz mallar konusunda ancak yanların bileceklerinin kabulü gerekir). (4. HDK.<br />

14.5.1974, E. 973/2094; K. 2496, İKİD 1975 No. 177 s. 3753-3755) (Çev. No.)<br />

3 Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü 3. bası 1974, s. 990, fn 34; Üstündağ, Kanunyolları<br />

ve Tahkim 2. bası 1971 s. 106, fn 25 a; Ansay, Hukuk Yargılama usulleri 7. bası, s. 408,<br />

Gürsoy, s. 285-286; Aybay, Müşterek mülkiyette taksim, s. 53, Tekinay, Eşya Hukuku<br />

1970-71, s. 322; Alangoya, Tahkimin niteliği ve denetlenmesi, 1973, s. 84.<br />

4 Suter, Der Schiedsvertrag nach schweizerischem Zivilprozessrecht ZSR NF 47 s. 32;<br />

Homberger, Kom. Art. 975 N 28 und Art. 963 N 34; Meier-Hayoz Kom. Art. 655, N38, s.<br />

229 und Art. 656 N. 98, s. 53.


Resmi Senetle Düzenlenmesi Gereken Hukuki İşlemlerde Tahkim<br />

Bu görüş Türk öğretisinde, mülkiyetin naklini amaçlayan, sözleşmelere<br />

ilişkin tahkim anlaşmaları açısından öne sürülmektedir. (İsv. M.K.<br />

657/T.M.K. 634) 5<br />

Alman hukukunda da bazı yazarlar maddi hukukun belirli bir şekil<br />

şartı aradığı durumlarda (B.G.B. S. 313 te olduğu gibi), tahkim sözleşmesinin<br />

de bu şekle uygun yapılması gerektiği düşüncesindedirler. 6<br />

Bu bakış açısı tahkim sözleşmesini, esas sözleşmeye bağlı bir maddi<br />

hukuk sözleşmesi, sayan düşünceye bağlanabilecek bir sonuçtur. 7<br />

Bir sözleşmenin hangi hukuk alanında düzenlenmiş olduğuna karar<br />

vermek sorunu ile karşılaşıldığında ise, sözleşmenin asıl (temel) etkilerini<br />

hangi sahada doğurduğunu gözönüne almak gerekecektir.<br />

Sözleşmelerin en geniş çevreleri ile maddi hukukça kurallara bağlanmış<br />

bulunmaları, bunların tümünün medeni hukuk kurumları olduğunun<br />

kabullenilmesi için, geçerli bir neden değildir. Aksi halde bütün sözleşmelerin<br />

medeni hukuk sözleşmesi olduğu iddia edilebilirdi.<br />

Oysa başka hukuk alanlarında, örneğin; kamu, devletler ve bunlarla<br />

birlikte yargılama hukuku sahasına ait sözleşmelerle de karşılaşmak<br />

mümkündür. 8 Geçerlilik şartları açısından da, sadece bu sözleşmelerin ait<br />

oldukları hukuk alanlarında, geçerlilik koşulları öngörülmüşse, bunlara<br />

uyulması yeterli olacaktır.<br />

Maddi hukuk hükümleri bu alanlarda, doğaldır ki yargılama hukuku<br />

alanında da, ancak ait oldukları hukuk sahasında düzenleme bulunmadığı<br />

taktirde, kıyas yoluyla uygulama imkânı bulacaklardır. 9<br />

5 Postacıoğlu, Medeni Usul hukuku dersleri, 5. bası 1970, s. 545/546.<br />

6 Vgl. Larenz, AcP 157, s. 283-284; Baumbach-Lauterbach, Anm. 2 A zu S. 1027 Wieczorek,<br />

Kom. Art. 1025 G II d.<br />

7 Larenz, AcP 157, s. 265 ff.<br />

8 Rosenberg/Schwab, Zivilprozessrecht 11. Aufl., S 174 II; Guldener s. 47 fn. 4.<br />

9 Guldener, s. 573-575 fn. 9, 579 fn. 32,212; Suter, s. 49-51; Leuch, Die zivilprozessordnung<br />

fur den Kanton Bern, Kom. 1956, Art. 27, N. 1; Hellwig, System (Neudruck) II,<br />

s. 104; Nikisch, Zivilprozessrecht, 2. Aufl S. 143 III 1; Schiedermair, Vereinbarungen<br />

im Zivilprozess, s. 141/142; Baumgaeriel, Wesen und Begriff im Prozesshandlung einer<br />

Partei im Zivilprozess, s. 238 ff, Baumbach/Schwab, Schiedsgerichtsbarkeit Kom. 2.<br />

Aufl., s. 84.<br />

147


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Tahkim sözleşmesinin hangi hukuk alanına ait olduğunu tespit edebilmek<br />

içinse, öncelikle bu sözleşmenin hangi hukuk sahasında asıl etkilerini<br />

doğurduğunu araştırmak gerekmektedir. 10<br />

Tahkim sözleşmesinin olumlu (pozitif) ve olumsuz (negatif) diye niteleyebileceğimiz<br />

iki temel etkisi vardır:<br />

1) Tahkim sözleşmesi ile yetkili devlet mahkemelerine giden yol kapatılır,<br />

(hakem sözleşmesinin olumsuz etkisi), 11<br />

2) Bu olumsuz etkinin yanında olumlu bir sonuç olarak tahkim sözleşmesi<br />

ile özel bir yargı yaratılır: Tahkim 12<br />

Bunlar tahkim sözleşmesinin yegâne temel etkileridir ve yargılama<br />

hukuku alanına aittirler. Başka bir anlatımla tahkim sözleşmesi temel etkilerini<br />

medeni hukuk alanında meydana getirmez. 13<br />

Bir sözleşmenin hangi hukuk alanına ait olduğunu belirlemede esas<br />

aldığımız ve daha önce tanımını verdiğimiz ölçüt hatırlanacak olursa tahkimin<br />

bir yargılama hukuku sözleşmesi olduğu sonucuna kolaylıkla varılabilecektir.<br />

14<br />

10 Dolaylı yan etkiler bu ayırımda gözönüne alınmazlar.<br />

11 Gerçi bu hususta İsviçre yargılama hukuklarında Alman yargılama hukukunda olduğu<br />

gibi genel bir hüküme rastlanmaz, ancak öğreti ve uygulama tahkim sözleşmesi<br />

bulunduğu yolundaki bir def’i ilk itiraz olarak değerlendirmek eğilimindedir; Suter, s.<br />

58-59; Guldener, s. 183 fn. 26, s. 580; Kaelin Prozessvoraussetzungen und Prozesshindernisse<br />

im schweizerischen Zivilprozessrecht, s. 123; Steger, Das Schiedsverfahren<br />

nach Lüzernischen Zivilprozesssordnung, s. 17; Schuppisser, Das Zivilprozessrechtliche<br />

Schiedsgricht, s. 43; Contini, L arbitrage en prodecure civile vaudoise, s. 195; BG?<br />

41 II 536, 537; Bern. App. u. Kass. Hof. I. Abt. 12 September 1905, ZBJV s. 302 (304).<br />

12. Contini, s. 191. «Ce sont les effets principaux»<br />

12 Contini, s. 191. «Ce sont les effets principaux»<br />

13 Guldener, s. 211, 212, 47 fn. 4.<br />

14 Bu isviçre hukuk öğretisi ve uygulaması ile Alman öğretisinde baskın görüştür. Türk<br />

hukuk öğretisinde de bir görüş (Tekinalp, Hakem Sözleşmesinin Hukuki Mahiyeti Hakkında<br />

Düşünceler, IV. Ticaret ve Banka Hukuku Haftası s. 26-27) Federal mahkeme kararlarının<br />

ve İsviçre öğretisinin Türk hukuku için yol gösterici olamayacağı düşüncesini<br />

savunmuştur. Zira İsviçrede tahkim sözleşmelerinin kanton yargılama hukuklarında<br />

düzenlendiği ve bu sistemin hukuki niteliği üstünde tartışmaları lüzumsuz kıldığı öne<br />

sürülmüştür. Bu düşünceyi kabullenme imkânı yoktur. Federal mahkemenin tahkim<br />

sözleşmesini usul hukuk sözleşmesi olarak kabullendiği hiçbir kararda böyle bir gerekçeye<br />

rastlamak olanağı yoktur. Bunun yanında hakem sözleşmesi BGE’nin 41 II 536<br />

sayılı daha eski bir kararında bir maddi hukuk sözleşmesi olarak nitelendirilmiştir.<br />

148


Resmi Senetle Düzenlenmesi Gereken Hukuki İşlemlerde Tahkim<br />

Buna göre usul kanunları tahkim sözleşmeleri için geçerlilik koşulları<br />

öngörmüşlerse, yalnızca bunlara uymak sözleşmenin geçerliliği açısından<br />

yeterli sayılacaktır. Zira tahkim sözleşmesi de, daha önce belirlediğimiz<br />

gibi, ait olduğu hukuk alanının öngördüğü geçerlilik şartlarına bağlıdır.<br />

T.H.U.M.K.’nun 517. maddesiyse tahkim sözleşmelerini, diğer pek çok Medeni<br />

Usul Kanunu gibi yazılı şekle bağlamıştır. Bu husus tahkim sözleşmesiin<br />

geçerlilik şartıdır. Bunun doğal sonucu da maddi hukukun resmi şekle<br />

bağladığı bir hukuki muameleden doğan ihtilâfların çözümü için aktedilen<br />

tahkim sözleşmelerinde yazılı şeklin zorunlu aynı zamanda yeterli olmasıdır.<br />

15<br />

Belirtilen gerekçelerle İsv. M.K. 657, T.M.K. 634. maddesinin resmi şekle<br />

bağladığı, taşınmazlarda mülkiyetin geçirilmesini öngören sözleşmelere<br />

ilişkin tahkim anlaşmalarının, resmi şekilde düzenlenmesi şart değildir. 16<br />

Türk hukukunda da daha önce sözünü ettiğimiz Kadastro ve Tapu<br />

Tahriri Kanununun 32. maddesi kendi uygulanma alanında taşınmaz mülkiyetine<br />

ilişkin olan tahkim sözleşmelerinde yazılı şekli yeterli görmektedir.<br />

17<br />

İlâve edilmesi gereken bir nokta da usul kanunlarının ya da diğer kanunların,<br />

hakem sözleşmesi için yazılı şeklin yeterli olmadığını açıkça belirttikleri<br />

istisnaî durumlarda, tahkim anlaşmasının istenen özel şekilde<br />

yapılması gerektiğidir. 18<br />

Larenz ve Postacıoğlu ise burada savunulan görüşün aksine, maddi<br />

hukukun resmi şekli şart koştuğu bir sözleşmeye ilişkin olarak aktedilen<br />

(BGE 7, s. 283; 13, s. 355; 38 II 556 (557); 39 II 52). İsviçre hukukunda da tahkim sözleşmesini<br />

yargılama hukuku sözleşmesi sayan hiçbir yazar görüşünü bu düşünce ile desteklememiştir.,<br />

bkz. Suter ve Guldener; Türk Temyiz mahkemesi de bazı kararlarında<br />

tahkim sözleşmesini bir yargılama hukuku sözleşmesi olarak nitelendirmektedir. (T.D<br />

13.5.1958, 724/1311; Doğanay, N 805, s. 778) Dikkati çeken nokta yüksek mahkemenin<br />

bu görüşün tabii sonuçlarını her zaman gözönünde tutmamasıdır.<br />

15 Leuch, Art. 382, N 1, s. 362; Suter, ZSR 47, s. 32.<br />

16 Diğer görüş için s. fn. 5 ve 6.<br />

17 Devlet burada Postacıoğlu’nun kabullendiği gibi (s. 646), T.H.U.M.K.’nun tahkim konusunda<br />

belirlediği hususlardan farklı bir husus getirmemektedir. 32. maddede farklı<br />

olarak sadece hakemlerin devlet mahkemeleri önünde yemin etmeleri gereği düzenlenmiştir.<br />

18 ZPO Waadt verlangt das in Art. 502: La clause doit etre rédigée dans la même forme que<br />

le contrat qui la renferme.<br />

149


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tahkim anlaşmasının sadece yazılı şekilde düzenlenlenebilmesinin çıkarlar<br />

dengesine aykırı düşeceği kanısındadırlar. 19<br />

Sözkonusu görüş de, tahkim anlaşmasını maddi hukuk karakteri taşıyan<br />

bir sözleşme olarak niteleyen ve yukarıda belirttiğimiz düşünceye<br />

bağlanabilecek bir sonuçtur. Tahkim sözleşmesinin daha önce açıkladığımız<br />

etkilerini gözönüne alırsak, bu sözleşmenin kurulması ile bağlı olduğu<br />

maddi hukuk sözleşmesi sahasında hiçbir etki doğurmadığı görülecektir.<br />

Bunun yanında tahkim sözleşmesi ile çeşitli aşamalarda devlet yargı<br />

organlarının denetimine imkân sağlayan (T.H.U.M.K. 519, 521, 527, 533,<br />

536) ve hakemleri emredici hükümlere uymak zorunda bırakan bir yargının<br />

doğduğu da unutulmamak gerekir. Bu yargı devlet, yargı organlarının<br />

verdiği hükümlerin yerine geçecek hükümler verilmesine de imkân yaratmaktadır.<br />

20<br />

Sayılan nedenler dolayısı ile «gâi (teleolojik) bir yorumla», hakem sözleşmelerini<br />

resmi bir şekle bağlamayı gerektirecek, menfaatler durumu da<br />

bulunmamaktadır. 21<br />

Sonuç olarak, örneğin taşınmazlarda mülkiyetin naklini amaçlayan<br />

sözleşmelerde olduğu gibi resmi şekle bağlı sözleşmelerde dahi, hakem<br />

anlaşmalarının sadece yazılı şekilde yapılmasının yeterli olacağını belirtmek<br />

gerekir. Bunun tek istisnası bir kanun hükmü ile tahkim sözleşmesi<br />

için başka bir şeklin arandığı durumlardır. 22<br />

19 Larenz s. 283/284; Postacıoğlu, s. 646.<br />

20 Larenz Schiedsspruch und Parteidisposition KTS 1966 s. 153-157.<br />

21 Taraflar, (emredici hükümler dışında) maddi hukuk hükümlerinden yararlanma konusunda<br />

hakemi serbest bırakabilirler. Tarafların bu yolda bir anlaşması bulunmaması<br />

durumunda hakem kanun hükmünü uygulayacaktır. (Alangoya s. 176) «Das ergibt sich<br />

aus der Nufgabe des Schiedsgerichts, einen Rechtsstreit zu entsheiden» Rosenberg/<br />

Schwab, 11, S 176 III, s. 983) Eğer bu durumda hakem mahkemesi kanunu uygulamazsa<br />

Türk hukukunda temyiz yoluna başvurulabilir. (Alangoya s. 220-221, Alman Hukukunda<br />

böyle bir hüküm ZPO s. 1041 I N. 1’e göre ref edilebilir.) (Stein-Jonas-Schlosser,<br />

S 1034 1 2 b; Alangoya, s. 221 aA Rosenberg/Schwab, S 176.<br />

22 Larenz s. 283/284; Postacıoğlu, s. 646.<br />

150


Anayasanın Medenî Usul Hukukuna Etkisi<br />

(1983 Milletlerarası Usul Kongresinin Bir Konusu)<br />

Prof. Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

1. Medeni Usul Hukuku alanında, medeni usul ile anayasa arasındaki<br />

ilişki, üzerinde fazla durulmuş bir konu değildir. Bunun bir sebebi de belki<br />

Medeni Usul Hukuku ile Anayasa Hukuku arasındaki ilişkinin, bu sonuncusu<br />

ile ceza usulü arasındaki ilişki kadar göze çarpıcı olmamasıdır 1 .<br />

Alman hukukunda 1970’lerden sonra bu alandaki incelemelerin sayısı artmış<br />

ve mesele çeşitli yönlerden ele alınmıştır 2 .<br />

Problemin kazandığı önem, bu yazının başlığı ile ifade edilen konunun<br />

1983 sonbaharında Alman Federal Cumhuriyetinin Würzburg şehrinde<br />

toplanacak olan Milletlerarası Usul Kongresinin 3 konularından biri olarak<br />

ele alınması ile vurgulanmıştır. Konunun genel raportörlüğünü Erlangen-<br />

Nürnberg Üniversitesi Medeni Hukuk ve Medeni Usul Hukuku Enstitüsü<br />

Müdürü Profesör Dr. Karl Heinz Schwab yapacaktır. Türk Milli raporunun<br />

hazırlanması hususu da bana teklif edilmiştir.<br />

Anayasa ile Medeni Usul Hukuku arasındaki ilişki konusu bugün<br />

Türkiye açısından özel bir önem de taşımaktadır. Gerçekten yapılan ince-<br />

1 Bkz. Arens Peter, Die Grundprinzipien des Zivilprozessrechts, Humane Justiz, Hannover<br />

1977, 7.<br />

2 Bu konudaki çalışmalardan bazıları şunlardır:<br />

Wassermann Rudolf, Der Soziale Zivilprozess, Neuwied-Darmstadt 1978, s. 68-96;<br />

Lorenz Dieter, Grundrechte und Verfahrensordnungen, Neue Juristesche Wochenschrift,<br />

NJW (1977), s. 865-872; Kloepfer Michael, Verfahrensdauer und Verfassungsrecht,<br />

Juristenzeitung 52 (1979), s. 209-216; Stürner Rolf, Die Einwirkungen der<br />

Verfassung auf das Zivilrecht und den Zivilprozess NJW 1979, s. 2334-2338; Gilles<br />

Peter, Zum Bedeutungszuwachs und Funktionswandel des Prozessrecht, Juristische<br />

Schulung JuS, 1981, s. 403-408, ayrıca bkz. 1 no. lu dipnotta belirtilen makaleye.<br />

3 Wissenschaftliche Vereinigung für İnternationales Verfahrensrecht. Verfahrensrechtsergleichung<br />

und Schiedsgerichtswesen e. V.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

lemelerde mevcut bir Anayasa’nın Medeni Usul Hukuku’na etkisi noktasından<br />

yola çıkılmaktadır. Yurdumuzda ise yeni bir anayasa hazırlanıyor.<br />

Bu durumda medeni usule etkisi söz konusu olacak anayasal hükümlerin<br />

yaratılması söz konusudur.<br />

Diğer taraftan Türkiye son zamanlarda medeni usul alanında yoğun<br />

sayılabilecek bir kanunlaştırma hareketini de yaşamıştır 4 .<br />

Bu kanunlaştırma hareketlerinin anayasa ile ilişkisi konunun bir cephesini<br />

oluşturmaktadır. Ancak yeni anayasanın kabulüne kadarki süre<br />

bakımından anayasal düzenimiz özellik arzetmektedir: 27.10.1980 tarih<br />

ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 6 ıncı maddesi uyarınca<br />

Millî Güvenlik Konseyinin bildiri ve kararlarında yer alan ve alacak<br />

olan hükümlerle Konsey tarafından yayımlanan ve yayımlanacak olan<br />

kanunların 1961 Anayasası hükümlerine uymayanları anayasa değişikliği<br />

hüküm ve kuvvetinde olacaktır. Bu geçici dönem açısından, medeni<br />

usul hukukundaki kanunlaştırma hareketlerinin de anayasa hükümlerine<br />

göre denetimi probleminin ortaya çıkmayacağı belirmektedir. (2324 sayılı<br />

Anayasa Düzeni Hakkında Kanun madde 3) 5 . Buna mukabil bu dönem<br />

içinde de, daha evvel yürürlüğe girmiş medeni usul hukuku normlarının<br />

anayasal denetimi söz konusu olabilecek (1961 Anayasası m. 151-152)<br />

yürürlükte olan anayasa hükümleri yargı oranlarını bağlayacaktır (1961<br />

Anayasası m. 8).<br />

Bu yazıda mesele bütün cepheleri ile incelenecek değildir. Amaç, anayasa<br />

ile medeni usul ilişkisinin hangi çerçeve içinde ele alındığını ve bu<br />

arada yukarıda belirtilen Milletlerarası Usul Kongresi’nde sunulacak raporların<br />

ana hatlarını belirtmektir.<br />

2. – Mesele genellikle, ilk olarak anayasalarda yer alan “hukuk devleti”<br />

kavramı (1961 Anayasası m. 2) açısından ele alınmaktadır. Bir anayasanın<br />

“hukuk devleti” ni kabul etmesinin medeni usul açısından da önemli sonuçları<br />

olacaktır ve bunlardan bir kısmı da anayasalarda pozitif olarak yer<br />

almaktadır. Bu alanda bazı önemli noktalara değinmek gerekirse,<br />

4 2461 sayılı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu, 2462 sayılı Kanun, Harçlar<br />

Kanununda değişiklik yapan 2345, 2366, 2430, 2403 sayılı kanunlar, 2345, 2366, 2430,<br />

2403 sayılı kanunların bazı maddelerinin değiştirilmesi bu kanuna yeni maddeler eklenmesi<br />

hakkında 2494 sayılı kanun gibi.<br />

5 Anayasa Mahkemesi Kararı 26.11.1981, 15/25 (RG. 5.1.1982 S. 17565).<br />

152


Anayasanın Medenî Usul Hukukuna Etkisi<br />

a) Bir kere hukuk devletinde hâkimin kanun ile bağlılığı ilkesi mevcuttur<br />

(bkz. 1961 Anayasası m. 132). Bu günün hâkiminin amaçsal yorum<br />

yapan 6 kanunun tanıdığı takdir hakkını kullanan ve hukuk yaratan (MK.<br />

1) bir kişi olması kanunla bağlılık ilkesini değiştirmemiştir. Hâkim contra<br />

legem bir yargı faaliyeti gösteremez 7 .<br />

b) Hukuk devletinin medeni usul açısından önemli olan diğer bir ilkesi<br />

“kanuni hâkim” (tabiî hâkim) ilkesidir (1961 Anayasası m. 32, mahkemelerin<br />

kuruluş görev ve yetkileri de kanunla tespit edilebilir, m. 136).<br />

Bu ilkenin, medeni usul hukukunun bazı teknik meselelerinde dikkate<br />

alınmasının söz konusu olabileceği kabul edilmektedir. Meselâ dava şartlarının<br />

ve ilk itirazların incelenmesinde hangi sıranın dikkate alınacağı<br />

problemi bir örnektir. Mahkeme ilk önce kendi geniş manada yetkisini inceleyecek<br />

ve kanuni hâkim olduğunu kabul ettikten sonra diğer hususların<br />

incelenmesine geçecektir 8,9 .<br />

Birden fazla asliye hukuk mahkemesi arasında işlerin paylaştırılmasının<br />

Adalet Bakanlığı’nca yapılacağı yolundaki hüküm (469 sayılı Kanunun<br />

2 inci maddesinin 3 üncü cümlesi) Anayasa Mahkemesi’nce kanuni hâkim<br />

ilkesine de aykırı görülerek iptal edilmiştir 10,11 .<br />

6 “Kanunların uygulanmasında söze öncelik yerine öze değer verilmesi, yani dar yoruma<br />

değil amaca göre yoruma gidilmesi lazımdır. Yorumlamada da tarihi gelişim ve sosyal<br />

değişimlere geniş ölçüde yer verilmesi asıldır. Aksi takdirde dar yorum, çok def’a hak<br />

duyularının örselenmesine ve kanun koyucunun güttüğü amacın zedelenmesine yol<br />

açar” 2 HD 17.1.1974 E. 186 K. 213 YKD, 1975/2, s. 52-54.<br />

7 ARNDT Adolf, Gesetzesrecht und Richterrecht, NJW 1963 s. 1280; Redeker Konrad,<br />

Legimation und Grenzen richterlichen Rechtsetzung NJW (1972) 409 ve son; Wassermann,<br />

(dn. 2), 79.<br />

8 Arens (dn. 1), 8. kanuni hâkim ilkesinin, dava şartları arasında bir ayırım yapılamayacağı,<br />

hepsinin aynı değerde oldukları ve tetkik açısından aralarında herhangi bir sıranın<br />

da söz konusu olamayacağını savunan Rimmelspacher’in görüşüne (Zur Prüfung<br />

von Amts wegen im Zivilprozess, 1968) karşı olduğunu belirtmektedir.<br />

9 Kloepfer, makul bir süre içinde hüküm verilmesi hususunu da bu ilke içinde mütalaa<br />

etmekte ve bu sebeple yargılamanın çok uzun süre devamına yol açan hususları bu<br />

ilkeye ayrılık olarak mütalaa etmektedir (dn. 2. 213 ve son); yazar bu hususun sosyal<br />

devlet ilkesini de ilgilendirdiğini belirtiyor, (dn. 2. 212).<br />

10 7.4.1977 tarih ve 4/45 sayılı karar (RG. 11.6.1977, S. 15963).<br />

11 Nitelikleri ve tarafları açısından özellik taşıyan davalara bakmak için genel mahkemeler<br />

yanında, tapulama mahkemeleri gibi özel mahkemeler kurulabilir. Bu mahkemeler,<br />

belli bir veya birkaç kişiye ilişkin belli davaları görmek için mahkeme kurulamayacağı<br />

yolundaki yasağın şumulüne girmez HGK. 25.12.1963, 4/169-105, Adalet Dergisi<br />

1964/3-4 s. 419-424 (422-423); aynı mealde HGK. 8.3.1964, 4/729-30; Son İçtihatlar,<br />

1965/208 s. 6320-6327 (6326).<br />

153


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

c) Hukuk devletinde yargılamayı yürütecek olan hâkimin tarafsız ve<br />

bağımsız olması gerekir (1961 Anayasası m. 132).<br />

Usul kanunları, tarafsız olmayan hâkimin davaya bakmasını engelleyecek<br />

imkanları vermelidir (HUMK 28-35). Burada önemli olan nokta<br />

medeni usulün sosyal niteliği ile tarafsızlık kavramının bağdaştırılmasında<br />

ortaya çıkan hassas dengedir. Gerçekten, zayıf olanın kazandırılması<br />

şeklinde değil, fakat davanın inşasında veya savunmada zayıflığından ötürü<br />

yapacağı yanlışlar dolayısı ile tarafın zarar görmemesi açısından belirli<br />

ölçüler içinde görevlendirmiş olan hâkim (HUMK. 25 f. II ve III) görevini<br />

tarafsızlığını kaybetmeden yapacaktır (HUMK. m. 29.) 12 . Bu görev devletin<br />

“sosyal” karakteri ile de ilgili görülmelidir. 13<br />

Anayasalar genellikle hâkimlik mesleğinin özelliklerini (1961 Anayasası<br />

m. 134), diğer devlet organları karşısında bağımsızlıklarının nasıl sağlanacağını<br />

(1961 Anayasası m. 132) ve teminatlarını da düzenlemişlerdir<br />

(1961 Anayasası m. 133, Alman Anayasası art. 97).<br />

1961 Anayasası’nın 143 üncü maddesi ile adliye mahkemeleri<br />

hâkimlerinin özlük işleri hakkında karar vermek üzere Yüksek Hâkimler<br />

Kurulu’nu kabul etmişti. 13 Mayıs 1981 tarih ve 2461 Sayılı Kanunla bu<br />

kurul kaldırılmış ve “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu” teşkil edilmiştir<br />

14 . Bu kanunla 45 sayılı Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu Kanunu da<br />

yürürlükten kaldırılmıştır. Aynı tarih ve 2462 Sayılı Kanun ile de hâkimler<br />

idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığı’na bağlanmıştır 15 . Bu kanunla<br />

da Hâkimler Kanununun, 74, 19 ve 80 inci maddeleri değiştirilmiş ve bazı<br />

maddeler eklenmiştir. Bu kanunlarla getirilen düzenlemelerin bu arada<br />

Adalet Bakanlığı Müsteşarı ile Özlük İşleri Genel Müdürü’nün Hâkimler<br />

ve Savcılar Kurulu’nda görev yapmalarının ve hâkimlerin idari görevleri<br />

yönünden Adalet Bakanı’na bağlanmalarının hâkimlerin bağımsızlığı ve<br />

teminatları ilkelerine aykırı olduğu savunulmuştur 16 .<br />

12 bkz. Alangoya Yavuz, Medeni Usul Hukukunda Vakıaların ve Delillerin Toplanmasına<br />

İlişkin İlkeler, 1979, s. 89, 133 ve son (156).<br />

13 bkz. dn. 3.<br />

14 RG. 14.5.1981, S. 17340.<br />

15 Dn. 14’deki RG.<br />

16 Bkz. hepsi yerine Kuru Baki, Medeni Usul Hukuku Ders kitabına Ek Kitap, Ankara,<br />

Ekim 1981, s. 11-12.<br />

154


Anayasanın Medenî Usul Hukukuna Etkisi<br />

d) Yargı faaliyetinin mahkemeler eliyle yürütüldüğü hukuk devletinde<br />

herkes mahkemelere başvurarak 17 iddiada ve savunmada bulunabilir.<br />

Mahkemeler bu başvuru üzerine davaya bakmaya mecburdur (1961 Anayasası<br />

m. 31). Başvurunun tanınmasına rağmen, medeni usul mevzuatı ile<br />

şartlarının çok ağırlaştırılması bu prensibe aykırılık olacaktır 18 .<br />

e) Mahkemeler önündeki yargılama kurallarının belirli olması, yani<br />

yargı organı önünde olan kişilerin yargılamanın ileriki şekli ve cereyanını<br />

önceden hesap edebilmeleri mümkün olmalıdır (Berechenbarkeit des Verfahrens).<br />

1961 Anayasası’nın 136 ıncı maddesinde mahkemelerin işleyişi<br />

ve yargılama usullerinin kanunla düzenlenmesinin öngörülmesi bu hesaplanabilirliğin<br />

bir gereğini de teşkil etmektedir.<br />

f) Anayasalar, yargı organları önündeki yargılama açısından da hukuk<br />

devleti ilkesi icabı olan esaslar tespit ederler: İstisnalar dışında duruşmaların<br />

alenî olması (1971 Anayasası m. 135), yargılamaya katılanların dinlenme<br />

(istima edilme, Rechtliches Gehör) hususundaki hakları (HUMK m.<br />

73) 19 bunun örnekleridir.<br />

3. – Anayasa, devleti “sosyal devlet” olarak da nitelemiş bulunduğuna<br />

göre bu hususun medeni usul hukuku açısından etkileri neler olabilir?<br />

Burada hukuk devletinin medeni usul hukuku ile ilişkisinin tespitindeki<br />

nisbi kolaylığın bulunmadığı kabul edilmelidir. Zira hukuk devletinin<br />

medeni usul hukukundaki etkileri çoğunlukla anayasada yer almıştır. Diğer<br />

bir deyişle bu etkiler hukuk devletinin tarifinin unsurlarını teşkil etmektedir.<br />

Hukuk devleti kapsamında mesele çoğu kere bu anayasal kuralların<br />

hangi durumlarda ihlal edilmiş sayılacağının tespitinden ibaret kalıyor.<br />

Anayasada yer alan “sosyal devlet” ilkesi açısından ise, etkisinin tespitinden<br />

evvel “sosyal”in ne ifade ettiğinin tespiti önemli olmaktadır. Sosyal<br />

17 Burada bu başvuru açısından mevcut görüş ayrılıkları üzerinde durulmayacaktır. Bir<br />

görüşe göre haktan ayrı olarak ve davanın açılmasından evvel lehe hüküm verilmesi<br />

içeriğine sahip ve hasma ve mahkemeye yönelik bir “hukuki himaye talebi” (Rechtschutzanspurch)<br />

söz konusudur. Diğer görüş böyle bir talebin varlığını reddediyor.<br />

Buna göre herkes devletin kurduğu ve görevli kıldığı yargı organına müracaatla, yargılama<br />

yapmasına ilişkin ve devlete yönelik bir isteme sahiptir (Justizanspruch). Bkz.<br />

hepsi yerine Rosenberg/Schwab, Zivilprozessrecht 13 Auflage, 1981 § 3, s. 11-15.<br />

18 Bkz. Lorenz, s. 873.<br />

19 Alman Anayasası’nda Art, 103’te sarih olarak yer alan bu ilkenin 1961 Anayasası’nın<br />

31 inci maddesinde mündemiç olduğu kabul edilmek gerekir.<br />

155


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

devletin bir incelemesinin yapılarak bir tarife varılması, amacı, anayasa ile<br />

medeni usul arasındaki ilişkiyi tebaruz ettirmek olan bu yazının sınırlarını<br />

aşar 20 .<br />

Bu bakımdan biz, medeni usul hukukunda sosyal devletin etkisi olarak<br />

nitelendirilen bazı hususlara değinmekle yetineceğiz.<br />

Yargı mercilerine müracaatın parasal şartlara bağlanması (yargılama<br />

giderleri) sosyal devlet ilkesi ile ilgili görülmektedir. Milletlerarası Usul<br />

Kongresi’nde, genel raportörlükçe tavsiye edilen çalışma planında bu hususa<br />

işaret edilmektedir. Gerçekten yargıya müracaatın ağır parasal şartlara<br />

bağlı tutulması ekonomik açıdan zayıf olan fertleri, haklarını dava yolu<br />

ile aramaktan caydırabilir ki, bunun sosyal devlet anlayışı ile bağdaşmadığı<br />

söylenebilir.<br />

Alman hukukunda, yargılamada şifahilik prensibinin, sosyal açıdan<br />

zayıf olanlar bakımından, yazılılık prensibine göre sosyal devlet ilkesine<br />

daha uygun olduğu savunulmuştur 21 .<br />

Medeni usulün “Magna Charta”sı olarak adlandırılan 22 hâkimin aydınlatma<br />

ödevi (HUMK. m. 75/II, Alman Usul Kanunu § 139/1; Avusturya<br />

Usul Kanunu § 182) bir tarafın ekonomik ve sosyal zayıflığı dolayısı ile<br />

davayı kaybetmesini önlemek için öngörülmüş en önemli düzenlemelerden<br />

biridir 23 .<br />

Davaların, sonuçta elde edilecek hükmün yararını ortadan kaldıracak<br />

kadar uzamasına sebebiyet veren medeni usul hukuku kurallarının sosyal<br />

devlet ilkesi ile bağdaşmayacağı da belirtilmiştir 24 .<br />

20 Bkz. Azrak Ülkü, “Sosyal Devlet ve 1961 Anayasasının Sistemi”, İHFM XXVII, S. 1-4,<br />

s. 208-224; “Sosyal Devlet”, Reşat Kaynar’a Armağan İst. 1981. s. 7-16; Göze Ayferi,<br />

“Sosyal Devlet Sistemi”, İstanbul 1976; “Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri”,<br />

2. Bası, 1980.<br />

21 Wassermann, s. 89 dnot 2.<br />

22 Bkz. Baumbach/Lauterbach/Hartmann, Zivilprozessordnung (35) § 139, 1, A, 351,<br />

352.<br />

23 Bkz. dn. 11. Temyiz mahkememiz çok isabetli olarak, konunun lafzına rağmen burada<br />

bir görevin söz konusu olduğunu kabul etmektedir: 1 HD. 26.12.1977 E. 1977/12813<br />

K. 1977/12827 (YKD. 1978/4, s. 523-524); TD. 22.10.1964, E. 2929 K. 3285 (BATİDER,<br />

1965/2, s. 306).<br />

24 Bkz. dn. 9 ve dn. 20.<br />

156


Anayasanın Medenî Usul Hukukuna Etkisi<br />

Bu bakımdan yargılamanın yürütülmesinde tarafların iradesine tam<br />

üstünlük veren düzenlemelerin bu uzamaya yol açacağı bunun da sosyal<br />

hukuk anlayışı ile bağdaşmayacağı kabul edilmektedir 25 .<br />

25 Üstündağ Saim, HUMK nu değiştiren 1711 Sayılı Kanun ve Noterlik Kanunu Hakkında<br />

Sempozyum, 1976, İkinci Gün Tartışmaları, s. 124-128. Yargılamanın sevkindeki<br />

prensiplerin tarihsel ve mukayeseli gelişimi için bkz. aynı yerde Alangoyanın fikirlerine<br />

s. 88-94. Yargılamanın yürütülmesi açısından hâkime veya taraflara üstünlük tanıma<br />

hususundaki anlayış şeklinin sosyal devlet anlayışı ile bağdaşamayacağı, sosyal<br />

devlette bu alanda bir hâkimiyetten değil taraflar ve hâkim arasından bir işbirliğinin<br />

(Arbeitsgemeinschaft) bulunması gerektiği ve böyle bir usul modelinin sosyal devlet<br />

anlayışına uygun düşeceği de savunulmaktadır, bkz. Wassermann, s.87, 88. Yazar ayrıca,<br />

bugünkü medeni usul yargılamasının vatandaş için ceza usulüne göre daima nüfuz<br />

edilmesi daha zor bir yargılama olduğunu, nüfuz edilmesi zor bir şekle bağlılığın<br />

hâkim olduğunu ve kullanılan lisanın basit fert tarafından anlaşılmaz bulunduğunu ve<br />

bu manzaranın da sosyal devlet ilkesi ile bağdaşmadığını söylemektedir(Wassermann,<br />

s. 92-94).<br />

157


UNCITRAL TAHKİM Yönetmeliği Hakkında<br />

I. Genel Olarak<br />

1. Tarihçe<br />

Prof. Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

Birleşmiş Milletler Milletlararası Ticaret Hukuku Komisyonu (United<br />

Nations Commission on International Trade Law) – “UNCITRAL” 1 baştan<br />

itibaren milletlerarası ticari tahkim konusuna önem vermiş ve 1969’daki<br />

ikinci toplantısında milletlerarası ticari tahkim konusunda mevcut andlaşmaların<br />

uygulanması ve yorumlarına ilişkin poblemler hakkında bir rapor<br />

hazırlanmasına karar vermiştir 2 . Hazırlanan rapor 1972 yılındaki 5. toplantıya<br />

sunulmuş ve bunun üzerine Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin bütün<br />

dünyada uygulanabilecek bir ad hoc tahkim yönetmeliği üzerinde çalışılmasının<br />

anlamlı olup olmayacağına ilişkin sorusu UNCITRAL’in 1973’deki<br />

yedinci oturumunda üye ülkelerin oybirliği ile ve olumlu olarak cevaplanmıştır.<br />

1974 sonunda UNCITRAL Sekretaryası tarafından sunulan tasarıda<br />

ad hoc tahkim dışında kurumlaşmış bir tahkim de öneriliyordu. 1975’de<br />

Cenevre’deki toplantıda bu taslak üzerinde görüşüldü ve bilhassa batı Avrupa<br />

devletlerinin karşı çıkması üzerine kurumlaşmış bir tahkimin düzenlen-<br />

1 UNCITRAL 1968 yılında Macaristan’ın girişimleri ile kurulmuştur. Kuruluş amacı milletlerarası<br />

ticaret hukukunun uyumlaştırılması ve birleştirilmesidir. Komisyonu teşkil<br />

eden üye sayıları bölgelere göre bölünmüştür. 1983’de 36 olan üye sayısı 9’u Afrika,<br />

7’si Asya, 6’sı Latin Amerika, 5’i doğu Avrupa ve 9’u batı Avrupa ve diğer batılı endüstrileşmiş<br />

ülkelere ayrılmıştır.<br />

Komisyonun 1968 yılındaki ilk toplantısında, milletlerarası ticari tahkim, gündeminin<br />

en acil konularından birini teşkil etmiştir. Gündemin diğer konuları milletlerarası<br />

alım-satım hukuku ve milletlerarası ödeme ilişkileri idi, (bkz. RAUH Karlheinz, Die<br />

Schieds-und Schlichtungsordnungender UNCITRAL, 1983 s.1).<br />

2 Bu görev Romen Jon Nestor’a verilmiştir. Bkz. Bernd von HOFFMANN, UNCITRAL Rules<br />

für internationale Schiedsverfahren, Recht der Internationalen Wirstschaft - Aussenwirtschaftsdienst<br />

des Betriebs - Beraters (RIW / AWD) Januar 1976, s. 1-7, (1).


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

mesinden vazgeçildi 3 . Bunun üzerine Sekreterlikçe hazırlanan yeni tasarı<br />

UNCITRAL’in 1976 Nisan’ında New-York’da yaptığı toplantıda müzakere<br />

edilerek karara bağlandı ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1976’daki toplantısında<br />

UNCITRAL Tahkim Yönetmeliğinin milletlerarası ticari işlerde<br />

uygulanmasını tavsiye etmeye karar verdi, 15.12.1964 4 . UNCITRAL Tahkim<br />

Yönetmeliği ile 1.1.1978 tarihli Interamerican ticari Tahkim Komisyonu<br />

usul kuralları (The Rules of procedure of the Interamerican Commercial<br />

Arbitration (Commission) büyük ölçüde benzerlik göstermektedir 5 .<br />

160<br />

2. UNCITRAL TAHKİM Kurallarının Oluşturulma Amacı<br />

UNCITRAL tahkim kurallarının hangi amaçla hazırlandığı hususuna<br />

hazırlıkların başından itibaren değinilmiş değildir 6 . Birleşmiş Milletler<br />

nezdinde daha evvel mahalli organizasyonların tahkim kuralları da kabul<br />

edilmiştir. Avrupa Ekonomik Komisyonu (ECE) ve Asya ve Uzakdoğu Ekonomik<br />

Komisyonu (ECAFE) tarafından milletlerarası ticari işlemler için iki<br />

örnek tahkim yönetmeliği hazırlanmıştır. ECE kuralları Doğu - Batı ülkeleri<br />

arasındaki ticari ilişkiler için ad-hoc hakem mahkemesi kurulabilmesi<br />

amacı ile kabul edilmiştir. Ancak bu kurallar herhangi bir ciddi uygulama<br />

alanı bulmamıştır. Bu ticari ilişkilerde, sosyalist ülkelerin tahkim mercileri,<br />

Zürich ve Stokholm Ticaret Odalarının hakem mahkemeleri üzerinde<br />

anlaşma olabilmiş ve taraflarca birçok hallerde hakem mahkemesi başkanının<br />

tarafsız makamlarca (İsveç, İsviçre, Avusturya makamları gibi) seçileceği<br />

ad-hoc hakem mahkemeleri kurulabilmiştir. ECAFE kuralları ise<br />

batılı endüstri ülkeleri ile Asya ve Uzakdoğu ülkeleri arasındaki ticari ilişkilerden<br />

doğan ihtilâflar için düşünülmüş ancak bu kurallar da yeterli bir<br />

uygulama alanı bulamamıştır; hele gelişmekte olan ülkelerin bu kuralları<br />

kullanmalarına hemen hiç rastlanmamaktadır 7 .<br />

3 Dr. Jörg PIRRUNG, Die Schiedsverfahrensordnung der UNCITRAL, RIW / AWD September<br />

1977 s. 513 - 519 (513); Rolf HERBER, Die Arbeiten der Ausschusses der Vereinten<br />

Nationen für Internationales Handelsrecht, RIW/AWD Februar 1980, s. 85.<br />

4 Tarihçe hakkında daha fazla bilgi için bkz. HOFFMANN ve PIRRUNG’un dn. 1 ve 2’de<br />

zikredilen yazılarına.<br />

5 Bkz. Karl Heinz SCHWAB, Schiedsgerichtsbarkeit, 3. bası 1979, s. 312 - 313.<br />

6 HOFFMANN, Yeni Delhi’deki toplantıda çalışma grubu başkanı Donald B. Straus’un<br />

bu temel mesele hakkında tartışma açılmaması hususunda açıkça gayret sarfettiğinin<br />

dikkat çektiğine işaret ediyor, agm, s. 1.<br />

7 HOFFMANN s. 1; PIRRUNG s. 513.


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

UNCITRAL’in yeni tahkim kuralları hazırlanmasının temelinde gelişmekte<br />

olan ülkelerin bilhassa kurumlaşmış tahkime karşı olan güvensizliğinin<br />

yattığı resmî kayıtlarda olmasa bile bu konudaki literatürde belirtilmektedir<br />

8 . Gelişmekte olan ülkelerin, mevcut tahkim müesseselerinde<br />

bir “yeni sömürgecilik imajı” gördükleri ve bunlara kuşku ile baktıkları<br />

yolunda görüşlere de rastlanmaktadır 9 .<br />

3. UNCITRAL Tahkim Kurallarının Niteliği ve Uygulama Alanı<br />

UNCITRAL Tahkim kurallarında kurumlaşmış bir tahkim söz konusu<br />

değildir. Yerleşik bir tahkim idaresi, tahkim sekreterliği, hakemler listesi<br />

ve Milletlerarası Ticaret Odasında (ICC) olduğu gibi hakem faaliyetinin<br />

denetimi gibi hususlar söz konusu değildir 10 . Burada sadece ad-hoc bir<br />

tahkim için kurallar tavsiye edilmektedir. Ancak bütün bunlar bir eksiklik<br />

olarak düşünülmemelidir. Zira bu kuralların temelinde kurumsal tahkime<br />

olan, ancak belki de açıkça ifade edilmeyen, güvensizlik yatmaktadır. UN-<br />

CITRAL tahkim kuralları, milletlerarası nitelikteki sözleşme müzakerelerinde<br />

ihtilâfların halli hususunda uzun müzakerelere girişilmesine lüzum<br />

bırakmaksızın yapılacak bir atıfla meselenin çözülmesi imkânını hazırlamaktadır<br />

11 . Taraflar atıfla birlikte gerekli gördükleri, UNCITRAL kuralları<br />

ile bağdaşmayan, değişiklikleri yapabilirler; bu durumda UNCITRAL kuralları<br />

bu farklı düzenlemeler dışında uygulanabilecektir.<br />

UNCITRAL kuralları, 1’inci maddedeki ifadeye rağmen 12 sadece sözleşmelerden<br />

doğan ihtilâflara hasredilmiş sayılamaz. Haksız fiilden doğan<br />

ihtilâflarda da bu kurallar yürüyebilir. Ancak burada bu hususun tahkim<br />

sözleşmesi veya tahkim şartında yer alması gerekli olacaktır 13 . Zira Mo-<br />

8 RAUH s. 2; HOFFMANN s. 2; PIRRUNG s. 513.<br />

9 Bkz. dn. 7.<br />

10 Bkz. PIRRUNG s. 514.<br />

11 Bazı yazarlar UNCITRAL kurallarının, milletlerarası tahkim hukuku kurallarına yabancı<br />

bulunan gelişmekte olan ülkelere bir hukuki “Gelişme hizmeti” de vereceğine<br />

inanmaktadırlar, Reichert - Facilides, aynı görüşte olan HOFFMANN’dan naklen s. 3.<br />

12 1/1 Where the parties to a contract have agreed in writing that disputes in relation to<br />

that contract shall be refferd to arbitration under the UNCITRAL Arbetration Rules,<br />

then such disputes shall be settled in accordance with these Rules subject to such<br />

modification as the parties may agree in writing.<br />

13 Bkz. RAUH s. 3, mamafih sözleşmeden doğan sorumluluk ile haksız fiil sorumluluğu<br />

arasında bir yarışma söz konusu ise bu gereklilik aranmayacaktır, bkz. SCHWAB s. 19,<br />

161


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

del olarak tavsiye edilen tahkim şartında, sadece sözleşmelerden doğan<br />

ihtilâflardan söz edilmektedir 14 . Buna mukabil sözleşmenin geçerliği hususuna<br />

bağlı olarak ortaya çıkan sebepsiz zenginleşme talepleri hakkında<br />

hüküm verilebilmesi için tavsiye edilen tahkim şartı formülüne atıf yapılmış<br />

olması yeterli görülmektedir 15 .<br />

UNCITRAL kuralları tarafların iradesinden bağımsız, riayeti gerekli<br />

hukuk kuralları değildir. Böyle olabilmesi için bir devletler hukuku sözleşmesinin<br />

konusunu teşkil etmeleri gerekirdi 16 . Şu duruma göre bu kuralların<br />

uygulama alanı bulabilmesi tarafların iradelerine bağlı bulunmaktadır.<br />

UNCITRAL kuralları kendinden evvelki bazı benzerlerinin aksine<br />

(ECE, ECAFE kuralları) belirli bir bölge ile sınırlanmış olmayıp bütün dünya<br />

ülkeleri için öngörülmüştür.<br />

UNCITRAL tahkim kuralları oldukça teferruatlı bir düzenleme getirmiştir.<br />

Ancak ileride ana hatlarını açıklayacağımız bu mekanizma, kuralları<br />

hazırlayan uzmanlara göre UNCITRAL tahkiminin kurumlaşmış bir<br />

tahkim olmasını engellemenin çaresi idi 17 .<br />

162<br />

4. Uygulamada UNCITRAL Tahkim Kuralları<br />

UNCITRAL tahkim kurallarının, ECE ve ECAFE kurallarına nisbetle<br />

daha geniş bir uygulama alanı bulduğu söylenebilir. Endüstrileşmiş batı<br />

ülkeleri arasında UNCITRAL’in fazla bir uygulama alanı bulamayacağı<br />

buna mukabil bu kuralların doğu - batı veya kuzey- güney ilişkilerinde<br />

pratik bir önem kazanabileceği tahmininin 18 bir ölçüde gerçekleştiği görül-<br />

GLOSSNER Das Schiechgericht in der Praxis 2. Aufl. 1978 s. 25 No. 11; BGH NJW 1965,<br />

300; bkz. ayrıca Yavuz ALANGOYA, Medeni Usul Hukukumuzda Tahkimin Niteliği ve<br />

Denetlenmesi, 1973, s. 208.<br />

14 Model Arbitration Clause: Any dispute. controversy or claim arising out of or relating<br />

to this contract, or the breach, termination or invalidity there of, shall be settled by<br />

arbitration in accordance with the UNCITRAL Arbitration Rules as at precent in force.<br />

15 PIRRUNG s. 515.<br />

16 PIRRUNG s. 514; HOFFMANN s. 4, yazar bu kuralların ileride bazı başka örneklerde<br />

olduğu gibi bir çeşit milletlerarası ticari teamül hukuku haline gelebileceğine ve bu<br />

durumda, taraflarca sarahaten anlaşma konusu yapılmamalarına rağmen yorumlayıcı<br />

ve tamamlayıcı bir fonksiyon kazanabileceklerine işaret etmektedir.<br />

17 Dr. Ottoarndt GLASSNER, Die UNCITRAL - Schiedsordnung in der Praxis, RIW/AWD<br />

März 1978, s. 142.<br />

18 GLOSSNER RIW/AVD März 1978 s. 143.


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

mektedir. Meselâ Asya-Afrika Hukuki Dayanışma Konseyi Kuralları Tahkim<br />

Merkezinde UNCITRAL kurallarının uygulanacağı kabul edilmiştir 19 .<br />

Bu kurallara milletlerarası ticari ilişkilerde oldukça sık atıf yapıldığı görülmüştür.<br />

UNCITRAL kuralları, bilhassa Amerika Birleşik Devletleri ile<br />

Sovyetler Birliği arasındaki ekonomik ilişkiler bakımından Amerikan Tahkim<br />

Birliği (American Arbitration Association) ve Sovyet Ticaret ve Sanayi<br />

Odasının UNCITRAL kurallarını gösteren bir tahkim şartı tavsiye etmeleri<br />

ve USA ile İran arasındaki ticari taleplerin tasfiyesi işinin UNCITRAL<br />

kurallarına uygun olarak bir hakem mahkemesine bırakılması dolayısı ile<br />

dikkat çekmiştir; Londra Hakem Mahkemesi Kuralları (London Court of<br />

Arbitration Rules) da bu kurallardaki boşlukların UNCITRAL kuralları ile<br />

tamamlanacağını ve tarafların tahkim yargılamasında bu kuralların uygulanmasını<br />

kabul edebileceklerini öngörmüştür 20 .<br />

Bugün Türk şirketlerinin yabancı ortaklarla aktettiği gerek ortaklık anlaşmalarında<br />

gerek satım, lisans, teknik yardım anlaşmaları gibi anlaşmalarda<br />

artan ölçüde UNCITRAL kurallarına atıf yapıldığı görülmektedir 21 .<br />

19 ŞANLI Cemal, Milletler Arası Ticarî Tahkimde Uygulanacak Hukuk, 1986 s. 98 dn. 284.<br />

20 Karl Heinz BÖCKSTIEGEL, Die UNCITRAL - Verfahrensordnung für Wirtschaftsschiedsgerichtsbarkeit<br />

und das anwendbare nationale Recht. RIW/AWD Oktober 1982 s.<br />

706; Gerold HERRMANN Die UNCITRAL - Vergleichsordunung, ZZP 97 s. 446; ŞANLI<br />

s. 98 dn. 284. UNCITRAL daha sonra Uzlaşma Yönetmeliği (4.12.1980) ve milletlerarası<br />

ticari tahkim yargılamasının birleştirilmesi amacı ile bir model kanun taslağı da<br />

(11.12.1985) tavsiye etmiştir; Karl Heinz SCHWAB, Das Uncitral-model law und das<br />

deutsche Recht, Festschrift für Heincirh Nagel zum 75. Geburtstag s. 427 ve son.; Gerold<br />

HERRMANN, The Uncitral Model Law On International Commercial Arbitration<br />

- Its Salient Features and Prospects (ICC’nin 8’inci toplantısına sunulan rapor, 21 - 23<br />

Eylül 1988, İstanbul).<br />

21 Bu gelişmede Yargıtay’ın yabancı ülkelerde de dikkat çeken ünlü «Keban Kararı»nın<br />

da (15. HD. 10.3.1976 E. 1617/1052; İKİD N. 202, s. 5670 - 5671) bir rol oynadığı söylenebilir.<br />

Gerçekten Milletlerarası Ticaret Odası (ICC) Tahkim Yönetmeliğinin 21’inci<br />

maddesi dolayısı ile bu tahkim faaliyetinin Türk kamu düzenine aykırı olduğu yolundaki<br />

sonuç bu kuralların uygulanması açısından yabancılarda ciddi tereddütler uyandırmıştır<br />

(Sözü geçen 21’inci maddeye göre, hakem, hakem hükmünün imzalanmasından<br />

evvel hüküm taslağını (faaliyeti yargısal nitelikte olmayan, üyeleri odanın idare<br />

meclisi tarafından seçilen, (bkz. Yüksek Hakem Mahkemesi Makamı Yönetmeliği m. 1<br />

ve son.) Yüksek Hakem Mahkemesi Makamına sunmak mecburiyetindedir. Bu makam<br />

şeklî değişiklikler yapabilir ve «hakemin hüküm vermedeki serbestisini koruyarak» hakem<br />

hükmünün esasına ilişkin noktalarda hakemin dikkatini çekebilir. Yüksek Hakem<br />

Mahkemesi Makamının şeklen onaylamadığı hiçbir hakem hükmü verilemez.<br />

ICC’nin 1988 yılındaki İstanbul Toplantısında Tahkim ile ilgili olarak verilen bir tebliğ<br />

de (S.S. Tekinay, La position de la Turquie dans le domaine de l’arbitrage commercial<br />

163


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

164<br />

international) Yargıtay’ın sonraki bir kararında (Yarg. 11 HD 19.12.1985, 7335/7099) bu<br />

görüşünü değiştirdiği ve 5590 sayılı kanunun 2567 sayılı 24.12.1981 tarihli Kanun ile<br />

değiştirilmiş 62/e maddesi hükümü dolayısı ile artık ICC tahkiminin kamu düzenine<br />

aykırılığının ileri sürülemeyeceği yolunda bir görüş savunulmuştur. Ben bu çalışmada<br />

21’inci maddenin değerlendirilmesinin yapılması gerektiği kanaatinde değilim. Ancak<br />

bu kararla Yargıtayın görüşünün değişmediği konusuna kısaca değinmenin yararlı olacağını<br />

düşünüyorum. Sözü geçen karar aynen şöyledir: «Davacı vekili, müvekkili ile<br />

davalı şirket arasındaki uyuşmazlığın, tarafların anlaşmaları gereğince Uluslararası Ticaret<br />

Odası Hakemliğince çözülmesi için hakem tayini cihetine gidildiğini, bu odanın<br />

aracılığıyla Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Ali Bozer’in tek hakem<br />

olarak tayin edildiğini, tarafların hakemleri görevlendirme belgesinde hakemlik prosedürünün<br />

Türk Kanununun otoritesi altında cereyan edeceğinin kararlaştırıldığını,<br />

Hakem Prof. Ali Bozer tarafından verilen 2.1977 günlü Hakem Kararının tam anlamı ile<br />

Türk Kanunları otoritesi altında verilmiş Türk Hakem kararı olduğunu, davalı şirketin<br />

hakem kararında belirtilen borcun dört taksitte ödemeyi kabul ettiği halde sonradan<br />

bu kararın bir Türk mahkemesi tarafından tebliğ edilmediği ifade ederek ödemeden<br />

imtina ettiklerini belirterek, dava konusu hakem kararının tasdikine karar verilmesini<br />

talep ve dava etmiştir.<br />

Davalı vekili, zamanaşımı talebinde bulunmuş, ayrıca tasdiki istenen hakem kararının<br />

yabancı hakem kararı olduğunu, bu nedenle tasdikinin istenmeyeceğini, ancak tenfizi<br />

gerektiğini savunarak davanın reddini istemiştir.<br />

Mahkemece, davalının zamanaşımı savunması reddolunarak, iddia ve savunmaya,<br />

ibraz olunan dava konusu hakem kararı suretine ve toplanan tüm kanıtlara nazaran<br />

davanın kabulüne karar verilmiştir.<br />

Hüküm davalı vekili temyiz etmiştir.<br />

Davalı taraf her ne kadar Mahkemenin hakem kararının tasdikine ilişkin 16.10.1985<br />

günlü kararını temyiz etmiş ise de tasdik yetkisi HUMK. 536 maddesi hükmü gereğince<br />

mahkeme başkanına ait olup bu tasdik keyfiyeti kabili temyiz değilse de, Dairemizce<br />

davalının bu dilekçesi hakem kararının temyizi olarak kabul edilmiş ve hakem kararına<br />

göre Türk hukuku uygulanmış ve Hakem mahkemesi de Türkiye’de karar vermiş<br />

olmakla gerek (otoritesi altında verilen Hukuk) kriteri, gerekse (Hakem mahkemesi nin<br />

toplandığı yer Hukuku) kriterine göre işbu hakem kararının bir Türk Hakem kararı olarak<br />

kabulü gerekmesine ve Paris Uluslararası Ticaret Odası’nın sadece Hakemi seçen<br />

Merci ve sekretarya görevi yapmış bulunmasına göre hakem kararı tenfize değil tasdike<br />

tabi olması lazım gelmekle, davalı vekilince ileri sürülen temyiz itirazları HUMK. nun<br />

533. maddesinde sayılan sebeplerden olmadığından reddi gerekir» (Yarg. 11. HD. nin<br />

985/7355 Esas, 985/7099 karar sayılı ilâmı - Yayınlanmamıştır).<br />

Yargıtay 11’inci HD. nin 19.12.1985 tarihli bir kararı ile Keban kararındaki çözümden<br />

vazgeçtiği yolundaki görüşe katılmak mümkün değildir. Zira açıkça belirtildiği üzere<br />

bu karara konu olan olayda «Paris Uluslararası Ticaret Odası sadece hakemi seçen<br />

Merci ve sekreterya görevi yapmış» ve hakem yargılamasının Türk Kanununun otoritesi<br />

altında cereyan edeceği (yani Türk Usul Kanununun hükümlerinin uygulanacağı)<br />

öngörülmüş ve buna göre yargılama yapılmış ve karar verilmiştir. Yani kısacası ICC<br />

Tahkim Yönetmeliğinin 21’inci maddesinin uygulanması söz konusu olmamıştır. Bu<br />

sebeple 1985 kararından hareketle Yargıtay’ın Keban kararındaki kamu düzenine aykırılık<br />

çözümünü terkettiği şeklinde bir sonuca varmak mümkün değildir.<br />

5590 Sayılı Kanunun 2567 Sayılı Kanunla muaddel 62/e maddesi hükmüne dayanan


II. UNCITRAL Tahkim Kurallarının Açıklanması<br />

UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

UNCITRAL Tahkim Kurallarını açıklarken klâsikleşmiş ve kuralların<br />

isstematiğine de uygun bir sıray uyulacak, önce tahkim anlaşması, hakemlerin<br />

tayini ve hâkem mahkemesinin oluşturulması, tahkim yargılaması ve<br />

hakem kararını düzenleyen hükümler ana hatları ile incelenecektir.<br />

1. Tahkim Sözleşmesi<br />

a) Tahkim sözleşmesinin yazılı olması gereği Yönetmeliğin m. 1, f. 1<br />

hükmünde yer almaktadır (bkz. HUMK 517). Hüküm tahkim sözleşmesi<br />

ile tahkim şartı hususunda herhangi bir ayırım gözetmemiştir. Bazı hukuk<br />

düzenlerinden farklı olarak bizim hukukumuzda tahkim şartı geçerlidir,<br />

HUMK m. 516 22 .<br />

Tahkim sözleşmesinin geçirlik şartları bu sözleşmeye uygulanacak kanuna<br />

tâbi olacaktır 23 . Yazılı şeklin ne olduğu hususu bilinçli olarak tarif<br />

edilmemiş ve sözleşmeye uygulanacak milli kanuna bırakılmıştır 24 .<br />

Tahkim sözleşmesinin muhtevasından tarafların ihtilâflarının UN-<br />

CITRAL kurallarına göre halledilmesini istedikleri anlaşılmalıdır. Tahkim<br />

anlaşmasında UNCITRAL kurallarının uygulanması isteği açık olarak<br />

anlaşılmamakla beraber tahkime gitme irâdesi sarih olabilir. Bu takdirde<br />

tahkim sözleşmesi geçerli olur. İhtilâfın münhasıran tahkim yolu ile hal-<br />

gerekçeye gelince: Bu hükme göre Türkiye Ticaret Sanayi, Deniz Ticaret Odaları ve<br />

Ticaret Borçları Birliği’nin görevlerinden biri de «Milletlerarası Ticaret Odası Türkiye<br />

Milli Komitesi kurmak ve işlerini yürütmek»tir. Bu hükümden hareketle, artık ICC tahkim<br />

prosedürü içinde verilmiş olan hakem kararlarının kamu düzenine aykırı görülemeyeceği<br />

gibi bir sonuca varmak mümkün değildir. Türk mevzuatında yabancı hakem<br />

kararlarının tenfizi şartları ve tenfize karar verilmesinin esasları tesbit edilmiştir. Bu<br />

hususta yetkili olan Türk mahkemeleridir (MÖHÜK m. 43 ve son). Tamammen idari nitelikli<br />

bir yasa hükmünden ICC tahkimi açısından tebliğde savunulan sonuca varılması<br />

bana mümkün görünmüyor. Yukarıda da belirtildiği gibi söz konusu hüküm tahkim<br />

faaliyeti ile birlikte başkaca önemli faaliyetleri de bulunan ICC için Türk Komitesinin<br />

kurulması husususda görev ve yetkilendirmeyi amaçlamaktadır.<br />

22 Bkz. Alman hukuku için SAREİKA Zu den Begriffen in der Schiedsgerichtsbarkeit, ZZP<br />

1977 s. 285 ff.<br />

23 PIRRUNG s. 515, yazar sözlü bir tahkim sözleşmesine cevaz veren bir hukuk düzeninde<br />

(meselâ ZPO § 1027 f. II) m. 1/1 hükmünün tahkim sözleşmesinin şifahi bir tâdiline<br />

engel teşkil etmeyeceğini söylemektedir, ancak taraflar sözleşmeye uygulanacak kanundaki<br />

bu gibi hükümlere rağmen yazılı şekli kesin olarak istemiş olabilirler.<br />

24 RAUH s. 7, 8<br />

165


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ledilmesi irâdesi anlaşılmıyor ise bu takdirde tahkim anlaşması geçerli olmayacaktır<br />

25 .<br />

Tahkim sözleşmesinin geçerliği, ihtilâf konusunun tasarruf edilebilecek<br />

veya diğer bir deyişle geçerli bir sulh akdine mevzu olabilecek nitelikte<br />

olmasına (objektif bakımdan tasarruf veya sulh imkânı, bkz. HUMK<br />

m. 518) ve tahkime müracaat hususunda tarafların sübjektif bakımdan da<br />

tasarruf ve sulh imkânını haiz olmalarına bağlıdır (sübjektif tasarruf veya<br />

sulh imkânı, yani tarafların buna ehil olması) 26 . Bu hususlarda da UN-<br />

CITRAL kurallarında herhangi bir hüküm yer almamakta, bu hususlar da<br />

tahkim sözleşmesine uygulanacak kanuna bırakılmış bulunmaktadır.<br />

b) Yönetmeliğin m. 1/2 hükmü genel bir kural getirmiştir: tahkim yargılaması<br />

tarafların aksine anlaşmaları ve uygulanacak kanunun taraflarca<br />

uygulama dışı bırakılamayacak kuralları hariç bu tahkim yönetmeliği hükümlerine<br />

tâbi olacaktır.<br />

Bu kurala göre taraflar sarih bir beyanda bulunmuş olmasalar da tahkim<br />

yargılamasına uygulanacak kanun, yönetmeliğin içerdiği hükümlere<br />

aykırı ve uygulanmasından vazgeçilemeyecek bir hüküm ihtiva ediyorsa<br />

yönetmeliğin hükmü değil kanunun hükmü uygulanacaktır. M. 1/2 hüküm<br />

dolayısı ile, taraflar genel bir şekilde UNCITRAL Yönetmeliğine atıf yapsalar<br />

ve bu Yönetmeliğin bazı kuralları tahkime uygulanacak milli kanunun<br />

bazı emredici hükümlerine ayrırı olsa yönetmeliğin ilgili hükümleri yerine<br />

uygulanacak milli kanunun emredici hükümleri tatbik edilecek ve tahkim<br />

geçerli olmaya devam edecektir. Bir bakıma bu hükmün açıklayıcı nitelikte<br />

olduğu, böyle bir hüküm olmasa idi dahi aynı sonuca varılması gerektiği<br />

yolundaki görüşler 27 doğrudur. Fakat bu hükmün sadece Yönetmeliğe atıf<br />

yapılmış olması halinde, Yönetmelik hükümlerinin uygulanabilir kanunun<br />

emredici hükümleri ile çatışması durumunda tahkimin geçersizliğine<br />

mi yol açacağı yolundaki tereddüdü ortadan kaldırdığı kabul edilebilir.<br />

Ancak taraflar yönetmelik hükümlerinin eksiksiz uygulanmasını tahkimin<br />

sarih olarak geçerlik şartı haline getirmişlerse, uygulanacak milli kanunda<br />

yönetmelik hükümleri ile çelişen emredici bir kural bulunması tahkim<br />

sözleşmesini ve yargılamasını geçersiz kılabilecektir.<br />

25 Bu konuda geniş açıklama için bkz. ALANGOYA s. 20 ve son.<br />

26 Bkz. ALANGOYA s. 82 ve son.<br />

27 PIRRUNG RIWIAWD 1977 s. 514; BÖCKSTİEGEL RIW/AWD 1982 s. 708; RAUH s. 9.<br />

166


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

Açıklaması yapılan m. 1/2 hükmü yönetmeliğin 15’inci maddesi ile<br />

birlikte mütalâa edildiği takdirde varılacak diğer bir sonuç da şu olmaktadır:<br />

Eğer Yönetmelikte yargılama çerçevesinde bir hususa uygulanacak<br />

bir hüküm yoksa hakemler, uygulanabilecek milli kanunun hükümlerini<br />

uygulamak zorunda olmayacaklar, taraflar arasındaki eşitliği bozmamak<br />

kaydı ile takdir haklarını kullanarak bir düzenleme getirebileceklerdir 28 .<br />

c) Burada Yönetmeliğin söz konusu 1’inci maddesinde sözü geçen tahkimin<br />

geçerlik şartlarının tayini ve emredici kurallarına uyulması gereği<br />

bakımından önem taşıyan tahkim yargılamasına uygulanabilir milli hukukun<br />

nasıl tâyin edileceği meselesine de kısaca değinmek gerekecektir 29 .<br />

Bir kere Yönetmelik bunun hangi hukuk olduğu yolunda bir hüküm<br />

ihtiva etmemektedir.<br />

Taraflar bu hukuku kendi iradeleri ile tâyin edebilirler 30 . Bu durumda<br />

yönetmeliğin boşluklarının bu hukuk hükümleri ile tamamlanılmasını<br />

ve bu hukukun emredici kurallarının yönetmeliğin hükümleri yerine geçmesini<br />

istedikleri sonucuna varılabilir. Ancak tarafların bu yolda bir tesbit<br />

yapmış olmaları, tahkim yargılamasını ve kararını kendi hukukunun emredici<br />

kurallarına göre değerlendirecek olan (meselâ hakem kararının tenfiz<br />

edileceği ülke) ülkeyi bağlamaz veya belki daha doğru bir ifâde ile ancak<br />

kendi mevzuatı çerçevesinde bağlar (bkz. meselâ MÖHUK m. 45/b, c, e, h).<br />

Tenfiz tâlep edilen ülke hukuku bazı hususların tarafların tahkimi tâbi<br />

tuttukları kanuna göre inceleneceğini öngörebilir (bkz. MÖHUK m. 45/f).<br />

Bu durumlarda tahkime uygulanabilir hukukun tesbiti önem kazanacaktır.<br />

Taraflar bu hukuku tesbit etmemişlerse başka bir hususun, tahkim yerinin<br />

tesbit edilmiş olması da hallerde o yer hukukunun uygulanabilir milli hu-<br />

28 BÖCKSTİEGEL’e göre s. 708; uygulanabilecek milli kanunun genel olarak uygulanabilirliği<br />

yolunda Pieter SANDERS’in görüşü (Commentary on UNCITRAL Arbitration<br />

Rules, In Yearbook Commercial Arbitration, s. II - 1977, s. 195) herhangi bir pozitif dayanaktan<br />

yoksundur ve yönetmeliğin 1/2 ve 15’inci hükümlerine de aykırıdır. ICC’nin<br />

11’inci maddesinde ve (bkz. metin için SCHWAB s. 477 ve son) Dünya Bankası Yatırımlar<br />

Tahkimine ilişkin Konvansiyonun 44’üncü maddesined (bkz. Schlosser 2’nci cilt s.<br />

62) aynı kural, yani boşluk halinde hakemlerin takdir hakkı ile düzenleme yapacakları<br />

öngörülmüştür, buna mukabil Deutsche Ausschusses für Schiedsgerichtwesen § 1’de<br />

tamamen aksine bir düzenleme getirilmiştir (bkz. SCHWAB s. 528, 529).<br />

29 Söz konusu olan ihtilâfın esasına uygulanacak maddi hukuk değil, fakat tahkim yargılamasını<br />

yönetecek hukuktur.<br />

30 Bkz. BÖCKSTIEGEL RWD/AWD 1982, s. 709.<br />

167


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kuk olarak istendiği şeklinde yorumlanabilir. MÖHUK tarafların anlaşması<br />

olmayan hallerde bazı hususlarda «hakem hükmünün verildiği yer» hukukunu<br />

esas almıştır, m. 48 f, g, i.<br />

UNCITRAL Yönetmeliğinin 16’ncı maddesi taraflarca kararlaştırılan<br />

tahkim yerinin hakem mahkemesi bakımından bağlayıcı olduğunu belirtmektedir.<br />

Tarafların tahkim yerini seçmelerinin o yer hukukunun tahkim<br />

yargılamasına uygulanabilir milli kanun olarak seçmeleri şeklinde yorumlanabileceği<br />

kabul edilmektedir 31 .<br />

Yukarıda da belirtildiği üzere tarafların yargılamaya uygulanacak hukuku<br />

sarih ya da zımni olarak tesbit etmemiş olmaları halinde hakemler yönetmeliğin<br />

boşluklarını herhangi bir kanun dikkate almak mecburiyetinde<br />

olmadan taraflar arasındaki eşitliği bozmamak kaydı ile kendi takdir haklarına<br />

göre doldurabileceklerdir 32 . Ancak bu husus tahkim yargılaması bakımından<br />

hangi hukukun esas alındığını tesbit gereğini ortadan kaldırmaz.<br />

Zira hakemler de bu hukukun emredici kuralları (Art. 1/2) ile bağlıdırlar 33 .<br />

Tahkim yargılamasını tâbi olduğu hukuk düzeninde hakemlerin uymak<br />

mecburiyetinde oldukları kurallar UNCITRAL Tahkim Yönetmeliğinde,<br />

tarafların uygulanmasından kaçınamayacakları («...from which the<br />

31 Bkz. BÖCKSTIEGEL s. 710.<br />

32 BÖCKSTİEGEL (s. 708), SANDER’in, hakemleri taraflar tayin etmemişlerse hakem mahkemesi<br />

yerinin milli hukukunun genel bir uygulama alanı bulacağı yolundaki görüşünün<br />

(s. 195) dayandığı bir mesnet bulunmadığını söylemektedir. Tarafların uygulanacak<br />

milli hukukun hakemler tarafından tesbit edileceği yolunda anlaşmaları halinde<br />

bu husus hakemlerin kararına göre tayin edilecektir.<br />

33 Verilmiş olan hakem kararının yabancı olup olmadığının hakem kararının milli usul hukukuna<br />

göre mi yabancı usul hukukuna göre mi verilmiş olduğuna göre tesbit edileceği<br />

doktrin ve içtihatlarda kabul edilmektedir, ROSENBERG/SCHWAB Zivilprozessrecht<br />

(1986) § 179 III, 1 s. 1195 ve orada dn. 21 dn. zikredilen yazarlar ve BGH 21, 365; Bkz.<br />

SCHWAB s. 222 ve dn. 7’deki yazarlara ve kararlara; ÜSTÜNDAĞ Saim, Yabancı Hakem<br />

Kararı Kavramı (II. Tahkim Haftası, 1984 s. 8 ve son.); KURU Bâki, Hukuk Muhakemeleri<br />

Usulü 4. cilt 1984 s. 4111 ve son., Yargıtay da (HGK 7.11.1951, 126/109; Tatbikatta Yargıtay<br />

Kararları N. 34 s. 890) hakem kararı yabancı bir kanun otoritesi altında verilmiş ise<br />

o kararın yabancı bir hakem kararı olacağını kabul etmiştir. Ancak bu hukukun hangisi<br />

olduğunu tayin her zaman kolay olmaz. Taraflar bu konuda sarih veya zımni herhangi<br />

bir irâde açıklaması yapmamışlarsa bu noktada başka hususlar dikkatle alınarak sonuca<br />

varılması söz konusu olabilecektir. Bkz. SCHWAB s. 380 ve son., ÜSTÜNDAĞ, Medenî<br />

Yargılama Hukuku (cilt II) Kanun Yolları ve Tahkim, 4. Bası 1984, s. 195; bkz. 15. HD.<br />

10.3.1976, E. 1617/1052; İKİD. N. 202, s. 5670-5671 (Keban Kararı); bu kararda ifade olarak<br />

mülkilik esası kabul edilmiş görünmekte ancak kararın uygulanacak usul hukuku<br />

esasına göre de Türk hâkem kararı sayılamayacağı açıklanmaktadır.<br />

168


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

parties cannot derogate...») kurallar şeklinde ifade edilmektedir. Burada<br />

hakemlerin uygulanacak milli kanundaki emredici kuralların bütünü ile<br />

mi bağlı olduğu meselesi sadece UNCITRAL kuralları için değil milletlerarası<br />

tahkim açısından önem kazanmaktadır 34,35 .<br />

2. Hâkem Mahkemesinin Kurulması<br />

a) Hakem mahkemesi, taraflar tahkim sözleşmesinde başka bir şekilde<br />

anlaşmış olmadıkça veya dâvanın dâvalıya bildirilmesinden itibaren 15<br />

gün içinde taraflar tek hakem üzerinde mutabık kalmadıkça üç hakemden<br />

oluşacaktır, m. 5.<br />

34 ALANGOYA s. 186 ve son. Fransız hukuku iç tahkim ile milletlerarası tahkim açısından<br />

kamu düzeni kapsamını farklı tayin etmiş ve milletlerarası tahkim açısından daha<br />

liberal bir kamu düzeni («ordre public international») kavramı öngörmüştür, bkz. Art.<br />

1502/5; bazı durumlarda hangi kuralların emredici olduğunun sayıldığına da rastlamak<br />

mümkündür. İsviçre hakem mahkemeleri Konvansiyonunun 1’inci maddesinin 3’üncü<br />

fıkrasında böyle bir sayım yapılmış ve Konvansiyonun Art. 2/2, 3; 4-9; 12; 13; 18-21;<br />

22/2; 25, 26-29; 31/3, 33/Ia - f, 2. 3 ve 36-46’ncı madde hükümlerinin emredici olduğu<br />

tavzih edilmiştir, bunlar arasında tahkim sözleşmesini düzenleyen hükümler, hakemlerin<br />

reddine ilişkin hükümler, mahkemelerin tahkime müdahalelerine ilişkin hükümler,<br />

hakem hükmünün muhtevasını düzenleyen hükümler, hakem kararlarının iptalini<br />

düzenleyen hükümler yer almaktadır; mesele bilhassa tenfiz ülkesi mahkemeleri açısından<br />

önem taşıyacaktır; tabiatıyla burada somut olarak bir sınırlama yapmak ve iç<br />

ve milletlerarası kamu düzeni kavramlarını tarif mümkün değildir. Bu ayırım İkinci<br />

Haag Konferansının 3. Komisyon Raporunda şu şekilde belirtilmiştir: İç kamu düzeni,<br />

yurttaşlara anlaşma yolu ile kaçınma müsaadesi verilmemiş olan kanuni hükümlerin<br />

tümünü ifâde eder. Bu bütün içinde, bizzat kanun koyucunun memleketinin toplumsal<br />

veya anayasal düzenini değiştirmeden, sarsmadan veya yıkmadan vazgeçilemeyecek<br />

hükümler kendi başlarına bir kategori teşkil ederler: Uluslararası bakış açısından kamu<br />

düzenini teşkil eden yalnızca bu sonuncu kanunlardır», bkz. ALANGOYA s. 186-187<br />

35 Yargıtay 1976 tarihli kararında ICC’nin Tahkim Yönetmeliğinin 21’inci maddesi dolayısı<br />

ile bkz. yukarıda dn. 21, hakemlerin bağımsızlığının ihlâli noktasından hareketle bu<br />

hakem yargılamasını kamu düzenine ayrırı görmüştür; bu konuda aksi fikri için bkz.<br />

NOMER Ergin, Yabancı Hakem Mahkemesinin Bağımsızlığı, Milletlerarası Hukuk ve<br />

Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, 1984 sayı 1 sahife 30, 31; aynı istikamette ŞANLI s.<br />

81, 82; Bu çalışmanın kapsamı bu meselenin tartışılmasına hem müsait değildir, hem<br />

de bu tartışmaya burada gereklilik bulunmamaktadır; ancak hakemlerin bağımsızlığını<br />

kaybettiği hususunda tereddüt doğmasının yeterli olmadığı, bu hususun hakem kararında<br />

belirli hale gelmesi gerektiği yolundaki görüşü usul hukuku esasları çerçevesinde<br />

izâhının çok güç olduğunu, bu hususun hakem kararında nasıl «belirleneceğini»<br />

veya «somutlaşacağının» anlamanın mümkün olamayacağını; ayrıca 21’inci maddedeki<br />

müdahâle sayesined ICC hakem kararlarının «tenfizinin garantilendiği» gerekçesinin<br />

tatminkâr bulunmadığını ve müdahâlelerin hakemlerin karar özgürlüğünü «sınırlamadığı»<br />

görüşünün gerekçelendirmeye muhtaç olduğunu söylemekle yetineceğiz, bkz.<br />

ayrıca SCHLOSSER, Hakem Mahkemelerinin Maddi Bağımsızlığı (Çevirenler ÜSTÜN-<br />

DAĞ, TANVERDİ Mücahit) İstanbul Barosu Dergisi 1987 Sayı 1, 2, 3, s. 5 ve son.<br />

169


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Hakem mahkemesinin tek hakemden oluştuğu hallerde taraflardan<br />

her biri (dâvacı ve dâvalı) diğerine, bir veya birden fazla kişinin ismini teklif<br />

eder (m. 6, 1a). Bu teklif prosedürü herhangi bir şekle bağlı değildir 36 .<br />

Üç hakemden oluşma halinde taraflardan her biri kendi hakemini seçecek<br />

ve bu hakemler üçüncü hakemi seçeceklerdir, m. 7, 1 37 .<br />

Tarafların, tek hakem üzerinde anlaşmamaları, üç hakem durumunda,<br />

taraflarca seçilen hakemlerin üçüncü hakemi seçememeleri veya taraflardan<br />

birinin kendi hâkemini seçmemesi durumlarında bunların seçimleri<br />

Uncitral Yönetmeliğinin «tâyin eden merci» (Appointing Authority) olarak<br />

isimlendirdiği (merci) tarafından yapılacak ve tarafları bağlayacaktır,<br />

m. 6,7. Merci, hakemleri bağlayıcı olarak seçme yanında başkaca önemli<br />

görevleri de yüklenmiştir: Yönetmelik mercie, hakemlerin reddi (m. 12)<br />

yenisinin seçimi (m. 13), bazı ücretlerin tesbiti gibi hususlarda (m. 39/3,<br />

4, m. 41/3) yetki tanımıştır. Taraflar hakem sözleşmesini aktederken bu<br />

mercii de tesbit edebilirler. Etmemişlerse ihtilâfın doğmasından sonra da<br />

tebit etmeleri mümkündür, m. 6/b, m. 7/b. Böyle bir mutabakatın da sağlanamaması<br />

halinde tarafların birinin müracaatı üzerine «merci» Den Haag’daki<br />

Daimi Hakem Mahkemesi Genel Sekreterliğince seçilecektir. Kurumsal<br />

hakem mahkemeleri dışındaki Ad Hoc bir tahkimde bir üçüncü<br />

şahsın hakem mahkemesinin kurulması ve fonksiyonu üzerinde önemli<br />

ölçüde etkili olması UNCITRAL tahkiminin önemli bir özelliğini teşkil etmektedir<br />

38 . UNCITRAL Yönetmeliğinin uygulanmasını öngören tarafların,<br />

tahkim sözleşmelerinde merciyi de belirlemeleri en uygun yol olur ve bu<br />

suretle zamandan ve masraftan büyük ölçüde tasarruf sağlanır.<br />

Merciin hakemleri seçmesi 39 tek hakemli ve üç hakemli hakem mahkemelerinde<br />

bazı özellikler gösterir. Tek hakemli hakem mahkemesinde bu<br />

36 PIRRUNG RIW/AWD 1977 s. 516.<br />

37 Üçüncü hakemin de taraflarca seçilmesine herhangi bir engel yoktur, PIRRUNG aynı yer.<br />

38 RAUH s. 20; Genel sekreter’in buradaki yükümlülüğünün devletler umumi hukukuna<br />

değil özel hukuka tabi olduğu kabul edilmektedirk, PIRRUNG RIW/AWD 1977 s. 514;<br />

RAUH s. 22.<br />

39 Merciden, 6 ve 7’nci maddelere göre seçim talebinde bulunan tarafın mercie ihtilâfın<br />

ilişkin bulunduğu sözleşmenin, eğer sözleşme ihtiva etmiyorsa tahkim sözleşmesinin<br />

bir suretini ve tahkim yargılamasının başladığı bildiriminin bir suretini gönderecektir;<br />

merci de görevinin yerine getirilmesi için gerekli gördüğü bilgileri taraflardan talep<br />

edebilir, m. 8/1.<br />

170


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

hakemin seçiminde anlaşamamaları halinde ve taraflardan birinin müracaatı<br />

üzerine merci, tarafların aksine anlaşmaları olması veya kendisinin<br />

somut olay açısından uygun olmadığı sonucuna varması halleri hariç, liste<br />

usulü (list procedure) denilen bir prosedürü takip ederek seçimini yapacaktır.<br />

Merci, talep üzerine her iki tarafa da asgari üç ismi ihtiva eden bir<br />

liste gönderecektir 40 . Taraflar bu listeyi aldıklarından itibaren 15 gün içinde<br />

listeyi, itirazı olduğu isimleri çizerek ve diğerlerini bir tercih sırasına<br />

koyarak geri gönderecektir. Merci, hakemi tarafların listelerinde çizilmemiş<br />

ve tarafların sıralamasına uygun olarak seçecektir. Hakemin herhangi<br />

bir sebeple bu usule göre seçilememesi halinde 41 merci, hakemi takdirine<br />

göre seçer, m. 6/3 a-d. Merci hakemi seçerken bağımsız ve tarafsız bir hakem<br />

seçimini sağlayacak hususları dikkate alacak ve hakemin tarafların<br />

tabiyetinde olmamasını hesaba katacaktır, m. 6/4.<br />

İki hakemin üçüncü hakemi seçiminde, ikinci hakemin seçilmesinden<br />

itibaren 30 gün içinde anlaşamamaları halinde üçüncü hakem m. 6’ye göre<br />

merci tarafından seçilecektir, m. 7/3. Eğer merci tayin edilmemiş ve taraflar<br />

sonradan merci üzerinde mutabık kalmamışlarsa önce usulüne göre<br />

merci seçilmek gerekecektir 42 .<br />

Merciin üçüncü hakemi seçme usulü hakkında ihtilâf vardır: Bir görüşe<br />

göre üçüncü hakemin seçimini 7/2 hükmüne göre yapılmalı 43 , diğer<br />

görüşe göre 44 usul m. 6’da öngörülen tek hakem seçimi usulüne göre olmalıdır.<br />

Kanaatimce m. 7/3’deki atfın sarahati muvacehesinde bu durumda<br />

3’üncü hakemin seçiminin m. 6’daki esaslara göre yapılması gerekecektir.<br />

Görüleceği üzere UNCITRAL Yönetmeliğinde hakem mahkemesinin<br />

teşkiledilmesi uzun bir zaman alabilir. sistemin bu şekilde oldukça karmaşık<br />

olmasının sebebi bir müesseseye dayanmayan, tarafsız bir tahkim<br />

yönetmeliği yaratılması amacıdır. Yönetmeliği hazırlayan uzmanlar da sistemin<br />

oldukça karmaşık olduğunu kabul etmektedirler, fakat onlara göre<br />

40 Yönetmelik 2’nci maddesinde tebliğler ve sürelerin hesaplanmasına ilişkin genel bir<br />

hüküm sevketmiştir.<br />

41 Meselâ taraflardan birinin hareketsiz kalması halinde, RAUH s. 23; veya listeler arasında<br />

hiçbir uygunluk bulunmaması durumunda.<br />

42 PIRRUNG s. 516, RAUH s. 25.<br />

43 SANDERS, s. 188; RAUH’da zamandan tasarruf gerekçesi ile bu görüşe katılmaktadır, s.<br />

26.<br />

44 PIRRUNG, s. 516 dipnot 36.<br />

171


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

bu mekanizma UNCITRAL tahkiminin müesseseleşmesine engel olmak<br />

için düşünülebilen tek imkândı 45 .<br />

Ancak taraflar tahkim sözleşmesinde yargılamanın uzamasını engelleyecek<br />

bazı düzenlemeleri yapabilirler. Meselâ merciin belirlenmesi, tahkim<br />

yerinin ve tahkim dilinin tesbiti gibi 46 .<br />

b) Hakemlerin fonksiyonlarının bir yargı fonksiyonu olduğu noktasından<br />

hareketle onların da bağımsız ve tarafsız olması gereğini kabul eden<br />

UNCITRAL tahkim yönetmeliği hakemlerin reddi hususunu da düzenlemiştir,<br />

m. 9-12. Yönetmelikte, tarafların seçtiği hakemlerin onların temsilcisi<br />

olduğu yolundaki, anglosakson hukuk çevresinde kabul edilen husus<br />

benimsenmiş değildir. Bütün hakemlerin bağımsız ve tarafsız olması<br />

gereği öngörülmüş ve bu husus her hakemin reddedilebileceği hükmü ile<br />

ifade edilmiştir 47 . Hakemlerin reddi hususundaki hükümler uygulanacak<br />

iç hukuk açısından kamu düzenini ilgilendirdiği ölçüde yönetmeliğin bu<br />

hükümlerinin uygulama alanı bulması söz konusu olmayacaktır 48 . Aşağıda<br />

temas edileceği üzere UNCITRAL tahkiminde hakemlerin reddi hususundaki<br />

karar mercii tarafından verilecektir. Şimdi, milli hukukta hakemin<br />

reddine ilişkin kararın devlet mahkemesi tarafından verilmesi milletlerarası<br />

hukuk açısından da kamu düzenini ilgilendiren bir hüküm olarak görülüyorsa<br />

yönetmelik hükmü sonucu verilen karar bağlayıcı olamaz 49 . Bu<br />

durumda yani milli hukukun red hakkında devlet mahkemesinin karar ve-<br />

45 GLOSSNER RIW/AWD 1978, s. 142.<br />

46 RAUH s. 29.<br />

47 RAUH s. 37 ve son.<br />

48 Bkz. PIRRUNG RIW/AWD 1977 s. 517; bkz. ayrıca HOFFMANN RIW/AWD 1976 s. 5;<br />

SCHWAB s. 379.<br />

49 Meselâ Alman hukukunda, tarafların devlet mahkemesinden başka bir yeri red kararı<br />

hususunda yetkili kılmalarının geçersiz olduğu genellikle kabul edilmektedir, BGH<br />

24, 3; RG 152, 376; ROSENBERG/SCHWAB (14. bası 1986) s. 1172; KORNBLUM; Entscheidungskompetenz<br />

bei Ablehnung van Schiedsrichtern, ZZP 1970, (80) 36 ve son;<br />

STEIN/JONAS/SCHLOSSER (19. BASI, § 1032 III 5) ihtilâf somutlaştıktan sonra red<br />

hususunda karar yetkisinin devlet mahkemeleri dışında bir üçüncü kişiye verilebileceğini,<br />

bundan evvel yetkilendirmenin kamu düzenine aykırı olacağını belirtiyor;<br />

bu istikamette bir düzenleme olmak üzere Zürih Usul K. Art. 244/5; hukukumuzda<br />

red sebeplerinin tahkim alanında da kamu düzeninden olduğu belirtilmektedir, bkz.<br />

ÜSTÜNDAĞ s. 174; yasadaki red sebeplerinden baştan vazgeçilemeyeceği, ancak red<br />

sebebinin ortaya çıkmasından sonra bu vazgeçmenin mümkün olabileceği hakkında<br />

bkz. SCHWAB s. 90; HUMK. 521/III hükmü hukukumuz açısından da emredici nitelikte<br />

kabul edilmek gerekir.<br />

172


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

receği yolunda emredici bir kural ihtiva etmesi halinde merciin verdiği bir<br />

kararı mevcut ise bunun tamamen fuzuli olduğu sonucuna da varmamak<br />

gerekir. Bu bir ön yargılama kabul edilebilir. Ancak bu husus bu karardan<br />

memnun olmayan tarafın devlet mahkemesine müracaatını engellemez 50 .<br />

Bu mesele tenfiz ülkesi açısından da önem taşıyacaktır. New-York anlaşmasına<br />

göre burada tarafların iradesi öncelik taşımaktadır (Art. V/1 d).<br />

Bu kapsamda olmayan devletlerde ise eğer bu husus kamu düzeninden ise<br />

red hakkında devlet mahkemesince karar verilmemiş olması tenfize engel<br />

teşkil edebilecektir.<br />

Yönetmelik, hakem seçilme durumunda olan veya hakem seçilmiş bulunan<br />

kişinin bağımsızlık ve tarafsızlığını etkilemesinden şüpheye düşürebilecek<br />

bütün hususları taraflara bildirme yükümünü düzenlemiş bulunmaktadır,<br />

m. 9. Bunları bilme ve itiraz etmeksizin tahkim yargılamasının<br />

devamına müsaade etme halinde bunlara dayanarak hakemin reddini talep<br />

etmek söz konusu olmayacaktır 51 . Hakemin bu yükümlülüğünü yerine<br />

getirmemesi durumunda müeyyide tenfiz safhasında ortaya çıkabilir, yani<br />

bu husus tenfizin reddine yol açabilir. Meselâ MÖHUK m. 45/e, bilhassa<br />

(g) bendi bu durumun ispatı halinde tenfizin reddine yol açabilir 52 .<br />

Yönetmelikte red sebepleri bazı düzenlemelerin aksine sayılmamış<br />

genel bir hüküm sevkedilerek tarafsızlık ve bağımsızlığından şüpheye düşülmesine<br />

sebebiyet verebilecek durumların bulunması halinde hakemin<br />

reddedilebileceği öngörülmüştür, m. 10/1 53 . Seçtiği hakemi reddetmek isteyen<br />

taraf ancak seçiminden sonra öğrendiği sebeplere dayanabilir, m. 10/2.<br />

Hakemi reddetmek isteyen taraf, hakemi veya red sebebini öğrendiğinden<br />

itibaren 15 gün içinde diğer tarafa reddedilen hakemi, red sebeplerini<br />

50 SANDERS s. 189; SCHWAB s. 379.<br />

51 RAUH s. 46.<br />

52 1958 New York anlaşmasının 5’inci maddesinin (d) bendi hükmü de böyle bir durumda<br />

tenfizin reddedilmesinde yol açabilecektir: «Hakem mahkemesinin teşkili veya tahkim<br />

yargılamasının tarafların anlaşmalarına veya böyle bir anlaşmanın bulunmaması<br />

halinde hakem yargılamasının yapıldığı memleketin hukukun uymaması halinde» tenfiz<br />

reddedilecektir; bkz. hakeme karşı tazminat talebi hakkında RAUH s. 47.<br />

53 m. 6/4 hükmünde yer alan merciin hakemi seçerken onun tarafların tâbiyetinden başka<br />

bir tâbiyette olmasını gözönünde tutacağı yolundaki hükme aykırılığın otomatik bir de<br />

sebebi teşkil etmeyeceği kabul edilmektedir; SCHWAB s. 378; PIRRUNG s. 517; RAUH s.<br />

48.<br />

173


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

belirtmek suretiyle reddi yazılı olarak bildirmelidir. Bu red diğer tarafça<br />

kabul edilebileceği gibi hakem de red üzerine çekilebilir. Diğer taraf kabul<br />

etmediği veya reddedilen hakem çekilmediği takdirde red hakkında<br />

merci karar verir. Eğer red sırasında merci mevcut bulunmuyorsa daha<br />

evvel açıklandığı üzere merciin tayin edilmesi gerekecektir, bkz. m. 11 ve<br />

12. Merci red talebini haklı görünce o hakem yerine yeni hakem 6-9’uncu<br />

maddelerdeki hükümler muvacehesinde seçilecektir, bir tarafın hakem seçimi<br />

hususunda daha evvel hareketsiz kalmış olması, merciin sözü edilen<br />

usule uymaksızın derhal seçim yapması imkânını vermez 54 . Tek hakemli<br />

mahkemenin hakeminin veya hakem mahkemesi başkanının reddi üzerine<br />

yenilerinin tayini halinde evvelce yapılan bütün şifahi müzakerelerin (duruşmaların)<br />

tekrarlanması gerekecektir, red üzerine diğer hakemler yerine<br />

yapılan tayinde bu tekrarlamanın gerekli olup olmayacağı hakem mahkemesinin<br />

takdirine bağlı olacaktır, m. 14.<br />

UNCITRAL Yönetmeliği merciin reddi hususunda bir hüküm ihtiva<br />

etmiyor. Bu konuda hakemlerin reddine ilişkin hükümlerin kıyasen uygulanabileceği<br />

belirtilmektedir 55 . Ancak tarafların yeni bir merci seçememeleri<br />

veya seçilmesi için Genel Sekreterliğe müracaat etmemeleri halinde<br />

mercii reddetmek isteyen tarafın yapabileceği hakem hükmünün tenfizi<br />

sırasında bu hususu ileri sürmek olabilecektir 56 yoksa Genel Sekreterlik<br />

bir red prosedürü uygulama durumunda değildir.<br />

174<br />

3. Yargılama<br />

UNCITRAL Tahkim Yönetmeliğinin yapımcıları tahkim yargılamasını,<br />

bilhassa kara avrupası hukukları ile «common law» kurallarını dikkate alarak<br />

oluşturmuşlardır 57 .<br />

a) Yönetmelik yargılamanın inşası açısından hakem mahkemesine geniş<br />

bir takdir hakkı tanımıştır, m. 15/1. Ancak bu hüküm bir çerçeve hüküm<br />

54 Bkz. PIRRUNG s. 517 dn. 40.<br />

55 Bkz. RAUH s. 52-54.<br />

56 RAUH s. 55.<br />

57 PIRRUNG s. 517, dava dilekçesi ve cevap lâyihasından sonra başkaca lâyiha verilmesine<br />

ve bunların verilmesi sürelerine (m. 22), şâhit dinlenilmesinin usulüne hakem<br />

mahkemesinin karar vereceği gibi hükümlerin «common law»dan alındığı hususunda<br />

bkz. PIRRUNG aynı yer dn. 41.


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

niteliğindedir 58 ve sınırlarının belirlenmesi gerekir. Hakem mahkemesinin<br />

bu takdir hakkının sınırlarını şu şekilde özetleyebiliriz; bir kere hakemler<br />

uygulanacak olan milli hukukun kamu düzenine ilişkin hükümleri ile<br />

ve tarafların yargılamaya ilişkin anlaşmaları ile bağlıdırlar 59 ; UNCITRAL<br />

Tahkim Yönetmeliğinin hükümleri hakemler bakımından bağlayıcıdır. Ve<br />

nihâyet hakem mahkemesi bu takdir hakkını kullanırken taraflar arasındaki<br />

eşitliği bozmama, taraflara yargılamanın her safhasında iddia ve görüşlerini<br />

ileri sürmek için bütün imkânları sağlama durumundadır, m. 15/1.<br />

Milletlerarası tahkimin bütün örneklerinde olduğu gibi UNCITRAL<br />

tahkiminde de yargılamanın inşaasında takdir hakkını kullanacak olan<br />

hakem mahkemesinin uygulanacak milli hukukun hangisi olduğunu ve<br />

tanıma veya tenfizin yapılacağı ülkenin hangisi olabileceğini doğru tesbit<br />

etmesi ve bu hukukların gereklerini gözönünde bulundurması büyük<br />

önem taşımaktadır.<br />

b) Tahkim yargılamasının yeri ve kullanılacak dil yargılamanın icrası<br />

açısından belirlenmesi gereken hususlardır.<br />

Tahkimin yeri hususunda taraflar mutabık kalamazlarsa hakem mahkemesi<br />

yargılamanın gereklerini dikkate alarak yeri tayin edecektir, m.<br />

16/1. Tarafların böyle bir mutabakatı bulunmadığı için hakem mahkemesinin<br />

tahkim yerini seçmelerinden sonra artık tarafların yeni bir tahkim yerini<br />

seçmelerinin söz konusu olamayacağı kabul edilmektedir 60 . M. 16/4’e<br />

göre hakem hükmü yargılama yerinde verilmiş olmaktadır.<br />

Yargılamanın dili tarafların bu yolda bir anlaşmaları mevcut değil ise<br />

hakem mahkemesi tarafından ve kurulmasından sonra gecikmeksizin tesbit<br />

edilmek gereklidir. Hakem mahkemesi birden fazla dili de tesbit edebilir<br />

61 . Bu tesbit gerek lâyihâlar gerek duruşmalar bakımından geçerli olacaktır,<br />

m. 17/1 62 .<br />

58 WIGET Felix, Über das Verhältnis der Schiedsoranungen ICC, UNCITRAL, ECE zum<br />

Zürcher Schiedsgerichtsrecht; Schweizerische Juristen Zeitung 1979 s. 17 ve son (22).<br />

59 PIRRUNG s. 517; RAUH s. 81.<br />

60 SANDERS s. 194 No. 10.1; sonuçta aynı RAUH s. 78<br />

61 Dilin tesbiti bir yargılama sorunudur ve mahkeme başkanı bu hususu kendisi, m. 31/2<br />

çerçevesinde, ekseriyetin sağlanamaması durumunda tesbit edebilir, SANDERS s. 193,<br />

No. 9/3.<br />

62 Duruşmalar için bir dil, yazışmalar ve lâyihalar için başka diller tesbit edilebilir; ayrıca<br />

mahkeme lâyihaların tarafların kendi dilleri ile, ancak kararlaştırılan dildeki tercümeleri<br />

ile verilebilmesi de kabul edilebilir, m. 17/2.<br />

175


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

c) UNCITRAL tahkim yargılaması bir yazılı bölümü ihtiva etmektedir.<br />

Yargılamanın ilk halkası hasma gönderilen tahkim ihbarıdır (notice of<br />

arbitration) m. 3/1. Tahkim yargılaması bu ihbarın dâvalıya tebliği ile başlamış<br />

olacaktır, m. 3/2. Bu ihbarın neleri ihtiva edeceği hususu m. 3/3’de<br />

yer almaktadır 63 . Bu ihbar dâva dilekçesi değildir, ancak dâvacı bu ihbarla<br />

birlikte dâva dilekçesini de verebilir. Bu takdirde dâva dilekçesinin m.<br />

18 hükmüne uyması gerekecektir. Bir yandan bu ihbarın, diğer taraftan<br />

da dâva dilekçesinin ön görülmesi, kara avrupası (dâva dilekçesi) ile anglosakson<br />

hukukunun (yargılamayı başlatan ihbar) gereklerinin bir arada<br />

getirilmesinin sonucudur ve bu şekli ile bu düzenleme pek başarılı sayılmaz<br />

64 .<br />

Dâva dilekçesi, eğer ihbarla birlikte gönderilmemişse, hakem mahkemesinin<br />

saptayacağı süre içinde (bu süre hem dâva dilekçesi hem de cevap<br />

lâyihası açısından 45’er günden fazla olamaz; bu süre, hakem mahkemesince<br />

haklı görülürse, onun tarafından uzatılabilir, m. 23) verilmek gerekir.<br />

Dâva dilekçesi tarafların ad ve adreslerini, dâvanın dayandığı esası,<br />

ihtilâflı noktaları ve neticei tâlebi ihtiva eder; dâvacı dilekçesine gerekli<br />

gördüğü bütün belgeleri ekleyebilir veya ibraz edeceği yazılı delilleri veya<br />

diğer delilleri belirtir, m. 18/2. Dâvalı da tesbit edilen süre içinde dâva<br />

dilekçesine ilişkin beyanı ve savunmalarını ihtiva eden cevap lâyihâsını<br />

verecektir, cevap lâyihâsında karşı dâva açması da mümkündür, m. 19. Yönetmeliğin<br />

düzenlediği yargılamada öngörülen lâyihâlar bunlardır. Ancak<br />

hakem mahkemesi gerekli gördüğü takdtirde taraflardan başkaca lâyihâlar<br />

vermesini de talep edebilir, m. 22.<br />

Hakem önündeki yargılamanın temel prensipleri, eşitlik ve tarafların<br />

iddia ve savunmalarını yapabilme imkânına sahip olabilmeleridir, m.<br />

15/1. Hakem mahkemesi taraflardan birinin talebi veya kendisinin lüzum<br />

görmesi halinde duruşma yapabilir, m. 15(2; duruşmalar gizlidir, m. 25/4;<br />

m. 29/1 hükmüne göre tahkikatın sona ermesine kadar duruşma talebinde<br />

bulunulabilir. Kamu düzenine ilişkin olmayan yargılama kurallarına<br />

aykırılık hallerinde itiraz etmeme ve yargılamaya devam bu hususa itiraz<br />

63 Tahkim yargılamasının başladığını bildiren bu ihbarda tarafların adları, soyadları, tahkim<br />

şartına atıf, talebin çeşidi, sözkonusu ise ihtilâf değeri, neticei talep, hakemlerin<br />

sayısı hakkında teklif (eğer önceden belirlenmemişse) gibi hususlar yer alır.<br />

64 Bkz. RAUH s. 76.<br />

176


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

imkânını ortadan kaldırı. Ancak bu sonucun ortaya çıkması m. 30’daki<br />

şartların gerçekleşmiş olması ile mümkün olabilir 65 .<br />

Yönetmeliğin dâva değiştirmeyi düzenleyen 20’nci maddesi hükmüne<br />

göre taraflardan herbiri yargılama sırasında davasını (karşı davasını)<br />

savunmasını değiştirebilir veya tamamlayabilir. Ancak dâva tahkim sözleşmesinin<br />

kapsamı dışına çıkacak şekilde değiştirilemez. Hakem mahkemesi<br />

değiştirmenin sebep olacağı gecikmenin hasmın aleyhine olması<br />

durumunda değiştirmeyi reddedebilir. Madde «diğer durumlarda» da değiştirmenin<br />

reddedilebileceğini öngörmektedir 66 .<br />

d) Yönetmeliğin 21’inci maddesi hakem mahkemesinin selâhiyetine<br />

ilişkin bütün itirazlar hakkında (tahkim şartı veya sözleşmesinin varlığı<br />

ve geçerliğine ilişkin olanlar dahil) karar vermeye yetkili olduğunu belirtmektedir.<br />

Bu konudaki savunmanın en geç cevap lâyihasında veya karşı<br />

dâva halinde buna cevapta ileri sürülmesi gereklidir, m. 21/3 67 . Burada<br />

diğer bir mesele, hakem mahkemesinin yetkisi hakkında vereceği kararın<br />

devlet mahkemelerini de bağlayacağı hususundaki anlaşmaların (Kompetenz<br />

- Kompetenz) geçerli olup olmayacağı meselesidir. Ben daha evvelki<br />

bir çalışmamda bu anlaşmaların Türk hukukunda geçerli olmayacağı kanaatinde<br />

olduğumu belirtmiştim 68 . Gerçekten hukukumuz açısından (bkz.<br />

65 Bu şartlar yargılamaya aykırılığa müsbet ıttıla, yargılamaya devam edilmesi, aykırılığa<br />

gecikmeksizin itiraz edilmemesi şeklinde özetlenebilir.<br />

66 Bu kavramın belirli bir tarifi mevcut değildir; SANDERS (s. 205, N. 16/3) dâvanın,<br />

tahkim sözleşmesinin kapsamını aşacak şekilde değiştirilmesinin, bunun örneği olabileceğini<br />

söylemektedir; ancak RAUH’un da haklı olarak belirttiği gibi (s. 98) 20’nci<br />

maddenin «Ancak dâva tahkim şartını veya tahkim şartını veya tahkim sözleşmesini<br />

aşacak şekilde değiştirilemez» şeklindeki 2’nci cümlesi hükmü hakeme 1’inci cümlede<br />

tanınmış olan takdir hakkını tanımamaktadır.<br />

67 Hakem tayini prosedürüne katılmanın bu savunmadan vazgeçme anlamına gelip gelmeyeceği<br />

tartışmalıdır; bkz. SANDERS s. 197 N. 12. 1; RAUH s. 90, SANDERS’e göre bu<br />

vazgeçme, anlamına gelir, RAUH ise mahkemenin kurulması safhasının dâvanın esasına<br />

girilmesi olmadığını, aksine bir anlayışın m. 21/3 hükmünü anlamsız kılacağını<br />

haklı olarak belirtmektedir.<br />

68 ALANGOYA, s. 147 ve son.; Alman yüksek mahkemesi 3.3.1955 tarihli kararından sonra<br />

da (BGHZ 68, 356) eğer hakem mahkemesinin kendi yetkisine hüküm verebileceğini<br />

öngören ikinci bir tahkim anlaşması mevcut ise Kompetenz - Kompetenz geçerli olacaktır<br />

şeklinde karar vermiştir; ancak bu karar Alman hukukunda önemli eleştirilere<br />

neden olmuştur. Bkz. Rosenberg - Schwab s. 1159 ve orada dn. 47’de zikredilen yazarlar,<br />

gerçekten bu karar doğru değildir, zira bu ikinci tahkim sözleşmesinin konusu<br />

tahkime objektif açıdan müsait değildir, bkz. HUMK. m. 518.<br />

177


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

HUMK 519) Kompetenz - Kompetenz anlaşmaları kamu düzenine aykırı<br />

kabul edilmelidir.<br />

e) Yönetmeliğe göre taraflardan herbiri dâvasını ya da savunmasını<br />

dayandırdığı vakıaları ispat etmek mecburiyetindedir, m. 24/1.<br />

Yönetmelikte tahkim yargılamasında belirli hususların belirli delillerle<br />

ispatlanması gibi bir sınırlama mevcut değildir. Şahit (m. 24, 25),<br />

bilirkişi (m. 27), senet (m. 18/2, 19/2) yönetmelikte sarahaten belirtilmiş<br />

delillerdir. Ancak bu bir tahdit anlamında anlaşılmamalıdır. Nitekim m.<br />

19/2’de «diğer deliller»den bahsedilmektedir.<br />

Hakem mahkemesi delillerin geçerliği, etkinliği, önemi ve ispat gücü<br />

hakkında karar verecektir. Delillerin takdiri hususundaki genel esaslar burada<br />

da yürüyecektir 69 .<br />

f) Yönetmelik hakem mahkemesine talep üzerine her türlü ihtiyati<br />

tedbirler alma yetkisini tanımıştır, m. 26. Ancak madde tarafların devlet<br />

mahkemelerine de ihtiyati tedbir için müracaat edebileceklerini ve bunun<br />

tahkim anlaşması ile bağdaşmaz veya ondan vazgeçme anlamında görülemeyeceğini<br />

de belirtmiştir. Burada bazı milli hukuklarda ihtiyati tedbirlerin<br />

ancak devlet mahkemesince alınabileceği yolunda düzenlemeler<br />

bulunduğu göz önünde tutulmak gerekecektir. İşte söz konusu madde<br />

hükmü bu hususun gözönünde bulundurulması dolayısı ile sevkedilmiştir.<br />

g) Hakem mahkemesi taraflara bütün dâva malzemesini yargılamaya<br />

getirmeleri hususunda yeterli imkânı verdikten sonra tahkikatı hüküm<br />

vermek üzere kapatacaktır, m. 29/1. Yeniden açılma, ancak fevkalâde durumların<br />

ortaya çıkması halinde sözkonusu olabilecektir, m. 29/2. Hükmün<br />

verilmesinden sonra yeniden açılma sözkonusu olamaz 70 .<br />

h) Taraflar kendilerini temsil ettirebilirler veya yanlarına yardımcı<br />

alabilirler. Bu şahısların adları ve adreslerinin diğer tarafa yazılı olarak<br />

bildirilmesi gereklidir. Bu bildirimde söz konusu şahısların temsilci mi<br />

yardımcı mı olduğu hususu da yer almalıdır, m. 4.<br />

69 RAUH s. 95.<br />

70 RAUH s. 101.<br />

178


4. Hüküm<br />

a) Hükmün şekli ve muhtevası<br />

UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

Hakem mahkemesi ihtilâfı halleden nihai karar verir 71 . Hüküm ekseriyetle<br />

verilebilir, m. 31/1; ancak yazılı şekilde verilmesi gereklidir, m.<br />

32/2; hakem hükmünde, hüküm tarihi ve yeri de bulunacak hakem hükmü<br />

hakemlerce imzalanacaktır, m. 32/4. Hakem mahkemesinin üç hakemden<br />

oluştuğu ve hakemlerden birinin imzasının eksik olması halinde bu eksikliğin<br />

sebebini hükümde belirtilmesi gereği öngörülmüştür, m. 32/4 2’nci<br />

cümle. Bu eksikliğin sonucunun ne olacağı bu konuda ilgili milli kanunların<br />

düzenlemesine bağlıdır 72 .<br />

Hakem hükmü, taraflar aksini kararlaştırmış olmadıkça gerekçeli olacaktır,<br />

m. 32/3. Ancak tarafların bu hususda aksine yapacakları anlaşma,<br />

hakem hükmünün tanınması ve tenfizinin söz konusu olacağı hukuk alanında<br />

bu hususun kamu düzeni olması halinde tanımanın sağlanamamasına<br />

yol açabilir 73 . Hakem hükmü esas hakkındaki hükümle birlikte masraflar<br />

hakkında kararı da ihtiva edecektir, m. 38. Hakem mahkemesince<br />

karar verilecek masraflar arasında hakemlerin ücretleri de yer almaktadır,<br />

m. 38/1a. Eğer merci olarak bünyesinde hakem ücretleri tarifesi olan<br />

bir kuruluş seçilmişse duruma uyduğu ölçüde bu tarife dikkate alınacak,<br />

m. 39/2, mevcut değil ise, taraflardan her biri Merci’e müracaatla ücretin<br />

71 Hakem mahkemesi bu karar dışında ara, geçici veya kısmi kararlar vermeye de yetkilidir,<br />

m. 31/1, SANDERS bu hükmün UNCITRAL Tahkim yönetmeliğinin uygulanması<br />

bakımından bir önemi olmadığını belirtmektedir, s. 210, N. 17/7; hakem mahkemesinin<br />

hakem hükmünü vermesinden evvel taraflar ihtilâflarını anlaşmak suretiyle hallederlerse<br />

mahkeme ya hakem yargılamasını sona erdiren bir karar verecek veya taraflar<br />

talep eder ve mahkeme kabul ederse, tarafların mutabık kaldıkları şekilde bir hüküm<br />

verecektir. Bu hükmün gerekçelendirilmesi de gerekli değildir, m. 34/1; yargılamanın<br />

durdurulmasının diğer şekilleri için bkz. m. 34/2.<br />

72 PIRRUNG, s. 518; hüküm açısından milli kanunlarda öngörülmüş ve emredici nitelikte<br />

farklı şekil şartları sözkonusu olabilir ve konularda da hakem mahkemesinin dikkatli<br />

olması gereklidir, bkz. bunun için SCHLOSSER Cilt I, No. 583, 587; Yargıtay, yargılamaya<br />

katılmakla beraber kararı imza etmemeyi, kararın varlığına etkili görmemiştir, 11.<br />

HD. 2.10.1975 E. 2847 K. 5417 (Yar. Kararları Dergisi 1977, N. 3, s. 381); buna mukabil<br />

üç hakemli bir mahkemede hakemlerden biri yargılamaya hiç katılmamışsa bu hakem<br />

hükmü geçerli olmayacaktır, Tic. D. 7.10.1971 E. 3892 K. 6144 (Resmi Kararlar Dergisi<br />

1972, N. 7 - 8, s. 315).<br />

73 Bu konuda çeşitli hukuk alanlarındaki durum açısından bkz. SCHLOSSER, Schiedsgerichtsbarkeit<br />

und Rechtmittel zu den staatlichen Gerichten, ZZP 1979, s. 125 ve son;<br />

bkz. HUMK. m. 530/II, MÖHUK. m. 45.<br />

179


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tâyini için milletlerarası tahkim alanında mutad olan esasların yer alacağı<br />

bir rapor talep edebilecektir. Hakem mahkemesi ücret tesbitinde bu<br />

raporu olayın durumuna uygun olarak dikkate alacaktır, m. 39/3. Bu durumda<br />

hakem mahkemesi Merci ile istişareden sonra ücreti tesbit eder, m.<br />

39/4 74 .<br />

180<br />

b) Uygulanacak maddi hukuk<br />

İhtilâfa hangi maddi hukukun uygulanacağı hususunu m. 33 düzenlemektedir.<br />

İhtilâfa hangi maddi hukukun uygulanacağı ilk sırada tarafların bu<br />

konudaki anlaşmalarına göre taayyün eder, m. 33/1, 1’inci cümle. Bu anlaşmanın<br />

sarih olması gerekli değildir 75 . Taraflar yargılama sırasında da bu<br />

hukuk üzerinde mutabık kalabilirler 76 .<br />

Taraflar bu konuda herhangi bir anlaşma yapmamışlarsa, bu hukuku<br />

hakem mahkemesi tesbit etme durumundadır. Mahkeme bu kanunu mevcut<br />

durumda uygulanması söz konusu olabilecek kanunlar ihtilâfı kurallarına<br />

göre tesbit edecektir, m. 33/1, cümle 2. Hakem mahkemesi bu durumda<br />

önce tahkim yargılaması ve sözleşmesi ile irtibatlı olan hukukları<br />

ve onların kanunlar ihtilâfı kurallarını saptayacaktır. Bu farklı kanunlar<br />

ihtilâfı kuralları aynı maddi hukuku gösteriyorsa bu hukuk uygulanacaktır.<br />

Ancak farklı kanunlar ihtilâfı kuralları bu noktada farklılık gösteriyorsa<br />

hakem mahkemesi bu kanunlar ihtilâfı kurallarından birini seçecek onun<br />

gösterdiği maddi hukuku uygulayacaktır 77 .<br />

Hakemlerin bir maddi hukuktan bağımsız olarak hakkaniyet ve nasafete<br />

göre hüküm verebilmeleri bu konuda taraflarca sarih olarak yetkilendirilmelerine<br />

ve yargılamaya uygulanacak kanunun buna cevaz vermesine<br />

bağlıdır, m. 33/2. Ancak, buna cevaz vermeyen uygulanabilir kanun da<br />

74 Bkz. İBK 13.5.1964 1/3, RG. 8.7.1964 no. 11748, bu karara göre hakemler kendi ücretleri<br />

hakkında karar veremezler.<br />

75 Ön taslak da mevcut «expressly» (sarahaten) kelimesi çıkarılmıştır. Bkz. RAUH s. 137,<br />

yazar buna rağmen tarafların uygulanacak maddi hukuku sarahaten, tesbit etmelerini<br />

tavsiye ediyor, zira bazı millî hukuklar burada bir sarahat aramaktadırlar (SCHLOSSER<br />

cilt 1, No. 611).<br />

76 RAUH aynı yer.<br />

77 Bu çözüm için bkz. SCHWAB s. 412 ve 410; aynı görüşte RAUH s. 138


UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında<br />

taraflarca belirlenmişse bu ikinci tahdidin geçerli olmayacağı kabul edilmektedir<br />

78 .<br />

Hakem mahkemesi, ihtilâfın konusu sözleşme hükümlerini ve işe uygulanacak<br />

ticari örf ve âdeti dikkate alacaktır, m. 33/3 79 .<br />

UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği, hakem kararının yorumlanması, düzeltilmesi<br />

veya tamamlanması hususunda taraflara tâlep hakkı tanımıştır,<br />

m. 35, 36, 37.<br />

Hakem hükmü m. 32/6 uyarınca taraflara tebliğ edilecektir. Hükmün<br />

tevdiinin gerekip gerekmeyeceği uygulanacak milli hukuka göre taayyün<br />

edecektir 80 .<br />

Yönetmelik hakem hükmünün kesin ve tarafları bağlayıcı olduğunu<br />

belirtmekte ve tarafları hükmün gereklerini yerine getirmekle yükümlü<br />

kılmaktadır, m. 32/2. PIRRUNG’un haklı olarak belirttiği gibi 81 hakem<br />

hükmünün etkisi milli hukukun düzenlemesine bağlıdır. Gerçekten 32/2,<br />

1’inci cümle hükmünün, milli hukukta hakem hükümlerine karşı kanun<br />

yollarına müracaattan hükümden evvel feragat edilebilmesinin geçerli olması<br />

halinde etkili olması söz konusu olabilir. Tabiatıyla bu konuda tenfiz<br />

yeri hukukunun düzenlenmesi de önemli olacaktır (bkz. meselâ MÖHUK.<br />

m. 45/i). Bu bakımdan 32/2 1. cümle hükmü bir milletlerarası anlaşmaya<br />

daha uygun olurdu (bkz. New York Anlaşması m. 5/1e). Kararın yerine<br />

getirilmesi hususunda öngörülen yükümlülük de tarafların iradeleri ile<br />

uymaları beklentisini ifade etmektedir. Bu gerçekleşmediği takdirde tenfiz<br />

prosedürüne müracaat gerekecektir 82 .<br />

78 Bkz. s. 411; RAUH s. 139<br />

79 Bu hüküm lâfız olarak hem 33/1 hem de 33/2 ye şâmil görünmektedir, ancak hakemlerin<br />

hakkaniyet ve nasafete göre hüküm vermeleri halinde bu söz konusu olmayacaktır,<br />

bkz. RAUH s. 139.<br />

80 Bkz. HUMK. m. 532, Alman Usul K. § 1039.<br />

81 s. 518.<br />

82 Bkz. MÖHUK m. 43 ve son.<br />

181


Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche<br />

mach türkischem Recht<br />

I. Allgemeines<br />

Yavuz ALANGOYA<br />

Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche ist im türkischen<br />

Recht erst durch das Gesetz über internationales Privatrecht und<br />

Zivilverfahrensrecht von 1983 (MÖHUK) 1 geregelt worden. Vor Erlaß<br />

dieses Gesetzes gab es im türkischen Recht keine entsprechenden Normen.<br />

Das türkische Revisionsgericht hat daher in seinen Entscheidungen<br />

die Regeln der Zivilprozeßordnung (HUMK) über die Vollstreckung<br />

ausländischer Enstsheidungen auf die Vollstreckung ausländischer<br />

Schiedssprüche analog angewandt 2 . Den internationalen Verträgen über<br />

die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche ist die Türkei bis heute<br />

(31.7.1989) nicht beigetreten. Deshalb richtet sich die Vollstreckung<br />

ausländischer Schiedssprüche nur nach den Vorschriften des MÖHUK.<br />

Diese Vorschriften, etwa Art. 45 MÖHUK. 3 enthalten freilich teilweise<br />

Parallelen zu dem New Yorker Übereinkommen über die Anerkennung<br />

und Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche (UN-Übereinkomment) 4 .<br />

1 Gesetz Nr. 2675 vom 20.5.1983 (Emtsblatt vom 22.5.1982 Nr. 17701); in deutscher<br />

Übersetzung abgedruckt in RabelsZ 4 1983), 131-140.<br />

2 HGK vom 7.11.1951 (T-126/109; zu dieser Entscheidung s. Tatbikatta Yargitay<br />

Kararları Nr. 34 S. 890). Da die HUMK die Vollstreckung von Übereinkommen über<br />

die Gegenseitigkeit abhängig machte (Art. 540 (1 HUMK; diese Vorschritt ist durch<br />

Art. 46 MÖHUK außer Kraft gesetzt worden) konnten auslädische Entscheidungen und<br />

Schiedssprüche in der Türkei nur sehr selten tür vollstreckbar erklärt werden. Vgl.<br />

dazu Ayiter Kudret, Vollstreckbarkeit ausländischer Schiedssprüche in der Türkei,<br />

Festschrift für Ferid, 1978, S. 15-24.<br />

3 Kuru Baki, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Bd. 4, 1984, S. 4110/11.<br />

4 Aus der Begründung des MÖHUK ergibt sich, daß man die Reegelungen der weit<br />

verbreiteten internationalen Verträge berücksichtigt hat. Die Gründe tür die Ablehnung<br />

eines Antrags auf Vollstreckbarerklärung sind dabei z. B. der Regelung des Un-<br />

Übereinkommens nachgebildet worden.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

In der Türkei können nur türkische Schiedssprüche (nach den<br />

Vorschriften der HUMK) und die mit einem nationalen Recht verknüpften<br />

ausländischen Schiedssprüche vollsreckt werden. Ein ausländischer<br />

Schiedsspruch, der keiner nationalen Rechtsordnung verbunden ist, kann<br />

in der Türkei nicht vollstreckt werden 5 . Die Ansicht, solche Schiedssprüche<br />

seien als türkische zu behandeln und als solche für vollstreckbar zu<br />

erklären 6 , läßt sich nicht überzeugend begründen 7 .<br />

Die Nationalität eines Schiedsspruchs ist nach türkischem Recht zu<br />

beurteilen; Entscheidungen ausländischer Gerichte über die Frage der<br />

Nationalität eines Schiedsspruchs sind für die türkischen Gerichte nicht<br />

verbindlich 8 .<br />

184<br />

II. Ausländische Schiedssprüche<br />

Die Feststellung der Nationalität eines Schiedsspruchs spielt im türkischen<br />

recht eine wichtige Rolle. Wie eben erwähnt, ist die Vollstreckbarkeit<br />

ausländischer Schiedssprüche durch das MÖHUK neu geregelt worden.<br />

Danach genügt bereits die Feststellung, daß der Schiedsspruch kein<br />

türkischer ist, um ihn zu einem ausländischen zu machen. Aber auch dann<br />

muß die konkrete Nationalität des Schiedsspruchs festgestellt werden, weil<br />

sich die Vollstreckbarkeitsvoraussetzungen nur anhand dieser Feststellung<br />

überprüfen lassen 9 . Wann ein ausländischer Schiedsspruch vorliegt, ist<br />

allerdings weder in der HUMK noch in dem MÖHUK bestimmt.<br />

1. Die Ansicht des türkischen Revisionsgerichts<br />

Die Vereinigten Zivilkammern des Revisionsgerichts habern in<br />

ihrer Entscheidung vom 7.11.1951 (156/109) als Kriterium tür die<br />

5 Siehe Kuru (Fn. 3) S. 1410. Denn in diesem Fall können die Voraussetzungen der<br />

Vollstreckung nicht festgestellt werden.<br />

6 Koral Rabi, Yabanci Hakem Kararlarinin Türkiye’de Taninmasi ve Tenfizi II. (TAHKİM<br />

HAFTASI) 1984 S. 233 und 303; ders., Türk Hukukunda Yabanci Hakem Karari<br />

Methumu ve Yargitay Genel Kurulunun otorite Kanunu Kriteri IHFM 1976 B XLII N.<br />

1-2.<br />

7 Üstündağ Saim, Medeni Yargilama Hukuku, Bd. I, II, 4. Aufl, Istanbul 1989, S. 811;<br />

Kuru (Fn. 3) S. 4110; Nomer Ergin, Devletler Huusi Hukuku, 5. Autl. 1988. S? 476, 477.<br />

8 Ähnlich Kuru (Fn. 3) S. 4110.<br />

9 Siehe Fn. 5-7.


Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem Recht<br />

Nationalität eines Schiedsspruchs das Prozeßrecht angesehen, dem<br />

sich die Parteien unterworten haben. Neach diesem Kriterium ist ein<br />

Schiedsspruch ein türkischer, ween das Schiedsgericht türkisches<br />

Prozeßrecht angewandt hat. Die Nationalität der Schiedsrichter oder der<br />

Ort des Schiedsgerichts sind dagegen ohne Bedeutung. 10 Auch in der<br />

Zeit nach dieser Entscheidung hat das Revisionsgericht diese Ansicht in<br />

neueren Urteilen immer wieder vertreten 11 . Nach der auch im Ausland<br />

auf Interesse gestoßenen Entscheidung der. Zivilkammer vom 10.3.1976 12<br />

könnte man dagegen annehmen, als hätte das Revisionsgericht die<br />

territoriale Theorie übernommen 13 . Denn in der Entscheidung heißt es<br />

wortlich: den “vom örtlich im Ausland versammelten Schiedsgericht<br />

erlassenen Schiedsspruch muß man als ausl¨ndischen Schiedsspruch<br />

ansehen”. Freilich wurde in dieser Entscheidung zusätzlich das Kriterium<br />

des angewandten Verfahrensrechts betont und der Schiedsspruch auch<br />

nach diesem Kriterium als ausländischer Schiedsspruch angesehen, da<br />

die Regeln des türkischen Zivilprozeßrechts die Frage letztlich nicht völlig<br />

eindeutig beantworten.<br />

Allein aufgrund dieser Entscheidung kann man daher nicht annehmen,<br />

daß das türkische Revisionsgericht die territoriale Theorie übernommen<br />

10 Nach Art. 20 des Vertrages über juristische Bezienhungen zwischen Österreich und<br />

der Türkei vom 21.7.1931 (bestätigt durch Gesetz vom 21.7.1931; nach dem Zweiten<br />

Weltkrieg erneut bestätigt durch Gesetz vom 17.2.1958) sind “die Schiedssprüche,<br />

die in dem Gebiet eines der Vertragsstaaten getallt werden, im Gebiet des anderen<br />

Vertragsstaates vollstreckbar”. Art. 29 des Vertrages zwischen Italien und der<br />

Türkiei (bestätigt durch Gesetz vom 16.2.1929) lauter: “Die Schiedssprüche, die<br />

Staatsangehöriğe eines oder beider Vertragspartner betreffen, sind in beiden Ländern<br />

vollstreckbar.”<br />

11 Gleicher Ansicht die Handelskammer des Revisionsgerichts, TD vom 18.2.1954 N.<br />

487/930 (veröffentlicht in TYK 1954 Nr. 60, S. 1510); TD vom 23.12.1955, 7745/9401<br />

(veröffentlicht in Sonlçtihatlar 1958 Nr. 125, S. 3603; 11. HD (Zivilkammer) vom<br />

28.2.1978, 5258/5916 (veröffentlicht in BATIDER 1979 Nr. 1, S. 228).<br />

12 “Keban-Entscheidung” der 15. HD vom 10.3.1976, 1617/1052 (veröffentlicht in Ilmi ve<br />

Kazai Içtihatlar Dergisi 1977 Nr. 202, S. 5670. Nach dieser Entscheidung versößt Art. 21<br />

der Verfahrensordnung des ICC-Schiedsgerichtshots gegen den türkischen ordre public.<br />

13 Außerdem vertritt das Revisionsgericht in dieser Entscheidung die Ansicht, der<br />

Schiedsvertrag sei ein prozessualer Vertrag, mit der aus meiner Monographie (Alangoya,<br />

Das Wesen und die Kontrolle der Schiedsgerichtsbarkeit im Zivilprozeßrecht, Istanbul<br />

1973) übernommenen Beründung. Die Vorarbeiten zu diesem Buch konnte ich in<br />

den Jahren 1965-1967 in Erlangen am ınstitut für Zivilprozeßrecht erledigen, dessen<br />

damaliger Direktor Herr Professor Karl Heinz Schwab war.<br />

185


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

habe 14 . Trotz des Wortlauts der Gründe ist vielmehr anzunehmen, daß die<br />

15. Kammer nebeneinander auf zwei verschiedene Kriterien abgestellt und<br />

den Schiedsspruch daraufhin als ausländischen angesehen hat 15 .<br />

Hieraus kann man den Schluß ziehen, daß das türkische Revisionsgericht<br />

die prozessuale Theorie vertritt. Nach den Entscheidungen des<br />

Revisionsgerichts können die Parteien das anwendbare Prozeßrecht wählen.<br />

186<br />

2. Die Ansicht der Rechtslehre<br />

Mit der Ansicht des Revisionsgerichts, die es in der Entscheidung von<br />

1951 vertreten hat 16 , stimmt die türkische Lehre überein. Zu Recht vertritt<br />

auch sie die Ansicht, daß die Parteien das auf das Schiedsverfahren<br />

anzuwendende Recht frei bestimmen können 17 . Art. 45 f. MÖHUK enthält<br />

eine klare Regelung in diesem Sinne.<br />

Falls die Parteien das anzuwendende Recht bestimmt haben, überprüft<br />

das Gericht die Vollstreckungsvoraussetzungen des Schiedsspruchs nach<br />

diesem Recht. Haben die Parteien das anzuwendende Recht dagegen<br />

nicht bestimmt, so ist es durch Auslegung des Schiedsvertrages zu<br />

bestimmen 18 . Die Regeln des MÖHUK sehen vor, daß sich in diesem Fall,<br />

14 Die 11. Zivilkammer hat in ihrer Entscheidung von 1978 (s. Fn. 11) die Lösung der<br />

Generalversammlung von 1951 bestätigt.<br />

15 Üstündağ (Fn. 7) S. 809.<br />

16 Kuru (Fn. 3) S. 4127; Üstündağ, Yabanci Hakem Karari Karvami, TAHKIM HAFTASI, S.<br />

3 ff.; Nomer (Fn. 7) S. 466; Birsel Mahmut, MTO (IHK) Hakem Kararlarinin Türkiyede<br />

tenfizi, TAHKIM HAFTASI, S. 150; Kalpsüz Turgut, Türk Hakem karari Kavrami<br />

TAHKIM HAFTASI, S. 48ff.; Koral TAHKIM HAFTASI, S. 19ff.<br />

17 Einige Autoren vertreten freilich die Ansicht, der Schiedsvertrag sei ein<br />

schuldrechtlicher Vertrag, und kritisieren daher für das türkische Recht meine<br />

Meinung, der Schiedsvertrag sei ein prozessualer Vertrag (so Koral (Fn. 16); ders.,<br />

Hakemliğin Milliyeti ve Yargitay 15. HD nin 1976 t.li kararinin eleştirisi, in Festschrift<br />

für Professor Hifzi Timur, Istanbul 1979, S. 419-491; zust. Kalpsüz (Fn. 16) S. 49). Diese<br />

Ansicht ist jedoch verfeht. Denn um die Rechtsnatur eines Vertrages zu bestimmen,<br />

ist festzustellen, in welchem Rechtsgebiet der Vertrag seine Hauptwirkungen zeigt. Da<br />

der Schiedsvertrag seine Hauptwirkungen im Zivilprozeß zeigt, ist er als prozessualer<br />

Vertrag anzusehen (so Rosenberg/Schwab, Zivilprozeßrecht, 14. Aufl. 1986, § 174 II (S.<br />

1151); Alangoya (Fn. 13) S. 81). Die Vereinbarung des anzuwendenden Zivilprozeßrechts<br />

durch die Parteien verändert nicht die prozessuale Natur des Schiedsvertrages; beide<br />

Fragen dürfen nicht miteinander verwechselt werden.<br />

18 Üstündağ (Fn. 7) S. 808; Kuru (Fn. 3). S. 4132ff. Diese Autoren übernehmen die von<br />

Schwab erwähnten Auslegungen.


Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem Recht<br />

also wenn die Parteien das maßgeblich Recht nicht vereinbart haben, die<br />

Voraussetzungen der Vollstreckung nach dem Recht des Ortes, an dem der<br />

Schiedsspruch zu erlassen ist, bestimmen. Wurde als im Schiedsvertrag<br />

ein Schiedsort festgelegt, so kann man hieraus nach türkischem Recht<br />

durch Auslegung zum Ergebnis gelangen, daß die Parteien auch das<br />

am Schiedsort geltende Prozeßrecht mit vereinbart haben 19 . Wurde<br />

ein Schiedsort im Schiedsvertrag nicht bestimmt, so kann man auf die<br />

Nationalität der Schiedsrichter als Auslegungskriterium abstellen, um das<br />

anwendbare Recht zu bestimmen. Sind diese Indizien nicht eindeutig und<br />

kann daher der Parteiwille nicht festgestellt werden, so ist, entsprechend<br />

der Ansicht Schwabs, anzunehmen, daß die Parteien die Bestimmung des<br />

anwendbaren Rechts dem Schiedsgericht überlassen haben. 20<br />

3. Das Maß notwendiger Anwendung des türkischen Zivilprozeßrechts<br />

Streitig ist im türkischen Recht die Frage, in welchem Umfang das<br />

türkische Zivilprozeßrecht auf ein Schiedsverfahren Anwendung finden<br />

muß, damit der Schiedsspruch als türkischer Schiedsspruch anzusehen<br />

ist.<br />

Nach der Keban-Entscheidung aus dem Jahre 1976 müssen nicht nur die<br />

zwingenden Normen, sondern alle Regeln des türkischen Zivilprozeßrechts<br />

beachtet worden sein, damit ein Schiedsspruch als türkischer angesehen<br />

werden kann. Dagegen gehen die Generalversammlung der Zivilkammern<br />

in der Entscheidung vom 7.11.1951 (s.o.II, 1) und andere Urteile (s.<br />

Fn.11) davon aus, daß ein Schiedsspruch, der “unter der Autorität des<br />

ausländischen Rechts gefällt wurde” als ausländischer Schiedsspruch<br />

anzusehen ist 21 . Aus dieser Formulierung des Revisionggerichts leitet die<br />

türkische Lehre übereinstimmend ab, daß ein Schiedsspruch als türkischer<br />

19 Kuru (Fn. 3), S. 4132/33, meint dagegen, daß bei Fehlen einer Parteibestimmung über<br />

den Schiedsort die Schiedsrichter den Schiedsort nicht aufgrund des Parteiwillens<br />

bestimmen und das Prozeßrecht dieses Ortes nicht auf der Grundlage dieses Willens<br />

anwenden können.<br />

20 Schwab, Schiedsgerichtsbarkeit, 3. Aufl. 1979, Kap. 50 VI 1 (S. 387); gleicher Ansicht<br />

Kuru (Fn. 3) S. 4134.<br />

21 Den gleichen Ausdruck verwenden die Entscheidungen des Revisionsgerichts: TD vom<br />

21.1.1952, 6330/407 und vom 21.5.1954. 3397/4190. Diese Entscheidungen hat der<br />

Kassationsrichter Yavuz Okçuoğlu in seinem Sondervotum zur Keban-Entscheidung<br />

von 1976 erwähnt.<br />

187


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

anzusehen ist, auch wenn im Schiedsverfahren lediglich die zwingenden<br />

Vorschriften des türkischen Zivilprozeßrechts beachtet worden sind 22 .<br />

Nach türkischem Zivilprozeßrecht können die Parteien das<br />

Schiedsverfahren selbst regeln und außerhalb der zwingenden Normen<br />

frei gestalten. Deshalb kann man nicht behaupten, ein Schiedsspruch<br />

sei nur dann ein türkischer, wenn sämtliche Vorschriften der türkischen<br />

Zivilprozeßordnung bei seinem Erlaß beachtet wurden. Der h. M. ist daher<br />

zuzustimmen 23 .<br />

188<br />

III. Die Vollstreckungsvoraussetzungen im einzelnen<br />

Zur Vollstreckbarerklärung ausländischer Schiedssprüche müssen<br />

folgende Voraussetzungen erfüllt sein:<br />

1. Die Gegenseitigkeit<br />

Füt die Vollstreckung eines ausländischen Schiedsspruchs in der<br />

Türkei verlangen die Art. 44 II, 38 (a) MÖHUK Gegenseitigkeit 24 . Diese<br />

ist nach dem MÖHUK in drei verschiedenen Fällen gewährleistet: (1)<br />

Falls zwischen der Türkischen Republik und dem Staat, dessen Recht der<br />

ausländische Schiedsspruch unterliegt, ein Gegenseitigkeitsabkommen<br />

besteht 25 , oder wenn in dem betreffenden Land (2) eine gesetzliche<br />

Regelung oder (3) eine tatsächliche Übung dahin besteht, daßa türkische<br />

Schiedssprüche für vollstreckbar erklärt werden können. Es genügt,<br />

wenn einer dieser Fälle gegeben ist, um Gegenseitigkeit anzunehmen. In<br />

22 Kuru (Fn. 3) S. 4134; Nomer (Fn.)) S. 476: Okçuoğlu (Fn. 21); Kalpsüz (Fn. 16) S.<br />

51; Birsel, Milletlerarasi Ticari Tahkim ve Türkiye (Ege Universitesi Hukuk Fakültesi<br />

Dergisi 1980 Nr. 1-4, S. 113).<br />

23 Wurde im Schiedsvertrag vereinbart, türkisches Zivilprozeßrecht anzuwenden, sind<br />

aber gleichzeitig die IHK-Regeln angewandt worden (wie im Keban-Fall von 1976),<br />

so liegt kein türkischer Schiedsspruch vor, da diese Regeln gegen das türkisch<br />

Zivilprozeßrecht verstoßen. Deshalb ist die Keban-Entscheidung insoweit richtig.<br />

24 Art. 38 (a) MÖHUK regelt die Vollstreckung ausländischer Gerichtsentscheidungen.<br />

Nach Art. 44 II ist diese Regel ebenso wie die Art. 39, 40, 41 MÖHUK auf die<br />

Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche analog anzuwenden. Aus dieser lediglich<br />

“analogen Anwendun” ergibt sich aber für die Gegenseitigkeit kein Unterschied<br />

zwischen Gerichtsentscheidungen und Schiedssprüchen.<br />

25 Siehe o. Fn. 10. Ein ähnlicher Vertrag besteht zwischen der Türkei und Rumänien<br />

(Amtsblatt vom 17.5.1972, Nr. 14190).


Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem Recht<br />

diesem Fall erklärt das türkische Vollstreckungsgericht den ausländischen<br />

Schiedsspruch in der Türkei für vollstreckbar 26 .<br />

Um die Frage der gegenseitigkeit beantworten zu können, ist die<br />

ausländische Nationalität des Schiedsspruches festzustellen. Hieraus folgt,<br />

daß in der Türkei ein als supranational oder international anzusehender<br />

Schiedsspruch nicht für vollstreckbar erkärt werden kann 27 .<br />

2. Rechtskraft und Vollstreckbarkeit des ausländischen<br />

Schiedsspruchs<br />

Um in der Türkei für vollstreckbar erklärt werden zu können, muß<br />

ein ausländischer Schiedsspruch nach den Regeln des anwendbaren<br />

Rechts rechtskräftig und zusätzlich vollstreckungsreif sein, Art. 43 I, 45i<br />

MÖHUK. Die Vollstreckungsreife tritt nicht notwendig gleichzeitig mit der<br />

Rechtskraft ein. Z.B. wird nach türkischem Prozeßrecht ein Schiedsspruch<br />

rechtskräftig, wenn die Parteien die Revisionsfrist ungenutzt haben<br />

verstreichen lassen. Dennoch kann man aus diesem rechtskräftigen<br />

Schiedsspruch vor seiner gerichtlichen Bestätigung nicht vollstrecken,<br />

Art. 536 HUMK. Auch bei einem ausländischen Schiedsspruch müssen<br />

ähnliche Voraussetzungen des ausländischen Verfahrensrechts erfüllt sein,<br />

damit der Schiedsspruch in der Türkei für vollstreckbar erklärt werden<br />

kann. Daher bedarf es auch insoweit einer Klärung der Nationalität des<br />

Schiedsspruchs wie im Fall der Gegenseitigkeit.<br />

3. Stellt das Gericht fest, daß die Parteien keinen Schiedsverrag<br />

abgeschlossen oder die Schiedsklausel dem Grundvertrag nicht beigefügt<br />

hatten, so hat es den Antrag auf Vollstreckbarerklärung des ausländischen<br />

Schiedsspruchs zurückzuweisen, Art. 45 (a) MÖHUK.<br />

4. Weiter darf der Schiedsspruch nicht gegen die guten Sitten oder<br />

die öffentliche Ordnung verstoßen, Art 45 (b) MÖHUK. Ausländische<br />

Gerichtsentscheidungen werden in der Türkei vollstreckt, sofern sie<br />

26 Das Handelsgericht Istanbul hat mit Urteil vom 14.11.1984 (Az. 1983/367, Entscheidungs-<br />

Nr. 1983/773) entschieden: “Die Voraussetzung der Gegenseitigkeit ist erfüllt, wenn es<br />

in dem Land des Schiedsspruches, dessen Vollstreckung in der Türkei beantragt ist,<br />

eine gesetzliche Regelung gibt, die der Vollstreckung türkischer Schiedssprüche nicht<br />

entgegensteht. “Diese Entscheidung ist durch die 11. Zivilkammer des Revisionsgerichts<br />

am 6.12.1985 bestätigt worden (Istanbul Barosu Dergisi 1986 Nr. 1-3, S. 141ff.).<br />

27 Siehe o. Fn. 56, 6.<br />

189


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

nicht “deutlich” gegen den ordre public verstoßen, Art. 38 (a) MÖHUK 28 .<br />

Diese MÖHUK. Diese beschränkung auf “deutliche” Verstöße findet sich<br />

dagegen nicht in Art. 45 (b) MÖHUK, der die Vollstreckung ausländischen<br />

Schiedssprüche regelt. Nach meiner Ansicht ist die Vollstreckung<br />

Schiedssprüche aber nicht weniger liberal zu handhaben als die<br />

Vollstreckung ausländischer Gerichtsentscheidungen. Die gesetzliche<br />

Regelung für die Vollstreckung ausländischer Gerichtsentscheidungen<br />

ist daher auch auf die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche<br />

anzuwenden 29 .<br />

In einem Urteil hat das türkische Revisionsgericht entschieden 30 , daß<br />

die völlige Unabhängigkeit der Schiedsrichter Bestandteil des türkischen<br />

ordre public ist; es hat daher die Regelung des Art. 21 der Verfahrensordnung<br />

des Schiedsgerichtshofs der Internationalen Handelskammer Paris als<br />

einen Vorstoß gegen die Unabhängigkeit der Schiedsrichter angesehen.<br />

Dagegen hat man eingewandt, daß die Einwirkungsmöglichkeiten nach<br />

Art. 21 der ICC-Regeln die Unabhängigkeit der Schiedsrichrer allein nicht<br />

beeinträchtigen würden 31 . Abhängig seien die Schiedsrichter vielmehr<br />

nur, wenn man dies anhand des Schiedsspruchs feststellen könne. Zum<br />

Schutze prozessualer Grundprinzipien kann dieser Ansicht jedoch nicht<br />

beigepflichtet werden. Denn ob eine Einmischung aufgrund des Art. 21<br />

der ICC-Regeln die Unabhängigkeit der Schiedsrichter beeinflußt hat<br />

oder nicht, kann man anhand des Schiedsspruchs nachträglich nicht<br />

feststellen 32 .<br />

28 Man unterscheidet den ordre public-Verstoß von Versößen gegen das nationale Recht.<br />

Diese Unterscheidung ist deutlich herausgearbeitet in RGZ 159, 245 und BGHZ<br />

22, 24 (siehe Alangoya (Fn. 13) S. 180 Fn. 107, S. 187 Fn. 123, 124). Das türkische<br />

Revisionsgericht sieht in dem abweichenden Inhalt auslândischen Rechts noch keinen<br />

Verstoß gegen den türkischen ordre public, 2 HD, vom 23.6.1983, 5550 5697, IBD 1984<br />

N. 1-3, S. 1115-1116.<br />

29 Vgl. Ansay TAHKIM HAFTASI, S. 260.<br />

30 Siehe Keban-Entscheidung (Fn. 12).<br />

31 Nomer, Yabancı Hakem Mahkemesini Bağımsızlığı, MHB 1984 Nr. 1, S. 30, 31.<br />

32 Schlosser (Festschritt tür R. Reinhardt, 1972, S. 137, 147) vertritt die Ansicht, die<br />

Existenz von Art. 21 beeinträchtige die Unabhängigkeit der Schiedsrichter nicht,<br />

solange ein Fall der Einmischung nach Art. 21 nicht einträte. Dieser ansicht stehe<br />

ich skeptisch gegenüber. Denn ob eine Einmischung vorliegt, kann man nie genau<br />

feststellen. Da nach der Regelung kein Schiedsspruch ergehen darf, ohne daß er von<br />

dem Schiedsgerichtshot hinsichtlich seiner Form genehmigt worden ist, läßt sich die<br />

Ansicht Schlossers zudem nicht ohne weiteres vertreten.<br />

190


Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem Recht<br />

5. Einen Antrag auf Vollstreckbarerklärung hat das türkische Gericht<br />

auch dann abzulehnen, wenn der Streitgegenstand des Schiedsspruchs<br />

nach den türkischen Gesetzen nicht schiedsfahig ist, also darüber nicht<br />

im schiedsrichterlichen Verfahren entschieden werden kann, Art. 45 (c)<br />

MÖHUK. Nach türkischen Recht hat ein Schiedsvertrag nur insoweit<br />

rechtliche Wirkung, als die Parteien berechtigt sind, über den Gegenstand<br />

des Streites einen Vergleich abzuschließen, Art. 518 MÖHUK. Ob dies der<br />

Fall ist, ist vom Gericht von Amts wegen zu prüfen 33 .<br />

6. Ein Antrag auf Vollstreckbarerklärung ist auch abzulehnen, wenn<br />

eine Partei vor dem Schiedsgericht nicht ordnungsgemäß vertreten<br />

war und die vorgenommenen Prozeßhandlungen nicht nachdrücklich<br />

ausdrücklich genehmigt, Art. 45 (d) MÖHUK.<br />

7. Abzulehnen ist der Antrag auf Vollstreckbarerklärung auch, wenn<br />

die Partei, gegen die die Vollstreckung begehrt wird, von der Bestellung des<br />

Schiedsgerichts nicht ordnungsgemäß unterrichtet worden ist oder sonst<br />

der Möglichkeit beraubt wurde, ihre Angriffsmittel geltend zu machen,<br />

Art. 45 (e) MÖHUK.<br />

8. Das Gericht hat den Vollstreckungsantrag abzulehnen, falls der<br />

Schiedsvertrag oder die Schiedsklausel nach dem Recht, dem sich die<br />

Parteien unterworfen haben, oder in Fällen fehlender Absprache nach dem<br />

Recht des ortes, an dem der Schiedsspruch erlassen worden ist, unwirksam<br />

ist, Art. 45 (f) MÖHUK.<br />

9. Der Antrag muß ferner abgelehnt werden, wenn die Wahl der<br />

Schiedsrichter oder das von den Schiedsrichtern angewandre Verfahren<br />

gegen die Vereinbarung der Parteien oder, bei Fehlen einer solchen<br />

Vereinbarung, gegen das Recht des Schiedsortes verstößt, Art. 45 (g)<br />

MÖHUK. Dabei ist nicht zwischen wesentlichen und unwesentlichen<br />

Regeln zu unterscheiden. Doch ist nach türkischem Recht anzunehmen,<br />

daß nur solche Verfahrensfehler die Vollstreckun hindern, die für den<br />

Inhalt des Schiedsspruches kausal geworden sind 34 .<br />

10. Schließlich muß das Gericht den Vollstreckungsantrag ablehnen,<br />

wenn sich der Schiedsspruch auf eine Angelegenheit bezieht, die im<br />

33 Siehe Alangoya (Fn. 13) S. 83ff.<br />

34 Siehe Schlosser. Das Recht der internationalen privaten Schiedsgerichtsbarkeit, 1975,<br />

Rdn. 695a.<br />

191


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Schiedsvertrag oder in der Schiedsklausel nicht erwähnt ist, oder wenn<br />

er die Grenzen des Schiedsvertrages oder der Schiedsklausel (teilweise)<br />

überschreitet, Art. 45 (h) MÖHUK.<br />

Die Beweislast für das Vorliegen der in Art. 45 lit. d-i vorgesehenen<br />

Vollstreckungshindernisse trägt die Partei, gegen die die Vollstreckung<br />

beantragt wird, Art. 45 II MÖHUK.<br />

192<br />

IV. Das Verfahren auf Vollstreckbarerklärung<br />

Der Antrag ist schriftlich bei dem von den Parteien in Schriftform als<br />

zuständig vereinbarten Zivilgericht erster Instanz einzureichen 35 . Haben<br />

die Parteien keinen entsprechenden Prorogationsvertrag abgeschlossen, so<br />

gilt das Gericht am türkischen Wohnsitz der unterlegenen Partei als örtlich<br />

zuständig, bei Fehlen eines solchen dasjenige an ihrem Aufenthaltsort,<br />

und bei Fehlen eines solchen, das Gericht des Ortes, in dessen Bezirk<br />

sich Vermögen befindet, in welches vollstreckt werden kann. Fehlt<br />

solches Vermögen und beruft sich die Gegenseite hierauf im Wege einer<br />

prozeßhindernden Einrede, so hat das Gericht den Vollstreckungsantrag<br />

abzuweisen.<br />

Dem Vollstreckungsgesuch sind folgende Unterlagen beizufügen:<br />

(a) das original oder eine ordnungsgemäß beglaubigte Abschrift des<br />

Schiedsvertrages oder der Schiedsklausel,<br />

(b) das Original und die beglaubigte Abschrift des rechtskrättigen und<br />

vollstreckbaren Schiedsspruches,<br />

(c) die ordnungsgemäß beglaubigten Übersetzungen der zu (a) und (b)<br />

aufgefürten Dokumente in die türkische Sprache, Art. 44 MÖHUK.<br />

Das Gesuch auf Vollstreckbarerklärung wird der Gegenseite zusammen<br />

mit der Terminsladung zugestellt. Im übrigen finden auf das Verfahren die<br />

Vorschriften des ordentlichen Prozeßverfahrens Anwendung, Art. 44 II, 39<br />

(MÖHUK, Art. 507-511 HUMK.<br />

Das Gericht kann entweder den Schiedsspruch ganz oder teilweise für<br />

vollstreckbar erklären oder den Antrag ablehnen.<br />

35 Die sachliche Zuständigkeit hat das Gericht von Amts wegen zu beachten. 2 HD vom<br />

16.10.1984. 7572/8064 (IKID 1986 N. 305. S. 4151).


Die Vollstreckung ausländischer Schiedssprüche mach türkischem Recht<br />

Die Vollstreckbarerklärung wird unmittelbar unter den ausländischen<br />

Schiedsspruch geschrieben und von dem Richter mit dem Amtssiegel<br />

und seiner Unterschrift versehen. Ausländische Schiedssprüche, deren<br />

Vollstrekkung durch Urteil eines türkischen Gerichts zugelassen worden<br />

sind, werden wie türkische Schiedssprüche vollstreckt, Art. 44 II, 41<br />

MÖHUK. Die Kassation des Urteils über Zulassung oder Ablehnung eines<br />

Vollstreckungsantrags unterliegt den allgemeinen Regeln; die Einlegung des<br />

Rechtsmittels hat Suspensiveffekt, hindert also eine Vollstreckung, Art. 41<br />

II MÖHUK.<br />

193


Bir Karar Dolayısı ile HUMK m. 9/I deki Mahkemenin<br />

Yetkisi Hakkında<br />

“Merhum Prof. Dr. Kemal Oğuzman’ın Anısına...”<br />

Prof. Dr. Yavuz ALANGOYA<br />

1. Bir davaya, adli yargının hukuk bölümü içinde hangi mahkemenin<br />

bakacağı “neredeki ilk derece mahkemesi” sorusuna cevap vermekle tespit<br />

edilebilir. Hangi ilk derece mahkemesinin bakacağı görev, neredeki mahkemenin<br />

bakacağı yetki kuralları ile tespit edilebilir 1 .<br />

Hangi yerdeki ilk derece mahkemesine, diğer bir deyişle sulh veya asliye<br />

hukuk mahkemesine başvurulacağını düzenleyen kurallar yetki kurallarıdır.<br />

Diğer bir ifade ile bir davaya yer itibariyle bakma iktidarına sahip<br />

mahkemeye yetkili mahkeme ve bu hususu düzenleyen kurallara da yetki<br />

kuralları adı verilir; mahkemelerin yetkisi, mahkemelerin iş sahasının coğrafi<br />

açıdan sınırlanmasını ifade eder.<br />

2. Yetki kuralları, genel yetkili mahkemeleri ve özel yetkili mahkemeleri<br />

belirleyen kurallar olarak iki gruba ayrılır. Özel yetki kuralları belirli<br />

bazı davalar açısından yetkili mahkemeyi tayin eder. Buna mukabil genel<br />

yetki kuralı bir şahsa karşı açılacak bütün davalar için yetkili olan mah-<br />

1 Bu iki müessese davaların dağılımının nasıl olacağı ile ilgilidir. Bir de aynı ihtilaf açısından<br />

farklı adli fonksiyonların farklı mercilerce yerine getirilmesi gereği söz konusudur.<br />

Farklı derece mahkemelerinin (ilk derece, istinaf, temyiz mahkemeleri) görev<br />

alanları, istinabe edilen hâkimin, yazı işleri müdürünün görevlerinin ayrımı yukarıda<br />

işaret edilen görev ve yetki kavramlarından farklı bir hususu ifade etmektedir. Bu kavram<br />

fonksiyonel manada salahiyet olarak adlandırılmaktadır. Bu kavram birçok usul<br />

kanununda olduğu gibi bizim usul kanunumuzda da düzenlenmiş değildir; bu kavramı<br />

ilk olarak ünlü Alman usulcüsü Wach (Handbuch des Zivilprozesses, 1885, s. 347)<br />

ifade etmiş bulunmaktadır. Fonksiyonel manada salahiyeti düzenleyen kurallara aykırılığın<br />

müeyyyidesi tartışmalıdır. Bkz. Jauernig, Das fehlerhafte Zivilurteil, 1958 s.<br />

30,31; Rosenberg/Schwab/Gottwald, Pr. 32 IV s. 157.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kemeyi tayin eder. Şu duruma göre bazı davalar için birden fazla mahkemenin<br />

yetkili olabileceği ortaya çıkar. (bkz. 4 HD 28.5.1990, 3661/4567,<br />

YKD 1990/9, s. 1304-1305). Bu durumlarda davacı için bir seçim hakkı söz<br />

konusu olacaktır. (HGK 17.05.1995, 259/531, İstanbul Barosu Bilgi Bankası<br />

Yargıtay Kararları HUMK m.9 altında). Ancak, kanun bazı davaların münhasıran<br />

belirli bir mahkemede görülmesini emretmiştir. Bu durumlarda<br />

genel yetki verdiğim edecektir.<br />

3. Genel Yetkili Mahkemenin bu tarifi dikkate alındıkta HUMK m.9/I<br />

deki mahkeme genel yetkili mahkemedir. Bu konuda bugüne kadar Yargıtay<br />

içtihatlarında ve doktrinde bir tereddüt olmamıştı. Ancak Yargıtay<br />

Dördüncü Hukuk Dairesi yeni sayılabilecek bir kararında bu kabul şeklini<br />

temelden değiştiren bir çözümde ısrar etmiştir. 2 (Yar. 4 HD 31.10.1996 E.<br />

96/8565 K. 96/10514, YKD 1997/3 s.365 ve son). Bu büyük önemi haiz kararın<br />

meseleye ilişkin bölümü aynen şöyledir:<br />

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 1711 sayılı Yasa ile değişikliğinden<br />

önceki durumu şöyleydi: “Her dava ikame edildiği tarihte<br />

müddeaaleyhin Kanunu Medeni mucibince ikametgah addolunan mahal<br />

mahkemesinde bakılır.” Maddenin bu biçimiyle ikametgah mahkemesi,<br />

genel yetkili mahkemeydi. O nedenle de Yargıtay sürekli olarak şu kuralı<br />

uyguluyordu: Usulün 21. Maddesinde yazılı yetki kuralı, tali bir kuraldır.<br />

Tali yetki kuralları, davalının ikametgahı mahkemesinde, dilerse haksız<br />

eylemin işlendiği yer mahkemesinde dava açabilir. (4. HD’nin 7.11.1951<br />

gün, 8907/6889 sayılı; 24.4.1967 gün, 4033/3760 sayılı; 29.1.1970 gün,<br />

1215/722 sayılı v.b. kararları).<br />

Ne var ki, 8.6.1973’te yürürlüğe giren 1711 sayılı Yasa ile bu madde<br />

değiştirilmiş ve bir eklenti ile şu duruma getirilmiştir: “Her dava, kanunda<br />

aksine hüküm bulunmadıkça açıldığı tarihte davalının Türk Kanunu<br />

Medenisi gereğince ikametgahı sayılan yer mahkemesinde görülür.” Eklenti,<br />

“kanunda aksine hüküm bulunmadıkça” biçimindeki sözcük dizisidir.<br />

Eklentiyle ikametgah mahkemesi, genel yetkili mahkeme olmaktan<br />

çıkartılmış ve bir kural mahkemesine dönüştürülmüştür. Kuralın istisnaları<br />

“kanunda aksine hüküm bulunan” durumlardır. İşte onlardan biri<br />

de Hukuk Usulü Muhakameleri Kanununun 21. Maddesinde yer almıştır.<br />

Sözü erilen 21. maddede, “haksız fiilden mütevellit dava o fiilin vuku<br />

2 Bkz. dn. 10 daki 4 HD nin 4.4.1989 tarihli kararına<br />

196


Bir Karar Dolayısı ile HUMK m. 9/I deki Mahkemenin Yetkisi Hakkında<br />

bulduğu mahal mahkemesinde ikame olunabilir.” denilmektedir. Öyleyse<br />

anılan evrede, haksız eyleme ilişkin davalarda, haksız eylemin oluştuğu<br />

yer mahkemesi davayı görmeye yetkilidir (Belirtilen maddede haksız eylemin<br />

oluştuğu yerde davanın açılacağı değil, açılabileceği türünde bir anlatıma<br />

yer verilmiştir. Bu anlatım türü duraksamalara yol açabilir. Seçeneğe<br />

ilişkin sözle özellikle amaçlanan, yetki sözleşmesiyle ya da davalının karşı<br />

çıkmamasıyla başka bir yer mahkemesinde davanın görülme olanağının<br />

varlığıdır; çünkü bu yetki kesin yetki kuralı olmadığı gibi kamu düzeniyle<br />

de ilgili değildir).<br />

Öyleyse, 1711 sayılı Yasa değişikliğiyle haksız eylemin oluştuğu yer<br />

mahkemesinin, hem bireysel hem de ortak yetkisi ortaya çıkmış bulunmaktadır<br />

(Bkz. HGK.’nun 24.2.1984 gün, 11/662-153 sayılı kararı, Egemen/Çelikoğlu/Kaynak/Şahinoğlu/Gök/Dursunkaya,<br />

Yargıtay Hukuk Genel<br />

Kurulu’nun On Yıllık Emsal Kararları, Ank. 1985, s. 922 vd. Yasa Hukuk<br />

Dergisi, 1984/3, s. 451; Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.1 Dördüncü<br />

Bası, Ank. 1979, s. 286 vd. C.V, 1986, s. 4348, 4349).<br />

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu, 18.6.1985’te yürürlüğe girmiş<br />

ve HUMK.’nun 21. Maddesindeki haksız eylemin oluştuğu yer mahkemesine<br />

koşut olarak 110 madde buyruğunu getirmiştir: “Motorlu araç kazalarından<br />

dolayı hukuki sorumluluğa ilişkin davalar, sigortacının merkez<br />

veya şubesinin veya sigorta sözleşmesini yapan acentanın bulunduğu yer<br />

mahkemelerinden birinde açılabileceği gibi kazının vuku bulduğu yer<br />

mahkemesinde de açılabilir.” Şu durum karşısında, madde kapsamı dışındaki<br />

yerlerden birinde bir dava açıldığı ve karşı konulduğu takdirde<br />

istenilen ve madde kapsamında yer alan mahkemelerden birine dosya gönderilmek<br />

üzere yetkisizlik nedeni ile dava dilekçesi reddedilmelidir.<br />

Usul ve yasaların bu biçimde yorumlanması gereğine Dairemiz Kurulunun<br />

27.4.1989 gün ve 1037/4037 sayılı kararıyla açıklık getirilmiştir<br />

(Yasa Der. Mayıs 1989, s. 709).<br />

Ne var ki, görülmekte olan dava, tüm davalıların ikametgahlarının bulunduğu<br />

Şişli’de açılmıştır. Bu yerde yargılamanın sürdürülmesi, davalıların<br />

çıkarlarına uygun düşer. Onların, belirtilen yararlarına rağmen, yetkisizlik<br />

itirazlarında bulunmaları, iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz. Öyleyse<br />

yetkisizlik itirazları reddedilerek esas bakımından varılacak uygun sonuç<br />

çevresinde bir karar kurulmalıdır.<br />

197


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Alınan yön gözetilmeksizin yetkisizlik nedeni ile dava dilekçesini reddedilmiş<br />

olması, bozmayı gerektirir.<br />

Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin münferit kalmış görünen 3 bu kararına<br />

göre bir davada mesela HUMK 10 veya HUMK 21’de öngörülen yetkiler<br />

söz konusu ise ve bu dava davalının ikametgah mahkemesinde açılmışsa,<br />

bu mahkeme davalının ilk itiraz ileri sürmesi halinde yetkisizlik kararı<br />

verme durumunda kalacaktır. Zira 1711 sayılı Kanun 9 uncu maddeye,<br />

“Her dava, kanunda aksine hüküm bulunmadıkça...” kelime dizisi eklediği<br />

için, davalının ikametgahı mahkemesi artık klasik manada bir genel<br />

yetkili mahkeme olmaktan çıkıp (yani emredici olmayan özel yetki kurallarının<br />

kendisi yanında paralel yetki yarattığı bir mahkeme değil) bir<br />

“kural mahkemesi”ne (yani emredici olmayan 4 özel yetkili mahkemenin<br />

bulunmadığı hallerde dava açılabilecek bir mahkemeye) dönüşmüştür.<br />

Bugüne kadar 1711 sayılı kanunla eklenen yukarıdaki ibare kesin yetkili<br />

mahkeme bulunmayan hallerde davanın genel yetkili mahkeme olan<br />

davalının ikametgahı mahkemesinde görüleceği, kesin yetki halinde davalının<br />

ikametgahı mahkemesinin yetkili olmayacağı ve tali yetkiyi düzenleyen<br />

bir kuralın bulunması halinde davanın o yer mahkemesinde de<br />

görülebileceği şeklinde değerlendirile gelmiştir; yetkisi kesin olmayan özel<br />

yetkili mahkemelerin davalının ikametgahı mahkemesinin yetkisini bertaraf<br />

etmeyen paralel yetkili mahkemeler olduğu kabul edilmiştir. Doğru<br />

olan budur. HUMK m.10 hükmündeki “.....Mahal mahkemesinde de bakılabilir”<br />

HUMK 12 hükmündeki “.....mahkemede de ikame olunabilir”, 17<br />

inci maddedeki “.....şubenin bulunduğu mahalde dahi dava ikame olu-<br />

3 Kararda atıf yapan HGK’un 24.2.1984 tarih ve 11/662-153 sayılı kararı, 4 HD’nin bu kararında<br />

vardığı sonuçla ilgili değildir, HGK sadece haksız fiilin birden fazla sorumlusu<br />

olma durumlarında, haksız fiilin vuku bulduğu mahal mahkemesinin HUMK 9/II c.2<br />

deki ortak yetkili mahkeme olacağını yani davalılardan birinin ikametgahı mahkemesinde<br />

dava açıldığında bunun haklı yetki itirazı ile karşılaşabileceğine karar vermiştir.<br />

(İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi 1989 sayı 345 s. 6704 ben bu çözüme de katılmıyorum;<br />

ancak burası bunun tartışma yeri değildir); kendisine atıf yapılan Prof. Dr. Baki<br />

Kuru’da ne 1979 tarihli basıda (s. 262 ve son) ne 1990 tarihli basıda (s. 1072 ve son) ne<br />

de 1995 tarihli Hukuk Muhakemeleri Usulü El Kitabı adlı kitabında (s. 130 ve son). 4<br />

HD’nin bu kararı yönünde beyanda bulunmuştur; yazar c.I s. 263 de “......Yani her dava<br />

(hakkında kesin bir yetki hükmü bulunmadıkça), dava açıldığı tarihte davalının (MK<br />

gereğince) ikametgahı sayılan yer mahkemesinde görülür (m.9.lc.1)” demektedir.<br />

4 Kesin yetki halinde genel yetkili mahkemenin ve varsa özel yetkili mahkemenin yetkisi<br />

zaten olmaz.<br />

198


Bir Karar Dolayısı ile HUMK m. 9/I deki Mahkemenin Yetkisi Hakkında<br />

nabilir” HUMK 20 hükmündeki “......mahal mahkemesinde bakılabilir”,<br />

HUMK 21 hükmündeki “.....ikame olunabilir” yolundaki hükümler bu hususu<br />

açıkça ortaya koymaktadır. Bütün bu kurallardan mevcut bir yetkili<br />

mahkemenin yanında (HUMK 9/I) ona paralel yetkili mahkemeler yaratılmış<br />

olduğu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlaşılmaktadır. 5 HUMK 20<br />

hükmü “sakin” bulunmanın “uzunca bir zaman devam edebilecek” olduğu<br />

durumlarda bu kimseler aleyhine alacak ve “emvali menkule” davalarının<br />

sakin olunan mahal mahkemesinde bakılabileceğini kabul ediyor. Bu<br />

düzenleme, ikametgah mahkemesinde açılabilecek davaların oturulan yer<br />

mahkemesinde açılabilmesine imkân veren bir hükümdür. Sayın Dairenin<br />

görüşü kabul edilirse bu hüküm ikametgah mahkemesinin yetkisini bertaraf<br />

etmektedir ve dava ikametgah mahkemesinde açılamayacak (açılırsa<br />

ileri sürülecek ilk itiraz hakkı olacak) buna mukabil bu davalar sadece oturulan<br />

yer mahkemesinde açılabilecektir. Böyle bir sonucun kabul edilmesi<br />

kanaatimce mümkün değildir ve davalının menfaati dikkate alınarak yapılır.<br />

6 Davalının ikametgahı mahkemesinin genel yetkili mahkeme olarak<br />

düzenlenmiş olmasının temelinde davalının menfaati düşüncesi yer alır. 7<br />

Gerçekten kendisine karşı yapılan talebin sadece davacının iddasından<br />

ibaret olduğu bir durumda davalıyı ikamet ettiği yerdeki mahkemenin<br />

dışındaki bir mahkemenin önüne götürmek haklı bir durum olmayacaktır.<br />

8 Tabiatıyla bu kuralın yanında diğer hususların temelini teşkil ettiği<br />

5 4. HD’nin 21 inci maddedeki “.....ikame olunabilir” ibaresini yorumlama şekli de kabul<br />

edilebilir gibi değildir: Bu ibare ile yetki sözleşmesi yapılabileceği ve karşı çıkmama<br />

halinde yetkisiz mahkemenin yetki kazanacağının anlatılmak istendiği savunuluyor.<br />

HUMK 22 ve 23 üncü maddeleri varken neden böyle bir gerek olsun! HUMK 9/I c. 1’de<br />

“....sayılan yer mahkemesinde görülür” deniliyor. Bu yoruma sadık kalırsa, Sayın Daire<br />

bu mahkemenin yetkili olduğu hallerde, kesin yetkinin söz konusu olduğu sonucuna<br />

varmak durumunda kalır!<br />

6 K. Hellwig, Lehrbuch des deutschen Zivilprozessvecht cilt 2 1907 tarihli basıdan yapılan<br />

tıpkı basım Pr. 94 III s. 175; ayrıca bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald 15. Bası 1993<br />

Pr. 30 V s.153.<br />

7 Sayın Dairede, bütün davalıların ikametgahında dava açılmasının davalılarını “çıkarlarına”<br />

uygun olduğunu kabul ediyor.<br />

8 “Müddealeyhin asıl ve tabii yargıcı bura (m.9) yargıcıdır.” Ansay, Hukuk Yargılama Usulleri<br />

1960 7.Bası s. 97; “Bu kaide birçok memleketlerde kabul edilmiştir. Bu adeta Usul<br />

Hukukunun tabii hukkunu teşkil edecek derecede, zaman ve mekan içinde yaygın bir<br />

kaide mahiyetine haizdir. Bunun sebebi ve izahı pek basittir: Asıl olan herkesin hukuk<br />

kaidesine uygun bir tarzda hareket ettiğidir. Davacı, davalı tarafından hakkının ihlâl<br />

edildiğini ileri sürmek mevkiinde olduğuna göre, aslın hilafını iddia ediyor demektir.<br />

Başka bir deyişle, davacı haklı olduğunu ispat edinceye kadar haksız farz olunmaktadır<br />

199


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

özel yetki kuralları da mevcut olabilir. Davacı da davası bakımından, kesin<br />

yetki dışındaki hallerde başka bir şey düşünmeksizin davasını açabileceği<br />

bir genel yetkili mahkemeye gidebilmenin rahatlığına sahip olmaktadır.<br />

Görüldüğü gibi uzun bir geçmişi olan ve hemen hemen bütün usul kanunlarında<br />

yer alan bir kural söz konusudur. 9<br />

Sayın Dairenin vardığı sonuç tarihi yoruma dayanılarak da haklı gösterilemez.<br />

10 Gerçekten Hükümet gerekçesinde aynen şöyle denmektedir: 11<br />

“9 ncu maddenin ilk iki fıkrası esas bakımından mevcut hükümden<br />

farklı olmamakla beraber üçüncü fıkrada yer alan hüküm yenidir...”<br />

Görüleceği üzere, gerekçe birinci fıkranın eski hükümden farklı olmadığını<br />

açık bir şekilde ifade etmektedir. Müzakerelerde de böyle bir husus<br />

dile getirilmiş değildir. 12 Ancak müzakereler sırasında Cumhuriyet Halk<br />

Partisi Grubu adına konuşan Mehmet Seydibeyoğlu’nun konuya ilişkin bir<br />

beyanı üzerinde durmak istiyorum. (Millet Meclisi Tutanak Dergisi Cilt<br />

32, Dönem 3, Toplantı 4, Birleşim 44 Sahife 435). Sayın Milletvekili şöyle<br />

diyor:<br />

Sayın 4 HD’nin görüşünün bir sonucu, emredici olmayan bir özel<br />

yetki kuralının bulunduğu bir durumda, davacının davalının ikametgahı<br />

mahkemesinde dava açması üzerine davalı haklı bir ilk itirazda bulunabilecektir.<br />

Bu davalının kendi menfaatine olan bir hususa karşı çıkması<br />

200<br />

Binaenaleyh, bu mülahaza icabı ispat yükü davacıya tahmil edildiği gibi, taraflardan<br />

birinin diğerinin ayağına gitmesi mevzuunda bu külfet de davacıya terettüp eder. Zira<br />

henüz haksızlığı sabit olmayan davalıya asgari zahmet ve masraf yüklemek düşüncesi,<br />

davacının başlıca zahmet masrafları deruhde etmesini ve davalının ikametgahına gitmesini<br />

icap ettirir.<br />

İşten bundan dolayıdır ki, kanun, m.9’da bu kaideyi asli bir kaide olarak sevk etmiş ve<br />

“her dava ikame edildiği tarihte müddeaaleyhin Kanunu Medeni mucibince ikametgahı<br />

addolunan mahal mahkemesine bakılır.” demiştir. Davacı, davasını davalının dava<br />

tarihindeki ikametgahı mahkemesine götürmekle kendisine terettüp eden mükellefiyet<br />

yerine getirmiş olur. Postacıoğlu, Medeni Usul Hukuku Dersleri, s. 150.<br />

9 Bu kuralın Roma Hukukundan doğup, Germen Hukukunda da yer aldığı hususunda bkz.<br />

Oertmann P., Grundriss des deutschen Zivilprozessrechts, Leipzig 1930 P. 34 A 1 s. 76;<br />

yazar kendisinden herhangi bir edim talep edilmeyen davacının değil, bu durumda olan<br />

davalının mahkemesine tabi olmanın söz konusu olduğunu belirtmektedir, aynı yer.<br />

10 Bu meselede tarihi yorum, amaca göre yorumu destekliyor.<br />

11 Millet Meclisi Tutanak Dergisi Cilt 32, Dönem 3, Toplantı 4 (1973) s.2.<br />

12 11 nolu dipnotundaki atıf s.433 ve son; Millet Meclisi Tutanak Dergisi S. sayısı: 220<br />

781’e 1 nci Ek (1973) s.1 ve son;


Bir Karar Dolayısı ile HUMK m. 9/I deki Mahkemenin Yetkisi Hakkında<br />

demektir. Sayın Daire bunu teşhis ettiğinden bu sebeple ilk itiraz ileri sürülmesini<br />

“iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz.” görmekte yani ikametgah<br />

mahkemesinin genel yetkisini kabul etmektedir. Ancak böyle olunca iyi<br />

niyet müessesesi dolayısı ile davalının ikametgahı mahkemesinin genel<br />

yetkili mahkeme olduğu hususuna avdet edilmiş olmaktadır ve karar bu<br />

hali ile de çelişkili bir durum arz etmektedir.<br />

Bu değişik maddede de, eskisinde olduğu gibi, yine “Her dava, kanunda<br />

aksine hüküm bulunmadıkça, açıldığı tarihte davalının Türk Kanunu<br />

Medenisi gereğince ikametgahı sayılan yer mahkemesinde görülür” diyoruz.<br />

Hattızatında bu hüküm, davacıyı kendisini haklı göstererek dava<br />

açan, hakkı gaspedilen, hakkını alamayan kimseyi, esas davada kusurlu<br />

bulunan, haksız bulunan davalının ayağına götürmek gibi garip bir hüküm<br />

öteden beri tatbik ediliyor. Hattızatında bu, tamamiyle haksız ve<br />

mesnetsiz, hukuk fikrine uygun olmayan bir hüküm. Ancak, getirilen tasarıda,<br />

diğer maddelerde değişiklik getirilmediği için şimdilik bu hüküm<br />

üzerinde durmak istemiyorum. Hattızatıda davalının ikametgahına gitme<br />

hükmünü ortadan kaldıracak bir reformun yapılması lazım. Reform Hükümetinden<br />

biz bunu beklerdik. Ancak, sadece bu madde de bu değişikliği<br />

yapmakla bu şeyin halledileceğine kani olmadığımız için fazla üzerinde<br />

durmuyoruz.”<br />

Anlaşılacağı üzere Seydibeyoğlu davalının ikametgahı mahkemesinin<br />

genel yetkili mahkeme olmasına karşıdır ve reformcu hükümetten beklentisi<br />

davalının ikametgahına gitme hükmünü kaldıracak bir “reform” yapılmasıdır.<br />

Seydibeyoğlu’nun “garip bir hüküm” olarak nitelediği bu düzenleme,<br />

talebin sadece davacının iddiasından ibaret olduğu, yani davacının<br />

talebinin haklı olup olmadığının henüz belli olmadığı bir durumda davacının,<br />

davalının mahkemesine tabi olması gerektiği temel fikrine dayanır.<br />

(bkz. dn. 8. ve 9.) Seydibeyoğlu hakkını alamıyan kimsenin (davacı) esas<br />

davada kusurlu, haksız bulunan davalının ayağına gitmesini doğru bulmuyor.<br />

Ancak Sayın Milletvekili, davanın açılması anında davacının haklı,<br />

davalının kusurlu, haksız olduğu sonucuna nasıl varmaktadır anlamak<br />

mümkün değildir. Bunun Usul Hukuku çerçevesinde izahı da mümkün<br />

bulunmamaktadır.<br />

201


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Sonuç olarak 4. Hukuk Dairesinin söz konusu kararının 13 HUMK hükümlerinin<br />

gerek lafzına gerek amacına aykırı olduğu kendi içinde de çelişkili<br />

bulunduğu ortaya çıkmaktadır.<br />

HUMK 9/I c. 1 deki mahkeme kesin yetkili bir mahkeme mevcut bulunmadıkça<br />

(mesela HUMK 13) genel yetkiye sahiptir. Diğer bir deyişle<br />

kesin nitelikte olmayan özel yetkili mahkemelerin bulunması halinde de<br />

davalının ikametgahı mahkemesi yetkili olmaya devam edecektir; sayın 4<br />

HD’nin diğer Daireler içtihadı dikkate alındıkta münferit kalmış görünen<br />

içtihadını bu yolda değiştirmesi uygun olacaktır kanaatindeyim. 14<br />

13 4 HD’nin bu kararındaki bu kabul şekli ilk olarak 22.1.1987 tarih ve 1986/8174 Esas ve<br />

1987/370 karar sayılı kararında karşı oy yazısında ortaya çıkmıştır, Yasa Hukuk Dergisi<br />

1987 sayı 2 s. 298-300 (299); bilahare Sayın Dairenin 4.4.1989 tarih ve 1988/11123 Esas<br />

ve 1989/3059 Karar sayılı kararında sözü geçen karşı oy yazısı karar haline gelmiştir.<br />

1996 tarihli kararda davalının ikametgahında dava açılması halinde yetki itirazında<br />

bulunulmasının iyi niyet kurallarına aykırı olduğu hususu yenidir.<br />

14 4 HD’nin bu kararının Yargıtay’ın diğer dairelerince de benimsenmediği anlaşılıyor:<br />

“HUMK’nun 9. Maddesi uyarınca her dava, kural olarak davalının ikametgahı mahkemesinde<br />

açılır. Sözleşmelerden doğan davalar; ayrıca sözleşmenin icra olunacağı (işin<br />

yapılacağı) yer mahkemesinde de görülebilir.<br />

202


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin<br />

Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

Prof. Dr. Yavuz ALANGOYA*<br />

Türk hukukunda tahkim kurumu bir süreden beri önemli bir ilgi odağı<br />

olmuştur. Özellikle 1994 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından 1<br />

sonra müteaddit sempozyumlarda söz konusu karar esas alınarak tebliğler<br />

sunulmuş, müzakereler yapılmıştır.<br />

4-5 Nisan 1997 tarihinde yapılan Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları<br />

Sempozyumu’na sunulan ve hakemlerin direnme kararı verip vermeyeceklerini<br />

konu alan bir bildiri vasıtası ile 2 gerek bu bildiride gerek buna ilişkin<br />

tartışmalarda, hakemlerin direnmesi ve tahkimin diğer konuları hakkında<br />

ilginç beyanlara rastlanıyor. Benim adımın da tebliğde yer alması ve müzakerelerde<br />

dolaylı olarak zikredilmesi dolayısı ile bazı hususlara değinmek<br />

gereğini duydum 3 .<br />

* İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.<br />

1 İBK 28 Ocak 1994, 4/1 (RG 13.4.1994, sayı 21904)<br />

2 DOĞANAY İsmail, “Hakem Mahkemesi Kararlarının Yargıtay Tarafından Bozulması<br />

Halinde Hakemler, Bu Bozma Kararına Karşı Direnme (Israr) Kararı Verebilir mi?”; Ticaret<br />

Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu XIV 4-5 Nisan 1997 (Sempozyum<br />

1997), s. 31 ve son.<br />

3 Bu tebliğin 8 sayfası başlığın ifade ettiği konuya ilişkindir (54-62). Diğer sayfalarda<br />

tahkim müessesesine ilişkin genel beyanlar yer alıyor. Bu yazı bu tebliğin eleştirisinin<br />

yapılması amacı ile kaleme alınmadığından bu yazının konusu gerektirmedikçe<br />

tebliğin bu bölümü ve oradaki terminoloji ile ilgili görüş serdetmeyeceğim; Burada<br />

diğer hususlardaki görüşlerimi saklı tutarak, tebliğ sahibinin “geçersiz maddi hukuk<br />

sözleşmesinde yer alan ve onun fer’i olan tahkim şartının da geçersiz sayılması gerekeceği”<br />

(s.37), “Tarafların tahkim yoluna gitmelerinin tek amacının uyuşmazlığı bir an<br />

önce çözüme kavuşturma” olduğu (s. 49; 1972 tarihli İBK’da tarafların tahkime gitmelerinin<br />

yegane sebebi olarak ihtilafın bir an önce bitirilmesi hususu ifade edildi diye<br />

mesela taraflar 1972’den sonra 6 aydan daha uzun süre içinde karar verilebileceğini<br />

kabul edemezler mi? Pek tabii ki edebilirler: “gerçekten HUMK 529. maddesinde belir-


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

özellikle 1994 tarihli İBK’dan sonra, doktrinde ilginç bir hareketlenme<br />

görülüyor. Bu hareketlenmenin bütün özelliklerini saymayı gerekli görmüyorum.<br />

Sempozyum 1997 çerçevesinde de bu eğilimler görülüyor.<br />

“... Hukukçu olarak bizler kurallara bağlı olmalıyız ama şu sıkıntıyı<br />

da Yargıtay’ın İçtihadı Birleştirme Kararı’ndaki keyfi tutumu karşısında<br />

gidermek zorundayız. Karar keyfidir, çünkü Yargıtay kanun koyucu yerine<br />

geçmiştir” 4 . “1994 tarihli Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile, maddi<br />

hukuka aykırılık da temyiz sebepleri arasına sokulmaya çalışılıyor. İtirazlarımız<br />

üzerine, İçtihadı Birleştirme Kararı’nı bize hazmettirmek için, yal-<br />

204<br />

lenen 6 aylık kanunun öngördüğü tahkim süresinin, tahkim usulünde taraflara tanınan<br />

irade serbestisi çerçevesinde daha kısa tutulması mümkün olduğu gibi, belirsiz hale<br />

getirilmemesi koşuluyla 6 aydan fazla olarak da kararlaştırılması olanaklıdır.” 15 HD<br />

16.4.1997, 1447/2163 (Henüz yayınlanmamıştır.); 1972 t.li İBK’nın bu ifadesinin eksik<br />

değerlendirme olduğu hususunda bkz. Üstündağ, Hakemlerin Israr Hakkı Var mıdır?<br />

Yasa Hukuk Dergisi 1996/2 s. 217 dn. 1) şeklindeki beyanlara katılmadığımı, “Tahkim<br />

şartının varlığı itirazı”nın HUMK 187’ye de atıf yapılarak “İlk itiraz” şeklinde değerlendirdikten<br />

kısa bir süre sonra bunun ilk itiraz olmadığı sonuna varılmasını (s. 39),<br />

“Temyiz edebilme süresi olan (HUMK m. 432/f.1) on beş gün henüz dolmadan taraflar,<br />

hakem mahkemesi kararını temyiz etmeyecek olurlarsa, yetkili ve görevli mahkeme<br />

kendisine tevdi olunan hakem kararını tasdik eder.” şeklindeki ifadeyi (s. 51) anlamadığımı<br />

işaretle yetiniyorum.<br />

Bu vesile ile istemeyerek de olsa kendi adıma temas etmeyi zaruri gördüğüm bir nokta<br />

var: Doğanay söz konusu tebliğinde bir hakem yargılamasında davacı avukatının talebi<br />

üzerine kendisine verdiğim (tartışmalar sırasında iddia edildiği gibi mütalaanın imzalanarak<br />

mahkemeye verilmesi söz konusu değildir ve olamaz, gerçeğe uymayan bu<br />

beyan için bkz. s. 99’daki Sayın Çetin Aşçıoğlu’nun sözlerine) mütalâada hakemlerin<br />

kararlarında direnebilecekleri hususunu beyan ettim, Doğanay benim “Medeni Usul<br />

Hukukumuzda Tahkimin Niteliği ve Denetlenmesi” konulu çalışmama atıf yaparak (s.<br />

56) hakem kararlarında usuli müktesep hakka ilişkin 1972 tarihli İBK’nı tasvip ettiğim<br />

hususu ile çelişkiye düştüğümü ima etmektedir. Doğanay bu yazıda belirteceğim üzere<br />

hukuki bir yanlışa düşerek benim çelişki içinde olduğum sonucuna varıyor.<br />

Doğanay bu kadarla kalsa idi, görüşünün yanlış olduğunu gerekçelerini de göstererek<br />

ifade ile yetinirdim. Ancak müzakereler sırasında bir başka konuşmacının beyanları<br />

üzerine “Bence, bu türlü “hukuki mütalaalar”, bu mütalaayı veren bilim adamlarının<br />

hem kişisel kimlik ve saygınlıklarını ve hem de onların ilim adamlığı güvenini tümden<br />

yitirmelerine neden oluyor.” şeklindeki beyanının (s. 99) bilimsellikle bağdaşmayan<br />

nedenlerle yapıldığını ifade etmek mecburiyetindeyim. Bu yönde diğer bir beyan da<br />

bilim adamlarının hukuki mütalaalarının Yargıtay da yapılan müzakerelerde alay konusu<br />

olduğu yolundaki sözlerdir (bkz. s. 99). Aşçıoğlu’nun bu sözleri Molla Kasım’ın<br />

sigaya çekeceği günlerin geleceği tehdidi ile sona eriyor. Bir yüksek hakimin hiçbir<br />

inceleme yapmadan bu genellemeci beyanlarda bulunmuş olması üzüntü vericidir. Bu<br />

sözlere karşı ben sadece bu tutum devam ediyorsa alay etme yerine bilimsel değeri<br />

olanlardan yararlanılması temennisinde bulunmakta yetineceğim.<br />

4 Sempozyum, 1997, s. 97.


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

nız sözleşmede sarahaten Türk Kanunlarına atıf yapılmışsa, kararın Türk<br />

Kanunları’na uygun olmadığı itirazının temyiz sebebi olarak kabul edildiği<br />

ileri sürülmüştür. Tabii bu bir başlangıçtır. Yavaş yavaş ister sözleşmede<br />

yer alan kayda aykırılık teşkil etsin, ister etmesin, her türlü maddi hukuka<br />

aykırılık temyiz sebebi olarak kabul edilecektir” 5 .<br />

1994 İBK’sının vardığı sonucu bilmeyen bir kimse, bu eleştirileri okuyunca<br />

Yüksek Mahkemenin bu kararı ile, tahkim müessesesinin temelinde<br />

yatan taraf iradelerine çok ciddi bir darbe indirilmiş sanabilir. Yüksek Yargıtay<br />

yukarda da belirtildiği üzere, tahkim sözleşmesinde taraflar hakemlerin<br />

maddi hukuka uygun karar vermeleri hususunu öngördükleri takdirde,<br />

hakemlerin bu kurallar çerçevesinde karar vermeleri gerektiğini, aksi takdirde<br />

bu hususun bir temyiz sebebi oluşturacağını, zira tarafların iradesi<br />

ile hakemlerin karar yetkilerinin sınırlandırılmış olduğunu (HUMK 533/3)<br />

kabul etmiştir.<br />

Tahkimde taraf idarelerine üstünlük tanıyan ve bu noktadan hareket<br />

eden bazı hukukçuların bu karara cephe almaları, taraflar hakemleri maddi<br />

hukukla sarih olarak bağlı tutmuş olsalar da hakemler maddi hukukla<br />

bağlı olmayacaklardır, kanuna tamamen aykırı karar verseler de bu husus<br />

temyiz sebebi yapılamaz (zira bu husus temyiz sebebi olarak HUMK 533de<br />

yer almamaktadır) görüşüne dayanmaktadır.<br />

Taraf iradelerinin üstünlüğüne inananların taraf iradelerini bu kadar<br />

göz ardı eden bu görüşü savunmamaları gerekir. Bu konudaki gerekçeler<br />

tatmin edici olmaktan uzaktır. Kanaatimce, hakemlerin maddi hukuka<br />

bağlı olmaksızın karar verebilmeleri imkanı tanınmak isteniyorsa tarafların<br />

hakemlerin maddi hukuka bağlı olmayacaklarını tahkim sözleşmesinde<br />

iade etmeleri yeterlidir 6 . Bugünkü baskın görüş açısından bakılırsa, bu<br />

konuda tahkim sözleşmesinde herhangi bir açıklık olmadığı takdirde hakemler<br />

maddi hukuka bağlı olmayacaklardır. Hakemleri her iki görüş açı-<br />

5 Sempozyum 1997 s. 100; ben bu satırlarda ifade edilen 1994 tarihli İBK’nun, tahkim<br />

sözleşmesinde, hakemlerin, maddi hukuka göre karar verecekleri yolunda bir sarahat<br />

olmayan hallerde de maddi hukukla bağlı olup olmadıkları hususunu açık bıraktığı yönündeki<br />

bu görüşe katılıyorum İBK’da halledilen husus sarahat bulunan haller içindir<br />

özellikle bana atıf yapılan bölümler (Medeni Usul Hukukumuzda Tahkimin Niteliği ve<br />

Denetlenmesi, s. 153 vd., s. 217) dikkate alındığında Yüksek Yargıtay’ın yukarıdaki mesele<br />

hakkında bir sonuca varmadığı anlaşılmaktadır; aksi fikir ÜSTÜNDAĞ a.g. makale<br />

s. 218.<br />

6 Bkz. 5 No’lu dip notunda anılan çalışma s. 172 ve son.<br />

205


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sından maddi hukuktan kurtarmanın yolu bu kadar basit iken, tarafların<br />

hakemleri maddi hukukla bağlı tutmak iradelerini açıklamalarına rağmen,<br />

bu iradeyi dikkate almama iradeye üstünlük tanıma esası ile bağdaşmaz.<br />

Bu görüş sahiplerinin bu konudaki görüşleri için bilimsel açıdan daha<br />

doyucu gerekçelere ihtiyaçları vardır. 1994 tarihli İBK’nın “keyfi” olduğunu,<br />

zira Yargıtay’ın Kanun koyucunun yerine geçtiğini söylemek anlamlı<br />

olmadığı gibi, taraf iradelerine üstünlük tanıyan İBK’nın çözümüne bu<br />

şekilde karşı çıkmak isabetli de değildir. Sarih taraf iradeleri dolayısı ile,<br />

hakemlerin bu irade ile bağlı oldukları ve maddi hukuka uygun karar vermeleri<br />

gerektiği sonucuna varmanın MK. 1, HUMK 533/3 hükümleri muvacehesinde<br />

neden “keyfi”lik olduğunu anlamak mümkün değildir.<br />

1994 tarihli İBK’nın yanlış olduğu hususunda yeni bir gerekçe daha<br />

ileri sürülmüştür 7 :<br />

Türk hukukunda elektrikçiler’in, tamirciler’in, esnafın, şoförün de<br />

hakem tayin edilmesi mümkündür. Bunları hakem seçenlerin onlardan<br />

hukuk bilgisi beklemeye hakları yoktur. Bunu göze almışlardır, onları korumaya<br />

gerek yoktur.<br />

Ben bu gerekçeye katılmıyorum. Söz konusu kişileri hakem seçen tarafların<br />

maddi hukukla bağlılığı kabul edemeyecekleri şeklinde bir görüş<br />

temelden yoksundur. Taraf iradeleri bu şekilde tecelli etmişse, taraflar bu<br />

hakemlerin kararının temyize müracaat üzerine bozulacağı riskini göz almış<br />

olurlar. Yoksa onlara, madem böyle hakem seçtin maddi hukuka uygun<br />

hüküm verilmesini isteyemezsin istersen bunu dikkate almayız denilemez,<br />

bunun hukuki mesnedi yoktur 8 .<br />

Bu genel bölüme son vermeden evvel bir hususa daha değinmek istiyorum.<br />

1997 sempozyumunun müzakerelerinde 1994 tarihli İBK’nın kanuna<br />

aykırı olması sebebi ile düzeltilmesinden bahsediliyor. Kanaatimce<br />

1994 tarihli İBK, hallettiği konuda doğru hukuki çözümü getirmiştir. Eğer<br />

7 Turgut Kalpsüz, Sempozyum, 1997, s. 102.<br />

8 Hakemlerin niteliklerinin, maddi hukuka uygun hüküm verip vermeyecekleri bakımdan<br />

bir yorum esası teşkil etmesi hakemlerin kural olarak maddi hukuk ile bağlı oldukları<br />

görüşünde söz konusu olabilir; gerçekten savunduğum bu görüş çerçevesinde<br />

maddi hukuk kurallarını bilmesi ihtimali çok zayıf olan kişilerin hakem seçilmesi tarafların<br />

zımnen hakemleri maddi hukukla bağlı olmaktan kurtardıkları şeklinde yorumlanabilir,<br />

bkz. 5 No’lu dip notundaki çalışma, s. 175.<br />

206


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

tarafların açık iradesine rağmen hakemlerin maddi hukuk ile bağlı olmayacakları<br />

şeklinde bir sonuç isteniyorsa bu istek sahiplerinin 1994 tarihli<br />

İBK’nın değil kanunun değiştirilmesi için gayret sarfetmeleri gerekecektir 9 .<br />

II. Hakemlerin Direnmesi<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 24.4.1996 tarih ve 1995/15-1114 Esas<br />

ve 1996/302 karar sayılı oy çokluğu ile aldığı karar ile hakemlerin direnme<br />

kararı veremeyecekleri hususundaki istikametini muhafaza etmiş bulunmaktadır.<br />

Yüksek Kurul daha evvelki üç kararında da 10 hakemlerin ısrar<br />

kararı veremeyeceklerini kabul etmiştir. Hakemlerin direnme kararı veremeyecekleri<br />

görüşü için ileri sürülen gerekçeler üzerinde durulması gerekmektedir.<br />

1. Doğanay’ın Görüşü<br />

Sayın Doğanay, hakemlerin ısrar kararı veremeyecekleri yolundaki görüşünü<br />

yanlış bir temele dayandırmaktadır. Yazar, “... bir hakem kararı,<br />

Yargıtayın ilgili dairesi tarafından bozulacak olursa, bozma sebepleri dışında<br />

kalan diğer hususlar 9.5.1960 tarih ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihadı<br />

Birleştirme Kararında belirtildiği üzere, iki taraf yararına özellikle lehine<br />

karar verilen taraf bakımından usuli müktesep hak halini oluşturur. Bu nedenle<br />

de bozulan hakem kararının kapsamı dışında kalan hususlar yönün-<br />

9 Böyle bir düzenlemenin tahkim müessesesinin güvenilirliği açısından olumlu olmayacağı<br />

hususundaki görüşümü muhafaza ediyorum; burada bu mesele ile ilgili sempozyum<br />

1997’de ifade edilmiş bir görüşe daha değinmek istiyorum (s. 102); deniliyorki<br />

“Devlet kazasından kaçan tarafları kolundan tutup tekrar devlet mahkemesine getirmenin<br />

ne alemi var? Taraflar devlet kazasından memnun olsalardı, ona giderlerdi, özel<br />

kazaya başvurmakla artık devlet kazasına tabi olmama isteğini kafi derecede açıklıkla<br />

dile getirmiş oluyorlar. Artık hangi pretekst altında olursa olsun, bunların yakalarını<br />

bırakmak lazım”; ben bu görüşe de katılmıyorum; bizatihi tahkime gitmeyi “bilerek ve<br />

isteyerek devlet kazasından kaçma” “Devlet kazasından memnun olmama” şeklinde<br />

yorumlayıp buna dayanarak tahkime baş vuran bu tarafların hakemlerin maddi hukuka<br />

göre karar vermeleri yolundaki iradelerini hiçe sayarak, madem devlet kazasından<br />

kaçtın artık hakemlerin maddi hukuka uygun karar vermesini de talep edemezsin, demek<br />

hukuki temelden yoksundur; bu görüşün sonucu taraflarca açıkça böyle bir şart<br />

kabul edilmesi halinde tahkim sözleşmesinin geçersiz olacağı sonucunu kabul etmeye<br />

müncer olur.<br />

10 HGK 31.101951 E. 949-332/K. 133; (Türk İçtihatlar Külliyatı, cilt No. 597) 1.10.1969 E.<br />

969/T. 366 K. 718 (Ankara Barosu Dergisi 1970 s. 41-42); 19.12.1973 E. 97 2/T-711, K.<br />

1212 (İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi 1974 sayı 163 s. 2923).<br />

207


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

den, o kararı veren hakemler bozma kararına uymak ve bu bozma kararı<br />

çerçevesinde işlem yapmak zorunda oldukları için, gerek eski hakemler<br />

ve gerekse yeniden seçilen hakemler, bozulan karara karşı ısrar=direnme<br />

kararı vermek hukuki imkanından yoksundurlar” dedikten sonra 11 ,<br />

“... 28.1.1994 tarih ve 4/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının<br />

anlatım şekli ile gerekçe belirtilmesi bakımlarından, bizce, yeterli açıklıkta<br />

olmaması sebebiyle, gerek uygulayanlar arasında ve gerekse doktrinde bu<br />

son Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın daha önce –tarafımdan kaleme<br />

alınan– 23.10.1972 gün ve 2/12 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararını<br />

ortadan kaldırdığı ve bu sebeple de hakemlerin Yargıtay bozma kararına<br />

karşı -bozma kararı ile lehine karar verilen taraf için oluşmuş bulunan<br />

“usuli kazanılmış hak” ilkesini bile hiç hesaba katmayarak- eski kararlarında<br />

ısrar edebilecekleri değerlendirme ve sonucuna varmalarına neden<br />

olmuştur.” sözlerini de ilave ediyor 12 .<br />

Şu beyanlardan açıkça görüleceği üzere yazar “usuli müktesep hak”<br />

ile “direnme” kurumlarını hukuken kabul edilmesi mümkün olmayacak<br />

bir şekilde birbirleri ile irtibatlandırmaktadır.<br />

4.2.1959 tarih ve 13/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı 13 Yargıtay’ın<br />

bozma kararı dışında kalan hüküm kısımlarının usuli müktesep hak teşkil<br />

edeceğini hükme bağlamış bulunmaktadır. Yani bozulan karar önüne gelmiş<br />

bulunan mahkeme bozma dışında kalan bu kısımlarla bağlıdır; diğer bir deyişle<br />

bozma dışında kalan bu hüküm kısımları kesinleşmiş bulunmaktadır 14 .<br />

23.10.1972 tarih ve 13/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı “hakem kararlarının<br />

da mahkeme kararları gibi, tarafları bağlayıcı ve kesin hüküm<br />

vasıf ve mahiyetinde” olduğunu belirterek ve hakem hükmünün kısmen<br />

bozulması halinde hükmün tamamının “keenlemyekün addedilmesi”nin<br />

isabetli olmayacağını tesbit ile hakem kararlarının HUMK 533/bent 1 hükmü<br />

dışındaki sebeplerden herhangi birisiyle bozulması hâlinde yeni seçilen<br />

hakemlerin bozma sebepleri çerçevesinde inceleme yapıp karar verebileceklerini,<br />

bozmanın kapsamı dışında çıkamayacaklarını, bozma dı-<br />

11 a.g. tebliğ s. 49.<br />

12 a.g. tebliğ s. 50.<br />

13 RG. 28.4.1959 sayı 10193.<br />

14 Bkz. hepsi yerine KURU BAKİ, Hukuk Muhakemeleri Usulü 4. cilt, 5. Baskı 1991, s.<br />

3419 ve son., 3397.<br />

208


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

şında kalan kısımların usuli müktesep hak teşkil edeceğini hüküm altına<br />

alınmıştır. Kararın gerekçesinde de hakemlerin “.. sadece bozulan kısımla<br />

ilgili hususta inceleme yapıp karar vermek” zorunda oldukları “lehine karar<br />

verilen taraf için usuli müktesep hak teşkil edeceğini hüküm altına<br />

almıştır. Kararın gerekçesinde de hakemlerin “... sadece bozulan kısımla<br />

ilgili hususta inceleme yapıp karar vermek” zorunda oldukları “lehine ilgili<br />

verilen taraf için usuli müktesep hak teşkil eden yönleri tekrar tetkik”<br />

edemeyecekleri, “ve bu hususlarla ilgili herhangi bir karar da” veremeyecekleri<br />

hüküm fıkrasını teyiden ifade edilmiş bulunmaktadır.<br />

Görüldüğü üzere 1972 tarihli İBK hakem hükümlerinin kısmen bozulması<br />

halinde bozma dışında kalan kısımların mahkeme hükümlerinde<br />

olduğu gibi usuli müktesep hak teşkil edeceğine ilişkindir.<br />

Ben de 1972 tarihli İBK’nın usuli müktesep hakka ilişkin çözümünü,<br />

hakem faaliyetinin bir yargı olduğu hususundaki temel görüşümün bir sonucu<br />

olması sebebi ile doğru bulduğumu belirttim 15 .<br />

Şimdi burada yapılması gereken tesbit usuli müktesep hakkın kabul<br />

edilmiş olmasının, direnme hakkının reddedilmiş olduğu anlamına gelmeyeceğidir.<br />

Pek tabiidir ki usuli müktesep hak teşkil etmiş olan hususlarda,<br />

ne hakemlerin ne de hakimlerin direnmeleri söz konusu edilemez,<br />

bu kısımlar kesinleşmiştir. Direnme ancak bozma kapsamı çerçevesinde<br />

söz konusu olabilir. Bu bakımdan hakem kararının bozulması durumunda<br />

bozma dışında kalan hususların “... iki taraf yararına özellikle lehine karar<br />

verilen taraf bakımından usuli müktesep hak oluşturacağını” “bozulan<br />

hakem kararının kapsamı dışında kalan hususlar yönünden, o kararı veren<br />

hakemler bozma kararına uymak ve bu bozma karar çerçevesinde işlem<br />

yapmak zorunda oldukları için... bozulan karara karşı ısrar=direnme kararı<br />

vermek hukuki imkanından yoksundurlar” şeklindeki beyan hukuki<br />

değerden yoksundur 16 . Verilen gerekçe varılan sonuca yabancıdır.<br />

1972 tarihli İBK’da hüküm fıkrasında hakemlerin bozma çerçevesinde<br />

inceleme yapıp karar verebileceklerini belirtirken açıkça bu hususu kastetmekte,<br />

bozma dışında kalan hususlarda usuli müktesep hak teşekkül ettiğini<br />

ifade etmektedir. Bu İBK kısmi bozma halinde hakem hükmünün bütünü<br />

15 s. 2280<br />

16 DOĞANAY, a.g. tebliğ s. 49.<br />

209


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ile ortadan kalkacağı, “keenlemyekün” olacağı yolundaki kabulü ortadan<br />

kaldırmak için sevkedilmiştir, konusu budur. Bozma çerçevesinde yapılacak<br />

incelemenin sonucunda verilecek kararın “direnme” olamayacağı hususunda<br />

bu İBK’da herhangi bir bağlayıcı düzenleme mevcut değildir. 17<br />

Nitekim, hakemlerin direnmesini reddeden ve 1972 tarihli İBK’dan<br />

sonra verilen 19.12.1973 tarih ve E. 972/T-711, K. 1212 sayılı HGK kararı,<br />

hakemlerin direnmesini reddederken, daha evvelki kararlardaki gerekçelere<br />

dayanmış, 1972 tarihli İBK’nı vardığı sonuç için gerekçe olarak göstermemiştir.<br />

210<br />

2. Hakemlerin Direnme Kararı Veremeyeceklerinin 1972 Tarihli<br />

İBK’nın Gerekçesinde Yer Aldığı Görüşü<br />

Bu husus yukarda (16) no’lu dip notunda belirttiğim üzere 24.4.1996<br />

tarihli HGK kararında yer almaktadır. Bu karara karşı oy yazısında da hakemlerin<br />

bozma kararı veremeyecekleri hususunun 1972 tarihli İBK’nın<br />

gerekçesinde yer aldığı görüşü ifade edilmektedir.<br />

Söz konusu gerekçede, ağırlıklı olarak hakem kararlarının mahkeme<br />

kararları gibi kesin hüküm teşkil edeceği, bu kararlarda da bozma dışında<br />

kalan kısımlarını usuli kazanılmış hak oluşturacağı beyanlarına yer verilmiştir.<br />

Kararın hüküm kısmında yer alan konusu da bozma dışındaki alan<br />

17 Ertekin/Karataş’da (Erol Ertekin/İzzet Karataş, Uygulamada İhtiyari Tahkim ve Yabancı<br />

Hakem Kararlarının Tenfizi Tanınması, Ankara 1997) eserlerinde, hakemlerin 1972 tarihli<br />

İBK’ya dayanarak direnme kararı veremeyeceklerini, yani bu kararın hakemlerin<br />

direnmesi meselesi ile bir ilgisi bulunmadığını haklı olarak ifade ediyorlar (s. 339),<br />

ancak hakemlerin direnme hakkı olmadığını kabul eden ve ikisi 1972 tarihinden evvel<br />

verilmiş üç HGK kararındaki sonucu benimseyerek hakemlerin ısrar hakkını reddediyorlar<br />

(s. 40 ve son). Ben bu HGK kararlarındaki çözüme katılmadığımı ve hakemlerin<br />

kararlarında direnebileceklerini de lege lata olarak savundum (s. 229, 230) bkz. bu istikamette<br />

olmak üzere 24.4.1996 gün ve E. 1995/15-1114 K. 199/302 sayılı HGK kararına<br />

yazılmış karşıoy yazısına, adı geçen tebliğ s. 93; Doğanay adı geçen tebliğ s. 56; sözkonusu<br />

tebliğde yer alan hakem kararında yer alan sayın Timuçin Muşul’un özetlenen<br />

mütalaasında,... “olayda ise hem bozulan hem bozma dışında kalan hususlar açısından<br />

usuli kazanılmış hak oluştuğu” yolunda bir beyana rastlanmaktadır; bu görüşün neye<br />

dayandırılmış olduğu anlaşılmıyor. Bozulan kısımlarda da bozma ile usuli kazanılmış<br />

hak doğduğu hususu mevcut usul hukuku esasları ile bağdaşmamaktadır. Ancak burada<br />

özetleme sırasında bir ifade noksanı ihtimalinin kuvvetli olduğunu düşünüyorum;<br />

Nihayet son olarak hakemlerin direnmelerini reddeden yukarda belirttiğim 24.4.1996<br />

tarihli HGK’da bu hususun 1972 tarihli İBK’nun hüküm fıkrasında yer almadığını belirtiyor,<br />

bu kararda bu hususun 1972 tarihli İBK’nun gerekçesinde yer aldığı yolundaki<br />

ifade için bkz. aşağıda (2) altındaki açıklamalara.


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

kısımların usuli kazanılmış hak teşkil edeceğidir. Usuli kazanılmış hak<br />

hususundaki açıklamalar arasında “...bozmadan sonra seçilen hakemler<br />

-ki, bunlar eski hakemler de olabilirler- artık bozmanın kapsamı içinde<br />

kalmak, sadece bozulan kısımla ilgili hususta inceleme yapıp karar vermek<br />

zorunluluğundadırlar. Lehine karar verilen taraf için “usuli müktesep<br />

hak” teşkil eden yönleri tekrar tetkik edemezler ve bu hususlarla ilgili<br />

her hangi bir karar da veremezler.” cümleleri yer almaktadır. Hakemlerin<br />

direnme kararı veremeyeceklerinin bu beyanlardan çıkarılması mümkün<br />

değildir. Burada söylenen hakemlerin bozulan kısımlar çerçevesinde inceleme<br />

yapıp karar verecekleri bozma dışında kalan kısımlarda bir karar<br />

vermelerinin usuli kazanılmış hak dolayısı ile mümkün olmadığıdır. Yukarıda<br />

da belirttiğim üzere pek tabiiki bozma dışında kalan kısımlarda<br />

direnme söz konusu olmaz. Direnme ancak bozulan kısım çerçevesinde<br />

mümkün olabilir.<br />

Meselâ bozma çerçevesinde, hakemler bozmada gösterilen sebeplerin<br />

hepsini ayrı ayrı gerekçe göstermek suretiyle 18 eski hükmünü yeniden yazabilir<br />

19 . Bu ise direnme kararını ifade eder 20 .<br />

Sonuç olarak, 1972 tarihli İBK gerekçesinden de hakemlerin direnme<br />

kararı veremeyeceklerine ilişkin bir sonuç çıkarılması mümkün değildir 21 .<br />

Kanaatimce, 1972 tarihli İBK’nın gerekçesinde hakemlerin direnmesinin<br />

mümkün olmadığı yolunda bir açıklığın olup olmadığı da önem taşımıyor.<br />

Yukarıda belirttiğim üzere böyle bir husus ne açıkça ne de zımnen<br />

gerekçede yer almıyor. Ancak bir an için gerekçede açık bir şekilde ha-<br />

18 HGK 17.6.1964 E. 7/715 K. 476 (Adalet Dergisi 1964, sayı 9-12 s. 1096-1101.<br />

19 HGK 20.2.1981 E. 7/1357 K. 99 (İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi, 1981 sayı 246 s. 378-<br />

379).<br />

20 “Mahkeme eski kararında direnirse bu kararın gerekçesi genişletilmiş olsa bile, direnme<br />

kararının temyizi halinde temyiz incelemesi, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır”<br />

HUMK 42 f. 111; bu hukuki esas çerçevesinde sayın Kalpsüz’ün Sempozyumdaki<br />

direnme hakkının tatbikatta “o kadar haiz”i ehemmiyet bir mesele” olmadığı beyanı<br />

önem taşımaktadır; sayın Kalpsüz, bir olayda bozmadan sonra aynı hakemlerin seçildiğini,<br />

kararın dayandığı hukuki temelleri tafsil ederek aynı kararı tekrarladıklarını ve bu<br />

kez kararın onandığını söylüyor; halbuki burada teknik manada bir direnme söz konusudur,<br />

aynı daireye giderek onanması yasal düzenlemelere uygun bulunmamaktadır;<br />

gerçekten hakem kararlarında direnme niteliğinde karar verilmesi halinde bu kararın<br />

inceleme merciinin yine aynı Yargıtay dairesi olduğu yolundaki sonuç yasal açıdan<br />

isabetli değildir.<br />

21 ERTEKİN/Karataş s. 339; KURU (adı geçen tebliğin ekindeki mütalaa özeti) s. 68.<br />

211


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kemlerin direnme kararı veremeyecekleri yer almış olsa idi dahi hukuken<br />

değişen bir şey olmayacaktı.<br />

Gerçekten yukarda da belirttiğim gibi 1972 tarihli İBK’nın konusu, hakem<br />

kararlarının bozma dışında kalan kısımlarının usuli müktesep hak<br />

teşkil edeceğidir. Bu mesele ile, hakemlerin kararlarında direnip direnemeyecekleri<br />

meselesinin bir bağlantısı mevcut değildir. Böyle bir bağlantı<br />

olmayınca da gerekçede yer alan bu kısımlar uyulması gereken kural niteliğinde<br />

olmayacaktır 22 .<br />

Sonuç olarak, hakemlerin kararlarında direnip direnemeyecekleri hususunda<br />

1972 tarihli İBK’nın ne hüküm kısmında ne de gerekçesinde her<br />

hangi bir bağlayıcı durum söz konusu değildir ve bu karara dayanılarak<br />

hakemlerin direnme hakkının bulunmadığı sonucuna varılması hukuken<br />

olanaksızdır 23 .<br />

212<br />

3. HUMK’nun Tahkimi Düzenleyen Hükümlerinde Direnme Kararına<br />

Atıf Olmadığı Gerekçesi<br />

Sayın Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararlarında gösterilen tek<br />

gerekçe HUMK 429’ncu maddesi ile düzenlenen direnme yetkisinin mahkemelere<br />

tanınmış olup tahkim müessesesi hakkında özel düzenlemede<br />

22 “... Yargıtayın kökleşen uygulamasına göre bir İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesi,<br />

bu İçtihadı Bileştirme Kararının sonucu ile doğrudan doğruya bağlantılı değilse, bu gerekçeler<br />

uyulması gereken bir kural sayılmazlar”, 28.1.1994 tarih ve 1993/4-1994/1 sayılı<br />

İBK gerekçesinden, 1972 tarihli İBK’nın gerekçesinde, temyiz sebeplerinin HUMK<br />

533 daki dört sebebe inhisar ettirilmiş olduğu yolundaki hususlar için de aynı düşünce<br />

geçerlidir, temyiz sebeplerinin tahdit edilmiş olup olmadığı hususunun bozma dışında<br />

kalan hüküm kısımlarının usuli müktesep hak teşkil edeceği sorunu ile her hangi bir<br />

bağlantısı mevcut değildir. Bu bakımdan gerekçedeki bu hususlar da uyulması gereken<br />

kural sayılmazlar.<br />

23 Karş. DOĞANAY adı geçen tebliğ s. 50, 62; belki tam tersine 1972 t.li İBK’ından hakemlerin<br />

direnme hakkı lehine dolaylı da olsa bir sonuç çıkarılabilir. Bozma dışında kalan<br />

hususlarda bir usuli kazanılmış hak oluşacağının diğer bir cephesi bozulan kısımlarda<br />

her hangi bir kazanılmış hak doğmamış olduğu gerçeğidir. (Karş. MUŞUL Sempozyum<br />

s. 69); şu duruma göre hakemler bozmadan sonraki safhada her hangi bir şekilde kısıtlanmış<br />

durumda değildirler, eski kararlarını da tekrarlayabilirler; DOĞANAY 1972<br />

tarihli İBK’yı kendisinin kaleme aldığını ifade ediyor (s. 55); yani hakem kararlarının<br />

da tıpkı mahkeme kararları gibi tarafları bağlayıcı kesin hüküm vasıf ve mahiyetinde<br />

olduğu kabul ediyor, 1994 tarihli İBK’nın gerekçelerinin kifayetsiz olduğunu iddia etse<br />

de sonucuna katılıyor (s. 44); doğrusu hakem yargılamasını bu şekilde nitelendirdikten<br />

sonra, hakemlerin direnme kararı veremeyecekleri hususundaki çok inandırıcı temellere<br />

dayanmayan ısrarlı tutumu bir anlamda çelişkili bir durum teşkil ediyor.


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

bulunan 516 ve bunu izleyen maddelerde aynı yetkinin hakemlere de tanınmasını<br />

gerektirecek yolda bir hükmün mevcut olmadığı hususudur 24 .<br />

Direnme yetkisinin hakemlere tanınmadığı yolundaki doktrinde yer alan<br />

görüşlerde de genellikle bu gerekçeye dayanılmaktadır 25 .<br />

Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için tahkimin niteliği ve direnme yetkisinin<br />

amacı üzerinde durmak ve bu çerçevede ısrar yetkisinin hakemlere<br />

tanınamayacağı görüşünün ve gerekçesinin değerlendirilmesi gerekir.<br />

(1) Tahkimin Niteliği<br />

Tahkimin niteliği hususundaki görüşümü ben daha evvelki bir çalışmamda<br />

belirttim 26 . Burada sadece konu çerçevesinde kalarak ana hatları<br />

ile meseleye değineceğim.<br />

Tahkime müracaatda tarafların esas amacı, çabukluk, ucuzluk, işin<br />

tekniğini bilen kişilere aralarındaki hukuki ihtilafı hallettirmektir. Tarafların<br />

esas amacı ihtilafın bir hükümle ortadan kaldırılmasıdır. İşte bu sebeplerdir<br />

ki usul kanunları hakem yargılamasını düzenlerken ihtilafın tarafsız<br />

kişiler tarafından (HUMK 521) görülmesini sağlayan hükümler yanında,<br />

hakem mahkemesi kararlarının da hukuki gerekçeyi belirtmesi gereğini<br />

düzenlemiş bulunmaktadır, HUMK 530 f. 1 b.2. Bu da göstermektedir ki<br />

hakem mahkemesi de tıpkı devlet mahkemesinin faaliyeti gibi maddi vakıaları<br />

bir hukuki kalıp altında nitelendirerek (subsumtion, altlama) hüküm<br />

verecektir. Hakemlerin maddi hukuku uygulamaktan kurtarılmış olduğu<br />

hallerde de hakem bir uzlaştırma yapıyor değildir. Hakem bu durumda da,<br />

kamu düzeni, emredici hukuk kuralları ve hukukun genel esaslar ile bağlıdır.<br />

İster maddi hukuk ile bağlı olsun ister olmasın Usul Kanunu, Tahkim<br />

yargılamasının muhtelif kademelerinde devlet mahkemelerinin kontrol<br />

imkanını sağlayan hükümler de sevketmiştir (HUMK 519, 533, 534 gibi).<br />

24 Prof. Dr. NECİP BİLGE (IV. Ticaret ve Banka Hukuku Haftası 24 Kasım - 4 Aralık 1965<br />

Ankara 1966-Tahkim Haftası’nda yer alan “Hakem Yargılamasında Uygulanacak Hukuk<br />

Kaideleri” konulu Rapor, s. 94) bu kararların dayandığı gerekçenin tatminkar olmadığını<br />

bu hususun aksinin de savunulabileceğini ifade etmektedir.<br />

25 KURU, Hukuk Muhakemeleri Usuli cilt IV, 1991, s. 4099 ve son. s. 3395 (karş. Hukuk<br />

Muhakemeleri Usuli El Kitabı 1995, s. 1136 ve son); ÜSTÜNDAĞ, Medeni Yargılama<br />

Hukuku cilt I-II 5. Bası 1992 s. 954, karş. Hakemlerin Israr Hakkı Var mıdır? Yasa Hukuk<br />

Dergisi Mart 96/2 s. 217 vd.)<br />

26 Bkz. dn. 5<br />

213


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Yargının diğer bir kriteri ise tarafları bağlayıcı bir hüküm unsurunun<br />

bulunmasıdır. Tahkimde de böyle bir iradenin bulunması gerekir. Diğer<br />

deyişle bir tahkim prosedüründen bahsedilebilmesi için hakem mahkemesinin<br />

kararının taraflar için bağlayıcı olması lazımdır. Aksi takdirde tahkim<br />

geçersizdir. Yüksek Yargıtay’ın görüşleri de müstakar olarak bu yönde<br />

tecelli etmiştir 27 .<br />

Görüldüğü üzere Tahkim usulü yargı tarifinin bütün unsurlarını karşılamaktadır.<br />

Yani taraflar devlet mahkemesine giden yolu kapatarak ihtilaflarını<br />

bir ikame yargı niteliğinde olan hakem yargılamasında hallettirmek<br />

istemektedirler.<br />

Yargıtayımız da muhtelif kararlarında bu hususu belirtmiş bulunmaktadır:<br />

“Hakemler hâkimler gibi taraflar arasındaki nizaı inceleyerek karara<br />

bağlarlar”<br />

(Ticaret Dairesi 7.2.1966 E. 1986 K. 495 BATIDER 1967 sayı IV/2 sahife<br />

384).<br />

“Hakem olarak atanan özel kişilerin resmi sıfatları yoksa da taraflar<br />

anlaşmazlığın hallini tamamen bu özel kişilere bırakmış olmakla tahkim<br />

sözleşmesinin konusu olan belli anlaşmazlık bakımından adeta bir mahkeme<br />

hüviyeti durumunu iktisap etmiş olurlar.”<br />

214<br />

(15 HD. 26.2.1981 E. 2760 K 404 (Yasa D. 1982 sayı 2 s. 270-274)<br />

“Hakem kararları da, mahkeme kararları gibi tarafları bağlayıcı ve “kesin<br />

hüküm” vasıf ve mahiyetindedir. Bilindiği üzere, kesin hükmün gayesi<br />

taraflar arasındaki uyuşmazlıkları bir daha ortaya atılamayacak bir şekilde<br />

halletmekten ibarettir. Mahkeme kararları için öngörülen ve HUMK’nun<br />

237’inci maddesinde yer alan “kesin hüküm” şartları hakem kararları<br />

içinde aynen caridir. Yukarıda işaret edildiği üzere, hakem kararları da<br />

mahkeme kararları gibi taraflar için “kesin hüküm” niteliğini taşıdığı için,<br />

Yargıtay’ın bozma sebepleri dışında kalan diğer hususların kesinleşeceği<br />

tabiidir”.<br />

27 15. HD. 23.10.1986 E. 4446 K 3473 Yargıtay Kararları Dergisi, 1987 sayı 3, sahife 449 ve<br />

son; 15. HD 4.11.1986 E. 19 K. 3650, Yargıtay Kararları Dergisi 1987 sayı 4 sahife 590;<br />

15. HD. 1.6.1989 1078/2604 BAKİ KURU age cilt 4 s. 4410.


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

(YİBK Büyük Genel Kurulu Kararı 23.10.1972 E. 1972/2 K. 1972/12<br />

Resmi Gazete 18 Aralık 1972 sayı 14395).<br />

Bütün bu hususlar göstermektedir ki HUMK 516 ve müteakkip maddelerde<br />

düzenlenen tahkim bir yargıdır 28 .<br />

(2) Direnme ve Amacı<br />

Direnme yetkisi, temyiz mahkemelerinin bozma kararının hatalı olduğu<br />

kanaatinde olan karar mahkemesine verilmiş bir yetkidir 29 . Direnme<br />

yetkisini müstakil bir kanun yolu olarak nitelemek isabetli değildir 30 . Zira<br />

bilindiği üzere kanun yolu bir yargı kararının bir üst mahkemede hukuka<br />

uygunluğunun kontrol ettirilebilmesi için taraflara tanınmış bir usuli<br />

imkandır 31 ; yine bilindiği üzere bir müracaat yolunun kanun yolu kabul<br />

edilebilmesi için bu yola müracaatla yargılamanın bir üst yargı merciine<br />

intikal etmesi (Devolutiveffekt) ve bu müracaatla birlikte şekli anlamda<br />

kesin hüküm teşkilinin ertelenmiş olması gereklidir (Suspensivefekt) 32 .<br />

Direnme yetkisi ise, taraflara verilmiş bir müracaat imkanı olmadığı<br />

gibi şekli kesin hüküm etkisinin ertelenmesi de direnme yetkisinin kullanılması<br />

ile ortaya çıkıyor değildir, bu bakımdan direnmeyi bir kanun yolu<br />

olarak nitelemek yanlıştır 33 .<br />

Müstakil bir kanun yolu olmayan direnme, temyiz kanun yolu zinciri<br />

içinde bir halkadır Kanun, tahkim yargılamasında temyiz kanun yolunu<br />

kabul etmiş bulunmaktadır ve temyiz kanun yoluna ilişkin tek hüküm<br />

HUMK 533 de yer almaktadır 34 . Kuru’nun doğru olarak belirttiği gibi doğ-<br />

28 Daha geniş açıklamalar için bkz. Alangoya age. s. 55 ve son.<br />

29 ÇUMRALI SEDAT, Hakem Kararlarında Israr Hakkı, Hukuk-İçtihatlar 1952 sayı 1-2 s.<br />

10-13 (11).<br />

30 Karş. ÜSTÜNDAĞ, Sempozyum’da evvelce vermiş olduğu hukuki mütalaa özeti, s. 69;<br />

Üstündağ, bu mütalaasından sonra kaleme aldığı dn. 3’deki yazısında da direnme’yi<br />

diğer kanun yolları ile eşdeğerde görmeye devam etmektedir, bkz. s. 219.<br />

31 bkz. ÜSTÜNDAĞ Medeni Yargılama Hukuku 6. Bası, 1997 s. 816.<br />

32 ÜSTÜNDAĞ aynı yer.<br />

33 Bu bakımdan 24.4.1996 tarihli HGK’nun direnmenin bir kanun yolu olmadığı hususundaki<br />

çözümü doğrudur.<br />

34 Temyizden feragate (m. 535) ve temyiz müddetinin geçmesinden sonra hakem kararının<br />

tasdik edileceğine (m. 536) ilişkin hükümler doğrudan temyiz kanun yoluna ilişkin<br />

değildir.<br />

215


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

rudan atıf olmamasına rağmen temyiz kanun yoluna ilişkin hükümler tahkim<br />

yargılamasında da uygulanmaktadır 35 ve uygulanması da zorunludur.<br />

Tahkimin bir yargı olduğunu kabul ettikten ve direnmenin müstakil<br />

bir kanun yolu olmayıp temyiz kanun yolunun bir halkası olduğunu tesbit<br />

ettikten sonra kanunun, tahkimde temyiz kanun yolunu kabul edip direnme<br />

halini kabul etmediği sonucuna varmak kanaatimce isabetli değildir.<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 24.4.1996 tarih ve E. 1995/15-1114, K.<br />

1996/302 sayılı kararında direnmenin müstakil bir kanun yolu olmadığı<br />

isabetle tesit edilmiş olmasına rağmen, temyiz yolunun ayrılmaz bir parçası<br />

olan direnme hakkının reddedilmesi kanaatimce hukuki bir çelişki<br />

olmuştur 36 . Temyiz kanun yolunu kabul ettikten sonra direnme hakkının<br />

mevcut bulunmadığı sonucuna varabilmek için bu hususta yasal bir sarahat<br />

olması gerekir, yoksa direnme hakkına atıf yok öyleyse bu hak kabul<br />

edilmemiştir demek yasal mesnetten yoksundur 37 .<br />

35 KURU, a.g.e., s. 2237 ve son.; ayrıca bkz. Bilge dn. 24 de atıf yapılan Rapor.<br />

36 HGK’nun, 28.1.1994 tarih ve E. 1993/a, K. 1994/1 sayılı İBK’nun hakemlerin direnme<br />

hakkı meselesinde hukuki bir bağlantı bulunmadığı tesbitine de katılıyorum, iki mesele<br />

arasında hukuki bir irtibat mevcut değildir; yani İBK’dan evvel direnme hakkı<br />

yoktur. İBK’dan sonra vardır şeklinde bir görüş hukuki mesnetten yoksundur, doğru<br />

olan direnmenin HUMK sistemi içinde baştan beri mevcut olduğudur; ancak direnme<br />

imkanı bu İBK’dan sonra daha büyük bir önem kazanacaktır, maddi hukukla bağlılığın<br />

söz konusu olduğu hakem yargılamasında direnme hakkının önemi inkar edilemez;<br />

ancak Üstündağ’ın, hakemler maddi hukuk ile bağlı ise ısrar hakkı olacak bağlı değilse<br />

olmayacak şekildeki görüşünü (a.g. yazı s. 221 ve son.) kabule imkan olmadığı kanaatindeyim;<br />

gerçekten böyle bir sonucu mevcut hukuki düzenle bağdaştırmak mümkün<br />

görünmüyor; bu görüş kabul edilince maddi hukukla bağlı tutulmamış bir hakem<br />

HUMK 533/2, 3 ve 4 deki temyiz sebepleri karşısında direnme hakkına sahip olmayacak,<br />

maddi hukukla bağlı tutulan hakem bu temyiz sebepleri bakımından da direnme<br />

hakkına sahip olabilecektir. Görüldüğü üzere maddi hukukla bağlı tutulmuş olma ile<br />

ilgisi olmayan böyle bir durumda hukuki mesnetten yoksun bir ayırım ortaya çıkmaktadır.<br />

Bunu aşmak için maddi hukukla bağlı tutulan hâkimin de 533/2, 3 ve 4’deki<br />

temyiz sebepleri bakımından direnme hakkı mevcut değildir denilirse bu da temyiz<br />

sebepleri arasında yasal mesnetten yoksun bir ayırım yapılmasına yol açar; bu çözüm<br />

menfaatler durumu ile de haklı gösterilemez; zira 533/2, 3 ve 4 hükümleri dolayısı ile<br />

ortaya çıkacak durumlar çok önemli de olabilir.<br />

37 Sempozyum’da özetlenen Sayın Prof. Dr. NECİP KOCAYUSUFPAŞAOĞLU ile birlikte<br />

verdiğimiz mütalaada bu husus açıkça yer almaktadır, s. 68; müstakil bir kanun<br />

yolu söz konusu olsa idi, bu kanun yoluna temyiz, iadei muhakemede olduğu gibi<br />

atıf yapılmamıştır şekli gerekçesine dayanılarak bu yolun tahkimde kabul edilmediği<br />

savunması hiç olmazsa şeklen çelişkili olmazdı, ancak bilindiği gibi karar düzeltmesi<br />

bakımından bu yolun engellenmesi aksi içtihadın varlığı dolayısı ile kanun tadili yolu<br />

ile gerçekleştirilmiştir, HUMK 440/III4.<br />

216


Bir Tebliğ Dolayısı ile Hakem Mahkemesinin Direnmesi Üzerine Düşünceler<br />

Tahkim yargılamasında da direnmenin mümkün olduğu sonucu menfaatler<br />

durumuna da tamamen uygundur. Çumralı’nın belirttiği gibi “mahkeme<br />

kararlarının Yargıtay’ca bozulmasında nasıl hata ihtimali mevcut ise<br />

hakim kararlarının bozulmasında da aynı hata vaki olabilir 38 .<br />

Temyiz başvurusu üzerine, devlet mahkemesinin kararını inceleyen<br />

Yargıtay Dairesinin hatalı bir karar verebileceği, buna karşı, hakem kararlarını<br />

inceleyen Yargıtay Dairelerinin hiçbir zaman hata etmeyeceği ileri<br />

sürülemez. Şu halde, direnme hakkının devlet mahkemelerine tanınmasının<br />

gerekçesi, aynen hakem tarafından verilmiş karar için de geçerlidir.<br />

Bu durum karşısında, kanunda hakem kararlarının bozulması halinde, yeniden<br />

oluşturulacak hakem heyetlerinin eski kararda ısrar etmelerini engelleyen<br />

açık bir hüküm de bulunmadığına göre, mahkeme kararları için<br />

benimsenen çözüm, amaç ve menfaatler durumundaki ayniyet dikkate alınarak,<br />

hakem kararları için de benimsenmek gerekir. Tersine bir çözüm ilgili<br />

Yargıtay Dairesinin hatalı olabilecek kararlarına karşı tarafları koruyan<br />

kanun koyucunun, hakem kararını bozan Yargıtay Dairesi kararının hatalı<br />

olması halinde, tarafları hukuki himayeden yoksun bırakmak istediği gibi<br />

kabul edilemeyecek bir sonuca götürür.<br />

Yukardan beri yapılan açıklamaların ortaya koyduğu üzere 39 , hakem<br />

yargılamasında hakemlerin direnme yetkisi olmadığı sonucuna varan<br />

24.4.1996 tarih ve E. 1995/15-1114 K. 1996/302 sayılı HGK kararının isabetli<br />

olmadığını, bu sonuç için içtihatta ve doktrinde ileri sürülen gerekçelerin<br />

de yasal temelden yoksun olduğunu düşünüyorum.<br />

38 a.g.m., s. 11; Temyiz süresinin geçmiş olmasına rağmen, mahkemenin ve Yargıtay dairesinin<br />

bu hususu dikkate almamaları ve hükmün bozulması hâlinde mahkemenin<br />

hükmün kesinleşmiş olduğu gerekçesi ile direnme kararı vereceği hususu Hukuk Genel<br />

Kurulu kararlarında kabul edilmiştir (HGK 10.3.1982, E. 8 K. 1496/256, Ank. BD<br />

1982 s. 3 sf. 405; 22.10.1969 E. 3, K. 688/777, İst. BD s. 9-10 sf. 452; 21.4.1965 E. T/117<br />

K. 171, Ank. BD 1965 s. 5 sf. 642) tahkimde ise yeni kurulacak hakem mahkemesi temyiz<br />

süresinin geçmesine rağmen ısrar kararı veremiyecek ve bu usul hukuku yanlışının<br />

düzeltilmesi mümkün olmayacaktır; hukuken haklı görülemeyecek bu farklı sonuç<br />

tahkimde ısrar hakkının tanınmamasına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.<br />

39 Yargıtayın bozmasından sonra hakem mahkemelerinin yeniden seçilecek olmasının<br />

tahkim yargılamasında direnmenin olmayacağı için bir gerekçe teşkil etmeyeceği (bkz.<br />

HUMK’nu 429/I; Alangoya age s. 230 dn. 11; Çumralı agn. S. 12; 24.4.1996 tarihli HGK<br />

kararına yazılan karşı oy yazısı) zennederim direnme hakkını reddedenlerce de kabl<br />

edilmektedir.<br />

217


Kanun Yolunun Anayasal Temeli ve HUMK m.427 Hükmü<br />

ile Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun<br />

Yoluna Müracaat İmkanı<br />

I. Giriş:<br />

Yavuz ALANGOYA<br />

Mahkemelerce verilmiş olan bazı hükümlere karşı kanun yoluna müracaat<br />

yasa hükmü ile kapatılmıştır. Diğer bir ifade ile bu hükümler hukuki<br />

varlık kazandıkları anda kesindirler. HUMK sisteminde bu yoldaki genel<br />

hüküm m.427’de yer alıyor. Bunun yanında gerek HUMK (bkz. mesela<br />

m.36/A/I) gerek farklı alanları düzenleyen bazı kanunlar bu yolda hükümler<br />

sevketmişlerdir.<br />

1) HUMK 427/II hükmüne göre miktar ve değeri kırk milyon TL.’yi geçmeyen<br />

taşınır mal ve alacak davaları hakkında verilen nihai kararlara karşı<br />

temyiz yoluna başvurulamayacaktır 1 . Bu kararlar verildikleri anda şekli ve<br />

maddi anlamda kesin hüküm teşkil ederler 2 . İstinafı da kanun yolu sistemimiz<br />

içinde düzenleyen ve Hükümet tarafından 29.01.2003 tarih ve 499 sayılı<br />

yazı ile Türkiye Büyük Millet Meclisine sevkedilen “Hukuk Usulü Mahkemeleri<br />

Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı”nda<br />

istinafa müracaat imkanı ilk derece mahkemelerinin beşyüz milyon TL.’yi<br />

(m.426/A), temyize müracaat imkanı da bölge adliye mahkemelerinin iki<br />

milyar TL.’yi aşan malvarlığı davalarına ilişkin kararları için kabul edilmiştir.<br />

03.02.2003 tarih ve 1/523 sayı ile Adalet Komisyonuna sevkedilen bu<br />

tasarının bu rakkamlara ilişkin hükümleri aynen benimsenmiştir 3 .<br />

1 Bkz. 4146 sayılı (20.03.1996) “Hukuk Usulü Mahkemeleri Kanununda Değişiklik Yapılmasına<br />

İlişkin Kanun” m.1.<br />

2 Kuru, Hukuk Mahkemeleri Usulü c.5 6. bası 2001 s. 4509 ve son; Alangoya Medeni<br />

Usul Hukuku Esasları 3.bası 2003, paragraf 38 I 1 b, paragraf 40 I.<br />

3 Bu meblağlar alman usul kanununda istinaf için 600.- Euro’dur, temyiz sistemi 27.07.2001<br />

tarihli Medeni Usul Reform Kanunu ile değişmiş ve değere bağlı temyiz (Wertrevision)


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

2) HUMK 427 (tasarı 426/A) hükmü dışında da mahkemelerin bazı<br />

kararlarına karşı kanun yolu kapatılmış olabilir 4 .<br />

Üzerinde durmak istediğim konu, bu kararlara karşı kanun yoluna başvurulamaması<br />

Anayasa’ya uygun mudur? Diğer bir deyişle yargıda bir derecelendirme<br />

yapılması Anayasa’ya göre zorunlu mudur? Öyle ise burada bir<br />

sınırlamaya gereksinim varmıdır, varsa bu sınır ne şekilde saptanmalıdır?<br />

Burada temas edilebilecek bazı noktalar Usul hukukumuza girecek<br />

olan istinafın değerlendirilmesi bakımından da önem taşıyacaktır düşüncesindeyim.<br />

220<br />

II. Anayasa Çok Dereceli Yargı Sistemini Zorunlu Kılmış Mıdır?<br />

Türk Anayasasını ele almadan önce bazı metinlerdeki durumu ve bunlar<br />

hakkındaki görüşleri ana hatları ile de olsa incelemenin yararlı olacağı<br />

görüşündeyim.<br />

1) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde (AIHS) Durum:<br />

Türkiye’nin 1954 yılında kabul ettiği AIHS 6. maddesinde taraf devletleri<br />

“adil yargılama” ile yükümlü tutmuştur. Dereceli bir yargılama usulü zorun-<br />

kalkmıştır. Temyize (Revision) müracaat istinaf mahkemesinin müsaadesi ile, paragraf<br />

543 (müsaade verilmemeye karşı Temyiz mahkemesine itiraz yolu vardır, paragraf 544,<br />

mamafih bu yol Tatbikat Kanununun (Einfıhrungsgesetz zur ZPO) paragraf 26/8 hükmü<br />

uyarınca 31 Aralık 2006 tarihine kadar ancak 20.000.- Euro’yu aşan durumlarda caizdir)<br />

veya şartları varsa istinaf mahkemesine gidilmeden doğrudan temyize müracaat ile (sıçrama<br />

yolu ile temyiz, Sprungrevision) olabilir, paragraf 566; son tadilden evvel 60.000<br />

DM’ı aşan ihtilaflar için istinaf mahkemesinin rızası olmaksızın temyize başvurulabiliyordu,<br />

sıçrama yolu ile temyizde bu sınırlama kaldırılmıştır; ancak bu yol 600 Euro’yu<br />

aşan konular için söz konusudur, paragraf 566/I, paragraf 511/II.<br />

4 Bu husustaki bir liste için bkz. Kuru age. c. 5 s.4522 ve son. Bu kararlara karşı istinaf yoluna<br />

başvurulması ayrı bir meseledir. Tasarı aynen kanunlaşırsa, istinaf yoluna gidilebilmesi<br />

hususu 426/A/V hükmüne göre tayin edilmek söz konusu olacaktır. Söz konusu hüküm<br />

aynen “İlk derece mahkemelerinin diğer kanunlarda temyiz edilebileceği veya haklarında<br />

Yargıtaya başvurulabileceği belirtilmiş olup da bölge adliye mahkemelerinin görev alanına<br />

giren dava ve işlere ilişkin nihai kararlarına karşı bölge adliye mahkemelerine başvurulabilir”<br />

şeklindedir. Hüküm gerek ifade gerek esas bakımından kifayetsiz ve hatalıdır. Bir kere,<br />

kanunlarda temyiz yoluna başvurulacağı değil, başvurulamayacağı belirtilir ve genellikle<br />

“kesindir” şeklinde ifade edilir (mesela HUMK m.427/II). Bu sarahat yoksa temyiz yoluna<br />

başvurma imkanı var demektir. Bu hükme göre temyiz yolu kapanmış olan kararlara karşı<br />

bölge mahkemelerinin görev alanına girse de istinaf yolu kapatılmıştır. Bu metinlerde “kesindir”<br />

denilmekte ise (ki genellikle böyledir) istinafa da başvurulamayacaktır. “Yargıtay’a<br />

müracaat edilemez” veya “temyize başvurulamaz” şeklinde bir düzenleme varsa (bu yolda<br />

bir örnek tesbit edemedim) 426a/V hükmü bu durumda da istinafı engelleyecektir ki, böyle<br />

bir sonucunun kabul edildiği hususunda gerekçede bir işaret yoktur.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

luluğu kural olarak 5 getirilmiş değildir. Buna mukabil bir yargı sisteminde istinaf<br />

ve/veya temyiz kanun yolları kabul edilmiş ise özellikleri dikkate alınarak<br />

bu mahkemeler önünde de adil yargılama yapılmak zorunludur 6 . AIHS’nin<br />

bu düzenlemesinin taraf devletlerin dereceli bir yargı sistemi getirip bunu<br />

anayasal bir hak olarak kabul etmesine engel olmayacağı kuşkusuzdur.<br />

2) Kısaca Mukayeseli Hukuk:<br />

Muhtelif ülkelerin sistemleri ele alındığında, ülkelerin ekseriyetinde<br />

kişinin yargıda ikinci merci hususunda anayasal olarak garanti edilmiş bir<br />

hakkı olmadığı belirtiliyor. Bu sistemlerde ihtilaf konusunun bütün kapsamı<br />

ile bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından incelenmesi imkanının<br />

tanınmış olması yeterli olmaktadır 7 . Sayısı fazla olmayan bazı anayasalarda<br />

ise Kanun yolu bir anayasal hak olarak kabul edilmiştir 8 .<br />

3) Anayasalarında Kanun Yolu Mahkemesinin Düzenlediği Sistemler:<br />

Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülkenin anayasasında yüksek<br />

mahkemelerin düzenlendiği görülmektedir 9 . Türk Anayasa’sının 154’üncü<br />

maddesinde Yargıtay, 155’inci maddesinde Danıştay, 156’ıncı maddesinde<br />

Askeri Yargıtay, 157’inci maddesinde Askeri Yüksek İdare Mahkemesi,<br />

158’inci maddesinde ise Uyuşmazlık Mahkemesi düzenlenmiştir 10 .<br />

Alman Anayasası da 95. maddesinde, yüksek mahkemeleri saymış<br />

(f.I), bu mahkemelerdeki hakimlerin tayin şeklini göstermiş (f.II) ve bu<br />

5 Gölcüklü F./Gözübüyük S., Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve uygulaması, 11. Protokola<br />

göre hazırlanıp genişletilmiş 3. bası, 2002 s.268 no.496, ve orada zikredilmiş<br />

olan kararlar, diğer bazı kararlar için bkz. Doğru O., İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi<br />

İçtihatları cilt I s.1174 sıra no.2303 (11.10.2001, 31871/96), s.1175 sıra no.2304<br />

(11.10.2001, 34045/96); 22.11.1984 tarihli 7 no.lu Ek Protokol bazı istisnalarla cezai<br />

konularda iki dereceli yargılama hakkı getirmiş bulunmaktadır; bkz. ileride dn.28’de<br />

belirtilen makalesinde Kalamaris’in 7 no.lu ek protokol hükmünün kıyasen hukuk işlerinde<br />

de uygulanması şeklindeki yorumuna.<br />

6 Bkz. dn.5.<br />

7 Bkz. Schwab/Gottwald Verfassung und Zivilprozess 1984, s.29.<br />

8 Schwab/Gottwald s.30, yazarlar bunlar arasında İtalya, Çekoslavakya (1984’deki durum)<br />

ve Yugoslavya’yı (1984’deki durum) saymaktadır.<br />

9 Bkz. Schwab/Gottwald s.30.<br />

10 Anayasa mahkemesi bu ayırımı, yargı ayrılığı sistemini doğrulayan somut örgütlenme<br />

biçimi olarak belirtmiş ve hakimlerin adli yargıdan idari yargıya, idari yargıdan adli<br />

yargıya geçiş olanağını sağlayan yasa hükmünün, Anayasanın 154 ve 155’inci maddelerine<br />

aykırı olduğu sonucuna varmıştır, 28.02.1989 1988/32-28, AMKD sayı 25 s.118.<br />

221


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

mahkemeler arasındaki birliği sağlamak üzere bizdeki uyuşmazlık mahkemesi<br />

fonksiyonunu ifa eden müşterek bir daire (Senat) kurulacağını düzenleyerek<br />

diğer hususların düzenlemesini kanuna bırakmıştır (f. III) 11 .<br />

Gerek Alman Anayasa Mahkemesi, gerek Anayasa Mahkememiz, ilk<br />

derece mahkemesinin kararının bir üst mahkeme tarafından incelenmesi<br />

talebinin bir anayasal hak olmadığı sonucuna varmıştır.<br />

222<br />

4-) Alman Hukuku:<br />

Alman hukukunun bu konudaki durumunun ana hatları ile incelenmesi<br />

hukukumuza da ışık tutacaktır. Zira iki hukuk arasındaki paralellikler ve farklılıklar<br />

meselesinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır düşüncesindeyim.<br />

Alman Anayasa Mahkemesi 1952 tarihli muhtemelen bu konudaki ilk<br />

kararında 12 ceza kanununun, paragraf 310/II hükmündeki itiraz üzerine<br />

mahkemece verilen karara karşı bir kontrol imkanı tanınmamış olmasını<br />

anayasaya aykırı görmemiş, bunu kanun koyucu tarafından “özellikle<br />

himayeye layık menfaatler” söz konusu olduğu zaman tanıyabileceğine<br />

işaret etmiş, dinlenilme hakkını düzenleyen 103/I hükmünün mutlaka bir<br />

kanun yolu tanınması yolundaki talebe temel teşkil etmeyeceğini ifade ile<br />

“Her hukuki ihtilaf nihayet sona erdirilmelidir” demiştir.<br />

Bir diğer kararda 13 hukuk devleti ilkesinin mahkemelerde bir derecelendirmeyi<br />

emretmediği belirtilmiş, halen ilk ve son derece mahkemesi<br />

olarak karar veren mahkemeler bulunduğu ifade edilerek bunun, anayasanın<br />

19/4 hükmüne 14 aykırı olmadığı ifade edilmiştir; Alman Anayasa<br />

Mahkemesi bir başka kararında (bkz. dn 16’daki 12.07.1983 tarihli kararı)<br />

19/4 hükmünün hakim vasıtası ile himaye sağladığını, yoksa hakime karşı<br />

himaye söz konusu olmadığını tekrarlıyor. 1980 tarihli bir kararında 15 Ana-<br />

11 Art. 95 in saydığı yüksek mahkemeler adli yargı için Bundesgerichtshof (BGH), idari<br />

yargı için Bundesverwaltungsgericht (BVG), mali yargı için Bundesfinanzhof (BFH), iş<br />

hukuku yargısı için Bundesarbeitsgericht (BAG) ve sosyal güvenlik yargısı için Bundessozalgericht<br />

(BSG)’dir. Alman Anayasası 96’ıncı paragrafında, Federal Devlete başka<br />

bazı alanlarda da federal mahkemeler kurma yetkisini vermiştir.<br />

12 BVerfGE 1, 433 (437).<br />

13 BVerfGE 4 74 (94 ve son) (1956).<br />

14 Art 19/IV: “Kamu Gücü (ÖffentlichesGewalt) tarafından hakları ihlal edilen herkese<br />

yargı yolu (Rechtsweg) açıktır. Bir diğer yetki tesis edilmiş olmadıkça, olağan yargı<br />

yolu mevcuttur. Madde 10 f.2 cümle 2 hükmü mahfuzdur.”<br />

15 BVerfGE 54 277 (291-292).


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

yasanın Hukuk devleti ilkesinden, etkili bir hukuki himaye sağlanmasının<br />

çıkarılabileceğini, bunun da ihtilaf konusunun maddi ve hukuki açıdan<br />

etraflı bir incelenmesi ve hakim tarafından bağlayıcı bir şekilde karara<br />

bağlanması ile mümkün olacağını, bir kanun yolu sağlanmasının bu kapsamda<br />

olmadığını, böyle bir gereğin Anayasanın 95. maddesinden de (bkz.<br />

dn.11) çıkarılamayacağını ifade etmektedir. Anayasa mahkemesine göre<br />

bunun sonucu olarak da kanun yolu düzenleyen kanun koyucunun kanun<br />

yoluna müracaat ve yargılamasını düzenleme açısından kendisinin amaca<br />

uygunluk anlayışına göre geniş bir serbestisi olacaktır 16 . Alman Anayasa<br />

Mahkemesi daha yeni bir kararında da 17 hukuk devleti ilkesinden kanun<br />

yolu tanınması gereği çıkarılamaz sonucuna varmaktadır.<br />

Anayasa hukukçuları da, Anayasa Mahkemesi kararlarına paralel olarak,<br />

kanun yolu sisteminin bir anayasal hak olmadığını kabul ediyorlar. Alman<br />

Anayasanının 19/IV hükmündeki (bkz.dn.14) “Kamu Gücü” kapsamı<br />

içine yargı gücünün girmeyeceği bu hükmün “hakim vasıtası ile himayeyi<br />

düzenlediği, hakime karşı himaye sağlamadığı” gerekçesine dayanılarak<br />

kabul edilmektedir 18 .<br />

Alman Anayasasının Art 103/1 hükmünde düzenlenen “Dinlenilme<br />

Hakkı”nın (Rechtliches Gehör) kapsamı incelenirken mahkemeler derecelendirmesi<br />

hususunda bir talebin bu kapsamda yer almadığı hususu da<br />

hakim fikir olarak ortaya çıkıyor 19 .<br />

Kanun yolunun anayasal bir hak olduğu hususunun Anayasanın, yüksek<br />

mahkemeleri sayan Art.95 hükmünden de çıkarılamayacağı, normal<br />

durumda bu mahkemelerin yüksek derece mahkemeleri oldukları belirtilmekle<br />

beraber, kabul edilmektedir 20 .<br />

16 Alman Anayasa Mahkemesi 12.07.1983 tarihli bir kararında da, kanun yolu sağlanması<br />

hususunun ne Art. 103/1’den ve ne de genel hukuk devleti ilkesinden çıkarılmayacağı<br />

yukarıdaki karara atıf yapılarak tekrarlamıştır, BVerfGE 65 76 (90-91); gerek yukarıdaki<br />

kararda gerek bu kararda yüksek mahkeme, kanun yolu tesis edildiği takdirde,<br />

Anayasa’nın, hakim bağımsızlığı, kanuni hakim, dinlenilme hakkı, eşitlik ilkesi gibi<br />

esasların dikkate alınması ve bunların sonucunda vatandaşın kanun yoluna müracaat<br />

şartlarını mümkün olduğu ölçüde açık şekilde tesbit edilebilecek ve uygulanabilecek<br />

şekilde düzenlenmesinin gerektiğine işaret etmektedir, BVerfGE 54 277 (292, 293).<br />

17 BVerfG NJW 1991 1283 (1284).<br />

18 Maunz-Dürig-Herzog, Grundgesetz-Kommentar (Lfg 24, Januar 1985; 2002) Art 19 Abs.<br />

IV 4 Randnummer 96.<br />

19 Schmidt-Assmann, Maunz-Dürig Grundgesetz, Komm Band V Lfg.27 November 1988-<br />

2002, Art 103 I N.26 s.13a-14.<br />

20 Maunz-Dürig-Herzog Band V., Rd.N.96, Lfg. 2002; Maunz-Dürig-Herzog Art.95 Rd.N.45.<br />

223


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Alman medeni usul doktrininin büyük çoğunluğu Anayasa Mahkemesinin<br />

kararlarını takip etmektedir 21 .<br />

224<br />

Bugün baskın olduğu görülen 22 bu görüşe karşı olanlar da vardır.<br />

Bu görüşlere göre hakimler kanunla bağlı olarak hüküm vereceklerdir<br />

(Alman Anayasası Art.97, bkz. Anayasa m.138). Ancak bu hususun sağlanması<br />

bir kontrol sistemi ile mümkün olur ve bu sistem yargının özelliği<br />

dolayısı ile yargı içi bir kontrolle yapılmak gerekir, bu ise yargı içinde bir<br />

derecelendirme yapılması sonucuna götürecektir 23 . Lorenz 24 Alman Anayasasının<br />

19/IV hükmünün hakimlerin kararlarına karşı uygulanamayacağı<br />

yolundaki görüşün dayandığı “Art. 19/4 hakim vasıtası ile himaye sağlar,<br />

hakime karşı değil” şeklindeki ünlü formülün de isabetli olmadığını, hakimin<br />

de bir kamu iktidarı kullandığını, aynı isabetle 19/V vasıtası ile devlete<br />

karşı devlet vasıtası ile nasıl koruma yapılabileceğinin de sorulabileceğine<br />

işaret ediyor (s.242) ve 19/IV hükmünün yargı kararları bakımından<br />

da uygulanacağını belirtiyor. Bu ise bir mahkemeler derecelendirmesi ile<br />

olabilir (s.244) ve iki dereceli bir sistem anayasal olarak yeterlidir (s.245).<br />

Gilles 25 , Art.19/IV hükmünden mahkeme hükümlerine karşı bir kontrol<br />

imkanı çıkarılamayacağını kabul ediyor (s.258), ona göre genel hukuk<br />

devleti ilkesinden de (Art.20,28) temyiz mahkemesinin anayasal gerek olduğu<br />

çıkarılamaz (259). Yazara göre kanun yolunun anayasal temeli hususunda,<br />

önce bu kurumun hukuk devleti bakımından görevinin ne olduğu<br />

ve buna bağlı olarak kanun yolu sisteminin bugünkü anlayış içinde “sosyal<br />

hukuk devletinin” ne ölçüde vazgeçilmez bir unsuru olduğu sorulmalıdır<br />

(s.259). Ona göre kanun yolunu, hukuki himaye arayanın, kendisine yanlış<br />

görünen yargı kararlarının tashihi düşüncesine, diğer deyişle “kontrol”<br />

düşüncesine dayandırma halinde mesele farklı bir boyuta oturacaktır 26 .<br />

21 Schwab/Gottwald, Verfassung und Zivilprozess 1984 s.29 ve son; Rosenberg/Schwab/<br />

Gottwald paragraf 134 II s.803; Schwartze s.43.<br />

22 Bkz. Schwartze Ausserordentliche Anfechtbarkeit zivilgerichtlicher Entscheidungen<br />

wegen offensichtlicher Gesetzwidrigkeit?, ZZP 115 (2002) s.43.<br />

23 Lorenz D, Der Rechtsschutz der Bürgers und die Rechtsweggarantie, 1973 s.188,189.<br />

24 s.241 ve son.<br />

25 Rechtsmittelreform im Zivilprozess und Verfassungsrechtsaspekte einer Rechtsmittelbeschreankung,<br />

JZ 1985 s.253 ve son.<br />

26 Gilles, yargıya güvenin sarsılması; alt mahkemelerin “teftişi”, “eğitilmesi”, “disipline<br />

edilmesi” ve “hukuk birliğinin sağlanması” gibi amaçların, kanun yolunun anayasal<br />

temelini haklı göstermeyeceğini belirtiyor, s.259.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

Bu anlayış kanun yolunu hukuk devleti ve demokrasi icabı olarak kabul<br />

etmeyi gerektirir (s.259) 27 . Yargıda bir dış kontrol olamayacağı için bir iç<br />

kontrol (Intra-Kontrolle) bahis konusu olabilir.<br />

Kalamaris 28 , alman hukuku ile paralel bir düzenlemeye sahip yunan hukukunda<br />

içtihatların, kanun yolu bakımından bir anayasal garanti bulunmadığı<br />

yönünde olduğunu ve doktrinin bu konuda bölünmüş olduğunu belirttikten<br />

sonra, kendi görüşünün kanun yolunun anayasal mesnede dayandığı<br />

yönünde olduğunu açıklıyor; yazara göre bu konuda bir sarahat bulunmaması<br />

görüşü için bir engel değildir, anayasanın başka hükümlerinden de aynı<br />

sonuca varılabilir; devletin fonksiyonlarının kontrolu demokratik hukuk<br />

devletinin ayrılmaz parçasıdır, bu kontrol yargının özelliği dolayısı ile kendi<br />

içinde yapılacaktır (s.275); muhakkak ki, üst derece mahkemelerinin kararlarının<br />

doğruluğu hususunda bir garanti yoktur, ancak ilk derece mahkemeleri<br />

kararlarının kontrol imkanı, vatandaşın kararın doğruluğu hususundaki<br />

inancını arttıracak ve doğruluk ihtimalini de yükseltecektir (s.275,276); yazara<br />

göre Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 7. protokolunda ceza işleri<br />

için kanun yolu garantisi vardır ve bu hükmün kıyasen uygulanması, argumentum<br />

a contrario’dan daha isabetli olacaktır ve sözleşmenin ceza işleri<br />

dışında da kanun yolunu garanti ettiği kabul edilebilecektir (s.276).<br />

Vosskuhle 29 vatandaşın, kamu otoritesine bağlı ve tabi olduğu durumlarda,<br />

onun tasarrufları haklarını ihlal ettiği takdirde, hakimin kontrolu<br />

için yargılama isteyebilir; yanlış, hukuka aykırı mahkeme hükümleri için<br />

de durum aynıdır, hüküm veren hakim de devlet iktidarını kullanmaktadır<br />

30 . Yazar böylece yargı kararlarının da 19/IV kapsamında olduğunu<br />

27 Bu sebeple Alman Anayasa Mahkemesinin kanun yolu mahkemelerine müracaatı, ölçüsüz<br />

bir şekilde ağırlaştırmasının “hukuki himayenin etkinliği ilkesi” (Prinzip der<br />

Efektivität des Rechtsshutzes) ile bağdaşmayacağını belirtmesi önemlidir, Gilles s.260<br />

ve s.258 dn.50’deki kararlar; Gilles, kamu yararı ile uygun (sachgerechte) kısıtlamaların<br />

kabul edilebileceğini söylüyor, s.260; yazar Alman Anayasasında belirtilen yüksek<br />

mahkemelerin görevleri itibariyle kanun yolu mahkemesi olduğunu, bunların çok istisnai<br />

hallerde ilk derece mahkemesi olarak da görev yapmalarından farklı sonuçlar çıkarmanın<br />

ve Art.95’in bir derecelendirme yapmadığı sonucuna varmanın asgari olarak<br />

tartışmalı olacağını açıklıyor, s.259.<br />

28 Das Prozessuale Grundrecht auf Justizgeweahrung, Festschrift für Karl Heinz Schwab,<br />

1990 s.269-276.<br />

29 Erosionserscheinungen des zivilprozessualen Rechtsmittelsystems NJW 1995 1377-<br />

1384.<br />

30 s.1383.<br />

225


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kabul etmektedir. Bunun sonu olmayan bir kontrol spiral’ine yol açacağı<br />

yolundaki karşı çıkmaların da 31 artık gücünü kaybettiğine işaret etmektedir.<br />

Yazar bu yöndeki diğer görüş sahipleri gibi, anayasal gereğin hükmün<br />

hukuki kontrolunu yapacak bir üst mahkeme ile sınırlı olduğu, istinaf derecesinin<br />

anayasal gerek olmadığına işaret ediyor 32 .<br />

Alman hukukunda kanun yolunun anayasal bir temeli olduğunu kabul<br />

edenler, 19/IV ün himayesinin hiç istisnası olmadığını söylemenin,<br />

hukuk devletinin temel şartı olan yargının fonksiyon yapabilirliğini göz<br />

ardı etmek olacağını buraya münasip ölçülü sınırlamaların getirilebileceğini<br />

kabul ediyorlar 33 .<br />

Özet olarak ifade edilmek gerekirse Alman Anayasa Mahkemesinin<br />

ve doktrinin baskın çoğunluğu Alman Anayasası 19/IV hükmü kapsamına<br />

mahkeme hükümlerinin girmeyeceğini, mahkeme hükümlerinin ferdi<br />

haklarını ihlal eden bir kamu gücü uygulaması olmadığını kabul ediyor.<br />

Ancak Vosskuhle’nin belirttiği gibi bu görüş için etraflı doğmatik bir temellendirme<br />

yapılmamış ve hemen daima “hakim vasıtası ile himaye, hakime<br />

karşı değil” formülü ile iktifa edilmiştir 34 .<br />

31 bkz. S.1383 dn.79.<br />

32 s.1383, Gilles agm. s. 259; Lorenz s.245; Vosskuhle, üç dereceli bir sistem yerine, hukuki<br />

kontrol yapan bir üst mahkeme ile iktifa edilmesini, buradan yapılacak tasarrufla ilk<br />

derece mahkemelerinin kuvvetlendirilmesini önermektedir; son yapılan ZPO tadilinde<br />

ilk derece mahkemelerine ağırlık verilmiş ancak istinaf mahkemeleri büyük ölçüde<br />

kontrol faaliyeti yapan mahkemeler olarak muhafaza edilmiştir, bkz. Bu konuda Yıldırım<br />

K., İstinaf 2000 s.86 ve son; bkz. ileride dn. 55’de Eberhard’ın açıklamalarına.<br />

33 Gilles s.260; Vosskuhle s. 1384; bazı sınırlamalar getirilmesi hususunda Avrupa Konseyi<br />

Bakanlar Komitesinin Adaletin Yerine Getirilmesini Kolaylaştırma Çarelerine İlişkin<br />

7 sayılı Tavsiye Kararının Türkçe Metni için bkz. Öztek S., Hukuk araştırmaları Marmara<br />

Üni. H.F. yayını Ocak-Nisan/1986 s.9 ve son.<br />

34 Alman Anayasa doktrininde 93/4a hükmü itibariyle (bu hüküm kamu gücü tasarruflarına<br />

karşı herkesin anayasa mahkemesine itirazda bulunabileceğini düzenlemektedir.)<br />

yargı, kamu gücü olarak kabul edilmektedir, Maunz – Dürig Art.93 Rd.N.64 ve son (69);<br />

buna mukabil Art.19/IV hükmü itibariyle yargı kamu gücü çerçevesinde görülmüyor,<br />

Maunz-Dürig Art 19/IV Rd.N.96 (1985); Schmidt/Bleibtreu/Klein Gurundgesetz Kom.<br />

5. Aufl. 1980 Art.19 Rd.N.25 s.382; genellikle olduğu gibi Maunz – Dürig’de bu esas<br />

itibariyle yukarıda nakledilen formüle dayandırılmakta (aynı Schmidt-Bleibtreu-Klein,<br />

aynı yer) ve ayrıca güven unsuruna dayanılarak bütün mahkemelere hangi derecede<br />

olursa olsun güven duyulması gereği üzerinde durulmaktadır. Alman Anayasası, 93/4a<br />

hükmünde yargıyı açıkça kamu gücü olarak değerlendirip, 19/IV de böyle görmediğine<br />

ilişkin sarih bir anayasal düzenleme yoktur.<br />

226


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

III. Türk Hukuku:<br />

Hukukumuzda da kanun yolunun anayasal temeli hususunda düzenleme,<br />

münferit de kalmış olsa içtihat ve doktrin mevcuttur.<br />

1-) Anayasa Düzenlemesi:<br />

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce<br />

kullanılacağını (m.9), herkesin yargı mercileri önünde davacı veya<br />

davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılama hakkına sahip olacağını<br />

(m.36) 35 ve Yargıtay’ın, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka<br />

bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii<br />

olduğunu (m.154) 36 düzenlemiş bulunmaktadır.<br />

2-) Anayasa Mahkemesi İçtihadı:<br />

Anayasa Mahkemesi 20.01.1986 tarih ve 1985/23-2 sayılı oy çokluğu<br />

ile aldığı karar ile (AMKD sayı 22 s.12 ve son.) HUMK m.427/II hükmünün<br />

Anayasaya aykırı olmadığı sonucuna varırken aynen,<br />

“Yasakoyucu, itiraz konusu kuralla, miktar veya değeri yüzbin lirayı<br />

geçmeyen taşınır mal ve alacak davalarına ilişkin nihai kararların kesin olmasını<br />

davaları süratlendirmek ve Yargıtay’ın yükünü hafifletmek düşüncesi<br />

ile kabul etmiş; bu kararların bir kere de Yargıtay’ca incelenmesinde<br />

kamu yararı görmemiştir.Kaldı ki, Anayasa’da bütün mahkeme kararlarının<br />

bir ayırım gözetmeksizin üst mahkemeden geçmesini zorunlu kılan bir<br />

hüküm de mevcut bulunmamaktadır. Esasen yargı denetiminde sonsuzluk<br />

hiçbir zaman söz konusu olamaz; bir yerde kesilmesi gerekir. Nitekim kimi<br />

kanunlarda kanun yolları gereklere göre düzenlenmiş ve kimi kararların<br />

kesin olduğu belirtilmiştir. Öte yandan, adliye mahkemelerince verilen<br />

bütün kararların Yargıtay’ca incelenmesini istemek, bir anlamda ilk derece<br />

hakimlerine güvensizliğin ifadesi kabul edilebilir. Bu güvensizliğin ise,<br />

hiçbir haklı nedeni olamaz. Yargıtay’ın kuruluşunu ve işleyişini düzenleyen<br />

ve görevlerini belirleyen Anayasa’nın 154. maddesi bütün kararların<br />

Yargıtay’ca incelenmesini zorunlu kılan bir hüküm içermemektedir.” (s.18,<br />

19) demektedir.<br />

35 “ile adil yargılama” ibaresi 03.10.2001 tarih ve 4709 sayılı kanunun 14. maddesi ile<br />

Anayasa m.36 madde hükmüne girmiştir.<br />

36 Anayasa aynı düzenlemeyi, Danıştay (m.155), Askeri Yargıtay (başka bir mercie bırakma<br />

kaydı askeri Yargıtay’da yoktur) için de sevketmiştir.<br />

227


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Anayasa Mahkemesi oy birliği ile aldığı daha yeni bir kararında<br />

(23.05.2001, 232/89, AMKD 2002/1 s.541 ve son) da, idari para cezalarına<br />

itiraz üzerine idare mahkemesince verilecek kararın kesin olduğu hükmünün<br />

(4077 sa. Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun m.26) Anayasa’ya<br />

aykırı olmadığı sonucuna varırken<br />

“Ayrıca, Anayasa’da tüm mahkeme kararlarının temyiz edileceğine ilişkin<br />

bir hükme yer verilmemiştir. Öğretide de bu yönde bir zorunluluk olduğu<br />

kabul edilmemiştir. Anayasa Mahkemesi’nin konuya ilişkin kararları da,<br />

kamu yararı gerektirdiğinde ve hukuk devleti kavramı ile bağdaşmayacak<br />

sonuçlara yol açma olasılığının bulunmadığı durumlarda kimi kararlar için<br />

kanun yollarına başvurmanın önlenebileceği yönündedir.” (s.547); “Yargı<br />

denetiminde sonsuzluk söz konusu olamayacağından, bunun bir yerde kesilmesi<br />

gerekir.” (s.548); “Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler<br />

kamu yararı ile sınırlanabilir. İtiraz konusu kuralla, kanun yoluna<br />

başvurulmasına olanak vermeyecek biçimde hak arama özgürlüğüne kamu<br />

yararı amacı ile getirilen sınırlamada, demokratik toplum düzeninin gereklerine<br />

aykırılık bulunmamaktadır” (s.548); “Anayasa’nın Danıştay’ı idare<br />

mahkemelerince verilen kararların son inceleme mercii olarak tanımlayan<br />

155. maddesinde, tüm kararların mutlak olarak Danıştay incelemesinden<br />

geçirileceği konusunda bir kural yer almamaktadır.” (s.548)<br />

228<br />

demektedir.<br />

3-) Doktrin:<br />

Öztek, yukarıda belirttiğim, Anayasa Mahkemesinin 20.01.1986 tarih<br />

ve 1985/23-2 sayılı kararı hakkındaki yazısında 37 kanun yoluna müracaat<br />

sınırlamasının caiz olup olmadığının temyiz kanun yolunun amacına göre<br />

tesbit edilmesi gerektiğini savunmaktadır (s.63). Öztek, “Türk hukukunda<br />

da Yargıtay’ın esas görevinin hukukun uygulanmasında birliği sağlamak”<br />

(bkz.s.66 dn.42), “hukuk kurallarının doğru ve bütün memleket içinde<br />

yeknesak bir şekilde uygulanması” (s.66 dn.49) şeklinde kabul etmektedir.<br />

Yazar içtihat birliği amacının sınırlama ile bağdaşmadığını ifade etmekte-<br />

37 Öztek S. “HUMK m.427’deki Kesinlik Sınırının Temyiz Kanun yolunun Amacı Bakımından<br />

Değerlendirilmesi ve Anayasa Mahkemesinin 20.01.1986 tarihli Kararı”, Hukuk<br />

Araştırmaları, Marmara Üniversitesi yayını 1987/II s.62 ve son.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

dir (s.68 dn.63); mutlaka bir sınırlama getiriliyorsa içtihat birliği amacının<br />

mümkün mertebe az zedelenmesini sağlayacak tedbirler alınmasını önermektedir<br />

(s.68 dn.62) 38 .<br />

Yıldırım 39 , Alman doktrini ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi<br />

Kararları ışığında kanun yoluna başvurma hakkının anayasal bir temeli<br />

olduğunu (s.23), adil yargılanma hakkı için istinaf kanun yolunun da<br />

gerekli olduğunu, ancak bunun da yeterli olamayacağını ifade etmektedir<br />

(s.146).<br />

Üstündağ 40 Anayasa’nın Anayasal hak olan hak arama özgürlüğünün<br />

önünde aranacağı yargı mercilerinin kaç dereceli olması gerekeceğini yasama<br />

organına bıraktığını (s.73,74), son inceleme merciini (Yargıtay) “anmak<br />

gereğini duymakla beraber bu mahkemenin kuruluş amacına açıklık<br />

getirmediğini” (s.74), 20.01.1986 tarihli Anayasa Mahkemesi kararının hak<br />

özgürlüğünün özüne dokunan bir kısıtlama olduğuna ilişkin muhalefet<br />

şerhinin isabetli olduğunun “söylenebileceğini” (s.91), “hak arama özgürlüğünü<br />

koruyucu bir takım tedbirler alınmaksızın getirilmiş olan bu katı<br />

temyiz yolunu kapama olgusu(nun), hak arama özgürlüğünü ağır şekilde<br />

zedelediğini (s.92) beyan etmektedir 41 ; yazar temyiz hukukunun reforma<br />

tabi tutulmasının Anayasa’nın 10 ve 36’ıncı maddeleri gereği olduğunu<br />

söylemektedir (s.93).<br />

Ökçesiz 42 1986 tarihli Anayasa Mahkemesi kararı üzerine yaptığı anket<br />

çalışması ve gelir rakamları karşılaştırmasını esas alarak, Yargıtay’ın iş<br />

yükünün 1/8 oranında azalmış olabileceğini ifade etmektedir (s.77).<br />

38 Öztek, söz konusu kararla HUMK 427’nin Anayasaya aykırı olması sebebi ile iptal edilmemiş<br />

olmasının, kanun yolu konusunda Türkiye’de nihayet köklü, kalıcı ve çok yönlü<br />

bir reformu ertelediğini ifade etmektedir, s.68.<br />

39 Yıldırım K. Hukuk Devletinin Gereği: İstinaf, 2000.<br />

40 Mukayeseli Hukukta Yargıtay Örnekleri ve Türk Yargıtay’ı, Yargıtay Dergisi 1989 s.73<br />

ve son.<br />

41 Üstündağ’da Anayasa Mahkemesinin HUMK 427’yi iptal etmemekle reformun ertelendiği<br />

görüşüne katılmaktadır, s.93, yazar, tebliğin müzakereleri sırasında da istinaf<br />

mahkemelerinin Anayasa’nın bir gereği olduğunu söylemektedir, s.151.<br />

42 Ökçesiz H., “Yargıtay’ın İş Yükünün Hafifletilmesinin Bir Aracı olarak HUMK’nun 427.<br />

Maddesi Üzerine” Hukuk Araştırmaları, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını<br />

1987 Ocak-Nisan s.75-79.<br />

229


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

230<br />

IV. Ara Değerlendirme:<br />

1. Mahkeme kararlarının Kontrolu Talebinin Anayasal Hak Olduğu:<br />

Kanun yolunun anayasal temeli bakımından Alman Anayasa Mahkemesi<br />

ve doktrini ile özellikle Anayasa Mahkememizin 20.01.1986 tarihli<br />

kararının gerekçeleri arasında önemli benzerlikler mevcuttur. Türk Anayasa<br />

Mahkemesi de söz konusu kararında, Anayasa’da bütün mahkeme<br />

kararlarının bir üst mahkemeden geçmesini zorunlu kılan bir hükmün<br />

mevcut olmadığını söyledikten sonra, yargı denetiminde sonsuzluğun söz<br />

konusu olamayacağı ifade etmiştir (bkz. III.2). Kanaatimce Anayasa Mahkemesi<br />

alman hukuku etkisinde bu sonuca varırken bazı noktaları dikkatten<br />

kaçırmış bulunmaktadır. Her hukuki ihtilafın bir sonucunun olması<br />

gerektiği yolundaki gerekçe alman hukuku bakımından gündeme gelebilmiştir.<br />

Buradaki düşünce tarzı yargı kuvvetinin de Art.19/IV kapsamında<br />

görülmesinin, “sonu olmayan bir kontrol spiraline yol açacağı” şeklindedir<br />

(bkz.dn.14); yani mahkeme kamu gücünün uygulayıcısı kabul edilirse,<br />

onun kararını kontrol eden üst derece mahkemesinin kararı da kamu gücü<br />

uygulaması olacak, kontrolu gerekecek ve bu böyle devam edecektir.<br />

Vosskuhle’nin de belirttiği gibi, burada Art.19 IV GG’nin temel konsepsiyonu<br />

hakimi, anayasanın hukuki himaye ve kontrol sisteminin içine<br />

alma isteğidir; anayasal hukuki himaye talebi yanında, ikincil olarak bu<br />

kontrol talebi yer almaktadır 43 .<br />

Diğer taraftan, Art.95 hükmünde Yüksek Mahkemelerin belirtilmiş olması<br />

da baskın görüşün bu gerekçesini teyid etmemektedir. Yüksek mahkemelerin<br />

münhasıran kontrol için kurulmadıkları, bunun dışında başka<br />

görevlerinin de olduğu bu sebeple kontrol mahkemesi olarak kurulmuş<br />

olduklarının kabulünün zorunlu bulunmadığı yolundaki görüş de tatminkar<br />

değildir, fevkalade istisnai olan bu görevlere dayanarak, Art.95’in bir<br />

kademelendirmeyi kabul etmiş olmadığı sonucuna varmanın isabetinden<br />

kuşku duyulmak gerekir 44 .<br />

Alman Hukuku bakımından dikkat çeken bir nokta da şudur: Alman<br />

Anayasa doktrininde, kamu gücü tarafından temel hakları ihlal edilen herkesin<br />

anayasa mahkemesine itirazda bulunabileceği (Verfassungsbeschwerde)<br />

43 Bkz.dn.31.<br />

44 Gilles s.259.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

yolundaki Art.93/4a hükmündeki “kamu gücü” kapsamına madde metninden<br />

de anlaşıldığı üzere mahkemelerin de dahil olduğu tereddütsüz kabul<br />

edilmektedir 45 . Buna mukabil 19/IV hükmündeki “kamu gücü”ne mahkemeler,<br />

burada naklettiğimiz gerekçelerle, dahil görülmemektedir 46 . Bir kavramın<br />

iki hükümde ayrı kapsamlarda kabul edilmesi için ya sarahat bulunmalı<br />

ya da çok ciddi gerekçeler ileri sürülmelidir. Ancak yukarıda da belirtildiği<br />

gibi Art 19/IV bakımından etraflı bir doğmatik gerekçeye rastlanmıyor 47 .<br />

Yukarıda da belirttiğimiz üzere Anayasa Mahkememizin kararlarında<br />

da mahkeme kararlarının bir üst mahkeme tarafından kontrol edilmesi<br />

gereğini gösteren bir anayasa hükmü mevcut bulunmadığı ve “esasen<br />

yargı denetiminde sonsuzluk hiçbir zaman söz konusu” olamayacağı kabul<br />

edilmektedir. Alman hukukunu takip ederek varılan bu sonuç kanaatimce<br />

Türk Anayasası bakımından hatalıdır. Gerçekten, Alman Anayasası<br />

Art.19/V ve Art.95’de ilk derece mahkemesi hükümlerinin bir üst derece<br />

mahkemesince kontrol edileceğine ilişkin bir lafzi sarahat bulunmamasına<br />

rağmen Türk Anayasasında bu sarahat mevcuttur. Anayasanın 154’üncü<br />

maddesinin I. fıkrası:<br />

“Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli<br />

yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir.<br />

Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak<br />

bakar.” şeklindedir 48 .<br />

Bu hüküm mahkeme kararlarının bir üst mahkeme tarafından kontrolunu<br />

sarih olarak düzenliyor. Bu kontrolun bütün kararlar için Yargıtay tarafından<br />

yapılması da zorunlu görülmemiştir. Kanun koyucu bu kontrolu<br />

bir başka yargı merciine de bırakabilir. Bu düzenleme şekli de Anayasa’nın<br />

kontrol gereğini aradığının açık bir göstergesidir. İçtihat birliğinin sağlanması<br />

ve benzeri amaçlar bu düzenlemenin ratio legis’ine dahil değildir 49 .<br />

45 Maunz-Dürig Art 93 Rd.No.64 ve son (69) (1997).<br />

46 Maunz-Dürig Art 19/IV Rd.N.96 (1985); Schmidt/Bleibtreu/Klein Grundgesetz Komm.<br />

5. Aufl. 1980 Art.19 Rd.N.25 s.382.<br />

47 Vosskuhle s.1384.<br />

48 Aynı hüküm idari yargı için m.155’dedir.<br />

49 Bkz. Gilles s.259; bu çalışma dn.26; temyiz kontrolunun temel amacının hukuka uygunluğun<br />

kontrolu olacağı hususunda bkz.Alangoya, Esaslar 2.bası s.439 ve son.; ayrıca bkz.<br />

Anayasa Mahkemesinin 23.05.2001 tarihli kararı ile sonuçlanan Danıştay 10.Dairesi gerekçesine,<br />

s.541, 542; pek tabiidir ki usul kanunları temyiz mahkemelerinin görevini bir<br />

231


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Sonuç olarak mahkeme kararının kontrolu anayasal bir gerek olarak düzenlenmiş<br />

bulunmaktadır; Anayasa m.36 hükmündeki hak arama ve adil<br />

yargılanma hakkının bir unsuru da bu kontroldur. Diğer bir deyişle alman<br />

hukukundaki baskın görüşe karşı görüşün gerekçeleri, bizim anayasamızda<br />

pozitif bir mesnet bulmuştur. Bu bakımdan Anayasa Mahkememizin<br />

buna aykırı düşen kararlarında isabet görülemez 50 .<br />

Türk Anayasasının bu düzenlemesi karşısında Alman hukukunda ileri<br />

sürülen “sonu olmayan kontrol spiral’i eleştirisi de 51 söz konusu olamaz.<br />

Zira bu kontrolun sınırı AY 154/I de gösterilmiştir.<br />

232<br />

ölçüde hukukun geliştirilmesi veya ülke çapında içtihat birliğinin sağlanması yönünde<br />

de vurgulayabilir; nitekim ZPO’da yapılan son önemli tadilde bu yola gidilmiştir, bkz.<br />

Paragraf 543, bu hükme göre temyize gidilmesi, istinaf mahkemesinin (Berufungsgericht)<br />

hükmünde temyiz yolunu açması veya reddi halinde temyiz mahkemesinin, itiraz<br />

üzerine (paragraf 544) bu yolu tanıması ile mümkün olacaktır (paragraf 543/I 1,2); hukuki<br />

meselenin temel önemi bulunması veya hukukun geliştirilmesi veya içtihat birliğinin<br />

gerçekleştirilmesi gerektirdiği hallerde temyiz yoluna izin verilmesi gereklidir, paragraf<br />

543/II 1. 1,2. ancak hukuka uygunluğun kontrolu olmadan hukuk birliğinin sağlanması<br />

söz konusu olamaz, Hakimlerin “Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani<br />

kanaatlerine göre hüküm verecekleri” (AY m.138/I) “adalet anlayışı içinde ..... bir hukuk<br />

Devleti” (AY m.2) Anayasa’ya, hukuka kanuna aykırı ancak müstakar bir içtihat sağlanmasını<br />

amaç edinemez; bkz. dn.26’da Gilles’e; Anayasa Mahkememiz de” ...... mahkeme<br />

kararlarına karşı .... bu kararların yeniden incelettirilmesi, bunlardan yanlış olanların<br />

bozulması, doğru olanların da doğru olduklarının belirtilmesi ve bunun sonucu olarak<br />

doğru kararlar üzerindeki yanlışlık kuşkusunun ortadan kaldırılması zorunluluğunu<br />

doğurmaktadır. Yargıtay her şeyden önce, bu zorunluluğu karşılamak ereği ile ve özel<br />

kanunla kurulmuştur. Anayasa da bu niteliğini belirleyerek Yargıtay’ı Anayasa kanunları<br />

arasına almıştır” diyerek bu kontrol görevini ve bunun anayasal temelini ve gerekliliğini<br />

açıkça belirtmektedir, 24.12.1991 44/53 AMKD s.27 c.2 s.735.<br />

50 Gerek alman hukukunda (bkz.Maunz-Dürig-Herzog, Kom. GG Art.19/4Rd.N.96 (2002))<br />

gerek 1986 tarihli Anayasa Mahkememizin kararında (2001 tarihli kararda temas edeceğim<br />

gerekçeye rastlanmıyor) bütün mahkeme kararlarının kontrolu şeklinde bir<br />

sonucun hangi derece ve yargıda olursa olsun bütün mahkemelere güven duyulması<br />

esasını ihlal edeceği gerekçesine de dayanılmaktadır. Kanaatimce bu gerekçe tatminkar<br />

değildir, zira bu anlayış kanun yolu açık bulunan kararları veren mahkemelere güvensizlik<br />

duyulduğu sonucuna götürür; vatandaşın mahkemelerden verilen kararların<br />

doğruluğuna güvenmesi önemlidir ve anayasamızın kabul ettiği kontrol sistemi bu güveni<br />

kuvvetlendirecektir, bkz.dn.51,52,53; “Temyiz başvurusu yargıçlara güvensizlik<br />

değil, kararı tümleyici, doyurucu ve saygın olmasını sağlayıcı bir yasa yoludur”, Yekta<br />

Güngör Özden’in 1986 tarihli Anayasa Mahkemesi kararına yazdığı karşı oy yazısından.<br />

Mamafih Anayasa Mahkememizin yukarıda zikredilen kararlarında ve özellikle<br />

23.05.2001 tarihli yeni kararında, temel hak ve özgürlüklerin, AY13’e göre kamu yararı<br />

amacı ile sınırlanabileceğinden bahsediliyor ve yapılan sınırlama bu gerekçe ile caiz<br />

görülüyor; bkz.ileride (2) altındaki açıklamalara.<br />

51 Vosskuhle’nin bu gerekçeyi eleştirisi için bkz.dn.31.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

Türk Anayasasının kontrol esasına dayanan bu çözümü hukuk devletinin<br />

ve demokratik rejimin bir icabıdır 52 .<br />

Anayasa Mahkememiz kararlarında, AY 36, 141 ve 154 üncü maddelerin<br />

birlikte değerlendirilmesinin kanun yolu tanınmış olması verilen kararların<br />

ve hükümlerin, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygunluğunun güvenlik<br />

altına alınması olarak değerlendirmiş ve bunun hakimlerin görevlerinde<br />

bağımsız oldukları, Anayasa’ya kanuna ve vicdanlarına göre hüküm<br />

verecekleri yolundaki AY 138/I hükmünün “gerçekten uygulanması”<br />

amacın güttüğünü ifade etmiştir 53 ; Anayasa mahkememiz denetimin “hak<br />

arama özgürlüğü yönünden de güvenceyi pekiştir”diğini de kabul ediyor 54 .<br />

Anayasa Mahkememizin bu yoldaki kararları da mahkemelerden verilen<br />

kararların hukuka uygunluğunun denetlenmesinin diğer bir deyişle iki<br />

dereceli bir sistemin bir anayasal hak olarak kabul edilmesinin isabetini<br />

göstermektedir 55 .<br />

52 Bkz.Gilles s.259 ve bkz. bu çalışma dn.27; Yargıtay’ın kararlarının (veya kontrolu ile<br />

görevlendirilen diğer yargı mercilerinin kararlarının) kontrolu anayasal gereklilik değildir.<br />

Anayasa Mahkemesi, Yargıtay dairelerinin ilk derece mahkemesi olarak, verdiği<br />

kararların, Yargıtay’ın ilgili genel kurulu’nca incelenmesini de, Anayasa’ya aykırı bulmamıştır,<br />

bkz.dn 49’daki 24.12.1991 tarih ve 44/53 sayılı karara.<br />

53 10.07.1990 1989/28-18 AMKD sayı 29 c.I s.10 24.12.1991 44/53 AMKD sayı 27 c.II<br />

s.735; bkz. bu yönde Lorenz s.187-190.<br />

54 21.06.1991 1/16 AMKD sayı 18 c.1 s.74; gerek Anayasa Mahkememizin gerek Alman<br />

Anayasa Mahkemesinin kontrolun anayasal temeli olmadığı yolundaki kararları ve<br />

bunların gerekçeleri, bu yüksek mahkemelerin, yasakoyucuyu bu konuda serbest bırakmak<br />

düşüncesi ile hareket ettiklerini düşündürüyor.<br />

55 Gerek 1986 tarihli kararda gerek türk doktrininde mesele hemen sadece Yargıtay’ın<br />

yükünün azaltılması noktasından ele alınmıştır; belirtildiği üzere mesele ilk derece<br />

mahkemelerinin verdikleri kararların hukuka uygunluğunun kontroludur, bunu kural<br />

olarak Yargıtay yapacaktır, ancak, Anayasa bu kontrolun başka yargı mercileri tarafından<br />

da yapılmasına olanak vermiştir, mesela bölge adliye mahkemelerinin ilk derece<br />

mahkemeleri kararlarının bir bölümünü kontrol etmeleri, anayasal gereği yerine getirir;<br />

meseleye böyle bakılınca istinaf mahkemelerinin anayasa gereği olduğu savı bana doğru<br />

görünmüyor, eğer adil yargılama ve sonuçta verilen kararların kontrolu hususundaki<br />

anayasal gereklilik yerine getirilemiyorsa, devlet gereğini yapmalıdır, bölge adliye<br />

mahkemeleri bu vasıtalardan biri olabilir; ancak başka yollar da söz konusu olabilir,<br />

mesela sulh mahkemelerinin kararlarının kontrolunu asliye mahkemelerine yaptırmak,<br />

asliye mahkemelerini, bugünkü yasal düzenlemeye uygun olarak toplu mahkemeler<br />

yapmak ve ilk derece mahkemelerini kuvvetlendirmek gibi. Alman usul kanununun<br />

son tadilinde (01.01.2002) ilk derece mahkemelerinin kuvvetlendirilmesi temel amaç<br />

olmuştur ve istinaf mahkemeleri ağırlıklı olarak yeniden inceleyerek karar veren değil<br />

ilk derece mahkemeleri kararlarının hukuki doğruluğunu inceleyen mahkemeler olma<br />

233


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

AIHS’inde de kontrol unsuru başlangıçta yer almamıştı. Ancak daha<br />

sonra 1985’de 7 no’lu Ek Protokol ile (m.2) cezai kararlarda iki dereceli<br />

yargılama hakkı getirilmek durumunda kalınmıştır 56 . Bunun adli yargının<br />

diğer bölümünde getirilmemiş olmasının da tatminkar bir gerekçelendirilmesi<br />

yapılmış değildir 57 .<br />

Sonuç olarak Türk Anayasasının mahkeme kararlarının hukuka uygunluğunun<br />

kontrolu hususunu hak arama özgürlüğünün bir unsuru olarak<br />

kabul etmiş olduğunu görüyoruz.<br />

234<br />

2-) Sınırlama:<br />

a) Anayasal Hakkın Sınırlanması:<br />

İlk derece mahkemelerinden 58 verilen kararların hukuka uygunluğunun<br />

bir üst mahkemece kontrol edilmesi anayasal bir hak görülmediği tak-<br />

yoluna girmiştir. Eberhard E.B. Alman Medeni Usul Hukuku Reformu hakkında, 21.<br />

yüzyılın Usul Hukuku Sorunları, derleyen Yıldırım N., c.I 2003 s.64 ve son.<br />

56 Bkz.dn.5; 7 no.lu Ek Protokol, md.2:<br />

“Cezai Konularda İki Dereceli Yargılama Hakkı<br />

Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkumiyet ya da<br />

ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkını haiz olacaktır...<br />

Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle ya az önemli suçlar bakımından,<br />

ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı<br />

veya beraatini müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkumiyet hallerinde<br />

istisnaya tabi tutulabilir.”<br />

57 7 no.lu Protokol hükümlerinin hukuk yargılamasında da kıyasen uygulanması hakkında<br />

bkz. Kalamaris s.276; aksi takdirde tek ayağı olan bir adli kontrol sistemi söz konusu olur.<br />

58 İstinaf mahkemelerinin esasa ilişkin kararlarının ilk derece mahkemesi kararları olup<br />

olmadığı da ayrıca dikkate alınmak gerekir. Bu kararlar da kontrol edilmesi gerekli kararlardır<br />

kanaatindeyim, zira bunlar da ilk derece mahkemesi kararları niteliğindedir ve<br />

temyiz mahkemesince kontrol edilmeleri gereklidir, AY m.154; nitekim yukarıda I 1’de<br />

belirttiğim tasarıda da Bölge İdare Mahkemelerinden verilen 2 Milyar TL. üstündeki kararları<br />

Yargıtay’ın kontroluna tabi tutulmuştur; tasarıya göre ilk derece mahkemesinin<br />

kararı “usul ve esas” yönünden hukuka uygun görülürse istinaf talebi reddedilecektir<br />

(tasarıda m.426 M/II1); burada Anayasa’nın aradığı hukuka uygunluk kontrolu gerçekleşmiştir,<br />

buna mukabil bölge adliye mahkemesi kararı hukuka uygun bulmayıp esas<br />

hakkında yeniden karar verirse (tasarıda m.426 M-T’deki hallerde ilk derece mahkemesince<br />

verilen karar “kaldırılarak” dosya yeniden ilk derece mahkemesine gönderilecektir)<br />

bu karar tasarıda 428/I 1’deki değer sınırına tabi olarak temyiz edilebilecektir. Burada<br />

önemli mesele tasarının 428/II hükmünde m.8’deki sulh mahkemesinde verilecek<br />

kararlar hususunda istinaf mahkemesince verilecek yeni kararlara karşı (kat mülkiyeti<br />

istisnası dışında) temyiz yolunun kapatılmış olmasıdır. Çok yüksek maddi değerlere<br />

ulaşabilecek olan bu istisnanın anayasal gereklilikler karşısında savunulması zordur.<br />

Anayasa Mahkemesinin incelenen kararlarında kontrolun Anayasa gereği olmadığı şeklinde<br />

vardığı sonuç bu sebeple yeniden gündeme de gelebilir (bkz. AY m.152/IV).


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

dirde sınırlama bakımından dogmatik bir güçlük söz konusu olmayabilir 59 .<br />

Ancak bu hususun anayasal temelini kabul edince, anayasal hak ve hürriyetlerin<br />

sınırlanması meselesi ortaya çıkacak ve HUMK 427 bu çerçevede<br />

değerlendirilmek gerekecektir.<br />

Alman doktrininde mahkeme kararlarının Alman Anayasası Art.19/<br />

IV kapsamında görülmesi gereğini savunan yani, ilk derece mahkemelerinden<br />

verilen kararların bir üst derece mahkemesi tarafından kontrolunu<br />

anayasa gereği gören hukukçular 60 hukuk devletinin temel şartı olan yargının<br />

fonksiyon yapabilirliğinin korunmasının göz ardı edilemeyeceğini bu<br />

bakımdan ölçülü, uygun sınırlamalar getirilebileceğini kabul ediyorlar 61 .<br />

AIHS’in 7. protokolu da (bkz.aşağıda dn.56) bu hakka sınırlamalar getirilebileceğini<br />

ve bunların niteliklerini düzenlemiştir.<br />

Türk Anayasası 03.10.2001 tarihinden evvel temel hak ve hürriyetlerin<br />

sınırlanması hususunda genel bir hükmü ihtiva ediyordu (m.13).<br />

Bu hükme göre temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması genel ve özel sebeplerle<br />

olabiliyordu 62 . Yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararları<br />

bu dönemde verilmiştir. 23.05.2001 tarihli karar, kısıtlayıcı hükmün<br />

Anayasa’nın 13üncü maddesinde yer alan kamu yararı amacına dayandığını<br />

ifade etmekte ve bu sebeple anayasaya aykırılık bulunmadığı sonucuna<br />

varmaktadır. 1986 tarihli kararda da kamu yararı gerektirdiğinde sınırlama<br />

yapılabileceği HUMK 427 bakımından belirtilmiştir. Görüldüğü üzere,<br />

yüksek mahkeme, bir üst derece mahkemesinin kontrolunu anayasal bir<br />

hak olarak görmemekle birlikte, sınırlama hükmünü eski 13. maddedeki<br />

genel sınırlama hallerinden birine, kamu yararına dayandırmaktadır.<br />

1986 tarihli karara muhalif olan üyeler 63 , temyiz yolunun hak arama<br />

hürriyetinin bir unsuru olduğunu, HUMK 427’deki sınırlamanın hak ara-<br />

59 Mamafih bkz. alman hukukunda dn.27 de belirtilen “Hukuki Himayenin etkinliği” ilkesine<br />

dayanan uygulamaya.<br />

60 Bkz.dn.33.<br />

61 Alman Anayasası da Art.19/I’de temel hak ve hürriyetlerin kanunla kısıtlanabileceğini,<br />

ancak hiçbir suretle bir temel hakkın özüne dokunulamayacağını (19/II) düzenlemiştir,<br />

bu konudaki teoriler ve Alman Anayasa Mahkemesi içtihatları için bkz. Maunz-Dürig-<br />

Herzog 19/II Rd.No.1 ve son.<br />

62 Bkz. Tanör/Yüzbaşıoğlu Türk Anayasa Hukuku 2002 s.137 ve son.; Alifendioğlu Y.2001<br />

yılı Anayasa Değişikliklerinin Temel Hak ve Özgürlüklerin Sınırlandırılmasında getirdiği<br />

Yeni Boyut, Anayasa Yargısı Sayı 19 (Sempozyum), s.141-176 (150 ve son).<br />

63 Necdet Damcıoğlu, Yekta Güngör Özden.<br />

235


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ma özgürlüğünü ihlal ettiğini, hukuk güvencesini zedelediğini, bu konuda<br />

bir kamu yararından söz edilemeyeceğini, getirilen parasal sınırın (o zaman<br />

100.000.- TL, bkz.dn.3’e ilişkin metne) özellikle kırsal kesimde yaşayanlar<br />

bakımından ciddi bir denetimsizlik oluşturacağına işaret etmekte<br />

ve sonuçta bütün kararlara karşı temyiz yolunun açık olması gerektiğini,<br />

sınırlamanın anayasal hakkın özüne dokunduğunu savunmaktadırlar.<br />

Alman Hukukçularının da belirttiği gibi, devletin yargı fonksiyonunu<br />

yapabilirliği korunmak gerekir. Bu fonksiyonun, söz konusu anayasal<br />

hakkın sınırsız hale getirilmesi ile aksama noktasına gelmesi mümkündür.<br />

Fiziksel ve maddi olanakların sınırlılığı gerekçesi ile kontrol hususundaki<br />

anayasal hak ancak bu çerçevede sınırlanabilir. Nitekim yukarıda değindiğimiz<br />

karşı oylarda da sınır yüksekliği ile, ferdin gelirinin karşılaştırması<br />

yapılmıştır 64 . Üst mahkeme tarafından kontrolu da ihtiva eden adil yargılanma<br />

hakkı, kontrol edilen kararların çokluğu nedeni ile aksıyorsa ve<br />

bu aksama bir kısıtlama ile bertaraf edilebiliyorsa, kısıtlama bakımından<br />

kamu yararı gerçekleşmiş olur 65 .<br />

Ancak, söz konusu kısıtlama Anayasa’daki 03.10.2001 tadilinden<br />

sonra eski 13. maddedeki genel kamu yararı kısıtlamasına dayandırılamayacaktır.<br />

Zira bu tadilden sonra, eski 13’deki genel kısıtlamalar kaldırılmış,<br />

anayasal hak ve hürriyetlerin özlerine dokunmaksızın yalnızca<br />

ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak sınırlanabileceği<br />

düzenlemesi getirilmiştir. Ne AY m.36’da ne de kontrol gereğini getiren<br />

m.154’de herhangi bir sınırlama mevcut değildir 66 . Bu durum karşısında<br />

64 Bkz.dn.46; ancak bu gerekliliği “kasalar boşalınca kanun yolunun sınırlanmasına başvurulma”<br />

şeklinde bir tradisyon haline getirmemek lazımdır, bkz. Vosskuhle s.1377.<br />

65 Gerek eski gerek yeni hükümler bakımından hakkın özüne dokunma yasağı mevcuttur;<br />

Anayasa mahkemesi 1982 Anayasası döneminde, bu konuda “hakkın özüne dokunan”<br />

o hakkı “tümüyle kullanılmaz hale getiren”, “belli bir özgürlüğün kullanılmasını<br />

tümüyle ortadan kaldıran” şeklindeki kriterleri kullanmıştır, bkz. Tanör/Yüzbaşıoğlu<br />

s.151; Tanör/Yüzbaşıoğlu 1961 Anayasası zamanında kabul edilen kriterlerin daha<br />

liberal olduğunu ifade ediyorlar, aynı yer; “hakkın özü kavramı, genel olarak tanımlanamaz,<br />

her bir hak ve özgürlük için ayrı ayrı tanımlanabilir.... hakkın özü, onun<br />

vazgeçilmez ögesi, dokunulduğunda söz konusu özgürlüğü anlamsız kılacak olan asli<br />

çekirdeğidir” Fendoğlu H.T, 2001 Anayasa Değişikliği Bağlamında Temel Hak ve Özgürlüklerin<br />

Sınırlanması Sempozyum s.178-213 (198); kanaatimce aşağıda belirtilecek<br />

sınırlar içinde kalmak kaydı ile yargının fonksiyonunu muhafaza etmek için bazı sınırlamalar<br />

getirmek hak arama özgürlüğünü tamamen bertaraf etmek anlamına gelmeyecektir,<br />

ilk derece mahkemeleri önünde adil yargılanma hakkı devam etmektedir.<br />

66 Sınırlama getirilmeyen diğer bir durum Sözleşme Özgürlüğüdür (m.48), bkz.dn.71’de<br />

anılan Sağlam F. s.240.<br />

236


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

yargı fonksiyonu aksasa dahi bir sınırlama getirilmesi mümkün olmayacak<br />

mıdır 67 ?<br />

Mesele tartışmalıdır. Maddelerde belirtilenlerin dışında hiçbir sınırlama<br />

getirilemeyeceğini savunan hukukçular vardır 68 .<br />

Sağlam F. 69 sınırlama sistemindeki bu değişiklik yapılırken, her bir hak<br />

ve hürriyetin nesnel alanının zorunlu kıldığı ölçüde ve o alanın içeriğine<br />

uygun sınırlama nedenlerinin ilgili maddeye konulması gereğinin yerine<br />

getirilmemesi dolayısı ile bu sorunların ortaya çıktığına işaret etmektedir<br />

(s.289,290).<br />

Anayasa doktrininde bir sınır belirtilmemiş bile olsa mutlak bir sınırsızlığın<br />

mevcut olmadığı aksine bir anlayışın kabul edilmez “abes” sonuçlara<br />

götüreceği ifade ediliyor 70 . Burada doktrinin bütününün ele alınması<br />

söz konusu değildir 71 . Benim de katıldığım sınırlama esasını alman hukukunu<br />

etraflı bir şekilde inceleyen (bkz.dn.71) Sağlam F. Şöyle belirtiyor:<br />

“Temel hak normunun geçerlik alanının belirlenmesinde özellikle göz<br />

önünde tutulması gereken nokta, temel hak kullanımı olarak gözükebilecek<br />

eylem biçim ve olanaklarının o temel hakkın norm alanı ile olan bağlantı<br />

derecesidir. Bu anlamda yalnızca norm alanı ile nesnel bir bağlantı<br />

içinde sayılabilecek temel hak kullanımları o hakkın geçerlilik alanı için-<br />

67 Anayasa’nın başlangıç hükümlerindeki hususlar temel hak ve hürriyetlerin genel kısıtlamaları<br />

olarak kabul edilse bile (bkz.Tanör/Yüzbaşıoğlu s.139, Sağlam M., salt başlangıç<br />

hükümlerine dayanılarak Anayasa’ya aykırılık sonucuna ulaşılamayacağı görüşündedir.<br />

“Ekim 2001 tarihinde yapılan Anayasa Değişiklikleri sonrasında düzenlendikleri<br />

madde de hiçbir sınırlama nedenine yer verilmemiş olan Temel Hak ve Özgürlüklerin<br />

Sınırı Sorunu”, Sempozyum s.233 ve son. (251,252)), Anayasa’nın Başlangıcı’nda yer<br />

alan hususlar incelediğimiz konuya yabancıdır; görüldüğü üzere ilgili maddede sınırlama<br />

getirilmemiş olan hususlarda sınırlama meselesi anayasa hukukçularını meşgul<br />

eden bir boyuttadır.<br />

68 Gözler K, Anayasa Değişikliğinin Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlandırılması Bakımından<br />

Getirdikleri ve Götürdükleri, Ankara Barosu Dergisi 2001/Sayı 3-4 s.53-67 (64<br />

ve son), mesela yazar seyahhat hürriyetinin ancak suç işlenmesini engellemek amacı<br />

ile sınırlanabileceğini, salgın bir hastalık dolayısı ile, karantina dolayısı ile bu hürriyetin<br />

kısıtlanamayacağını kabul ediyor.<br />

69 Anayasa Değişikliğinin Yaratabileceği Bazı Sorunlar ve Bunların Çözüm Olanakları,<br />

Sempozyum s.288 ve son.<br />

70 Bkz.Sağlam F.s.290, Sağlam M.254.<br />

71 Geniş açıklamalar için bkz. Sağlam F., Temel Hakların Sınırlanması ve Özü Ankara<br />

1982, s.49 vd., s.129 vd.<br />

237


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

dedir yani burada normun koruduğu temel hak kullanımı yalnızca norm<br />

alanının sağladığı spesifik (özgül) eylem olanaklarıdır. Buna karşılık bir<br />

temel hak kullanımı ile yalnızca dışsal bir bağlantı (arızi bir ilişki) içinde<br />

gözüken eylem biçimleri o temel hak normunun geçerlilik alanı içinde<br />

sayılmazlar. Öte yandan her bir temel hak ve özgürlük, nesnel sınırları<br />

yanında, yine aynı anayasada güvence altına alınmış başka temel hak ve<br />

özgürlük alanıyla çatıştığı oranda, pratik uyuşum ilkesinin sonucu olarak,<br />

yasal sınırlamadan bağımsız ayrı bir sınırlamaya maruz kalmaktadır” 72 .<br />

İşte HUMK 427’deki sınırlamayı da bu çerçevede ele almak gereklidir.<br />

Öncelikle bu “sınırlamanın sınırlamasının” temel hakkın norm alanı içinde<br />

olmadığı söylenemez. Zira kısıtlanan kontrol hakkı, hak arama hürriyetinin<br />

bir unsurunu teşkil etmektedir. Bu kısıtlama ile belirli kararların<br />

bir üst mahkemece kontrol imkanı kaldırılmaktadır ve sadece ilk derece<br />

mahkemeleri önündeki yargılama ile yetinilmektedir. Öyle ise sorulması<br />

gereken husus bu sınırlamanın bir temel hak ve özgürlüğün muhafazası<br />

için gerekli olup olmadığıdır.<br />

Mahkemelerin bütün kararlarına karşı kanun yolu tanınması, bütün<br />

kararların kontrolunu olumsuz yönde etkilediği ve hak arama hak ve hürriyetinin<br />

uygulanmasında zayıflıklar yarattığı durumlarda, alman hukukçularının<br />

da belirttiği gibi 73 hukuk devletinin temel şartı olan yargının<br />

fonksiyon görebilirliğinin muhafazası göz ardı edilemez. Bu durumda bir<br />

kısıtlamaya gidilmesi anayasal açıdan caiz görülmek gerekir 74 . Diğer bir<br />

deyişle bu hakkın özünü ortadan kaldırmamaktadır, zira ilk derece mahkemeleri<br />

önünde adil yargılama hakkı devam etmektedir.<br />

238<br />

b) Sınırlamanın Sınırları 75 :<br />

AY m.13, sınırlamanın hangi sınırlar içinde yapılabileceğinin kriterlerini<br />

vermiştir. Anayasa’nın ilgili maddelerindeki bu kriterler, yukarıda<br />

72 Sempozyum s.291, mesela din hürriyetinin nesnel kapsamına cadde ortasında kurban<br />

kesmek dahil değildir (Karş. Gözler K. 3 Ekim 2001 tarihli Anayasa Değişikliği, Sempozyum<br />

s.326-354 (352), salgın hastalık dolayısı ile seyahat hürriyetinin sınırlanamayacağı<br />

görüşü Anayasa’nın yaşama hakkını düzenleyen 17 ve sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama<br />

hakkını düzenleyen 56. maddesi ile çatışmaktadır ve bu çerçevede salgın hastalık durumunda<br />

bu hürriyet kısıtlanabilecektir, bkz. Sağlam M. S.262 dn.57, karş. Gözler s.352.<br />

73 Bkz.dn.61.<br />

74 Bkz.dn.64,65.<br />

75 Deyim Bülent Tanör’ündür, s.145.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

(a) da açıklanan HUMK 427 için belirttiğimiz sınırlama gereği hususunda<br />

da geçerli olmalıdır. İncelediğimiz mesele açısından 13. maddede yer alan<br />

hususlar, öze dokunmama ve ölçülülük olarak beliriyor 76 .<br />

Bu sınırlamanın öze dokunmadığı hususundaki görüşümü yukarıda<br />

açıkladım 77 . Üzerinde durulması gereken, bu kısıtlamada ölçülülük ilkesine<br />

uyulmasıdır. Zira bu ilkeye aykırı sınırlamalar öze dokunmayı ifade<br />

eder. Getirilen sınırlama amacın zorunlu yahut gerekli kıldığından fazla<br />

olmayacaktır 78 .<br />

Anayasa Mahkemesi 79 , sınırlamanın amacı gerçekleştirmeye elverişli<br />

olması, gerekli ya da zorunlu olması, amaçla araç arasında makul bir ölçü<br />

bulunması esaslarını belirtiyor.<br />

Alman hukukunda mahkeme kararlarının kontrolu gereğinin anayasal<br />

temele dayandığını savunan hukukçular, Kanun koyucunun serbest<br />

olmadığını 80 sınırlamadaki ölçü bakımından, “kamu menfaati, işin esasına<br />

uygun” 81 ; “Yargının görev yapabilirliğini düşünme gereğini” belirtiyorlar;<br />

kanun koyucu mahkemelerin aşırı yükünün azaltılması için tedbirleri almak<br />

zorundadır, bu tedbirlerin genişletilmesi (mali ve personel açısından)<br />

mali bakımdan taşınamayacak ölçüde ise kanun koyucu bunu somut olarak<br />

ortaya koymak ve sınırlamada ölçü ve koruyucu dengeyi sağlamak zorundadır<br />

82 .<br />

Türk hukukunda Ökçesiz, yapılan kısıtlamada hakkını alamadığına<br />

inanabilecek olan kesimin dikkate alınması, kaybedilen ekonomik değerin<br />

76 Diğerleri, kanunla sınırlama (sınırlama HUMK 427 hükmü ile yapılmıştır), anayasanın<br />

sözüne ve ruhuna uygunluk, Demokratik toplum düzeninin ve Laik Cumhuriyetin<br />

İlkeleri’dir; açıkladığımız sınırlama bu unsurları da karşılıyor (bkz.73).<br />

77 Bkz. ayrıca yukarıda dn.65, alman hukukunda da bu sınırlamanın öze dokunmadığını,<br />

yukarıda görüşlerini aksettirdiğim hukukçular kabul etmektedir, bkz.dn.61.<br />

78 Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu gerekçesi, Tanör/Yüzbaşıoğlu s.152-153’den<br />

naklen.<br />

79 23.06.1989 1988/50-27 AMKD 25 s. 312; ölçüt kavramı ve kriterleri için ayrıca bkz.<br />

Fendoğlu, Sempozyum s.198 ve son.<br />

80 Vosskuhle s.1384.<br />

81 Gilles s.260.<br />

82 Vosskuhle aynı yer; Lorenz’de yargının fonksiyon yeteneğinin dikkate alınmasına işaret<br />

etmekte, sadece ihtilafın önemli olmaması niteliğinin (Bagatellcharakter), kısıtlamayı<br />

haklı göstermeyeceğine işaret etmektedir, s.246.<br />

239


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

“kolaylıkla” vazgeçilebilir olması, amacın hissedilebilir bir şekilde gerçekleşmesi<br />

koşullarının birlikte aranması görüşündedir 83 .<br />

Sonuç olarak, devletin hak arama özgürlüğünü bütün kapsamı ile gerçekleştirebilecek<br />

tedbirleri alması, sınırlamaların anayasal gerekleri tehlikeye<br />

düşürmeme esası dikkate alınarak yapılması gereğini ifade edebiliriz<br />

84 . Bu esaslar çerçevesinde HUMK’nun tadili tasarısının (bkz.I 1) sulh<br />

mahkemesinden verilen kararlar bakımından Bölge Adliye Mahkemesinin<br />

yeniden vereceği kararın değeri ne olursa olsun kesin olacağı yolundaki<br />

düzenlemesi (bkz.dn.58) kanaatimce bu gereği göz ardı etmiş görünüyor.<br />

240<br />

3-) Ara Sonuç:<br />

Yukarıdaki açıklamalar ve ara değerlendirmeye göre, bizim hukukumuz<br />

bakımından, a) Mahkemelerin kararlarının hukuka uygunluğu kontrolunun<br />

yargı içindeki bir üst mahkeme tarafından yapılması anayasal bir<br />

gerekliliktir (AY 154). Hak arama hürriyetine (AY 36) sahip olan ferdin bu<br />

konuda anayasal bir hakkı vardır; diğer bir deyişle, ilk derece mahkemeleri<br />

ve onların kararlarının hukuki doğruluğunu inceleyecek bir üst mahkeme<br />

şeklindeki iki dereceli bir sistem anayasamız icabıdır; buna mukabil,<br />

ilk derece mahkemeleri, istinaf mahkemeleri, temyiz mahkemesi şeklinde<br />

üçlü bir derecelendirme anayasal bir zorunluluk değildir; b) Devlet anayasal<br />

gereği yerine getirmekle yükümlüdür ve bu konuda gereken tedbirleri<br />

almak zorundadır; c) Bu anayasal gereklilik ancak yargının fonksiyon<br />

yapabilirliğinin muhafazası amacı ile ve belirli ölçütlere uymak suretiyle<br />

kısıtlanabilir.<br />

V. HUMK 427’deki Kısıtlamaya Rağmen Kanun Yoluna Gidilebilir<br />

Mi?<br />

Alman Federal Mahkemesi (BGH) uzunca bir süredir, itiraz (Beschwerde)<br />

yolu kapatılmış kararlara (Beschluss) karşı, bunların “açıkça, elle tutulur<br />

şekilde kanuna aykırı” (greifbargesetzwidrig) olmaları halinde “fev-<br />

83 s.77,78.<br />

84 Bu bakımdan kontrolun sınırını 500 milyon bazı hallerde 2 milyar TL.ye çıkaran tasarı<br />

hükmünün (bkz.dn.3’e ait metne) ciddi bir incelemeden sonra belirlendiğini ummak<br />

istiyorum.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

kalade itiraz” yolu (ausserordentliche Beschwerde) tanınmıştır 85 . Bu yolun<br />

uygulanması bakımından Alman Federal Mahkemesi kararlarında itiraz<br />

yolu kapatılmış olan kararın “her türlü yasal temelden yoksun ve muhteva<br />

olarak kanuna yabancı olma”sı 86 , “kanunun lafzına ve ruhuna açıkça aykırı<br />

bir yoruma dayanması” “uygulanmasının, kanunun açıkça kapamış olduğu<br />

bir sonuca götürmesi” 87 kriterlerini belirtmektedir 88 .<br />

Alman doktrininde bu husus geniş ölçüde tartışılmaktadır 89 . Alman<br />

Anayasasının, mahkeme kararlarının anayasayı ihlal etmeleri iddialarını<br />

inceleme yetkisinden sonra (Art.93 4a) özellikle dinlenilme hakkının ihlali<br />

(Alman Anayasası 103/I) iddiaları büyük ölçüde Anayasa Mahkemesi<br />

85 Alman İmparatorluk Mahkemesi (RG)nin de bu şekilde karar almış olduğu görülüyor,<br />

bkz.Braun J., İçtihat Notu, ZZP 106 236 ve son. (236); BGH’nın bu yoldaki kararlarına<br />

örnek olarak bkz. BGHZ 119,372; 121,397; Federal Mahkemenin bu yoldaki diğer<br />

kararları için bkz. Zöller/Gummer Zivilprozessordnung 22.Auflage 2001 paragraf 567<br />

Rd.N.18a, yazar bu müracaatların büyük kısmının “kanuna açıkça aykırı” (greifbar gesetzwidrig)<br />

olmamaları sebebi ile reddedildiğini ifade etmektedir, aynı yer. İtiraz (Beschwerde),<br />

istinaf (Berufung) ve temyiz (Revision) kanun yolları yanında ZPO’nun tanıdığı<br />

bir yoldur, ZPO paragraf 567 ve son., bir kanun yolu niteliğindeki (bkz.Rosenberg/<br />

Schwab/Gottwald paragraf 147) bu yol kural olarak hükümler (Urteil) dışındaki kararlara<br />

(Beschluss) karşı tanınmıştır. Kararlar ve tasarruflar (Verfügung), hüküm formunda<br />

verilmeyen, hükümler dışında kalan mahkeme kararlarıdır (Entscheidung) (bkz.<br />

Rosenberg/Schwab/ Gottwald paragraf 58 I 3; ZPO bazı kararlara karşı itiraz yolunu<br />

kapatmış bulunmaktadır, bkz.paragraf 281, paragraf 319 gibi, fevkalade itiraz yolunun<br />

tanındığı diğer bazı haller için bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald paragraf 147/III.3.<br />

86 BGH NJW 1990 1794,1795; BGH NJW 2001 224; Wax bu imkanın çok büyük sertlikle<br />

uygulanması görüşündedir, Festschrift für Lüke 1997 s.941; aynı yönde Zöller/Gummer<br />

Rd.N.19.<br />

87 BGHZ 119 372.<br />

88 Schwarze, formüllerin müphem ve çelişkili olduğunu ifade ediyor, s.33,34. Schneider’de<br />

(bkz.dn 90) bu şekildeki genellemeci ifadelerle (öbersätzen) herhangi bir hususun ispatının<br />

mümkün olmadığını söylüyor, s.992, Schwarze, BGH’un bu içtihadının tatminkar<br />

bir dogmatik temellendirilmesini yapmadığını söylüyor, s.26 ve son.; dogmatik temellendirilmesinin<br />

yapılmadığı hususunda bkz.Lotz M., Die “greifbare Gesetzerwidrigkeit”<br />

– eine den Wertentscheidungen des Grundgesetzes rechnungtargende Rechtsschöpfung<br />

des BGH, NJW 1996 2130 (2132); Grunsky’de (Stein/Jonas 21. Aufl.) böyle bir<br />

imkana mahkemenin kararı ile bağlı olmadığı hallerde lüzum olmadığını, zira kararın<br />

değiştirebileceğini, bağlı olduğu hallerde de, bariz durumlarda da bunun hükmün etkisizliğine<br />

götüreceğini ifade ediyor ve böyle bir yola gerek olmadığını söylüyor, paragraf<br />

567 I 4, ancak bu gerekçe kuşku ile karşılanabilir, zira aynı mahkemenin kararını aynen<br />

tekrarlaması ihtimali kuvvetlidir ve açık aykırılığın her durumda etkisiz hüküm<br />

teşkil edeceğini söylemek mümkün değildir, bkz. Ayrıca bunun bir iadei muhakeme<br />

sebebi olmadığı hususunda Schwarze s.26.<br />

89 Bkz. Bu konu için Zöller/Gummer paragraf 567 Rd N.18a.<br />

241


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

önüne geldi. Alman doktrininde, bu durum karşısında bu yolun açıldığı<br />

ifade edilmektedir 90 . Federal Mahkemenin içtihatlarında bu yolun tanınması<br />

için “gözebatıcı haksızlık”(krasses Unrecht) gerekli görülürken<br />

Oberlandesgericht’ler bu konuda daha geniş davranmaktadırlar 91 .<br />

Bu konuda alman hukukunda tartışılan diğer bir mesele de, bu imkanın<br />

sadece kararlar (Beschluss) ile sınırlanamayacağı, fevkalade itiraz<br />

yolunun kabulü için ileri sürülen kriterlerin, hükümleri (Urteil) hariç<br />

bırakmaya müsait olmadığıdır 92 . Chlosta (bkz.dn.92) kararlar için bu yol<br />

açılıyorsa, bütün kanun yolu kısıtlamalarında da açılmak sonucuna varılır<br />

görüşünü ifade ettikten sonra, neden kanun yolu kapatılmış sulh mahkemesi<br />

kararlarında fevkalade kanun yolu olmasın diye soruyor (s.2161).<br />

Bu konuda Alman Federal Mahkemesi bir kararında 93 bu hususu “itiraz<br />

yargılamaları (Beschwerde verfahren) için geliştirilmiş esasların hüküm<br />

yargılamalarına (Urteilsverfahren) taşınamayacağı” şeklinde gerekçelendirmiştir,<br />

Schwarze’nin belirttiği gibi (s.27 dn.15) dikkati çeken önemli<br />

nokta BGH’nin bu gerekçeyi “bu husus-görüldüğü kadarı ile- şimdiye kadar<br />

taraflardan hiçbirince de ileri sürülmemiştir” cümlesi ile tamamlamış<br />

olmasıdır 94 .<br />

Schwarze, söz konusu şekilde istikrar kazanmış içtihadın a) amaca<br />

uygun olmadığı, kaybedenin hemen daima bu yola başvuracagı b) “of-<br />

90 Schneider E., Grundrechtsverstösse als greifbare Gesetzwidrigkeit, Monatsschrift für<br />

Deutsches Recht (MDR) 1997 991-994 (991); bu sebeple ZPO’nun son tadilinde 321/a<br />

hükmünde bir imkan düzenlenmiştir, bkz.dn.97.<br />

91 Zöller/Gummer Rd N.18a, 19.<br />

92 Bu imkana bütünü ile karşı çıkanlar özellikle bu hususa değiniyorlar, Chlosta J.<br />

Zulässigkeit der ausserordentlichen Beschwerde NJW 1993 s.2160 (2161), Schwarze<br />

s.27 ve son., Braun s.236,238 Schlosser ZZP 106 (1993) (BGH Beschluss vom 4.3.1993-<br />

VZB 5/93-OLG München) hakkında not s.533 ve son (537). Zöller/Gummer, ayırımı<br />

gerekçe göstermeden tasvip ediyor Rd N.21a, Vosskuhle, fevkalade itiraz yolunu kabul<br />

ederek, hükümlerin de dahil olması gerektiğini belirtiyor, NJW 95 1377, 1380.<br />

93 BGH NJW 1989 2758.<br />

94 Yani, BGH bu karar ile bir mana’da bu husustaki kesin çözümü saklı tutmaktadır.<br />

Schwarze bu gerekçelendirmeyi hayret verici olarak nitelemektedir, s.27 dn.15;<br />

Lotz, bu imkanın teamül hukukuna dayanarak da temellendirilemeyeceğini ifade ettikten<br />

sonra BGH’nun Kartel dairesinin yayımlanmayan bir kararında (BGH Beschl.<br />

V.10.10.1989 KZB 1, 2/89), bariz elle tutulur şekilde kanuna aykırı olan ve kanun yolu<br />

kapatılmış bulunan kararlara karşı kanun yolunun tanınabilmesinin ilgili usul kanununun<br />

hükümlerinin yorumunun bunu mümkün kılması halinde kabul edilebileceğini<br />

kabul etmiştir, s.2133.<br />

242


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

fensichtliche Gesetzwidrigkeit” (kanuna açık aykırılık) kararının, kanun<br />

yollarındaki kanun yoluna müracaat şartları ile kanun yolunun haklılığı<br />

ayırımını ortadan kaldığını, zira bunun için birçok halde esasa girilmesi<br />

gerekeceğini, bunun da kaynak tasarrufu amacı ile çeliştiğini c) bu sebebin<br />

potansiyel olarak bütün derece mahkemeleri için bu yolu açacağı d) ve<br />

nihayet bu yolun sadece adli yargı yolu için değil diğer yargı yolları için de<br />

söz konusu olacağını belirterek karşı çıkmakta (s.48 ve son.) ve bu yanlış<br />

gelişme istinaf ve temyize (Berufung, Revision) sirayet etmeden evvel bir<br />

“temizleme” (Bereinignug) yapılmasını zaruri görmektedir (s.50).<br />

Schwarze, ZPO’nun son tadilinden evvel yazdığı makalesinde 95 , yeni<br />

usul reformunun, dinlenilme hakkının ihlali için bir müracaat hakkı tanıması<br />

dışında (paragraf 321/a ZPO) 96 , esasta bir şey değiştirmeyeceğini<br />

ifade etmektedir.<br />

BGH (9. Hukuk Dairesi) 7 Mart 2002 tarihli kararında 97 , Medeni Usul<br />

Reform Kanunundan sonra itiraz mahkemelerinin (Beschwerdegerichte)<br />

verdiği kararlara karşı münhasıran paragraf 574/I ZPO’da düzenlenen hallerde<br />

Federal Mahkemeye müracaat edilebileceğini, itiraz edenin yargısal<br />

bir temel hakkının ihlal edilmesi veya kararın başka bir sebeple “açıkça,<br />

elle tutulur şekilde kanuna aykırı” olması halinde dahi böyle bir müracaatın<br />

yapılamayacağını kabul etmiştir 98 .<br />

Alman Federal Mahkemesinin son reform kanununa kadar “elle tutulur-sarih<br />

kanuna aykırılık” durumlarında yasa tarafından kapatılmış olmakla<br />

birlikte kanun yoluna müracaat imkanı tanınmış olmasını, kesin<br />

95 bkz.aşağıda dn22 s.26 ve orada dn.10.<br />

96 Yeni paragraf321a ZPO hükmünde, dinlenilme hakkının ihlal edilmiş olduğu hususunda<br />

bir müracaat hakkı tanınmıştır.<br />

97 BGHZ 150 134.<br />

98 9. Hukuk Dairesi (Senat), bu kararın diğer Dairelerin bazı kararları ile çelişmesine rağmen,<br />

meseleyi Genel Kurula götürmeye lüzum görmediğini, zira reform kanununun<br />

temyiz sistemini temelinden değiştirdiğini ve eski hukukun etkinliğini kaybettiğini<br />

ifade etmiştir (s.137); buna mukabil BGH nun daha sonraki bir kararında (11. Hukuk<br />

Dairesi) BGH NJW 2003 66 (BGH Beschluss v.1.10.2002- XI ZR 71/02 (Stuttgart)), paragraf<br />

543 hükmü (bkz.dn49) gereği, temel öneme haiz olmayı açıklarken bunun dışında<br />

münferit durumlarda hukuki hatanın, kararı keyfi (willkürlich) kılacak şekilde<br />

bariz olması veya itiraz edenin yargısal temel haklarını ihlal etmesi ve ihlalin Anayasa<br />

Mahkemesince, bir anayasaya aykırılık itirazı yapılması halinde iptal edileceğinin kuşkusuz<br />

görüldüğü hallerde temyize başvuru müsaadesi bakımından bunun yeterli bir<br />

sebep (Zulassungsgrund) teşkil edeceğini kabul etmiştir.<br />

243


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

hükmün maddi etkisinin sınırlarını dar tutma çabası kapsamında görmek<br />

kanaatimce doğru değildir 99 .<br />

Mesele daha çok ferdi hak arama hürriyeti kapsamında görülmek gerekir.<br />

Bir hüküm kanuna ne derecede aykırı olursa olsun, bu aykırılığa<br />

karşı kanun yoluna müracaatla bu aykırılık giderilebilir. Böyle olunca hak<br />

arama hürriyetinin özüne de dokunulmuş olmaz. Bir hükme karşı kanun<br />

yolu kapatılmış ise, kontrol amacı ile mahkemeler derecelendirmesi bir<br />

anayasal hak olarak kabul edilmiş olsun olmasın, kontrol imkanı olmayan<br />

bu hükmün aykırılık derecesi hak arama hürriyetinin özüne dokunma niteliğini<br />

gösterebilir 100 .<br />

Yukarıda bizim hukukumuzda, ilk derece mahkemesinin kararlarının<br />

bir üst mahkemece kontrol edilmesi anlamında hak arama hürriyetinin<br />

anayasal hak olduğunu savundum ve, kontrol imkanının sınırlanmasının<br />

belirli sınırlar içinde mümkün olabileceğini, burada hakkın özüne dokunulmadığını<br />

zira, ilk derece mahkemesinin yargısının açık olduğunu söyledim<br />

101 . Ancak bu mahkemenin verdiği karar o ölçüde hukuka aykırılık<br />

gösterebilir ki 102 fert bir anlamda ilk derece mahkemesinin yargısından da<br />

mahrum kalmış olur. İşte bu durumlarda sınırlamanın sınırları aşılmıştır<br />

ve böyle bir karara karşı da ikinci derece mahkemesinin kontrolu tanınmak<br />

gerekir, yani daha somut ifadesi ile HUMK 427’deki sınırlamaya rağmen<br />

bu kararlara karşı temyiz yoluna müracaat edilebilmesinin kabulü<br />

anayasal bir gereklilik olur. Bizim hukukumuzda Alman Anayasasının aksine,<br />

mahkeme kararlarına karşı anayasaya aykırılık dolayısı ile Anayasa<br />

Mahkemesine müracaat imkanı (Art.93) tanınmamış olduğundan bu husus<br />

daha büyük bir önem kazanmaktadır 103 .<br />

Alman Anayasa Mahkemesinin derecelendirilmiş bir mahkemeler sisteminin<br />

anayasa gereği olmadığını kabul etmesine, doktrinin büyük çoğun-<br />

99 Bkz. Chlosta s.2161.<br />

100 Alman hukukunda, itiraz yolu kapatılmış kararlar (Beschluss) ile hükümler (Urteil)<br />

arasında fark yapılmaması gereği bu bakımdan doğrudur.<br />

101 Bkz.IV 2 a, b.<br />

102 İhlalin ağırlığı hususunda bkz. VI.<br />

103 Kanun yolu kapatılmış olan kararlara karşı yargılamanın iadesi yolu açıktır (m.445/I);<br />

ancak HUMK 445 ve 446 daki yargılamanın iadesi sebepleri söz konusu halleri kapsamadığı<br />

gibi bu yol bir üst mahkemenin kontrolu niteliğinde de değildir, bkz. Alangoya<br />

age paragraf 41.<br />

244


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

luğunun da bu görüşü benimsemiş olmasına rağmen, BGH “açık aykırılık”<br />

hallerinde itiraz kanun yolu kapatılmış kararlara karşı fevkalade itiraz yolunu<br />

(ausserordentliche Beschwerde) kabul etmiştir. Bu yolun özellikle BGH<br />

kararlarında tanındığı durumlar 104 dikkate alındığında bu mahkemenin de<br />

meseleyi anayasal bir çerçevede değerlendirdiği müşahade edilebilir.<br />

VI. “Açık Aykırılık”:<br />

1- Genel Olarak:<br />

BGH “fevkalade itiraz yolu”nun tanınmasını dogmatik olarak etraflı<br />

bir gerekçelendirmeye istinat ettirmemesine mukabil, bu yolun hangi hallerde<br />

tanınacağı hususunda kriterler oluşturmuştur.<br />

Gelişen Alman içtihatlarında “fevkalade itiraz yolu” sebepleri, Alman<br />

Anayasa Mahkemesi kararları ile Alman Anayasa’sı Art.3’den çıkarılan<br />

“keyfilik yasağı” (Willkürverbot)’a dayanmaktadır 105 . Eğer hukukun uygulanması<br />

veya yargılama hiçbir mülahaza ile savunulabilir değilse Alman<br />

Anayasa Mahkemesine göre bir “yargısal keyfilik” (richterliche Willkür)<br />

söz konusu olur 106 . Bu durumlarda BGH “açık, elle tutulur bir aykırılık”<br />

“gözle görülür haksızlık” (Greifbare gesetzwidrigkeit, krasses Unrecht) olduğunu<br />

kabul ile kararlara (Beschluss) karşı fevkalade itiraz yolunu açmıştır<br />

107 . BGH daha yenilerde bu imkanın “gerçekten göze batan bariz haksızlık<br />

olan istisnai durumlarda” söz konusu olabileceğini kabul ederken 108 ,<br />

yukarıda da belirtildiği üzere (bkz.dn.91) bölge mahkemeleri “adli yardım<br />

hükümlerine aykırılık”, “yeterli gerekçelendirilmemiş hakimin reddi kararları”,<br />

“açık yargılama hataları”, “hatalı tebligat” gibi hallerde 109 fevkalade<br />

itiraz yolunu tanımışlardır.<br />

BGH kararlarında “açık aykırılık” kriterleri arasında, hükmün hukuk<br />

düzeni ile mutlak şekilde bağdaşmaması ve muhteva itibariyle kanuna ya-<br />

104 Bkz. Baumbach/Lauterbach/Albers, paragraf 567 2 1 c Rd.N.6; Bölge mahkemelerinin<br />

(OLG) bu yolu daha geniş bir alanda tanıdığı hususunda bkz. dn.91.<br />

105 Baumbach/Lauterbach/Albers, aynı yer; Zöller/Gummer paragraf 567 Rd.N.18.<br />

106 BVerfGE 96 1531; 89 1917.<br />

107 BGH NJW 1990 1794 (1795), BGH MDR 1996 845, BGH NJW 2001 224; BGHZ 119 372,<br />

yukarıda dn.85,86,87.<br />

108 BGH NJW 1715.<br />

109 Bkz. Zöller/Gummer Art 567 Rd.N.18a.<br />

245


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

bancı olması da yer alıyor 110 . Hukuk düzeninin tanımadığı kararlar şekli<br />

manada kesinleşseler de, maddi manada kesin hüküm teşkil etmezler. Etkileri,<br />

hukuk düzeni tarafından ön görülmüş değildir. Burada sarih kanun<br />

hükmüne aykırılık değil, muhtevaları itibariyle yürürlükteki hukuka yabancı<br />

olmak söz konusudur 111 . Etkisiz kararların temyizine gerek olmadığı,<br />

bu kararların etkisizliğinin tesbiti için müstakil bir dava açılabileceği gibi<br />

aynı dava yeniden açılabilir 112 . Bu bakımdan incelenen mesele bu kararlar<br />

bakımından farklı bir durum gösteriyor.<br />

Yukarıda belirttiğim üzere, yasa tarafından kapatılmış kanun yolunun<br />

tanınması için, hak arama özgürlüğünün özüne dokunacak bir “aykırılık”<br />

söz konusu olmak gerekir, diğer bir deyişle “açık kanun hükmüne aykırılık”<br />

da yeterli değildir 113 .<br />

246<br />

2- Hukukumuz Bakımından:<br />

Hak arama özgürlüğünün özüne dokunulması, kararın muhtevası veya<br />

yargılama bakımından söz konusu olabilir 114 .<br />

a) Konu Bakımından:<br />

Bu konuda yukarıda (1) altında doktrin ve özellikle alman mahkemeleri<br />

içtihatlarındaki durumu açıkladım. Bizim hukukumuzda muhtevanın<br />

110 Bkz. dn.107’de belirtilen kararlara.<br />

111 Hak düşürücü süreyi dikkate almamak yasaya aykırı, yasada olmayan bir ayni hak<br />

ihdas etmek etkisiz hüküm vermek demektir, Rosenberg/Schwab/Gottwald paragraf 62<br />

IV 2 s.343, Schwarze s.38, Alangoya Esaslar paragraf 38 I 1a.<br />

112 Bkz. dn.111’deki yazarlara, Schwarze, etkisizliğin hakimin problemin farkında olmadığı<br />

hallerde verdiği kararlarda söz konusu olabileceğini ancak hakim meselenin şuurunda<br />

ise etkisiz hükmün söz konusu olmayacağı kanaatindedir, s.40,41.<br />

113 Guldener, bir hukuk kuralının veya kavramının anlamı, yerleşik bir yorum ve uygulama<br />

çerçevesinde açıkça anlaşılıyorsa veya kanun hükmünün tam anlamı lafızdan<br />

çıkarılamamakla birlikte, yerleşmiş doktrin ve uygulamadan açıkça anlaşılıyorsa “açık<br />

bir kanun hükmü”nün varlığını kabul ediyor. Ancak ona göre hakim yerleşik uygulama<br />

ile bağlı değildir, eğer sebebi varsa ondan ayrılabilir; yeni bir yorum getirme amacı<br />

olmaksızın, lafzı, yerleşik doktrin ve uygulamayı dikkate almamış veya yanlış anlamlandırmış<br />

ise sarih bir hükme aykırılık vardır, Schweizerisches Zivilprozessrecht 1979<br />

3. bası s.158 dn.15.<br />

114 Bkz.BGH NJW 2003 66, bu kararda, yüksek mahkeme temyiz sebeplerini, keyfilik ve<br />

anayasaya aykırılık teşkil eden usul hatalarını ilave etmek suretiyle genişletmiştir, bkz.<br />

dn.98.


Kanun Yolu Kapatılmış Olan Kararlara Karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı<br />

ne zaman göze batarcasına kanuna aykırı, diğer bir deyişle keyfi olduğu<br />

hususunda yararlanılabilecek pozitif bir mesnet mevcuttur:<br />

HUMK m.573/2 hükmüne göre, hakim, sarih bir kanun hükmüne karşı<br />

115 “kabili tevil ve izah olmayacak surette” aykırı bir hüküm vermişse<br />

tazminata mahkum edilebilecektir. Yani hakimin hukuku geliştirmesi<br />

veya benzeri bir durum değil “keyfilik” söz konusudur. Yargıtay’ın HUMK<br />

573/2 hükmüne ilişkin kararları genellikle, “açık ve kesin” kanun hükmüne<br />

aykırılığı yeterli görüyor 116 . Ancak kanun burada mevsuf bir aykırılık<br />

aramaktadır (bkz.dn.115). Mamafih bu kararlarda incelediğimiz meseleye<br />

ışık tutabilecek bazı hususlar yer almaktadır. Mesela dosyadaki hususların<br />

müteaddit kereler belirtilmesine rağmen göz ardı edilmesi 117 ve bunlar<br />

yokmuşçasına sarih kanun hükmüne aykırı karar verilmesi keyfi bir karar<br />

verildiğini gösterebilir 118 .<br />

b) Yargılama Kurallarına Aykırılık:<br />

Burada kanuna göze batıcı aykırılık, Anayasa’da yer alan yargısal temel<br />

hak ve hürriyetlere aykırılık halinde mevcut sayılmalı 119 ve bu kararlara<br />

karşı temyiz imkanı tanınmalıdır.<br />

BGH kararlarında Art.103’deki dinlenilme hakkının ihlalleri dolayısı<br />

ile fevkalade itiraz yolunun tanınmayacağını kabul ediyor 120 . Ancak bu-<br />

115 Burada dn.113’deki Guldener’in açık kanun hükmü söz konusudur. Ancak aykırılık<br />

mevsuf bir aykırılıktır.<br />

116 HGK 28.05.1997 tarih 4-2/33 sayılı kararında (yayınlanmamıştır) HUMK 573/2 için<br />

“Burada açık ve kesin olan bir kanun hükmüne aykırı karar verilmiş olması yeterlidir”<br />

denilmektedir; 4HD 16.11.2000 tarih ve 6402/10139 sayılı kararında da (yayınlanmamıştır)<br />

aynı ifade ile 573/2 uygulanmış ancak hüküm bölümünde kişilik değerlerinin<br />

saldırıya uğramasından bahsedilerek maddi tazminat talebi reddedilerek manevi tazminata<br />

hükmedilmiştir.<br />

117 Bu husus yukarıdaki 4. HD kararında yer alıyor.<br />

118 Bu durumlarda, tazminat davası açabilme imkanı kanun yolunun açılmasını engelleyici<br />

bir faktör olarak görülemez, zira ferdin anayasal hakkının özüne dokunulması yasağı<br />

tazminatla aşılamaz.<br />

119 BGH dn.114’deki kararında, yargılamaya ilişkin anayasal temel haklara aykırılık iddiası<br />

halinde, bu iddianın anayasa mahkemesince de anayasa’ya aykırılık itirazı halinde<br />

kabul edileceğinden kuşku duyulmayacağı şartını öngörmektedir.<br />

120 BGHZ 43 12-19, BGH NJW 90 838,840, BGH NJW 98 459 (BGH NJW 90 841’de bu husus<br />

açık bırakılmıştır), tasvip eder şekilde, Bauubach/Lauterbach/Albers 567 Rd.N.6., Zöller/<br />

Gummer 567 Rd.N.20.; aynı yönde BVerfGr NJW 1979 154 (155); BVerfG NJW 82 1454.<br />

247


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

rada Alman Anayasa’sının, Anasaya’daki yargısal temel haklara aykırılık<br />

halinde anayasa itirazında bulunabileceğini kabul ettiğini (Art.93 4a) hatırlamak<br />

gereklidir (bkz.dn 34,45,46,47). Bu bakımdan bizim hukukumuzda,<br />

dinlenilme hakkı (AY m.36’daki adil yargılanma hakkına dahildir)’nın<br />

ağır ihlallerinde dahi temyiz yolunun kapalı kalması “sulh mahkemelerini<br />

temyiz yolu kapalı olan kararlarında yargılama kurallarına aykırılık hususunda<br />

iş yükünün hafifletilmesi uğruna cesaretlendirme” anlamına daha<br />

çok gelecektir 121 . Bunun alternatifi ise anayasa hükümlerini mesnet alarak,<br />

söz konusu kararlara karşı, anayasal hakkın özüne dokulunmasına engel<br />

olma amacı ile temyiz yolunun açılması olmalıdır 122 .<br />

248<br />

VII. Sonuç:<br />

Bu incelemede a) ilk derece mahkemesinin kararlarının hukuka uygunluğunun<br />

bir üst mahkeme tarafından kontrol edilmesi şeklindeki iki<br />

dereceli bir yargı sisteminin anayasal bir gereklilik olduğu b) istinafı içeren<br />

üç dereceli sistemin kanun koyucunun ihtiyarına bağlı bulunduğu c)<br />

iki dereceli sistemdeki üst mahkeme kontrolunun, Anayasamızın 2001 tadilinden<br />

sonra da bazı kararlar bakımından sınırlanabileceği (HUMK 427)<br />

d) ancak bu sınırlamanın da sınırları olduğu e) HUMK 427’deki sınır altında<br />

kalan kararlara karşı, bunların “keyfi” olmaları veya Anayasa’da tanınmış<br />

bulunan yargısal temel hakları ağır ihlalleri halinde, temyiz yolunun<br />

açılması aksi takdirde hak arama hürriyetinin özüne dokunulmuş olacağı<br />

sonuçlarına varılmaktadır.<br />

121 Alman hukuku için Vosskuhle s.1379.<br />

122 Vosskuhle aynı yer.


Kısmi Dava Hususunda Yargıtay Hukuk Genel<br />

Kurulu’nun Bir Kararı Hakkında<br />

I. GİRİŞ:<br />

Prof. Dr. H. Yavuz ALANGOYA *<br />

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun (HUMK) ıslahla müddeabihin<br />

arttırılamayacağı hususundaki m.87/son cümle hükmü Anayasa Mahkemesinin<br />

20.07.1999 tarih ve 1/33 sayılı kararı ile iptal edildi (RG 4 Kasım<br />

2000). Bu hüküm doktrinde de eleştirilmiştir 1 .<br />

Ben Anayasa Mahkemesinin bu iptal kararından sonra Yargıtay’ın,<br />

hukuki açıdan doğru bulmadığını, kısmi davada, mahfuz tutulmaması halinde<br />

bakiyeden feragat edileceği hususundaki içtihadını yeniden gözden<br />

geçirmesi temennisinde bulunmuştum 2 .<br />

Anayasa Mahkemesi hükmü iptal ederken, herhangi bir ayırım yapmaksızın,<br />

ıslah ile müddeabihin artırımı yolunu açmış bulunmaktadır.<br />

Bunun kısmi davada mahfuz tutmama durumunda kabul edilen feragat<br />

faraziyesi ile bağdaşmadığını ifade ettim. Ayrıca, sanki gelişmeyi önceden<br />

tahmin etmiş gibi Anayasa Mahkemesi kararının sadece gayri iradi kısmi<br />

davalar için bir değeri olacağı, buna karşın iradi olanlarda, başta mahfuz<br />

tutulmadığı için feragat edilmiş olduğu bu bakımdan da, ıslah ile artık<br />

müddeabihin arttırılamayacağı yolunda bir istikametin yanlış olacağını,<br />

bunun Anayasa Mahkemesinin iradesini saptırmak olacağını ifade ettim.<br />

Burada tesbit edilmesi gereken nokta, ıslah ile müddeabihin arttırılması<br />

meselesi ile kısmi davada mahfuz tutup tutmama meselesinin bağlantılı<br />

* İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi<br />

1 Bkz. H. Yavuz Alangoya Medeni Usul Hukuku Esasları 2. bası, 2001 s.269’da zikredilen<br />

yazarlara<br />

2 Age s.220


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

olduğu, yani kısmi davada feragat nazariyesi muhafaza edildiği takdirde<br />

müddeabihin de ıslahla arttırılamayacağı kabulünün tutarlı olduğudur 3 .<br />

Aşağıda üzerinde duracağımız 8.10.2003 tarih ve 510/555 sayılı Hukuk<br />

Genel Kurulu Kararında da 4 feragat faraziyesi muhafaza edilerek mahfuz<br />

tutmama halinde ıslahla müddeabihin arttırılamayacağı sonucuna varılmıştır.<br />

Bu karar daha evvel başlamış olan yönün devamı niteliğindedir 5 .<br />

Ancak feragat görüşü için ilk olarak bu kararda gerekçelendirme yapılıyor.<br />

Feragat nazariyesini kabul eden Prof. Dr. Baki Kuru 6 Anayasa Mahkemesinin<br />

iptal kararından sonra davacının dava dilekçesinde gösterdiği<br />

müddeabihi ıslah yolu ile arttırılabileceğini, mahfuz tutma ile herhangi bir<br />

irtibatlandırma yapmadan kabul etmektedir 7 . O kadar ki yazar iptal kararından<br />

evvel de, davacı müddeabihin miktarını yanlış göstermişse, ıslah<br />

yolu ile arttırabilmeyi kabul etmektedir 8 . Böylece yazar bağlantılı iki meselede<br />

çelişik sonuçlara varıyor ve HGK’da bunlardan birine ilişkin görüşü<br />

esas alıyor (feragat faraziyesi) ve ıslahla arttırma meselesinde de yazardan<br />

farklı olarak tutarlı davranıyor.<br />

Hukuk Genel Kurulu feragat faraziyesi görüşünü muhafaza ederken,<br />

benim Prof. Kuru’yu eleştiren ve mukayeseli hukukun yanlış aksettirilmiş<br />

olduğu yolundaki görüş ve açıklamalarıma hiç dokunmuyor 9 .<br />

250<br />

II. KISMİ DAVADA FERAGAT NAZARİYESİ:<br />

1) Yargıtay söz konusu kararında, kısmi davada fazlaya ilişkin hakkını<br />

mahfuz tutmayan davacının feragat etmiş sayılacağı durumlarda, buradaki<br />

ferafatin HUMK 91 hükmünde düzenlenen feragatle ilgisi olmadığını belir-<br />

3 Alangoya a.g.e. 2. bası s.220, 3.bası (2003) s.238,239.<br />

4 Yargıtay Kararları Dergisi, 2004/Temmuz s.1021 ve son.<br />

5 Daha evvelde HGK bu yönde karar vermiştir, bkz.HGK 5.3.2003 76/126 Yargıtay<br />

Kararları Dergisi 2003/7 s.1021, bkz. eleştirisi için ALANGOYA age 3. bası s.239 dipnot<br />

22, s.293.<br />

6 Bkz. aşağıda dipnot 24;25 ve bunlara bağlı metinler.<br />

7 Hukuk Muhakemeleri Usulü 6.bası c.IV s.4037.<br />

8 Aynı yer s.4035.<br />

9 Bkz. Alangoya age 2. bası s.217 ve son., 3.bası, s.235 ve son. Mamafih ayrık görüşte olan<br />

sayın üyelerin beyanlarında da benim çalışmalarıma hiç temas edilmemiştir; bu gibi<br />

gerçekten çok önemli meselelerde, yüksek mahkemelerin, hiç olmazsa Türkiye’deki<br />

çalışmaları incelemeleri yararlı olacaktır.


Kısmi Dava Hususunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Bir Kararı Hakkında<br />

tiyor ki bu konuda haklıdır 10 . Yüksek Mahkeme kararında, bir haktan zımni<br />

(örtülü) olarak da feragat edilebileceğini belirterek, zımni feragat veya<br />

diğer ifadesi ile zımni irade beyanlarının açık irade beyanları ile aynı etkiyi<br />

taşıdığını ifade etmektedir. Bu konuda herhangi bir fikir ayrılığı yoktur 11 .<br />

Ancak HGK kararında başka bir nokta şudur ki, bakiyeyi mahfuz tutmamanın<br />

feragat hususunda neden bir zımni irade beyanı teşkil ettiği<br />

üzerinde durulmamış, zımni irade beyanları da olabileceğinin ifadesi ile<br />

yetinilerek, mahfuz tutmamanın bir zımni irade beyanı (feragat) olduğu<br />

sonucu hiç üzerinde durulmadan muta olarak kabullenilmiştir. Bu isabetli<br />

bir metod değildir. Pek tabii ki böyle bir durumda, kesin hüküm görüşünün<br />

feragat görüşünden farklı bir sonucu olamaz. Bu bakımdan HGK’nun<br />

kabul ve değerlendirme şekli hatalıdır.<br />

Öyle ise biz kısaca “zımni irade beyanı” üzerinde duralım 12 .<br />

a) Zımni bir irade beyanı için, iradeyi gösteren davranışların bulunması<br />

ve bunların mevcut bütün hal ve şartlar değerlendirildiği zaman bir<br />

iradenin varlığını göstermesi gereklidir 13 .<br />

Bakiyeyi mahfuz tutmayarak kısmi dava açılması halinde ise alacaklının<br />

bu manada feragat iradesini gösterecek hiçbir davranışı mevcut değildir.<br />

b) Zımni irade beyanının ikinci alt başlığı “irade faaliyeti” halidir. Bu<br />

durumda bir kimsenin faaliyeti onda bir iradenin varlığını ortaya koymaktadır,<br />

fakat bu faaliyet başkalarına bildirme amacı ile yapılmamakta doğrudan<br />

doğruya bu iradenin gerçekleştirilmesine yönelik bulunmaktadır 14 .<br />

10 Alangoya 3. bası s.236.<br />

11 Bkz. Prof.Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu (Hatemi/Serozan/Arpacı), Borçlar Hukuku, Genel<br />

Bölüm, Birinci Cilt, Borçlar Hukukuna Giriş-Hukuki İşlem-Sözleşme paragraf 14 I s.133.<br />

12 Prof. Kocayusufpaşaoğlu bu kavramın tartışmalara yol açtığını, oldukça karanlık bir<br />

kavram olduğunu belirtiyor, age s.133.<br />

13 Kocayusufpaşaoğlu şöyle bir örnek veriyor: A, nişanlısı B’ye, C ile nişanlandığını<br />

gösteren bir gazete havadisini gönderiyor, bu zımnen nişan bozma iradesidir, age s.134;<br />

Yargıtay’ın, söz konusu kararında verdiği, miktarı çekişmesiz olan alacağın bir bölümünü<br />

tahsil ettikten sonra, alacaklının borçluyu borcun tamamı için “ibra” etmesinin<br />

mütebaki alacaktan vazgeçtiği yolundaki örnek, belki de sarih bir irade beyanı olarak<br />

değerlendirilmelidir.<br />

14 Kocayusufpaşaoğlu, s.134, yazar bunun güzel bir örneği olarak, kendisine ısmarlamadığı<br />

bir kitabın gönderildiği kişinin kitabın kapalı sahifelerini açarak okunmasını göstermektedir,<br />

bkz. ayrıca orada dipnot 5’deki yazarlara.<br />

251


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bunların bir irade beyanı olup olmadığı tartışmalı olmakla beraber 15 incelediğimiz<br />

meseledeki mahfuz tutulmamış olmanın bir irade beyanı olarak<br />

bu kategori içinde de yer alamayacağı açıktır.<br />

252<br />

2) Susma (sükut):<br />

HGK söz konusu kararında sarih bir beyanda bulunmamış olmakla<br />

beraber, mahfuz tutmama halinin, susma suretiyle feragat etme yolunda<br />

bir irade beyanı şeklinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği üstünde<br />

de kısaca durulması gerekir 16 .<br />

Mecelle “sakit’e söz isnad olunamaz. Lakin ma’rızı hacette sükut beyandır”<br />

demektedir (m.67) 17 . Kocayusufpaşaoğlu, bugünkü hukukta da<br />

aynı esasın yürüdüğünü haklı olarak belirtiyor 18 .<br />

Öyle ise susmanın ne zaman bir zımni irade beyanı teşkil edeceğini<br />

görmek gerekir.<br />

Bir kere, mevcut bir yasa hükmü böyle bir sonucu düzenliyor olabilir.<br />

Bu durumda susma bir irade beyanı teşkil edecektir 19 . Kısmi davada<br />

mahfuz tutmamasını feragat teşkil edeceği yolunda bir yasal düzenleme<br />

mevcut değildir 20 .<br />

Diğer bir durum, tarafların sözleşme ile susmanın irade beyanı olacağını<br />

kabul etmeleridir 21 . Mahfuz tutmamanın feragat teşkil ettiği hususunda<br />

böyle bir durumda yoktur.<br />

Nihayet, susmanın bir irade beyanı teşkil etmesinin MK 2 hükmüne<br />

dayandırılabilmesi söz konusu olabilir. Kısmi dava, harçtan başlangıçta<br />

tasarruf için açılabileceği gibi yanlış hesaplama sonucunda ortaya çıkmış<br />

15 Bkz. Kocayusufpaşaoğlu s.135.<br />

16 Bkz. Alangoya, Esaslar 3. bası s.235 ve son.<br />

17 Sukût eden kimse bir şey söylemiş olmaz, ancak söylemesi gereken yerde susarsa ikrar<br />

ve beyan sayılır, bkz. Kocayusufpaşaoğlu s.136.<br />

18 Aynı yer.<br />

19 Bkz. Mesela Türk Ticaret Kanunu m.23’deki, faturayı alan kimsenin aldığı tarihten iti- itibaren<br />

8 gün içinde fatura içeriğine itirazda bulunmamış olması halinde müderecatını<br />

kabul etmiş sayılacağına; Kocayusufpaşaoğlu’nun Teyid Mektubu bakımından yaptığı<br />

açıklamalara, s.138 ve son.; bkz. ayrıca Borçlar K. 113/II, 158/II.<br />

20 Bkz. Alangoya 3. bası s.236.<br />

21 Alangoya aynı yer; Kocayusufpaşaoğlu s.136 dipnot 13.


Kısmi Dava Hususunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Bir Kararı Hakkında<br />

olabilir. İşte bu durumlarda susmanın bakiyeden feragat edilmiş olduğunun<br />

kabulünü MK2’ye, halin icabına dayandırmanın hukuki dayanağı<br />

yoktur 22 . Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında “Hak düşüren bildirimlerin<br />

hiçbir tereddüde yer bırakmayacak derecede açık olması şarttır”<br />

şeklindeki içtihadı doğrudur 23 .<br />

3) Feragat Görüşü - Kesin Hüküm Görüşü:<br />

Görüldüğü üzere ne zımni irade ne de susma yolu ile, kısmi davada<br />

mahfuz tutulmamanın bakiyeden feragat sonucunu doğuracağı kabulünün<br />

hiçbir hukuki dayanağı yoktur ve eleştirilen HGK kararı da bu konuda hiçbir<br />

gerekçe getirmemiştir.<br />

Burada, Yargıtay’ın katıldığı Prof.Baki Kuru’nun feragat faraziyesine<br />

üstünlük tanımasının gerekçesi üzerinde de kısaca duralım:<br />

Yazar, “kesin hüküm görüşü birinci dava görülmekte iken açılan ikinci<br />

(ek) davanın reddi için yetersiz kalmaktadır. Belki bu defa, ikinci dava dertestlik<br />

itirazı (m.187/4) ile önlenebilir. Fakat kesin hüküm görüşü, davacının,<br />

davalının muvafakatı ile (birinci davada) dava ettiği alacağını artırmasına<br />

(m.185/2) engel olamamaktadır. Bu nedenle, zımni feragat görüşüne<br />

üstünlük tanınması doğru olur.” demektedir 24 .<br />

Görüldüğü üzere yazar, iki görüşü karşılaştırırken mahfuz tutulmama<br />

halinde feragat edildiğini önceden kabul ediyor ve kesin hüküm görüşü<br />

ikinci davayı engellemiyor diye zımni feragat görüşünü tercih ediyor. Bunun<br />

tasvip edilebilecek bir metod olmadığını, mantık kurallarına uygun<br />

bulunmadığını daha evvel söyledim 25 .<br />

Zira, mahfuz tutulmadığı için feragat edildiği görüşünü kabul ederseniz<br />

artık ne ıslahla müddeabihin arttırılması mümkün olur ne de bakiye<br />

için yeni bir dava başarı kazanır. Zira feragat ile hak ortadan kalkmıştır.<br />

22 Alangoya aynı yer; tam aksine kesin hüküm kurumunun düzenlendiği bir yerde halin<br />

icabı esasına dayanılamaz.<br />

23 HGK 16.12.1964 6/1283-736, İlmi ve Kazai İçtihatları Dergisi 1965/5D s.3555, 22.5.1987<br />

tarih ve 4/5 sayılı İBK’Da da belirtildiği üzere “açık bir irade beyanı olmadan” haktan<br />

feragat sonucuna varılamaz.<br />

24 6. bası II cilt s.1540.<br />

25 Esaslar 3. bası s.236.<br />

253


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Kesin hüküm görüşünde söz konusu olan, başta mahfuz tutulmuş olsun<br />

olmasın, açılan kısmi davada oluşacak kesin hükmün, bakiyenin dava<br />

edilmesini engellemeyeceği zira bunun sadece ilk kısmi dava için teşekkül<br />

etmiş olduğudur 26 . Zira bu görüş, mahfuz tutulmama halinde zımni feragat<br />

edildiği hususunu reddeder (bkz. yukarıda II 1 deki açıklamalara).<br />

254<br />

4) HGK Kararının BGH (Alman Federal Mahkemesi) Kararlarına<br />

Yaptığı Atıf:<br />

İncelediğimiz HGK kararı, Prof.Baki Kuru’ya atıf suretiyle Alman İçtihatlarında<br />

ve doktrininde zımni feragat görüşünün benimsendiği sonucuna<br />

varmıştır. Söylemek zorundayım ki, yetersiz inceleme hatalı bir sonuca<br />

varılmasına yol açmıştır. Gerçekten daha evvel de belirttiğim gibi 27 , Alman<br />

Federal Mahkemesi 28.06.1985 tarihli kararında 28 “kesin hüküm, sadece<br />

dermeyan edilen talep kapsamında etkili olup, davacının bunu aşan taleplerini<br />

mahfuz tutma mecburiyeti yoktur” içtihadında bulunmuştur. Bu<br />

tarihten sonra da Alman Federal Mahkemesi tutarlı olarak bu içtihadını<br />

sürdürmüştür 29 .<br />

Alman Federal Mahkemesinin yukarıda belirttiğim 28.6.1985 tarihli<br />

kararında Prof. Kuru’nun atıf yaptığı eski kararlar hakkında da açıklamalar<br />

vardır. Kuru’nun atıf yaptığı BGHZ 36, 365 kararının söz konusu meseleyi<br />

açık bıraktığına, BGHZ 34, 337 de ise özel bir durumun söz konusu<br />

olduğuna buna rağmen bu kararın çok geniş bir muhalefetle karşılaştığı-<br />

26 Kısmi dava mesela borç ilişkisinin mevcut olmaması veya alacağın kısmi davada talep<br />

edilen meblağdan daha az olması şeklinde sonuçlanırsa bu durumda, kesin hükmün<br />

ikinci davayı engellemesi farklı bir meseledir, bkz. Alangoya Esaslar 3. bası s.554 ve<br />

orada zikredilen HGK 7.2.1990 89/4-654-65 YKD 1990/11 s.1603; ayrıca bkz. s.231’e.<br />

27 Alangoya Esaslar 2.bası (2001) s.219 ve dipnot 18, 3. bası (2003) s.237 ve dipnot 18.<br />

28 NJW (Neu Juristische Wochenschrift) 1985/47 s.2825.<br />

29 BGHZ (Bundesgerichtshof Entscheidungen) 135, 178= NJW 1997 1990; NJW 97, 3019;<br />

BGHZ 151, 1, 3= NJW 2002, 2167; aynı yönde daha evvelki kararlar için bkz. Alangoya<br />

Esaslar 3.bası s.237 dn.18. Alman Usul doktrini de baskın olarak aynı yöndedir. Rosenberg<br />

L./Schwab K.H./Gottwald Zivilprozessrecht 16. Auflage (2004) paragraf 153 V;<br />

Jauernig O, Zivilprozessrecht 28. Auflage (2003) paragraf 63 II Teilurteil und Teillelage<br />

Festgabe BGH Band III s.311, 328 ve son; Leipold (Festschrift für Zeuner 1994, s.445 ff)<br />

açık bir kısmi dava temeli itibariyle haklı bulunursa dava edilmeyen meblağ da temeli<br />

itibariyle tanınmış olur görüşündedir, Jauernig bunu eleştirerek, açık veya örtülü kısmi<br />

davada kesin hükmün sadece mahkemece karar altına alınan kısmı kapsadığını söyleyerek<br />

Leipold’ü eleştirmektedir, bkz. paragraf 63/II, bkz.dn.26’daki açıklamalara.


Kısmi Dava Hususunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Bir Kararı Hakkında<br />

nı 30 belirtiyor ve yukarıdaki satırlarla genel kurala bağlı kalmak gerektiğini<br />

vurguluyor.<br />

Görüldüğü üzere Prof. Kuru’nun bu noktadaki açıklamaları, Alman içtihadını<br />

doğru aksettirmemiştir ve HGK’da bu açıklamaları takiben isabetli<br />

olmayan bir sonucu tekrarlamıştır.<br />

III. SONUÇ:<br />

1) Yukarıdaki açıklamaların gösterdiği üzere kanaatimce kısmi davada,<br />

mahfuz tutmama halinde bakiyeden zımnen feragat edilmiş olacağı<br />

yolundaki görüş doğru bir temele dayanmadığı gibi haklı bir sonuca da<br />

varmamaktadır. Bu sebeple Anayasa Mahkemesinin 20.7.1999 tarihli kararında<br />

yer alan “hukuk devleti” ilkesi, hak arama hürriyeti ihlal edilmekte<br />

ve HUMK 87/son cümle iptali hemen tamamen etkisiz bırakılmaktadır.<br />

Eğer bu kabul şekli mahkemelerin yükünün azaltılması niyetine bağlı bulunuyorsa<br />

bu da kabul edilemez. Zira hakların kaybolması pratik mülahazalara<br />

bağlı tutulamaz.<br />

Bu meseleye uygulanacak hükümler Alman Federal Mahkemesinin<br />

de belirttiği gibi Medeni Usul Kanununun içindedir: Kesin hükmü düzenleyen<br />

kurallar. Açılan ilk kısmi davadaki hüküm o dava itibariyle kesin<br />

hüküm teşkil eder 31 . Kalan meblağın başta saklı tutulup tutulmamasının<br />

hukuki bir önemi yoktur 32 . İkinci dava açılabilir veya HUMK 87/son cümle<br />

hükmü iptal edildiğine göre kısmi dava görülürken, kalan meblağ kısmen<br />

veya tamamen ıslah yolu ile müddeabihe eklenebilir 33 . Çağdaş usul hukukunda,<br />

söylenmemiş “fazlayı saklı tutuyorum” gibi sihirli kelimelere hak<br />

kayıplarının bağlanması, harçtan tasarruf için kabul edilmiş kısmi davanın<br />

bu yolda değerlendirilmesi caiz görülemez 34 ve bu Avrupa İnsan Hak-<br />

30 Karar, muhalefet cephesinde Rosenberg/Schwab, Stein/Jonas/Schumann/Leipold,<br />

Thomas/Putzo, Brox, Pohle, Kuschmann ve Lindacher’i zikretmektedir, bkz. Alangoya<br />

Esaslar 3.bası s.237 dipnot 18.<br />

31 Bkz. dn. 26’daki açıklamalara.<br />

32 Başlangıçta açık feragat iradesi varsa durum farklı olur.<br />

33 Sonuç itibariyle, fazla incelemeye girişmeksizin aynı görüşte Prof. Bilge Umar, “Anaya- “Anayasa<br />

Mahkemesinin 87/son cümle hükmünü iptal eden kararı üzerine” Yeditepe Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi Dergisi I/1 2004 s.419 ve son (425,426).<br />

34 Rosenberg/Schwab/Gottwald 16. bası 2004 paragraf 153 V; Alangoya, Esaslar 3.bası<br />

s.236, 237.<br />

255


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ları Sözleşmesi m.6’ya da aykırı olur, bkz.HGK kararına yazılmış Karşı oy’a<br />

YKD 2004/7 s.1030.<br />

2) Kısaca üzerinde durduğum teknik hukuki sonuca ilaveten çok önemli<br />

saydığım bir hususa daha değinmek istiyorum. Mahkemeler doktrinden<br />

yararlanırlar. Farklı görüşler içinde belirli bir görüşü de kabul edebilirler.<br />

Ancak diğer görüşlerin de ele alınması, değerlendirilmesi ve buna göre bir<br />

sonuca varılması kaçınılmazdır. Hele mukayeseli hukuka atıf yapılıyorsa<br />

kesinlikle tek bir görüşü esas almak sakıncalıdır. Bu durumda bu konudaki<br />

bütün görüşlerin ele alınması belki bununla iktifa etmeyerek mahkemenin<br />

bizzat, yabancı mahkeme kararlarını incelemesi lazımdır.<br />

Bunlar yapılmayıp, sonuca varmak için sadece belirli ve sınırlı kaynaklarla<br />

iktifa etmek, gelişen usul doktrinini dikkate almamak, hakların,<br />

yasal mesnetten yoksun olarak, kaybına yol açar ki bu bir hukuk sisteminde<br />

kabul edilmesi mümkün olmayacak bir husustur.<br />

256


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan<br />

Akışı” Kavramı<br />

I. Genel Olarak:<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

Bilindiği üzere HUMK’nun 288 ve 290’ıncı maddelerindeki senetle<br />

(kesin delillerle) ispat zorunluğunu düzenleyen hükümlerin kaynağı Fransız<br />

Medeni Kanunu ve Fransız Usul Kanunudur 1 . Fransız hukukundaki<br />

bu hükümler sonradan diğer bazı ülke kanunlarında da yer almıştır 2 . Bu<br />

hükümler, HUMK’nun 1925 tarihli Neuchatel Usul Kanunu’na benzeyen<br />

sistematiğinin içine yerleştirilmiştir 3,4 .<br />

Senetle ispat zorunluğuna ilişkin kuralın temel gerekçesi olarak ileri<br />

sürülen tarafları yalan şahadetin sakıncalarından korumaktır 5 . Yalan şahadet<br />

tehlikesi dışında da şahadetin isabeti birçok kişisel yeteneğe ve özelliğe<br />

bağlı olacaktır. Vakıanın algılanması, muhafaza edilme ve nakledilmesi<br />

safhalarında, kişiye özgü niteliklerin önemli ölçüde rol oynayabileceğine<br />

işaret edilmiştir 6 .<br />

1 Bkz. Konuralp H., Medeni Usul Hukukunda ispat kurallarının zorlanan sınırları, 1999<br />

s. 13 ve son.; hangi delillerle ispat edilebileceğini düzenleyen hükümlerin Medeni Kanunda,<br />

delillerin değerlendirilmesine ilişkin kuralların Medeni Usul Kanununda yer<br />

alması şeklindeki ayırımın “bugün çok anlamlı.” olmadığı hususunda bkz. age.s.15.<br />

2 Postacıoğlu I, Şahadetle İspat Memnuniyeti ve Hudutları, genişletilmiş, 2.bası 1964 s.14.<br />

3 Konuralp age s.13.<br />

4 Neuchatel’de halen 1992 tarihli Medeni Usul Kanunu yürürlüktedir.<br />

5 Postacıoğlu age s. 26, Kuru B., Hukuk Muhakemeleri Usulü 2001 c.2 s. 2423; Ansay<br />

Ş. Hukuk Yargılama Usulleri 1960 s. 266, 217; Kuru, “her bononun, kumar veya bahis<br />

borcu için verildiği yalancı tanıklarla ispat edilerek, iptali sağlanabilir. Bu ise hem<br />

HUMK m.290 hükmüne hem de bono emniyetine aykırı düşer” demektedir, age s.<br />

2422,2423.<br />

6 Bkz. Ansay age. S.267; Bilge N./Önen E. Medeni Yargılama Hukuku Dersleri 3. bası<br />

1978 s.523, 524.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Türk tatbikatı da yorumlarında şahadete karşı mesafeli davranmıştır<br />

ve bu tutumunun devam ettiğini söylemek mümkündür 7 . Senetle ispat<br />

zorunluğu kuralının sertliğini bir ölçüde yumuşatabilecek bir düzenleme<br />

olarak görülen 8 HUMK 293/4 yer alan istisna karşısında Yargıtay’ın tutumunun<br />

liberal olduğunu söylemeye olanak yoktur. Hukuki işlemin senede<br />

bağlanmaması hususunda bir teamülün varlığının kabulü için, senede<br />

bağlanmamanın devamlı olarak adet haline gelmiş olması, zaman içinde<br />

herkesçe uyulmak suretiyle kararlı bir nitelik kazanmış olması, kamuoyu<br />

tarafından da bu teamüle inanılmış olması gereği kabul edilmektedir 9 . Belirli<br />

tip sözleşmelerin bir bölgede “arada sırada yazılı yapılması dahi” bir<br />

teamülün mevcut olmadığı anlamına gelecektir 10 .<br />

Senetle ispat kuralı hukukumuzda eleştirilmiş ve bu kuralın Anayasa’nın<br />

“Hak arama hürriyeti” başlıklı 36’ıncı madde hükmüne aykırılığı da ileri<br />

sürülmüştür 11 . Kanaatimce hesap edilebilir bir usul hukuku sistemi içinde,<br />

belirlenebilir bir alanda, yasanın, emredici de olmayan (İBK 18.03.1959<br />

18/21, RG 22.06.1959 s.10237) sınırlar getirmiş olmasını “meşru vasıta ve<br />

yollardan .... iddia ve savunma” da bulunma hakkına aykırı görmek isabetli<br />

değildir. Bu kabul, usulün birçok kısıtlayıcı hükmünün Anayasa’ya aykırılığını<br />

kabule götürür. Pek tabii ki bu sınırların tamamen kaldırılması ve serbest<br />

delil sistemine geçilmesi bir hukuk politikası olarak kabul edilebilir 12 .<br />

7 “Tanık delili takdiri delillerdendir. Zayıf bir beyinedir. Bundan dolayı tanık delili<br />

küçük meblağlarda ve senede bağlanması imkansız olan hukuki işlemler ve hukuki<br />

fiillerde kabul edilmiştir. Bu nedenden olacak ki tanıkların dinlenmesi kanunda teferruatlı<br />

olarak düzenlenmiştir.” 2HD 15.11.1996 10721/11701 YKD 1997/3 s. 359, aynı<br />

yönde 1HD 12.3.2001 2269/3659 Ank BD 2002/2 s.358 (YKD bu kararı 2HD olarak<br />

veriyor YKD 2002/3 s.361; Ansay’da “Şahadet beyyinesi zayıf, çürük beyinedir.” diyor,<br />

age s.266; Ansay ile aynı Kuru c.III 2001 s. 2571, Bilge/Önen age s.523, 524.<br />

8 Bkz. Postacıoğlu, age, s. 321.<br />

9 Bkz. mesela HGK 6.6.1984 571/660 YKD 1986/2 s.185, 3 HD 30.9.1991 1451/9360 YKD<br />

1991/12 s.1804.<br />

10 15 HD 27.4.1999 1426/1644 İzmir BD 2001/1 s.137; “..... o kurala ammece, istisnasız<br />

herkes tarafından uyulduğunun .... belli olması.........” HGK 21.1.1970 1224/44 Ank.BD<br />

1970/5 s.844), “teamül halinde olduğunun kabulü için o kuralın zaman içinde herkesçe<br />

uyulması suretiyle kararlı bir nitelik kazanmış bulunması.... gerekir” 13 HD 2.5.1978<br />

1907/2009 YKD 1978/7 s.1163; “...... (teamülün) kabulü için istikrar unsurunun mevcut<br />

olması ve herkesin o teamüle uygun hareket eylediğinin bilinmesi gerekir” 13 HD<br />

8.12.1980 5984/6641 YKD 1981/4 s.467.<br />

11 Yıldırım K., Medeni Usul Hukukunda Delillerin Değerlendirilmesi 1990 s.209.<br />

12 Nitekim Yıldırım’da Anayasa’ya aykırılık görüşünü hemen takiben “Ancak bu sınırların<br />

da bazı yararları bulunduğundan mesele sonuçta bir tercih meselesi olmaktadır”<br />

258


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı<br />

Şahadet delilinin mahzurlarının sınırlanması hususundaki ihtiyacın 13 “şimdi”<br />

ortadan kalkıp 14 kalkmadığı da bu çerçevede değerlendirilmek gerekir.<br />

II. “Senede Karşı Senetle İspat”:<br />

HUMK 290’a göre, senede bağlanmış iddialara (hukuki işlemler) karşı<br />

onun hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıran ve azaltan hukuki işlemlerin<br />

senetle (kesin delillerle) ispatlanması gerekir, şahit dinlenemez. Bu kural<br />

bakımından, HUMK 293’de m.288 için sevkedilen istisnalar bütünü<br />

ile yürümez. Para sınırının altında kalan, 293/1’deki yakınlar arasındaki<br />

veya teamülün varlığına rağmen bir hukuki işlem senede bağlanmış ise<br />

290 hükmü uygulanacaktır. Diğer istisnalar m.290’daki kuralı da sınırlar 15 .<br />

III. “Hayatın Olağan Akışı”:<br />

Hakim, ispat faaliyetinin sonucu ne olursa olsun davayı bir hükümle<br />

sonuçlandırmak yükümlülüğündedir, HUMK 573/4, 574. İspatsızlık durumunda<br />

(non liguet) hakim ispat yükü kurallarına göre karar verecek,<br />

davayı ispat yükünü taşıyan taraf aleyhine sonuçlandıracaktır. Buna göre,<br />

ispat yükünün hangi tarafa ait olduğu, diğer ifade ile ispat yükünün nasıl<br />

paylaştırılacağı tespit edilmek gerekecektir. Hukukumuzda ispat külfetinin<br />

paylaştırılmasına ilişkin kural TMK 6’da yer almaktadır. Yeni Medeni<br />

Kanunda 6’ncı maddenin anlamı olmayan eski metni 16 değiştirilmiş ve<br />

mehaza uygun hale getirilmiştir. Ancak hangi vakıanın taraflardan hangisi<br />

lehine olduğu tesbit edilmek gerekecektir ve bu hususta maddi hukuk belirleyici<br />

olacaktır 17 . Bu çerçevede L. Rosenberg tarafından ispat külfetinin<br />

paylaştırılması hususunda savunulmuş olan Norm Teorisi 18 yardımcı olacaktır.<br />

demektedir, age s. 209. Senetle ispat mecburiyeti kuralına, yazılı delil başlangıcı, teamül<br />

istisnaları ile elastikiyet getirildiği hususunda bkz. Postacıoğlu age s.314 ve son.;<br />

Konuralp age s.58 ve son.<br />

13 Bkz. dn. 5 ve 6’ya ilişkin metinlere.<br />

14 Yıldırım age s.211.<br />

15 bkz. Alangoya Y., Medeni Usul Hukuku Esasları 2. bası 2001 s.386 ve son.<br />

16 Umar/Yılmaz İspat yükü 1980 2.bası s.87; Alangoya s.306<br />

17 Bkz. Rosenberg/Schwab/Grottwald Zivilprozessrecht, 15.bası München s.117 II 2.<br />

18 Die Beweislast 5. bası 1965, bu teorinin etraflı açıklaması ve Türk Hukuku bakımından<br />

savunulması için bkz. dn. 16’daki Umar/Yılmaz’a.<br />

259


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Norm teorisi hukuk normlarını, asıl normlar ve karşı normlar olarak<br />

ayırır. Buna göre bir hukuk normuna dayanarak hak iddia eden kişi o<br />

hukuk normunun soyut unsur vakıalarının, hayatta vuku bulan vakıalarla<br />

karşılandığını ispat yükü altında olacak, buna mukabil, bu hakkı düşüren<br />

veya bu hakkın kullanılmasına engel olan normlara dayanan taraf bu<br />

normların soyut unsur vakıalarının karşılandığını ispat ile yükümlü olacaktır<br />

19 .<br />

Yargıtay 20 ispat yükünün paylaştırılması hususunda “Hayatın olağan<br />

akışı” ölçüsüne dayanmaktadır. “Hemen bütün ilim adamlarının birleştiği<br />

ve Yargıtay uygulamasında kararlılık ifade eden ölçüye göre, ispat yükü<br />

hayatın olağan akışına aykırı iddia ve savunmada bulunana düşer” 21 .<br />

Görüldüğü üzere Yargıtay ve doktrinin bir bölümü (bkz. dn.20) “Hayatın<br />

olağan akışı” kavramını ispat külfetinin paylaştırılması vasıtası olarak<br />

ele alıyor 22 .<br />

260<br />

IV. Bir HGK Kararı:<br />

Yukarıda I-III bölümlerinde yer yer genel bilgilerin ele alınması sebepsiz<br />

değildir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yeni bir kararında yer<br />

alan sonuçların yukarıda ana hatları ile açıklanan hususlar çerçevesinde<br />

değerlendirilmesinin hem bu özel meseleler, hem genel kurallar hem de<br />

yorum esasları bakımından önemli olduğu kanaatindeyim.<br />

19 Açıklamalar ve norm teorisinin yetersiz kaldığı noktalarda (tehlike alanına göre bölüştürme)<br />

yeni çıkan teorilere ilişkin açıklamalar hususunda bkz. Alangoya s.306 ve son.<br />

ve orada anılan yazarlara.<br />

20 Aynı yönde Postacıoğlu Medeni Usul Hukuku Dersleri 6. bası s.536, 537; Kuru age c II<br />

s. 1989; Ansay s.255.<br />

21 2HD 07.10.1997 7065/10295 YKD 1998/3 s.338, aynı yönde 2 HD 12.4.2002 4306/5237<br />

İKİD 2002/Nisan sayı 496 s. 1004; bu konudaki örnekler için bkz. Alangoya 307 dn.20,<br />

Taşpınar S. Fiili Karinelerin ispat yükünün dağılımındaki rolü Ank. Huk.Fak.D.1996<br />

(basımı 1998) sayı 1-4 s.551 ve son; Umar/Yılmaz s.60 dn.56.<br />

22 Umar/Yılmaz ispat külfetinin paylaştırılmasında “tek başına yeterli” olmayacağını<br />

“çünkü bir olay hakkında davacı ve davalı tarafından ileri sürülen iddiaların, aynı derecede<br />

normal duruma uygun veya aykırı olması halinde de (ki buna sayısız örnek<br />

gösterilebilir) normal durum ölçütü işe yaramaz” demektedirler; ancak yazarlar bu kriterin<br />

norm teorisine aykırı olmadığını da söylüyorlar (s.60 ve son); aynı yöndeki görüş<br />

için bkz. Taşpınar dn.30’daki makale s.556.


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı<br />

HGK söz konusu kararında şöyle diyor:<br />

“HUMK’nun 290. maddesine göre, senede bağlı olan her çeşit iddiaya<br />

karşı def’i olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak<br />

veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler, miktar ne olursa<br />

olsun tanıkla ispat olunamazlar. “Senede karşı senetle ispat zorunluluğu”<br />

olarak adlandırılan bu kural, sadece senedin tarafları için geçerli olup, tarafların<br />

mirasçıları da, kural olarak (yalnızca kendi haklarına dayandıkları<br />

durumlar dışında) taraf kavramına dahildirler.<br />

Ne var ki senede karşı senetle ispat zorunluluğunu öngören bu kural<br />

da mutlak değildir. HUMK’nun 293. maddesini 3. ve 5. fıkralarında sayılan<br />

hallerde, senede karşı tanık dinlenebileceği gibi, Yargıtay uygulamasına<br />

göre, örneğin, borcun kumardan kaynaklandığı ya da ahlak ve adaba aykırı<br />

bir amacın tahakkuku için verildiği yolundaki savunma da tanıkla kanıtlanabilir.<br />

Kaldı ki, somut olayda, davacının belgede belirtilen miktarda<br />

parayı borç olarak verecek mali gücünün bulunmadığı, davalıların miras<br />

bırakanının da bu miktarda borç almasını gerektirecek herhangi bir durumun<br />

mevcut olmadığı da savunmuş ve buna ilişkin deliller toplanmıştır.<br />

İşçi emeklisi eşi olduğu dosya kapsamından anlaşılan davacının, herhangi<br />

bir işinin, gelirinin ve malvarlığının bulunduğu kanıtlanamamıştır. Davalıların<br />

miras bırakanının ise; 1982 yılından itibaren oto tamirhanesi işlettiği,<br />

gayrimenkullerinin özel otomobilinin bulunduğu, kira geliri elde<br />

ettiği, buna ilişkin resmi yazı cevaplarıyla sabittir. Bu durumda, davacının<br />

davalıların miras bırakanına 1.8.1997 tarihinde 10 milyar TL. borç para<br />

vermesi hayatın olağan akışına da uygun düşmemektedir.”<br />

(HGK 20.03.2002 913-77/206 İstanbul Barosu Dergisi 2003/1 s.158 ve<br />

son.)<br />

V. Değerlendirme:<br />

Görüleceği üzere kararda ispat teorisi açısından iki hususta sonuca<br />

varılmış bulunmaktadır:<br />

1) Özellikle 11. Hukuk Dairesi kararlarında mustakar nitelik kazandığı<br />

söylenebilecek, senedin kumar borcu 23 veya ahlaka ve adaba aykırı bir<br />

23 11 HD 22.10.1991 90/3731-5585 Erdemir İ. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu şerhi,<br />

1998 2. bası c. II s.1290, 1291; 11 HD 17.10.1978 3864/4510. YKD 1979/1 s.83; 11HD<br />

261


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

amacın gerçekleşmesi amacı 24 için verildiği hususunun şahitle ispatlanabileceği<br />

2) “Hayatın olağan akışı” ölçütünün HUMK 290 hükmünün istisnalarından<br />

biri olduğu<br />

Birinci mesele Yargıtay’ın daire kademesinde müteaddit kereler karar<br />

vermiş olduğu bir husustur. Buna mukabil “Hayatın olağan akışı” ölçütünün<br />

HUMK 290 hükmünün istisnasını teşkil ettiği yolunda doktrin ve<br />

içtihatta bir işarete rastlamadım.<br />

262<br />

1) Kumar ve bahis borcu veya ahlaka ve adaba aykırı amaç için senet<br />

verilmesi.<br />

Yukarıda belirtildiği üzere (bkz.dn 22) Yargıtay, üzerinde durduğum<br />

HGK kararına gelinceye kadar senedin kumar borcu için verildiği yolundaki<br />

iddianın şahitle ispatlanabileceğini kabul etmiştir. Yargıtay bu kararlarında<br />

açık bir gerekçeye dayanmamakta ve kumar ve bahisten bir alacak<br />

hakkı doğmayacağını düzenleyen BK 504 ve 505 hükümlerine atıf yapmakla<br />

yetinmektedir 25 .<br />

Yargıtay’ın bu kabulü doktrinde Kuru tarafından eleştirilmiştir 26 . Yazara<br />

göre senetteki borcun kumar veya bahis borcu olduğunun ispat edilmesi<br />

bedelsizlik (HGK 18.4.1990 141/249 İKİD 1990/359 s.7609) ve mücerret<br />

borç ikrarlarında (İBK 12.4.1933 30/6 RG 16.9.1933 s.2504; 11HD<br />

30.4.1992 7972/5770 YKD 1992/8 s.1226) olduğu gibi HUMK 290 hükmünün<br />

uygulanması suretiyle olmalıdır; aksi halde güvenlik kalmaz, her bononun<br />

kumar ve bahis borcu için verildiği yalancı tanıkla ispat edilerek<br />

iptali sağlanabilir 27 .<br />

30.5.1978 2335/2877 Batider 1978/4 s.1168; 19 HD 16.1.1996 95/4149-147 Erdemir s.<br />

1292.<br />

24 13 HD bir kararında “....... senedin gayri ahlaki amaçla verildiği yönünden tanık dinlenemez”<br />

sonucuna HUMK 290 hükmüne dayanarak karar vermiştir, Ank BD 1979/2<br />

s.84.<br />

25 Kumar ve bahis borçları hususundaki açıklamalar için bkz. Kocayusufpaşaoğlu N.<br />

Borçlar Hukuku Dersleri, Birinci Fasikül 2. bası 1985 s.68-72; aynı eserin son basısı<br />

s.50-53.<br />

26 c.II s. 2422 ve son.<br />

27 age s. 2422, 2423.


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı<br />

Bir kere yalancı şahit tehlikesinin bu şekilde bir gerekçe olarak kullanılması<br />

kanaatimce kabul edilemez. Zira, bütün istisnalarda bu tehlike<br />

mevcuttur. Bir örnek vermek gerekirse HUMK 293/5’de sayılan bütün<br />

durumlar HUMK 290 bakımından da istisna teşkil eder ve yalan şahadet<br />

tehlikesi mevcuttur.<br />

Kumar borcu veya ahlaka ve adaba aykırılık hususlarının senede<br />

karşı iddialar olduğu ve tarafın bedelsizlik, mücerret borç ikrarı, beyaza<br />

imza (İBK 24.03.1989 88/1-3 RG 5.2.1990) muvazaa (bir örnek olarak 1HD<br />

14.2.1996 1179/1570 YKD 1996/9 s.1381) iddialarından farklı olmadığı ve<br />

bu sebeple senetle ispat edilmesinin zorunlu olduğu gerekçesi üzerinde<br />

durulmasıdır. Kumar ve bahis veya ahlaka ve adaba aykırılık iddiaları yukarıda<br />

sayılan iddialarla senetle ispat zorunluluğu açısından aynı esasa<br />

bağlanabilir mi? Bedelsizlik, mücerret borç ikrarı, beyaza imza ve muvazaa<br />

durumlarında bu senedi verenin bu konuda sonradan ileri sürme durumunda<br />

kalabileceği iddiaları için, senet verdiği kişiden bir belge temin<br />

etmesi mümkündür. Senedin verildiği taraftan böyle bir belgenin talep<br />

edilmesi senedin verilmesi olgusu ile çelişmez. Diğer bir deyişle, taraf muvazaasında<br />

senedi veren, muvazaayı, beyaza imza veren beyaza imzayı vs.<br />

belirten bir belgenin verilmesini senedi verdiği kişiden talep edebilir. Böyle<br />

bir belgenin elde edilmesinde bir imkansızlık söz konusu değildir. Böyle<br />

bir belgenin verilmesi, senet verilmesini anlamsız kılmaz 28 .<br />

28 Bu bakımdan “Beyaza imza alınıp verilmesi hallerinde taraflar arasında karşılıklı ve<br />

kuvvetli emniyete dayanan bir münasebetin mevcut olduğu kabul edilmektedir. Böyle<br />

bir münasebet bulunmasa beyaz imza alınıp verilmesi düşünülemez. Bu durumda<br />

beyaz imza verenin diğerinden beyaz imza aldığını gösteren bir belge istemesi işin<br />

mahiyeti bakımından söz konusu edilemez” şeklinde genel bir ifade ile belirtilen gerekçeye<br />

dayanılarak şahit dinlenmesine cevaz veren 9 HD’nin 13.12.2000 tarih ve<br />

13464/18865 sayılı kararı (YKD 2001/7 s.1011-1012) tasvip edilemez. Yargıtay’ın kökleşmiş<br />

içtihatlarında haklı olarak, böyle bir senet verenin karşı tarafa güvendiği ve bu<br />

güveninin sonuçlarına katlanması gerekeceği belirtilmektedir, bir örnek olarak bkz.<br />

HGK 15.06.1994 310/401 İKİD 1994/403 s. 10431: “.... açık senet veren kişinin muhatabınca<br />

senedin veriliş amacına ve tarafların anlaşmalarına aykırı biçimde doldurulması<br />

riskini de peşinen göze almış olması gerekir”; aynı yönde HGK 22.03.2000 706/181<br />

YKD 2000/7 s.1018; Yargıtay menfaatler durumu itibariyle elinde senet bulunduran<br />

kişinin menfaatini, karşılıksızlığı gösteren bir belge alabilecek durumda olan senet vereninkine<br />

üstün görmektedir ki, mevcut ispat sistemimiz çerçevesinde kanaatimce de<br />

isabetlidir; 9HD’nin bu kararı, kıdem tazminatı talep eden işçiye karşı, işçinin istifa ettiğini<br />

gösteren belge ibraz eden işveren olayı için verilmiştir. Özel durumun değerlendirilmesi<br />

hususunda bkz. Özekes M., İş Akdinin Sona Ermesinde Beyaza Atılan İmza,<br />

Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi 2002/3 s.55 ve son; bkz. bu karar ilişkin açıklamalar<br />

için ileride (2)’ye.<br />

263


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Buna mukabil, bir kumar borcu için senet verenin karşı taraftan borcun<br />

kumar borcu olduğuna ilişkin bir senet temin etmesi 29 mümkün olmayacaktır.<br />

Alacağın tahsili imkanını ortadan kaldıracak olan böyle bir belge<br />

verilmesi beklenemez. Zira bu durumda senet lehdarının senet almasının<br />

anlamı kalmayacaktır.<br />

Bu husus “kumar yahut bahis için bilerek yapılan avansları ve ödünç<br />

verilen” paralar bakımından da bariz bir şekilde ortadadır 30 . Öyle ise senedin<br />

verildiği kişiden senedin kumar borcu olduğunu belirten bir belge<br />

alınması imkansızdır sonucuna varılmak gerekir.<br />

Bedelsizlik, mücerret borç ikrarı, beyaza imza ve muvazaa halleri ile,<br />

kumar ve bahis borçları veya adaba veya ahlaka aykırı bir hususun sağlanması<br />

amacı ile senet verilmiş olması arasındaki bu farklılık bunların aynı<br />

sonuçlara tabi tutulmamasını gerektirir. Diğer bir deyişle benzerlerin benzer<br />

sonuçlara tabi tutulması gereği kumar ve bahis borçları veya adaba veya<br />

ahlaka aykırı amaç için verilmiş olan senetler HUMK 293’deki imkansızlık<br />

29 Veya Kuru’nun söylediği gibi verdiği senede, kumar borcu için verildiği açıklamasını<br />

koyması, age s.2423.<br />

30 Bu bakımdan “Davacılar dava dilekçesinde, davalıların etkisi ile kumar oynamak üzere<br />

davalılar tarafından fiş bedeli karşılığında kendilerine senet imza ettirildiğini bu fişleri<br />

kumarda kaybettiklerini bildirmişlerdir. Bu oluşa göre davacıların kumar oynamak<br />

üzere davalılara borçlandıklarının kabulü gerekir. Alınan borç fişi karşılığı düzenlenen<br />

senedin kumar borcu şeklinde nitelenmesi ve iddianın şahitle ispatına olanak tanıması<br />

isabetsizdir.” şeklindeki kararın isabetine kani değilim. (19 HD 6.6.1994 93/6229-5752,<br />

Erdemir c.II s. 1292). İsviçre hukukunda da, kanunun bu sözleşmeleri aynı sonuçlara<br />

tabi tutma sebebinin kumar tutkusunu teşvik ve kolaylaştırma olduğu belirtilmekte,<br />

bu amaca kullanılmasa dahi, bu amaçla yapılmış olmalarının yeterli olduğu, müeyyidenin<br />

üçüncü kişi tarafından verilen teminatlara dahi sari olduğu, dava hakkı vermemesi<br />

yanında (borç mevcut dava hakkı yok. Borç yok görüşleri tartışması için bkz.<br />

Kocayusufpaşaoğlu age. s.70 ve son. Son bası s.52) ahlaka da aykırı olduğu (Giovanoli<br />

S. Berner Kommentar Band VI 2. Abteilung 7. Teilband, Obligationenrecht Art 492-<br />

515 OR. 1978, Art 513 s. 282-284 N.11,14) kaybedip kazanılmasının önemli olmadığı<br />

(Oser/Schönenberger Kommentar Zum schweizerischen Zivilgesetzbuch V. 3 1945 s.<br />

132 N.38) belirtilmektedir; alman hukukunda da özel hüküm olmamasına rağmen kumar<br />

oynamayı kolaylaştıran, devamını sağlayan sözleşmelerin de aynı müeyyidelere<br />

tabi tutulması gerektiği kabul edilmektedir. (bkz. Soergel Band. 4 11. bası, 1985 Paragraf<br />

762 s. 277 No.76); bu s 762’deki hükmün korunması için gerekli görülmektedir<br />

ve İsviçre’de olduğu gibi, bu sözleşmelerin ahlaka aykırılık dolayısı ile batıl olacağı<br />

da kabul edilmektedir. (Palandt Bürgerliches Gesetzbuch 57. Auflage 1998). (762 3.<br />

No.8s.853), mesela Federal Mahkeme oyun salonu sahibinin ödünç vermesini böyle<br />

görmüştür, BGH WM (Zeitschift für Wirtschafts-und Bankrecht, Wertpapiermitteilungen<br />

Teil IV) 1961 530.<br />

264


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı<br />

sebebi ile kabul edilmiş istisnalarla aynı esaslara tabi olmalı yani şahit ile<br />

ispat edilmeleri mümkün görülmelidir; bunların sadece HUMK m. 290 hükmünün<br />

istisnası olması nitelikleri icabıdır ve varılan sonucu değiştirmez.<br />

Yukarıda açıklanan gerekçeler sebebi ile HGK kararının isabetli olduğu<br />

düşüncesindeyim.<br />

2-) Hayatın olağan akışı ve senede karşı senetle ispat zorunluluğu<br />

Yargıtay’ın kumar ve bahis veya ahlaka ve adaba aykırılık iddiaları için<br />

şahit dinlenebileceği yolundaki kabulü üzerinde durduk. Kararda ayrıca,<br />

bir işi, geliri, malvarlığı bulunmayan bir işçi emeklisi eşi olan davacının,<br />

mali durumu iyi olan davalılar murisine 10 milyar TL. ödünç vermiş olduğu<br />

iddiasının hayatın normal akışına uygun olmadığı, bu sebeple bedelsizlik<br />

veya muvazaa savunmasının isbatı için davacının bu yolda ibraz ettiği<br />

senede karşı şahit dinletmesinin mümkün olduğu içtihat edilmiştir 31 .<br />

Bu kararda Yargıtay, bir kimsenin kendi mali durumu ile izah edilemeyecek<br />

olan yüksek miktarda borç vermesinin hayatın normal akışına<br />

uygun olmadığı yolunda bir tecrübe kuralına 32 dayanarak somut olaydaki<br />

31 HGK kararında, davalıların “savunmalarını muvazaadan kaynaklanan bedelsizliğe<br />

değil, ahlak ve adaba aykırılıktan doğan geçersizlik olgusuna” dayandırdıkların, yani<br />

işlem bakımından üçüncü kişi durumunda olmadıklarını (bkz. Alangoya s.379, 387 ve<br />

son. Kuru s. 2369 ve son. Yargıtay Kararlarından bir örnek olarak bkz. HGK 1.12.1993<br />

14-603/760 Erdemir c.II s. 1256; 6HD 19.11.2001 8761/8951 YKD 2002/1 s.39 senedin<br />

ahlaka aykırı bir amaçla verilmiş bulunduğu iddiasında olduklarını kabul ile, tanıkla<br />

isbatın mümkün olduğunu belirttikten sonra, hayatın normal akışına uygun olmamayı<br />

da bağımsız bir istisna olarak ele almakta ve işlemin tarafı olan (yani üçüncü kişi durumunda<br />

olmayan) kişi bakımından şahitle isbatı mümkün görmektedir.<br />

32 Tecrübe kuralları, hayatta sık tekrar eden, tekrarlanması ihtimal dahilinde olan olaylardan<br />

veya bilimsel ve teknik bilgilerin (ikinci kattan düşen taş üçüncü kat penceresine<br />

isabet etmez gibi) oluşturduğu ve kendilerini oluşturan somut olaylardan bağımsız<br />

hale gelmiş kurallardır; vakıa tesbitinde, hukukun olaya uygulanmasında, hakimin bir<br />

değer hükmü vermesinde, delillerin değerlendirilmesi ve bir delilin ispat değerinin<br />

saptanmasında, muhtevası belli olmayan kuralların (kötü niyet gibi) uygulanmasında<br />

önemli rol oynar.<br />

Tecrübe kuralları için bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald 15.Auflage S 113 II 1, Yıldırım<br />

age s.115 ve son; Sivrihisarlı Ö., Hukuk Yargılamasında Maddi Hukuka İlişkin Temyiz<br />

Nedenleri ve Yargıtay Denetiminin Kapsamı, 1978 s. 85; Taşpınar S., Fiili Karinelerin<br />

ispat yükünün dağılımındaki rolü Ank. Üni. HFD 1996 (Basım 1998) sayı 1-4 s. 533 ve<br />

son (538-539); Alangoya s.301; Yargıtay, paranın gelir getiren bir “meta” olduğundan<br />

hareketle geç ödemenin bir zarara yol açacağını aksinin iddiası halinde bunun ispat<br />

edilmesi gerektiğini (HGK 10.11.1999 353/929 YKD 2001/1 s.5), tecrübe kurallarının,<br />

265


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

mevcut vakıaları değerlendirmiş ve belirtilen tecrübe kuralına uyumsuzluğu<br />

senedin karşılıksız (veya muvazaalı) olarak verilmiş bulunduğunun<br />

fiili karinesi kabul etmiş ve şahit dinlenebileceği sonucuna varmıştır.<br />

Görüleceği üzere HGK hayatın normal akışına uygun olmayan bir iddiayı<br />

belgeleyen senede karşı, bu uyumsuzluğu, açıkça ifade etmemekle<br />

beraber, HUMK 292 hükmü yönünde ele almakta ve şahit dinletilmesini<br />

kabul etmiş bulunmaktadır. Mesele HUMK 292’deki istisnanın, HUMK<br />

293’dekilerin aksine konusu itibariyle sınırlı olmadığı ve bütün durumlar<br />

için bir istisna teşkil edebileceği niteliğine rağmen 33 , HGK kararındaki<br />

durumun HUMK 292 hükmü çerçevesinde kabul edilip edilemeyeceğidir.<br />

Diğer bir ifade ile, doktrinde hemen ittifakla 34 üç şartı bulunan HUMK<br />

292’deki istisnanın, hayatın normal akışına uygun olmama halini kapsayıp<br />

kapsamayacağı ele alınmak gerekir.<br />

Bu unsurlardan biri maddi unsur olarak da anılan “evrak ve vesaik”<br />

bulunması, ikincisi, aleyhine kullanılacak olan taraftan kaynaklanması<br />

(sadır olması) ve “sübuta kafi olmamakla beraber” “vukua delalet” etmesidir<br />

35 . Bu üç unsurun birbirleri ile yakın irtibat içinde bulunduğu, özellikle<br />

maddi unsurun diğerlerinden ayrılarak incelemesinin ve değerlendirilmesinin<br />

çok güç olacağı ifade edilmiştir 36 .<br />

HUMK 292, “vukua delalet” etmenin objektif bir şekilde belirginleşmesini<br />

amaçlamakta ve bunu aleyhine kullanılacak olan kişiden kaynaklanan<br />

266<br />

evi terk eden eşi yerde sürükleyen kocanın, evlilik birliğinin devamı arzusunun tezahürü<br />

olarak değerlendirilmesine engel olduğunu (HGK 19.10.1966 806/271 Ank.BD<br />

1966/6 s.1052), piyango bileti üzerine imzalar atılmış olmasını ortaklık olacağını (4HD<br />

10.4.1990 11035/6200 YKD 1990/10 s.1458) kabul etmiştir; “... ”Bilmesi gerektiği” hususunu<br />

takdir ve tayin, olayların normal akışına bakılarak mevcut fiili karinelere göre<br />

mahkemece ulaşılacak sonuçtur”, 15HD 05.10.1999 3252/3475 YKD 2000/6 s.907.<br />

33 Bkz. age Konuralp s.38.<br />

34 Konuralp age, s.38 ve son, Medeni Usul Hukukunda Yazılı Delil Başlangıcı (YDB) s.43<br />

ve son.; Postacıoğlu age s. 273 ve son, Kuru 2290 ve son. Ansay s. 295, Bilge / Önen<br />

s.567 Üstündağ, Pekcanıtez/Atalay/Özekes Medeni Usul Hukuku 2001 s. 412, 413;<br />

Alangoya s.383 ve son.<br />

35 Bu yazıda bu unsurlar bütün teferruatı ile incelenecek değildir; bu konudaki etraflı<br />

bilgi ve Fransız hukukundaki görüşler ve düzenlemeler için bkz. Postacıoğlu age s.253<br />

ve son.; Konuralp YDB s.43 ve son; zorlanan sınırlar s.38 ve son.; ben bu unsurlara<br />

incelemenin gerektirdiği kapsamda değineceğim.<br />

36 Konuralp YDB s.39 ve son.(42).


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı<br />

(sadır olan) bir belge şeklinde düzenlemektedir. Bu objektiflik oluşumunun<br />

tipik örneği belgenin, aleyhine kullanılacak olanının el yazısı ürünü<br />

olmasıdır 37 . Eğer “sadır olma”nın objektif bir şekilde belirginleşmesi başka<br />

şekilde de oluşabilirse burada da aynı fonksiyonun gerçekleşebileceği kabul<br />

edilebilir. Bunun bir örneği isticvap sırasında, yapılan açıklamaların<br />

ikrar teşkil etmemekle birlikte yazılı delil başlangıcı teşkil edebileceğinin<br />

doktrin 38 ve Yargıtay’ca da kabul edilmiş olmasıdır 39 . Bu sözlerin aleyhine<br />

kullanılacak kişiden sadır olduğu hususu “hakim huzurunda tesbit” edilmiştir<br />

40 . Diğer bir deyişle sadır olma bu yolla objektif bir şekilde belirginleşmiştir.<br />

Gerek beyanlar, gerek ilgili mercilerden verilen bilgiler de bir arada<br />

“vukua delalet” etmenin objektif bir şekilde oluşmasına yetebilir 41 . HGK<br />

kararındaki olaydan hareket edersek, davacının emekli işçi eşi olduğu, alınan<br />

emekli maaşı, herhangi bir mal varlığının bulunup bulunmadığı resmi<br />

mercilerden edinilecek bilgilerden oluşabileceği gibi (bkz.dn.37’deki<br />

açıklamalara) bu konularda davacının beyanları 42 ve bunların incelenmesi<br />

37 Açıklamalar için bkz. Postacıoğlu age.s.255 ve son., Kuru c.II s.2290 ve son.; Konuralp<br />

YDB s.45 ve son.; yazı karşılaştırmaları bakımından HUMK 308 ve son. hükümlerinin<br />

uygulanması hususunda bkz. Postacıoğlu s.263 ve son., Konuralp YDB s.110 ve son.;<br />

13HD 2.11.1981 6777/7320 Yasa 1982/4 s.607; inceleme yapılacağı hususunda bkz.<br />

HGK 21.4.1993 15-17/170 Erdemir I. c.2 s.1299; önemli olan diğer bir nokta temsilcisinden<br />

kaynaklanan yazıların da, tarafa karşı yazılı delil başlangıcı teşkil edebileceğinin<br />

kabul edilmesidir, Postacıoğlu s.285, Medeni Usul Hukuku Dersleri 1975 s.615<br />

(Dersler), Konuralp YDB s.118,119; Kuru s.2290 dn 661a, Bilge/Önen s.568.<br />

38 Postacıoğlu s.263, Dersler s.614, Kuru c.II, 2001 s.2310, Bilge-Önen 568, Konuralp YDB<br />

s.106-107; Tercan E. Tarafların isticvabı, 2001 s.328 ve son., Alangoya s.384.<br />

39 “..... davalı tarafın duruşma sırasında bu konuda ibraz eylediği yazı örneğini verdiği<br />

sıradaki beyanları, ikinci akdin sözlü olarak yapılmış olduğunu muhtemel gösteren bir<br />

yazılı delil başlangıcını teşkil ettiğinden mahkemenin ikinci akit hakkında tanık dinlenmiş<br />

olması, Usul K.nun 292. maddesi hükümlerine de uygundur.” HGK 6.12.1961<br />

74/44 Ad.Der. 1272 ve son (1278); Erdemir c.II s. 1298’de 6.12.1971 tarih ve E.74/T.N.1<br />

s.65 sayı kaydı ile verilen HGK kararının aynı karar mı olduğu tam anlaşılmamakla<br />

beraber nakledildiği kadarı ile içerikleri itibariyle benzerlik görülmektedir.<br />

40 Postacıoğlu age s.263.<br />

41 Yazılı delil başlangıcının senetten farklı olarak ilişkisi bulunduğu vakıanın gerçekliğine<br />

yönelik olma iradesi ile düzenlenmesi gerekli değildir, başka bir saik altında oluşturulmuş<br />

olabilir, Postacıoğlu age s.257; Kuru c.II s.2299, 2309.<br />

42 Her ne kadar medeni usul hukukunda tarafı belirli bir duruma zorlama anlamında<br />

yükümlülük istisnai bir durum ise de MK 2 hükmü usul hukukunda da taraflar için<br />

bir yükümlülük doğurur, dürüstlük kuralının medeni usuldeki bir alt uygulama şekli<br />

tarafların doğruluk ödevine uymalarıdır. (bkz. HUMK 230, açıklamalar için bkz.<br />

267


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

de mümkün olabilecektir. Mali durumun bu şekilde objektif olarak belirlenmesinden<br />

sonra bu durumda olan bir kimsenin, 1997 yılında 10 milyar<br />

TL. borç verip veremeyeceği hayatın olağan akışına göre değerlendirilecektir.<br />

Mesela alınan işçi emeklisi maaşı 1997 yılında 100 milyon TL ise<br />

ve başkaca hiçbir mal varlığı da bulunmuyorsa bu durum, mali durumu<br />

ancak kendisini geçindirebilen bir kimsenin, bu durumu ile bağdaşmasına<br />

açık olarak ihtimal bulunmayan miktarda ödünç vermiş olması, tecrübe<br />

kurallarına, hayatın olağan akışına uygun düşmeyecek, yani senedin karşılıksız<br />

veya muvazaa olduğu hususu için bir karine oluşturacaktır ki, bu<br />

karine, HUMK 292’deki düzenleme kapsamında görülmelidir; gerçekten<br />

yazılı delil başlangıcı ile delalet ettiği iddianın ilişkisi, bazı karinelere istinat<br />

etmekte ve hakim tarafından değerlendirilerek sonuçlar çıkarılması<br />

gerekmektedir. Pek tabii ki diğer taraf için de bu karineyi çürütmek amacı<br />

ile karşı iddialarda bulunma ve delil ibraz etme imkanı mevcuttur 43 .<br />

Hayatın olağan akışına uyumsuzluk sonucu HUMK 292 hükmünün<br />

uygulanabileceği diğer bir içtihat örneği Yargıtay 9HD’nin 13.12.2000 tarih<br />

ve 13464/18865 sayılı kararında 44 yer alıyor kanaatindeyim. Davacı kıdem<br />

tazminatı, kötü niyet tazminatı ve sair talepler ile işveren belediyeye karşı<br />

dava açmıştır. Belediye savunmasında davacının imzasını taşıyan “18 Nisan<br />

1999 belediye başkanlığı seçimini Servet’in kazanmasından rahatsızlık<br />

duyduğumdan belediyenizdeki görevimden istifa ediyorum” şeklinde<br />

bir dilekçe sunarak davanın reddini talep etmiştir. 9HD’nin beyaza imza<br />

hususunda şahit dinlenmesi gerektiğine ilişkin gerekçesinin isabetli olmadığına<br />

yukarıda değindim.<br />

268<br />

Alangoya s.33, s.166 ve s.286.) Bu bakımdan davacının somut olayda sorulan bu soru<br />

hakkında beyanda bulunma yükümlülüğünü kabul etmek gereklidir, beyanda bulunmaktan<br />

kaçınma veya yanlış beyanda bulunulduğunu anlaşılması da HUMK 292’nin<br />

uygulanmasını gerektirecektir.<br />

43 Postacığolu s.261, 276, 276; “Bu (yazılı delil başlangıcı) bir karinedir” Ansay age s.295;<br />

hakimin değerlendirmesi gereği için bkz. Konuralp YDB s.134 ve son; bkz. ayrıca Konuralp<br />

aynı esas s.139’da tecrube kuralının büyük önerme olarak alındığı (“bir kimse<br />

alacaklı olduğu kimseden borç istemez, borcunun ifasını ister”) örneğe; Bilge/Önen,<br />

yazılı delil başlangıcının bir karine teşkil etmesinin, ispat külfeti bakımından özelliğini,<br />

karinede lehine karine olan taraf değil, diğer taraf ispat ile yükümlü iken, yazılı<br />

delil başlangıcında, lehine olan tarafın, bunu teyid edecek diğer deliller (şahit) getirme<br />

imkanına sahip olacağını belirterek yazılı delil başlangıcının kanuni karineye yaklaşan<br />

bir kavram olduğunu ifade etmektedirler, s.266.<br />

44 Bkz.dn.28’e.


“Senede Karşı Senetle İspat” Kuralı ve “Hayatın Olağan Akışı” Kavramı<br />

Burada, HUMK 290 bakımından istisna teşkil edebilecek bir durum<br />

olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir. Eğer teamül, hile, ikrah gibi<br />

bir durum varsa mesele yoktur 45 .<br />

Olayda, davacı kendisinde ve diğer belediye çalışanlarından Belediye<br />

başkanı ve diğer yetkililer tarafından imzalarını taşıyan boş kağıtlar alındığını,<br />

sonradan doldurulduğunu istifa için bir nedenleri bulunmadığını<br />

ileri sürmüştür.<br />

Sadece davacının değil diğer çalışanların da aynı mealde istifa mektupları<br />

olup olmadığı hususunun objektif bir şekilde tesbiti mümkündür.<br />

Durum böyle ise, yeni belediye başkanının seçiminden “rahatsızlık” sebebi<br />

ile belediye çalışanlarının topluca istifa etmeleri, hayatın olağan akışına<br />

uygun değildir denilebilir ve HUMK 292’deki istisna çerçevesinde şahit<br />

dinlenebilir.<br />

Gerek objektiflik, gerek tecrübe kuralı kabulü, gerek uyumsuzluk hakimin<br />

takdir hakkına bağlıdır ve bu husustaki karar Yargıtay denetimine<br />

elverişli açıklıkta olmalıdır.<br />

SONUÇ:<br />

Senetle ispat zorunluluğu kurallarının tamamen terk edilerek serbest<br />

delil sistemine geçilmesi kanaatimce isabetli olmaz. Yargıtay Hukuk Genel<br />

Kurulu’nun prensip niteliğini taşıyan kararı, bu kuralların sertliklerinin<br />

giderilmesi hususundaki temenniler 46 yönünde önemli bir ilerleme sağlamıştır.<br />

Buradaki temel nokta bu ilerlemenin, kanunca kabul edilen bir<br />

hükmün amacına uygun bir yorum sonucunda sağlanıyor olmasıdır.<br />

45 Özekes, karar incelemesinde bunların bulunmadığı sonucuna varıyor ve beyaza imzayı<br />

vermezse işinden olacağı korkusunun ikrah teşkil etmeyeceğini söylüyor, s.61 ve son.<br />

46 Fransa’da senetle ispat zorunluluğu kuralının sertliğinin yazılı delil başlangıcı ile geniş<br />

ölçüde giderilmiş olduğu hususunda bkz. Postacıoğlu age s.253 Dersler s.615; bkz.<br />

yazılı delil başlangıcının bu fonksiyonu için Konuralp YDB s.161 ve son.<br />

269


Giriş<br />

İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya<br />

(Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

21. yüzyıl başı medeni usul hukukçuları bakımından “heyecanlı”<br />

başlamıştır. Gerçekten, ait olduğumuz hukuk ailesinin iki önemli kanununda<br />

önemli değişiklikler yapıldı: Alman Usul Kanunu 27.07.2001 tarihli<br />

kanunla (yürürlük 1.1.2002) önemli değişikliklere uğradı. Yine 2002<br />

yılında Avusturya Usul Kanununda da dikkat çekici değişiklikler oldu.<br />

Çok önemli, dramatik olarak nitelendirilen bir diğer değişiklik farklı bir<br />

aileye mensup İngiliz hukukundadır: “Civil Procedure Rules”da hemen<br />

20. yüzyılın bitiminden evvel (26 Nisan 1999) yürürlüğe girdi. Bu değişiklikle<br />

yargılamada hakimin rolü eski sistemin tam tersine önemli ölçüde<br />

arttırılmıştır 1 .<br />

Bizim bakımımızdan önemli olduğunu düşündüğüm diğer bir gelişme<br />

HUMK’un mehazı olan Neuchatel Usul Kanununun bulunduğu<br />

İsviçre’de cereyan etmektedir. Kantonal nitelikte olan usul kanunlarının<br />

birleştirilmesi hususundaki çalışmalar ilerlemiş, 12 Mart 2000 tarihinde<br />

birleştirme hususu halk oylamasına sunulmuş ve büyük bir çoğunlukla<br />

Federal Kanunkoyucu’ya yetki verilmiştir. Adalet Bakanlığı tarafından ku-<br />

1 Bkz. bunlar hakkında daha geniş açıklamalar için Alangoya H.Y. Dava Temeli, Hakimin<br />

Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü ve Bu Konudaki Gelişmeler Hakkında,<br />

Kazancı, Hukuk İşletme ve Maliye Bilimleri Hakemli Dergi Mayıs 2005 Sayı 9 s.83-113<br />

(93 ve son.).


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

rulan komisyon ön tasarıyı hazırlamış ve tasarı 2003 yılında açıklanmış-<br />

tır 2 .<br />

Pek tabii ki en önemli gelişme HUMK’un yerine geçeceği anlaşılan<br />

yeni Medeni Usul Kanunumuz’un hazırlık çalışmalarıdır. Öyle anlaşılmaktadır<br />

ki tasarıyı hazırlamakla görevlendirilen Sayın Komisyon’un çalışmaları<br />

sonucu oluşacak tasarıya ilişkin rapor bu yıl içinde tamamlanacak<br />

ve açıklanacaktır.<br />

Kanaatimce bu yılın medeni usule ilişkin konusunun nizasız kazaçekişmesiz<br />

yargı olarak tesbit edilmesi çok isabetli olmuştur. Çekişmesiz<br />

yargı, adliye mahkemelerinin faaliyetinin büyük bir bölümünü kapsıyor.<br />

Buradaki açıklamalar ve tartışmalar görüşüme göre, nizasız kazanın teknik<br />

hükümlerinin açıklanması dışında, önemli bir meseleyi de ele almalıdır:<br />

Nizasız Kaza ne şekilde düzenlenmelidir? Bunun üç cevabı olabilir:<br />

1. Ayrı bir düzenlemeye gerek yoktur. Bugünkü durum muhafaza edilmeli,<br />

belirli nizasız kaza işlerinde sevkedilmiş usuli düzenlemeler dışında<br />

bu alan “hakim hukuku”na bırakılmalıdır.<br />

2. Almanya ve Avusturya örneklerinde olduğu gibi nizasız kaza ayrı<br />

bir kanunda düzenlenmelidir.<br />

3. Medeni Usul Kanununda Nizasız Kaza’ya ilişkin temel hükümler<br />

yer almalı, diğer alanlar ilgili kanunlardaki sarahatler dışında bu kanunun<br />

hükümlerinin uygun ölçüde uygulanması ile tamamlanmalıdır.<br />

İlk alternatifin terk edilmesi ve nizasız kaza için özel hükümler sevkedilmesi<br />

hususunda usul hukukçuları arasında bir uyum olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Son iki alternatif bakımından da hukukumuzda ayrı bir kanun<br />

yapılması hususu özellikle Alman modeli dikkate alınarak benimsenmiş<br />

gibidir. İşte bu noktada bir başka model İsviçre Federal Medeni Usul Kanunu<br />

tasarısında yer alıyor. Bu bakımdan Medeni Usul Kanunu Komisyonu,<br />

bu meselede bir yol tesbit etmek durumundadır. Ayrı bir Kanun alternati-<br />

2 Bu tasarı hakkındaki açıklamalar ve bazı değerlendirmeler için bkz. Alangoya,<br />

İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru, Prof. Dr. Özer Seliçi’ye Armağan,<br />

2006 s.83 ve son.<br />

2a Ancak 5236 Sa.K. ile değiştirilen HUMK 428/4 hükmünün nizasız kaza işlerinde temyiz<br />

yolunun kapalı olduğu yolundaki düzenleme bu hükmün yürürlüğe gireceği tarih<br />

dikkate alındığında bir zaman baskısı getirmektedir.<br />

272


İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya (Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler<br />

fini seçerse, yapacağı fazla bir şey yoktur 2a . Ancak İsviçre modeli benimsenirse<br />

yeni Medeni Usul Kanunumuz nizasız kazayı da düzenlemek durumunda<br />

olacak ve Sayın Komisyon bu hususu ele alacaktır. Bu sebeple<br />

ben İsviçre modelini ve buna yöneltilen bazı eleştirileri gündeme getirmek<br />

gereğini duydum.<br />

Burada nizasız kazanın düzenlenmesi bakımından bir meseleyi vurgulamamız<br />

lazımdır. Nizasız kaza hakime geniş yetki verilmesi gereken,<br />

elastiki bir faaliyet olarak düzenlenmelidir. Ancak bu gereğin karşısında<br />

bir diğer gereklilik vardır: bu faaliyetin hukuk devleti gereklerine uygun<br />

olması; bu da hakimin yasal kurallara bağlılığı sayesinde sağlanır. İşte<br />

nizasız kazada bir yol seçilirken ve belirli meseleler düzenlenirken bu<br />

birbiri ile karşıtlık gösteren iki husus en iyi şekilde telif edilmek gerekecektir.<br />

Nizasız kaza alanında da yeni yüzyıl başının hareketli olacağı öngörülebilir.<br />

İsviçre’ye bu çalışmada temas ettim. Almanya’da da FGG’nin temelli<br />

bir şekilde tadili gündemdedir. Avusturya’da yeni bir nizasız kaza<br />

kanunu kabul edilmiştir. Bu kanun 1.1.2005 tarihinde yürürlüğe girmiştir 3 .<br />

Almanya’da 1964 yılında kurulan komisyon 1977 yılında nizasız kazaya<br />

ilişkin bir taslağı açıkladı. Ancak bu tasarı ciddi eleştirilere hedef<br />

oldu 4 ve terk edildi 5 .<br />

Alman Adalet Bakanlığı 27 yıl sonra meseleyi yeniden ele aldı ve bir<br />

komisyon kurdu. Komisyon Kanunun genel bölümü üzerinde çalışarak bir<br />

tasarı hazırladı 6 . Almanya’da FGG’nin reforma tabi tutulması gereği tartışmasız<br />

kabul ediliyor. Reform ihtiyacı kanunun, eksik (unvollständig),<br />

3 Almanya’daki Usul hukukçuları 2004 toplantısında Prof.Dr. Bernhard König, Avusturya<br />

modelinin nasıl gelişeceğinin izlenmesinin yararlı olacağını söylüyor, Kerwer C.,<br />

Bericht über die Diskussion zum Thema “Die Erneuerung der Freiwilligen Gerichtsbarkeit<br />

(Ausserstreitverfahren) aus deutscher, österreichischer und schweizerischer Sicht,<br />

ZZP 117 (2004) 4 s.449.<br />

4 Bu konu için bkz. Kollhosser, Zur Problematik eines “Allgemeinen Teils”in einer Verfahrensordnung<br />

für die Freiwillige Gerichtsbarkeit, ZZP 93 (1980) s.265 ve son.; König<br />

B., Probleme eines “Allgemeinen Teils”einer Verfahrensordnung für die Freiwillige Gerichtsbarkeit,<br />

ZZP 93 (1980) s.312 ve son.<br />

5 Bork R., Die Erneuerung der Freiwilligen Gerichtsbarkeit aus deutscher Sicht, ZZP 117<br />

(2004) s.399 ve son (400).<br />

6 Bork s. 400, yazar tasarının incelenmek üzere kendisine verilmediğini, duyumlara göre<br />

değerlendirme yapacağını ifade ediyor.<br />

273


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

heterojen, ihata edilemez (unübersichtlich) ve hukuk devleti açısından<br />

noksanlıkları olmasından kaynaklanmaktadır 7 .<br />

Bu tasarının temel taşları, “büyük aile mahkemesi” (grossen Familiengericht)<br />

kurulması ve aile hukukuna ilişkin bütün yargılamaların bu mahkemede<br />

görülmesi, çekişmeli işlerin mümkün olan en geniş ölçüde nizasız<br />

kaza kapsamından çıkarılarak ZPO yargılamasına tabi tutulması ve nizasız<br />

kaza için geniş bir genel bölümü ihtiva eden ve genel olarak koruma-yardım<br />

yargılamasına (Fürsorgeverfahren) yönelik bir yargılama (ancak bazı<br />

hallerde ihtilaflı işler bakımından özel bölümde hükümler yer alacak) şeklinde<br />

sayılmaktadır 8 . Bu temel yönler de önemli tenkitlere uğramıştır 9 .<br />

Girişin sonucu olarak şunu söylemek mümkündür, bütün bu tasarılar,<br />

kanunlar ve bunlara ilişkin görüş ve gelişmeler bizim bakımımızdan, en<br />

uygun sonuca varmayı kolaylaştıracaktır.<br />

274<br />

II- İsviçre Federal Medeni Usul Kanun Tasarısında Nizasız Kaza (Çekişmesiz<br />

Yargı – Freiwillige Gerichtsbarkeit – Ausserstreitverfahren)<br />

Düzenlemesi<br />

1. Tasarı Hakkında Kısa Bilgi:<br />

İsviçre’de, medeni usulün tek bir kanun haline getirilmesi gelişimi Almanya’dakinin<br />

aksine olmuştur. ZPO 1877 tarihinde kanunlaşmış buna<br />

mukabil BGB uzunca bir süre sonra kanunlaşmıştır.<br />

Ancak kantonal usul kanunlarının birleştirilmesi fikri yeni değildir.<br />

1861 yılında kurulan İsviçre Hukukçular Birliği’nin kurucu komitesi daha<br />

o zaman medeni hukuk ve ceza hukukları yanında usul kanunlarının birleştirilmesi<br />

hususunda da geniş bir mutabakat sağlanmasını amaçları arasına<br />

almıştır. Hukukçular Birliği’nin 1961 ve 1969 yıllarındaki toplantıları<br />

bu konuyu ele almıştır.<br />

Usul Kanunları’nın parçalanmışlığı’nın yarattığı güçlükler önemli boyutlara<br />

varınca Federal Hükümet harekete geçmiş ve Adalet Bakanlığı tasa-<br />

7 Bunların geniş açıklaması için bkz. Bork s.401 ve son.<br />

8 Bork s.400.<br />

9 Bkz. Kerwer C. ZZP 117 (2004) 4 s. 445 ve son., de eleştiriler ve Adalet Bakanlığı temsilcisinin<br />

(C. Meier-Seitz) cevaplarına.


İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya (Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler<br />

rının hazırlanması için bir komisyon oluşturmuştur. 2000 yılında yapılan<br />

referandumda halk büyük çoğunluğu ile Federal Kanunkoyucu’yu kantonal<br />

kanunlar yerine Federal Usul Kanunu yapma hususunda yetkilendirmiştir.<br />

Komisyon tasarıyı 2003 yılında tamamlamış ve tasarı açıklanmıştır.<br />

Tasarı hakkında görüş alma usulü (Vernehmlassungsverfahren) başlamış<br />

bulunmaktadır. Bu usuldeki gelişme ve düzeltimler gizlilik kaydı<br />

altındadır. 2004’de yayınlanan bir makalede 10 federal usul kanununun kanunlaşma<br />

süresinin 5-10 yıl sürebileceği ifade edilmektedir.<br />

2. Tasarıda Nizasız Kazaya İlişkin Düzenleme:<br />

2003 tasarısı nizasız kazaya ilişkin kanaatimce önemli hükümler sevketmiştir.<br />

Bunları şu şekilde özetleyebilirim.<br />

a-) Art.258’den itibaren kanun Basit Yargılama Usulü (Summarisches<br />

Verfahren)nü düzenlemektedir (2.Teil: Besondere Bestimmungen, 2.Titel<br />

Besondere Verfahren, 5.Kapitel Das Summarisches Verfahren). Genel olarak<br />

bu usulün uygulanacağı hususlar arasında (c) bendinde “nizasız kaza”<br />

belirlenmiş bulunmaktadır.<br />

b-) Tasarı basit yargılamanın işbu kanunda (tasarıda) belirlenen hallerde<br />

de uygulanacağını Art 258/a’da düzenledikten sonra takip eden iki<br />

maddede, bu yargılama usulünün özellikle uygulanacağını belirtmiş, Art<br />

259’da 28 bent halinde Medeni Kanun (ZGB)daki işleri (Angelegenheiten)<br />

Art 260’da da 37 bent halinde Borçlar Kanunundaki (OR) işleri saymıştır 11 .<br />

Bütün bunların burada teker teker sayılması söz konusu değildir. Ancak<br />

önemle belirtilmesi gereken bunların büyük bölümünün teknik anlamda<br />

nizasız kaza işi olduğudur.<br />

Art 261-265 basit yargılama usulünde, talep, cevap, karşı dava, deliller<br />

ve karar’ı düzenlemektedir (2. Abschnitt, bkz. dn.11 e),<br />

Art 266-267 (3.Abschnitt) esasın ihtilafsız veya derhal ispat edilebilir<br />

olduğu veya hukuki durumun açık bulunduğu durumlarda basit yargıla-<br />

10 alther alther Fridolin, Die aktuelle Situation der Freiwilligen Gerichtsbarkeit nach schwei- schweizerischen<br />

Recht, ZZP (2004) 117/4 s.426.<br />

11 Bu üç madde basit yargılama usulünü düzenleyen yukarıda belirttiğim 5.Kapitel’in 1.<br />

bölümünü (Abschnitt) teşkil ediyor.<br />

275


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ma usulüne dahil olan hallere ilişkin bazı özel hükümler sevkeden “Açık<br />

hallerde hızlı hukuki himaye” (Schneller Rechtsschutz in klaren Fällen)<br />

usulünü düzenlemektedir.<br />

c-) Basit yargılama usulü içinde yer alan nizasız kaza bakımından<br />

da tasarı bu kaza şekline uygulanacak “Freiwillige Gerichtsbarkeit” başlığı<br />

altında 4. Abschnitt’i oluşturan üç madde (Art 268-270) sevketmektedir:<br />

aa) Art 268’e göre, nizasız kaza işlerinde mahkeme esası re’sen inceleyecektir<br />

(von Amtes wegen prüfen). Bu dava malzemesinin hakim tarafından<br />

araştırılacağı şeklinde anlaşılmaktadır 12 .<br />

bb) Art 269’da, kanunda aksine bir sarahat bulunmadıkça veya hukuki<br />

güvenliğe (kamu düzeni) aykırı olmadıkça nizasız kazada verilen kararlar<br />

kesin hüküm teşkil etmez, yanlışlıklar sonradan ortaya çıkarsa karar kaldırılabilir<br />

veya değiştirilebilirler.<br />

cc) Tasarı, nizasız kazada da görev işine müdahale etmemiştir. Bu günkü<br />

kantonal düzenlemelerde bazı nizasız kaza işleri idari makamlara da<br />

verilmiştir. İşte tasarı bu gibi durumlarda da basit yargılama usulüne göre<br />

karar verilmesi gerektiğini ve bunların kararlarının da mahkeme kararları<br />

gibi iptal edilebileceğini Art.270’de düzenlemiştir.<br />

d-) Tasarının Nizasız Kaza’yı zikrederek sevkettiği hükümler bundan<br />

ibaret değildir.<br />

Art 17, nizasız kaza işlerinde, talep ileri süren tarafın ikametgâhı veya<br />

meskeninde bulunan mahkeme veya idari makamı yetkilidir.<br />

Art 25’de gayrimenkuller için tesbit edilen yetkinin, gayrimenkule<br />

ilişkin nizasız kaza işlerinde de yetkili olacağı hükmü vardır, Art 25/IV.<br />

e-) Kanaatimce önemli olabilecek bir düzenleme de Tasarının adi usulü<br />

muhakemeyi düzenleyen hükümlerinin, kanunda aksine bir düzenleme<br />

olmadıkça özel yargılamalarda bu arada basit yargılama usulünde de uygun<br />

olduğu ölçüde uygulanabileceğidir.<br />

12 alther F. ZZP 117 (2004) s.438; Frei Sylvie, Sühneverfahren, summarisches, einfaches<br />

und ordentliches Verfahren nach der neuen Schweizerischen Zivilprozessordnung,<br />

Die neue Schweizerische Zivilprozessordnung, 2003 Helbirg-Lichtenhahn s.30.<br />

276


İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya (Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler<br />

Diğer taraftan tasarının kısa tutulduğu ve Genel Hükümlerinin (Allgemeinen<br />

Bestimmungen) özel bölümde tekrarlanmadığı belirtiliyor 13 . Diğer<br />

bir deyişle genel hükümler de özel yargılamalarda uygulanacaktır. Bir<br />

örnek vermek gerekirse hakimin nizasız kazada araştırma yetkisine sahip<br />

olması dinlenilme hakkını (Art 48) bertaraf etmez. Nizasız kazada verilecek<br />

kararların ayrıca bir sarahat yok diye gerekçesiz olabileceği sonucuna<br />

varılamaz. Katılanların ehliyetleri meselesi de büyük ölçüde medeni usulün<br />

kurallarına tabi olacak, tasarruf ilkesinin yürümediği durumlarda ise<br />

hakim re’sen harekete geçebileceği için, bu özellik farklılıklar getirebilecektir.<br />

f-) Nizasız kazada verilecek kararlara karşı kanun yolu meselesine gelince,<br />

tasarı kantonal istinaf yolunu basit yargılama usulündeki kararlara<br />

kapamış bulunmaktadır, Art 290: bu yolun sadece adi ve sadeleştirilmiş<br />

usulde verilen kararlar için açık olduğu belirtilmiştir 14 . Buna mukabil tasarı,<br />

basit yargılama sonucu verilmiş olan ilk derece mahkemesi kararlarına<br />

karşı “Rekurs” yolunu tanımış bulunmaktadır (Art 299/I b). Bu yola başvurma<br />

sebepleri, hukukun yanlış uygulaması ve esasın yanlış tesbit edilmesidir<br />

ki (Art 300) istinafla aynıdır (Art 291). Müracaat süresi 10 gündür,<br />

önemli sebepler halinde 10 gün uzatılabilir Art 301 (İstinafta 30 gün, Art<br />

292).<br />

Kısacası iki kanun yolu arasında çok büyük bir farklılık mevcut değildir<br />

(Yeni dava malzemesi getirilmesi bakımından bkz. Art 297, Art 306,<br />

Rekurs da katılma suretiyle Rekurs kabul edilmemiş, istinafta buna cevaz<br />

verilmiştir, Art 296, Art 305).<br />

13 Sutter-Somm, Thomas (Komisyon Başkanı), Schwerpunkte und Leitlinien des Vorentwurfs<br />

zur Schweizerischen Zivilprozessordnung, Die Künftige schweizerische Zivilprozessordnung<br />

(Mitglieder der Expertenkommission erläutert den Vorentwurf) Schulthess<br />

2003, s.17; deliller konusunda ayrıca bir sarahat yoktur. Avusturya Kanunu’nun<br />

paragraf 31/I hükmünde esasın tesbiti bakımından “bunun için uygun olan her delil”<br />

şeklindeki düzenlemenin, sadece kanunda yer alan delilleri değil, her bilgi kaynağı<br />

şeklinde anlaşılmakta olduğu ifade edilmiştir, Klicka T, Kerwer C. ZZP 117/4 (2004)<br />

s.445; hukukumuzda takdiri delillerin “özel hüküm sebepleri”ni düzenleyen m.367<br />

hükmü dolayısı ile tahdidi olarak sayılmamış olduğu hakkında bkz.Alangoya/Yıldırım/<br />

Deren-Yıldırım Esaslar 4.bası s.401, Üstündağ s.614, Konuralp H. Medeni Usul Hukukunda<br />

Yazılı Delil Başlangıcı, 1988 s.26 ve son.<br />

14 Bazı boşanma ve çocuk davalarında da istinaf yolu açık tutuluyor, Art 290/c, d, e.<br />

277


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

278<br />

3. Eleştirisel Yaklaşım:<br />

a-) İsviçre hukukunda da federal ve kantonal medeni usul düzenlemelerinde<br />

nizasız kazanın yasal bir tarifinin bulunmadığı söyleniyor 15 .<br />

Ancak muhtelif kanton kanunları “ihtilaflı olmayan hukuki meseleler”<br />

de yargılama kavramına yabancı değildir. Mesela HUMK’un mehazı olan<br />

Neuchatel ZPO’sunda, HUMK m. 546-552’de düzenlenen “Temhir Usulü”<br />

ve 553-560 hükümlerinde düzenlenen “Tahrir”e tekabül eden Art 506 ve<br />

son hükümleri teknik anlamda nizasız kaza işleridir 16 . Guldener, nizasız<br />

kaza ile nizalı kaza arasında kesin bir ayırımın yapılmasının mümkün olmadığını<br />

belirtmektedir 17 .<br />

Nizasız kaza’yı müstakil bir kanunda düzenleyen hukuk düzenlerinde<br />

de, bu iki alanı kesin bir şekilde ayıracak bir tarif verilmiş değildir. Gerçekten<br />

FGG’nin, kanunun uygulama alanını belirten 1. paragrafı “Aksine bir<br />

hüküm olmadıkça, imparatorluk kanunu ile mahkemelere verilmiş olan<br />

nizasız kaza işlerinde aşağıdaki genel hükümler meridir” şeklindedir 18 .<br />

FGG, özel bölüme birçok hususu zaman içinde eklemiştir 19 .<br />

15 alther F: ZZP 117 (2004) s.429; ancak Guldener’in İsviçre’deki nizasız kazaya ilişkin<br />

eserinde belirttiği üzere istinai olarak bazı kanunlarda nizasız kaza kavramının tarifinin<br />

yapılmasının tecrübe edildiğine işaret ediyor, eski Zürich ZPO 378 şöyle bir hüküm<br />

ihtiva ediyordu “Nizasız kaza, özel kişilerin özel hakların oluşturulması, değiştirilmesi<br />

veya kaldırılmasına veya bir esasın tesbitine ilişkin tek taraflı talepleri üzerine<br />

ilgili mercilerin yaptıkları kazayı kapsar”; Guldener böyle bir hükmün Schaffhausen<br />

ZPO 312’de de yer aldığını belirtiyor, Guldener M., Grundzüge der freiwilligen Gerichtsbarkeit<br />

der Schweiz, Zürich Schulthess 1954 s.1; Guldener haklı olarak, nizalı kazada<br />

da inşai ve tesbit davaları bulunduğunu, bunlar sonunda verilecek hükümlerinde aynı<br />

sonuçları doğuracağını, tek taraflı talep kavramının da yeterli olmadığını, zira dava<br />

ikamesinin de bu nitelikte olduğunu belirtiyor, s.2.<br />

16 Guldener s.1, yazar benzer hükümlerin o zamanki Zürich 378 ve son; Schwyz 417 ve<br />

son, Schaffhausen 312 ve son., Tessen 534 ve son. aadt 568 ve son., Genf 500 ve son.<br />

hükümlerinde de yer aldığını, bazı düzenlemelerde de “tek taraflı talep ile” görülecek<br />

işlerin bulunduğunu belirtiyor ve bunlar arasında Bern, Niedwalden, Glarus, Basel-<br />

Land 2, Appenzel A-RH, Graubünden, allis kantonlarının Usul Kanunlarının tatbikatına<br />

ilişkin kanunların (Einführungsgesetz) hükümlerini belirtmektedir, s.1 dn.2.<br />

17 Yazar bir tarif verilmesinin de anlamı olduğuna işaret ediyor, bkz. ileride İsviçre doktrin<br />

ve içtihadının durumuna, dn.22-24’e ait metne.<br />

18 12.5.2005 tarihi itibariyle FGG’nin genel hükümleri 34 maddeye kadar devam ediyor,<br />

(mk: MsIT Store: C:/Programme/Hanfe/Gesetze.chm::/html/HI768018.html; Borg R. ise<br />

(Die Erneuerung der Freiwilligen Gerichtsbarkeit aus deutscher Sicht, ZZP 117 (2004)<br />

s.399 ve son.) genel bölümün bugün 36 madde olduğunu beyan etmektedir.<br />

19 5 Ağustos 1964’den 13 Aralık 2003’e kadar hemen tamamı özel bölümde olmak üzere<br />

FGG 71 adet tadil görmüştür. 1.1.2005’de yürürlüğe giren Avusturya Kanununda da


İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya (Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler<br />

Bunları açıklamamız sebepsiz değildir. İsviçre Kanun tasarısını yetersiz<br />

bulan alther eksiklikler arasında uygulama alanının düzenlenmediğini<br />

de sayıyor 20 . Yukarıda belirttiğim gibi tasarı, büyük bölümü nizasız<br />

kaza çerçevesine giren işleri Art 259 ve Art 260’da saymıştır. ZGB ve OG<br />

dışındaki haller de bu listeye eklenebilir. Müstakil bir kanunda da, özel<br />

bölümde bu metod uygulanacaktır. Bu bakımdan, uygulama alanının belirtilmemiş<br />

olmasından bir tarif verilmemiş olduğu kastediliyorsa, böyle<br />

bir tarif daima eksik ve yetersiz kalacaktır.<br />

b) İster özel bölümünde nizasız kazaya giren işleri tesbit eden özel bir<br />

nizasız kaza kanunu olsun (Alman modeli) ister Medeni Usul Kanununda<br />

tahdidi olmasa da tadad edilmek ve tabi olacağı özel hükümleri sarahaten<br />

düzenleyen ve diğer hususlarda kanunun diğer hükümlerinin kıyasen uygulanacağı<br />

bir sistem benimsensin, nizasız kaza’nın tarif edilmesinin önemi<br />

kanaatimce azalmıştır 21 . Çünkü bu modellerde kapsama girecek hususlar<br />

kural olarak kanun koyucunun kanunen belirlemesi suretiyle olacaktır.<br />

Buna rağmen hiçbir düzenleme yapılmamış olan bugünkü duruma kısaca<br />

değinmekte fayda vardır. Bugün baskın olduğu söylenebilecek görüş 22<br />

Federal Mahkeme Usul Kanunu (Bundesrechtspflegegesetz, OG) hükümlerinden<br />

karşı kavram alınmak suretiyle bir genel tarife varılabileceğidir.<br />

OG Art 43 ve son. hükümlerinde Federal Mahkemenin istinaf mahkemesi<br />

olarak hangi işlere bakabileceğini düzenleyen maddelerde “Zivilrechtsstreitigkeiten”<br />

(Medeni Hukuk İhtilafları) dan bahsedilmektedir, Art 44,<br />

46. Eğer bir ihtilaf bu kavram altına altlanamıyorsa bir nizalı kaza işi değil<br />

nizasız kaza işi mevcuttur 23 . Federal mahkeme “Zivilrechtstreit”dan iki<br />

veya daha fazla kişi arasında, medeni hukuktaki bir hakkın sahibi olma<br />

sıfatı ile, bir çekişme sonucunda medeni hukuk ilişkisinin kesin ve devamlı<br />

olarak halledilmesini anlamaktadır. Buna göre konu yargı çeşidini<br />

paragraf 1 Abs.1.’deki uygulama alanının somut sonuçlar çıkarılabilecek bir nitelikte<br />

olmadığı belirtiliyor; Prof.Dr. Thomas Klicka’nın açıklaması, bkz. Kerwer C. ZZP 117<br />

(2004) 4 s. 445.<br />

20 alther, s.439.<br />

21 Bkz. bazı tarifler için alther F. ZZP 2004 (117) s.429-431; bu tariflerin hemen hiçbiri,<br />

kanun koyucu tarafından nizasız kaza usulüne tabi tutulmuş durumların hepsine uyacak<br />

nitelikte değildir; Kuru, bu tesbitin asgari olarak kanun koyucunun nizasız kazaya<br />

tabi tutacağı işler bakımından yol gösterici olduğunu söylüyor, s.37 ve son.<br />

22 alther s.433.<br />

23 BGE 107 II 499 E.3b s.501.<br />

279


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

belirler. Buradaki ayırım kesin değildir ve bunu her somut halin niteliklerini<br />

dikkate alarak hakim yapar 24 . Federal Mahkeme bu noktada doktrinde<br />

farklı metodların geliştirildiğini, uygulanan kanun hükmünün özel menfaati<br />

mi kamu menfaatini mi ilgilendirdiği (Interessen Theorie), doğrudan<br />

bir kamu görevinin mi yapıldığı (Funktions- Theorie), devletle özel kişi<br />

arasındaki ilişkiyi mi, iki özel kişi arasındaki ilişkiyi mi düzenlediği (Subjektions<br />

Theorie) gibi teorilerin bulunduğuna işaret ediyor.<br />

Ancak bütün bunların tesbitinin hakim tarafından yapılacağı ve münferit<br />

bazı hükümler dışında bir nizasız kaza düzenlemesi olmadığı için<br />

meselenin kalıplaşmış bir “hakim hukuku” (Richterrecht) na tabi olduğuna<br />

işaret edilmiştir 25 .<br />

İsviçre hukukunda halen mevcut bu durumun belirsizliğinin, nizasız<br />

kazanın en önemli noktası (Harten Kern) olan yargılama garantilerini<br />

(güvenliğini) ilgilendirdiği, somut durumlara uygun davranma elastikiyeti<br />

vermekle beraber hukuk devleti açısından bir noksan teşkil ettiği, zira<br />

hangi halde hangi kuralın uygulanacağı veya uygulanmayacağının belirli<br />

olmadığı söylenmiştir 26 . alther ciddi bir yenileme ihtiyacı olduğunu ve<br />

Federal Usul Kanununu tasarının hükümleri itibariyle bu ihtiyacı karşılamaktan<br />

uzak kalacağını ifade etmektedir. Tasarıda belirli temel düzenlemeler<br />

dışında kalan hususlara kanunun diğer hükümlerinin uygun olduğu<br />

ölçüde uygulanacağı sonucunun tatminkâr olmadığını, “uygulama<br />

alanı, taraf kavramı, yargılamanın cereyanının sarih olarak düzenlenmesi,<br />

katılanların yardım sorumluluğu, gıyap, sulh imkânı, serbest isbat ile<br />

esasın aydınlatılması, dinlenilme hakkı” gibi hususların düzenlenmeden<br />

bırakıldığını, bu durumda hukuki parçalanmışlığın devam edeceğini söylüyor<br />

27 . Ona göre Almanya ve Avusturya’daki gibi özel bir kanun kabul<br />

edilmelidir.<br />

24 Dn.12’deki kararla aynı yönde BGE 101/II 1975 2a s.368,369.<br />

25 Habscheid, Schweizerisches Zivilprozess und Gerichtsorganizationsrecht 2.Auf.1990<br />

Rdn.136.<br />

26 alther F. ZZP 117/4 (2004) s.434.<br />

27 S.439<br />

280


İsviçre Hukukunda Çekişmesiz Yargıya (Nizasız Kaza) İlişkin Düşünceler<br />

Sonuç:<br />

Burada geldiğimiz nokta şu oluyor: Nizasız kaza işini sadece hakim<br />

hukukuna bırakmak isabetli değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi nizasız<br />

kazayı tamamen hakim hukukuna bırakmak hukuk devleti esasının sağlanması<br />

amacı ile çelişir. Yargılamanın elastikiyeti ve hukuk devleti ikilemi<br />

dikkate alındığında bu alanın düzenlenmesi açısından iki model ortaya<br />

çıkıyor: a) Nizasız kaza için yeni bir kanun yapılmalı ve yargılama teferruatı<br />

ile düzenlenmeli hakim hukukuna mümkün mertebe az alan bırakılmalıdır.<br />

(b) Nizasız kazaya ilişkin özelliği olan temel hükümler Medeni Usul<br />

Kanununda yer almalıdır. Çağdaş gelişmelere uygun bir usul kanununun<br />

hükümlerinin kıyasen uygulanması sakıncaları büyük ölçüde giderecektir.<br />

Ancak belirli işlerin özelliğine göre özel hükümler zaten ilgili kanunlarında<br />

yer alabilir 28 . İsviçre tasarısında doğrudan nizasız kazaya ilişkin olarak<br />

sevkedilmesi düşünülen hükümlerin tartışılması ayrı bir meseledir.<br />

28 Gerek (a) gerek (b) durumlarında nizasız kazaya tabi işlerin olabildiğince geniş bir<br />

listesi yer almalıdır.<br />

281


Giriş<br />

Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin<br />

Toplanmasındaki Rolü ve Bu Konudaki<br />

Gelişmeler Hakkında<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

“Sağduyuya aykırı düşen bir hal tarzı, muhakkak ki,<br />

gizli kalmış bir hukuki hatanın mahsulüdür” *,**<br />

Makale ve monografi olarak yapılmış çalışmaların konularını, önemli bir<br />

sebep yoksa yeniden ele almanın doğru bir yol olmadığına bu satırların yazarı<br />

da samimiyetle inanmakta ve çalışmalarında buna özen göstermektedir.<br />

Ancak bir monografide 1 savunulan görüşlere oldukça uzun bir aradan<br />

sonra, türk usul hukukuna aykırılık ve saçmalama şeklinde karşı çıkılırsa 2<br />

(ki yazının hemen sadece bunları söyleme amacı ile yazıldığı anlaşılıyor)<br />

ve bu görüşler eleştirilence halen muhafaza ediliyorsa 3 bu önemli bir sebeptir<br />

ve bu eleştirilere cevap vermek zorunlu hale gelir 4 .<br />

* İlhan E. Postacıoğlu, Okumak ve Yaşamak, 1987 s.59.<br />

** Bu yazıyı usul hukukunun büyük ustası ve üstün hukuk mantığı ve<br />

düşünce zenginliği ile bana yol göstermiş olan hocam Prof.Dr. İlhan<br />

E.Postacıoğlu’nun aziz hatırasına ithaf ediyorum.<br />

1 Yavuz Alangoya, Medeni Usul Hukukunda Vakıaların ve Delillerin Toplanmasına İlişkin<br />

İlkeler, (İlkeler) İstanbul 1979.<br />

2 Saim Üstündağ, Die Sammlung Des Prozesstoffs Im Türkischen Zivilprozessrecht Und<br />

Die Damit Verbundenen Probleme, Festschrift für Hans Friedhelm Gaul zum 70. Geburtstag,<br />

s.752-756 1997.<br />

3 Hepsi yerine bkz. Alangoya Medeni Usul Hukuku Esasları (Esaslar) 3. Bası 2003.<br />

4 Alman Hukukundaki literatürü takipteki hassasiyetime rağmen sözü geçen Armağan’ı<br />

daha evvel göremedim ve daha yenilerde alman meslekdaşlarımın yardımı ile ele geçirdim;<br />

ancak Üstündağ’ın bu yazısına kadar yayınladığı hiçbir çalışmasında bu karşı<br />

çıkmaların yer almadığını da belirtmek durumundayım.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Konunun medeni usulün merkezi meselelerinden biri olması, diğer<br />

hukuk düzenlerindeki yasal, içtihadi ve bilimsel önemli gelişmeler bulunması,<br />

ve en güncel olarak Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun<br />

(HUMK) bütünü ile değiştirilmesi çalışmaları da, bu yazı kapsamında yeniden<br />

ele alınmayı haklı gösterir inancındayım 5 .<br />

284<br />

I- Dava Temeli<br />

1. Bu konudaki görüşüm<br />

Dava temeli, uygulanacak hukuk normunun soyut nitelikteki kurucu<br />

unsurlarını (şartlarını) eksiksiz olarak karşılayan vakıaların (olguların)<br />

oluşturduğu olaydır (Lebensvorgang).<br />

Diğer bir ifade ile, hayat olayı hukuk normunun soyut unsurlarını karşılayacak<br />

bütün vakıaları kapsar 6 .<br />

Ayrıca benim vardığım bu sonuç, kanunun yapısı ve bu yapının hakimin<br />

artan yetkileri çerçevesinde aldığı durum itibariyle açık şekilde desteklenmektedir<br />

ve gerek amaç ve gerek tarihsel gelişime de uymaktadır<br />

kanaatindeyim (Bkz.dn179’daki açıklamalara).<br />

5 Bkz. Mesela III altındaki açıklamalara.<br />

6 Bkz. Alangoya İlkeler s.106 ve son.; Esaslar 3. bası s.240 ve son.; HGK 31.03.2004 tarih<br />

ve 156/194 sayılı yeni bir kararında (YKD 2004/5 s.667 ve son.) dava temeli hakkında<br />

şöyle diyor: “Bu husus gerek yasa metninde gerekse doktrinde çok fazla açıklanmamıştır.<br />

Dava sebebi deyiminden anlaşılan olgu, öncelikle dava açılmasına neden olan maddi ve<br />

hukuksal olaylar ile zaman içinde oluşan nizaların öne sürülmesi, mevcut bu nizalara<br />

karşı mahkemelere dava açıldığında görevli mahkeme ve hakimlikçe çözüm için dayanılacak<br />

yasa maddeleri ile hukuki yaptırımların re’sen belirlenmesinden ibarettir. Diğer<br />

bir anlatımla, mahkemeler önüne getirilen niza ve istemleri o sırada yürürlükteki Türk<br />

yasaları çerçevesinde çözümlemekle yükümlüdürler.” ; doğrusu HGK kararı iki yönden<br />

şaşırtıcıdır: bir kere, dava sebebinin (veya temelinin) HUMK’da yer almadığı yolundaki<br />

tesbit isabetli değildir, gerçekten HUMK 179/3 hükmü sarahaten dava sebebini düzenlemektedir,<br />

HUMK 237/II kesin hükmün unsurlarını tesbit ederken dava sebebini belirtmektedir.<br />

Dava sebebinin doktrinde açıklanmadığı hususu da doğru değildir. Dava<br />

sebebi kavramı Türk doktrininin üstünde en fazla durduğu hususlardan biridir, bu makalede<br />

adı geçen ve çalışmalarına atıf yapılan yazarlar ve Yargıtay kararları hususunda<br />

bkz. Alangoya, Esaslar 3. bası s.241 ve son., kesin hükümle ilgili açıklamaları, kararlar ve<br />

özellikle dava sebebini doğru tarif eden HGK kararları için bkz. S.551 ve son.; 31.03.2004<br />

tarihli HGK kararında, dava sebebinin içine hukuki sebep kavramı da dahil edilmiştir<br />

ki bunu da kabul etmek mümkün değildir, bugün hukuki sebebin dava temeline dahil<br />

olmadığı hususunda, içtihatlarda ve doktrinde ittifak vardır, bkz. yukarıda atıf yapılan<br />

yerlere; kararda, dava sebebi içinde “zaman içinde oluşan nizaların öne sürülmesi”nden<br />

bahsediliyor, bu beyanın da neyi ifade ettiğini anlamak mümkün olmuyor.


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Dava temelini oluşturan vakıaların dava dilekçesine ne ölçüde aksetmesi<br />

gerektiği ise ayrı bir meseledir. Benim buradaki görüşüm, hayat olayını<br />

(dava temelini) oluşturan vakıaların, bu hayat olayını diğerlerinden ayıracak<br />

ölçüde dava dilekçesine aksetmiş olmasının yeterli olduğu, yani bu<br />

durumda da usulüne uygun bir dava dilekçesi mevcut olacağı şeklindedir.<br />

Dava temelini oluşturan bütün vakıaların eksiksiz olarak dava dilekçesinde<br />

yer almasını aramak tarafları kendilerinden beklenemeyecek bir yükün<br />

altına sokmak olurdu 7 .<br />

Bu sonuç HUMK hükmü ile de desteklenmektedir. Zira 179/3, “davacının<br />

iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların” (yani temeli teşkil eden<br />

hayat olayının) açık özetlerinden bahsediyor. Vakıaların teker teker özetleri<br />

yapılamayacağına göre kastedilen olayın özetlenmesidir ki bu da temele<br />

ilişkin bazı vakıaların dilekçede yer almayabileceğini gösteriyor. Ancak<br />

kanun hükmü özetin “açık” olmasını gerekli görüyor. Bu açıklık ise dava<br />

temelini teşkil eden hayat olayının diğerlerinden tefrik edilebilecek şekilde<br />

ferdileştirilmesi şeklinde anlaşılmak gerekecektir 8 .<br />

İşte vuku bulmalarına rağmen, hayat olayının yeteri kadar ferdileştirildiği<br />

dava dilekçesinde yer almayan ancak dava temeline dahil bulunan vakıaların<br />

sonradan davaya ithal edilmeleri de dava temelinin değiştirilmesi<br />

sayılmamak gerekecektir. HUMK 185/2 hükmü de bu sonucu destekliyor.<br />

Gerçekten de bu vakıanın getirilmesi davanın “mahiyetini” değiştirmez.<br />

Hayat olayı dava dilekçesindeki olay olmaya devam etmektedir 9 .<br />

2. Üstündağ’ın beyanları<br />

a) Yazar, söz konusu yazısında, Türk hukukundaki “birçok yazarın,<br />

alman hukuku ile farklılığı gözardı ettiklerini ve dava temelini, alman<br />

hukukundaki gibi anladıklarını” ifade ile, beni örnek göstererek yukarıda<br />

açıkladığım görüşümün türk hukukuna aykırı olduğunu ifade etmektedir<br />

10 .<br />

7 Özellikle karmaşık olaylara dayanan davalarda bu kendini daha çok gösterecektir,<br />

Alangoya Esaslar 3. bası s.242, ilkeler s.106, 107.<br />

8 Alangoya, aynı yerler.<br />

9 Bkz. Alangoya İlkeler s.108, Esaslar 3. Bası s.261.<br />

10 s.752 dn.7<br />

285


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Yazar, yukarıda kısaca belirttiğim çözümün HUMK hükümlerinde de<br />

temelini bulduğu yolundaki gerekçeme hiç temas etmemektedir. Bunu belirtip,<br />

türk hukukuna uygunluğun bu gerekçesinin neden isabetli olmadığını<br />

açıklaması gerekirdi. Bunu yapmıyor, sadece alman hukukunda şifahi muhakeme<br />

usulünün tanındığını, bu hukuk alanında teksif ilkesinin (Eventualmaxime)<br />

tanınmadığını, ZPO paragraf 264 Nr.1 hükmünün yargılama sırasında<br />

“dava vakıalarının” düzeltilebilme ve tamamlanabilme imkanının tanındığını,<br />

bunların, türk hukukunda geçerli olmadığını söylemekle iktifa ediyor<br />

(s.752). Ama belirttiğim gibi 179/3’deki “özetleme”, özetin “açık” olması ve<br />

185/2’deki “mahiyeti” değiştirme hususundaki görüşlerimi gözardı ediyor.<br />

b) Bir kere ben, dava temelinin, “hayat olayı” olduğunu kabul ediyorum.<br />

Bu olay soyut hukuk normunu karşılayacak, vakıaların bütününden<br />

oluşur. Soyut hukuk normunun unsurlarını karşılayacak vakıalar vuku<br />

bulmamışsa veya vuku bulmakla beraber en sonunda yargılamaya getirilmemişse,<br />

getirilen vakıalar bütünü soyut hukuk normunun şartlarını<br />

karşılamamıştır ve dava reddedilir 11 . Şu duruma göre benim dava temeli<br />

hususunda başka bir hukuk düzenini esas almış olmam iddiası anlamdan<br />

yoksundur. Benim üzerinde durduğum, hayat olayı ne nisbette dava dilekçesine<br />

aksetmelidir, meselesidir 12 .<br />

Buna paralel olarak da dava temelinin değişmesi hususundaki görüşümü<br />

yine HUMK hükmüne dayandırıyorum (185/2) ve dava dilekçesinde<br />

dava temelinin yeteri kadar ferdileştirilmiş olması durumunda temele dahil<br />

ve vuku bulmuş bir vakıanın sonradan davaya ithal edilmesinin, davanın<br />

“mahiyetini” değiştirmeyeceğini söylüyorum 13 . Soyut hukuk normunun<br />

unsurunun karşılandığını dava dilekçesinde (veya dosyada, zira bu<br />

vakıayı davalı da getirmiş olabilir) görmeyen hakim bu hukuk normunun<br />

(kanun hükmünün) uygulanamayacağını davacıya belirtmek zorundadır<br />

(HUMK 75/II) 13a . İşte bunun üzerine (veya kendiliğinden) davacı bu vakı-<br />

11 Bkz. İlkeler s.108 ve oradaki dn.41.<br />

12 Bkz. dn.9.<br />

13 İlkeler s.109.<br />

13a Burada hakimin re’sen bir vakıayı yargılamaya getirmesi söz konusu değildir; hakim somut<br />

bir vakıaya da işaret edemez, bu hem 75/I’e aykırı olur hem de hakimin tarafsızlığı<br />

ilkelerini zedeler; burada söz konusu olan, dava temelinin davacıyı talebine götürecek<br />

unsurları karşılamadığının işaret edilmesidir, bkz. Schilken (Hakimin rolü) s. 62,63;hakim,<br />

burada mümkün olan en erken safhada 75/II’deki ödevini yerine getirerek saptamasını<br />

yapmalı ve vakıanın getirilmesi için uygun bir mehil vermelidir, m.163/c.2,3.<br />

286


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

anın vuku bulduğunu ve delilini mahkemeye sunarsa, dava dilekçesinde,<br />

dava temelinin yeteri kadar ferdileştirilmiş olduğu bir durumda, HUMK<br />

179/1 ve HUMK 185/2 hükümleri muvacehesinde, hakim bu davayı reddedemez<br />

veya karşı tarafın muvafakatını veya ıslahı arayamaz görüşündeyim.<br />

İşte Üstündağ, bu konudaki beyanlara ve görüşlere hiç değinmeden,<br />

dava temeli ile bunun dava dilekçesine aksetmesi ayırımı hususunda hiçbir<br />

beyanda bulunmadan görüşümün, türk hukukuna aykırı olduğunu yazabilmiştir.<br />

c) Bu noktada, Üstündağ’ın beni eleştiren yazısında hiç yer vermediği<br />

bir görüşüne değinmem gerekiyor. Yazar, dava temeli olan hayat olayını<br />

oluşturan maddi vakıaların tamamının dava dilekçesinde yer almasını<br />

zorunlu görürken 14 , “en basiretli davacı ve davalı dahi ne kadar dikkat ile<br />

hareket etmiş olsa bile dava malzemesini davanın henüz başlangıcında bir<br />

bütün olarak toplamakta güçlükle karşılaşabilir” dedikten sonra “iddia ve<br />

müdafaa sebeplerini teyid eden ve açıklayan vakıaların sonradan dermeyanını<br />

bir dereceye kadar tecviz etmek gerekir. Nitekim bu yorum davacı<br />

bakımından pozitif bir mesnede de sahip bulunmaktadır. Çünkü kanun<br />

179. maddesinde dava dilekçesinde davanın inşasına yarayan vakıaların<br />

açık hulasalarının beyanı mecburiyeti ile yetinmiş olup, böylece de bu<br />

hulasaları aydınlatıcı bir takım vakıaların usulün sonraki safhalarında da<br />

ileri sürülebilmesine zımnen cevaz vermiş bulunmaktadır” demektedir 15 .<br />

Yazar dava temelini teşkil eden bütün vakıaların en başta getirilmesinin<br />

zorluğuna işaret ederek ve 179’un özetleme hükmüne dayanarak bazı<br />

vakıaların dava dilekçesinde yer almayabileceğinin ve bunların sonradan<br />

yargılamaya getirilebileceğinin “bir dereceye kadar” tecviz edilebileceğini<br />

sarahaten beyan ediyor.<br />

Böylece Üstündağ, dava temeli olan hayat olayının özetlenebileceğini<br />

bu özetlemenin ise dava temeline dahil bazı vakıaların dilekçede yer almaması<br />

suretiyle olabileceğini kabul etmektedir. Buraya kadar, HUMK’a<br />

aykırı bulduğu çözüme katılmış olmaktadır.<br />

14 İddia ve Müdafaanın Değiştirilmesi Yasağı, 1967 (Tez), s.106,110,114<br />

15 Tez, s.115, yazar bu görüşünü sonradan yayınladığı ders kitabında da belirtmektedir,<br />

bkz. 1. bası (1973) s.316, 2. bası (1977) s.439, 3. bası s.450, 4. bası (1989) s.439; 5.bası<br />

(1992) s.515,516; 6. bası (1997) s.530, 7. bası (2000) s.530; HUMK 179/3 hükmünü, en<br />

sert şekilde vakıaların başta hiç eksiksiz olarak getirilmesi gereği yönünde yorumlayan<br />

Yıldırım K. için bkz.Teksif ve Sözlülük İlkeleri Açısından Yargılama Usulleri Hakkında<br />

Düşünceler Prof.Dr. Ergun Önen’e Armağan, 2003 s.480.<br />

287


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Üstündağ, sonradan maddi vakıaların ileri sürülmesinin “bir dereceye<br />

kadar” caiz olacağını söylediğine göre bu derecenin ne olduğu tesbit edilmek<br />

gerekecektir. Yazar, “hulasaları aydınlatıcı” vakıaların sonradan ileri<br />

sürülebileceğini 16 , ancak dava temeli ile “ahenkte bulunmayan önemli<br />

yeni vakıaların” sonradan ileri sürülemeyeceğini ifade ediyor 17 .<br />

Doğrusu dava temeline dahil bazı maddi vakıaların temeli teşkil eden<br />

olayın özetlenmesi dolayısı ile dava dilekçesinde getirilmeyebileceğini ve<br />

sonradan yargılamaya ithal edilebileceğini kabulden sonra, getirilen bu sınırlama<br />

“derece”sini usul hukuku esasları içinde anlamak müşküldür. Yazarın<br />

bu beyanını, dava temelini değiştiren maddi vakıaların getirilmesi caiz<br />

değildir şeklinde anlarsak bu ifade doğrudur, ben de aynı şeyi söylüyorum 18 .<br />

Dava temeline dahil olmayan (yazarın ifadesi ile “ahenkli” olmayan)<br />

vakıanın sonradan yargılamaya getirilmesinin bir etkisi ve anlamı yoktur.<br />

“Hulasaları aydınlatıcı” vakıalardan ise, özetleme sırasında getirilmeyen<br />

vakıaları anlamaktan başka çare yoktur. Bu duruma göre dava dilekçesinde<br />

yer almayan vakıaların sonradan yargılamaya “ne dereceye kadar” getirilebileceğini<br />

Üstündağ’ın yazdıklarından anlamak da mümkün olmuyor 19 .<br />

Bu meseleye son vermeden evvel Üstündağ’ın sonradan davaya getirilebileceğini<br />

kabul ettiği vakıalar bakımından HGK’nun 12.09.1956 tarih<br />

ve 67/66 sayılı kararını 20 örnek olarak vermesinin de isabetli olmadığını<br />

belirtmek gerekir 21 . Kararda, davacı çekişmeli yerin tapusuz olduğunu<br />

ileri sürerek dava açmış, davalı, yerin tapulu olduğunu iddia ederek bir<br />

tapu ibraz etmiş, davacı da tapunun çekişmeli yere uymadığını dermeyan<br />

etmiştir. Burada söz konusu olan bir vakıanın özetleme dolayısı ile dava<br />

dilekçesine aksetmemiş olması değil, davalının savunmasına karşı dava-<br />

16 Tez s.115<br />

17 Bkz. dn.15’de Kitap’a yapılan atıflara<br />

18 Getirilen vakıa hukuki sebebi değiştirmese de dava temelini değiştirebilir ve bu yasak<br />

bir değiştirme olabilir;mesela davacı davalısından talep ettiği dava dilekçesinde yer<br />

alan ödünç borcu yerine, daha sonra vermiş olduğu aynı miktardaki ödüncü davaya<br />

getirirse burada dava temeli değişmiş olur; bkz. Alangoya, İlkeler s.108, 109 ve dn.43,<br />

Esaslar,3 bası s.262.<br />

19 Yazar HUMK 179 hükmünü dayanak alan bu görüşüne (bkz. dn.16’ya ait metne) makalesinde<br />

hiç temas etmemektedir.<br />

20 İçtihatlar Külliyatı 1956 C.I-II No.535<br />

21 Tez s.115,116 dn. 192; Kitap 1. bası s.316, 2. bası s 439, 3. bası s 451, 4. bası s.440, 5.<br />

bası s.516, 6. bası s.530, 7. bası s.530 dn.37.<br />

288


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

cının “def’i” dermeyan ederek iddiasını devam ettirmesidir (bkz.HUMK<br />

m.209) 22 .<br />

II- HUMK 75/III<br />

Üstündağ söz konusu yazısında, HUMK m.75/III hükmünün hakime<br />

verdiği yetki hususunda İlkeler’de savunduğum görüşün (s.162 ve son)<br />

“saçmalamak” olduğunu söylüyor 23 .<br />

22 Üstündağ’ın kitabında (7. bası s.530 dn.37) değindiği HGK’nun 03.11.1973 tarih ve<br />

972/101-831 sayılı kararında da, bedelin gerçek olmadığının dava dilekçesinde ileri<br />

sürülmüş olduğu faraziyesi kabul edilmektedir ki bu faraziyede vakıanın sonradan ileri<br />

sürülmesi durumu söz konusu olmaz (olayda davacı meşfu pay bedeli olarak 10.000<br />

TL. üzerinden dava açmış ve davalı da tapuda 65.000 TL. üzerinden işlem yapıldığını<br />

belirtmiş, davacı bunun üzerine gerçek bedelin 10.000 olduğunu 65.000 TL.’nin<br />

gerçek olmadığını iddia etmiştir, bunun dava dilekçesinde ileri sürülmüş olduğu faraziyesi<br />

kabul edilmese bile (ki dava dilekçesinin belirleyici niteliği dikkate alındıkta<br />

böyle bir faraziye uygun olmadığı gibi gerekli de değildir,bkz. Alangoya Esaslar s.240)<br />

dn.20’deki karar için söylenenler burada da geçerlidir; buna mukabil Üstündağ’ın aynı<br />

dip notunda verdiği 6HD 22.12.1983 tarih ve 13314/13262 sayılı kararın (Yasa 1984/<br />

Şubat s.227 no.103) ne bakımdan örnek olabileceği anlaşılmamaktadır; Üstündağ’ın<br />

aynı dip notunda Olgaç’ın Türk Borçlar Kanunu, Akdin Muhtelif Nevileri (1970) eserinden,<br />

tarihsiz, sayısız ve hangi mahkemenin olduğu belirtilmeyen karar bölümü de,<br />

HUMK 179 ve 185’i değil HUMK 76’yı ilgilendirmektedir, zira ihtara gerek olup olmadığı<br />

sonucu bakımından dükkanın fena kullanıldığına ilişkin vakıaların açıktan açığa<br />

fena kullanılma durumunu teşkil edip etmediğini tesbit hakimin görevidir, bkz.ıura<br />

novit curia’nın kapsamı hususunda Alangoya, İlkeler s.102 dn.19.<br />

23 S.754; Üstündağ’ın yazısından görüşümün neden saçmalamak olduğunu anlamakta<br />

zorlandığımı belirtmeliyim; bazı meslekdaşlarım burada bazı cümlelerin düşmüş<br />

olabileceğini dahi söyledi. Ben Üstündağ’ın bu konuda yazdıklarını yazılı veya sözlü<br />

açıklamasını rica ettim ve yazacağım yazıda açıklamasına aynen yer vereceğimi belirttim;<br />

ancak sonuç almakta başarılı olamadım. Bu sebeple “saçma”lığın gerekçesine<br />

aşağıda aynen yer veriyorum: “Nach paragraf 75 III tZPO hat der Richter das Recht,<br />

vom Klaeger und Beklagten Beweismittel zu verlangen, jedoch nicht das Recht, auf ein<br />

bestimmtes Beweismittel hinzuweisen. Das Gesetz beschränkt diesbezüglich das Recht<br />

des Richters auf den von den Parteien vorgebrachten Prozesstoff. Diese Vorschrift wird<br />

von einigen Juristen anders ausgelegt. Nach dieser Ansicht hat der Richter auch das<br />

Recht, eine bestimmte Beweisführung mit bestimmten Beweismitteln zu verlangen.<br />

Diese Juristen sind der Ansicht, dass eine andere Auffassung das Resultat einer strengen<br />

Bindung an die Verhandlungsmaxime ist (12) [Alangoya s.165 Fn.211]. Weiterhin<br />

führen dieselben juristen folgenden an: “Damit der Richter vom Amtswegen bestimmte<br />

Beweismiltel verlangen kann, muss dieses Verlangen einen Anhaltspunkt in der Klageschrift<br />

oder Erwiderungschrift finden”. Bei solch einer Begrenzung wirkt die Behauptung,<br />

dass der Richter unbefugt nach Beweismitteln verlangt, natürlich absurd.”<br />

Daha sonra Üstündağ’ın bu satırlarına yeniden döneceğim ve tahmin ettiğim anlamı<br />

ele alacağım (bkz.dn.48).<br />

289


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

290<br />

1. Bu konudaki görüşüm<br />

HUMK 75/III’e göre hakim “davanın her safhasında iki tarafın iddiaları<br />

hududu dahilinde olmak üzere kendilerini istima ve lazım olan delillerin<br />

ibraz ve ikamesini emredebilir.” Bu hüküm taraflarca ibraz ve ikame<br />

edilmemiş olan belirli delillerin ibraz ve ikamesinin emredilmesini düzenlemektedir<br />

24 . İsviçre’de bu hükümle, taraflarca getirilen maddi vakıaların<br />

gerçek olup olmadığının hızla incelenmesinde hakime önemli bir vasıtanın<br />

verilmiş olduğu kabul edilmiştir 25 . Bu hüküm vakıaların gerçekliğinin<br />

en iyi şekilde ortaya çıkarılması amacını taşımaktadır 26 .<br />

HUMK 75/III hükmü hakimin keşif ve bilirkişiye re’sen müracaat edebileceği<br />

hususunu düzenleyen hükümlerden (HUMK 275, 363 bkz.ZPO<br />

Paragraf 144) farklıdır.<br />

Alman hukukunda, delillerin emredilmesi hususunda 75/III’e benzer<br />

bir hüküm bulunmuyor. Gerçekten ZPO paragraf 142, 143’de hakimin<br />

taraflardan birinin veya üçüncü şahsın elinde bulunan senedin ibrazını<br />

emredebileceği (bkz. HUMK 326 ve son. Senedatın ibrazı mecburiyetini<br />

düzenleyen hükümler), paragraf 273/Abs.2 de celsenin hazırlanması için<br />

tarafların hazırlayıcı dilekçelerini tamamlamaları ve aydınlanması gereken<br />

hususlarda açıklama yapmaları, resmi makamlardan senetlerin belirtilmesi<br />

veya resmi açıklama yapılmasını istemek, paragraf 448’de yer alan<br />

isticvap (bkz. HUMK 230 ve son.) dışında hakimin delillerin toplanması<br />

bakımından yetkilendirildiği bir durum yoktur 27 . Ancak, HUMK 75/II’deki<br />

24 HUMK 75/III’ün karşılığı olan Art.69/II hükmünün mehaz 1925 tarihli Neuchatel Usul<br />

Kanununa girmesi o zaman en önemli yeniliklerden biri olarak görülmüştür bkz. Alangoya<br />

ilkeler s.163 dn.202; Neuchâtel’in 1992 tarihli yeni usul kanununun bu hükme<br />

tekabül eden Art.57/II hükmü de aynı düzenlemeyi getirmiştir ve burada da o zamana<br />

kadar dermeyan edilmemiş olan delillerin söz konusu olduğu kabul edilmektedir, bkz.<br />

Bohnet F., CPCN Code de Proceduré civile neuchâtelois, commenté 2003 Art 57 Al.2<br />

s.94 ve son.<br />

25 Bu husus Conseil d’Etat raporunda açıkça belirtilmektedir, bkz.Juchli, Die Beweisaufnahme<br />

von Amtswegen im Erstinstanzlichen Vermögensprozess nach Schweizerischen<br />

Prozessrechten, 1954 s. 60 ve orada dn.4.; söz konusu raporun fransızca metni<br />

için bkz. Alangoya İlkeler s.163 dn.202 ve 203; hakimin bu yetkisi o zamanki bir çok<br />

Kanton Usul kanununda da yer alıyordu, bkz. Alangoya İlkeler s.164 dn.208<br />

26 Bkz. Leuch, Die Zivilprozessordnung für den Kanton Bern 3. Aufl 1956 Art.214 N.1<br />

s.237,238.<br />

27 Heinze M. Parteiherrschaft versus Richtermacht im Zivilprozess, Festschrift für Kostas<br />

E. Beys, Athen 2003 Erster Band s.515 ve son. (532,535 ve son.); yazar bu durumun


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

aydınlatma görevinin ZPO 139/I çerçevesinde deliller için de mevcut olduğu<br />

haklı olarak kabul edilmektedir 27a<br />

Buradaki önemli mesele HUMK 75/III’ün hakime nasıl bir yetki verdiğidir.<br />

Türk içtihat 28 ve doktrininde 29 yer alan bir görüş hakimin davacı ve<br />

davalıdan delil dermeyan etmelerini isteyebileceği ancak belirli bir delili<br />

talep edemeyeceği yolundadır. Yani bu görüş sahiplerine göre hakim 75/III<br />

hükmüne dayanarak taraflardan herhangi birine başka bir delili olup olmadığını<br />

sorabilecek, diğer bir deyişle gerekli ispatın henüz yapılamamış<br />

olduğuna işaret edebilecektir, onlara göre 75/III hakime bunun dışında bir<br />

yetki vermez.<br />

Kanaatimce bu görüş iki hususu göz önünde tutmayarak isabetli olmayan<br />

bir sonuca varmaktadır. Birincisi bu hükmün anladıkları gibi anlaşılmasına<br />

usul hukuku esasları ve HUMK hükümleri engeldir. Gerçekten 75/<br />

III hükmünü böyle değerlendirmenin anlamı, hakimin ispatı gereken vakıanın<br />

henüz ispatlanmadığını tarafa ifade etmesi ve yeni deliller getirilmesi<br />

gereğini bildirmesi olabilir 30 . Bunun için ise 75/III hükmüne gerek yoktur.<br />

Hakim aydınlatma ödevi (75/II) ve tarafı sürprizle karşı karşıya bırakmama<br />

esası 31 dolayısı ile bunu açıklamak mecburiyetindedir.<br />

tarafların bu konudaki hakimiyetlerinin önemini belirttiğini ifade ediyor; bilirkişi bakımından<br />

bkz. ZPO 358a/Abs. 2 zif. 4, 404,405; bkz. Ayrıca Schilken (Hakimin Rolü)<br />

mamafih son tadilden sonra Alman Medeni Usulünün durumuna ilişkin olarak bkz.<br />

İleride dn. 65a ve son. ile bunların ait olduğu metinlere ve özellikle dn.58’e ait metinde<br />

Gaul’ün tesbitine.<br />

27a Schilken (Hakimin Rolü) s.65<br />

28 HGK 3.6.1970 E.66/3-1535 K.288, Son içt. 1071 sayı 276 s.839-839<br />

29 Üstündağ, dn. 2’de yer alan yazı s.754, Ders Kitabı 7.bası s.241 ve son;Kuru Hukuk<br />

Muhakemeleri Usulü 5. bası 1990 c II s.241,242 s.1391, 6. bası c.II s.2022, yazar söz<br />

konusu yerdeki 128 no.lu dip notunda benim, hakimin her türlü delile kendiliğinden<br />

başvurabileceği görüşünde olduğumu söyleyerek doğru olmayan bir izlenim yaratmaktadır,<br />

bkz. İlkeler s.170 ve son., bu yazı dn. 36 ve son. ve bunlara ilişkin 75/III sınırlamalarına.<br />

30 Alangoya, İlkeler s.165, Esaslar s.314.<br />

31 Alangoya, İlkeler s.96 ve orada dn.6’daki açıklamalar ve yazarlara bkz;dinlenilme hakkının<br />

(rechtliches Gehör) en önemli unsurlarından biri olan tarafları sürprizle karşı<br />

karşıya bırakmama yasağı (Überraschungsverbot) bugün son kanunlaştırma hareketlerinde,<br />

bu yöndeki yargı kararları ile iktifa edilmeyip usul kanunlarına girmiş bulunmaktadır.<br />

Gerçekten Avusturya Yüksek Mahkemesi 1926’dan beri istikrar kazanmış<br />

kararlarında bu yasağı belirtmekte idi (bkz. Fasching, Der mühsame Weg zur Prozessbeschleunigung,<br />

Festschrift für Kostas E.Beys Ersterband, 2003 s.305 ve son.(312)).<br />

Buna rağmen özellikle Avukatların ısrarı ile, alman ZPO 278/III hükmü örnek alına-<br />

291


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu noktada diğer bir husus HUMK da yer alan diğer bazı hükümlerin<br />

zaten hakime bu yönde görev ve yetkiler vermiş olduğudur. Gerçekten<br />

HUMK 217 hükmüne göre davanın hüküm için yeteri ölçüde “tavazzuh”<br />

ettiğine kani olmazsa davanın ispatı için delil ikamesi lüzumunu ve bunların<br />

yekdiğerine tebliğini taraflara bildirerek münasip mehil verecektir.<br />

Diğer önemli hüküm HUMK 378’de yer alıyor. Hakim yargılama (muhakeme)<br />

safhasında da dermeyan edilen vakıaların dermeyan edilen delillerle<br />

ispatlanmamış olduğu sonucuna varırsa bunların isbatı için yeni deliller<br />

dermeyan edilmesine karar verecektir 32 .<br />

292<br />

rak açıkça kanun metni haline getirilmiştir (01.01.2003’de yürürlüğe giren 2002 tarihli<br />

Zivilverfahrensnovelle-BGBC (Resmi Gazete) I 76/2002;Paragraf 182a), Fashing bu<br />

düzenlemenin yargılamanın süratlendirilmesi amacı ile pek uyuşmadığını söylüyor,<br />

s.314. Alman Usul Kanununda 278/III de yer alan bu yasak yeni kanunda 139/II ye getirilmiştir.<br />

Hükümet gerekçesinde, yasağın, temelinde bulunan dinlenilme hakkı (rechtliches<br />

Gehör) üzerinde somutlaştırılmış olduğuna işaret etmektedir (Rimmelspacher<br />

Zivilprozessreform 2002, 2002 s.139 bkz.ileride dn.67a); ayrıca bkz. Stein-Jonas ZPO<br />

21. bası da Leipold paragraf 278 24 ve son.<br />

32 Kanaatimce 378 hükmünü, sadece toplu mahkemelere inhisar ettirip, tek hakimli mahkemelerde,<br />

hakimin ispatsızlık durumunda, bunu belirterek yeni deliller emredemeyeceği<br />

şeklinde yorumlamak isabetli değildir, karş. Kuru 5.bası c.II s. 2015,2016, 6.<br />

bası, c.III s.2943 ve son.;aksine bir çözümü haklı gösterecek herhangi bir menfaat söz<br />

konusu olmadığı gibi böyle bir sonuç hem 75/II’ye hem de tarafı sürprizle karşı karşıya<br />

bırakmama esasına aykırı olur, bkz. dn.31; m.378 de yer alan esasın tek hakimli mahkemelerde<br />

(Asliye Hukuk Mahkemeleri de şimdi kanun gereği tek hakimlidir, 5235<br />

Sa.K.m5/II) uygulanma şekli, ispatsızlık halinin belirtilerek yeni deliller dermeyanının<br />

istenmesinden evvel tahkikatın hitama erdirilmemesi şeklinde olacaktır; eleştirdiğim<br />

kabul şekli 75/III’ün tek hakimli mahkemelerde 378’in karşılığı olduğu sonucuna götürür<br />

ki bunun kabulünün mümkün olmayacağı açıktır. Kanaatimce 75/III’de de 75/II de<br />

olduğu gibi hakim bakımından bir görev söz konusudur; Bkz. İlkeler s.169, Leuch’da<br />

Bern Usul Kanunu Art.214 ilk cümle hükmü “Hakim taraflarca dermeyan edilmemiş<br />

olan delilleri celbedebilir” şeklinde olmasına rağmen bir ödevin (Pflicht) bulunduğunu<br />

belirtiyor, Art. 214 N.1 s.237,238; aynı kabul şekli dn.42’de yer alan HGK kararında da<br />

benimsenmiş bulunmaktadır; Bohnet, Neuchâtel Usul Kanunu (1992) şerhinde (bkz.<br />

dn24) 75/III’e tekabül eden Art.57/II de bir ödev değil yetki olduğunu, bu yetkisini<br />

kullanmamasının keyfilik olarak kabul edilemeyeceğini, isterse bu takdir hakkını kullanabileceğini<br />

söylüyor (Art.57 Al.2 N.3 s.95); kanaatimce böyle bir kabul şekli bu düzenlemenin<br />

niteliğine, amacına ve lafzına uygun düşmüyor; burada beni teyid eden<br />

önemli bir hususa işaret etmem gerekiyor: Alman usul kanunda hakimin bazı delillere<br />

re’sen başvurabileceği düzenlenmiştir (bkz.dn.27, 27a); alman hukukundaki genel eğilim<br />

de bunun mahkeme için bir “yükümlülük” olmayıp hakime bir takdir hakkı tanıma<br />

niteliğinde olduğudur (bkz. Rosenberg/Schwab/Crottwald paragraf 77 IV 2d Rn.39);<br />

Schilken (Hakimin Rolü) s.66) sadece hakkı olmayıp zorunlu olduğuna işaret ediyor,<br />

ZPR s.186 Rn.350. Ancak anlaşılmaktadır ki takdir hakkının temyiz yolu ile kontrolu<br />

yapılmaktadır (bkz. Schilken, aynı yer), gerçekten mesela BGH NJW 1997 de yayınlanan<br />

kararda (3381-3383) mahkemenin re’se bilirkişiye müracaat etmemesi bozma


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Dikkate alınmayan diğer husus, söz konusu hükmün mehaz kanununa<br />

girmesinin ne şekilde değerlendirildiğidir 33 . Bu hükümle hakimin re’sen delil<br />

temini yolunda yetkilendirildiği hususunda bir kuşku duyulmamıştır 34 . O<br />

zamana kadar dermeyan edilmemiş delillerin emredilmesi söz konusudur 35 .<br />

2) HUMK 75/III’deki yetkinin sınırlanması<br />

Yukarıdaki esas tesbit edildikten sonra, hakimin bu yetkisinin bir sınırı<br />

olup olmayacağı hususu ele alınmak gerekecektir.<br />

a) Bir kere taraf iradesi ile bu yetki sınırlanabilir. Delillerin hasredildiği<br />

bir durumda hakim hasredilenler dışında bir delili söz konusu yetkisine<br />

dayanarak emredemeyecektir 36 .<br />

b) Gerek mehaz kanunda 37 gerek 75/III’de hakimin bu yetkisini “iki<br />

tarafın iddiaları hududu dahilinde” kullanacağı hükmü sevkedilmiştir. Bu<br />

sınırlama menfi yönden hakimin re’sen delil araştıramayacağı şeklinde<br />

ifade edilebilecektir. Müsbet ifadesi ile hakimin re’sen delil celbedebilmesi<br />

için, dermeyan edilmemiş olmakla birlikte söz konusu belirli delillere<br />

sebebi teşkil etmiştir, BGH bir başka kararında, tarafların isticvabını takdir hakkına<br />

dayanarak reddeden mahkemenin, red sebebini kontrol edilmeye müsait bir şekilde<br />

açıklaması gerektiğine karar vermiştir. BGH NJW 1990 1721 ve son. Üst Mahkeme tarafından<br />

böyle bir kontrol söz konusu olunca (Nitekim bizde de durum böyledir) bu<br />

delillere gerektiğinde başvurmak hakimin ödevidir ve bu ödevin yerine getirilmemesi<br />

bir bozma sebebi olur; re’sen şahit dinlenilmesi bakımından bkz. İleride dn.32’ye.<br />

33 Bkz.dn.25,26.<br />

34 Bkz. Alangoya İlkeler s.164, Habscheid (Freiheit und Bindung Zivilrichters in der Sachaufklaerung<br />

(Verhandlungen der Fachgruppe für Grundlagenforschung in Kiel 8. bis 11<br />

September 1965, 1966) HUMK 75/III hükmünün mehazdaki karşılığı olan Art.69/II hükmünü<br />

de zikrederek bu hükmü taşıyan kanton kanunlarında hakimin re’sen delil temin<br />

edebileceğini ve bu arada re’sen şahit de dinleyebileceğini belirtmektedir (s.68 dn.1).<br />

35 Bu bakımdan “dava dosyasına usulüne uygun olarak dermeyan edilmiş bulunan delillerin<br />

gösterilmesinin emredilmesi” ibaresi isabetli görünmüyor, böyle bir durumda<br />

delillerin hasredilmiş olması dosyadaki delilin etkinliğini ortadan kaldırmaz (karş.<br />

Kuru 5. bası c.II s.1395); 1992 tarihli Neuchâtel Usul Kanununda da aynı hükmün yer<br />

aldığı ve burada dermeyan edilmemiş olan delillerin söz konusu olduğu hususunda<br />

bkz.dn.24’e;75/III deki sınırlama hükmü de, hakimin sadece delil talep etmesinin söz<br />

konusu olmadığını göstermektedir, bkz.dn.48.<br />

36 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Alangoya İlkeler s.170 ve son., Yargıtayın delillerin<br />

hasredilmesi hususundaki iradenin kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açık olması<br />

yolundaki yönünü çok isabetli görüyorum; bkz.dn.43’deki açıklamaya.<br />

37 “Dans les limite des allégués des parties, il peut, d’office et en tout état de cause, entendre<br />

celles-ci et faire administrer les preuves nécessaires.” CPCN (1991) Art 57/2.<br />

293


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

işaret eden ve usulüne uygun olarak yargılamaya aksetmiş bulunan dayanak<br />

noktalarının bulunması gerekecektir.<br />

Mehaz kanun açısından da hakimin istediği delili değil dosyadan anlaşılabilen<br />

delilleri talep edebileceği anlaşılmaktadır 38 . 1918 tarihli Bern<br />

Medeni Usul Kanununun HUMK 75/III’e ve Neuchãtel Usul Kanunu Art<br />

69/II’ye tekabül eden Art 214 hükmünde kısıtlama ifade eden herhangi bir<br />

ibare bulunmamakla birlikte 39 bu kanunun ünlü şerhinin yazarı Leuch hakimin<br />

kayıtsız şartsız delil araştırmasına giremeyeceğini, mesela tarafların<br />

getirdiği dava malzemesi içinde belirli deliller için dayanak noktalarının<br />

bulunması gerektiğini belirtmektedir 40 . Bu sınırlama muhtemelen müşterek<br />

hukuktaki çoğunluğu teşkil eden hukukçularca, katı yazılılık ilkesine<br />

bağlılık dolayısı ile kabul edilen “quod non est in actis, non est in mundo”<br />

(Belgelerde olmayan mevcut değildir) esasının mehaz kanununa aksetmiş<br />

bir uzantısı olmalıdır 41 .<br />

Mehaz hukukunun da teyid ettiği savunduğum bu görüş Yargıtay kararlarına<br />

da aksetmiş bulunmaktadır:<br />

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu bir kararında 42 Şahit D’nin dava konusu<br />

hakların davacıya ait olduğunu bunların bir süre önce A ismindeki satıcıdan<br />

alındığını beyan etmiş bulunduğunu, A’nın verdiği faturanın da dosyaya<br />

ibraz edilmiş olduğunu, bunlar yeterli görülmediği takdirde A’nın da<br />

şahit olarak dinlenilmesini belirterek, A’nın dinlenilmemiş olması dolayısı<br />

ile soruşturmanın eksik kaldığına karar vermiştir 43 . Hukuk Genel Kurulu<br />

38 Conseil d’Etat raporunun fransızca metni için bkz. Alangoya İlkeler s.176 dn.240; mesela<br />

hakim, dosyadan üçüncü şahıs uhdesinde olan senet veya belgelerin ibrazını emredebilecektir.<br />

39 “Der Richter kann Beweismittel heranziehen, welche von den Parteien nicht angerufen<br />

sind”.<br />

40 Zivilprozessordnung für den Kanton Bern 3. Auflage 1956 Art.214 No.1<br />

41 Bunun için ve azınlıkta kalan bazı müşterek hukuk usulcülerinin “questiones juris”<br />

(hukuki meseleler) dışında “questionis facti” (maddi meseleler) de de hakimin yetki<br />

sahibi olabileceğini kabul ettikleri hakkında bkz. Bomsdorf, Prozessmaximen und<br />

Rechtswirklichkeit, 1971 s.34 ve dn.24,25 ve s.35.; Avusturya Hukukunda, deliller bakımından<br />

hakimin yetkilerinin hukukumuza nisbetle daha geniş olduğu hususunda<br />

bkz. Deren-Yıldırım, Kuru’ya Armağan, 2004 s.820 ve sn. (822,823); ayrıca bkz. dn.58’e<br />

ait metinde Gaul’ün açıklamalarına.<br />

42 HGK 9.7.1969 1967/İc 404 K.664 Ank.BD 1969 s.1132<br />

43 Karardan anlaşılacağı üzere, verilen şahit listesinde A yoktur. Buna rağmen Yüksek<br />

Mahkeme dosyadan anlaşılan şahidin dinlenmesi gerektiği yolunda karar vermiş,<br />

294


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

diğer bir kararında da, davacı vekilinin kredi ilişkisini ve borçlanma durumunu<br />

gösteren bir cetvele dayanması durumunda, hakimin HUMK 75/<br />

III hükmü uyarınca bu cetvelin dayanağını oluşturan delilleri celbetmesi<br />

gerektiğine karar vermiştir 44 .<br />

Yargıtay’ın yeni kararlarında da aynı yönün muhafaza edildiği görülüyor.<br />

Yayın yolu ile kişilik haklarına saldırı dolayısı ile manevi tazminat<br />

davasında davalı tarafından talep edilmemiş olmasına rağmen dosyadan<br />

haberin dayandığı bir resmi rapor olduğunun anlaşılması üzerine hakimin<br />

bu raporu celbetmesi gerektiğine karar verilmiştir 45 .<br />

Nihayet yine Yargıtay 4’üncü Hukuk Dairesi daha yeni bir kararında<br />

şöyle diyor 46 :<br />

“Yargılama ve iddiayı kanıtlama sorunu ile ilgili olarak ise; genel kural<br />

tanık konusundaki kanıtın taraflarca gösterilmesidir. Ancak, dava dosyasına<br />

usulüne uygun biçimde girmiş olan belgelerde adı geçenler, mahkemece,<br />

somut olayın özelliği itibariyle, gideri uygun görülecek yanlardan birinden<br />

alınmak suretiyle kendiliğinden tanık olarak dinlenilebilir (HUMK m.75/3).”<br />

Yüksek Mahkemenin bu kararı ve yukarıda belirttiğim diğer kararları<br />

1978’den beri savunmaya devam ettiğim 47 görüşü tam olarak teyid etmektedir.<br />

Yukarıdaki açıklamalar dolayısı ile zannediyorum ki Üstündağ, bu<br />

konudaki görüşümün neden saçmalamak olduğunu yazılı olarak beyan etmek<br />

borcu altındadır 48 .<br />

HUMK 274 hükmünü engel olarak görmemiştir; bu hüküm taraflara yönelik bir yasak<br />

getirdiğinden hakimin 75/II’deki yetkisini sınırlamaz, karar bu bakımdan da isabetlidir.<br />

Bkz. Alangoya, İlkeler s.174 ve son.<br />

44 HK 10.11.1976 E.1975/11-1155 K.2777, YKD 1977/12 s.668, kararda, cedveli sunan davacı<br />

vekilinin başka delilleri olmadığını bildirmesi de delillerin hasredilmesi niteliğinde<br />

görülmemiştir.<br />

45 4HD 30.11.2000 11832/10914 YTD 2001/3 s.341; bu karara yazılan karşı oy yazısında<br />

(Öztuna S.), bunun “taraflarca hazırlama ilkesine” aykırı olduğu söylenmiştir, ancak<br />

mahkeme 75/III hükmünü doğru olarak uygulamıştır.<br />

46 4HD 6.11.2002 7810/12411 YKD 2003/4 s.528.<br />

47 Bkz. İlkeler s.314 ve son.<br />

48 Burada Üstündağ’ın yukarıda dn.23’de almancası verilen beyanının son iki cümlesine<br />

değinmek istiyorum. Üstündağ benim hakimin muayyen delilleri celbedebileceği<br />

yolundaki görüşümü belirttikten sonra şöyle diyor: “Bu yazarlar (yani ben) hakimin<br />

295


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

296<br />

III- Gelişmeler<br />

1. 1978 evveli<br />

1979 tarihinde yayınlanan çalışmamda 49 dava malzemesinin toplanması<br />

hususunda hangi sonuçlara vardığımı yukarıda I ve II’ci bölümlerde<br />

yer alanlar dışında kısaca belirtmek istiyorum.<br />

a) Dava malzemesinin toplanması ve usulün amacı<br />

- Yeni kanunlaştırma hareketlerinde veya kanundaki pozitif kuralların<br />

yorumunda dava malzemesinin toplanmasında ağırlığın hakime mi, yoksa<br />

taraflara mı verilmesi gerektiği veya verilmiş olduğunun tesbitinde kuralın<br />

ratio legisi ve usulün amacı yardımcı olacaktır (s.84).<br />

Maddi hukuk normlarının soyut unsurlarını karşılayacak maddi vakıaları<br />

tesbit ve uygun olan normu olaya uygulama şeklindeki yargılama faaliyetine<br />

dayanan bir usul sisteminde, bu maddi vakıaların gerçekten vuku<br />

bulup bulmadıklarını tesbit ve böylece doğru hüküm verebilme amaçtır<br />

(s.86).<br />

- Usulün amacı gerçeğe ulaşma olduğuna göre farklı usullerde (hukuk,<br />

ceza, idare) farklı yargılama usullerinin bulunmasının nedeni, farklı gerçeklerin<br />

bulunması değil, bu gerçeğe varmak için her usulde ona uygun bir<br />

metodun varlığı gereğidir. Medeni usulde, eşit süjeler bir menfaatler çatışması<br />

içindedir. Onlar olayın tarihsel gelişimini en iyi bilecek durumdadırlar.<br />

Onlardan her birinin kendi çıkarına ve karşı tarafın aleyhine olabilecek<br />

re’sen muayyen delilleri talep edebileceğini, (ancak) bunun için, dava dilekçesi veya<br />

cevap layihasında dayanak noktaları bulunması gerektiğini ifade ediyorlar. Böyle bir<br />

sınırlama şu iddiayı ortaya çıkarır: hakim delil talep etmeye yetkili değildir, bu ise saçmadır.”<br />

Üstüdağ bu satırların başında belirli, muayyen delillerin celbi hususuna işaret<br />

etmişken son cümlede hakimin delil talep etme yetkisinden söz ediyor. Üstündağ’ın<br />

bu kadar büyük bir hata yapacağını sanmıyorum ama (türkçeden almancaya yaptırılan<br />

çeviride gözden kaçmış da olabilir) bu beyan hakimin muayyen bir delili celbetme yetkisi<br />

ile hakimin tarafa ispatsızlık durumu dolayısı ile yeni deliller getirmesi beyanının<br />

(bkz.dn.32) birbirine karıştırıldığı izlenimini veriyor. Üstündağ’ın başta belirttiği üzere<br />

ben hakimin belirli bir delili celbetmesinden bahsediyorum, ispatsızlık durumunun<br />

belirtilmesinden değil (bkz.yukarıda (1) deki açıklamalara). Ayrıca ben, dayanak noktalarının<br />

sadece dava dilekçesi ve cevap layihasında olması gereğini söylemiyorum.<br />

Yargılamaya usulüne uygun olarak dahil olmuş bütün dava malzemesindeki dayanak<br />

noktalarından bahsediyorum (İlkeler s.175 ve son.).<br />

49 Bkz.dn.1


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

vakıaları ve delilleri eksiksiz getirme çabası içinde olmaları beklenir. Dava<br />

malzemesinin toplanmasında hakimin yetkilerinin arttırılması, hakimin<br />

tarihsel olayı bilmemesi ve mevcut iş hacmini büyük ölçüde arttıracağı<br />

için, gerçeğe varma amacına varılmasının daha düşük bir ihtimal olduğu<br />

kabul edilmek gerekir (s.12,87,88). Medeni usulde dava malzemesinin toplanmasında<br />

taraflara ağırlık tanınmasının sebebi, gerçeğe götürme ihtimalinin<br />

daha yüksek olmasıdır (s.89).<br />

- Usulün amacına ulaşmak ve usulün sosyal niteliği, dava malzemesinin<br />

toplanmasında hakime de yetkiler verilmesini gerektirebilir ve tarihsel<br />

gelişme de bu yönde olmuştur (s.88,89).<br />

- Çok geç gelen bir hukuki himaye, hukuki himaye niteliği ile çelişir.<br />

Usulün rasyonelleştirilmesi ve süratlendirilmesi ile, gerçeğe varma amacının<br />

bağdaştırılması önemlidir. Usulün amacının bir sınırlaması da yargılamanın<br />

süratlendirilmesi için sevkedilecek hükümler olabilir. Yargılamanın<br />

süratlendirilmesi usulün amacına pahalıya mal olmamalıdır. Ancak<br />

dava uzadıkça gerçeğe daha fazla yaklaşılacağını düşünmek de hatalıdır.<br />

Sürati sağlayacak hükümleri amaç ile en iyi şekilde bağdaştırmak önem<br />

taşımaktadır (s.89,90).<br />

b) Dava malzemesinin toplanmasında “İlkeler”<br />

1793 tarihli “Prusya Devletleri Genel Mahkemeler Kanununun hakimin<br />

yetkilerini büyük ölçüde arttırması ile müşterek hukukun hakimin<br />

yetkilerini kısıtlı tutan sistemine (Judex ex officio non procedit) karşıt<br />

bir sistem ortaya çıkmış ve Nikolaus Thaddäeus Gönner bundan hereketle,<br />

“yargılamanın aktif olarak ancak iki farklı genel çeşidi” olabileceğini,<br />

ya dava malzemesinin temininde her şeyin taraflara ait olduğu, hakimin<br />

re’sen görevinden ötürü hiçbir şey yapamayacağı (Nichts von Amts wegen-<br />

Verhandlungsmaxime;ki ona göre müşterek hukukta ve alman hukukunda<br />

böyledir), ya da her şeyin hakimin yetkisinde olduğu (Alles von Amts wegen,<br />

Untersuchungsmaxime, ona göre Prusya Devletleri Genel Mahkemeler<br />

Kanunu bunun örneğidir) bir yargılama sistemi söz konusu olabilir (s.17 ve<br />

son.). Gönner’e göre akli hukuk bunlar dışında bir sisteme müsaade etmez.<br />

“.... hukukun ampirik görüş noktalarına göre düzenlenmesi bilim kavramını<br />

tahrip eder.... Bilimsel mana apriori kavramlardan ortaya çıkar ve pozitif<br />

alandaki kavramlara götürür ki bu kavramlardan hareket ederek aynı yola<br />

297


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tekrar ulaşılacaktır” (s.19). Genel prensipleri elde ederken Gönner pozitif<br />

hukukun engelleriyle karşılaşınca “çok şükür ki böyle bir meselede pozitif<br />

kuralların büyük bir desteğine muhtaç değiliz. Eşyanın tabiatı ona sadık<br />

kaldığımız sürece bizi güvenlikle yönlendirir” demektedir. Yani yazar gerçeği<br />

açıklığa feda etmektedir (s.20,21). Bu aklî hukuka dayanan saf apriorik<br />

ayırım, müşterek hukuk ve Prusya hukuku dahil mevcut hiçbir hukuk<br />

düzenince doğrulanmamış, “yürürlükteki pozitif alman müşterek hukuku<br />

açısından tamamen yanlış” olarak eleştirilmiştir (s.20 dn.54). Gönner’in ve<br />

takipçilerinin mantık kurallarına göre, maximlerin pozitif örnekleri olarak<br />

verdiği müşterek hukuk ve Prusya hukuku onları teyid etmiyor. Birincisinde<br />

hakime, ikincisinde taraflara yetki verilen hususlar olduğu görülüyor 50 .<br />

Müşterek usul etkisinde olan batı ülkelerinde bu ilkelerin medeni usule<br />

tamamen hakim olduğunu söyleyen yoktur. Bunun yerini “yumuşatılmış”<br />

ve benzeri beyanlar almıştır (s.69) 50a .<br />

50 Müşterek hukuk ve Prusya hukuku ile ilgili açıklamalar için bkz.s.22 ve son;İngiliz<br />

hukukçuları da, davanın yürütülmesi bakımından bütün yetkileri taraflara veren (adversarial<br />

system) veya bütün yetkileri hakime veren (inquisitorial systme) saf sistemler<br />

bulunmadığını, usul sistemlerinin bu skala üzerinde yer aldığını belirtiyor, Jolowicz J.,<br />

s.281.<br />

50a İlkelere sıkı sıkıya bağlılık bazı hallerde kabul edilemeyecek sonuçlara da götürebiliyor.<br />

Mesela HUMK m.238/II hükmüne göre (ZPO paragraf 291) “Maruf ve Meşhur”<br />

vakıların ispatına gerek yoktur, zira bunlar ihtilafsız sayılırlar; işte “taraflarca getirilme<br />

ilkesine” sıkı sıkıya bağlı olanlar, bu vakıaların da yargılamaya taraflarca getirilmedikçe<br />

hakim tarafından re’sen dikkate alınamayacağını savunurlar, bkz. Bu yazarlar ve<br />

eleştirisi için Alangoya, İlkeler s.128 ve son. dn.104; bu tartışmalar için ayrıca bkz. Becker-Eberhard<br />

(Hakimin Rolü) s.24 ve son.; Hellwig’in belirttiği gibi bu durum hakimi<br />

“gülünç” duruma düşürebilir, System I s.415; Bernhardt, aksi görüşün kabul edilmesi<br />

halinde, alman hakiminin 1945 yılında savaşın bittiğini, Almanya’nın işgal bölgelerine<br />

ayrıldığını tarafların ileri sürmemesi halinde dikkate alamayacağını kabul etmek<br />

gerekeceğini söylüyor! Alangoya 129; alman hukukundaki gelişmelerde bu vakıaların<br />

hakim tarafından re’sen dikkate alınacağının kabul edildiği görülmektedir, Rosenberg/<br />

Schwab/Gottwald paragraf 111 III Rn.25; Schilken ZPR Rn.470 s.246, Schilken (Hakimin<br />

Rolü) s.59; Brüggemann s.337 ve son.; BSG (Bundersozialgericht) bir kararında<br />

(NJW 1979,1063) mahkemenin maruf ve meşhur vakıaları re’sen hükmüne esas alabileceğini,<br />

ancak herkesçe maruf olmayan niteliktekiler için (mesela sadece mahkemenin<br />

resmi bilgisinde olan bir husus söz konusu ise bu durumda, tarafların beyanlarının<br />

alınması gereğine karar vermiştir; aynı yönde olmak üzere OLG Frankfurt’da bir kararında<br />

(MDR 1977 849) mahkemenin bir hususta dava açıldığını resmen bilmesi halinde<br />

bunu kararına esas alabileceğini ve bu hususa işaret etmenin ret sebebi olmayacağını<br />

belirtmiştir; böyle vakıalar ile taraf ikrarının çelişmesi halinde mahkeme ikrarı dikkate<br />

almayacaktır, bkz. Schilken ZPR Rn.422, Hakimin Rolü s.60; Alman Federal Mahkemesi<br />

de bir kararında (BGH NJW 1979 s.2089) “Bir ikrar “maruf ve meşhur” (offenkundig)<br />

bir vakıayla çelişki halinde ise bir etki yaratmaz” yolunda hüküm kurmuştur.<br />

298


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Dava malzemesinin getirilmesinde ağırlığın taraflara verilmesinin en<br />

ileri savunucularından olan Grunsky’nin, nerede hakime nerede tarafa yetki<br />

verilmesi hususunda bu ilkelerin yardımcı olamayacağını belirtmesi dikkat<br />

çekicidir. Gerçekten ister yeni kanunlaştırma hareketlerinde, ister mevcut<br />

normların yorumunda, söz konusu olan müessenin ratio legisi ve usulün<br />

amacı dikkate alınarak sonuca varılabilir. İlkelerin içeriği sonuca varmaya elverişli<br />

değildir (s.70-71). “İlkeler” anlayışına körü körüne uymak kabul edilemez<br />

sonuçlara götürebilir. Mesela tarafların değiştirilmesinin davanın zaruri<br />

unsurlarından birinin değişmesi olacağı ve bu duruma da dava değiştirme<br />

hükümlerinin uygulanacağını kabul ederek, taraf değişmesinin ıslah yolu ile<br />

yapılabileceği sonucuna vardıktan sonra HUMK 202/III hükmüne dayanarak<br />

davalının da ıslah yolu ile tarafı değiştirebileceği sonucuna varılması 51 , yani<br />

davalının kendini, davacıyı ıslah ile değiştirebileceğinin kabul edilmesi, ilkelerin<br />

bilime koyduğu ipoteğin sağlıklı olmayan bir görüntüsüdür.<br />

2) 1978’den sonra<br />

a- Dava Malzemesinin toplanması<br />

Dava malzemesinin toplanmasında ağırlığın taraflara verilmesinin gerçek<br />

hayat olayının tesbit edilmesinin bir vasıtası olarak kabul edildiği, zira<br />

gerek vakıaların, gerek bunların delillerinin temininin davada menfaat sahibi<br />

olan taraflarca kendi leyhlerine olanları eksiksiz getirmelerinin beklendiği<br />

yeniden vurgulanmıştır 52 . Guldener, kanton hukuklarını incelerken,<br />

birçok usul kanununda hakimin gerçek olayın tesbiti bakımından gerekli<br />

51 Üstündağ (Tez) s.92;bu görüşün eleştirisi için bkz. Alangoya, Yargılama sırasında Tarafta<br />

(yanda) İradi Olarak Meydana Gelen Değişme Hakkında Düşünceler, Mukayeseli<br />

Hukuk Araştırmaları Dergisi Cilt 3, 1969, Sayı 5, s.125 ve son. (155) ayrı bası s.39;<br />

Alangoya, Esaslar 3.bası 2003 s.138.<br />

52 Guldener M., Schweizerisches Zivilprozessrecht 3.Auflage 1979, 160, 161; Yazar<br />

“Verhandlungsmaxime”nin son sonuçlarına kadar kabul edilmiş olmadığını da belirtiyor,<br />

s.161 ve ayrıca olayın bütün ayrıntılarına kadar getirilmesinin gerekli olmadığını,<br />

hayatın teamülleri ve uygun önemli olanların getirilmesinin yeterli olacağını belirtiyor<br />

s.163, yazarın getirdiği ölçü, olayın diğer olaylardan ayrılmasına yeterli vakıaların şeklinde<br />

anlaşılınca, kanaatimce doğru bir tesbit yapılmaktadır (bkz.bu makale II) kanaatimce<br />

takip eden satırlardan yazarın bu sonuca vardığı kabul edilebilir, bkz.özellikle<br />

s.167; bkz.Rosenberg/Schwab/Gottwald paragraf 77 I 2 s.482, Gottwald hakimin maddi<br />

anlamda yargılamayı yürütmesinin Verhandlungsmaxime’nin “çekirdeğine” dokunmadığını<br />

ancak burada artık taraflarla hakim arasında bir “işbirliği ilkesi”nden (Kooperationsmaxime)<br />

söz edilebileceğini söylüyor, I 4 s.482,483.<br />

299


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

görürse re’sen delil temin edebileceğini söylemekte ve bu kanunlar arasında<br />

kanunumuzun kaynağı olan Neuchâtel (Neunburg) Usul Kanununun<br />

HUMK’un 75/III’üne tekabül eden Art 69 hükmüne de atıf yapmaktadır 53 .<br />

Usulün amacının gerek kanunlaştırma hareketleri gerek mevcut normların<br />

yorumlanması bakımından önem taşıdığı yeniden vurgulanmıştır 54 .<br />

Gaul’ün haklı olarak belirttiği gibi davanın “tarafların davası” olarak<br />

algılanması davada gerçeğe ulaşma amacı ile çelişmez 55 .<br />

Yazar, yargılamanın amacının “gerçeğin temel alınması suretiyle somut<br />

hakkın sağlanması” olarak kabul ediyor 56 .<br />

Schilken’de, “Yargılamanın devlet ve toplum düzeni içindeki en<br />

önemli işlevinin” hakkın maddi gerçeğe ulaşmak suretiyle gerçekleştirilmesi<br />

olduğunu belirtiyor 56a .<br />

53 Paragraf 164, 165 dn.14, ben bu yetkinin sınırlı olduğunu kabul ediyorum, bkz.yukarıda<br />

II.<br />

54 Gaul, Der Zweck des Zivilprozess-ein anhaltend aktuelles Thema (Zweck) (çeviren<br />

Deren-Yıldırım N.) İlkeler Işığı Altında Medeni Yargılama Hukuku, Derleyen Yıldırım,<br />

K, Genişletilmiş 2. Bası 2001, s.85.<br />

55 Gaul, “Zweck” s.91 ve dn.23; Gottwald (Rosenberg/Schwab), şekli gerçek ile maddi gerçek<br />

arasında bir derecelendirme olduğunu Beibringungsmaxime’de de gerçeğe varılmaya<br />

çalışılacağını söylüyor (paragraf 77 I 5, s.483) ben gerçeğe varmanın “ilke”ler bazında<br />

ele alınamayacağını, zira bunların içeriklerinin (saf olan hali hariç, karş. Jauernig paragraf<br />

25 VIII s.95) tarif ve tesbit edilemeyeceğini ifade ediyorum ve ben de her zaman<br />

maddi gerçeğe ulaşılabileceğini iddia etmiyorum, ancak, hakimin bu konudaki yetkilendirilmesinin<br />

bu ihtimali arttıracağını ve gelişmenin de bu yolda olduğunu söylüyorum;<br />

Reischl, medeni usulde sadece şekli hakikatın cari olduğu, maddi hakikatın, bir yan<br />

ürün (Nebenprodukt) olduğu hususunda, bu gün kanaatimce etkisini kaybetmiş ve isabetli<br />

olmayan bir görüşü savunmaktadır, s.89, yazarın, aynı yerde açıkladığı maddi hakikat<br />

amacının araştırma ilkesini gerektirdiği yolundaki görüşünün de isabetli olmadığı<br />

kanaatindeyim; yazarın, literatürde geniş kapsamlı usul ilkelerinin (Prozessmaxime)<br />

yer aldığını, bunların sayısının ya dar ya da geniş yorumlanmasının bir “kişisel değerlendirme<br />

meselesi (Geschmacksache) olduğu yolundaki değerlendirmesi bu “ilke”lerin<br />

belirli bir içerikle tarif edilemeyeceğini belirtmesi bakımından isabetlidir, s.91.<br />

56 “Zweck” s.102; ben de gerek kanunlaştırma hareketlerinde gerek yorumlarda gerçeğe<br />

ulaşılması şeklindeki görüşümü muhafaza ediyorum, sübjektif hakların korunması böyle<br />

sağlanır, bizatihi sübjektif hakların korunması isteği bir kanunlaştırma hareketine veya<br />

yoruma bir içerik kazandıramaz; bu bakımdan gerçeğe ulaşmanın bizatihi usulün amacı<br />

olmadığı, gerçeğe ulaşmanın sadece ferdi hakların korunması vasıtası olduğunu söylemek,<br />

aynı şeyi menfi yoldan, ifade etmek demektir, karş. Heinze H., Parteiherrschaft<br />

versus Richtermacht im Zivilprozess, Festschrift für K.Beys, 2003 c.I s.515 ve son. (524).<br />

56a Hakimin Rolü s.45, aynı yönde ZPR s.7 No.11 yazar haklı olarak hukuk barışı ve Hukuk<br />

güvenliğinin de dikkate alınması gereğine işaret ediyor, bkz. Alangoya, İlkeler s.86 ve son.<br />

300


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Dava malzemesinin taraflarca getirilmesine ağırlık verilmesinin “şekli<br />

gerçek” olarak tanımlanmasının doğru olmadığını, bunun medeni usulün<br />

konusu itibariyle gerçeğin elde edilmesi bakımından daha doğru olduğu<br />

inancına dayanmakta olduğunu Gaul de 57 belirtmektedir.<br />

Gaul’ün belirttiği bir önemli gelişme delil ikamesi bakımından hakimin<br />

yetkisinin çok arttırılmış olmasıdır, yazar “Delil ikamesi konusunda<br />

ise, dava malzemesinin taraflarca getirilmesi ilkesi tam ters yönde gelişme<br />

göstermiştir, öyle ki mahkeme tanık delili dışındaki tüm delillere re’sen<br />

başvurabilir (ZPO 142-144, 273/II, 358a, 448)” demekte ve bu gelişmenin<br />

gerçeğin bulunmasına yardımcı olduğunu belirtmektedir 58 .<br />

Gerçek bir reformun kanun yollarının tahdidi ile değil ilk derece<br />

mahkemelerinin kuvvetlendirilmesi ile mümkün olabileceği ve bunun en<br />

önemli aracının da hakimin işaret etme yükümlülüğünün (ZPO paragraf<br />

139, HUMK 75/II,III) kuvvetlendirilmesi ile mümkün olabileceği de ifade<br />

edilmiştir 58a .<br />

Yasal düzenlemeler bakımından, ait olduğumuz hukuk ailesinin iki<br />

önemli kanununda önemli değişiklikler yapılmıştır. Ayrıca konumuz bakımından<br />

büyük önem taşıdığına inandığım İngiliz hukukundaki gelişmeye<br />

kısaca da olsa değinmemiz gerekir düşüncesindeyim.<br />

aa) Alman Usul Kanunu<br />

Alman Usul Kanununda 1976 tarihli değişiklikle (Vereinfachungsnovelle)<br />

paragraf 278’de, sadece yargılamanın hızlandırılması ve konsantrasyonu<br />

değil hukuki himayenin içerik itibariyle iyileştirilmesine de gayret edilmiştir<br />

59 . 278/III, hakimin aydınlatma ödevinin 60 bir tamamlayıcısı olarak sürp-<br />

57 “Zweck” s.109, bkz.1958’den beri bu görüşü savunan Guldener için bkz.dn.52.<br />

58 “Zweck” s.110; yazarın tarafların yargılama üzerinde tasarruf edebilmelerinin, gerçeğe<br />

varma amacını etkilemeyeceği hususundaki görüşüne katılıyorum (s.111); bkz.ayrıca<br />

dn.32’deki açıklamalara.<br />

58a Winte, ZRP 1999/9 s.394; reformun ağırlık noktasının ZPO paragraf 139 ve 279’daki<br />

durum olduğu hususunda bkz. Dauster ZRP 2000.<br />

59 Leipold-Stein/Jonas 21. bası, paragraf 278 I RdN.2<br />

60 Reichold, Thomas/Putzo 25. Auflage 2003 paragraf 139 Rd.N.1, hakimin paragraf 139<br />

hükmündeki yetkisinin sınırının, tarafsızlık yükümlülüğü olduğunu belirtiyor, ancak<br />

bunun tamamen değerden yoksun olmadığını, anayasal yönde, yasal çerçevede ve<br />

maddi adalet (materielle Gerechtigkeit) esasına bağlılık gereklerini ifade ediyor, aynı<br />

Reichold Thomas-Putzo 22.bası paragraf 139 Rd.N.1.<br />

301


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

riz bir hükümle karşı karşıya bırakma yasağını düzenlemektedir. Bu hükme<br />

göre, taraflardan biri bir hukuki meseleyi (Gesichtspunkt) belirgin bir şekilde<br />

dikkatinden kaçırmışsa veya önemsiz addetmişse, bu husus yan bir<br />

talebe ilişkin olmadıkça, hakim ancak tarafa bu hususta beyanda bulunmak<br />

üzere fırsat verdiği takdirde hükmünü bu hukuki sebebe istinad ettirebilir.<br />

Bu hüküm, alman doktrininin “Taraflarca getirilme ilkesi” ile yoğrulmuş bulunan<br />

bir bölümünce 61 ihtiyatla karşılanmış sınırlarının dar tutulması yönü<br />

benimsenmiştir. Bu yazarlara göre hakimin bu görevi önemi olan hukuki meselelere<br />

inhisar ettirilmelidir. Hakim ancak hükmünü dayandırmak istediği<br />

hukuki sebepler için müzakere yapacaktır 62 . Alman hukukunda, hakimin bu<br />

görevinin kapsamının vekil ile temsil halinde daha dar tutulabileceği, buna<br />

karşın vekil ile temsil edilmeyen, meseleye yabancı olan tarafa daha etraflı,<br />

onun anlayacağı şekilde açıklaması gerektiği ifade edilmektedir 63 .<br />

Bu hüküm bir yandan dinlenilme hakkı (rechtliches Gehör) bir yandan<br />

hakimin aydınlatma ödevinin bir parçası iken anayasal temelinde de<br />

“adil yargılanma hakkı” mevcuttur 64 .<br />

Alman Usul Kanunu 27 Temmuz 2001 tarihli Reform Kanunu ile (yürürlüğe<br />

giriş 1 Ocak 2002) önemli değişikliklere uğramıştır 65 . Bu arada<br />

ZPO “Haupttermin” (Ana celse) başlıklı 278 hükmünün III’üncü fıkrası da,<br />

hakimin aydınlatma ödevi başlıklı 139 hükmüne intikal ettirilmiş ve bu<br />

paragrafın başlığı da yapılan değişikliklere paralel olarak “yargılamanın<br />

maddi olarak yürütülmesi” (Materielle Prozessleitung) şeklini almıştır 65a .<br />

Son tadilde önemli olan husus, hakimin taraflarla esas ve ihtilafı hukuki<br />

ve maddi açılardan müzakere edeceğinin ön plana çıkarılmış olmasıdır,<br />

paragraf 139/I c.1. Böylece mahkemenin yargılamayı maddi olarak<br />

61 Bkz.Leipold, Stein/Jonas paragraf 278 IV RdN.32 ve orada anılan yazarlar, bkz.dn.43;<br />

Leipold, hükmün doğuşunun tarihçesini verirken, bu hükmün, 1976 kanununun en<br />

tartışmalı maddelerinden biri olduğunu, hükmün yargılamayı sürüncemede bırakmasından<br />

korkulduğunu ifade ediyor, Stein-Jonas paragraf 278/II Rd.N.26.<br />

62 Leipold, Stein/Jonas paragraf 278 IV Rd.N.38<br />

63 Leipold, Stein-Jonas paragraf 278 IV Rd.N.44.<br />

64 Leipold, Stein/Jonas paragraf 278 III Rd.N.24.<br />

65 Mesela bkz. Alangoya Y. Kanun Yolunun Anayasal Temeli 75. Yaş günü için Prof.<br />

Dr.Baki Kuru Armağanı 2004, s.18 dn. 3’de kanun yollarına ilişkin değişikliklere.<br />

65a Bu kavram için ayrıca bkz. Alangoya, İlkeler s.4; ayrıca bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald<br />

paragraf 78/III s.498 ve son (16.bası).<br />

302


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

yürütmesi hususundaki yetkileri, taraf hakimiyetini sınırlamıştır 66 ; Prütting<br />

66a dava malzemesinin yargılamaya getirilmesinde yetkinin aidiyeti bakımından<br />

İngiliz hukukunda 1999 reformundan önce cari olan ve bu yetkiyi<br />

büyük ağırlıkla taraflara veren sistem ile (Adversary System) 66b Alman<br />

hukukunu karşılaştırırken bu sistem ile Verhandlungsmaxime arasında<br />

çok “kesin bir çelişki” olmadığı sonucuna varıyor. Bunun gerekçesi olarak<br />

da, paragraf 139’un ve 1976 tadili ile gelen hükümlerin (ki şimdi 2002 tadili<br />

ile vurgulanmış ve genişletilmiştir) Verhandlungsmaxime’yi sınırlamadığını,<br />

hakimin yetkilerini arttırdığını ifade ediyor 66c . Kanaatimce burada<br />

sınırlama kavramı bakımından bir anlayış farkı vardır. Önemli olan dava<br />

malzemesinin getirilmesinin sadece tarafların hakimiyetine bırakılmayıp,<br />

hakime de bu konuda yetkiler tanınmasıdır. Usul hukukundaki gelişme<br />

bu şekilde olmuştur. Dava malzemesinin getirilmesi bakımından tarafların<br />

yetkisini kısıtlama, usulün amacına da aykırı olurdu. Yukarıda belirttiğimiz<br />

bu gelişme, bütün yetkinin taraflara ait olacağı yolundaki Gönner’in<br />

“İlkesine” sınırlamadır 66d ; Yeni İngiliz Usul Kurallarının (CPR) kabulünde<br />

raporlarına büyük ölçüde uyulmuş olan Lord Woolf da 1995 tarihli raporunda,<br />

diğer Avrupa ülkeleri hakiminin daha yetkili olduğuna işaret ediyor.<br />

Alman Usul Kanunundaki değişikliklerle Rosenberg/Schwab’ın yıllarca<br />

evvel gördüğü gibi, gelişmenin yargılamanın dava malzemesinin toplanmasında,<br />

taraflar ve mahkemenin işbirliği yapmaları yönünde olduğu<br />

tesbit edilmektedir 67 .<br />

66 Greger s.472 yazara göre bu hükümler çabuk ve adil hüküm verilmesini sağlayacaktır,<br />

s.465;tasarıyı getiren hükümetin adalet bakanı, hakimin taraflarla müzakeresinin bir<br />

amacının da, tarafların ekonomik ve şahsi menfaatlerini tesbit ve onları uygun bir sulhe<br />

teşvik olduğunu söylüyor, Däubler-Gmelin ZRP 2000/2 s.36.<br />

66a Die Strukturen des Zivilprozesses unter Reformdruck und europaeische Konvergenz,<br />

Festschrift für Schumann 2001 s.309 (321,322).<br />

66b Bu sistem İngiliz hukukunda 1999’da yürürlüğe giren reform ile (Civil Procedure Rules<br />

1998) radikal bir değişikliğe uğramıştır, bkz.aşağıda (cc).<br />

66c s.322; yazar bu iki sistemin bağdaşmadığı iddialarının “Araştırma İlkesi” (Inquisitionsmaxime)<br />

ile karşılaştırmadan kaynaklandığını söylüyor, s.322,323 ve dn.29.<br />

66d Schilken’de yapılan değişikliklerin ilkenin sınırlandırılması olduğunu belirtiyor, Hakimin<br />

Rolü, s.57, ancak bir “işbirliği” modelinin söz konusu olmadığını söylüyor, s.62.<br />

67 Greger R., Der deutsche Zivilprozess im Umbruch, Festschrift für K.Beys, 2003, c.I<br />

s.466,aksi fikir için bkz. Dn.66 d’deki Schilken; bkz. Rosenberg/Schwab Zivilprozessrecht<br />

14. bası paragraf 78 I,4; paragraf 139’un son tadilinde hakimin ödevinin arttırıldığı<br />

hususunda bkz.Becker-Eberhard E.. Alman Medeni Usul Hukuku Reformu Hakkında,<br />

(çeviren, Deren-Yıldırım N.), 21. yüzyılın Usul Hukuku Sorunları, 2003 Derleyen<br />

Deren-Yıldırım N. S.59 ve son (65).<br />

303


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Kanaatimce 27.7.2001 (yürürlük 01.01.2002) tarihli kanunun, getirdiği<br />

önemli değişikliklerden biri eski 278/III’de yer alan sürpriz yasağının<br />

139’a götürülmesi sırasında mevcut bir sınırlamanın kaldırılmış olmasıdır.<br />

Gerçekten yeni paragraf 139’II hükmünde sadece taraflarca dikkate alınmamış<br />

ve gözden kaçırılmış bir noktai nazardan” bahsedilmektedir. Leipold<br />

1976’da getirilen düzenlemenin de aynı şekilde olduğunu ancak bunun tartışmalara<br />

yol açtığını ve sınırlama getirildiğini belirterek bu sınırlamalardan<br />

birinin başlangıçta sadece “Noktai nazar” şeklinde iken “hukuki noktai<br />

nazar” ifadesi ile sınırlandığını belirtmiştir (bkz.yukarıda dn.61). Diğer bir<br />

ifade ile 1976’da getirilen sınırlama 01.01.2002 tadilinde kaldırılmıştır.<br />

Hükümetin maddeler gerekçesinde, eski paragraf 278 Abs.3’de sadece<br />

hukuki meseleler bakımından hakime yetki verilmiş olduğu, ancak tatbikatta<br />

hukuki ve maddi görüş noktaları bakımından bir ayırım yapılmasında<br />

sıklıkla zorluklarla karşılaşıldığı, bu bakımdan bu ayırımın kaldırılarak<br />

hakimin her iki görüş noktası açısından da müzakere etmesi gereği düzenlendiği<br />

belirtilmektedir 68 . 2002 tadilinden sonra, mahkemenin hükmünü<br />

tarafların belirli şekilde gözden kaçırdıkları veya önemsiz saydıkları bir<br />

hususa dayandırabilmesi bu husus ister hukuki ister maddi meselelere<br />

ilişkin olsun, bunlara işaret etmesi ve tarafların bu konuda beyanda bulunmalarına<br />

imkan vermesi şartı ile mümkün olacaktır.<br />

Bu değişikliğin Greger’in belirttiği temel değişikliklerden olduğunu<br />

(bkz.yukarıda dn.65) (Umbruch) ve hakime ciddi bir yetki verdiğini düşünüyorum.<br />

Paragraf 139 hükmünün eski paragraf 278/II’e nisbetle genişletildiği<br />

diğer bir husus da, tarafların meseleyi görmesine ve önem vermesine<br />

rağmen hakimin bu konuda tarafların anlayışından farklı bir görüşle<br />

hüküm vermesidir 69 . Paragraf 139’da hakimin emredici olan işaret etme<br />

68 Zivilprozessreform 2002, Zusammengestellt und Eingeleitet von Bruno Rimmelspacher,<br />

2002, Zu Nr.20 (paragraf 139) s.139; Schaefer T., paragraf 139’da eskisine nisbetle<br />

bir değişiklik olmadığı hususundaki yazısında bu konuda da eski 278/III hükmüne bir<br />

yenilik getirilmediğini, 278/III hükmünün tatbikatta uygulamasının bu yolda olduğunu<br />

söylemektedir, Was ist den neu an der neuen Hinweispflicht, NJW 2002 s.849 ve son;<br />

aynı yönde Musielak H.J., NJW 2000/38 s.2772.<br />

69 Paragraf 139 II 2 hükmünün kapsamının bu yolda genişletilmiş olduğu hususunda bkz.<br />

Hartmann P., Zivilprozess 2001/2002 : Hunderte wichtiger Aenderungen, NJW 2001 2577<br />

ve son (2582), yazar artık sadece “Fakat bu ihtilaflıdır” şeklindeki uyarının yeterli olmayacağına<br />

işaret ile tarafların bir sürprizle karşılaşmasının önlenmesi gereğini ifade ediyor;<br />

hükmün yenilik olduğu hususunda bkz. Neuhaus, s.438; Musielak, bu sonucun paragraf<br />

139 II 1 hükmünden de çıkarılabileceğini söylemektedir, Musielak H.J., Reform des Zivilp-<br />

304


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

yükümlülüğünün reformun ağırlık noktasını teşkil ettiği de ifade edilmiştir<br />

70 . Sürpriz yasağı bakımından paragraf 278/III’de olmayan ve paragraf<br />

139’da yer alan bir hüküm de hakimin bu yükümlülüğünü mümkün olan<br />

en erken zamanda yerine getirmesidir (paragraf 139/IV). Böylece davanın<br />

uzaması önlenmek istenmektedir. ZPO 139’daki değişikliklerin özellikle<br />

avukatlar bakımından selamlamaya değer görüldüğü, yanlış anlamaların<br />

istinafa gitmeden ilk derece mahkemesinde halledileceği ve avukatlar bakımından<br />

korkulan bir husus olan “sürpriz hükümler”in bu şekilde engelleneceği<br />

ifade edilmiştir 71 . Alman Medeni Usul Kanununda son yapılan bir<br />

başka değişiklik de önem t0miştir. Hakim olan fikir, ZPO 427 hükmünün<br />

kıyasen uygulanacağıdır 72 : Mahkeme belgenin içeriğini beyan eden tarafın<br />

beyanlarını doğru kabul edecektir 73 . Görüldüğü üzere, bu düzenleme de<br />

taraf iktidarını aşan bir yetkinin hakime verilmesidir. Bununla güdülen<br />

amacın, esasın gerçeğe uygun bir şekilde ortaya çıkarılmasına imkan verilmesidir<br />

74 . ZPO’nun Reform Kanunu ile değiştirilen paragraf 279 hükmü de<br />

hakime bir aydınlatma, işaret etme ödevi getirmektedir. 279/III hükmüne<br />

göre delil dermeyanı (Beweisaufnahme) safhasında hakim esas ve çekişmenin<br />

bulunduğu durumu ve o an itibariyle mümkün olduğu ölçüde delil<br />

dermeyanının sonuçlarını müzakere edecektir 75 . Bu hükmün de paragraf<br />

139’da olduğu gibi 76 tarafları hükümden evvel bilgilendirmek, gerekli düzeltmeleri<br />

yapma imkanı vermek, ve hüküm prosedürünü şeffaf bir hale<br />

rozess, NJW 2000 2770 (2771-72), ona göre, 278/III hükmü itibariyle 139’a daha açıklık<br />

getirilmiştir, ayrıca bkz. yukarıda dn 68’e ait metne; paragraf 139 hükmünün genişletilmiş<br />

olduğu hususunda bkz. Däubler-Gmelin, Reform des Zivilprozess ZRP 2000/2 s.36.<br />

70 Dauster M., Eckpunkte einer Justizreform, ZRP 2000/8 s.339.<br />

71 Ayad P. ZRP 2000/6 s.232; Hartmann bunun, süslü, tumturaklı söz söylemek, edebiyat<br />

yapmak (Floskel) niteliğinde olmadığını söylüyor, aynı yer;<br />

72 Rosenberg/Schwab/Gottwald aynı yer, Thomas/Putzo/Reichold paragraf 142 No.5; paragraf<br />

422’deki gibi bir maddi hukuk kuralına dayanmaya gerek yoktur, (Rosenberg/<br />

Schwab/Gottwald aynı yer)<br />

73 Prütting (s.323) 142 hükmünün, hasım ekindeki senet veya belgenin, medeni hukukun<br />

belirttiği hallerde talep edilebileceğini düzenleyen paragraf 422 hükmü ile çeliştiğini<br />

ve tasarı safhasında bunu bakanlığa şifahen bildirmesine rağmen dikkate alınmadığını<br />

142 hükmünün sisteme yabancı bir hüküm niteliğinde olduğunu söylemektedir.<br />

74 Rosenberg/Schwab/Gottwald paragraf 118 N.47.<br />

75 Bu hükmün, yargılamanın uzamasına yol açacağı, ve dinlenilme hakkının (rechtliches<br />

Gehör) bunu gerektirmediği ve diğer eleştirileri için bkz. Dauster s.339.<br />

76 Taslağın hazırlanışı sırasında Adalet Bakanı olan Däubler-Gmelin’in görüşleri, bkz.<br />

ZRP 2000/2 s.36.<br />

305


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

getirmek ve kaybeden tarafın hükmü kabullenmesini sağlamak amacı ile<br />

sevkedildiği anlaşılmaktadır 77 . Burada son olarak değinmemiz gereken husus,<br />

alman usul hukukunda hakimin re’sen celbedemeyeceği delilin şahitler<br />

olduğudur, reform kanunu bu hususu değiştirmemiştir (ZPO 273/<br />

II 4). Ancak bu gün, alman doktrininde hakime bu yetkinin verilmemiş<br />

olmasının bir eksiklik olduğu ve bunun de lege ferenda kabulünün doğru<br />

olacağı ifade edilmektedir 78 . Schilken 79 bunun vakıanın gerçekliğini tesbit<br />

açısından önemli olduğunu vurgulamaktadır 80 .<br />

Bir görüşe göre bu gelişmeler şunu gösteriyor ki, Alman Medeni Usulünde,<br />

gelişim taraf hakimiyetinden, tarafların ve hakimin işbirliğine doğru<br />

olmuştur 81 ve Alman hukuku Avusturya hukukuna yaklaşmıştır. Gerçekten<br />

Avusturya hukukunda da taraflar ve hakimin dava malzemesinin toplanması<br />

hususunda bir işbirliği oluşturduğu kabul edilmektedir (bkz.ileride dn.84).<br />

Alman Usul kanunundaki bu son değişikliklerin nasıl algılanacağı hususunda<br />

bugünden kesin sonuçlara varmanın mümkün olmadığı da söyleniyor<br />

82 .<br />

306<br />

bb) Avusturya Usul Kanunu<br />

Önemli olan diğer bir değişiklik düzenlemesi Avusturya Usul Kanununda<br />

yapılmıştır.<br />

2002 tarihli tadil bakımından söylenecek ilk şey, “Teksif ilkesi” nin yeniden<br />

reddedilmiş olmasıdır. Zira Avusturya hukukunda, Franz Klein’den<br />

77 Bkz. Dauster s.339’daki mülahazalara.<br />

78 Schilken (Hakimin Rolü) s.66.<br />

79 Aynı yer.<br />

80 Bkz. Aşağıda dn.58’e ait metne.<br />

81 Greger, aynı yer, mamafih yazar bugüne kadar ki gelişmelerin bu hükümlerin gereği gibi<br />

uygulanacağı hususunda ümit vermediğini de söylüyor s.465; Frankfurt am Main Sanayi<br />

ve Ticaret Odası (Industrie und Handelskammer IHK) paragraf 139’un genişletilmesi<br />

suretiyle tadilini- diğer bir ifade ile hakimin yargılamayı maddi yönden yürütmesi hususundaki<br />

yetkilerinin genişletilmesini- yargılamanın mümkün olan en çabuk safhada<br />

halledilmesi amacı güdülmesi sebebi ile selamlamaya değer bulmuştur, IHK Frankfurt<br />

am Main Druchversion, Modernisierung der Justiz gehtweiter- Zivilprozessreformgesetz<br />

(01.01.2002), http://www.frankfurt-main.ihk.de/c....ahrensrecht/zpo-novelle&rbnr=201<br />

82 Gerhard W. (Die jüngste Zivilprozessrechtsreform in Deutschland, Festschift für K.Beys<br />

2003 c.I s.430) tatbikatta, kabullenme nisbetinin halen düşük olduğunu ve eleştirel görüşlerin<br />

ağırlıkta bulunduğunu söylüyor, yazar yasal gelişmelerin adalet idealine yaklaşmak<br />

ve yargılamanın hızlandırılması amacına yönelik olduğuna da işaret ediyor, s.421.


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

beri bu ilke “ağır bir sosyal kötülük” (schweres soziale Übel) olan davaların<br />

uzun sürmesinin bir sebebi olarak görülmüştür 83 .<br />

Kanunda ayrıca yargılamanın hızlandırılması amacı ile “tarafların işbirliği<br />

yükümlülüğü” (Mitwirkungspflicht, paragraf 359) getirilmiştir 84 .<br />

Kanaatimce, Avusturya Usul Kanunundaki en önemli değişikliklerden<br />

biri, sürpriz yasağının kanuna girmiş olmasıdır (paragraf 182a). Hüküm<br />

Alman Kanunu eski paragraf 278/III hükmüne benzemektedir. Önemli<br />

nokta Avusturya kanununda “hukuki noktai nazar” (rechtliche Gesichtspunkte)<br />

sınırlamasının kabul edilmiş olmasıdır 85 .<br />

Fasching’ten öğrendiğimize göre 86 Avusturya Yüksek Mahkemesi sürpriz<br />

yasağını yıllardır 87 kararlarında kabul etmesine rağmen, 182/a hükmü<br />

özellikle baroların baskısı ile kanuna girmiştir. Fasching bu hükümle sürprizlerin<br />

engellenebileceğini ancak, bu hükmün davanın süratlendirilmesine<br />

hizmet etmeyeceğini söylüyor 88 . Bu ifadelerden şu sonucu çıkarmak<br />

mümkündür, yüksek mahkemenin kararlarına rağmen, mahkemeler bu yasağa<br />

ilişkin görevlerinde hassas davranmamaktadırlar. Bu sebeple avukatlar,<br />

hükmün kanuna girmesinde ısrarlı olmuşlardır. Davanın hızlandırılması<br />

bakımından menfi etki söz konusu olacağı noktasına gelince, yukarıda da<br />

belirttiğim gibi (bkz.III 1a) çok geç gelen bir hukuki himaye, bu himayenin<br />

niteliği ile çelişir. Çok uzun süren bir yargılamanın hayat olayının doğru<br />

83 Hübner A.D., Fortschritte und Rückschritte durch die Zivilverfahrensnovelle 2002,<br />

Festschift für K.Beys 2003 c.I s.209,210, tadil kanun koyucusu da bu “ilke”nin, davaların<br />

uzamasının başlıca nedenlerinden olduğunu zira böyle bir sistemde tarafların<br />

ilgili ilgisiz bütün malzemeyi getirdiklerini ve bizatihi bu durumun davaları uzattığını,<br />

bunun yerine “yumuşatılmış” değişen düşme (Praeklusion) sürelerinin ön görülmüş<br />

bulunduğunu ifade etmiştir, değerlendirme için bkz.Hübner s.211 ve son.; aynı yönde<br />

Fasching H.W, Der Mühsame Weg zur Prozess-beshleunigung, Festschrift für K. Beys<br />

2003 c.I s.309 ve son.; hukukumuzda Üstündağ, bu “ilke”nin davaların hızlandırılmasının<br />

vazgeçilmez şartı olduğunu söylüyor, tez s.114, 115,bu sonuca varırken hangi<br />

noktalara dayandığını açıklamıyor ve gerek maddi vakıaların ve özellikle delillerin toplanmasında<br />

hakime geniş yetkiler veren başarılı Avusturya örneğine hiç değinmiyor;<br />

hukukumuzda yıllar boyu davaların hızlandırılması çarelerinin aranması yazarın bu<br />

görüşüne kuşku ile yaklaşılmasını gerektiriyor düşüncesindeyim.<br />

84 Yükümlülüğün ihlali halinde müeyyideler hususunda bkz.Hübner s.226 ve son.<br />

85 Yeni Alman Reform Kanununda paragraf 139’dan bu sınırlamanın kaldırıldığı hususunda<br />

dn.68’i takip eden metne.<br />

86 s.312 ve son.<br />

87 1926’dan beri, bkz.Fasching s.312 dn.24.<br />

88 s.314.<br />

307


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tesbit edilmesi imkanını da azaltacağı gözden uzak tutulmamak gerekir 89 .<br />

Ancak yargılamanın süratlendirilmesi usulün amacına pahalıya malolmamalıdır.<br />

Sürpriz yasağı, adil yargılama hakkı, onun bir parçası olan dinlenilme<br />

hakkının önemli bir unsurudur. Bu bakımdan sürate feda edilmez.<br />

Gaul’ün haklı olarak belirttiği gibi “adli aceleciliğin maddi bakımdan doğruluğun”<br />

yerini alması kanun koyucunun amacı ile bağdaşmaz 90 .<br />

Kaldı ki bu hususun Alman kanunu paragraf 139 daki yeni şeklinde<br />

olduğu gibi, hakim tarafından en erken zamanda yerine getirilmesi, sürati<br />

etkilemeyebilecektir düşüncesindeyim. 2002 tarihli Avusturya Usul<br />

Kanunu değişikliğinin, ağırlık noktasının yargılamanın süratlendirilmesi<br />

olduğu gerekçeden anlaşılmaktadır; bkz. Ballon O.J s.75 ve son., bunun<br />

gerçekleştirilebilmesi için, “ilk celse” yerine “hazırlayıcı celse”, tarafların<br />

yargılamaya yardım etme yükümlülüğünün (Prozessförderungspflicht)<br />

kuvvetlendirilmesi (bkz.ayrıca yukarıda dn.69 da belirtilen düzenlemeye)<br />

avukatlık ve noterlik alanlarında tahkimin müesseseleştirilmesi (bkz.<br />

bizim Avukatlık Kanunu m.167’deki zorunlu tahkime; ancak, Anayasa<br />

Mahkemesi bu düzenlemeyi Anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir.) gibi<br />

tedbirler düzenlenmiştir; Ballon yazısının başında, bu konudaki tarihi gelişime<br />

bakıldığında iyimser olunamayacağını, bu süreçte getirilen tedbirlerin<br />

başarılarının uzun süre devam etmediğini, bunun sebepleri arasında,<br />

değişen toplumsal ilişkileri, alınan tasarruf tedbirlerini ve Avrupa Topluluğu<br />

hukukunun medeni usul alanındaki etkisini saymaktadır, s.76.<br />

Hübner’de, 2002 değişikliğinin ulaşmak istediği amacın doğru karara<br />

varılması beklentisi aleyhine olmamak kaydı ile yargılamanın hızlandırılması<br />

için araçlar yaratılması olduğunu belirtiyor. Yazar, bu amacın muhakkak<br />

ki tam bir genel mutabakata ulaşacağını, ancak sonuçta varılamayacağını<br />

ifade etmektedir 91 . Mamafih Avrupa İnsan Hakları mahkemesinde<br />

1995 istatistiğine göre, Avusturya aleyhine Medeni yargılama ile ilgili<br />

hiçbir dava bulunmaması, bu güne kadar ki incelemeye layık görülen 14<br />

şikayetten ise sadece ikisinin yargılama süresi ile ilgili bulunması da (biri<br />

nafaka, diğeri malulen emeklilik tanınması) kanaatimce, hakimin yetkilerinin<br />

arttırılmış bulunduğu bu hukuk alanı bakımından dikkat çekicidir 92 .<br />

89 Rechberger W.H. , Die Verfahrenskonzentration im österreichischen Zivilprozess (Çeviren<br />

Yıldırım K.), İlkeler Işığı Altında Medeni Yargılama Hukuku, genişletilmiş 2. Bası 2001 s.3.<br />

90 Gaul s.112.<br />

91 s.207.<br />

92 Rechberger s.9.<br />

308


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

cc) İngiliz Usul Hukuku<br />

Kanaatimce 1978’den sonra incelediğimiz konu bakımından en önemli<br />

gelişmelerden biri İngiliz Usul Hukukunda olmuştur. Bu gelişme “Medeni<br />

Usul Kuralları 1998’in (Civil Prosedure Rules 1998, CPR 1998) kabulüdür.<br />

“Civil Procedure Act 1997”nin verdiği yetki ile Lord Woolf’un beş yıl<br />

süre ile yaptığı çalışmalar sonunda onun önerilerini büyük ölçüde kabul<br />

eden CPR, 26 Nisan 1999’da yürürlüğe girdi. Bu kanunla High Court ve<br />

Country court önündeki yargılamalar tek usule bağlanmış oldu 93 . Reformdan<br />

evvelki İngiliz Medeni usulünün, pahalı, zaman alıcı ve çok karmaşık<br />

olmasının halkın çoğunluğunu yargıdan uzak tuttuğu, ulaşılmasının zor<br />

olduğu, sistemin halk için adil, ekonomik ve münasip sürede sonuç alınmasını<br />

engellediği belirtilmektedir 94 .<br />

Lord Phillips, CPR 1998’in yargılama kültüründe dramatik bir değişiklik<br />

yaptığını belirtiyor. Reformdan önce yavaş ve pahalı olan yargılamanın<br />

kesin kurallara bağlı olmayışının uygulamacılara tarafların pozisyonlarını<br />

kutuplaştırma olanağı sağladığını, sürpirz taktikler ve usuli teknikler<br />

üzerindeki oyunlarla yargılamanın azap verici hale getirilebildiğini ifade<br />

ettikten sonra CPR 1998 ile mahkemenin davanın gelişimini izlemek ve<br />

düzenlemek hususundaki geniş yetkisi ile birleşen aktif dava yönetiminin<br />

(active case management) ihtilafın doğru ve süratli bir şekilde halledilmesini<br />

sağlayacağını ifade ediyor 95 . Bu kurallarla tarafların davanın yürütülmesi<br />

üstündeki kontrollar büyük ölçüde kaldırılmıştır 96 .<br />

İngiliz Hukukunda da, usulün amacının doğru vakıalara dayanan bir karar<br />

elde etmek olduğu, yani amacın gerçeğe ulaşmak olduğu belirtiliyor “Usulün<br />

temelinde gerçeğe ulaşma amacı yatar”. Doğru olmayan hükümler riski<br />

bu amacı değiştirmez 97 . Reformdan evvelki usul anlayışı ve felsefesi, hakimin<br />

esas hakkında gerçek vakılara dayanarak hüküm vermesi, ancak burada davanın<br />

şekli olarak yürütülmesinin büyük ölçüde taraflara bırakılmış olma-<br />

93 Bkz. Hill/Wood/Fine, A Practical Guide to Civil Litigation s.6; bu eserdeki açıklamaya<br />

göre bu yoldaki çalışmalar devam etmektedir, mesela 1965 Supreme Court Kuralları<br />

(Rules of The Supreme Court)da CPR bünyesine katılacaktır, böylece medeni usulü<br />

düzenleyen kurallar tek bu düzenleme haline getirilmiş olmaktadır, aynı yer.<br />

94 Bkz. Michalik P. Justice in Crisis: England and Wales (Civil Justice in Crisis) s.117,164.<br />

95 Yukarıdaki eserin Giriş bölümünden.<br />

96 Hill/Wood/Fine s.8.<br />

97 Zuckerman A., Justice in Crisis: Comparative Dimensions of Civil Procedure (Civil<br />

Justice in Crisis) s.3,4,5.<br />

309


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sıdır; bu ise davaların sürüncemede kalmasına yol açmakta ve doğru hükme<br />

varma imkanını da zayıflatmakta idi. Yargılamanın yönetimine hakimin<br />

konuşmamasının (Adversary system) İngiliz hukukunun önemli zafiyetini<br />

teşkil ettiği anlaşılmaktadır 98 . Diğer bir yazar da adversry system’in önemli<br />

noksanının gerçeğe varılması çabasında hakime yetki verilmemesi olduğunu<br />

ifade etmektedir 99 . CPR bu felsefeyi değiştirmiş ve davanın yürütülmesi bakımından<br />

hakimin yetkilerini arttırmıştır. Diğer bir ifade ile CPR, doğruluk,<br />

sürat ve maliyet unsurları arasında bir denge kurmak için kabul edilmiştir 100 .<br />

Adversary System iki temel fikre dayanıyor 101 : birincisi tarafların dava<br />

üzerindeki tasarruf yetkileri (dispositiv pricnciple, tasarruf ilkesi, dispositionsmaxime).<br />

Burada kural olarak taraflar tasarruf hususunda serbesttirler.<br />

Davanın açılması, talebin tayini, sona erdirilmesi (feragat, kabul, sulh) gibi<br />

durumlarda taraflar rol oynayacaktır, burada hakimin rolü kısıtlıdır. İkinci<br />

temel fikir ise dava malzemesinin getirilmesinde (determine of information)<br />

bütün yetki taraflarındır, hakim hükmünü sadece bunlara dayanarak<br />

verebilecektir. Birinci fikir kara Avrupasında da kural olarak kabul ediliyor.<br />

İkincisi bakımından ise ait olduğumuz hukuk ailesinde taraflar yanında<br />

hakime de yetkiler tanınması şeklinde gelişme olmuştur ve İngiliz usul hukuku<br />

da son reform ile bu yola kuvvetli bir biçimde girmiş görülmektedir.<br />

Davanın yürütülmesinde büyük ağırlığı taraflara veren adversarial<br />

system’in felsefesi gerçeğin tarafların getirdiği vakıalar ve delillerin ve<br />

onların savaşının sonucunda ortaya çıkacağı, buna hakimin karışmaması<br />

şeklinde özetlenebilir 102 . Bu biraz da yargının taraflara bir hizmet (service)<br />

98 Zuckerman, usul düzeninin bütün sonuçları ile bu amaç çerçevesinde kurulamayacağını,<br />

doğru olmayan hüküm riskinin tamamen ortadan kaldırılamayacağına da işaret<br />

ediyor; bir usulde doğru karara varılma süresinin ve maliyetinin de önem taşıdığına<br />

haklı olarak işaret etmektedir; yazar davaların ortalama süresi olarak Londra’daki bir<br />

yüksek mahkemede (High Court) 161 hafta, Londra dışındakilerde 195 hafta, mahalli<br />

mahkemelerde de (country court) sırası ile 70 ve 90 hafta olduğunu belirtiyor (s.16 ve<br />

son.); bkz. Alangoya (Vakıalar) s.89 ve son., (Esaslar) s.30 ve son.<br />

99 Jolowicz s.283; yazar, bir tarafın diğer tarafa ve onun şahitlerine soru sorma usulünün<br />

(cross-examination) “gerçeğin bulunması için şimdiye kadar bulunmuş en büyük hukuki<br />

araç” olduğu görüşüne (JH. Wigmore, Treatise on the Anglo-American System of<br />

Evidence in Trials at Common Law, 3 rd.edn-Boston: Little Brown, 1940, para 1367’den<br />

nakil, bkz. S.283 dn.9) katılmıyor ve bu usulün doğru olmayanı meydana çıkarma başarısının<br />

doğruya ulaşmada aynı derecede olmayacağını ifade ediyor s.283,284.<br />

100 Zuckerman s.17<br />

101 Jolowicz s.289.<br />

102 Air Canada ile Secretary of State arasındaki ihtilafta, doğru bir karar için bazı belgelerin<br />

verilmesinin mahkemece talep edilmesi meselesinde, mahkemenin görüşünü<br />

310


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

verdiği anlayışına dayanmaktadır. Eğer bir hizmet kavramından hareket<br />

edilecekse bu sadece taraflara verilen bir hizmet değil bir bütün olarak<br />

kamuya verilen bir hizmettir 103 . “Yargılama ne bir savaş ne de bir oyundur;<br />

hasım taraflar arasında gerçek adaleti uygulamaktır, eğer mahkeme ilgili<br />

bütün bilgiye sahip olmazsa bu amaca ulaşılamaz” 104 .<br />

Şu duruma göre, usulün amacına varılabilmesi için adversarial system<br />

yeterli olmuyor. Bunun anlamı “Vak’a mahalline gelen polis memurunun<br />

“burada neler oluyor” (What’s going on here) şeklindeki soruşturması gibi<br />

bir usulü (saf araştırma ilkesi-inquisitorial model) yargılamayı getirmek<br />

değil fakat amaca götürebilecek bir usuli sistemde, hakimin ve tarafların<br />

rolünün müzakere edilmesidir 105 . Yukarıda da belirtildiği gibi İngiliz reformunun<br />

temelinde yatan düşünce adversary system’in temel zafiyetinin<br />

gerçeğin bulunmasında hakime yetki verilmemiş olmasıdır 106 .<br />

Lord Woolf, CPR’yi büyük ölçüde etkilemiş olan 1995 tarihli raporunda<br />

107 İngilteredeki adversarial tradisyonunun tamamen terk edilmesi ve<br />

onun yerine araştırma ilkesine dayalı bir yargılama usulü önermediğini,<br />

ancak mahkemenin daha fazla müdahalesinin söz konusu olduğu bir yönetmenin<br />

gerekli olduğu ve halen mevcut çarpıklığın bu şekilde giderilebileceği<br />

kanaatinde olduğunu ifade etmektedir. Lord Woolf, adversarial<br />

system’in finansal bakımdan güçlü olan veya daha tecrübeli olan tarafın,<br />

yargılamayı daha masraflı, karmaşık hale getirebileceğini ve bunun zayıf<br />

taraf aleyhine olduğunu tesbit etmektedir 108 .<br />

Reformun temeli olarak kabul edilen “temel esaslar (hedefler” (overreiding<br />

objectives)ın mahkemenin rolü bakımından sadece usuli hususları belirtmesinin<br />

sebebini, tasarının yazarları kendi dip notlarında “esas hakkında<br />

kabul etmeyen Court of Appeal (Lord Denning) ve House of Lords (Lord Wilberforce)<br />

görüşlerini adversarial system’in buna müsait olmadığı esasına dayandırmıştır, bkz.<br />

Jolowicz s.284,285, yazar bu noktada hakim Lord Wilberforce’nun düşüncesinde usuli<br />

(şekli-Procedural) bir adalet kavramının olduğuna işaret ediyor, s.285.<br />

103 JJ Spiegelman (New South Wales Başhakimi), Judicial Accountability and Performance<br />

Indıcators (2002) 21 CJQ 18.26, Jolowicz s.285 ve dn.19’dan naklen.<br />

104 Sir John Donaldson MR, Davis-Eli Lilly and co (1987 1 WLR 428, 431 davasından,<br />

Jolowitz, yüksek hakimin bu kararında sadece usuli adaleti değil maddi (substantive)<br />

adaleti de ifade ettiğini söylemektedir, aynı yer.<br />

105 Jolowicz s.286.<br />

106 Jolowicz s.283.<br />

107 Interim Report, 1995 Chapter 5-The Need For Case Management by the Courts No.15,<br />

www.dca.gov.uk.<br />

108 Chapter 5 No.5.<br />

311


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

gerçeğin araştırılması işinin mahkemenin rolünün bir parçası olduğu o kadar<br />

açıktır ki bu hususun kanunda (kurallarda) sarahaten belirtilmesi gerekli<br />

değildir şeklinde ifade etmişlerdir 109 . Burada CPR’nin hükümlerinin detaylı<br />

incelenmesi yapılmayacaktır. Ancak bir görüş edinilebilmesi için kısaca da<br />

olsa “temel esaslar”a değinmek istiyorum 110 : CPR 1.2 hükmüne göre “mahkeme<br />

(a) CPR’nin kendisine verdiği bir yetkiyi kullanırken veya (b) herhangi<br />

bir kuralı yorumlarken temel esasları göz önünde tutmak zorundadır”.<br />

Ancak CPR’nin muhtelif hükümleri hakimin yargılamanın maddi olarak<br />

yürütülmesi hususundaki yetkilerinin tarafların yetkileri aleyhine genişletildiğini<br />

ortaya koymaktadır. Mahkeme “iddia ve savunmayı re’sen dikkate<br />

alarak davada “gerçek bir başarı ihtimali olmadığı” sonucuna varabilecek<br />

(CPR 24), bu yönde deliller ibraz edilmesini isteyebilecek bunların niteliğini<br />

belirleyebilecektir (CPR 31.1). Jolovicz bütün bunların tarafların hakimiyetine<br />

dayanan klasik “adversary system”e aykırı olduğunu belirtiyor 111 .<br />

Yazar, uzun yıllar hakim olmuş adversary system’in, tarafları tam eşit görerek<br />

ihtilafın halli bakımından kolaylık sağladığını ancak, tabiatı icabı maddi<br />

(gerçek) adaletin sağlanması bakımından yetersiz olduğunu ifade ediyor 112 .<br />

CPR 1.3 hükmüne göre ise “Temel Esaslar’ın gerçekleştirilmesinde Tarafların<br />

mahkemeye yardım etmeleri gereklidir”. Böyle önemli bir durum verilmiş<br />

olan Temel Esaslar (Hedefler) (Overriding Objectives) CPR de şu şekilde<br />

düzenlenmiştir: Bu kurallar, temel amacı, davaların adil bir şekilde görülmesini<br />

sağlamak olan yeni bir usul kanunudur (1.1 (1)). Davaların adil bir şekilde<br />

görülebilmesi aşağıdaki hususların gerçekleştirilebilmesi ile mümkün<br />

olur: (a) tarafların eşitliğinin sağlanması, (b) masrafların azaltılması, (c) davayı<br />

i) ihtilaf konusunun değerine; ii) davanın önemine; iii) dava konusunun<br />

karmaşıklığına; iv) tarafların her birinin mali durumunu dikkate alarak görmek,<br />

(d) davanın adil (fairly) ve süratli bir şekilde görülmesi, (e) kaynakların<br />

başka davalara da tahsis edilmesinin gerekebileceğini dikkate alarak mahkemenin<br />

mevcut kaynaklarından uygun bir kısmını davaya tahsis etmek.<br />

Böylece adversarial system’in doğru hükme varılması bakımından en<br />

önemli zafiyeti olan pasif hakimin yerini aktif hakim almaktadır 113 . CPR bu<br />

109 CPR 1.1 ve 3. Revision’un dip notu, Jolowicz s.284’den naklen;….<br />

110 Bkz. Andrews s.38<br />

111 s.287.<br />

112 s.295.<br />

113 Bkz.dn.99.<br />

312


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

ilk maddesinde mahkemenin bu temel hedefi gerçekleştirmek için davayı<br />

aktif olarak yönetme zorunda olduğunu da düzenlemiştir, CPR 1.4 114 .<br />

Görüleceği üzere yeni İngiliz usul kanunu doğru hükme (gerçeğe)<br />

varma amacı ile hakimin yetkilerini arttırmış ve bu amaca davaların sürüncemede<br />

bırakılmadan varılması için hakime ve taraflara ödev ve yükümlülükler<br />

getirmiştir. Usul hukukundaki bu felsefe değişikliği İngiliz<br />

usul hukukunu kanaatimce dahil olduğumuz usul hukuku ailesine<br />

yaklaştırmıştır 115,116 .<br />

114 CPR 1.4’e göre aktif dava yönetimi şu hususlar ihtiva eder:<br />

a) Tarafları davayla ilgili usuli işlemlerin yürütülmesi konusunda birbirleriyle işbirliği<br />

yapmaya teşvik etmek;<br />

b) İhtilaflı konuları erken safhada tespit etmek ve tanımlamak;<br />

c) Hangi konuların tam inceleme ve duruşma gerektirdiğine ve hangilerinin seri usulle<br />

çözümleneceğine derhal karar vermek;<br />

d) Dava konularının hangi sıra içinde ele alınacağına ve çözümleneceğine karar vermek;<br />

e) Mahkeme bunu uygun gördüğü takdirde, tarafları alternatif ihtilaf çözümlerine teşvik<br />

etmek ve bu usulün uygulanmasını kolaylaştırmak;<br />

f) Dava konuları üzerinde tamamen veya kısmen sulh olmaları için taraflara yardımcı<br />

olmak;<br />

g) Zamanlamayı (time table) tespit etmek veya davanın gidişatını kontrol altında tutmak;<br />

h) Belirli bir işlemin getireceği olası faydaların o işlem için yapılacak harcamaları haklı<br />

gösterip göstermeyeceğini değerlendirmek;<br />

i) Davayı birden fazla açıdan aynı safhada ele almak;<br />

j) Davayı, tarafların mahkemede hazır bulunmasını gerektirmeyecek bir tarzda yönetmek;<br />

k) Teknolojiden yararlanmak ve<br />

l) Dava duruşmalarının etkin ve hızlı bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacına<br />

yönelik talimatlar vermek.<br />

Bu hükümlerin derhal ortaya çıkan bir etkisinin, avukatların mahkemede şahsen hazır<br />

bulunmasına gerek olmadan, duruşmanın telefonla yapılması yönteminin giderek artan<br />

bir sıklıkta kullanılması olduğuna işaret ediliyor, Hill/Wood/Fine s.9.<br />

115 Lord Woolf’un önerisine uygun olarak (bkz.Interim Report (1995) Chapter 5 ve son;<br />

Final Report Section II, 1996 Chapter 2 ve son; www.dca.gov.uk.), dava konularının<br />

değerleri veya nitelikleri dikkate alınarak üç yargılama usulü kabul edilmiştir: küçük<br />

davalar için usul (The Small Claims Track, CPR 27), hızlı usul (The Fast Track CPR 28),<br />

ve önemli davalar için çoklu usul (The Multi Track CPR 29), yeni kanunla getirilen bu<br />

düzenlemede, hakim davayı uygun usulü tesbit ederek görecektir (usullerin detayları<br />

için bkz. Hill/Wood/Fine s.9 ve s.174 ve son.; Sime S., A Practical Approach to Civil<br />

Procedure, 5.bası 2002, Oxford Universty Pres, s.241 ve son.).<br />

116 Amerikan Usul Hukukunda da aktif hakimin sisteme girdiği hususunda bkz. Zuckerman<br />

s.19 ve son. S.47; bkz.ayrıca Marcus L.R.s.71 ve son.<br />

313


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

314<br />

dd) “İsviçre Medeni Usul Kanunu”<br />

İsviçre’de Borçlar Kanunu 1819, Medeni Kanun 1907, İcra ve İflas<br />

Kanunu 1889 yıllarında federal kanunlar olarak doğdu. Ancak medeni<br />

usul kanunları bugüne kadar kantonal kanunlar olarak kalmışlardır 116a .<br />

İsviçre’de kantonal usul kanunlarının yerine federal bir kanun yapılması<br />

düşüncesinin tarihi ise yeni değildir 116b . Medeni Usulün birleştirilmesindeki<br />

bu gecikmenin temel sebebinin politik olduğu ifade ediliyor 116c .<br />

İsviçre’nin ünlü medeni usul hukukçusu Max Guldener’de kantonal sistemin<br />

karşılıklı etkileşim ile bir “Medeni Usul Müşterek Hukuku” yarattığı<br />

ve bunun muhafaza edilmesi gerektiği yolunda rapor vermiştir 116d .<br />

Ancak zaman içinde kantonal sistemin mahzurları yoğunlaşmıştır 116e .<br />

Medeni Usulün tek bir kanun olarak birleştirilmesi 12 Mart 2000<br />

tarihinde halk oylamasına sunuldu ve büyük bir çoğunlukla Federal<br />

Kanunkoyucu’ya yetki verildi 116f .<br />

Görevlendirilen Komisyon tasarıyı 2003 yılı başında tamamladı. Halen<br />

gizliliği alan Vernehmlassungsverfahren devam etmektedir.<br />

Burada tasarının bütünü ile ele alınması söz konusu değildir. Ancak<br />

bu yazının konusu bakımından önemli gördüğüm bazı hususlara değinmekle<br />

yetineceğim.<br />

116a Türk Medeni Uul Kanununun mehazı Neunburg’un 1925 tarihli Medeni Usul Kanunudur.<br />

116b 1861’den itibaren bu konudaki çalışmalar için bkz. Merz H., Zur Vereinheitlichung<br />

des Zivilprozessrechts, Berichterstattung des Vorstandes (Schweizerische Juristenverein);<br />

Zeitschrift für Schweizensches Recht (ZSR) 1969 Neue Folge 88 Halbband II<br />

Heft 1, Vorwort s.9.<br />

116c Merz s.10 ff., Walder-Richli H.U., Die Schweiz auf dem Weg zu ihrer letzten Zivilprozessordnung,<br />

Festschrift für Kostas E. Beys 2003, Athen 2. Band s.1713.<br />

116d Merz S.16,17.<br />

116e Habscheid W.J. Schweizerisches Zivilprozess-und Gerichtsorganizationsrecht, Ein<br />

Lehrbuch Seiner Grundlagen 2. neubearbeitete und erweiterte Auflage, 1990 s.67<br />

Rd.N.66; Walder-Richli aynı yer.<br />

116f Sağlanan büyük çoğunluk yetki verilmenin ötesinde görevin acilen yerine getirilmesi<br />

hususunda bir talep şeklinde de değerlendirilmiştir, Koller H., Die Künftige schweizerische<br />

Zivilprozessordnung, Mitglieder der Ekspertenkomission erleutert den Vorentwurf<br />

(Herausgeber Thomas Sutter-Somm, Franz Hasenböhler), Universitaet St.<br />

Gallen, Hochschule für Wirtschaft-Rechts-und Sozialwissenschaften, Bibliothek,<br />

Schulthess 2003 (“Die Künftige schweizerische ZPO), Einleitung S.9.


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Komisyon üyelerinin seçiminde romanist kökenli usul kanunlarına<br />

sahip olan kantonlara ağırlık verilmiş olmasının, hukuki himaye sistemleri<br />

gelişmiş Zürich, Aargau, Ostschweiz hukuklarından yeteri kadar istifade<br />

edilmemiş olmasına yol açtığı eleştirisi ağırlık kazanmıştır 116g . Bu<br />

görüş hakimin soru sorma hakkının özel yargılama usullerinde kısıtlanması,<br />

dava malzemesinin getirilmesindeki kısıtlamalar bakımından paylaşılmaktadır<br />

116h .<br />

Burada tasarının bu yazının konusu ile ilgili bazı esaslarına değinmekle<br />

yetineceğim 116i .<br />

Tasarıyı hazırlayanlar, kira, iş hukuku, nafaka gibi ilişkilerden doğan<br />

ihtilaflar için “Vereinfachtes Verfahren”in kabul edildiğini, bunlarda değere<br />

bakılmaksızın bu yargılama usulünün uygulanacağını, bu yargılamada<br />

“araştırma ilkesi”nin kabul edildiğini, vakıaların ve delillerin yargılama<br />

sonuna kadar getirilebileceğini, dava dilekçesi ve cevap layihası için kolayca<br />

doldurulabilecek formlar hazırlanmasının öngörüldüğünü, yargılamanın<br />

karmaşık olmadığını ifade ederek, bu düzenlemenin “sosyal medeni<br />

usul”ün gerçekleştirilmesi olduğunu ifade etmektedirler 116j .<br />

Bu davaların nitelikleri itibariyle, bunların daha ucuz, daha süratli,<br />

daha basit bir yargılamaya tabi tutulması ve hakime dava malzemesinin<br />

temini bakımından daha geniş yetki verilmesi medeni usulün sosyal karakterine<br />

uygun bir düzenleme olabilir. Ancak medeni usulün sosyal niteliğini<br />

bu davalara inhisar ettirmek ve medeni usule bir bütün olarak hakim<br />

olması gereken bu niteliği gözden kaçırmak hatalı sonuçlara götürebilir.<br />

Nitekim yargılama giderlerinin yüksek tutulmuş olması (tahmin edilen<br />

yargılama giderinin yarısının başlangıçta ödenmesi gereği, Art 87/1), hü-<br />

116g Spühler K., Einführung, Stand der Arbeit, Zeithorizont, Die neue schweizerische Zivilprozessordnung<br />

(Herausgeber Karl Spühler), 2003 (“Die neue Schweizerische Zivilprozessordnung”)<br />

s.1,2.<br />

116h Walder-Richli S.1719; Meier I/Mürner D., Stolperstein in der neuen schweizerischen<br />

Zivilprozessordnung, Schweizerische Juristen Zeitung (SJZ) 99 (2003) Nr.23 S.597<br />

ff.(602); bu yazarlar “Erledigugnsprinzip-Erledigungsmaxime”nin “Modern bir hukuk<br />

devletinin sağlayacağı hukuki himayeye galebe çalacağından endişe etmektedirler.<br />

116i Tasarının daha geniş bir değerlendirmesini “İsviçre’de yeni Federal Medeni Usul Kanununa<br />

Doğru” başlıklı yazımda ele aldım, Prof. Dr. Özer Seliçi’ye Armağan 2005.<br />

116j Sutter-Somm T., Schwerpunkte und Leitlinien des Vorentwurfs zur Schweizerischen<br />

Zivilprozessordnung “Die Künftige Schweizerische ZPO” S.15, Gasser D. Das Vereinfachte<br />

Verfahren “Die küntige schweizerische Zivilprozessordnung” S.76.<br />

315


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kümle elde edilen sonucun, sulh teklifinde yer alan meblağdan çok yüksek<br />

olmaması hallerinde sulhü reddedenin yargılama giderlerinin tamamını<br />

yüklenmesi çözümleri tartışılabilir niteliktedir 116k .<br />

Yöneltilen ve katıldığım eleştirilerin en önemlilerinden biri, Tasarıda<br />

hakimin yetkilerinin davayı şekli olarak yürütme ile sınırlandırılması<br />

eğilimidir; Walter bunun “şekli gerçek” ile iktifa eden “Verhandlungs maxime”<br />

anlayışının bir sonucu olduğunu, Bundesrat’ın 14 Mart 1947 tarihli<br />

Botschaft’ında bu ilkenin hakimin bugünkü durumu ile bağdaşmadığına<br />

işaret ettiğini, “gerçek”e varmak için hakimin davayı maddi bakımdan yürütmesine<br />

ağırlık verilmesini, geçen 60 yıl boyunca gelişmenin bu yolda<br />

olduğunu ve bu bakımdan tasarının geriye gidiş niteliğinde bulunduğuna<br />

işaret ediyor 116l .<br />

Eleştiriler dikkate alındığında, gerçeğe ulaşma, hakimin yetkileri, dava<br />

malzemesinin getirilmesi hususunda, tasarının önemli ölçüde değişmesi<br />

beklenebilir.<br />

316<br />

b) Hakimin davanın yürütülmesi hususundaki ödevi bakımından<br />

“tarafsızlığı”nın anlamı<br />

Hakimin, davayı şekli ve maddi yönden yürütme hususundaki yetkileri<br />

bakımından, hakimin tarafsızlığı esası bir sınır mı teşkil eder? Sosyal<br />

bir niteliği de olan medeni usul hukukunda zaman içinde davanın yürütülmesi<br />

hususunda hakimin yetkilerinin önemli ölçüde artmış olması bu<br />

mesele üzerinde de durulmasını gerektiriyor.<br />

aa) Alman hukukunda baskın nitelikte olduğu anlaşılan yön, ZPO<br />

139’da düzenlenen hakimin aydınlatma ve belirtme yükümlülüğünün<br />

(Aufklaerunas-und Hinweispflicht) (ZPO 139, HUMK m.75) tarafsızlık yükümlülüğü<br />

ile sınırlandırılmış olduğu, 139 sınırlarının aşılması halinde<br />

bunun bir red sebebi teşkil edeceği şeklindedir 117 .<br />

116k Bu düzenlemeler anayasal bakımdan da mahzurlu görünüyor.<br />

116l Walter H.P. Auf dem Veg zur Schweizerischen Zivilprozessordnung, SJZ 100 (2004)<br />

Nr.13 s.318 ff.<br />

117 Leipold (Stein/Jonas) paragraf 139 Rn.7, yazar tarafsızlık kuralının ZPO 139’un yorumunda<br />

dikkate alınması gereğini ifade ettikten sonra tarafsızlık gereğinin, ZPO 139’un<br />

sınırını teşkil ettiğini ifade ediyor; ancak yazar aynı yerde hakimin 139 gereğince yükümlü<br />

olmadığı halde yapmış olduğu bildirimlerin, tarafsızlığından şüpheye düşüre-


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Bu konuda aksi fikir olarak Alman hukukunda tarafsızlık gereğinin<br />

(ZPO 42/II) ZPO 139 hükmündeki yetkinin yorumlanması ve sınırlanması<br />

bakımından esas alınmasının söz konusu olamayacağı da savunulmaktadır<br />

118 . Hakimin söz konusu ödevinin kapsamı, bu ödevi düzenleyen hükümden<br />

anlaşılır. Bu hükümlerin verdiği yetkiyi hakim, tarafsızlık esası<br />

ile sınırlanmaksızın kullanabilecektir 119 . Hakimin bu yetkilerinin kullanılması<br />

taraflardan birinin lehine ise diğeri bakımından müsait olmayan bir<br />

durum yaratacaktır ki bunun tarafsızlığı ortadan kaldıran bir husus olarak<br />

görülmesi mümkün değildir 120 .<br />

Tarafsızlık gereğinin ZPO 139’un sınırını teşkil edeceği kabul edilirse<br />

dava malzemesinin toplanmasında hakime en geniş yetkileri veren uygulamalarda<br />

(mesela bizde kadastro davalarında) bu yetkileri kullanan hakimin,<br />

tarafsızlığını şüpheye düşüren bir durum mu söz konusu olacaktır?<br />

Anlaşılıyor ki, ZPO 139 kapsamının tarafsızlık esası ile sınırlandığı görüşü<br />

isabetli değildir 121 .<br />

Yukarıda belirtilen OLG Rostock’un 21.7.2000 tarihli kararının 122<br />

vardığı diğer bir kesin sonuç da hakimin ZPO 139’daki yetkisini aşması<br />

durumunda ZPO 42/II çerçevesinde tarafsızlığını kaybettiği için bir red<br />

ceği yolundaki bir genellemenin de doğru olmadığını söylemektedir; Hermisson (NJW<br />

1985 2560) 1977 tadilinden sonra (Vereinfachungsnovelle) mahkemenin aydınlatmaişaret<br />

etme yükümlülüğü, dava malzemesinin taraflarca getirilme ilkesinin ve hakimin<br />

tarafsızlığı yükümlülüğünün teşkil ettiği sistemin bu üç ayağının birbirlerini sınırladığını<br />

kabul etmektedir; Hartmann (Baumbach/Lauterbach) ZPO 139’un tam bir sınırlamasını<br />

yapmnın tecrübeli bir hakimin dahi en zor görevlerinden biri olduğuna işaret<br />

ediyor, 139 Rn. 18, yazara göre bu görevin sınırları hakimin zaruri görülmesi gereken<br />

tarafsızlığı olacaktır, Rn 13, ancak bu tarafsızlığa “korkutucu bir vurgu”da yapılmamalıdır,<br />

hakim medeni usulde de geniş bir işlem anlamına sahiptir; Oberlandsgericht<br />

(OLG) Rostock’da 21.07.2000 tarihli bir kararında, aksi görüşleri dikkate almadan, bu<br />

sınırlamayı kabul etmiştir, kararın eleştirisi için bkz. Rensen H., Richterliche Hinweispflicht-Neutralitaetspflicht<br />

und anwaltliche Vertretung als Grenzen, MDR 2002/20<br />

s.1175 ve son.<br />

118 Deubner, Gedanken zur richterlichen Aufklärungs-und Hinweispflicht, Festschrift für<br />

Gerhard Schiedermaır, 1976 s.86; Rensen s.1176 ve ayrıca bkz.1175 dn.3’deki yazarlara.<br />

119 Deubner s.86.<br />

120 Leipold (Stein/Jonas) bkz. dn.119.<br />

121 Rensen s.176, yazar OLG Rostock’un vardığı sonucun bu bakımdan doğru olmadığını<br />

belirtmektedir.<br />

122 Bkz.dn.119.<br />

317


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sebebi ortaya çıkacağıdır 123 . Leipold, tarafsızlığın ZPO 139’un sınırını<br />

teşkil ettiğini kabul etmekle beraber genel olarak böyle bir sonuca varılamayacağına<br />

işaret etmektedir 124 . Hermisson’da ZPO 139’un tarafsızlık<br />

esası ile sınırlı olduğunu kabul etmesine rağmen açıklama-işaret yükümlülüğünün<br />

olmadığı bir yerde bir açıklama veya işaret yapılmış olmasını<br />

otomatik olarak hakimin reddine yol açmasının kabul edilemeyeceğine<br />

işaret ediyor 125 . Rensen’de, mahkemenin temsil edilebilir (savunulabilir)<br />

bir şekilde hareket etmiş olması halinde ZPO 139 hükmünün aşılmasının<br />

başka bir şeye gerek kalmaksızın hakimin reddini haklı göstermeyeceğini<br />

belirtmektedir 126 . Bu görüşlere paralel olarak Alman Yüksek Mahkemesi<br />

de 12.11.1997 tarihli bir kararında 127 ZPO 139 hükmünün aşılmasının her<br />

zaman otomatik olarak hakimin reddi sebebi teşkil etmeyeceğini, olayın<br />

böyle bir şüpheyi haklı gösterip göstermediğinin dikkate alınması gerektiğine<br />

işaret etmiştir 128 .<br />

123 OLG Frankfurt’un 3.3.1970 tarihli kararında (NJW 1971 s.56) mahkemenin ZPO<br />

139’daki yetkilerini aşmasının red için yeterli olduğu sonucuna varmış, mahkemenin<br />

ZPO 139 amacını gerçekleştirmek için işaret etme niyetinin önemli olmadığını vurgulamıştır;<br />

mahkemenin bu yoldaki kararı Dittmar R tarafından yazılan karar notunda<br />

isabetli bulunmuştur; NJW 1971 56; yazar tarafsızlığın, 139’daki amaçlardan daha az<br />

önemli olmadığına işaret ettikten sonra (s.56), hakimin ZPO 139 sınırını aşmasının<br />

tarafsızlığını şüpheye düşürmeye kafi olduğunu söylüyor (s.57); Schneider E ise söz<br />

konusu kararda OLG Frankfurt’un “Bitaraflıktan şüphe” kavramını (ZPO 42/II) yanlış<br />

sınırlandırdığını ve ZPO 139’u yanlış yorumladığını savunarak kararı eleştirmektedir.<br />

124 Bkz.dn.119; Rensen s.1176.<br />

125 s.562.<br />

126 s.1176.<br />

127 BGH MDR 1998 303<br />

128 Alman hukukunda gündeme gelen bir mesele de hakimin ZPO 139 kapsamında zamanaşımı<br />

defini hatırlatıp hatırlatamayacağıdır, Prütting 1977 tadilinden sonra da<br />

(Vereinfachungsnovelle) böyle bir hatırlatmanın 139 kapsamını aşacağı görüşündedir,<br />

Die Grundlagen des Zivilprozess im Wandel der Gesetzgebung, NJW 1980 s.364 ve<br />

son.; Hermisson, hakimin tarafa zamanaşımı def’ini hatırlatmasının, bu def’in davalıya<br />

sadece şekli bir hak vermiş olması niteliğine dayanarak, ZPO 139 hükmüne aykırı<br />

olacağını ifade etmektedir, s.2561,2562; ZPO’nun son tadilinden sonra (1.1.2002) hakimin<br />

zamanaşımına işaret etmesinin savunulabileceği, ve bunun tarafsızlıktan şüphe<br />

edilmesini gerektirmeyeceği yolunda bir karar mevcuttur, KG Bschl. v.5.3.2002 – 19<br />

Abl 3/02, NJW 2002 1732, mamafih Alman Federal Mahkemesinin daha yeni bir kararında<br />

(2.10.2003) bu hususun yeni 139 muvacehesinde de bir ret sebebi olabileceği, ret<br />

sebebi olmanın her zaman mahkemenin görüşünün savunulabilir olması ile ortadan<br />

kalkmayacağını, bir red sebebi bulunup bulunmadığı hususunun sınırlarının tesbitini<br />

hakimin kendi eline bırakılması sonucunu doğuracak hususlardan kaçınılması gerekeceğine<br />

karar vermiştir, BGH NJW 2004 164.<br />

318


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Alman hukukunda üzerinde durulan diğer bir mesele, avukatla temsil<br />

halinde hakimin aydınlatma ve işaret yükümlülüğünün kapsamının daralıp<br />

daralmayacağıdır. Bir görüşe göre avukatla temsil edilen tarafa karşı<br />

mahkemenin yükümlülüğü daha kısıtlanmış bir şekilde devam eder. Yükümlülüğün<br />

tam kapsamı ile mevcut olacağı görüşü hakimin ve avukatın<br />

görev ayırımlarına aykırı bir durum teşkil eder 129 . Buna mukabil böyle<br />

bir kısıtlamanın ne kanunun lafzından ne de 139’un amacının tarihsel<br />

gelişmesinden çıkarılamayacağı da savunulmuştur 130 . Leipold’de hakimin<br />

yükümlülüğü bakımından, tarafın avukatla temsil edilip edilmediğinin<br />

“prensip” olarak fark etmeyeceğini söylemektedir. Zira kanun lafız olarak<br />

bir farklılık göstermemektedir. Ona göre yükümlülük, avukatla temsil edilmeyen<br />

taraf için bir sosyal yardım vasıtası değil, hakkın gerçekleştirilmesinin<br />

vasıtasıdır 131 .<br />

bb) Hukukumuz açısından meseleye bakarken bugünkü yasal düzenleme<br />

itibariyle hakimin aydınlatma ödevinin (HUMK m.75/II) fonksiyonları<br />

bakımından kapsamının ZPO’dan farklı olduğunu göz önünde tutmak<br />

gerekir. Daha evvel de belirttiğim gibi bizim hukukumuzda hakimin aydınlatma<br />

ödevinin açıklama 132 ve tamamlama 133 fonksiyonları söz konusu olabilir.<br />

Buna mukabil, bizim kanunumuzun hükümleri çerçevesinde Alman<br />

hukukundan farklı olarak aydınlatma ödevinin “değiştirme fonksiyonu”<br />

yoktur. Hakim neticei talepteki müphemiyetin giderilmesini sağlayacak<br />

sorular sorabilir 134 . Buna mukabil, mevcut neticei talebin başka bir taleple<br />

129 Zöller/Greger 139 Rn.13, Greger, tatbikatta avukatların dilekçelerinin sonuna “gerekli<br />

olduğu takdirde hakimin işaret etmesi rica olunur” şeklindeki cümlenin herhangi bir<br />

etkisi olmayacağını söylüyor, aynı yer.<br />

130 Renzen s.1177; yazar, hakimin bu yükümlülüğünün, avukatın yetersizliği bakımından<br />

bir kurtarıcı olarak görülemeyeceği, aksine bir kabul şeklinin, avukatın faaliyetinin<br />

kalitesini haleldar edeceği yolundaki görüşü de eleştirmekte ve avukatın hizmet kalitesinin<br />

yükseltilmesi amacının müvekkilin aleyhine sonuçlara götürmesinin kabul<br />

edilemeyeceğini söylüyor ve bu hizmet kalitesinin arttırılmasının başka yollarla (mesleğe<br />

giriş tahditleri, devlet imtihanları, meslek içi eğitimler gibi) sağlanması gerektiğini<br />

vurguluyor.<br />

131 139 Rn.7 s.729,730.<br />

132 Alangoya, İlkeler s.141 ve son., Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.310.<br />

133 Age s.146 ve son.; Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.312.<br />

134 Mesela farklı taleplerin tek bir meblağ ile gösterilmiş olması halinde, her bir talebin<br />

meblağının aynı gösterilmesini isteyebilir, bkz. Alangoya, ilkeler s.143.<br />

319


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

değiştirilmesi yolunda veya dava temelinin değiştirilmesi gereği yolunda<br />

bir aydınlatma ödevi yoktur 135,136 .<br />

Bu genel açıklamadan sonra yukarıda (aa) altındaki açıklamalar paralelinde<br />

hukukumuz açısından şu hususları tesbit edebiliriz kanaatindeyim:<br />

Hakimin aydınlatma görevinin kapsamını, tarafsızlığını düzenleyen<br />

hükümlerden hareketle tesbit etmek doğru bir hukuki metod değildir. Bu<br />

kapsam konuyu düzenleyen hükümler ve onların ratio’su dikkate alınarak<br />

tespit edilebilir. Hakimin müdahaleleri, onun ödevini düzenleyen hükümlere<br />

bir aykırılık teşkil etmiyorsa artık tarafsızlık meselesi gündeme gelmez.<br />

Gerçekten HUMK 75 hükmü olmasa idi belki hakimin tarafa, henüz<br />

iddialarının ispatlanmış olmadığı, yeni delillere gerek olduğu, getirilen<br />

maddi vakıaların talep bakımından yeterli bir dava temeli oluşturmadığı<br />

yolundaki hatırlatmaları da (veya 75 kapsamında yer alan diğer hususlar)<br />

“yol göstermek” veya tarafsızlığı hususunda şüphe yaratacak önemli sebep<br />

sayılabilirdi.<br />

Genellikle kabul edildiği üzere hakimin bu kurallara aykırılığı başka<br />

hiçbir şeye bakmadan otomatik olarak tarafsızlığını kaybetmiş olduğu sonucuna<br />

da götürmemelidir 137 . Bu aşmanın, “tarafın birine nasihat vermiş<br />

veya yol göstermiş olması” veya “hakimin bitaraflığından şüphe” edilmesini<br />

gerektirecek önemli bir sebep olup olmadığı hususu görülmekte olan<br />

davanın kapsamı içinde değerlendirilmek gerekecektir 138 .<br />

Burada hukukumuz bakımından işaret edeceğim son nokta, hakimin<br />

ödevinin, tarafların avukatla temsili hallerinde bir kısıtlamaya tabi olmayacağı<br />

yolundaki görüşümü muhafaza ettiğimdir 139 .<br />

135 Age s.155,156.<br />

136 Ödevin sınırları hususunda bkz. Alangoya, İlkeler s.156 ve son., Alangoya/Yıldırım/<br />

Deren-Yıldırım s.312 ayrıca yukarıda II.2.<br />

137 Bkz. dn.129’daki Alman Federal Mahkemesi kararına; Alangoya İlkeler s.157; bu aykırılık<br />

bir bozma sebebi teşkil edebilecektir.<br />

138 Bkz. Kuru 6.bası cilt 1 s.95; mesela davanın genişletilmiş olduğunun diğer tarafa hatırlatılması<br />

ve derhal itirazı halinde bunu engelleyebileceğinin belirtilmesi bir red sebebi<br />

doğuracaktır, bkz. Bilge/Önen s.215; aynı şekilde Alman hukukunda hakimin dosyadan<br />

anlaşılan zamanaşımı savunmasını hatırlatması da bir yol gösterme teşkil edebilecektir.<br />

139 Bkz. İlkeler s.151,152,158.<br />

320


c) “İlkeler”<br />

Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Dava malzemesinin toplanmasında, “dava malzemesinin taraflarca<br />

getirilmesi ilkesi”nin (Verhandlungsmaxime, Beibringungsgrundsatz) 140 ,<br />

yeni yasal düzenlemeler çerçevesinde, artık yetersizliği açıkça ortaya<br />

çıkmıştır. “İlke”den ayrılmaların, “ilke”nin istisnaları kapsamında izah<br />

edilmesinde güçlükler ortaya çıkmıştır. Bu sebeple, “yumuşatılmış araştıma<br />

ilkesi”, “hakimle tarafların işbirliği ilkesi” (Kooperationsmaxime) gibi<br />

yeni değişiklikleri ifade etme çabası ile yeni “ilke” adları gündeme gelmiştir<br />

141 .<br />

Diğer bir deyişle, yasa koyucular, gerçeğe varma amacını ve yargılamanın<br />

hızlandırılması gereğini dikkate alarak düzenlemeler yapmışlardır.<br />

Bu düzenlemelerden sonra eski “ilkeler” yerine yeni isimli “ilkeler” ortaya<br />

çıkmıştır. Yani pozitif kurallardaki değişiklikler üzerine yeni “ilkeler” bunları<br />

takip etmiştir. Bu gelişme, “ilke”lerin banisi Gönner ve takipçilerinin,<br />

akli hukuka dayanan “ilkeler” anlayışının tam tersine bir gelişmedir ve benim<br />

1978’den beri savunduğum dava malzemesinin toplanmasına ilişkin<br />

“ilkeler”in yeni kanunlaştırma hareketleri veya pozitif kuralların yorumu<br />

bakımından yardımcı olacak bir muhtevaya sahip olmadığını kuşku duyulmayacak<br />

şekilde ortaya çıkarmıştır 142 .<br />

Bu gelişmeler karşısında hakimin yetkilerinin arttırılmasının, fair bir<br />

yargılamada silah eşitliğinin ihlal edilmesine yol açtığı ve tarafsızlığı ihlal<br />

ettiğinden de yakınılmıştır 143 . Hakimin yetkilerinin arttırılmasının silah<br />

eşitliğini bozduğu, hakimin yetkilerinin dar tutulması gerektiği, 19. yüzyılın<br />

liberal anlayışını aksettiriyor. Ancak Avusturya modelinde, Avrupa<br />

İnsan Hakları Mahkemesinde 1995 yılında medeni yargılamaya ilişkin hiç<br />

140 Alman İmparatorluk Mahkemesinin bir kararında bu “ilke”nin Alman Usul Hukuku’nun<br />

en yüksek ilkesi olarak nitelendiği hususunda bkz. Becker-Eberhard, s.17; yazar ayrıca,<br />

Beibringungsgrundsatz ibaresinin, Verhandlungsmaxime’ye nisbetle daha isabetli<br />

olduğunun kabul edildiğine de işaret etmektedir, s.19.<br />

141 Bkz. Deren-Yıldırım N., Baki Kuru’ya armağan s.820 ve son.<br />

142 Bkz. Yukarıda III 1 b’deki açıklamalara; Prütting, “Taraflarca getirilme ilkesi”nin 1877<br />

tarihli Alman Usul Kanunundan bu güne, tarafların her şeye hakim olduğu, hakimin<br />

ise gerçeğe varmak bakımından hiçbir yetkisinin bulunmadığı şekli ile hakim olmadığını<br />

belirtmektedir, Die Grundlagen des Zivilprozesses im Wandel der Gesetzgebung<br />

NJW 1980 s. 361 ve son (363).<br />

143 Walder-Richli H.U., Gefährdete Prozessgrundsaetze Festschrift für Lüke, 1977 s.914 ve<br />

son.<br />

321


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

dava bulunmadığını, ve incelemeye layık görülen 14 şikayetten sadece ikisinin<br />

yargılama süresi ile ilgili olduğunu gözden kaçırmamak gerekir 144 .<br />

Usul Hukukunun sosyal karakteri, hakimin yetkilerinin arttırılması<br />

yönünde bir gelişmeye yol açmıştır. Sosyal hukuk devleti hakiminin görevi<br />

zayıf olana davayı kazandırmak değil, zayıflığı, bilgisizliği dolayısı ile<br />

davayı kaybetmesini engellemektir 145 .<br />

Alman hukukunda, doğruluk ödevi (paragraf 138) 146 , hakimin soru<br />

sorma ödevi (paragraf 139) 147 ve hakimin tarafları hukuki görüş açısı ile sınırlı<br />

olmaksızın, sürprizle karşı karşıya bırakmaması ödevi (paragraf 139)<br />

karşısında “taraflarca getirilme ilkesi”nin önemli ölçüde gerilediği, baskı<br />

altına alındığı ifade ediliyor. Mesela Peters 148 hakimin paragraf 139’daki<br />

görevinin Medeni Usulün Maximlerini geri ittiğini ifade ediyor 149 .<br />

144 Bkz.Rechberger s.9.<br />

145 Walder-Richli, ceza hukukunda dahi, hakimin yetkilerinin ilgilinin iradesi sayesinde<br />

olduğunu söylüyor, s.914; yazar, bazı örnekler vererek hakimin yetkilerinin arttırıldığını<br />

ve bunun ilkeyi tehlikeye soktuğunu ifade ediyor, ve “ilkelerin” bazı durumlarda<br />

aksine, hakimin yetkilerinin azaltılması şeklinde “negatif” olmayan şekilde de gelişebileceğini,<br />

mesela evlilik davalarında zayıflatılmasını örnek gösteriyor, s.919; anlaşılacağı<br />

üzere yazar, dava malzemesinin toplanmasında hemen bütün yetkilerin taraflara<br />

ait olması şeklinde eski liberal anlayışı savunmaktadır ki, gelişme bu yolda olmamıştır.<br />

146 Doğruluk ödevi için bkz.Alangoya (ilkeler) s.116 ve son.<br />

147 Becker-Eberhard s.23 ve son., Yıldırım K., Önen’e armağan s.479; Deren-Yıldırım Baki<br />

Kuru’ya armağan s.829.<br />

148 Peters, Wachsende Beachtung der richterlichen Hinweispflicht, Festschrift für K. Beys,<br />

2003 c I s.1253; Katzenmeier, Verhandlungsmaxime’nin izole bir ilke olmadığını bazı<br />

sınırlara tabi olduğunu, doğruyu söyleme yükümlülüğü, yargılamanın konsantrasyonuna<br />

ilişkin vasıtalar (ZPO paragraf 272, 273, 279, 282, 296, 358a) ve en önemlisi, 139’un<br />

değişik hali ile düzenlediği işaret etme yükümünün getirdiği sınırları zikrediyor, s.536;<br />

bir görüş ZPO tadilleri tarihinin, hakimin yetkilerinin arttırılması vasıtası ile taraf hakimiyetinin<br />

geri itilmesi tarihi olduğu yolundadır, bkz. Reischl K., Der Umfang der richterlichen<br />

Instruktionstaetigkeit-ein Beitrag zu 139 Abs.1 ZPO, ZZP 116 (2003) 81, yazar<br />

bu trendin 01.01.2002’de yürürlüğe giren tadil ile de devam ettiğini beyan etmektedir.<br />

149 Alman hukukunda “taraflarca getirilme ilkesi”nin yürüdüğünü söyleyen Jauernig<br />

(s.76), “ilke”ye karşı eleştirilerin “saf hali” dikkate alınarak yapıldığını (s.83) ifade etmektedir;<br />

yazar hakimin aydınlatma ödevinin de bu “ilke” ile bağdaştığını ifade ediyor<br />

(83); ben “ilke”nin bu gün saf halinden (Nichts von Amtswegen) ne ölçüde uzaklaştığının<br />

tesbitinin söz konusu olmadığını, olamayacağını, “ilke” içeriklerinin buna elverişli<br />

olmadığını, yetkiler verilirken veya yorumda, müessesenin ratio legisinin ve usulün<br />

amacının önem taşıdığını, amaca ulaşmanın medeni usulde taraflara daha fazla yetki<br />

verilmesini gerektirdiğini söylüyorum; Jauernig’in “hangi ilke olursa olsun” değerlendirmenin<br />

gerçek hukuki durumun tesbit edilmesi yönünden değerlendirilmesi şeklindeki<br />

(s.82) beyanı, usulün amacı itibariyle doğru görünüyor.<br />

322


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Rosenberg/Schwab, Verhandlungsmaxime’nin dokunulmaz bir dogma<br />

olmadığını, hakimin dava malzemesinin toplanmasında yetki sahibi olduğunu,<br />

malzemenin toplanmasında ağırlığın taraflarda olmasına rağmen,<br />

bu konuda taraflarla hakim arasında bir işbirliği (Arbeitsgemeinschaft) bulunduğunu<br />

belirtiyor 150 . Greger’e göre son tadillerle Alman Usul Hukukunda<br />

bu yönde önemli bir gelişme olmuştur 151 .<br />

Fasching, Avusturya Usul hukukunda hakimin dogmatik olarak ilke’leri<br />

bir köle gibi takip etmediğini, başlangıçtan beri, dava malzemesinin<br />

doğruluğu ve tamamiyetinin sağlanması hususunda, sorumluluğun hakim<br />

ve taraflar arasında bölüştürdüğüne işaret ediyor 152 .<br />

Dava Malzemesinin toplanmasına ilişkin “ilkeler”in, yeni kanunlaştırma<br />

hareketlerinde ve yorumda yardımcı olamayacağı, böyle bir muhtevadan<br />

yoksun oldukları yolundaki kanaatimi açıkladım 153 . Yenilerde Alman<br />

hukukunda, “taraflarca getirilme ilke”sinin (Verhandlungsmaxime) içeriğinin<br />

açıklanması yolunda görüşler ileri sürülmüştür.<br />

Becker-Eberhard 154 bu “ilke”nin içeriğinin açıklanmasının zor olduğuna<br />

işaret ediyor ve Alman Medeni Usul Kanununun bu ilkeye açıkça<br />

değinmediğini belirtiyor. Eğer içerik Gönner ve takipçileri gibi açıklanmayacaksa<br />

155 , içeriğin açıklanmasının “zor” olacağı doğrudur. Bu sebepledir<br />

ki hiçbir kanun bu “ilke”ye değinemez, zira hiçbir kanunda “hiçbir şey<br />

re’sen değil” (Nichts von Amtswegen) şeklinde bir düzenleme olmamıştır.<br />

Becker-Eberhard, bu “ilke”nin içeriğinin tesbiti için şu metodu öneriyor:<br />

“Bu düzenleme açığı yüzünden “dava malzemesinin taraflarca getirilmesi<br />

ilkesinin içeriği, araştırma ilkesinin (Amtsermittlungsprinzip)-ki<br />

150 14. bası paragraf 78 I 4 s.453, Greger, Rosenberg’in daha 1. basıda (1927) bu görüşü<br />

savunduğunu belirtiyor, Festschrift für K. Beys s.466.<br />

151 Aynı yer.<br />

152 Festschift für Beys c.I s.306, yazar ayrıca, Avusturya Kanunu bakımından, “Verhandungsmaxime”<br />

ilkesi ibaresi yerine “Sammelmaxime”, “Arbeitgemeinschaft Zivilprozess”<br />

deyimlerinin kullanıldığına da işaret ediyor, s.307, yani kanun koyucu bu konuda<br />

düzenlemeleri getiriyor, daha sonra buna uygun “ilke” ismi geliştiriliyor, bkz. yukarıda<br />

dn.81.<br />

153 Bkz. Yukarıda dn.141 ve son. ait metinlere ve III 1 b.deki açıklamalara.<br />

154 İlkeler Işığı Altında Medeni Yargılama Hukuku 2. bası 2001 s.18.<br />

155 “Hiçbirşey re’sen değil” (Nichts von Amtswegen).<br />

323


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

buna “Untersuchungsgrundsatz”, “Inquisitionsmaxime” de denilmektedir-<br />

karşıtından belirlenmeye çalışılmıştır. Evlilik davalarına ilişkin paragraf<br />

616 I ZPO bu ilkeye yer vermektedir. Buna göre “Mahkeme re’sen delil ikame<br />

edebilir ve eşleri dinledikten sonra onların ikame etmedikleri delilleri<br />

de dikkate alabilir” Bu cümlenin mefhumu muhalifinden dava malzemesinin<br />

taraflarca getirilmesi ilkesinin içeriği çıkartılabilir” 156 .<br />

Verhandlungsmaxime içeriğini, araştırma “ilkesi”nin yürüdüğü bir yargılamadaki<br />

düzenlemenin tam tersini alarak tesbit etme, bu “ilke”de dava<br />

malzemesinin toplanmasının sadece taraflara ait olduğu, hakimin bu konuda<br />

hiçbir yetkisinin olmadığı sonucuna yani, Gönner’in akli hukuka dayanan<br />

ayırımına götürür: hiçbir şey re’sen değil (Nichts von Amts wegen) 157 .<br />

Bugün ait olduğumuz hukuk ailesinde hiçbir hukuk düzeninde bu anlamda<br />

bir düzenleme yer almıyor. Nitekim, bu çıkarsamayı yapan, yani bu<br />

“ilke”nin içeriğini bu metodla tesbit etme önerisinde bulunan yazarlar, hemen<br />

akabinde, bu “ilke”nin sınırlarını ve giderek genişleyen istisnalarını<br />

açıklamaktadırlar 158 .<br />

Demek oluyor ki böyle bir tesbitin herhangi bir yararı yoktur. Daha<br />

evvel söylediğim gibi bu “ilke” yeni kanunlaştırma hareketlerinde, veya<br />

mevcut düzenlemelerin yorumunda yardım edemez 159 .<br />

324<br />

d) İdeolojik tartışmalar<br />

20. yüzyılın üçüncü çeyreği sonunda ve dördüncü çeyreği başında,<br />

yargılamada dava malzemesinin toplanması bakımından hakimin rolü<br />

ideolojik açıdan tartışılmıştır. Bu tartışmalar Alman Usul Kanununda,<br />

1976’da yapılan tadilden (Vereinfachungsnovelle) evvel başlamış ve sonrasında<br />

da devam etmiştir.<br />

156 Aynı yer; Verhandlungsmaxime ( Beibringungsgrundsatz) içeriğinin, evlilik davalarında<br />

hakimin dava malzemesinin toplanmasındaki yetkilerinden tayin edilebileceği görüşü<br />

için bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald 16. Auflage 2004 paragraf 77 II s.483; Jauernig,<br />

paragraf 25 IV s.88; Reischl’de, bu “ilke”yi tarafların dava malzemesinin toplanmasındaki<br />

hakimiyeti olarak tarif ediyor (s.102); ancak bu tarif “saf” şekli ifade etmektedir,<br />

nitekim bkz., “ilke”nin tamamlamaları (Ergaenzungen) ve değişimleri (Modifikationen)<br />

hususundaki açıklamalara (s.104).<br />

157 Bkz. Yukarıda III 1 b.<br />

158 Becker-Eberhard s.19 ve son.; Rosenberg/Schwab/Gottwald s.485 ve son.<br />

159 Bkz. Yukarıda 141 ve son. dipnotlarına ilişkin metinlerdeki açıklamalara.


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Hakimin mevcut fonksiyonu itibariyle bir “altlama makinesi” (Subsumtionsmaschine)<br />

haline getirildiği iddia edilmiştir 160 . Bugünkü hakimin,<br />

muhalifden istidlal eden, kavramsal kıyaslara hapsedilmiş, a fortiori<br />

sonuç çıkaran, biçimsel Aristo mantığı ile malul bir faaliyet yürüttüğü de<br />

iddia edilmiştir 161 .<br />

Hakimin fonksiyonunun artık hukuki olmaktan çıktığı ve sosyal-psikolojik<br />

nitelik kazandığı, sosyal mühendis ve sosyal psikolog olmaya başladığı<br />

iddiaları da gündeme gelmiştir 162 .<br />

Bu tarihlerden daha evvel de (20. yüzyılın başlarında), hakimin “fakir<br />

olan tarafın temsilini üstlenmesi gereği”, “hukuk biliminin bütün disiplinlerin<br />

en geri kalmış olanı” şeklindeki değerlendirmelere rastlandığı görülüyor<br />

163 .<br />

Batı ile birleşmeden evvel sosyalist bir rejimin yürüdüğü Doğu<br />

Almanya’da medeni usulün, orada cari, “sosyalist devletin politik ve moral<br />

prensipleri ile sıkı bir irtibat içinde olduğu ve kapitalist ve sosyalist ideolojinin<br />

medeni usul hukuku alanında karışımının mümkün olmayacağı<br />

“Dava malzemesinin taraflarca getirilmesi ilkesi”nin burjuvazinin medeni<br />

usul hukukunun temel ideolojik pozisyonunu gösterdiği söylenmektedir 164 .<br />

Leipold, Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejiminde de Verhandlungsmaxime’nin<br />

liberal burjuva sisteminin ürünü olarak kesin bir şekilde reddedilmiş oldu-<br />

160 Rasehorn, Reform der Juristenausbildung als Anfang einen Rechtsreform, NJW 1970<br />

s.1167 ve son. (1167).<br />

161 Serozan, Bir daha Yasacılık ve Hukukçuluk Üstüne MHAD, 1971 sayı 7 s.89 ve son.<br />

(92); “Devletle kişinin veya kişilerin birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen hukuk<br />

kuralları toplumun ihtiyaçlarını karşıladığı sürece devamlılık ve yaşama niteliğini<br />

muhafaza eder. Bir hukuk kuralı toplum ihtiyacını karşılamazsa, bu kural canlılığını<br />

yitiren, yerini ihtiyaca karşılık veren bir kuraldır. Mahkeme içtihatları da, hukuk kurallarının<br />

yasalardan sonra gelen kaynağıdır.” HGK 17.03.1965 656/120, RKD 1966 II/2<br />

s.20 ve son (22).<br />

162 Bu görüşler ve eleştirisi için bkz.Dütz, Fonktionswandel des Richters im Zivilprozess<br />

ZZP 87 (1974) s.382 ve son (s.403) ve son.<br />

163 Avusturyalı hukukçu Anton Merger’in bu görüşleri ve eleştirisi için bkz. Leipold, Zivilprozessrecht<br />

und Ideologie, Juristenzeitung 1982 441 ve son (443).<br />

164 Bkz. Leipold agm. S.444 (Horst Kellner yönetiminde yazılmış 1980 tarihli Medeni Usul<br />

Kitabından naklen); Leipold, bu anlayış çerçevesinde 1976’da yürürlüğe giren Doğu<br />

Alman Sosyalist Cumhuriyeti’nde, “araştırma ilkesi”nin (Untersuchungsmaxime) kabul<br />

edildiğini ifade etmektedir.<br />

325


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ğunu belirtiyor 165 . Medeni usulün ilk planda halkın menfaatlerine hizmet<br />

etmesi gereğinin kabul edilmesi durumunda, hakimin tarafların iradesi ile<br />

bağlılığı esasına yer olmayacaktır 166 , böyle bir anlayışın nasyonal sosyalist<br />

usulün amacı ile bağdaşmayacağı açıktır 167 .<br />

Leipold, medeni usul hukukunun sosyal bir müessese olduğu, ancak<br />

burada, zayıfı kazandırmak değil, zayıfın bu durumu dolayısı ile kaybetmesine<br />

engel olma çabasında da, sınıflar arası kavganın izlerini görmektedir.<br />

Ona göre Verhandlungsmaxime gereği gibi uygulanmışsa bu mahzurlar<br />

ortaya çıkmaz 168 .<br />

Leipold, “taraflarca getirilme ilkesi” ne karşı çıkışların, usulün amacını<br />

değiştirerek özel hukukun çekirdeğini tartışmaya açmak tehlikesini<br />

içinde taşıdığını ifade ediyor. Ona göre Verhandlungsmaxime’de yapılacak<br />

“yan düzeltmelerle” (Randkorrekturen) iktifa edilmelidir 169 .<br />

Son 25 yılın gelişmesinin Leipold’un görüşünün aksine cereyan ettiği<br />

bir yana (bkz.yukarıda III 2a ve b’deki açıklamalara), “istisnaları” ile ele<br />

alındıkta belirli bir tarifi yapılamayan Verhandlungsmaxime’nin nasıl çözümler<br />

verebileceğini anlamak da kolay değildir.<br />

Jauernig’de, Beibringungsgrundsatz’ı dikkate almayarak pratik mülahazalarla,<br />

dava malzemesinin temininde taraflara ağırlık verilmesini savunanların<br />

bu görüşlerinin politik-ideolojik bir renk taşıdığını söylüyor 170 .<br />

Gerek usulün amacı, gerek dava malzemesinin toplanmasında ağırlığın<br />

kimde olacağı meselesi incelenirken, fertlerin “hak”larını kapsayan<br />

bir maddi hukukun yürüdüğü ve maddi hukukun düzenlediği taleplerin<br />

165 Agm.s.445<br />

166 Leipold aynı yer; bu sebeple nasyonal sosyalizmde “kral hakim”den bahsedilmiştir,<br />

Becker-Eberhard s.38.<br />

167 Kisch, Schönke, Volkmar ve Lent’in Verhandlungsmaxime’nin, nasyonal sosyalist anlayışla<br />

bağdaştırılması çabaları için bkz. Leipold, agm s.446.<br />

168 Yazar, medeni usulün sosyal yanını vurgulayanların (bkz.mesela Wassermann Der Soziale<br />

Zivilprozess, 1978) nasyonal sosyalizm ve özellikle komünist Almanya ile olan<br />

eski ilişkilerini düşünerek güvensizlik ifade ediyor, agm s.446,447.<br />

169 Agm s.448; Katzenmeier C., usulün amacını ilk planda subjektif özel hakların korunması<br />

olarak kabul edenlerin Verhandlungsmaxime’yi, taraf serbestisi (Parteifreiheit)<br />

ve taraf sorumluluğu (Parteiverantwortung)’nun prensibi olarak savunması gerektiğini<br />

söylüyor, JZ 2002/11 s.536.<br />

170 Paragraf 25 VIII s.95.<br />

326


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

soyut unsurlarının tesbiti ve bir altlama yapıldığı bir hukuk düzeni esas<br />

alınmaktadır 171 .<br />

Diğer bir ifade ile, fert hak ve hürriyetlerini kale almayan komünist,<br />

faşist, teokratik ve benzeri anti demokratik ideolojilerin hakim olduğu rejimlerde<br />

bu söylediklerimizin fazla bir anlamı olmayacaktır. Bu bakımdan,<br />

hem nazi rejimini hem bir bölümü komünist rejimi yaşamış bulunan Almanya’daki<br />

bu hassasiyeti anlıyorum, ancak bu rejimlerin gelmesinin engellenmesinin<br />

sosyal esasların dikkate alınması ile mümkün olabileceğini<br />

düşünüyorum. Medeni Usul hukukunda da gelişme böyle olmuştur 172 .<br />

“Silah eşitliği” artık fertleri yarışın başlangıç çizgisine olduğu gibi bırakma<br />

şeklinde anlaşılamaz. Medeni Usul Hukukunda da bu gelişme olmuştur<br />

173 .<br />

e) Bu III. Bölüm itibariyle bir özetleme şu şekilde yapılabilir:<br />

- Medeni Usulün amacının gerçeğe varmak olduğu hususu kuvvet kazanmıştır.<br />

171 Bkz. Alangoya, İlkeler s.84 ve son.<br />

172 Bkz. yukarıda III 1,2; aksi fikir için bkz. Walder-Richli s.914; tabir caizse, “taraflarca getirilme<br />

ilkesi”ni adeta bir ölçüt gibi kullanma ve bu “ilke”ye (yani dava malzemesinin<br />

toplanmasında bütün yetkinin taraflara ait olacağı, bu konuda hakime hiçbir yetki tanınamayacağı<br />

yolundaki kabule) karşı çıkanların bugün batı medeniyetinde yürürlükte<br />

olan ferdi hak ve hürriyetlere karşı olma şeklinde anlamak bana isabetli görünmüyor,<br />

müteaddit kereler işaret ettiğim gibi gelişmeler de bunun aksine olmuştur, bkz. Deren-<br />

Yıldırım, Hakimle Tarafların İşbirliği İlkesi ve Yarattığı İdeolojik Çağrışımlar, Baki Kuru<br />

Armağan’ı, 2004 s.817 ve son (828 ve son); Prütting, “Verhandlungsmaxime”nin hiçbir<br />

dönemde hakim olmadığını (bkz.yukarıda dn.82) ve “ilke”nin Alman usul hukukunda<br />

ağırlıkta olduğunu belirttikten sonra, usul kanunlarının zorunlu olarak bir çok teknik<br />

detay ihtiva ettiğini, bunların temelini, pratik ve farklı maxime’lerin bir karışımının<br />

oluşturduğunu belirtiyor ki, bu beyanlar, hiçbir “İlke”nin kanunların oluşmasında yardımcı<br />

olmayacağını ortaya koymaktadır, bkz.s.364; yazar, incelemesinin sonucunda,<br />

Alman hukukunda Verhandlungsmaxime’nin hakim olduğunun teyidi olarak bugün de<br />

hakimin davalıya, defiler hususunda hatırlatmada bulunamayacağını söylüyor (s.365);<br />

aynı görüş ve diğer yazarlar ve kararlar için bkz. Reischl s.82 ve dn.5; yazar, 139’un<br />

lafız olarak yeni durumunda, hakimin aydınlatma ve işaret etme görevinin eskisi gibi<br />

dar yorumlanmasının güçleştiğini ifade ediyor.<br />

173 Bkz.yukarıda 2 a, b; Katzenmeier’de modern medeni usul hukukunun ZPO’nun başlangıcındaki,<br />

“savaş kuralları” niteliğinden sosyal bir karaktere ulaştığını ve bu yönde<br />

hakimin yetkilerinin artmış olduğunu belirtiyor, s.536,537; Becker-Eberhard, liberalizmin<br />

en üst seviyesinde olduğu dönemlerde, liberalizmin örnek vatandaş kalıbına<br />

uymayan kesimlerinin ihmal edilebileceğinin zannedildiğine işaret ediyor, s.39.<br />

327


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

- Medeni Usul Hukukunda dava malzemesinin toplanmasında taraflara<br />

ağırlık verilmesinin nedeninin, yargılamanın doğrudan onların menfaatlerini<br />

ilgilendirdiği (evlilik davaları, kadastro davaları gibi kamuyu da<br />

ilgilendirebilecek durumlarda istisnalar kabul edilmiştir), bu sebeple onların<br />

kendi menfaatleri bakımından leyhlerine olan bütün dava malzemesini<br />

eksiksiz getirme çabasında olacakları, hakime ağırlık verilmesinin, gerçeğe<br />

varma amacı ile bağdaşmayacağı görüşü ağırlığını korumaktadır.<br />

- Ancak Medeni Usul Hukukunun sosyal niteliği ve usulün gerçeğe<br />

ulaşma şeklindeki amacı dolayısı ile, yargılamanın maddi manada yürütülmesi<br />

hususunda hakimin yetkilerinin arttığı, bu yetki artmasının tarafların<br />

doğruyu söyleme yargılamaya yardım etme yükümlülüğü, hakimin<br />

aydınlatma ödevi yanında, tarafları sürprizle karşı karşıya bırakmama bakımından<br />

görüldüğü ve bu gelişmenin, sadece “Verhandlungsmaxime”nin<br />

küçük düzeltmeleri (Randkorrekturen) şeklinde değerlendirilemeyeceği<br />

anlaşılmıştır. Bu gelişme gerçeğe ulaşma amacının sonucu olarak kuvvet<br />

kazanmıştır.<br />

- Hakimin yetkilerinin artmasını, otoriter rejimlerin habercisi olarak<br />

algılamak doğru görünmüyor. Bu gelişme usul hukukunun sosyal karakterinden<br />

kaynaklanmaktadır ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 6’ncı<br />

maddesinde yer alan “adil yargılanma hakkı” (fair trial) özellikle son kanunlaştırma<br />

hareketlerinde etkin olmuştur.<br />

- Burada daha evvel de değindiğim 174 ve usulün amacına ulaşma bakımından<br />

önem verdiğim, usul kanunumuzun taraflarla hakim ilişkisi hususundaki<br />

düzenlemesine ve bu modern düzenlemenin yeni kanun bakımından<br />

gözden kaçırılmaması gerektiğine işaret etmek istiyorum:<br />

HUMK, hakimin taraflarla davayı hukuki ve maddi yönlerden müzakere<br />

etmesi usulünü 75/II, 75/III, 213, 214/II,219,378 hükümleri ile benimsemiş<br />

bulunmaktadır. Gerçekten, aydınlatma ödevi, delil celbetme yetkisi,<br />

davanın her safhasında tarafları çağırarak davanın maddi olguları hakkında<br />

onları dinleyebilmesi, davanın yeteri ölçüde açıklığa kavuşmadığını<br />

anlaması halinde iki tarafı davet ile noksan gördüğü hususlar hakkında<br />

sorular sorarak açıklama istemesi, hükümden evvel deliller hakkında<br />

re’sen tarafları davet ile dinlemesi, davanın durumu itibariyle muhakeme<br />

174 Bkz. Alangoya, İlkeler s.154.<br />

328


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

safhasında, ispatın mevcut delillerle yapılamamış bulunduğunu yeni delil<br />

ikamesi gerektiğini taraflara bildirmesi davanın taraflarla hukuki ve maddi<br />

yönden müzakere edilmesi niteliğindedir.<br />

IV- Bu bölümde, sadece bu yazının konusu değil bütün hukuk bakımından<br />

katıldığım bir yorum esasına kısaca değinmek istiyorum. Bir hukuk<br />

normunu yorumlarken, sadece onun kelimelerini esas almak veya<br />

normun tarihi doğuşuna bağlı kalmak aşılmış bir metottur. Bir Yargıtay<br />

Kararında 175 belirtilen esaslar kanaatimce doğruyu ifade etmektedir:<br />

“Kanunların uygulanmasında söze öncelik yerine öze değer verilmesi,<br />

yani dar yorum değil amaca göre yoruma gidilmesi lazımdır. Yorumlamada<br />

da tarihi gelişim ve sosyal değişimlere geniş ölçüde yer verilmesi asıldır.<br />

Aksi takdirde dar yorum, çok defa hak duygularının örselenmesine ve kanun<br />

koyucunun güttüğü amacın zedelenmesine yol açar.”<br />

Bu genel yorum esası kanaatimce, dava malzemesinin toplanmasına<br />

ilişkin meselelerde, dava temelini oluşturan hayat olayının dava dilekçesine<br />

ne ölçüde yansıması gerektiği hususunda, “Teksif İlkesi” kapsamının<br />

tayini açısından da yol gösterici olmalıdır. Mehazımız olan 1925 tarihli<br />

Neuchâtel usul Kanunu, o tarihe kadar Alman ve Avusturya Medeni Usul<br />

Kanunları ve değişikliklerini yaşamış olanlarca oluşturulmuştur 176 . HUMK<br />

hükümleri de buna paralel olarak yukarıdaki konularda kabul ettiğim yorumlara<br />

müsait hükümler taşımaktadır (Bkz. dn.179’daki açıklamalara).<br />

Bütün bunları ihmal ederek, usulün amacının gerçek olduğunun kabul<br />

edilmesine, hakimin yetkilerinin bu yönde gelişmesinin tasvip edilmesine<br />

ve mevcut hükümlerin lâfzının dahi bu yönde yoruma müsait olmasına<br />

rağmen, “Teksif İlkesi” ve “Taraflarca getirilme ilkesi”ni en sert şekilde<br />

HUMK’a maletme yönünde yorum yapmak isabetli değildir kanaatindeyim<br />

177 .<br />

175 2HD 17.01.1974 187/213 YKD 1975/2 s.52-54.<br />

176 Bkz. Alangoya İlkeler s.57 ve son.<br />

177 Yeni kanunlaştırma hareketlerinde de açıkladığımız gelişmelerin dikkate alınması gerekir;<br />

yeni kanun bakımından yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde iki noktaya işaret<br />

etmek istiyorum; birincisi hakimin yetkileri düzenlemelerinde, usul hukukundaki<br />

mevcut gelişmeler dikkate alınmalıdır, bu konudaki gelişmeleri ve görüşlerimi ana<br />

hatları ile açıkladım; ikinci mesele HUMK yargılamasının yapısı (sütrüktür) meselesidir;<br />

kanunumuzda bu yapı, layihalar teatisi, tahkikat, muhakeme ve hüküm safhaları<br />

şeklindedir (bkz.Yıldırım K., Ergun Önen’e armağan s.488;yargılama yapıları, bunların<br />

tarihsel gelişimi ve mukayeseli hukuktaki durum ve Avrupa Topluluğu Adalet Diva-<br />

329


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Burada son olarak HUMK’un tadili çalışmalarına da bir gönderme<br />

yapmak istiyorum. Bugün Türkiye’de bütün temel kanunların bütünü ile<br />

ele alınacak değiştirlemis eğiliminin hız kazandığı görülüyor. Medeni Kanun<br />

gerçekleşti. Sırada Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu ve HUMK var.<br />

Bence gözden kaçırılmaması gereken husus şudur: Bu kanunlar uzunca<br />

sayılabilecek bir süre uygulanmış ve birçok kurumu ve uygulamaları ile<br />

toplumca benimsenmiştir. Ait olduğumuz hukuk ailesinde bu kanunlar zamanın<br />

getirdiği ihtiyaçlar çerçevesinde yer yer tadil olunmuşlardır, ancak<br />

kanunların bütününün değiştirilmesi yoluna gidilmemiştir. Bu yol kanaatimce<br />

de doğru olan yoldur. Bu satırların yazarı, HUMK’un mehazı olan<br />

330<br />

nındaki yargılama yapısı karşılaştırmaları için bkz. Stürner, Zur Struktur des europaeischen<br />

Zivilprozesses, Festschrift für Schumann, 2001 s.491 ve son); bu sistem “tarihsel<br />

bakımdan önemli fakat zaman içinde köşeye itilmiş” olarak nitelenen (bkz. Stürner<br />

s.503) romanist sisteme paralellik göstermektedir; bugün Avrupa Topluluğu Adalet<br />

Divanında da benzer bir sistem uygulanmaktadır (bkz.Stürner s.504, yazar bu mahkemenin,<br />

davalarının bir elit önünde görüldüğüne, alelade vatandaşın davalarını gören<br />

bir mahkeme olmadığına işaret ediyor); Stürner’in haklı bir tesbitine işaret etmek gerekir,<br />

yargılamanın yürütülmesinde taraf egemenliğinin hakim olması, hakime verilen<br />

yetkilerin kısıtlanması esasını almış kanunlarda katı usuli yapıların ortaya çıkması söz<br />

konusu olur, s.505; meseleye bu noktadan bakıldığında HUMK’un (1925 Neûchatel)<br />

düzenlemeleri daha isabetle değerlendirilebilir, yargılamanın şematik sütrüktürü, taraf<br />

hakimiyetine en fazla ağırlık verilmiş olan müşterek hukuk usulüne paralellik gösterir;<br />

ama yukarıda da belirttiğim gibi mehaz kanunun yapılması sırasında diğer iki sütrüktürün<br />

modeli olan Alman ve Avusturya kanunları (bkz.Stürner s.503) uzunca bir<br />

süreden beri yürürlüktedir ve özellikle Avusturya kanununda hakime yetki tanınması<br />

buna paralel davalı dava malzemesinin getirilmesinin mutlak dava kesitleri ile sınırlandırılması<br />

usulünün (“Teksif İlkesi”) kabul edilmemiş olması gibi düzenlemelerin<br />

mehaz kanununu etkilemiş olduğu muhakkaktır, bu sebepledir ki dava malzemesinden<br />

olan delillerin getirilmesi ilk kesitle sınırlandırılmamıştır (mesela bkz. HUMK 179/3,<br />

217/II, 220, 241, 244, 378; bütün delillerin dava dilekçesi ile birlikte getirilmesi, getirilmeyenlerden<br />

sarfı nazar edilmiş ve delillerin dilekçeye eklenmiş olanlara hasredilmiş<br />

sayılacağı yolundaki Yargıtay’ca da benimsenmemiş hatalı görüş ve eleştirisi için bkz.<br />

Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.245 ve son.); vakıaların getirilmesi bakımından<br />

savunduğum sistem de (bkz.yukarıda I 1) bu gelişime ve sonucu olan yasa hükümlerine<br />

uygundur; kanununun bu konuya ilişkin hükümleri, hakimin yetkilerinin artması<br />

ile daha yumuşatılmış bulunmaktadır; zira hakim vereceği kesin mehiller ile sürüncemede<br />

bırakma niyetlerini engelleyebilir ve praeklusion vuku bulur; işte, böyle bir<br />

tamamiyeti bozmamak gerekir, yapılacak kanun bakımından bu dengeleri çok dikkatle<br />

göz önünde bulundurmalıyız. Tek hakime gidişte, usul kesitlerinin önemini kaybettiği<br />

(bkz.HUMK 181/II; bizdeki Ticaret mahkemelerinde de tahkikatın hey’etçe yapıldığı<br />

bilinmektedir) ve “ana celse” (Haupttermin) esasının, tahkikatta birden fazla celse yapılması<br />

suretiyle sulandırıldığı belirtiliyor bkz. Stürner s.502; bu bakımdan yanlış izlenimlere<br />

kapılarak, gelişmenin aksine yargılama kesitlerini katılaştırmadan kaçınmak<br />

zorunludur, bkz. yukarıda dn.84.


Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü<br />

Neuchatel Usul Kanununun bazı kurumlar itibariyle farklı esaslara dayanan<br />

büyük kodifikasyonlardan (Alman ve Avusturya Kanunları) sonra doğmasının,<br />

bunların hükümlerinin ortalamalarını içerdiğine ve gerçeğe ulaşma<br />

bakımından, hakimin ve tarafların yetkileri bakımından hala büyük<br />

ölçüde geçerli olan hükümlere sahip olduğuna inanmaktadır. Pek tabii ki<br />

medeni usulün sosyal niteliği, belirli bazı kurumlarda değişiklik yapılmasını<br />

gerektirebilir. Yukarıda kısaca belirttiğim gelişmeler değerlendirilerek<br />

değişiklikler yapılabilir. Bu satırların temel kanunları bütünü ile değiştirme<br />

ısrarında olanları bir kere daha düşünmeye yöneltmesini dilemekten<br />

başka çaremiz yoktur.<br />

331


I. Genel Olarak:<br />

İsviçre’de Yeni Federal Medeni<br />

Usul Kanununa Doğru<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

“Rasyonel ve modern devlet anlayışına uygun bir<br />

usulden, hukuki himayenin ilk olarak hükümle<br />

değil fakat yargılamanın ilk adımından itibaren<br />

gerçekleştiği zaman bahsedilebilir” *<br />

1.- İsviçreli bir yazarın mizahi bir şekilde ifade ettiği üzere İsviçre<br />

efsanevi saatleri ve peynirleri yanında bir başka ürünü ile de göze çarpmaktadır:<br />

Ülkedeki kantolar yüzden fazla usul kanunu yapmıştır, bunların<br />

doksan ikisi Medeni Usul Kanunudur. Bu “üretim” 1819 yılında Genf (Cenevre)<br />

kantonu ile başlamış ve 2001’de Glarus Kantonu Usul Kanununa<br />

kadar devam etmiştir 1 . İsviçre’de Borçlar Kanunu 1819, Medeni Kanun<br />

1907, İcra ve İflas Kanunu 1889’da federal kanunlar olarak doğdukları halde,<br />

medeni usul kanunları bu güne kadar kantonal kanunlar olarak kalmışlardır.<br />

Ancak kantonal medeni usul kanunlarının yerine bir federal medeni<br />

usul kanunu yapılması fikrinin tarihi eskidir. 1861 yılında İsviçre Hukukçular<br />

Birliğinin kurucu komitesi daha o zaman muhtelif kantonların<br />

medeni ve ceza hukukları ile usul kanunlarının birleştirilmesi hususunda<br />

* Franz Klein, Zeit-und Geistesströmungen im Prozess, Deutsches Rechtsdenken, Heft 3<br />

s.28.<br />

1 Walder-Richli H.U., Die Schweiz auf dem Weg zu ihrer letzten Zivilprozessordnung,<br />

Festschrift für Kostas E. Beys 2003, Athen 2. Cilt s.1713; Hukuk Usulü Mahkemeleri<br />

Kanunumuzun mehazı olan 1925 tarihli Neuchâtel Medeni Usul Kanunu ve yerine<br />

geçen 30 Eylül 1991 tarihli “Code de procédure civile neuchâtelois” de bunlardandır.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

mümkün olabilecek en geniş şekilde bir mutabakatın sağlanmasını amaç-<br />

larının temel noktalarından biri olarak göstermiştir 2 .<br />

334<br />

Walder-Richli’nin de işaret ettiği gibi İsviçre’de gelişim Almanya’da-<br />

kinin aksine olmuştur; orada Federal Medeni Usul Kanunu (ZPO) 1877’de<br />

kabul edilmiş, Medeni Kanun (BGB) uzunca bir süre sonra kabul edilmiş-<br />

tir.<br />

Medeni usulün birleştirilmesindeki bu gecikmenin temel sebebinin<br />

politik olduğu ifade ediliyor 3 . Yargılama hukukunun büyük ölçüde idari<br />

sütrüktüre bağlı olması ve bu strüktürün kantonlarda önemli farklılıklar<br />

göstermesi politikacıların birleştirme hususundaki isteklerini frenlemiş-<br />

tir 4 .<br />

İsviçre Hukukçular Birliği’nin 1961’deki toplantısında Raportör olan<br />

ünlü usulcü Guldener, mevcut kantonal sistemin muhafaza edilmesini,<br />

kantonal kanunların karşılıklı etkileşiminin bir çeşit “Medeni usulde müş-<br />

terek hukuk” yarattığını ifade etmiş ve bunu takip eden hukukçular birliği<br />

yönetim kurulu, tahkim ve deliller hukukunun (Rechtes der Beweismit-<br />

tel) kantonlar arası anlaşma (konkordat) veya Federal bir kanunla birleşti-<br />

rilmesi ancak medeni usulün kantonal olarak muhafaza edilmesi, bunun<br />

İsviçre’nin yapısına uygun olacağı yolunda bir öneriyi genel kurula sun-<br />

muştur 5 . Bu öneriye ciddi muhalefet gelmiştir. İdari yapıya ilişkin gerek-<br />

çelerin, Medeni hukukun birleştirilmesinde de gündeme geldiği hatırla-<br />

tılmış, bu endişelerin gerçekleşmediği ve sonuçların başarılı olduğu ifade<br />

edilmiş ve genel kurulun açık bir çoğunluğu ile medeni usul kanunlarının<br />

2 Merz H., Zur Vereinheitlichung des Zivilprozessrechts, Berichterstattung des Vorstands<br />

(Schweizerische Juristenverein); Zeitschrift für Schweizerisches Recht (ZSR)<br />

1969 Neue Folge 88 Halbband II Heft 1, Vorwort s.9.<br />

3 Merz, s.10 ve son.; Walder-Richli s.1714.<br />

4 Walder-Richli aynı yer; yazar bu sebebin yanında ekonomik sebeplerin de rol oynadığını<br />

söylüyor; ona göre farklı kantonal usul kanunları, avukatlar için bir koruma duvarı<br />

niteliğini almıştır; mesela Zürih’li bir avukat’ın Basel-Stadt kantonunda bir dava yürütmesi<br />

“çok cesaret ister”; yazılı hukuk dışında kantonlarda geçerli muamele şekillerine<br />

hakim olmak diğer kantonlardaki avukatlar için zordur; işte usul kanunları birleştirilirse<br />

bu güçlükler kalkacak, özellikle büyük kantonlardaki avukatlık büroları, bütün<br />

İsviçre’de ağırlık kazanacaktır.<br />

5 Merz s.16.


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

birleştirilmesi yönünde çalışmalar yapılması ve bunun teşviki yolunda yönetim<br />

kuruluna talepte bulunulmuştur 6 .<br />

1969 yılında Genf (Cenevre)’de yapılan İsviçre Hukukçular toplantısında<br />

da kantonal kanunların birleştirilmesi konu alınmış ve “İsviçre Medeni<br />

Usul Kanunu’nun Temel Esasları” (Grundlinien einer schweizerischen<br />

Zivilprozessordnung) başlıklı rapor sunulmuştur 7 .<br />

2.- Zaman içinde, usul kanunlarının kantonal niteliği mahzurları yoğunlaştırmıştır.<br />

Hakim olan parçalanmışlığın giderek hem İsviçre’nin ekonomik<br />

durumu hem özel alanda haklara kavuşma bakımından hak arayanlar<br />

için ciddi bir külfet oluşturduğu ifade edilmiştir 8 .<br />

Somut bazı meselelere değinilmesi gerekirse, bir kantonda geçerli olabilecek<br />

bir delilin diğer bir kantonda yasaklanmış olabileceği (Şahit olarak<br />

dinlenmekten kaçınma hükümleri), bazı kararlara karşı kanun yoluna müracaat<br />

hakkı bakımından farklı düzenlemeler hak arayanlar bakımından<br />

önemli güçlükler yaratmaktadır 9 . Böylece bir kantonda kazanılabilecek bir<br />

dava (mesela Zürih’de) diğer bir kantonda (mesela Genf’te) şekli bir mesele<br />

6 Merz s.16,17; yazar, yeni yönetim kurulunun üyeler arasında yaptığı ankette birleştirmenin<br />

hangi gerekçelerle arzu edildiğini sorduğunu, üyelerin sadece % 11’inin cevap<br />

verdiğini, 102 lehte, 135 aleyhte beyan geldiğini, ancak bunun yeniden bir oylama<br />

olmayıp, tecrübelerin toplanması amacı ile yapıldığının kabul edildiğini açıklıyor; ilgi<br />

çekici açıklama red oylarının çoğunluğunun, kantonal üst mahkemeler ve İsviçre Avukat<br />

birliklerinden geldiğini belirtmesidir, s.17.<br />

7 Schaad P. ZSR 1969 NF 88 II Halbband Heft 1 s.21 ve son; bu tasarı Bern usul kanununa<br />

fazla sadık kalındığı (“zu berntreu”) eleştirisi ile karşılaşmıştır, Walter H.P., Auf<br />

dem Weg zur Schweizerischen Zivilprozessordnung, SJZ 100 (2004) Nr.13 s.313 ve son<br />

(314).<br />

8 Koller H., Die künftige schweizerische Zivilprozessordnung, Mitglieder der Ekspertenkomission<br />

erluetert den Vorentwurf (Herausgeber Thomas Sutter-Somm, Franz Hasenböhler),<br />

Universitaet St. Galen, Hochschule für Wirtschaft-Rechts-und Sozialwissenschaften,<br />

Bibliothek, Schulthess 2003 (bundan sonra kısaca “Die künftige schweizerische<br />

ZPO” olarak anılacaktır) Einleitung s.9; bu bölünmenin bugün yatay ve dikey<br />

nitelikte olduğu ifade ediliyor, bir yandan usul hukuku bakımından her kantnonun<br />

kendi alanında hakim olmasından kaynaklanan yatay parçalarına, diğer yandan değişen<br />

anayasa hükmü ile usuli normlar sevketme yetkisini kazanan Federal devletin,<br />

özellikle yeni maddi hukuk kanunları içine soktuğu usul normları ile kantonal usul<br />

hukukları arasındaki bölünme, bkz. Walther F., Die aktuelle Situation der Freiwilligen<br />

Gerichtsbarkeit nach schweirzerischem Recht, ZZP 117 (2004) s.421 ve son (422).<br />

9 Habscheid W.J., Schweizerisches Zivilprozess-und Gerichtorganizasionsrecht, Ein<br />

Lehrbuch seiner Grundlagen 2.neubearbeitete und erweiterte Auflage, 1990 s.67<br />

Rd.N.66.<br />

335


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

yüzünden kaybedilebilir. Bu teşhis edilmesi güç farklılıklar bakımından<br />

ortaya çıkan bir sonuç da, hak arayanların bir avukatları olsa dahi dava<br />

açacakları kantonda faaliyet gösteren bir avukata da başvurmaları zorunluluğudur<br />

10 .<br />

İsviçre Hukukçular Birliği’nin 1969 tarihli toplantısında medeni usul<br />

hukukunun birleştirilmesi konusundaki müzakereler sırasında, medeni<br />

hukukun birleştirilmesinin İsviçre hukuk hayatı bakımından isabetinin<br />

artık hiç kimse tarafından tartışılmadığı, ancak usul hukukunun parçalanmışlığının<br />

bu konuda önemli bir mahzur teşkil ettiği, bu durumda özellikle<br />

ispat kurallarındaki farklılıklar dolayısı ile, benzer meselelerde kantondan<br />

kantona farklı hükümler ortaya çıktığı ve bunların Federal Mahkeme<br />

tarafından giderilemeyeceği, bu sebeple bu durumda maddi hukukun birleştirilmiş<br />

olmasının, asgari olarak kısmen, sadece kağıt üzerinde kaldığı<br />

ifade edilmiştir 11 .<br />

Walder-Richli, İsviçre’de medeni usul hukuku alanındaki anlayışın<br />

değişmesinde uluslararası gelişmelerin de rol oynadığını söylemektedir 12 .<br />

3.- Federal Hükümet, Federal bir medeni usul kanununun yapılması<br />

için harekete geçmiş ve 1999 kararı ile Adalet Bakanlığı bir tasarı hazırlanması<br />

için bir uzmanlar komisyonu oluşturmuştur 13 .<br />

10 Habscheid, aynı yer, bkz. yukarıda dn.4’de Walder-Richli’nin bu görüşü teyid eden<br />

açıklamalarına.<br />

11 Dr. Dieter Stacehelin, Basel Hukuk Mahkemesi Başkanı, ZSR 1969 Bd. 88/II s.959; aynı<br />

yönde Walter, SJZ 2004/100 s.315, yazar sadece hukukun uygulanmasında değil, dava<br />

temeline dahil vakıaların toplanması ve bunların önemli olanlarının tesbiti bakımından<br />

da bir parçalanma olduğunu ifade ediyor, aynı yer.<br />

12 Avrupa Birliği anlaşması, bilahare Lugano anlaşması, pratik olarak bütün Avrupa bakımında<br />

mahkemelerin yer itibariyle yetkilerini uyumlaştırmıştır; bunun sonucu olarak<br />

İsviçre’de de yetki hususunda bir federal kanun kabul edilmiştir (Gerichtsstandsgesetz,<br />

24.03.2000); yazar 18 Nisan 1999 tarihinde kabul edilen İsviçre Anayasa’sının<br />

Federasyon’a başka bir form verdiğini, kantonlar karşısında Federal Devletin kanunlaştırma<br />

faaliyeti bakımından büyük yetkiler elde ettiğini ve bir yıl sonra yapılan halk<br />

oylamasında da buna paralel olarak usul hukuku alanındaki kanunlaştırma hususunda<br />

Federal Devletin kolaylıkla yetkilendirildiğine işaret ediyor, s.1714,1715.<br />

13 Prof. Thomas Sutter-Somm başkanlığında oluşturulan bu komisyonun üyelerinin çoğunluğunun<br />

romanist tradisyona bağlı olduğu, Zürih hukuk çevresinin azınlıkta kaldığı<br />

ve bu durumun tasarı içeriğinde etkisi olduğu da ifade edilmiştir, bkz. Spühler<br />

K., Einführung, Stand der Arbeit, Zeithorizont, Die neue schweizerische Zivilprozessordnung<br />

(Herausgeber Karl Spühler), 2003 (bundan sonra kısaca “Die neue Schweizerische<br />

Zivilprozessordnung” olarak anılacaktır) s.1; gerçekten yargılamanın yapısına<br />

336


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

12 Mart 2000 tarihinde medeni usulün bütün İsviçre için tek bir kanun<br />

olarak birleştirilmesi hususu halk oylamasına sunuldu. Sağlanan büyük<br />

çoğunluk, yetki verilmenin ötesinde Federal Kanunkoyucu’dan görevin<br />

acilen yerine getirilmesi hususunda talepte bulunulmuş olduğu yolunda<br />

da değerlendirilmiştir 14 .<br />

Komisyon tasarıyı 2003 yılı başında tamamladı. Bunun İsviçre’deki<br />

kanunlaştırma tarihine bakıldığında alışılmamış bir sürat olduğu söylenmiştir<br />

15 .<br />

Bu nokta itibariyle belki yanılmadan söyleyebileceğimiz, artık gerek<br />

halk gerek mahkemeler gerek avukatlar bakımından İsviçre’de bir federal<br />

usul kanunu’nun yapılması hususunda bir mutabakatın oluştuğudur.<br />

II. Ön Tasarı Hakkında Genel Açıklama 16 :<br />

1.- Ön tasarının oluşturulması hususunda tartışma mevcuttur. Bir görüşe<br />

göre kantonların usul kanunları ve tradisyonları ihmal edilmiş, tasarı<br />

hemen hiçden yaratılmıştır, suni bir yapıdır 17 . Buna karşın komisyon başkanı<br />

Sutter-Somm 18 ön tasarının hazırlanmasında yeni federal kuralların<br />

veya kantonların kanunlarında yer almış olan kuralların (ki bunlar “müşterek<br />

usul hukuku”-Gemeines Zivilprozessrecht-ibaresi ile anılıyor) 19 dikkate<br />

alındığını bu bakımdan Walder-Richli’nin değerlendirmesinin doğru<br />

bakıldığında tasarının “tarihsel bakımdan önemli fakat zaman içinde köşeye itilmiş”<br />

romanist sisteme (Stürner R., Zur Struktur des europaeischen Zivilprozess, Festschrift<br />

für Schumann, Tübingen 2001 s.503) uygunluk gösterdiği görülmektedir.<br />

14 Koller (dn.8’deki yazı) s.9.<br />

15 Koller, aynı yer.<br />

16 Bu yazıda sadece bazı genel hükümler ve bazı yargılama çeşitlerine ilişkin hükümler<br />

üzerinde durulmaktadır, tasarının 3.cü bölümünde “iç tahkim” (Binnenschiedsgerichtsbarkeit)<br />

düzenlenmiştir (art 344-388); bu bölümün kanunun diğer düzenlemelerinden<br />

bağımsız olması istenmiştir; bu bölümün tatbikatçılar bakımından adeta müstakil bir<br />

kanun olarak kullanılması, kendi hükümleri ile tahkim yargılamasının yürütülebilmesi<br />

ve aynı zamanda yabancı dillere çevrildiğinde yeterli şekilde anlaşılması sağlanmak<br />

istenmiştir, bkz. Wehrli D.Die Schiedsgerichtsbarkeit, Die Künftige schweizerische Zivilprozessordnung,<br />

s.107 ve son. (112); bu bakımdan tasarının tahkim bölümünün ayrı<br />

inceleme konusu yapılması gerekir.<br />

17 Walder-Richli s.1715,1716.<br />

18 Sutter-Summ T., Schwerpunkte und Leitlinien des Vorentwurfs zur Schweizerischen<br />

Zivilprozessordnung, Die künftige schweizerische ZPO s.4.<br />

19 Bkz. dn.5’e ait metne.<br />

337


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

olmadığını söylemekte 20 , her müessesenin her kantondaki düzenlenmesine<br />

yer verilemeyeceğini, bir kantondan alınan bir müessesenin, diğer kantonlar<br />

için yeni olmasının kaçınılmaz olduğunu ve komisyonun esas bakımından<br />

ikna edici çözümlere yer verdiğini yoksa çoğunluk çözümlerinin<br />

her zaman kabul edilmesinin söz konusu olmadığını söylemektedir 21 . Kanaatimce<br />

buradaki görüş aykırılığının temelinde hukuki himaye sistemleri<br />

gelişmiş Zürih, Aargau, Ostschweiz çevrelerinden ziyade usul hukukları<br />

daha az gelişmiş olan kantonların düzenlemelerine ağırlık verilmiş olması<br />

ve ileride kısaca değineceğim “Erledigungsprinzip-Erledigungsmaxime”<br />

(ihtilafın halledilmesi ilkesi)nin “Modern bir hukuk devletinin sağlayacağı<br />

hukuki himayeye galebe çalacağı” endişesidir 22 .<br />

2.- Medeni Usul Kanunlarının Federal bir kanunla kaldırılmasının tarihsel<br />

olarak en önemli engeli görünen Mahkemeler Teşkilatı, ön tasarıda<br />

kantonların yetkisine bırakılmış ve buna paralel olarak “mahkemelerin<br />

görevi”nin düzenlenmesinde kantonlar yetkili kılınmıştır, Art 2/I 23 . Ön tasarı<br />

kantonlarda iki dereceli bir teşkilatlanma öngörüyor, Art.3.<br />

20 Sutter-Somm “Müşterek Usul Hukuku” müesseseleri arasında yer alan aşağıdaki hususlara<br />

tasarıda yer verildiğini belirtmektedir (s.18):<br />

- “Verhandlungs-und Dispositionsmaxime” (Taraflarca getirilme ve Tasarruf İlkeleri)<br />

(Art.50,53) (Bkz. bunlar için Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım Medeni Usul Hukuku<br />

Esasları 4. bası 2004 s.199-201)<br />

- Hakimin soru sorma hakkı (gerichtliches Fragerecht Art.51), (Bkz. Alangoya/Yıldırım/<br />

Deren Yıldırım s.310 ve son).<br />

- Davada dürüstlük kuralına riayet edilmesi (Handeln nach Treu und Glauben im Prozess<br />

Art.47. (Bkz.Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.37,38); (yazar daha evvelki bir<br />

yazısında, bu kuralın açıkça sevkedilmesi ile, bu ilkenin ZGB Art.2 uyarınca mı, yoksa<br />

doğrudan yargılama hukukundan mı kaynaklandığı yolundaki kısır tartışmanın da<br />

sona erdirilmiş olduğunu ifade etmiştir, Sutter-Somm, Der Vorentwurf zur Schweizerischen<br />

Zivilprozessordnung, ZSR 121 (2002/5) 1. Halbband s.545 ve son (553).<br />

- Ve temel deliller (Art.159) s.18.<br />

21 s.19,20.<br />

22 Bkz. Spühler (bkz.dn12) s.2; bu endişenin, hakimin soru hakkının özel yargılama usullerinde<br />

kısıtlanması ve yeni dava malzemesinin getirilmesinde getirilen kısıtlamalar<br />

bakımından da paylaşıldığı anlaşılmaktadır, bkz.Walder-Richli s.1719; Meier I/Mürner<br />

D.) Stolpersteine in der neuen Schweizerischen Zivilprozessordnung, Schweizerische<br />

Juristen Zeitung (SJZ) 99 (2003) Nr.23 s.597 ve son. (602); bkz.ileride IV 2 altındaki<br />

açıklamalara.<br />

23 Walter bu çözümü politik olarak akıllıca, ancak hukuk sistematiği bakımından esef<br />

verici bulmaktadır, ZSR 100 s.317 görevin değere bağlı olduğu hallerde değer hesabı<br />

tasarı hükümlerine göre yapılacaktır, Art 2/II.<br />

338


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

3.- a) Kanun bir çerçeve kanun olmayıp yürürlüğü ile kanton kanunları<br />

mülga olacaktır; 395 maddeden ibarettir ve maddelerin uzun metinler<br />

haline getirilmesinden kaçınılmıştır. Sutter-Summ buna “Boşluk yaratmakta<br />

cesaret” diyor 24 .<br />

b) Tasarının içeriği ve yargılamanın yapısı hususunda ana hatları ile<br />

açıklama yapılması yararlı olacaktır 25 .<br />

Art 1-190 tasarının genel hükümlerini (Allgemeine Bestimmungen)<br />

oluşturmaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere bu hükümler özel bölümde<br />

düzenlenen yargılama çeşitlerinde aksine hüküm olmadıkça geçerlidir.<br />

Genel hükümlerin ilk maddesinde kanunun uygulanma alanını belirtmektedir.<br />

Art.2-6 “görev”, kantonal derecelendirme ve kantonal üst<br />

mahkemenin ilk derece mahkemesi olarak görevlerini, kantonların Ticaret<br />

Mahkemeleri kurabileceğini ve bunların bakacağı davaları düzenlemektedir.<br />

Art.7 –Art 42 mahkemelerin yetkisini düzenlemektedir. İkametgah<br />

mahkemesinin yetkisi ve geniş bir özel yetkili mahkemeler listesi yer alıyor<br />

26 . Özel yetkili mahkemelerin hangisinin kesin yetkili olduğu o yetkiyi<br />

düzenleyen maddede yer almaktadır.<br />

Yetki anlaşmaları bakımından dikkat çeken düzenleme (Art.15/I) anlaşmada<br />

aksine hüküm olmadıkça davanın sadece anlaşılan yer mahkemesinde<br />

açılması gereğidir. Selâhiyet anlaşmaları bakımından dikkat çekici<br />

bir diğer hüküm (Art.15/IV) anlaşma ile yetkili kılınan mahkemenin, ihtilafın<br />

bu mahkeme ile yeterli bir bağlantısı yoksa yetkisizlik kararı verebileceği<br />

şeklindedir 27 . Kanaatimce bu hüküm isabetli değildir. Bu bağlantı<br />

özel yetki kuralları dikkate alınarak saptanacaksa, anlaşmanın bir değeri<br />

24 s.17.<br />

25 Komisyonun hazırladığı tasarının açıklanmasından sonra Federal Senato (Bundesrat)<br />

bir “Vernehmlassungsverfahren” (görüş bildirme, inceleme prosedürü) başlattı; halen<br />

bu prosedür devam etmektedir; bu prosedür gizlidir; önemli sayıda olacağı anlaşılan<br />

görüşlerin değerlendirilmesinden sonra Adalet Bakanlığı’nca bir rapor hazırlanacak ve<br />

Parlamento’ya sunulacaktır, bu bilgiler için bkz. Walther F. ZZP 117 (2004) 4 s.426.<br />

26 Walder-Richli, Grob-Andermacher, Entwicklungen in Zivilprozessrecht SJZ 100 (2004)<br />

Nr.2, özel yetkili mahkemeler listesinin uzunluğunun, davalıyı zor durumda bıraktığını<br />

söylüyor, s.37.<br />

27 15/IV “Das vereinbarte Gericht kann seine Zuständigkeit ablehnen, wenn die Streitigkeit<br />

keinen genügenden Bezug zum vereinbarten Gerichtsstand aufweist”.<br />

339


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

olmayacaktır, bunlar dışında bir bağlantı aranması da objektif olarak değerlendirme<br />

güçlüğü ile karşı karşıyadır. Bu hükmün nihai metninden çıkarılması<br />

beklenir.<br />

Art 43-Art 45 hakimlerin ve diğer mahkeme mensuplarının (Gerichtsperson)<br />

reddi sebepleri, red prosedürü ve bu hükümlere uyulmadan yapılan<br />

işlemlerin akıbeti düzenlenmiştir.<br />

340<br />

Art 46-53’de yargılama ilkeleri yer alıyor:<br />

- Hukuken himayeye layık bir menfaatin bulunması gereği düzenleniyor<br />

ve bir merciin kamu yararına dayanarak dava açabilmesi veya müdahale<br />

edebilmesi kanunda bu yolda sarahat varsa caiz görülüyor, Art 46 28 .<br />

- Dürüstlük kuralı, Art 47 29 .<br />

- Dinlenilme hakkı, Art 48, belgelerden masrafı karşılanarak kopya<br />

alma da sarahaten bu kapsama konulmuştur.<br />

- Aleniyet ilkesi, Art 49, bu hükümde aleniyetin hangi şartlarla kısıtlanacağı<br />

ve aile hukukuna ilişkin yargılamaların aleni olmayacağı belirtildikten<br />

sonra, hüküm müzakerelerinin açık cereyan etmesi hususu kantonal<br />

hukuka bırakılmıştır; bunun ne şekilde gerçekleştirileceği ve uygunluğu<br />

tartışılabilir.<br />

- Mahkeme hükmünde taraflarca iddia edilen ve ispatı gerekli ise ispat<br />

edilmiş olan vakıalara dayanabilir, Art 50 30 kanaatimce bu ifade isabetli<br />

değildir. Zira taraflarca getirilmemiş vakıalar da dava temeline girebilir.<br />

Mesela meşhur ve maruf vakıalarda durum böyledir 31 . Kanaatimce kap-<br />

28 Bu hususun niteliği itibariyle bir dava şartı olmasına rağmen bundan daha fazla bir<br />

önemi olması dolayısı ile ilkeler altında yer verildiği ifade edilmektedir, bkz. Sutter-<br />

Summ ZSR 2002/5 s.552,553.<br />

29 Bkz. dn.18.<br />

30 Art 50/I “Das Gericht stützt seinen Entscheid auf Tatsachen, die von den Parteien behauptet….”;<br />

maddenin matlabı “Verhandlungs-und Untersuchungsgrundsatz” şeklindedir,<br />

bu ilkelerin içeriğinin istisnaya yer vermediğini, bu bakımdan bir tariflerinin<br />

yapılmasının mümkün olmadığını ve bu günkü usul kanunlarından hiçbirinde bu kavramların<br />

yer almadığını bilmek ve bunlara madde matlaplarında da olsa yer vermemek<br />

gerekir, Alangoya, Kazancı s.104 ve son.<br />

31 Tasarının Art 146 hükmü meşhur ve maruf vakıaların isbatına gerek olmadığını belirtiyor;<br />

eğer tasarıyı hazırlayanlar bunların taraflarca yargılamaya getirilmesi gereğini<br />

düşünüyorlarsa bu kabul edilmez sonuçlara götürebilir; bkz. Alangoya Y., Medeni Usul


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

samı tam kestirilemeyecek ve usul hukukunun modern gelişmesine uygun<br />

düşmeyen bu ifade yerine, tarafların iddia ve savunmalarının temelini<br />

oluşturacak vakıaları getirme zorunda olduğu yolunda (bkz.HUMK 179/3)<br />

bir hüküm sevketmek daha doğru olurdu. İleride başka bir vesile ile de<br />

değineceğim gibi, tasarıyı hazırlayanların maddi vakıaların getirilmesinde<br />

tarafların yükümlü kılınmasının medeni usulün amacı olan gerçeğe ulaşma<br />

bakımından daha etkin olacağı yolundaki değerlendirmeye yabancı<br />

davrandıkları izlenimini edindim 32 .<br />

- Hakimin aydınlatma “hakkı”, Art.51 (HUMK). Hüküm modern gelişmelerin<br />

33 aksine bu hususu bir hak olarak mahkemenin insiyatifine bırakıyor.<br />

Hakimin bu “hakkı” çerçevesinde “eksikliklere” (unvollständig) işaret<br />

hususu da tarifte bulunduğuna göre tarafların sadece “açıklama”ları<br />

(Klarstellung) değil belki “tamamlama” ları da maddede ifade edilmeli idi.<br />

- Hakimin hukuku re’sen uygulayacağı,Iura Novit Curia, Art.52 ve<br />

- Mahkemenin tarafların talepleri ile bağlı olduğu (“Dispositionsmaxime”),<br />

Art 53, esası yargılama “ilkeleri” olarak sevkedilmiştir.<br />

Dava şartları Art 54’de sayılmıştır (a-f); ancak bu kanunlaştırma şekli<br />

isabetli görülemez. Zira dava şartları sayılanlardan ibaret değildir. Mesela<br />

dava takip yetkisi (Prozesstandschaft) bunlar arasında yoktur 34 .<br />

Hukukunda Vakıaların ve Delillerin Toplanmasına İlişkin İlkeler, 1979 s.128 ve son.;<br />

Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü ve Bu Konudaki Gelişmeler<br />

Hakkında, Kazancı (Hakemli Dergi) 2005 Mayıs Sayı 9 s.92 dn.50a, ve oradaki<br />

Alman doktrinine ve içtihadına.<br />

32 Bkz. Alangoya Kazancı 2005/Mayıs, s. 91-94.<br />

33 Bu hak değil ödev olarak ele alınmalıdır; bkz. Alangoya Kazancı 2005/Mayıs s.94 ve<br />

son.; aynı yönde Walder-Richli s.1719; Walter’de haklı olarak bu hususa işaret etmektedir,<br />

ZSR 100 (2004) s.319.<br />

34 Komisyon Başkanı Sutter-Somm (ZSR 2002/5 1.Halbband s.555), ön tasarıda anglo<br />

amerikan hukukunda geliştirilmiş “class action”ı tasarıya almadıklarını, komisyonun<br />

çoğunluğunun, dava takibine maddi hak sahibinin yetkili olacağı kuralından sapılmaması,<br />

davanın üçüncü kişi tarafından yürütülmesinin sadece temsil veya ihtilaflı<br />

talebin devredilmesi halinde söz konusu olabileceğini, bunun tek istisnasının “Birlik<br />

davaları” (Verbandsklage) olduğu hususunda mutabık kaldıklarını söylüyor; doğrusu<br />

bu beyanları kabul etmek bana mümkün görünmüyor; zira İsviçre hukukunda da bir<br />

kanun hükmü dolayısı ile hak sahibi olmamasına rağmen görevinden ötürü bir davanın<br />

tarafı olmak mümkün bulunmaktadır, bkz. Alangoya, Yargılama Sırasında Tarafta<br />

341


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Diğer taraftan bazı davalar bakımından özel dava şartları söz konusu<br />

olabilir 35 . Bu bakımdan böyle bir sayma yerine, dava şartlarının hükümlerini<br />

düzenlemek doğru olabilir 36 .<br />

Art 57-Art 73 arasında Taraflar, ehliyetleri, temsil, dava ortaklığı, müdahale,<br />

ihbar, taraf değiştirme 37 düzenlenmiştir.<br />

Tasarının Art 74-Art 81 hükümleri Dava çeşitlerini düzenlemektedir:<br />

Eda davaları, kısmi dava, inşai dava, tesbit davası bu bölümde yer alıyor.<br />

Art 75’e göre davacı kanunun belirttiği hallerde (imkansızlık, belirtmenin<br />

beklenemeyeceği hallerde) alacak davasını değer belirtmeden açabilecektir.<br />

Art 79 derneklerin ve diğer kuruluşların kendi üyeleri için hangi hallerde<br />

kendi adlarına dava açabileceklerini düzenliyor (Verbandsklage).<br />

Art 86-Art 112 arasında yargılama giderleri, masraflar bunların bölüştürülmesi<br />

esasları ve adli yardım düzenlenmiştir.<br />

342<br />

(Yanda) İradi Olarak Meydana Gelen Değişme Hakkında Düşünceler, Mukayeseli Hukuk<br />

Araştırmaları Dergisi 1969 s.125 vd. özellikle 138 ve dn42, Alangoya/Yıldırım/<br />

Deren-Yıldırım s.127 ve son., Deren-Yıldırım N. Kesin Hükmün Sübjektif Sınırları,<br />

1996 s.23 v.d., Gedanken zum formellen Parteibegriff, Festschrift für Kostas Beys Bd.1,<br />

Athen 2003 s.251 ve son.<br />

35 Bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.213 ve son.<br />

36 Tasarı Art.56’da tahkim def’inin usuli nitelikte (ilk itiraz) olduğunu ve başta davalı<br />

tarafından ileri sürülmezse mahkemenin yetki kazanacağını gösteren bir hüküm sevkediyor;<br />

“Haben die Parteien über eine schiedsfaehige Streitsache eine Schiedsvereinbarung<br />

getroffen, so lehnt das angerufene staatliche Gericht seine Zustaendigkeit ab, es<br />

sei denn: a) die beklagte Partei habe sich vorbehaltlos auf das Verfahren eingelassen…”<br />

bu düzenlemenin isabetli olduğu düşüncesindeyim, bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-<br />

Yıldırım 4.bası s.273.<br />

37 Art.73/I taraf değiştirmenin ancak diğer tarafın muvafakatı ile olabileceğini düzenliyor;<br />

ihtilaf konusunun devri halinde devralanın davaya taraf olarak girmesi için muvafakata<br />

gerek olmadığı, ancak diğer tarafın, yeni girenin hükmün icrası için teminat isteyebileceği<br />

düzenlenmiştir, Art 73/II; Walder-Richli, Grob-Andermacher “davanın ihbarı”<br />

“şartları”nı düzenleyen Art 71/I hükmünün kendi içinde çelişkili olduğunu söylüyor: bu<br />

hükme göre ihbar eden davacı veya davalı taraf üçüncü şahsa ihbar yerine, o mahkemede<br />

ona karşı ihbar yanında dava açabilir, s.37; yazarlar bu düzenlemenin psikolojik bakımdan<br />

da kabul edilmez olduğunu zira ihbar edenle edilenin hasım karşısında birlikte<br />

hareket etmelerinin söz konusu olacağını, bu bakımdan doğrudan onu dava etmesinin<br />

anlaşılabilir olmadığını zira bu safhada henüz bir rücu davasının söz konusu olup olmayacağının<br />

belli olmadığını söylemektedirler, ben burada HUMK 57/c.2 hükmüne benzer<br />

bir durum olduğunu düşünüyorum, benim buradaki kanaatim terditli bir dava ortaklığının<br />

bulunduğu yolundadır, yani mesela ilk davacı ile davalı arasındaki dava davalının<br />

aleyhine sonuçlanırsa, mahkeme ikinci kademedeki rücu davasını görmeye selahiyetli<br />

olacaktır, dava davalı lehine reddedilirse, rücu davası görülmeyecektir, terditli sübjektif<br />

dava yığılması için bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.141.


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

Art 113-144 arasında davanın yürütülmesi, usuli işlemler ve süreler<br />

düzenlenmiştir. Davanın şekli olarak yürütülmesi 38 mahkemece yapılacaktır,<br />

Art 113. Mahkeme davanın görülmesini basitleştirecek (mesela davaların<br />

tefriki, birleştirilmesi gibi) kararlar alabilir, Art.115; bekletici meseleler<br />

dolayısı ile davayı ertelemek, Art.116, yargılama disiplinini sağlamak, Art<br />

119, yolunda kararlar verebilir; ayrıca bu bölümde usuli işlemlerin şekilleri,<br />

tebligat, süreler, gıyap, yenileme hükümleri yer alıyor.<br />

Art 145-190 hükümlerinde ise ispat kurumu düzenlenmiştir.<br />

Bu başlıkta da isbatın konusu (hukuken önemli, ihtilaflı vakıalar) Art<br />

145, ispat hakkı (Recht auf der Beweis) 39 , delillerin serbestçe takdiri, Art<br />

150, deliller, Art 159 düzenlenmiştir.<br />

Mahkeme’ye, mevcut ispat sonuçları itibariyle bir kanaate varmış olması<br />

durumunda ileri sürülen diğer delilleri reddetme yetkisi verilmiştir,<br />

Art 147/II 40 . Hakim kural olarak hukuka aykırı şekilde elde edilmiş olan<br />

delilleri dikkate almayacaktır, Art 147/III. Tasarı taraflar ve üçüncü kişiler<br />

için katılım yükümlülüğü getiriyor (Mitwirkungspflicht): şahitlik yapma<br />

zorunluluğu, senetlerin verilmesi, keşif ve bilirkişi tetkikine katlanma<br />

gibi, Art.152; ayrıca tarafların ve üçüncü şahısların kaçınma hakları da<br />

düzenlenmiştir ve mahkemenin bu kaçınma hakları hususunda tarafları<br />

ve üçüncü kişileri aydınlatma yükümü vardır, Art 154. Tasarı Art 148’de<br />

“Usuli Haklarda İspat Külfeti” (Beweislast für prozessuale Rechte) başlıklı<br />

bir hüküm sevketmiştir; buna göre: “Bu kanunda başka bir hüküm yoksa,<br />

iddia edilen bir vakıayı, ondan usuli hakları çıkaran taraf ispatlamak<br />

zorundadır” 41 . Bu hüküm “Kanunda başka türlü düzenlenmiş olmadıkça,<br />

iddia edilen vakıanın mevcudiyetini ondan hakları çıkaran ispat eder” şeklindeki<br />

42 İsviçre Medeni Kanunu Art 8 hükmüne paralel olarak sevkedil-<br />

38 Bkz. ileride dn. 61’e ilişkin metne;Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.202.<br />

39 Bu kavramın İsviçre doktrin ve içtihadındaki durumu için bkz. Hasenböhler (bkz.<br />

dn.37) s.26 dn.2.<br />

40 Hasenböhler F., Beweisrecht, Vorsorgliche Massnahmen und Schutzschrift, Die künftige<br />

schweizerische Zivilprozessordnung, s.27, bu hükmün (Antizipierte Beweiswürdigung)<br />

bilhassa tatbikat bakımından önemli olduğunu söylüyor, ve bu hükmün tasarıya<br />

alınmasının usul ekonomisi sebeplerine de dayandığına işaret ediyor; bu hükmün kapsamı<br />

ve sonuçları üzerinde durmak gerekir.<br />

41 Art 148 “Beweislast für prozessuale Rechte Soweit dieses Gesetz nicht anders bestimmt,<br />

hat eine behauptete Tatsache zu beweisen, wer aus ihr prozessuale Rechte ableitet.”<br />

42 Art 8 ZGB “Wo das Gesetz es nicht anders bestimmt, hat derjenige das Vorhandensein<br />

einer behaupteten Tatsache zu beweisen, der aus ihr Rechte ableitet”.<br />

343


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

miştir. Art 148’de “usuli haklar” (prozessuale Rechte) düzenlenmektedir.<br />

Bugün Art ZGB 8 hükmünün kıyasen, usuli haklar çıkarılması bakımından<br />

da uygulandığı belirtilmektedir 43 .<br />

Kanaatimce ZGB 8’in hükmü muvacehesinde böyle bir hükmün ayrıca<br />

Medeni Usul Kanununda sevkedilmesi gerekli ve doğru değildir 44 .<br />

Burada bütün deliller üzerinde durulması söz konusu değildir. Bilirkişi<br />

(Art 176-184) hususundaki bazı düzenlemelere kısaca değinmenin yararlı<br />

olacağını düşünüyorum. Mahkeme bilirkişiye müracaat edebilir, Art<br />

176/I 45 . Mahkeme kendi bilgisine dayanıyorsa bunu tarafların bu konuda<br />

beyanda bulunmalarına imkan verecek açıklıkta belirtmesi gereklidir, Art<br />

176/III; bu açıklamada, hakimin veya hakimlerin bu mesleki bilgiye nasıl<br />

sahip olduklarının da yer alması gerekecektir 46 .<br />

Tasarıda, hakimin müsaadesi ile bilirkişiye kendisine çizilen çerçeve<br />

dışında da araştırma yapma ve sonuçlara varma yetkisi verilebileceği düzenlenmiştir,<br />

Art 179. Bu hususları raporunda açıklamak durumundadır.<br />

Mahkeme bu sonuçları tarafın talebi veya re’sen ispat prosedürünün kurallarına<br />

göre dikkate alabilecektir 47 .<br />

43 Dolge A., Das neue Beweisverfahren, Die neue Schweizerische Zivilprozessordnung,<br />

s.36,37; yazar davanın şekli olarak yürütülmesi dolayısı ile bir usuli işlemin süresinde<br />

yapılıp yapılmadığı hususunun mahkemece re’sen dikkate alınacağını, bu bakımdan<br />

öneminin azaldığını, ifade ediyor.<br />

44 Bu konuda tasarı müellifleri Sutter-Somm ve Hasenböhler’de hükmün gerekliliği hususunda<br />

bir açıklamaya rastlanmıyor.<br />

45 Hasenböhler dava malzemesinin taraflarca getirilmesi ilkesi (Verhandlungsmaxime)<br />

dolayısı ile bilirkişiye ancak taraf talebi üzerine müracaat edilebileceğini söylüyor,<br />

s.35. Tasarının açıkladığı maddesi “Das Gericht kann bei einer oder mehreren Sachverstaendigen<br />

Personen ein Gutachten einholen. Es hört vorgaengig die Parteien an”<br />

(Mahkeme bir veya birden fazla kişiden rapor alabilir. Tarafları önceden dinler) şeklindedir.<br />

Bu ifadeden yazarın vardığı sonuca varılamayacağı düşüncesindeyim; bugünkü<br />

modern anlayış bilirkişinin hakim yardımcısı olduğu yolundadır (bkz. Yıldırım<br />

K. Bilirkişi Delilinin Mukayeseli Hukuk ve Türk Hukukunun Durumu, Prof. Dr. Baki<br />

Kuru Armağanı s.833 ve son.) bu bakımdan Hasenböhler’in anlayışı kanaatimce esası<br />

itibariyle de isabetli değildir; eğer böyle anlıyorsa (!) kanun koyucunun bir sarahat<br />

getirmesi zaruridir kanaatindeyim.<br />

46 Hasenböhler s.35; yazar bu hususun genellikle ticaret mahkemelerinde ve hukukçu<br />

olmayan mahkeme üyelerinin bulunduğu mahkemelerde söz konusu olacağını ifade<br />

ediyor.<br />

47 Böylece tasarı bilirkişiye incelemelerinde geniş yetki verilebilmesi imkanını tanımış<br />

olmaktadır, bkz. bu konuda ihtiyatlı bir düzenleme getirmiş olan Alman Usul Kanunu<br />

ve bilirkişiye serbesti tanıma imkanı veren Avusturya ve Fransız usul kanunlarının de-<br />

344


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

Belki bizim tatbikatımızı da ilgilendirecek bir hüküm, taraflardan her<br />

birinin davaya özel mütalaa sunabileceğini öngörüyor, Art Art 182 48 .<br />

III. Yargılama Usulleri:<br />

Özel hükümler bölümünde adi yargılama usulü (ordentliches Verfahren)<br />

sadeleştirilmiş yargılama usulü (Vereinfachtes Verfahren) ve basit yargılama<br />

usulü (Summarisches Verfahren) düzenlenmiştir 49 . Bu yargılamaları<br />

düzenleyen bütün hükümlerin ele alınması söz konusu değildir. Hukukumuz<br />

bakımından da ilgi çekecek bazı hükümler üstünde durulacaktır.<br />

1. Adi yargılama usulünde öncelikle bir uzlaştırma prosedürü (Schlichtungsverfahren)<br />

öngörülmüştür, Art 191-205. Halen birçok kantonda mevcut<br />

olan bu kurumun önem taşıdığı, birçok ihtilafın bu sayede sulh ile<br />

sonuçlandığı belirtiliyor 50 . Ancak bu usul sadece bazı davalarda mecburi<br />

olup (sadeleştirilmiş yargılamaya ait davalar, Art 237) bazı davalarda (mesela<br />

mal varlığına ilişkin davalar, Art 192/2a) tarafların yazılı anlaşmaları<br />

veya davalıların tek taraflı olarak feragatı halinde (Art 192/1,2) bertaraf<br />

edilebilmektedir 51 . Bazı davalarda ise (mesela ahvali şahsiyeye, evliliğin<br />

geçersizliğine, basit usulü muhakemeye ait işlerde, bkz. Art 193’de sayılan<br />

hallere) uzlaştırma prosedürü caiz değildir. Kantonlar uzlaşma prosedürü<br />

merciini kendileri tayin edeceklerdir. Bu prosedür sonucunda uzlaşmaya<br />

varılırsa, uzlaştırma makamı bir protokol düzenleyecek ve bu taraflarca<br />

ğerlendirilmesi ve bu sonunculardaki sistemlerin “deliller arasındaki boşlukların doldurulmasına<br />

hizmet etmesi bakımından” isabetli olduğu sonucu için, Yıldırım (dn.42)<br />

s.836,837.<br />

48 Bir Yargıtay üyesinin, Yargıtay Dairesindeki incelemelerde özel mütalaalarla alay ettiklerini,<br />

yani bunlara hiç önem vermediklerini söylediğini hatırlıyorum, Sayın Çetin<br />

Aşçıoğlu’nun bu beyanları için bkz. Alangoya, Bir Tebliğ Dolayısı İle Hakem Mahkemesinin<br />

Direnmesi Üzerine Düşünceler, Prof.Dr. Nihal Uluocak’a Armağan, İstanbul 1999<br />

s.2 dn.3.<br />

49 Burada ayrıca boşanma davaları ve çocuklara ilişkin davalar bakımından özel hükümler<br />

yer almaktadır, Art 242/257.<br />

50 Leuenberger C., Das Ordentliche Verfahren, Die Künftige schweizerische Zivilprozessordnung<br />

(bkz.dn.8’e) s.52.<br />

51 Walter, bu düzenlemenin hakimin uzlaştırıcı ve ihtilafı önleyici rolünün önemini<br />

azalttığını ve “kürsüsünde oturan somurtgan bir aslan” resminin fazla değişmediğini<br />

söylemektedir, ZSR 100 (2004) s.318; bkz. dn 61’e ilişkin metindeki açıklamalara; ayrıca<br />

bkz. Alangoya, Medeni Usul Hukukunda Vakıaların ve Delillerin Toplanmasına<br />

İlişkin İlkeler (ilkeler), 1979 s.47 ve son., (s.53 dn.161).<br />

345


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

imzalanacaktır, Art 201. Uzlaşma olmadığı takdirde, uzlaştırma makamı<br />

bu hususu protokol ile tesbit edecek ve talep sahibine “dava izin belgesi”<br />

(Klagebewilligung) verecektir, Art 202.<br />

Bundan sonra hüküm yargılaması başlayacaktır. Kural olarak ikili bir<br />

layihalar teatisi öngörülmüştür. Dava dilekçesinin içeriğinde taraflar, maddi<br />

vakıalar, talep, vakıalara ilişkin deliller, ihtilaf değeri yer almaktadır,<br />

Art 210/I; hukuki temele yer verilmesi de mümkündür 210/II. Cevap dilekçesinde<br />

de esas olarak usuli savunmalar ve davalının dayandığı maddi<br />

vakıalar hakkında beyanda bulunulacaktır, varsa karşı dava bu dilekçede<br />

yer alacaktır, Art.211,213. Mahkeme taraflara replik ve düplik imkanı verir,<br />

Art 214. Ancak davacının replikden feragati halinde davalının düplik<br />

hakkı da düşer, 214/I 52 .<br />

Önemli olan hüküm yeni maddi vakıa ve delillerin ibrazını düzenleyen<br />

Art 215’dir. Buna göre taraflar replik ve düplikde yeni vakıalar ve deliller<br />

getirebilirler. Mahkeme replik ve düpliğin esas duruşmada (Hauptverhandlung)<br />

şifahi olarak verilmesini düzenleyebileceğine göre bu durumda<br />

yeni maddi vakıalar ve deliller bu safhaya kadar serbestçe getirilebilecektir.<br />

Daha sonra getirildiklerinde dikkate alınabilmeleri, gerekli ihtimamın<br />

gösterilmesine rağmen daha evvel getirilmelerinin mümkün olamayacağı,<br />

hakimin soru sorma hakkını uygulaması dolayısı ile ortaya çıkmış olmaları<br />

veya getirilen vakıanın bir senetle derhal ispat edilebilir olması durumlarında<br />

mümkün olacaktır 53 .<br />

Tasarının bu hükümleri bazı hukukçularca yeni maddi vakıa ve delillerin<br />

getirilmesi bakımından çok dar olarak yorumlanıyor ve tarafların<br />

özellikle davalının (düplik hakkından mahrum kalabileceği endişesi ile)<br />

mümkün olan her şeyi getirme çabasına girebileceği ifade ediliyor 54 .<br />

Tasarının, yeni dava malzemesi getirilmesini kısıtlayıcı hükümlerinin<br />

eleştirisi bundan ibaret değildir: Bir kere bu kısıtlamalar lüzumsuzdur.<br />

52 “Das Gericht gibt den Parteien Gelegenheit zu Replik und Düplik; bei Verzicht auf die<br />

Replik entfaelt die Düplik”.<br />

53 Bu kısıtlamaların “gerçek olmayan yeni malzeme” (unechte Noven-yani daha evvel<br />

mevcut bulunduğu halde getirilmemiş olan) bakımından geçerli olacağı, “gerçek yeni<br />

malzeme”nin (echte Noven-davadan sonra vuku bulan) her zaman getirilebileceğine<br />

işaret edilmektedir, bkz. Frei S., Sühnverfahren, summarisches, einfaches und ordentliches<br />

Verfahren nach der neuen Schweizerischen Zivilprozessordnung, Die neue<br />

Schweizerische Zivilprozessordnung (bkz. dn.12’ye) s.23.<br />

54 Frei s.23.<br />

346


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

Zira replik ve düplikten sonra yeni malzeme getirilmesinin nadir olduğu<br />

ve getirilse bile bunun davanın sürüncemede kalmasına nadir olarak sebebiyet<br />

verdiği görülmüştür 55 .<br />

Rüegg, kısıtlamayı ifade eden ibarelerin de açık bir anlamı olmadığına,<br />

kantondan kantona farklı yorumlar ortaya çıkabileceğine işaret etmektedir<br />

56 . Tarafın, yeterli ihtimamı göstermediği ithamı ile karşılaşmaması<br />

için, vakıayı ve delili elde etme bakımından ne ölçüde bir çaba göstermesi<br />

gereklidir; mesela Art 143/I hükmüne göre tarafın bir süreyi kusuru olmaksızın<br />

veya hafif bir kusurla kaçırdığı hususunu inandırıcı kılarsa kaçırılan<br />

sürenin yeniden verilmesini isteyebileceğine göre, acaba hafif kusur halinde<br />

yeni malzemenin getirilmesine de cevaz verilecek midir 57 .<br />

Rüegg, hakimin “soru hakkı” (Fragerecht) sırasında ortaya çıkan malzemenin<br />

getirilmesi düzenlemesinin de çelişkili olduğunu, zira başta<br />

müphem, çelişkili, natamam şekilde hareket eden tarafın, baştan itibaren<br />

doğru hareket eden taraf karşısında adeta ödüllendirilmiş olduğunu söylemektedir<br />

58 . Yazar, ihtiyatsız ve itinasız usuli davranışların hak kaybı ile<br />

değil mali açıdan müeyyidelendirilmesi gerektiği sonucuna varmaktadır 59 ;<br />

maddi hakikatin ortaya çıkarılması için hakimi yetkilendirirken, diğer taraftan<br />

da hakikate varılmasını engelleyecek sınırlar konulmasının çeliştiğine<br />

işaret etmektedir 60 .<br />

55 Rüegg V., Materielle Wahrheitsfindung und Erledigungsstrenge-mit kritischem Bemerkungen<br />

zur neuen Schweizerischen Zivilprozessordnung, Die neue Schweizerische<br />

Zivilprozessordnung (bkz.dn.12), s.65; yazar komisyonun, dava malzemesinin getirilmesindeki<br />

gecikmelerin davaları uzattığı yolundaki beyanı için hiçbir delil de göstermediğini<br />

ve kantonlarda da buna ilişkin bir istatistik bulunmadığını ifade ediyor<br />

ve o da bu kısıtlamaların tarafları gerekli gereksiz bütün malzemeyi getirmelerine yol<br />

açacağını ve bunun davayı uzatacağını söylüyor, bkz. dn.49’da Frei.<br />

56 Frei, s. 66.<br />

57 Frei, s. 66.<br />

58 Frei, s. 66-67.<br />

59 Frei, s. 67.<br />

60 Frei, s.67; yazara göre yeni dava malzemesinin getirilmesinin sınırlanması, avukatsız<br />

olarak yürütülen davalar bakımından da önemli mahzurlar doğuracaktır, s.68, yazar<br />

aynı gerekçelerle, kantonlardaki istinaf mahkemelerinde de uygulanacağını belirttiği<br />

bu sınırlamaları, gerçeğe varma amacına aykırılıkları dolayısı ile eleştirmektedir,<br />

s.70; bu vesile ile yazarın usulün amacı olarak belirtilen hukuki barışın maddi gerçeğe<br />

uygun doğru kararlarla gerçekleşebileceği yolundaki görüşünün isabetli olduğuna da<br />

işaret etmek isterim, s.64 (bkz. Alangoya, Medeni Usul Hukukunda Vakıaların ve Delillerin<br />

Toplanmasına İlişkin İlkeler, 1979, s.91 dn.286).<br />

347


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Burada Walter’in tasarı ile ilgili, kanaatimce de önem taşıyan ve isabetli<br />

gördüğüm mülahazasına işaret etmek istiyorum. Yazar, hakimin yetkilerinin<br />

davayı şekli olarak yürütme ile sınırlandırılmasının “şekli gerçek”<br />

ile iktifa eden “Verhandlungsmaxime” (dava malzemesinin sadece<br />

taraflarca getirilebileceği) anlayışının bir sonucu olduğunu belirtiyor ve<br />

Federal Senato’nun (Bundesrat) daha 14 Mart 1947 tarihindeki bildirisinde<br />

(Botschaft), “saf” bir Verhandlungsmaxime’nin hakimin bugünkü durumu<br />

ile bağdaşmadığını hakime yargılamanın şekli olarak yürütülmesi yetkileri<br />

dışında tarafların getirdiklerinin düzeltilmesi ve tamamlanmasında<br />

ve özellikle yetersiz altlama (Substanziierung) hususunda dikkatlerinin<br />

çekilmesi ve gerekli hallerde noksan delillerin celbi için yetki verilmesine<br />

işaret ettiğini ifade ediyor. Ona göre “gerçek” bir hükme varılması için<br />

Verhandlungsmaxime’nin sınırlanması ve hakimin durumunun kuvvetlendirilmesi<br />

gerekir. Yazar geçen 60 yılın içinde gelişmenin usuli (sertlik<br />

yönünde değil, maddi gerçeğe ulaşılması yönünde olduğunu belirterek,<br />

mevcut tasarının bu bakımdan geri olduğunu, sadece hakimin soru sorma<br />

“hakkına” yer verildiğini ifade ediyor ve tasarıda hakimin davayı maddi<br />

bakımdan yönetiminin kısıtlanması ile “boşluk yaratmakta cesaret” iddiasının<br />

da çeliştiğine işaret ediyor 61 .<br />

Meier/Mürner, “esas duruşma”nın (Hauptverhandlung) bu ada layık<br />

olmadığını zira esas olarak bu safhada yeni malzeme getirilmesinin yasaklandığını<br />

söylemektedir ve yeni dava malzemesinin esas duruşmanın<br />

sonuna kadar ileri sürülebilmesi şeklinde bir düzenleme yapılmasını önermektedir<br />

62 .<br />

Tasarı dava değiştirmeyi de (Art 216) getirilen yeni veya ilave talebin<br />

mevcut taleple esastan bir irtibat içinde olması ve aynı mahkeme tarafından<br />

aynı yargılamada hüküm verilmesi gereği halinde caiz görmektedir.<br />

Bu düzenlemenin Zürich Kanton Kanununa uygun olduğu belirtilmektedir<br />

63 . Hazırlık safhasından sonra (Art 217-219) esas duruşmaya geçilecektir,<br />

Art 220-226. Mahkeme replik ve düplik’in şifahi olarak bu safhada<br />

yapılmasını ön görmüşse (bkz.Art 214/II) buna bağlı olarak taraflar yeni<br />

dava malzemesi getirebileceklerdir. Yeni maddi vakıalara dayandığı tak-<br />

61 Yazarın bu yoldaki diğer açıklamaları için bkz. ZSR 100 (2004) s.318 ve son.<br />

62 s.598; yazarlar ayrıca ikili dilekçe teatisi ile “yazılılık” (Schriftlichkeit) esasına “şifahilik”<br />

(mündlichkeit) önünde bir yer tanınmış olduğunu söylemektedir, aynı yer.<br />

63 Frei, s.23.<br />

348


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

dirde dava değiştirme mümkün olmaktadır, Art 221. Taraflar bu duruşmada<br />

ispat sonuçları, işin esası hakkında beyanda bulunacaklardır, Art<br />

223 64 ; taraflar mutabık kalarak esas duruşmadan feragat edebilirler, yeni<br />

bir dilekçe vermeleri hususunda talepte bulunabilirler, Art 224.<br />

2. Tasarıda yer alan diğer bir yargılama usulü (Art 237-241) “sadeleştirilmiş<br />

yargılama” (Vereinfachtes Verfahren) dır. Bu yargılamanın kapsamına,<br />

değerlerine bakılmaksızın kira, iş hukuku, nafaka ilişkileri gibi hususlardan<br />

doğan ihtilaflarla değeri 20.000 İsviçre Frangını aşmayan ihtilaflar<br />

girmektedir. Bu yargılamada yukarıda da belirtildiği gibi uzlaşma prosedürü<br />

kural olarak mecburidir. Bu davalar bakımından bu safhada yüksek bir<br />

halledilme oranı ümid edilmektedir 65 .<br />

Değere bakılmaksızın bu yargılamanın kapsamına giren davalarda<br />

mahkemeye dava temeli bakımından görevinden ötürü araştırma yükümlülüğü<br />

getirilmiştir, Art.240. Taraflar yargılamanın sonuna kadar vakıaları<br />

ve delilleri getirebilirler (Art 241); vakıaların ve delillerin yargılamanın<br />

sonuna kadar getirilebilmesinin değere bağlı davalarda da uygulanacağı<br />

anlaşılmaktadır. Bu yargılamada süreler kısaltılmış, ve hukuka yabancı<br />

olan tarafların dahi kolaylıkla dolduracağı dava dilekçesi ve cevap layihası<br />

formları hazırlanması öngörülmüştür, Art 236 66 . Bu yargılamalar için<br />

yargılama giderleri de azaltılmıştır, Art 104. Karmaşık olmayan, hızlı ve<br />

yeni malzemenin kesintisiz getirilmesi sağlanmış olan bu yargılama tasarı<br />

müellifleri tarafından 67 “sosyal medeni usul”ün gerçekleştirilmesi olarak<br />

ifade edilmektedir.<br />

3. Tasarıda basit yargılama usulü de (Das summarische Verfahren) yer<br />

alıyor, Art.258-273. Bu usulün uygulanacağı alanları belirten hükümde<br />

nizasız kaza da yer almaktkadır, Art 258/c. Tasarı basit yargılamanın uygulanacağı<br />

halleri tahdidi olmadan Art 259 (Medeni kanunda yer alan 28<br />

64 “Hauptverhandlung-Haupttermin” esasının, bunların temadi eden birden fazla celseye<br />

yayılması suretiyle sulandığı tesbiti için bkz. Stürner s.502, Alangoya, Kazancı s.110<br />

dn.177; tasarının hükümlerine bakıldığında tek bir duruşmadan sonuç alınmasının zor<br />

olacağı anlaşılmaktadır.<br />

65 Gasser D., Das Vereinfachte Verfahren, Die Künftige Scweizerische Zivilprozessordnung,<br />

s.76.<br />

66 Walter, bu iyi niyetli düzenlemenin isteneni sağlayacağının kuşkulu olduğuna işaret<br />

ediyor, ZSR 100 (2004) s.317.<br />

67 Sutter-Somm s.15;Gasser, s.75,85.<br />

349


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

adet iş) ve Art 260’da (Borçlar Kanununda yer alan 37 adet iş) saymaktadır.<br />

Bunların büyük bölümü nizasız kaza kapsamındadır 68 . Tasarıda nizasız<br />

kazanın bir tarifi verilmemiştir 69 . Buna mukabil tasarı basit yargılama<br />

usulü içinde nizasız kazaya ilişkin üç hüküm sevkediyor: mahkeme esası<br />

re’sen araştıracaktır (Art 268); yasal bir düzenlemeye veya hukuki güvenliğe<br />

aykırı olmadıkça, nizasız kaza da verilen kararlar kaldırılabilir veya<br />

değiştirilebilir, Art 269. Kantonal hukuk nizasız kaza işlerinin bazılarını<br />

idari makamlara vermişse basit yargılama usulünün hükümleri bunlar için<br />

de uygulanacaktır. Tasarı, yukarıda da belirttiğim gibi kantonlar için iki<br />

dereceli bir yargı sistemi (ilk derece, istinaf) kabul etmiş ancak, basit yargılama<br />

usulüne tabi işlerde, istinaf yolunu kabul etmemiştir 70 .<br />

4. Kanun yollarında (istinaf) yeni malzeme getirilmesinin kısıtlanmış<br />

olması, hakikate ulaşma amacına aykırı görülmüştür 71 .<br />

Burada kanun yolları ile ilgili tartışma yaratmış 72 bir meseleye değinelim:<br />

Eleştiri konusu, kanun yoluna müracaat edenin, gerekçelendirme yükünün<br />

altında olmasıdır, Art.295. Bu hükmün bazı soruları gündeme getirdiği<br />

ifade ediliyor 73 : Böyle bir yükümlülük nasıl yerine getirilecek, yükümlülüğün<br />

gereği gibi yerine getirilmemesinin sonuçları ne olacak, bu bir nizami<br />

hüküm müdür (ordnungsvorschrift), yerine getirilmemesi halinde,<br />

müracaat edilmemiş olma sonucunu doğuracak bir şekil hükmü müdür,<br />

mahkeme re’sen dikkate alacak mıdır? Bütün bu sorular dolayısı ile Meier/<br />

Mürner bu yükümlülüğün kaldırılmasını önermektedir. Spühler’de tasarı-<br />

68 Gerek icra-iflas kanunuda gerek fikri haklarla ilgili mevzuatta da nizasız kaza işleri<br />

mevcuttur, diğer bazı örnekler içinde bkz.Walther ZZP 117/4 s.427-429.<br />

69 İsviçre hukukunda ne federal ne de kantonal hukukta nizasız kazanın bir tarifi olmadığı<br />

hususunda bkz. Walther s.429; doktrindeki tarifler için bkz. s.429 ve son., Walther<br />

bugüne kadar belirgin bir tarifin oluşmadığına işaret ediyor, s.432.<br />

70 Art 290 mahkemelerin, adi, sadeleştirilmiş, bazı boşanma yargılamaları, çocuk ilişkilerinin<br />

tesbiti ve iptali yargılamaları üzerine verilmiş nihai ve ara hükümlerin (zwischen<br />

entscheide) aleyhine istinafa başvurulacağını belirtiyor; kanaatimce bu genel sınırlamacı<br />

çözüm doğru değildir ve değişmesi beklenir.<br />

71 Spühler, Die neue Rechtsmittelordnung-Der Schweizerischen Zivilprozessordnung<br />

mit kristischen Bemerkungen, Die neue Schweizerische Zivilprozessordnung, s.55, yazar<br />

bu imkanın Zürih hukuku çevresine kıyasen çok daraltılmış olduğuna işaret ediyor.<br />

72 Meier/Mürner s.599.<br />

73 Bkz. Meier/Mürner ZSR 2003 (99) Nr.23 s.599.<br />

350


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

ya göre bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde istinafa müracaat<br />

edilmemiş olacağı sonucunun ortaya çıkacağını ve hemen düzeltilmesi gerektiğini<br />

ifade etmektedir 74 .<br />

5. İsviçre’de tasarının yarattığı diğer bir tereddüt ihtiyati tedbirlere<br />

ilişkin Art 275/I hükmüdür. Bu hükme göre tedbir talep eden taraf “kendisini<br />

daha sonra giderilmesi zor olan bir zararın tehdit ettiği” hususunu<br />

inanılır gösterirse mahkeme tedbire karar verecektir 75 . Meier/Mürner yasa,<br />

doktrin ve içtihatta kabul edilen, iddia edilen talebin inanılır gösterilmesi<br />

unsurunun bu tarifte yer almadığına işaret ediyor 76 ve böyle bir düzenlemenin<br />

isabetli olmadığını söylüyor.<br />

IV- Öntasarı Yazarlarının Beyanlarından Kaynaklanan İki Mülahaza:<br />

1. Ön tasarı yazarları sosyal nitelikli medeni usulün gerçekleştirilmiş<br />

olduğunu tasarıda yer alan sadeleştirilmiş yargılamaya (vereinfachte Verfahren)<br />

dayandırarak beyan ediyorlar 77 . Bu usulün kapsamına giren ihtilaflarda<br />

78 ekonomik, sosyal veya entellektüel açıdan taraflardan birinin<br />

diğerine nisbetle daha zayıf durumda olması galip ihtimaldir. Bu bakımdan<br />

bu davaların daha ucuz, daha süratli, daha basit bir yargılamaya tabi<br />

tutulması, hakime dava malzemesinin temini itibariyle daha geniş yetki<br />

verilmesi 79 sosyal karakteri haiz bir düzenleme olabilir.<br />

Ancak medeni usulün sosyal karakterini sadece bu gibi davalara inhisar<br />

ettirmek ve bunlar bakımından bir çözüm getirmek ve genel olarak<br />

74 s.55; Yazar böyle bir durumda Zürih’de olduğu gibi mevcut dosyaya göre hüküm verileceği<br />

şeklinde bir düzenlemenin tasarıdan istihraç edilemediğini belirtiyor.<br />

75 “… gesuchstellende Partei glaubhaft macht, dass ihr sonst nicht leicht wiedergutmachender<br />

Nachteil droht.”<br />

76 s.601; HUMK’da talebin hakikate mukarin gösterilmesini telaffuz etmemiş, gecikme<br />

halinde tehlike veya önemli zarar doğmasının anlaşılmasını ifade etmiştir, belki<br />

İsviçre’de kanun, içtihat ve doktrinin istikameti dikkate alınarak her iki hususun da<br />

inanılır yapılması bir çözüm olabilir, zira bir zarar ve tehlike doğmayacak olan hallerde,<br />

talebin muhtemelliğinin ihtiyati tedbir için yeterli olması tartışılabilir.<br />

77 Sutter-Somm s.15; Gasser s.73.<br />

78 Bkz.III 2.<br />

79 Diğer davalarda dava malzemesinin getirilmesi bakımından taraflara ağırlık verilmesi<br />

hususunun, davanın amacı olan gerçeğe varma bakımından daha etkin bir metod olduğu<br />

hususunda bir anlayışa ön tasarı yazarlarında rastlamadım, bkz. Alangoya, Kazancı<br />

s.93.<br />

351


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

medeni usule hakim olması gereken sosyal karakteri gözden kaçırarak kanunlaştırma<br />

hareketine girişmek hatalı sonuçlara götürebilir. Sosyal karakter<br />

belirli davaların yargılaması ile sınırlı olmayıp medeni usulün bütününe<br />

hakim bir değerdir. Benim edindiği izlenim ön tasarı yazarlarının<br />

bu hataya düşmüş olduklarıdır. Bu konuda tesbit edilmiş bazı örnekler bu<br />

görüşümü teyid ediyor kanaatindeyim.<br />

- Art 87/I hükmüne göre davacı taraf tahmin edilen yargılama giderinin<br />

yarısına kadar varabilecek bir meblağı avans olarak ödemek mecburiyetindedir.<br />

Meiner/Mürner’in haklı olarak belirttiği üzere 80 medeni usulün sosyal<br />

karakteri gözden kaçırılmıştır; yüksek olabilecek bu avansın ödenmesi<br />

zorunluluğu davalının dava açma hakkını engeller. Bu avansın miktarının<br />

ve ödenmesinin hakimin takdirine bırakılması da kanaatimce yeterli bir<br />

çözüm değildir. Çözüm, başlangıçta ödenmesi gereken miktarın caydırıcı<br />

olmayacak şekilde ilgili toplumun şartları dikkate alınarak saptanmasıdır.<br />

- Benzer diğer bir hüküm Art 99’dadır. “Açıkça zorunlu olmayan yargılama<br />

giderleri, buna sebebiyet verence ödenir. Bu cümleden olmak üzere<br />

hükümle elde ettiği, sulhen teklif edilen meblağdan önemli ölçüde fazla<br />

olmayan kimse ödemeye mecburdur”.<br />

Bu hüküm de medeni usulün sosyal karakterine uymadıktan başka<br />

ferdin dava açma hususundaki anayasal hakkı bakımından da tartışılabilir<br />

niteliktedir 81 .<br />

80 s.599.<br />

81 Meier/Mürner s.600; yazarlar ön tasarı ile ZGB Art 8’e getirilen tarafların serbestçe<br />

tasarruf edebilecekleri konularda ispat külfeti hususunda anlaşma yapabileceklerine<br />

ilişkin hüküm önerisini de kuşku ile karşılamaktadırlar. Mal ve hizmet sağlayanların<br />

(Bankalar, Leasing firmaları, seyahat acentaları, kiraya verenler vs.) bu yolla zayıf tarafı<br />

istismar edebileceklerinden kuşku duyulabilir; İsviçre’de bu sözleşmelerin geçerliği<br />

hususu tartışmalıdır; Max Kummer geçerliği kabul etmezken (Berner Kommentar Band<br />

I Einleitung und Personenrecht Art 8 ZGB (1962) N.376) Max Guldener geçerli olduğu<br />

görüşündedir, bkz. Meier/Mürner s.602; hukukumuzda ispat külfeti anlaşmaları yukarıda<br />

açıklanan yön dikkate alınmadan kabul edilmektedir, Alangoya/Yıldırım/Deren-<br />

Yıldırım s.340; Umar B./Yılmaz E. İspat yükü, 1980 s.57; TD 23.10.1970 1742/3822,<br />

Batider 1971/VI/1s.213; alman hukuku için bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald Zivilprozessrecht<br />

16.Auflage 2004, paragraf 114 III 2 b.; Meier/Mürner kanun yolunun gerekçelendirilmesi<br />

yükümünde de, değil hukuka yabancı olan bir kimsenin bir avukatla temsil<br />

halinde, avukatın dahi kanun yolu mahkemesinin önem verdiği bir temellendirmeyi<br />

gözden kaçırabileceğini bu bakımdan böyle bir yükümlülüğe yer verilmesinin doğru<br />

olmadığına işaret ediyor, s.599.<br />

352


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

Tasarıya muhalefet eden İsviçreli yazarlar 82 tasarıda hakimin aydınlatma<br />

görevinin sınırlandığını, yeni dava malzemesi getirilmesinin sınırlandırılması<br />

yolundaki eğilimleri eleştiriyorlar, bu nitelikler medeni usulün<br />

sosyal niteliğinin sağlanmasına hizmet ederler. Buralardaki kısıtlamalar<br />

sosyal nitelikle bağdaşmadığı gibi, usul hukukunun modern gelişmesi ile<br />

de bağdaşmamaktadır.<br />

Bir tarafı zayıf olduğu için kollamak değil, sırf bu zafiyeti dolayısı ile<br />

kaybetmesini engellemek şeklinde anlaşılması gereken sosyal karakter medeni<br />

usulün bütünü bakımından ele alınması gereken bir husustur 83 .<br />

2. Komisyon başkanı Sutter-Summ, “gerçek olmayan” 84 yeni dava malzemesinin<br />

hangi usul kesidine kadar getirilebileceği hususunda kanton<br />

kanunlarının tamamen farklı düzenlemelere sahip olduğunu 85 tasarıda ortalama<br />

bir çözüm getirildiğini 86 söylemektedir 87 .<br />

Yazar, Franz von Klein’in adını da zikrederek, sosyal boyutun kuvvetli<br />

olarak yer aldığı Avusturya kanunundaki düzenlemenin dahi daha<br />

sıkı olduğunu ifade ediyor 88 . Belki burada hatırlanması gereken Avusturya<br />

hukukunda Franz Klein’dan beri “teksif ilkesi” (Eventualmaxime)nin<br />

ağır bir sosyal kötülük (Schweres soziale Übel) olduğu ve davaların uzun<br />

sürmesinin bir sebebi olarak görüldüğüdür. Avusturya Usul Kanunu’nun<br />

2002 yılındaki tadilinde Kanun Koyucu bu “ilke”nin tarafları ilgili ilgisiz<br />

bütün dava malzemesini getirme durumunda bıraktığı, bu sebeple davaları<br />

uzattığı gerekçesi ile reddetmiş bulunmaktadır 89 .<br />

82 Meier/Mürner s.602; Walder-Richli s.1719,1720.<br />

83 Alangoya, Kazancı s.105.<br />

84 Bkz.dn.48.<br />

85 Yazar, Basel-Stadt, Basel-Landschaft ve Graubünden kantonlarında bütün dava malzemesinin<br />

ilk dilekçelerde getirilmesinin ön görüldüğünü buna mukabil Luzern kanununda,<br />

istinaf safhasında dahi geniş bir serbesti olduğunu, kantonların büyük çoğunluğunda<br />

ortalama çözümler kabul edildiğini, Zürih kanununda da son tadillerle “vidanın<br />

biraz sıkıldığını” söylüyor, Die künftige schweizerische Zivilprozessordnung, s.20.<br />

86 Bkz. dn.48 ve 49’a ilişkin metinlere.<br />

87 s.21.<br />

88 Aynı yer.<br />

89 Bkz.Hübner A.D., Fortschritte und Rüchschritte durch die Zivilverfahrensnovelle<br />

2002, Festschrift für Beys 2003 c.I s.209,210,211 ve son.; ayrı yönde Fasching H.W., Der<br />

mühsame Veg zur Prozessbeschleunigung, Festschrift für Beys c.I, s.309 ve son.; bkz.<br />

bu yazı dn.49’daki Frei’ın paralel görüşüne.<br />

353


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu çerçeve içinde, Avusturya hukukunda ilk derece mahkemelerinde<br />

Klein’dan beri sıkı “teksif ilkesi” uygulandığı görüşü 90 ve bunun tasarıdaki<br />

sınırlama hükümlerine mesnet gösterilmesi şüpheyle karşılanabilir.<br />

Daha evvelki çalışmalarımda 91 usulün amacının gerçeğe ulaşma olduğu<br />

açıklandı. Usul hukukunun zaman içindeki gelişmesi bu yönde olmuştur<br />

92 . Davacının “tarafların davası” olarak kabulü bu amaçla çelişmez 93 .<br />

Gerek Alman usul kanununda gerek Avusturya usul kanununda yapılan<br />

son tadiller bu yönde gelişmeleri göstermektedir 94 .<br />

Bu noktada medeni usul politikasının bir meselesi gündeme gelir.<br />

Anayasa m.141/IV hükmüne göre davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılması<br />

gerekir. Usulün rasyonalleştirilmesi ve süratlenmesi usulün<br />

amacına ulaşmayı sağlayacak düzenlemelerle bağdaştırılmalıdır. Ancak<br />

bu amacın gerçekleştirilmesine pahalıya mal olmamalıdır 95 .<br />

90 Sutter-Somm s.21; Avusturya Usul Kanunu, 482’nci paragrafında istinaf kademesinde<br />

yeni malzeme getirilmesini kural olarak engellemektedir ve istinaf mahkemesi kural<br />

olarak bir temyiz fonksiyonu görür, bunun sebebi, kanaatimce iki dereceli yargı sisteminin<br />

anayasal gereklilik olması yani bir ilk derece mahkemesinin verdiği kararın<br />

bir üst mahkeme tarafından kontrol edilmesi gereğinin bulunması yoksa ilk derece<br />

mahkemesinin kararından sonra davanın ondan bağımsız olarak yeniden bir hüküm<br />

mahkemesi olarak görülmesinin anayasal bakımdan gerekli olmamasıdır; Alman Usul<br />

Kanunu’nun son tadilinde de, gelişme istinaf mahkemelerinin kontrol mahkemesine<br />

dönüşmesi yönünde olmuştur, bkz. Alangoya Kanun Yolunun Anayasal Temeli ve<br />

HUMK m.427 hükmü ile Kanun yolu kapatılmış olan kararlara karşı Kanun Yoluna<br />

Müracaat İmkanı, Prof. Dr. Baki Kuru Armağanı, 2004 s.17 ve son. (40); HUMK’a eklenen<br />

istinaf müessesesi de, esasın yeniden inceleneceği bir mahkeme olarak değil<br />

(bkz.m.426 R) daha ziyade Yargıtay’ın yükünü azaltacak bir kontrol mahkemesi olarak<br />

sevkedilmiştir; İsviçre tasarısında istinafta yeni malzemenin getirilmesi bakımından<br />

adi yargılama usulündeki duruma (Art.215/II) atıf yapılmaktadır, Art.297 (bkz. yukarıda<br />

dn.48 ve ona ait metne).<br />

91 Alangoya, (İlkeler) s.86 ve son.<br />

92 Alangoya (Kazancı) s.83 ve son (93 ve son).<br />

93 Gaul, Der Zweck des Zivilprozesses-ein anhaltend aktuelles Thema, çev. N.Deren-<br />

Yıldırım, İlkeler Işığı Altında Medeni Yargılama Hukuku, Derleyen K. Yıldırım, Genişletilmiş<br />

2. bası 2001 s.85 ve son (s.91 dn23), Alangoya (Kazancı) s.93 ve oradaki<br />

yazarlar.<br />

94 Alangoya (Kazancı) s.94 ve son.; hakimin yetkilerinin radikal bir şekilde arttırıldığı<br />

İngiliz hukuku için bkz.s.99 ve son.<br />

95 “Adalet bir olup bittiye getirilmemeli, davaların süratle ve ekonomik yollarla çabuk<br />

bitirilmesi kuralı yanında da davada esas olan adaletin gerçeğe en uygun sağlanması<br />

amacı hiçbir zaman ihmal ve göz ardı edilmemeli, adaletin şekil hukukuna tercih<br />

edilmesi üstün görülmelidir” 13 HD 26.3.1992 2432/2924, Alangoya/Yıldırım/Deren-<br />

354


İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru<br />

Bu açıklamaların yapılması sebepsiz değildir. Sutter-Somm 96 yeni<br />

dava malzemesinin getirilmesinde özel şartlar aranması hususunda<br />

“Erledigungsmaxime”den de bahsedildiğine işaret ediyor. “ihtilafın halli<br />

ilkesi” şeklinde çevirebileceğimiz bu “ilke” Alman hukukunda yer almıyor.<br />

İsviçre hukukunda da derinlemesine teorik bir incelemesine rastlamadım.<br />

Ancak bu “ilke” hakimin vakıalar açısından hiçbir yetkisi olamayacağı<br />

yolundaki “judex ex officio non procedit” ve yazılılık dogmatikçilerinin<br />

bağlı olduğu “Belgelerde olmayan mevcut değildir” (guod non est in actis,<br />

non est in mundo) vecizelerinden hareketle, usulün amacının bir hükümle<br />

ihtilafın sona erdirilmesi olduğu sonucunu ifade ediyorsa, bu bizi 19. yüzyıl<br />

anlayışına götürür. Orada söz konusu olan gerçeğin elde edilmesi değil,<br />

sonuca varılmasıdır; bu anlayışa göre “maddi” gerçek medeni usulün sadece<br />

“tesadüfi bir sonucu” olabilir, amacı değil 97 . Eğer bu “ilke” kesin usul<br />

kesitleri, hakimin soru sorma haklarının kısıtlanması, sürelerin sertliği ve<br />

hakimin pasifliği ve görevinin sonuca varma yani hükümle ihtilafı sona erdirme<br />

olduğu yolunda izler taşıyorsa, bu bugün varılmış olan usul amacının<br />

karşısında ona zıt bir amaçtır ve modern usul hukukunun gelişmesine,<br />

bugünkü durumuna ve “modern bir hukuk devleti”nin sağlaması gereken<br />

hukuki himayeye ters düşer 98 .<br />

Franz Klein’in bu yazının başlığındaki sözü usulün gelişmesine damgasını<br />

vurmuştur ve bugün de değerini muhafaza etmektedir.<br />

Yıldırım s.30 dn.5, Alangoya (Kazancı) s.91; İsviçre’de aynı görüş ve açıklamalar için<br />

bkz. Rüegg, Die neue Schweizerische Zivilprozessordnung, s.64,65; Gessler D. Zürich<br />

Kanton mevzuatını esas olarak aldığı çalışmasında medeni usul vasıtalarının kullanılarak<br />

bilgi edinilmesini, gerçeğin bulunması amacı bakımından önemli görmektedir.<br />

“İnformationbeschaffung mit den Mitteln des Zivilprozess” SJZ 2004/15 No.18 s.433<br />

ve son.<br />

96 Die künftige schweizerische Zivilprozessordnung, s.21.<br />

97 Bkz. açıklamalar için Alangoya, İlkeler s.86 ve son.<br />

98 Bu endişe başta da işaret ettiğim gibi İsviçreli hukukçular tarafından dile getirilmiştir,<br />

bkz. yukarıda dn.20 ve buna ait metne.<br />

355


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

356<br />

SONUÇ:<br />

Bu yazıyı bir sonla bağlamak gerekirse, tasarıdaki hükümler ve yapılan<br />

eleştiriler 99 dikkate alındığında, Federal İsviçre Medeni Usul Kanununun<br />

ön tasarıdan yer yer oldukça farklı hükümlerle kanunlaşacağı öngörülebilir.<br />

Farklı sistemlere ve çözümlere sahip olan kanton kanunları yerine,<br />

“ortalama” bir yol olacağı belirtilen İsviçre Federal Usul Kanunu’nun usul<br />

hukukçuları bakımından ilgi çekici bir araştırma konusu teşkil edeceği<br />

kuşkusuzdur 100 .<br />

99 Bkz. ayrıca Walder-Richli, Grob-Andermacher, SJZ 100 2004 Nr.2 s.37’de yer alan genel<br />

izlenime: yazarlar uzmanlar komisyonunun önemli bir iş yaptığını belirttikten sonra,<br />

kendilerini, mahkemelerin randıman oranı ve “hukuk barışı”nın mümkün olduğu kadar<br />

süratle tesis edilmesine ilişkin malzemeye fazlaca kaptırdıklarını, taraflar bakımından<br />

ise ihtilaf konusunu temelli bir şekilde kapsayan bir hüküm elde etmenin önemli<br />

olduğunu söylüyorlar, s.37; ayrıca bkz. bu çalışma dn.12’deki mülahazaya.<br />

100 Walther F., Federal Usul Kanunu tasarısının gerçekçi bir yaklaşımla 5-10 senelik bir<br />

süre sonunda kanunlaşabileceğini söylüyor, s.426 (bkz. yukarıda dn. 23’deki açıklamalara).


I. GİRİŞ:<br />

“Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle<br />

Bir Sonuç Doğuracak Biçimde İhtiyati Tedbir<br />

Karar”ları Hakkında<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

Kökenleri ve gelişimleri yeteri kadar incelenmeden, belirli hukuk düzenlerindeki<br />

bazı mülahazalar, formüller şeklinde medeni usul hukukumuza<br />

getirilmiş, bunlar yine yeterli incelemeler yapılmadan kabul edilerek<br />

tekrarlanmış ve adeta klişeleşmiştir. Örneğin, medeni usul hukukumuzda<br />

dava malzemesinin toplanmasında tarafların yetkili olduğu (vakıalara<br />

dayandırma teorisi, Verhandlunsmaxime, Beikringungs-grundsatz), dava<br />

malzemesinin getirilmesinin belirli bir yargılama kesidinden sonra yasaklanmasının<br />

(teksif ilkesi, Eventualmaxime) yargılamayı hızlandıracağı, tarafların<br />

iradesi ile de olsa tahkim yargılamasında maddi hukuka uygunluk<br />

denetiminin tahkimi anlamsız kılacağı ve yararlarını ortadan kaldıracağı,<br />

bakiyenin mahfuz tutulduğu belirtilmeksizin kısmi dava açılması halinde,<br />

bakiyeden feragat edilmiş sayılacağı gibi 1 .<br />

Burada yine kökenleri, gelişmeleri, amacı yeterli olarak incelenmeden<br />

getirilen, tekrarlanan ve temeldeki yanlışlık sebebi ile hem tekrar edilen,<br />

hem de çelişen sonuçlara varılan bir klişe üzerinde durulacaktır. Bu klişenin<br />

tarif bölümü başlıktadır. Klişeyi tam olarak elde etmek için başlıktaki<br />

giyme içindeki bölümü “tedbir kararı verilemez” şeklinde tamamlamalıyız:<br />

“Davanın esasını çözümleyecek veya böyle bir sonuç doğuracak biçimde<br />

ihtiyati tedbir kararı verilemez”. Bu deyiş, diğerleri gibi çok ortaya<br />

çıkmış, tartışılmış ve eleştirilmiş değildir. Bunun sebebi belki de mahke-<br />

1 Bunlarla ilgili görüşler, tartışmalar, eleştiriler daha evvel ele alındı.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

melerin verdikleri ihtiyati tedbir kararlarına karşı kanun yoluna müracaat<br />

edilemeyeceğinin kabul edilmiş olmasıdır 2 .<br />

Ancak bu kuytuda kalmışlık anlaşılıyor ki ihtiyati tedbirler alanındaki<br />

klişenin küçümsenmeyecek sonuçlara götürmüş olduğunu da gözlerden<br />

uzak tutmuştur. Gerçekten bugün bazı mahkemelerin, daha “tensip<br />

zaptı”nda, “hükmün infazını sağlar şekilde tedbir kararı verilemeyeceğinden”<br />

veya “dava sonucu elde edilecek faydayı şimdiden sağlar nitelikte ihtiyati<br />

tedbir kararı verilemeyeceğinden” gerekçesi ile talep edilen ihtiyati<br />

tedbir kararını ihtiyati tedbir kararı yargılamasının hiçbir adımını atmadan<br />

reddettiklerine rastlanmaktadır 3 .<br />

Açık ifadesi ile davacı ihtiyati tedbir talep ediyor, talebi klişe gerekçe<br />

ile tensip zaptında, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun ihtiyati tedbirler<br />

için öngördüğü usul tamamen dikkat dışı bırakılarak ret kararları<br />

veriliyor.<br />

Bu durum hem klişe’nin isabetini hem de verilen örnek kararlardaki<br />

takip edilen usulün ana hatlarla da olsa ele alınması gereğini ortaya çıkarıyor.<br />

Girişe son vermeden evvel, modern Türk Medeni Usulünün temelini<br />

kurmuş olan usul hukukçularının eserlerinde de bu şekilde bir “klişe”ye<br />

rastlanmadığını 4 belirtelim.<br />

2 4949 sayılı kanunla İİK m.258/III hükmü değiştirilerek ihtiyati hacizde kanun yoluna<br />

başvurulabileceği kabul edilmiştir; HUMK’da ise ihtiyati tedbirler bakımından böyle<br />

bir açıklık yoktur; her iki kurum da geçici koruma tedbirlerindendir ve aynı kökenden<br />

gelmektedirler (bkz.ileride II 1); bu bakımdan ihtiyati tedbirlerde de böyle bir düzenleme<br />

yapılmalı idi; Özekes M./Erişir E. HUMK’da yasaklayıcı bir hüküm bulunmaması<br />

ve İİK’daki düzenleme dolayısı ile ihtiyati tedbirlerde de bugün kanun yolunun açık<br />

olduğunu savunmaktadırlar, bkz.dn.37’deki makaleye s.1258 ve son.<br />

3 Mesela İstanbul 6. Sulh Hukuk Mahkemesinin 30.01.2007 tarih ve 2006/1682 Esas sayılı<br />

ve Adana Asliye Ticaret Mahkemesinin 14.05.2006 tarih ve 2006/128 Esas sayılı<br />

dosyalarındaki tensip kararları.<br />

4 Karafakih İ.H. “…. Kanun vazıı hak sahibine gerek mahkemeye müracaatdan evvel<br />

ve gerek sonra … hakkın korunması için muvakkat tedbir talebi ile mahkemeye başvurma<br />

hakkını tanımıştır…. Hedefi esas hükmün tatbikini kolaylaştırmaktadır. Mesela<br />

…. MK 648’e göre açılan kal’i davasının neticesi beklenmeden ihtiyati tedbir olarak<br />

binanın kal’ine karar verilemez”, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 1952 s.266,267; Ansay<br />

S.Ş. “… m.103 mucibince de yargıç gecikmesinde tehlike olan veya mühimce bir zarar<br />

olacağı anlaşılan hallerde tehlike veya zarar önlemek için gereken ihtiyat tedbirlerini<br />

alabilir; mesela MK.m.671 mucibince lüzumu olan mürur hakkı için geçici olarak<br />

358


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

II- GENEL OLARAK:<br />

1-) Geçici Hukuki Himaye Tedbirlerinin Kısa Tarihçesi:<br />

Hukuki himaye tedbirlerinin tarihsel kökenlerinin iki ayrı kaynaktan<br />

doğduğu belirtilmektedir: Bir taraftan İtalyan Langobard hukukundaki<br />

kendi gücü ile haciz (eigenmächtigen Pfändung), bir taraftan Alman hukukunun<br />

suçüstü yakalanan suçluya (özellikle hırsız, daha sonraları yakalanan<br />

kaçak borçlu) el koyma hakkı 5 .<br />

Bu ikisi arasındaki dikkat çekici paralelliğin bu tedbirlerin yargılama<br />

dışında “bizzat ihkakı hak” esasına dayanmaları ve ancak dava yolu ile ortadan<br />

kaldırılabilmeleridir 6 . Devlet yargısının varlığına rağmen, bizzat ihkakı<br />

hakka dayanan böyle bir korunmanın varlığına, devlet yargılaması sonundaki<br />

hükmün boşa gidebilmesi ihtimali dolayısı ile katlanılmıştır. Daha sonra<br />

devlet bu korumayı, esas yargılamadan farklı bir prosedür ile düzenlemiştir 7 .<br />

Lombardiya hukukundan Alman Hukukuna alınan bu prosedür, esas<br />

dava yargılamasından, sadece ispatta “inanılır gösterme” ile yetinmesi,<br />

münasip bir yerin terkine karar verebilir”, Hukuk Yargılama Usulleri, 7.baskı, 1960<br />

s.197; Postacıoğlu İ.E. “….bu gibi zararların ve ileride telafisi güç durumların husulüne<br />

mahal bırakılmamak için muvakkat tedbirlerin alınmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu<br />

ihtiyaca cevap vermek için de kanun ihtiyati tedbir müessesesini tanzim etmek zorunda<br />

kalmıştır…..103.madde 101.madde dışındaki hallerde de ihtiyati tedbir kararı<br />

alınabileceğini bildirmiş ve bu suretle ihtiyati tedbirlerin bürünebileceği şekilleri tayin<br />

bakımından da hakime binnetice geniş bir serbesti tanımıştır.”, Medeni Usul Hukuku<br />

Dersleri 6.bası 1975 s.487,488; Üstündağ S. “Hakim 103.maddedeki şartlar varsa, şekli<br />

kanunda derpiş edilmemiş olan tedbirlere dahi karar verebilecektir. Mesela müdahalenin<br />

meni davasında tedbir olarak inşaatın durdurulması (TD 14.5.1963 62/10857,5792<br />

İKİD 46 s.4295); ortaklığın feshi davasında, ortaklık konusu eczanenin tedbir yolu ile<br />

satışına karar verilebilir (TD 4.3.1963 62/1303, 1287, İKİD 40, s.2914). Demek oluyor<br />

ki, 103 üncü maddeye dayanılarak verilecek tedbirlerin şeklini tayinde hakimin geniş<br />

serbestisi vardır. “Medeni Yargılama Hukuku Cilt I, II 7.bası, 2000 s.582.”<br />

5 Heinze M., Die Leistungsverfügung, 50 Jahre BGH, Festgabe aus der Wissenschaft, Bd<br />

III (2000) s.569, Rosenberg L., Lehrbuch des deutschen Zivilprozessrecht, 9.bası 1961,<br />

s.1087; Gaul H.F. System und Prinzipien des deutschen einstweiligen Rechtsschutzes,<br />

Prof.Dr.Yavuz Alangoya için Armağan 2007 s.111; ihtara rağmen muaccel bir borcu<br />

ödemeye istekli görünmeyen kişiye de el konulabiliyordu; bir diğer uygulama ise el<br />

konulmuş kişinin ölümü halinde cesedine el konulması idi, Rosenberg, kilisenin etkisi<br />

ile bunun daha sonra terekeye el koyma şeklinde uygulandığını belirtiyor, aynı yer.<br />

6 Heinze, s. 370.<br />

7 Heinze s.371, Rosenberg 1087,1088; Gaul aynı yer; müşterek hukuk ve münferit devletlerin<br />

hukuklarındaki geliştirmeler hususunda bkz. Hellwig K, System des deutschen<br />

Zivilprozessrechts, Teil 2 1912, Leipzig basısından tıpkı basım 1968, s.439.<br />

359


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

hasmın dinlenilmesine gerek olmaması” ve geçiciliği dolayısı ile ayrılmaktadır.<br />

Gerek İtalyan hukukunda, gerek Alman hukukundaki tedbir çeşitlerinin<br />

müşterek karakteri, esas davanın sonuçlanmasına kadar, hakkın<br />

gerçekleşmesini tehlikeye sokacak hususların engellenmesidir 8 .<br />

Heinze, müşterek hukukta geçici hukuki himaye tedbirleri ile tehlikenin<br />

önlenmesi amacının tek başına yeterli görülmediğine de işaret ediyor:<br />

Gönner 9 esas davada dermeyan edilen hak üzerinde çekişme olduğunu, bu<br />

safhada bir tedbir uygulamasının zararlı sonuçları olabileceğine, bu bakımdan,<br />

tedbire karar verilirken iki tarafın da zarar görmemesine dikkat<br />

edilmesi gerektiğine işaret ediyor. Tarafların her ikisinin de menfaatlerinin<br />

dikkate alınması hususu müşterek hukuk yazarlarının çoğunda vardır.<br />

Mesela Seuffert bir menfaatler karşılaştırılması gereğini söylüyor ve<br />

tedbirin, hasmı tehdit eden zararın talep sahibinin yararından daha fazla<br />

olduğu hallerde tedbir kararı verilmemesi gerektiğini ifade ediyor 10 . Müşterek<br />

hukuk doktrini, hakkın gerçekleştirilmesinin, tedbirler dolayısı ile<br />

de tehlikeye girebileceğine işaret etmektedir 11 .<br />

Kısaca özetlemek gerekirse, müşterek hukuk doktrinine göre ihtiyati<br />

tedbirlerin alınmasında tarafların menfaatler dengesi dikkate alınmalıdır,<br />

bu prosedür esas yargılama bakımından ikincil durumdadır ona bağlıdır<br />

ve anlam, amaç ve haklılığını ondan alır 12 .<br />

Almanya’da 18 ve 19 uncu yüzyıldaki münferit kanunlarda, ihtiyati<br />

haciz ve ihtiyati tedbirleri düzenleyen hükümlerin 13 müşterek özellikleri,<br />

esas davanın sonucuna kadar davacının (alacaklının) hakkına kavuşması-<br />

8 Bkz. Heinze s.373.<br />

9 Gönner, Handbuch des deutschen gemeinen Prozesses 2.bası 1805, s.307 ve son. (Heinze<br />

s.574,575’den naklen).<br />

10 Seuffert, Kommentar über die bayerische Gerichtsordnung, 1836-1841 cilt 2 s.39 (Heinze<br />

s.575’den naklen); Heinze başkaca müşterek hukuk yazarlarının da, esas davanın<br />

devamı sırasında hakkın gerçekleştirilmesini tehlikeye sokacak durumların ancak<br />

tedbir ile engellenebileceği durumlarda bu yola gidilebilmesinin kabul edilebileceğini<br />

savunduklarını belirtiyor, aynı yer.<br />

11 Heinze, s. 575,576.<br />

12 Bkz. Heinze s.576 ve orada dn.41’de yer alan müşterek hukuk yazarları.<br />

13 Bu kanunlardan bazılarında, ihtiyati haciz ile, ihtiyati tedbir arasında bir tefrik yapılmamış<br />

(mesela Codex Juris Bavarici Iudiciari, 1753; Prusya Devletleri Genel Mahkemeler<br />

Kanunu, 1793) bazılarında ise ikisi ayrılmıştır (mesela Hannoverische Prozessordnung<br />

1847), bkz.bu konular için Heinze s.376.<br />

360


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

nı imkansız kılacak veya çok zorlaştıracak bir tehlikenin varlığının hakikate<br />

yakın gösterilmesidir.<br />

19 uncu yüzyılın ikinci yarısında yürürlüğe giren (30 Ocak 1877) Alman<br />

Usul Kanununda ihtiyati haciz (§ 916 ve son) ve ihtiyati tedbirler<br />

(§935 ve son.) ayrı ayrı düzenlenmiştir 14 .<br />

2-) Alman Medeni Usul Kanunu’na (ZPO) Kısa Bakış:<br />

Böyle bir açıklamaya gerek görmemin sebebi “klişe”nin muhtemel<br />

kaynağının ZPO ve buna ilişkin doktrin olması ihtimalidir.<br />

Yukarıda da belirtildiği üzere ihtiyati haciz (Arrest) ve ihtiyati tedbirler<br />

(Einstweilige Verfügung) ZPO’nun Cebri icra’yı düzenleyen 8. Kitab’ında<br />

yer almıştır (§ 916 ve son., 935 ve son) 15 .<br />

Alman kanun koyucusu, Fransız hukukundan farklı olarak ve müşterek<br />

hukukun anlayışını takiben hüküm yargılamasına dayanmayan müdahaleyi<br />

sınırlı tutma yolunu seçmiştir. İhtiyati tedbirlerin teminat ve düzenleme<br />

fonksiyonlu olan tasarruflar şeklinde düzenlenmesi bu seçimin<br />

sonucudur 16 .<br />

14 Hellwig K., bu ayırımın ilk olarak ZPO’da yer aldığını söylüyor, System des deutschen<br />

Zivilprozessrecht, c.2, 1912 Tıpkı basım 1968, s.439,440; Rosenberg’de bu ayırımın<br />

pozitif olarak ZPO ile ortaya çıktığını söylüyor, Lehrbuch des deutschen Zivilprozessrechts,<br />

9.bası, 1961 s.1087; Heinze bu görüşün yanlış olduğunu ZPO’dan evvel de<br />

bazı kanunlarda bu ayırımın yer aldığını açıklamaktadır, bkz.s.578,576,577; Gaul’de<br />

ZPO’dan evvelki bazı münferit kanunlarda bu ayırımın yer aldığına işaret etmektedir,<br />

armağan s.112 dn.14.<br />

15 Bu hükümlerin, 8inci Kitapta yer alması, o zamanki bazı yazarlar tarafından, şanssız<br />

bir düzenleme şeklinde görülmüştür, zira bu hükümler öncelikle özel bir usuli yargılama<br />

getirmişlerdir, icra karakteri ikinci sırada gelmektedir, bkz. bu yazarlar için Heinze<br />

s.578 dn.47; bkz. ayrıca Gaul, Armağan s.114, yazar da, özel yargılama ile alınan kararın<br />

icrasının ayrı olduğunu belirtiyor.<br />

16 Leipold, Grundlagen des einstweiligen Rechtsshutzes, 1971 s.80; yazar, Fransız kanununu<br />

hükümlerinin Alman Usul Kanunlarında da genel bir müessese olarak geçici<br />

himaye tedbirlerinin yer almasına yol açtığını söylüyor, s.76; Gaul, Armağan s.116,<br />

yazar, bu ihtiyatlı ve sınırlayıcı düzenlemeyi “liberal” olarak tanımlamaktadır; Türk<br />

Hukukunda ihtiyati tedbirlerin, teminat amaçlı, düzenleme amaçlı ve ifa amaçlı olabilecekleri<br />

ve bunlar hakkındaki açıklamalar için bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım,<br />

Medeni Usul Hukuku Esasları 6.bası, 2007 s.436; Pekcanıtez H./Atalay O./Özekes<br />

M., Medeni Usul Hukuku 4.bası 2005 s.583; Üstündağ S.İhtiyati Tedbirler 1981, s.13<br />

ve son.; Yılmaz E., Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri, 2001, c.I s.170 ve son.; Deren-Yıldırım<br />

N., Haksız Rekabet Hukuku ile Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukukunda İhtiyati Ted-<br />

361


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ZPO’nun kabulünden sonra da hemen istisnasız müşterek hukukta yerleşmiş,<br />

ihtiyati haczin ve ihtiyati tedbirlerin sadece teminat amaçlı olabileceği,<br />

ihtiyati tedbirin tatmin amaçlı olamayacağı 17 , bu hususun esas yargılamanın<br />

sonucunda gerçekleşmesi gerekeceği yolundaki görüş devam etmiştir 18 .<br />

ZPO’dan evvel ve sonrasının ilk zamanlarındaki bu kabul şekli sonradan<br />

değişmiş ve ZPO 940’da düzenlenmiş bulunan düzenleyici ihtiyati<br />

tedbirin genişletilmiş yorumu ile, ifa nitelikli ihtiyati tedbirlerin kabulü<br />

sonucuna ulaşılmıştır. Tarihsel ve ZPO’nun kabulünden sonra da devam<br />

etmiş olan kabul şekli bakımından bu önemli değişim ZPO’nun 6ıncı kitabında<br />

yer alan ve evlilik davalarındaki geçici düzenlemelere (Einstweilige<br />

Anordnungen) yer veren § 627 hükmü olmuştur (bu düzenlemeler sonradan<br />

§ 620-620 g hükümlerinde yer almıştır) 19 .<br />

Bu hükümler boşanma, evliliğin kaldırılması, evliliğin varlığının veya<br />

yokluğunun tesbiti gibi aile hukuku yargılamalarıdır. § 620-620 hükümleri<br />

bu davaların esas hakkındaki hükümde yer alacak hususlar hakkında<br />

hükümden evvel geçici düzenlemeler yapılması için mahkemeye verilen<br />

yetkileri düzenlemektedir. Özellikle gerek nafaka gerek rekabet hukuku<br />

davasında ihtiyati hacizdekinden farklı olarak ifa nitelikli tedbirlerin bütünü<br />

ile engellenmesinin mümkün olmadığı kabul edilmiş 20 üçüncü kategoriyi<br />

oluşturan geçici bir “tatmin” sağlayan tedbirlerin alınması gereği<br />

ortaya çıkmış, bunların da esas itibariyle diğer iki tedbir çeşidi ile aynı<br />

temel düşünceye dayandığı, hakka kavuşmanın engellenmesi tehlikesinin<br />

karşılanmasının amaçlandığı belirtilmiş 21 diğer bir deyişle bu temel<br />

§ 940’da düzenlenen ve lafız olarak “düzenleyici ihtiyati tedbirlerin” bir<br />

alt çeşidi olarak kabul edilmiştir 22 . Alman hukukunda bugün ifa nitelikli<br />

362<br />

birler, 1999 s.80 ve son., Die Einfluss des Fremdenrechts im Bereich des einstweiligen<br />

Rechtsschutzes, Dike international 2000, Athen 1159-1168 (1161 ve son).<br />

17 Eda amaçlı tasarruflar, tatmin etme amaçlı tasarruflar (Leistungsverfügungen, Befriedigungsverfügungen).<br />

18 Bkz. bunun için Heinze s.579, dn., 51,52,53 deki yazarlara.<br />

19 Bkz. Heinze s.581 ve son.<br />

20 Bkz. Rosenberg/Gaul/Schilken, Zwangsvollsterckungsrecht 11.Auflage § 74 I s.997; ayrıca<br />

bkz. Heinze, Die einstweilige Rechtsshutz im Zahlungsverkehr der Banken, 1984<br />

s.57 ve son.<br />

21 Gaul, Armağan s.120.<br />

22 § 940’ın yorumunun bu şekilde değişmesinin neden haklı olduğunun geniş bir açıklaması<br />

için bkz. Schilken Befriedigungsverfügung, 1976 s.68 ve son.; yazar ihtiyati tedbir-


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

ihtiyati tedbirlerin yasaklanmış olduğu hususunun kabul edilemeyeceği<br />

görüşü hakimdir.<br />

Bu sonuç sadece hukuki ilişkiler alanındaki radikal değişiklikler dolayısı<br />

ile değil bir ihtiyati tedbirin “ihtilaflı bir hukuki ilişkinin düzenlenmesi”<br />

amaçlı olabileceği (ZPO 940) kuralının yorumlanmasına da bağlıdır 23 .<br />

Bu yorum ve anlayış değişikliğinin temelinde vatandaşlarına taleplerinin<br />

tesbiti ve elde edilmesi için bir yargılama kabul etmiş olan devletin, tarafın<br />

fiilen de hakkına kavuşmasına yardım etmekten müstağni kalamayacağı<br />

hususu yer almaktadır 24 .<br />

Ancak tesbit edilmesi gereken nokta ZPO’nun ifa (tatmin) nitelikli ihtiyati<br />

tedbiri yasaklamamış olmasıdır 25 .<br />

lerle asıl davadaki hükümlerin benzeyebileceklerine işaret ediyor (s.18,119) ve bugün,<br />

şahsiyet haklarının korunması, haksız rekabetten koruma, kira ihtilafları, teknik ve ekonomik<br />

gelişmeler bakımından hukuki himaye çeşitliliğinde bir patlama olduğunu haklı<br />

olarak belirtiyor ve § 940 kapsamına giren haller için başlangıçta gösterilen örneklerin<br />

mesela, han (gasthaus) sahibi ile misafir arasındaki ihtilaflar gibi) artık hemen hiçbir<br />

önemi kalmadığını belirtiyor s.80; mamafih bugün baskınlaşan bir görüşe göre “kanunu<br />

tamamlayan bir hukuk yaratılması” söz konusudur, Gaul, Armağan s.120 dn.40; Jauernig,<br />

Die Zulaessige Inhalt einstweiliger Verfügungen, ZZP 79 (1966) s.321,338.<br />

23 Schilken, Die Befriedigungsverfügung, 1975 s.113.<br />

24 Schilken, s.105; ifa nitelikli ihtiyati tedbirlerin, geçicilik karakterini taşımadığı, bunların<br />

yeni, özel bir usul çeşidi olduğu ve yasal düzenleme üzerinde temellendirilemeyeceği<br />

yanında bunun, extra legem geliştirilmiş bir usul çeşidi olduğu da söylenmiştir,<br />

bkz. bunlar için Heinze, s.582, 583; ifa nitelikli ihtiyati tedbirler hususunda ihtiyatlı<br />

olan ve bunların ancak, talep sahibinin davayı kazanması halinde, aldığı hükmün<br />

boşa gideceğinin kuvvetle muhtemel olduğu ve tamiri mümkün olmayacak zararlara<br />

yol açabileceği durumlarda-ki bunlarda kabul edilmemesi anayasal hak olan adaletin<br />

sağlanması talebine aykırılık olacaktır- caiz olabileceğini, yoksa ihtiyati tedbir prosedürünün<br />

bizatihi hakka kavuşmanın yolu olamayacağı belirtilmektedir. Bkz. Heinze<br />

s.590, Schilken, s.135 ve son., Yazarların mümkün olduğu kadar dar tutma çabası kanaatime<br />

göre Alman usul hukukunun belki de önemli özelliği, tedbir yargılaması ile<br />

esas yargılama ilişkisini sarih olarak düzenleyen, HUMK 109 benzeri bir hükme sahip<br />

olmamasıdır; orada hakim talep halinde esas davanın açılması için bir süre verme hususunda<br />

takdir hakkına sahiptir, bkz.§ 926,936.<br />

25 Rosenberg/Gaul/Schilken § 76 II, s.1013, yazarlar § 940’ın böyle bir tahdit bakımından<br />

hiçbir işaret ihtiva etmediğini ve her türlü talep için ifa nitelikli tedbir alınmasının<br />

mümkün olduğunu belirtiyorlar, aynı yer; Gaul, Armağan s.148; aynı Brox H/Walker<br />

W.D., Zwansgsvollstreckungsrecht 7.bası, 2003 § 650 s.874, No.1614 s.894; Walker<br />

W.D. İş hukukunda geçici hukuki korumalara ilişkin seçilmiş problemler, çev.Özekes<br />

M., Medeni Usul ve İcra-İflas Hukuku Dergisi, 2005 Sayı 2, s.381. Böyle bir yasağın<br />

mevcudiyetine Yunan Usul Kanununda rastlanıyor, bkz. Komotini, “Zur Verfassungsmaessigkeit<br />

von gesetzlichen Verboten einstweiligen Rechtsschutzes, Inklusive eines<br />

363


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Şu duruma göre bugün Alman Hukukunda ZPO’nun düzenlemesinde<br />

lafzen teminat nitelikli ve düzenleme nitelikli ihtiyati tedbirlerin yer almasına<br />

rağmen ifa (tatmin) nitelikli ihtiyati tedbirlerin alınabileceği kabul<br />

edildiğini tesbit ediyoruz. Bugün ifa (tatmin) nitelikli ihtiyati tedbirlerin<br />

Alman hukukunda ihtiyati tedbirlerin en önemli şekli haline geldiği de<br />

belirtilmektedir 26 .<br />

İhtiyati tedbir kurumunun tarihsel temelinde yer alan Alman hukukunun<br />

ifa (tatmin) nitelikli ihtiyati tedbirler bakımından ele alınması fuzuli görülmemelidir.<br />

Türk hukukundaki klişenin nereden kaynaklandığı sorusu bakımından<br />

bu açıklamaların önemi olduğundan kuşku duymamak gerekir 27 .<br />

364<br />

3-) İsviçre Medeni Usul Hukukuna Kısa Bakış:<br />

Medeni Usul Hukukunun düzenlenmesi İsviçre’de maddi hukukun<br />

aksine kantonlara bırakılmıştır. Ancak uzunca bir süreden beri medeni<br />

usul hukukunun da federal bir kanunla düzenlenmesi çalışmaları devam<br />

etmektedir 28 . Bu çalışmalar, görevli uzmanlar komisyonunun tasarısının<br />

generellen Ausschlusses der Haupsachevorvegnahme, Festschrift für H.F.Gaul, 1197 s.<br />

265 ve son., Art 692/4 hükmünde tedbirlerin talebin yerine getirilmesi şeklinde olamayacağı<br />

sarahati vardır, bu kuralın ancak çok istisnai hallerde aşılabileceği de kabul<br />

edilmektedir, böyle bir tedbirin alınmaması durumunda, talep sahibinin anayasanın<br />

koruması altında olan insan haklarının ihlali söz konusu olacaksa ifa nitelikli tedbir<br />

alınabilir bkz.268, 269, eleştirel nitelikte 275 ve son.<br />

26 Gaul, Armağan s.121, gerçekten ticaret hukukunda, rekabet hukukunda, iş hukukunda,<br />

basın hukukunda bu tedbir çeşidi büyük önem taşımaktadır, Gaul ayrı yer; “(Alman)<br />

hukuk tatbikatı uzun süreden beri, ihtiyati tedbirlerin sadece esas talebin güvenceye<br />

alınması ile sınırlı tutulması şeklindeki kabulü aşmış bulunmaktadır. İfanın<br />

ertelenmesinin talebe kavuşmanın gerçekleşmesini engelleyecek durumlarda ihtiyati<br />

tedbir vasıtası ile talebin derhal yerine getirilmesine karar verilebileceği bugün kabul<br />

edilmektedir”, Grunsky, Grundlagen des einstweiligen Rechtsschutzes Juristische<br />

Schulung, 1976 s.277-287 (283); Alman hukukunda ifa nitelikli tedbirlere daha ihtiyatla<br />

yaklaşan bazı yazarlar da bu çeşit ihtiyati tedbirlerin anayasal bir temele dayanan<br />

adaletin gerçekleştirilmesi talebi ile irtibatta bulunan ve dar bir şekilde sınırlandırılmış<br />

olan istisnalar bakımından geçerli olabileceğini, böyle bir tedbir alınmadığı takdirde,<br />

talep sahibinin giderilemez (tamir edilemez) zararlara uğrayacağı, hasmın korunması<br />

halinde hakkın gerçekleşmesinin boşa gideceği durumlarda bu tedbirlere cevaz verilebileceği<br />

ifade ediliyor, Heinze agm s.591; bkz.dn.24.<br />

27 İfa nitelikli ihtiyati tedbirlerin, diğerlerinden farklı olarak geçici de olsa esas hakkında<br />

verilecek hükmün önceden sağlanması şeklindeki özelliğinin, bu tedbir bakımından<br />

bazı hususların farklı derecelerde uygulanması gerekebileceği hususu ayrı bir meseledir<br />

(mesela ispatta hakikate yakın gösterme derecesi).<br />

28 Bkz.Alangoya, İsviçre’de Yeni Federal Medeni Usul Kanununa Doğru, Prof.Dr. Özer<br />

Seliçi’ye Armağan, 2006 s.83 ve son.


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

2003 yılında açıklamasından sonra, görüş bildirilmesi safhası geldi (Vernehmlassungsverfahren),<br />

bu safha da görüşler gizli olarak alındı ve nihayet<br />

28 Haziran 2006’da nihai tasarı Parlamento’ya sunuldu 29 .<br />

İsviçre Federal Medeni Usul Kanunu (ZPO) tasarısının Art.257-266<br />

hükümleri koruma tedbirlerini (ihtiyati tedbirler, Vorsorgliche Massnahmen)<br />

düzenlemektedir.<br />

Tasarının ihtiyati tedbirin içeriğini (inhalt) düzenleyen Art.258 gerekçesinde<br />

doktrin ve mahkeme içtihatlarının ihtiyati tedbirleri, teminat tedbirleri,<br />

düzenleyici tedbirler ve ifa (tatmin) nitelikli tedbirler olarak sınıflandırdığını,<br />

bunların birçok şekillerde ortaya çıkabileceğini, bu sebeple<br />

tasarının bir genel hüküm sevketmek suretiyle bir düzenleme yaptığına<br />

işaret ediyor: “Bir zarar tehlikesini önlemek için ihtiyati tedbir olarak mahkeme<br />

her türlü düzenlemeyi yapabilir.” Bu genel kuraldan sonra madde<br />

hükmü a-e bentlerinde bazı örneklere yer vermiştir 30 .<br />

Bugünkü Neuchâtel Usul Kanununda da ihtiyati tedbirlerin, “Federal<br />

hukuk tarafından düzenlenmiş olan hallerde ve ayrıca acil durumlarda<br />

mevcut halin devamını sürdürmek, esas hükmün uygulanmasını sağlamak,<br />

telafi edilmesi güç önemli bir zararı önlemek için” alınabileceği düzenlenmiştir,<br />

bkz. Art.121.<br />

Görüldüğü üzere, Neuchâtel kanunu da bir genel hüküm sevketmiş<br />

bulunmaktadır 31 .<br />

Diğer bir hükmünde (Art 122) ise örnek olarak bazı ihtiyati tedbirleri<br />

(a) zilyetliğin iadesi, c) çekişmeli malın yediemine tevdii, mühürlenmesi,<br />

29 Botschaft und Entwurf zur Schweizerischen Zivilprozessordnung (ZPO).<br />

30 a) Bir yasak b) hukuka aykırı bir durumun bertaraf edilmesi, c) bir sicil makamına<br />

veya üçüncü şahsa bir ihtar, d) esasa ilişkin bir edim, e) kanunda belirtilen hallerde bir<br />

paranın ödenmesi; tasarı gerekçesinde, “yasak” için bir unvanın kullanılmasına devam<br />

edilmesinin veya bir rekabet faaliyeti uygulamasının yasaklanması, hukuka aykırı durumun<br />

giderilmesi için, intihal veya taklit esere el konulması, bir sicil memurluğuna<br />

ihtar için tapuya bir tasarruf takyidinin yapılması emri, bir bankaya hesap blokajı; esasa<br />

ilişkin bir edime hukuka aykırı elde edilmiş zilyetliğin iadesi örneklerini vermiştir;<br />

bir paranın koruma tedbiri olarak ödenmesi hususunu, tasarı, kanunda düzenlenenlere<br />

inhisar ettirmiş bulunmaktadır; parlamentoya sevkedilen ZPO tasarısı, eksperler tasarısından<br />

farklı olarak mahkemenin gerekli tedbirleri alacağını “Kural” (Grundsatz)<br />

matlabı altında vermekte ve kanaatimce daha önemlisi, uygun her türlü tedbirin alınmasının<br />

örnekleri arasında, esas hükümle elde edilebilecek hususları konu alabilecek<br />

tedbirler bakımından (d) bendini zikretmiş bulunmaktadır.<br />

31 Aynı görüş Bohnet, E., Code de Procédure Civile Neuchâtelois, Commenté Bâle 2003,<br />

Art 121 No.5.<br />

365


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

d) temlikinin yasaklanması, e) bir yapmak veya yapmama borcunun geçici<br />

olarak ifası) belirtmiştir. Bu listenin tahdidi olmadığı da belirtiliyor 32 .<br />

Neuchâtel doktrininde Bohnet, kanununun ifa nitelikli ihtiyati tedbirleri<br />

yasaklamadığını tatbikatta da ifa nitelikli tedbirlere karar verildiğini<br />

belirtiyor. Mesela geçit hakkının ihlal edildiğini savunan davacının talebi<br />

üzerine geçidin derhal açılması yolunda karar verilmiştir ki bu muhtemel<br />

bir esasa ilişkin hükümle aynı içeriktedir 33 . Neuchâtel’de de genellikle 34<br />

bu tip tedbirlerin “istisnai” olacakları ifade edilmiştir 35 . İsviçre hukukunda<br />

bazı kanton kanunlarında kiracının ihtiyati tedbir olarak tahliye edilmesine<br />

karar verilebileceği kabul edilmektedir 36 .<br />

İsviçre bakımından gerek Parlamentoya sevkedilen gerek mevcut kanton<br />

kanunları dikkate alındıkta, mahkemenin şartları bulunması halinde<br />

32 Bohnet Art 122 2; Art.122’de yer alan örneklerden de görüleceği üzere, Neuchâtel Kanunu<br />

ifa nitelikli ihtiyati tedbirleri de açıkça öngörmüş bulunmaktadır, bkz. Art.122 a,<br />

e’de yer alanlar gibi; aynı görüş Bohnet Art.122 No.5; HUMK’un mehazını teşkil eden<br />

1925 tarihli Medeni Usul Kanunu hükümleri dikkate alındıkta hükümlerini yukarıda<br />

belirttiğim 1992 tarihli yeni Neuchâtel Medeni Usul Kanunu ihtiyati tedbirler düzenlemesinde<br />

sistematik bir değişiklik yapmış, önce ihtiyati tedbirler bakımından genel<br />

kuralı sevketmiş (Art 121) daha sonra takdidi olmayan örnekleri belirtmiştir, bkz. Bauer<br />

A. Yeni Neuchâtel Medeni Usul Kanunu, Çeviren Prof.Dr.Selçuk Öztek, Marmara<br />

Üniversitesi Hukuk Fakültesi 10.Yıl Armağanı, 1993, s.403 v.d. (416,417); HUMK’da<br />

ise kaynak 1925 kanununa uygun olarak önce örnekler (m.101) daha sonra genel kural<br />

(m.103) sevkedilmiş bulunmaktadır; 1992 kanunuda yargılama bakımından önemli<br />

bir değişiklik bulunmamakta, ancak davanın açılmasından evvel alınan ihtiyati tedbir<br />

kararları bakımından 10 gün içinde dava açma zorunluluğu yerine, Alman Hukukuna<br />

paralel olarak hakime uygun bir süre tesbit etme yetkisi verilmiştir, Art.131 (Bizim<br />

“Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı”nda bu süre 15 gün olarak muhafaza edilmiştir;<br />

ben HUMK ve tasarıdaki süre sınırlaması hükmünün ihtiyati tedbirin geçiciliği<br />

niteliği dolayısı ile daha isabetli olduğunu düşünüyorum, Neuchâtel de bu husustaki<br />

değişikliğin, süre sınırlaması hükmünün “katı” telakki edilmesinden kaynaklandığı belirtiliyor,<br />

bkz. Bauer s,417).<br />

33 Bohnet aynı yer, yazar esasa ilişkin hükme denk ihtiyati tedbirlerin alınmasının mümkün<br />

olduğu kabul edilmekle birlikte, bazı yazarların, buna rağmen geri döndürülemez<br />

bir ihtiyati tedbire başvurulmaması gerektiğini savunduklarını belirtiyor, aynı yer; kanunda<br />

böyle bir hüküm sevketmek yerine bunun mahkeme içtihatlarına bırakılması<br />

bana daha uygun görünüyor.<br />

34 Bkz. Habscheid, Schweizerisches Zivilprozess-und Gerichtsorganisationsrecht, 2.<br />

Aufl.1990 § 50 II 1 c Rn.614.<br />

35 Bohnet Art 121 N.5.<br />

36 Hohl Fabienne, La Réalisation du Droit et Les Procédures Rapides, Fribourg 1994 s.207<br />

ve son.; Yazar bunlara örnek olarak, Fribourg, Vaud ve Bern kanton kanunlarını örnek<br />

olarak göstermektedir.<br />

366


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

her türlü ihtiyati tedbire karar verebilecekleri, bu arada ifa (tatmin) nitelikli<br />

ihtiyati tedbirlerin de yasaklanmamış olduğu ve bu nitelikte ihtiyati<br />

tedbir kararlarının da verilebileceğini söyleyebiliriz.<br />

Bu yazının başındaki klişeye temel teşkil edecek bir alt yapı İsviçre<br />

hukukunda hiç mevcut değildir.<br />

4-) Hukukumuzda Eda Nitelikli İhtiyati Tedbirler:<br />

HUMK, İsviçre hukukuna paralel olarak genel bir hükümle, hakime her<br />

türlü ihtiyati tedbir alabilme hususunda takdir hakkı tanınmıştır, diğer bir<br />

deyişle sınırlayıcı tipte bir ihtiyati tedbir düzenlemesi mevcut değildir 37 .<br />

HUMK 103 örnekler dışındaki hallerde de (m.101) hakimin ihtiyati tedbir<br />

kararı alabileceği yolunda genel bir hüküm sevketmiş bulunmaktadır.<br />

Bu sebeple, bugünkü HUMK düzeninde ifa (tatmin) nitelikli ihtiyati<br />

tedbirlerin alınması mümkündür 38 . Türk mevzuatı da, bazı alanlarda eda<br />

37 Deren-Yıldırım, Der Einfluss des Fremdenrechts im Bereich des einstweiligen Rechtsschutzes,<br />

Dike international 2000 s.1159-1168 (1165); Haksız Rekabet Hukuku ile Fikri<br />

ve Sınai Mülkiyet Hukukunda İhtiyati Tedbirler, 1999 s.80; Üstündağ İhtiyati Tedbirler,<br />

s.35 ve son.; Yılmaz E., Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri, c.1, 2001 s.619 Yazar<br />

103’ün bir “torba hüküm” olduğunu söylemektedir, Alangoya/Yıldırım/Deren/Yıldırım<br />

Medeni Usul Hukuku Esasları, s.436 ve son.; Özekes M./Erişir E., Konusu Para Alacağı<br />

olan Geçici Hukuki Korumaların Karşılaştırılması ve Değerlendirilmesi, Medeni Usul<br />

ve İcra-İflas Hukuku Dergisi, 2006/3 Sayı 5., s.1237 ve son. (1245), yazarlar, İsviçre<br />

Federal Medeni Usul Kanunu Tasarısının, bir miktar paranın ödenmesi şeklindeki eda<br />

nitelikli ihtiyati tedbirin kanunlardakilerle sınırlanması yolundaki çözümünü de aşarak,<br />

belirli bir miktar paranın ödenmesi yolunda ihtiyati tedbir alınabileceğini kabul<br />

etmektedirler: “örneğin B’den 10.000 YTL.alacağı bulunan ve tedavi masraflarının karşılayamayacak<br />

durumda olan (A)nın alacağın muhtaç olduğu kısmına derhal kavuşamaması,<br />

ölüm gibi vücut bütünlüğü üzerinde onarılmaz zararları doğurabilecektir;<br />

Böyle bir durumda, alacak için sadece ihtiyati haciz talep etmek ya da başka bir tedbire<br />

başvurmak hiçbir yarar sağlamayacaktır. Oysa muhatabın acil olarak tedavisini<br />

yapmak bakımından paraya ihtiyacı vardır. Bu ise ancak bir miktar paranın geçici de<br />

olsa kendine ödenmesini sağlayacak bir tedbirle mümkün olabilir” (s.1240,1241); aynı<br />

görüşte Üstündağ İhtiyati Tedbirler, 1981 s.36 ve son. Deren-Yıldırım, ifa nitelikli bir<br />

ihtiyati tedbir olarak belirli bir paranın ödenmesi şeklindeki çözüme daha ihtiyatla<br />

yaklaşmakta ve metindeki mevzuatta yer alan teminat hükümlerinin teminat amaçlı<br />

ihtiyati tedbirler olduğunu söylemektedir, s.91,92. İfa nitelikli ihtiyati tedbiri reddeden<br />

aksi görüş için bkz. Kuru B., Hukuk Muhakemeleri Usulü 2001, c.IV s.4312: “Fakat<br />

mahkeme, davanın (dava konusu uyuşmazlığın) esasını çözümleyecek veya böyle bir<br />

sonuç doğuracak biçimde (nitelikte) ihtiyati tedbir kararı veremez”.<br />

38 Bkz. İsviçre Federal Medeni Usul Kanunu düzenlemesi bakımından yukarıda dn.27 ve<br />

28’e.<br />

367


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tedbirlerinin alınabileceği düzenlemelerini ihtiva etmektedir: 6762 sayılı<br />

TTK m.63, 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde<br />

Kararnâme m.76; 551 sayılı Patent Haklarının Korunması Hakkında KHK<br />

m.151, 152, 153; 554 sayılı Endüstriyel Tasarımların Korunması Hakkında<br />

KHK m.63, 65; 555 sayılı Coğrafi İşaretlerin Korunması Hakkında KHK<br />

m.34; 5846 sayılı Fikir ve Sanal Eserleri Kanunu m.77 39 .<br />

Bu konudaki içtihatlara geçmeden evvel “Hukuk Muhakemeleri Kanunu<br />

Tasarısı”nın düzenlemesine değinmek istiyorum.<br />

Tasarının m.395/I hükmü şöyledir: “Mahkeme, asıl uyuşmazlığı çözecek<br />

nitelikte olmamak şartıyla, tedbire konu olan mal veya hakkın muhafaza<br />

altına alınması veya bir yediemine tevdi ya da bir şeyin yapılması veya<br />

yapılmaması gibi, sakıncayı ortadan kaldıracak veya zarar engelleyecek<br />

her türlü tedbire karar verebilir”.<br />

Madde hükmü kendi içinde çelişkili olduğu gibi, madde gerekçesi ile<br />

de çelişki halindedir. İfa (tatmin) nitelikli ihtiyati tedbirler, dava sonucunda<br />

alınacak eda hükümlerini kısmen veya tamamen karşılayacak içerikte<br />

tedbirlerdir 40 . Yukarıdaki hüküm kanunlaşırsa eda (tatmin) nitelikli ihtiyati<br />

tedbir kararı alınması olanaksızlaşacaktır ki, bugünkü hukuk anlayışında<br />

böyle bir sonucun savunulması mümkün değildir 41 . Tasarının bu hükmü,<br />

gerekçe ile de bağdaşmıyor. Gerekçede bu hüküm “eda veya düzenleme<br />

amaçlı tedbire karar verilmesine engel değildir” denilmektedir (s.316).<br />

Halbuki yukarıda belirtilen yasak doğrudan eda nitelikli ihtiyati tedbirlere<br />

yöneliktir. Söz konusu hüküm kendi içinde de çelişki taşımaktadır; bir taraftan<br />

eda (tatmin) nitelikli ihtiyati tedbirler yasaklanırken, diğer taraftan<br />

“bir şeyin yapılması veya yapılmaması” gibi ifa nitelikli ihtiyati tedbirler<br />

alınabileceği belirtilmektedir 42 .<br />

39 Özellikle fikri haklar konusunda eda nitelikli ihtiyati tedbirlerin büyük önemi vardır,<br />

bkz. geniş açıklamalar için Deren-Yıldırım s.83 ve son.<br />

40 Bkz. hepsi yerine Gaul, Armağan s.120 ve son.; ifa (tatmin) amaçlı ihtiyati tedbirlerin<br />

“bir hakkı geçici olarak gerçekleştirmek”, talep edenin “geçici olarak tatmini” amaçlı<br />

olduğu hususunda bkz. Üstündağ, s.15. yukarıda II 1, 2’deki açıklamalara bkz.<br />

41 Bkz. Yukarıda dn.26’ya.<br />

42 Daha geniş açıklamalar için bkz. Alangoya Y./Yıldırım K./Deren-Yıldırım, Hukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu Tasarısı, Değerlendirme ve Öneriler, 2006-İstanbul Barosu Yayını<br />

s.200 ve son.; Deren-Yıldırım s.89.<br />

368


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

Bir yandan ifa nitelikli tedbirlerin bizim hukukumuzda herhangi bir<br />

yasal engelle karşılaşmayacağı kabul edilip, diğer yandan bu tedbirlerin<br />

tarifi niteliğinde yasak getirme çelişkisine doktrinde de rastlanıyor 43 .<br />

Kanaatime göre bir yandan ifa nitelikli ihtiyati tedbirlerin alınabileceğini<br />

kabul edip, diğer yandan bu tedbirlerin tarifini verip buna yasak<br />

getirmek yolundaki çelişki 44 , ihtiyati tedbirin, esas davadaki ihtilafı kesin<br />

olarak halledemeyeceği düşüncesinin farklı bir şekilde ifadesi çabasından<br />

ileri gelmektedir.<br />

Burada belirtilmesi gereken, ihtiyati tedbirlerin esas davada verilecek<br />

hüküm bakımından bir bağlayıcılığının olmadığıdır. Esas davanın hakimi<br />

nihai hükmü verirken ihtiyati tedbir kararı ve gerekçeleri ile bağlı değildir.<br />

Gaul’ün haklı olarak belirttiği gibi söz konusu olan yasak, ifa nitelikli tedbir<br />

yasağı değil ihtiyati tedbir kararının esas yargılama hakimini bağlama<br />

yasağıdır; yazar böyle bir yasağın sarih olarak ZPO’da yer almamasının,<br />

43 “Evvelce ihtiyati tedbirlerin sadece teminat amacı ile konulacağı; yoksa kural olarak<br />

alacaklıyı tatmin amaçlı tedbir konulamayacağı savunulmuştur. Buna karşılık, modern<br />

hukukçular, ihtiyati tedbirlerin teminat amaçlı olduğu doğmasından vazgeçilmesini<br />

savunmaktadırlar. Buna göre, ihtiyati tedbirler, teminat amaçlı olmak yanında, düzenleme<br />

ve eda amaçlı da olabilir… bunlara (ihtiyati tedbirlere) öyle muhteva vermeliyiz<br />

ki henüz işin esası hakkında bir karar ortada yok iken, bu derece etkili olan<br />

bu tedbirler, esas hakkında davanın alacaklıya sağlayacağı sonucu sağlayamasın…”<br />

Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku cilt I, II 7.bası, 2000 s.583, yazar 1981 tarihli,<br />

“İhtiyati Tedbirler” kitabındaki ifa tedbirleri hususundaki tarif ve görüşünden vazgeçmiş<br />

midir anlaşılmıyor (bkz.yazarın yukarıda dn.35 ve 38’deki görüşlerine) ancak 2000<br />

tarihli kitabındaki beyanlar bir çelişkiyi göstermektedir; “Ancak bazı özel durumlarda,<br />

durumun gereği olarak ifa zorunlu olabilir. Örneğin, dava sırasında tedbir nafakasına<br />

hükmedilmesi gibi. Bununla birlikte eda amaçlı tedbirlerde de tedbir, kesin bir ifayı<br />

amaçlamaz; duruma göre geçici bir ifa söz konusudur” Pekcanıtez/Atalay/Özekes Medeni<br />

Usul Hukuku, 4.bası, 2005 s.583; “…bu tür ihtiyati tedbirlere “teminat amaçlı ihtiyati<br />

tedbirler…işte bu tür ihtiyati tedbirler ise ifa amaçlı ihtiyati tedbirlerdendir… Bu<br />

tanımlar, ihtiyati tedbirin diğer türlerini (düzenleme ve ifa amaçlı ihtiyati tedbirleri)<br />

kapsamamaktadır… (Yılmaz E. Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri c.1 s.170, 171); Yazar<br />

“Davanın Esasını Çözer Tarzda İhtiyati Tedbir Kararı Verilip Verilemeyeceği” başlığı altında<br />

da şu beyanlarda bulunuyor: “geçici hukuki himaye tedbirlerinin özelliklerinden<br />

biri ve belki de en önemlisi “geçicilik” niteliğidir…Bu hükmün (HUMK m.103) sınırı,<br />

genel bir ilke olarak kabul edilen “davanın esasını çözer tarzda ihtiyati tedbir kararı verilememesi<br />

ilkesidir” s.845; nihayet yazar s.160’da “özetle, davanın esasını çözer tarzda<br />

ihtiyati tedbir kararı verilemez kuralını uygularken, her iki tarafın menfaatlerini çok<br />

iyi bir şekilde dengelemek şarttır” demektedir.<br />

44 “…asıl uyuşmazlığı çözecek nitelikte olmamak şartı ile …”, Hukuk Muhakemeleri Kanunu<br />

Tasarısı m.395.<br />

369


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kanun koyucunun bunu tabii görmesinden kaynaklandığına işaret ediyor;<br />

ihtiyati tedbir bu anlamda esas hüküm bakımından bağlayıcı olmadığı gibi<br />

taraflar arasındaki maddi hukuk durumunda da herhangi bir değişiklik<br />

yapmaz 45 . Esas yargılama sonunda, ihtiyati tedbir kararı ile bağdaşmayan<br />

bir hüküm verilebileceği kuşkusuzdur, bkz. HUMK m.110, 112. Esas yargılamanın<br />

teminatlarını (tam ispat, hukuki dinlenilme hakkı) tam olarak<br />

ihtiva etmeyen ihtiyati tedbir yargılamasında verilecek kararın devamlılık<br />

gösterebileceği ve esas hakkında devamlılık kazanabileceği hususu da bir<br />

ihtimalden ibarettir. Bu ihtimal esas davanın açılmasının ertelenmesi şeklinde<br />

olabilir ki bizim hukukumuzda bu mümkün değildir, bkz. HUMK<br />

m.109 46 .<br />

Burada, ZPO’daki düzenlemede sadece teminat ve düzenleme nitelikli<br />

ihtiyati tedbirlerden bahsedilmiş olmasına rağmen, ister genişletici yorumla,<br />

ister ekstra legem (ama contra legem değil) olsun ifa (tatmin) nitelikli<br />

ihtiyati tedbirlerin, bugün Alman hukukunda önemli bir uygulama alanı<br />

bulduğu 47 , HUMK sisteminde ise herhangi bir sınırlama bulunmadığı ve<br />

45 Gaul, Armağan s.149, 150; Rosenberg/Gaul/Schilken § 76 IV s.1023: “ne hukuki himaye<br />

ihtiyacı ne de kesin hüküm” bakımından bir etki sözkonusu olamaz; ihtiyati tedbir<br />

yargılaması esas yargılamayı ikinci plana itemez.<br />

46 İhtiyati tedbiri alanın bununla iktifa edip yargılamayı sürünceme de bırakması ihtimali<br />

de teminat, maddi tazminat ve mahkemenin etkin bir yargılama sürdürmesi ile<br />

asgariye indirilebilecektir, diğer ihtiyati tedbir çeşitlerinde de riskler olduğu hususunda<br />

bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım 6.bası s.436 ve son.; Habscheid, düzenleme<br />

nitelikli ihtiyati tedbirlerin de, dönülmez durumlar yaratabileceğine işaretle ZGB Art<br />

386/I (TMK 420/I) hükmüne göre fiil ehliyetinin geçici olarak kaldırılması durumunda<br />

bu sırada yapılan hukuki işlemin, geçici kaldırmanın sona ermesinden sonra da geçersiz<br />

kalacağına işaret etmekte ve ifa nitelikli ihtiyati tedbirlerde de bunların sınırlı<br />

tutulması hususunu ifade etmektedir, Schweizerischen Zivilprozes-und Gerichtsorganizationsrecht<br />

2.Auflage, 1990, Rn.612-614.<br />

47 Bkz.yukarıda dn.26; burada Alman hukuku bakımından bir noktaya da değinmek istiyorum:<br />

ifa nitelikli tedbirlerden bahsedilirken genellikle, ZPO’nun Fransız Usul Kanunundaki<br />

“Référé yargılaması”nda olduğu gibi bir genel kural olarak “bütün müstacel<br />

durumlarda” ihtiyati tedbir kararı verilebileceği şeklindeki çözümün kabul edilmediği<br />

(eski CPC Art.806) bunun sadece sınırlı olarak kabul edilebilir (hinnehmbar) olduğu<br />

söylenmiştir (Gaul, Armağan, s.116; Leipold s.80, bkz. bu çeşit ihtiyati tedbirlerin Alman<br />

Hukukunda önemli geçici koruma olduğu hakkında, yukarıda dn.26); ancak ifa<br />

nitelikli tedbirlerin varlığını kabul etme zarureti dikkate alınırsa, Fransız hukukundan<br />

farklı bir çözümün kabul edilmiş olduğu beyanı teknik hukuk açısından ne şekilde<br />

değerlendirilebilir? Burada olsa olsa, ifa nitelikli tedbir alınma halinde diğerlerine<br />

nisbetle, daha müteyakkız olunması gereği kastediliyor olabilir ki, bu da ifa nitelikli<br />

tedbirleri kabul eden bütün düzenlemelerde dikkate alınabilecek olan bir husustur.<br />

370


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

ifa nitelikli ihtiyati tedbirlerin alınmasında yasal bir engel bulunmadığı,<br />

tam tersine birçok kanunda ifa tedbirlerinin alınabileceğinin düzenlenmiş<br />

olduğu hatırlanmalıdır 48 .<br />

Türk hukukunda, ifa nitelikli ihtiyati tedbilerde, iki taraf menfaatlerindeki<br />

dengenin de dikkate alınması düşüncesi, “klişe”nin kabulüne yol<br />

açmaz 49 . Bu hangi şartların aranacağı hususu ile ilgilidir 50 .<br />

Mahkemeler tatbikatına baktığımızda eda nitelikli ihtiyati tedbirler<br />

bakımından üç kategori karara şartlamakla mümkündür.<br />

A-) Tatbikatta HUMK 103 Uyarınca İfa Nitelikli İhtiyati Tedbir<br />

Kararlarının Verilmesi Halleri:<br />

a) “Bu şartlar altında ihtilaf ve davanın devam ettiği müddet içinde<br />

davalının bütün apartman sakinlerinin bulunduğu yerde gece ve gündüz<br />

ikametine ve hizmetinin devamına müsaade edilmesi netice itibariyle çok<br />

mahzurlu ve tehlikeli bulunduğu göz önüne alınarak HUMK’nun 101 ve<br />

103.maddeleri hükümlerince davalının halen ikamet ettiği dava konusu<br />

kapıcı yerinden yedinin tedbir yoluyla nezine, ancak söz konusu yerin<br />

başkasına tahsis edilmeksizin bir yeddiadle tevdiine ve karşı tarafın muhtemel<br />

zararına karşılık olarak 2.000 Lira tazminatın (“teminatın” olacak)<br />

davacı tarafından yatırılmasına ve kararın infazı için keyfiyetin icra memurluğuna<br />

tevdiine, ve tedbirin hüküm kesinleşinceye kadar devamına, 9<br />

HD 11.5.1972 17521/16137 İBD 1972/11-12 s.1156 51 .<br />

b) Müdahalenin meni davasında, inşaatın durdurulması yolunda<br />

ihtiyati tedbir verilebileceği yolundaki kararlar: bkz. 7CD 17.11.1981<br />

6309/6346, İlmi ve Kazai İçtihatlar Dergisi (İKİD) 1981 sayı 252 s.709-710<br />

aynı yönde 7CD 26.5.1998 1424/4680 Yargıtay Kararları Dergisi (YKD)<br />

1998/10 s.1565;4HD 27.2.1975 13954/2496 İKİD 1976/183 s.4448; 4HD<br />

27.4.1955 848/1982, İstanbul Barosu Dergisi (İBD) 1955/8 s.383.<br />

48 Bkz. dn.39.<br />

49 Karş. Yılmaz E. S.160; bkz. yukarıda dn.43.<br />

50 Aynı yönde Walker, (çev.Özekes), menfaat dengesinin tedbir sebebinin bir unsuru olduğunu<br />

belirtiyor, bkz. s.382,383; bkz. ileride.<br />

51 Yılmaz, burada ifa nitelikli bir ihtiyati tedbir olmadığını, bu bakımdan “davanın esasını<br />

çözer tarzda bir ihtiyati tedbir kararı” verilmemiş olduğu görüşündedir, aksi görüş<br />

Kuru B., cilt IV s.4314 dn.65 atfı ile s.4311.<br />

371


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

c) “…parsel no.lu taşınmazın 3.000 m2 miktarındaki kısmına yönelik<br />

elatmasının ve hasat yapmasının tedbiren durdurulmasına; üç dönümde<br />

ekili mahsulün yediemin olarak Ahmet’e teslimine ve masrafı davacı tarafından<br />

karşılanmak koşulu ile hasadının Ahmet tarafından yapılmasına<br />

ilişkin ihtiyati tedbir kararı verildiği…10 günlük süre içinde dava açılmış<br />

bulunduğundan, tedbir kararının sürdüğü suç tarihinde…” Ceza Genel<br />

Kurulu 4.2.1991, 7/362-3 Yasa Dergisi 1991/2 s.300-302.<br />

d) Ortaklığın feshi davalarında ortaklık konusu eczanenin tedbir yolu<br />

ile satışına karar verilmesi, TD 4.3.1963 62/1303-1287 İKİD 40 s.2914.<br />

e) “Davacı, davalı belediyenin tavuk yetiştirme yerine vermiş olduğu<br />

cereyanını kestiğini, 24.4.1978 tarihinde 452 sayılı belediye yazısı ile kendisine<br />

bildirilmesi üzerine Asliye Hukuk Mahkemesine başvurarak cereyanın<br />

kesilmesi halinde büyük zarar doğacağından cereyan kesilmesi ile<br />

doğacak zararın tesbiti ve cereyanın kesilmemesi için tedbir konulmasını<br />

istemiştir. Mahkemece 26.4.1978 tarih, 69/69 sayılı tesbit kararı verilmiş,<br />

aynı gün yapılan tesbitte bilirkişi tarafından cereyanın kesilmesi halinde<br />

yaklaşık bir milyon TL zararın doğacağı belirtilmesi üzerine, mahkemece<br />

cereyanın kesilmemesi için tedbir konulmasına karar verilmiştir… Yukarıda<br />

da açıklandığı üzere alınan tedbir kararı ile cereyanın kesilmesi önlenmiş<br />

ve buna göre bir zarar söz konusu bulunmamıştır.” Yargıtay HGK<br />

4.4.1984, 4-131/358 Ejder Yılmaz, Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri, c.I,<br />

2001 s.670.<br />

f) “Sanığın işlettiği kömür ocağından çıkan toprakları Yağcılı Köyü<br />

tüzel kişiliğine ait meraya döktüğünden bahisle müdahalenin önlenmesi<br />

için açılan dava sırasında 30.7.1992 tarihli davacının talebi uyarınca aynı<br />

tarihte yapılan keşifte “dava konusu taşınmaza toprak ve kömür atma<br />

işleminin tedbiren durdurulmasına, karar verilerek, mahiyeti hazır olan<br />

sanığa anlatılmasına rağmen” 7.CD 2.1.1995 94/13662-382, YKD 1995/5<br />

s.832.<br />

g) Prof.Dr. Ejder Yılmaz’ın “Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri” adlı<br />

eserinde (c.I,2001) ilk derece mahkemeleri uygulamasından alınan bazı<br />

örnekler verelim (10):<br />

aa) “…girişi önlemek için kapatılan (kaynak yapılmak sureti ile) kapıların<br />

ve kesilen elektrik ve suyun tedbiren açılmasına…”sahife 632.<br />

372


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

bb) “Doğalgaz, su ve elektriği kesmeye yönelik isteklerinin ihtiyati tedbir<br />

yolu ile durdurulmasına” sahife 636.<br />

cc) “Meşrubat ve yiyecek büfesinin Büyükşehir Belediyesince tahliyesinin<br />

ihtiyati tedbir yolu ile durdurulmasına” sahife 636.<br />

dd) “Su saatinin üzerine, ileride dava açılmasına kadar suyun kesilmemesi<br />

bakımından ihtiyati tedbir konulmasına” sahife 638.<br />

ee) “İnşaat mahallinin ihtiyati tedbir yolu ile HUMK’nun 103 ve<br />

BK’nun 97’inci maddesi uyarınca Kooperatife teslimine”sahife 654.<br />

ff) “….taşınmaz için Şen Denizcilik A.Ş. ile 1.7.1995 kira başlangıç tarihli<br />

kira akdi yapıldığı kira süresi iki yıl olduğu bahsi geçen kira kontratosuna<br />

göre taşınmazın kendisine devredildiği, taşınmaz zilyedliğinde iken<br />

karşı tarafın hiçbir hakkı yokken 24.11.1996 tarihinde zorla taşınmaza girdikleri<br />

ve işgal ettiklerini, ….kira kontratosundaki senelik 40.000 USA Doları<br />

karşılığının % 15’i karşılayacak miktarda Türk parası teminat yatırıldığı<br />

takdirde karşı tarafın işgallerine son verilmesi bakımından HUMK’nun<br />

101 ve s.maddeleri gereğince ihtiyati tedbir konulmasına” sahife 656.<br />

B) İkinci Kategori Kararlar “Klişe”nin Ek Bir Gerekçe Olarak<br />

Kullanıldığı Kararlardır<br />

a) Yargıtay 4.HD 16.6.1975 tarih ve 3743/7667 tarihli kararında 52 ,<br />

kendisine elektrik bağlanmasını talep eden davacının, davanın sonu beklenmeden<br />

elektrik bağlanması yolundaki ihtiyati tedbir talebini, teknik<br />

ve mali yetersizlikler dolayısı ile reddetmiştir ve buna gerekçe olarak da,<br />

HUMK m.103’de belirtilen tehlike ve doğması mümkün bir zararın bulunmadığı<br />

gerekçesine istinat etmiş ve ek gerekçe olarak da uyuşmazlığın esasını<br />

halleder şekilde bir ihtiyati tedbir kararı verilemeyeceğinin genellikle<br />

kabul edildiği hususunu belirtmiştir.<br />

Bu karar üzerine verilen Hukuk Genel Kurulu 53 “klişe”ye temas etmeden<br />

gerekli tetkiklerin yapılarak elektrik bağlanmasına imkan olup olma-<br />

52 4HD 16.6.1975 3746/7665, Ank.BD 1975/3 s.426, aynı 3743/7667, Yargıtay Kararları<br />

Dergisi (YKD) 16.6.1975 1976/6 s.817 ve son.<br />

53 HGK 13.5.1977, 1976/4-1976-480, YKD 1978/8 s.1255 ve son., kararda elektrik akımı<br />

sağlanmasına yönelik hizmetler konusunda sözleşme yapmak zorunluluğu bundan<br />

yararlanacak kişinin gerekli koşulları taşımasına ve hizmetin görülmesinde yasal ve<br />

teknik olanakların bulunmasına bağlıdır, gerekçesine dayanmaktadır.<br />

373


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

dığının araştırılması, trafo yapılmasına gerek olup olmadığının incelenmesi<br />

gerektiği yolunda karar vermiştir.<br />

4HD’nin “klişe”ye dayanması isabetli olmadığı gibi, 103’de belirtilen<br />

tehlikenin mevcut bulunması da söz konusu olabilir. Ancak bir ihtiyati<br />

tedbir kararının verilebilmesi için bütün maddi şartların gerçekleşmesi gereklidir<br />

54 .<br />

HUMK 103’de ihtiyati tedbir sebebi düzenlenmektedir. Diğer şart ise<br />

maddi hukuk anlamında dava edilebilir bir hakkın mevcudiyetidir. Kararda<br />

tartışılan konu böyle bir hakkın bulunup bulunmadığı hususudur ve<br />

HGK kararı bu durumun incelenmesi gereğini öngörerek doğru yolda bir<br />

hüküm oluşturmuştur 55 .<br />

b) 11HD’de “bu nitelikte bir tedbir kararı verilmesi yersiz olduğu<br />

gibi” dedikten sonra “klişe”yi tekrarlıyor. Daire m.101 ve 103 hükümlerine<br />

göre böyle bir ihtiyati tedbir kararının verilemeyeceğini belirtmektedir<br />

ki, “klişe”nin burada da “kuvvetlendirici” bir gerekçe olarak kullanıldığı<br />

anlaşılmaktadır. İhtiyati tedbirin reddi için burada da buna gerek yoktur 56 .<br />

Görüldüğü üzere ihtiyati tedbir talebini reddeden mahkeme kararlarında,<br />

ihtiyati tedbirin şartlarından birinin (tedbirin dayanağı olan hak,<br />

Tedbir sebebi) bulunmaması sebebi ile ret kararı verilmekte ve ek olarak<br />

da “klişe” gerekçe olarak dayanak gösterilmektedir 57 .<br />

Bu şartlardan biri olmadığı takdirde ihtiyati tedbir talebi reddedilecektir.<br />

Burada ayrıca kanunda yer almayan bir şart olarak “klişe”nin ret<br />

kararına gerekçe olarak gösterilmesi yanlıştır. Ancak bu şartların gerçekleşmesi<br />

halinde de klişe’ye dayanılarak talebin reddine karar verilemez<br />

(bkz.dn.61).<br />

54 Bkz. ileride “ihtiyati tedbir alınmasının maddi şartları”na s.17 dn.66.<br />

55 4HD benzer bir karar olarak 21.6.1979 4268/8360 YKD 1980/8 s.1080; 4HD 21.6.1979<br />

tarih ve 4268/8360 sayılı kararında da projeye aykırı inşaata elektrik verilemeyeceğini<br />

belirttikten sonra HUMK m.103’deki tehlike veya önemli zarar şartının bulunmadığını<br />

belirttikten sonra, “kaldı ki” bağlacı ile klişe’yi ek gerekçe olarak ifade edilmiştir.<br />

56 11HDnin benzer bir kararı olarak 30.5.1989 3097/3291.<br />

57 Bkz.IV altındaki açıklamalara; yapma edimleri bakımından, davalının kendisinin yapacağı<br />

edimler için ihtiyati tedbir kararı verilemeyeceği görüşü için bkz. Deren-Yıldırım<br />

age s.88 ve son.<br />

374


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

Burada sonuç olarak belirtmek istediğim Yargıtay kararlarında yukarıda<br />

GİRİŞ’te belirtilen ilk derece mahkemesi kararlarında yer alan şekilde bir<br />

uygulamaya rastlanmamış olduğu ve ifa nitelikli tedbirler de alındığıdır.<br />

III. İhtiyati Tedbir Hakkında Bazı Meseleler:<br />

İncelediğimiz konu bakımından bazı genel açıklamalara da gereklilik<br />

vardır. Bunlara kısaca değinmek istiyorum.<br />

1. İhtiyati Tedbirlerin Amacı:<br />

Bizzat ihkakı hakkın yasaklanmış olması dolayısı ile, hakkına kavuşmak<br />

isteyen kişi adaletin sağlanmasını Devlet’den talep edecektir. Adaletin<br />

sağlanması talebi bir anayasal haktır. Bizzat ihkakı hakkı yasaklayan<br />

Devlet adaletin sağlanması için Yargı teşkilatını kurmak ve gerekli düzenlemeleri<br />

yapmak ve Adaletin sağlanması talebi ile müracaat eden kişiye<br />

dava yoluna müracaat ederek alacağı hükümle hakkına kavuşma imkanını<br />

sağlamak mecburiyetindedir 58 .<br />

Ancak tartışmasız kabul edildiği gibi hükmün alınmasına kadar geçecek<br />

zamanda, çok çeşitli sebeplerle, dava sonunda ulaşılacak olan hüküm<br />

tamamen veya kısmen etkisiz kalabilecektir. İşte “değeri olmayan<br />

hükümler”in engellenmesi de Adaletin sağlanmasının ayrılmaz bir parçası<br />

olarak görülmektedir ve bu engelleme “ihtiyati tedbirler”in düzenlenmesi<br />

ile sağlanacaktır. Bu bakımdan Hukuk Devletinin temelini oluşturan Adaletin<br />

sağlanması zorunluluğu dolayısı ile ihtiyati tedbirler de anayasal bir<br />

gereklilik olarak görülmektedir 59 .<br />

58 İhtiyati tedbirlerin, bizzat ihkakı hak yasağı ile irtibatı hususunda bkz. Gaul, Armağan,<br />

s.109 ve son.<br />

59 Bu konuda yabancı doktrin için bkz. Gaul, Armağan s.126; Schilken E. Die Befriedigungsverfügung,<br />

1976, Duncer-Humblut/Berlin s.20; Rosenberg/Schwab/Gottwald, Zivilprozessrecht<br />

16. bası Verlag C.H.Beck München 2004 s.5; Walker W.D., İş Hukukunda<br />

Geçici Hukuki Korumalara İlişkin Seçilmiş Problemler, Çeviren Özekes M. Medeni<br />

Usul ve İcra İflas Hukuku Dergisi 2005 sayı s.379-389 (380). İsviçre Usul Hukukunu<br />

inceleyen Habscheid W.J. “Haklara kavuşulmasını güven altına almak isteyen bir hukuk<br />

devletinin Usul Kanunu ihtiyati tedbirlerini düzenlemekten “müstağni kalamaz”<br />

demektedir, Schweizerisches Zivilprozess-und Gerichtsorganisationsrecht, 2.neubearbeitete<br />

und erweiterte Auflage Verlag Helbüng und Lichtenhahn, 1990 N.609; Türk<br />

hukukundaki bu kabul bakımından bkz. Üstündağ Saim İhtiyati Tedbirler, 1981 s.1-5;<br />

Yılmaz Ejder, Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri, Cilt 1, 2001 s.1 ve son; Deren-Yıldırım<br />

375


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu sebepledir ki hukuk devleti esaslarını kabul etmiş olan devletler<br />

kanunlarında ihtiyati tedbirleri düzenlenmiş bulunmaktadır 60 .<br />

Bu tesbit edilen husus, şartlarının gerçekleşmesi halinde ve kanunlardaki<br />

usuller takip edilerek mahkemelerce ihtiyati tedbir kararı verilmesi<br />

hukuksal gereğini de ifade etmektedir.<br />

İhtiyati tedbir verilmesinin (eda nitelikli olanlar dahil) bütün şartları<br />

gerçekleşmiş olduğu halde bu kararın verilmemesi haklı olarak ihkakı haktan<br />

imtina niteliğinde görülmektedir 61 .<br />

376<br />

N., Haksız Rekabet Hukuku ile Fikri ve Sınai Mülkiyet Hukuku’nda İhtiyati Tedbirler,<br />

Alkım Kitabevi 1999 s.2; Türk Hukukunda etkin bir hukuki himayenin sağlanması<br />

için ihtiyati tedbirlerin kanunlarda yer alması gereği kabul edilmektedir, bkz.dn.1’deki<br />

yazarlara, bkz. ayrıca Alangoya Y./Yıldırım K/Deren-Yıldırım N. Medeni Usul Hukuku<br />

Esasları 6.bası 2007 s.436; yukarıda kısa tarihçede de görüleceği üzere yargı sistemi kurulmasına<br />

rağmen, koruyucu önlemleri devlet tarafından düzenlenmemiş olduğu için<br />

bu önlemlerin bizzat ihkakı hak yolu ile sağlanmasına tahammül edilmiştir, bkz. yukarıda<br />

dn.7’ye ait metin; zaman içinde ihtiyaçları dolayısı ile aynı gerekliğin ifa nitelikli<br />

ihtiyati tedbirler bakımından da ortaya çıktığı ve bunlara da cevaz verilmesinin aynı<br />

amaçla zorunluk haline geldiği yukarıda açıklandı, bkz.II’deki açıklamalara, ancak ihtiyati<br />

tedbirler yargılamasının esas yargılamadaki adli güvenceleri (tam ispat, hukuki<br />

dinlenilme hakkı) tam gerçekleştirmediği için talep sahibinin hasmının korunmasına<br />

ve sonuçta talep sahibinin haksız çıkması halinde bundan zarar görmesinin mümkün<br />

olduğunca engellenmesi yolunda da düzenlemeler getirildi, HUMK m.103’deki şartlar,<br />

m.105,107,108,109,110,111,112, tazminat talebi.<br />

60 Almanya, Avusturya, Fransa, Belçika, Luxemburg, Hollanda, Danimarka, İngiltere,<br />

İtalya, İspanya, İsviçre kanunlarındaki ihtiyati haciz ve tedbir hükümlerinin mukayeseli<br />

bir incelemesi için bkz.Eilers A., Massnahmen des einstweiligen Rechtsschutzes<br />

un europaeischen Zivilrechtsverkehr, Verlag Ernst und Werner Giesebing, Bielefeld,<br />

1991 (Doktora Tezi) s.5 ve son.; ALI/UNIDROIT-‘nın Uluslararası Medeni Yargılama<br />

İlkeleri’nde de “İhtiyati Tedbirler ve İhtiyati Hukuki Koruma” 8. maddesinde düzenlenmiş<br />

bulunmaktadır, “Mahkeme, asıl dava konusuna ilişkin yargılamadaki nihai karar<br />

vasıtası ile etkin hukuki korunmayı temin için veya mevcut hukuki durumu muhafaza<br />

etmek için veya başka bir şekilde düzenlemek için gerekli ise, bir ihtiyati tedbir kararı<br />

verebilir. İhtiyati tedbirde ölçülük ilkesi geçerlidir. Principles of Transnational Civil<br />

Procedure’ün İngilizce ve Fransızca metinleri Roma’daki UNIDROIT’nın Yürütme Konseyinin<br />

19-21.04.04 tarihleri arasında yapılan 83. Toplantısında (Unidroit Institute’un<br />

17-19.05.04 tarihlerindeki 81. Yıllık Toplantısında (American Law Institute, Principles<br />

and Rules of Transnational Civil Procedure, Final Draft March 2004) kabul edilmiştir.<br />

Almanca metni ise UNIDROIT ve ALI’nin bu ilk ortak projesinin raportörlerinden<br />

olan Prof. Dr. Rolf Stürner (Freiburg) tarafından hazırlanmıştır. Almancasından çeviren<br />

Prof.M.Kamil Yıldırım.<br />

61 Deren-Yıldırım s.11 ve orada anılan: Wenzel L., Die Grundlinien des Arrestprozesses<br />

Monatsschrift für deutsches Recht (MDR) 1967 s. 894; Walker W.D., Der eintsweilige<br />

Rechtsshutz im Zivilprozess und im arbeitsgerichtlichen Verfahren Tübingen 1993<br />

No.72; Türk Hukukunda Deren-Yıldırım s.11.


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

2. İhtiyati Tedbir Şartları:<br />

Bu şartlar usuli ve maddi şartlar olarak ayrılıyor 62 .<br />

Usuli şartlardan sadece incelediğimiz konu bakımından önem taşıyacak<br />

olan Talep şartı üzerinde kısaca durulacaktır.<br />

HUMK 105/I c.1 ihtiyati tedbir talebinin bir dilekçe ile yapılmasını<br />

düzenlemektedir. Burada önemli olan talepte bulunanın ne şekilde bir ihtiyati<br />

tedbir talep ettiğini belirlemek zorunda olup olmadığıdır.<br />

Gerek yasal düzenlemeler gerek ihtiyati tedbirin amacı talepte bulunanın,<br />

hangi ihtiyati tedbiri istediğini belirtmek zorunda olmadığı sonucunu<br />

haklı göstermektedir. Gerçekten uygun ihtiyati tedbire karar verme hususunda<br />

hakime çok geniş bir takdir hakkı verilmiştir (HUMK m.103).<br />

Gerek hukukumuzda gerek mensubu bulunduğumuz hukuk ailesinin<br />

düzenlemelerinde böyle bir somutlaştırma zorunluğunun olmadığı kabul<br />

edilmektedir 63 .<br />

Hemen genellikle kabul edilen bu hususa bağlı sonuçlar da vardır.<br />

Gerçekten mesela hakim talep sahibinin somutlaştırdığı tedbirle bağlı olmaksızın<br />

kendi takdirine uygun ihtiyati tedbire karar verebilecektir 64 .<br />

62 Bkz.hepsi yerine Deren-Yıldırım s.23 ve son., s.34 ve son.<br />

63 Üstündağ S. (İhtiyati Tedbirler s.46); Deren-Yıldırım, İhtiyati Tedbirler s.24; Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım,<br />

Medeni Usul Hukuku Esasları 2007 s.442; Postacıoğlu<br />

I.E. Medeni Usul Hukuku Dersleri 1975, s.493; Bilge/Önen, Medeni Yargılama Hukuku<br />

Dersleri, 1978 s.373; Ansay S.Ş. Hukuk Yargılama Usulleri, 1960 s.197; Özkök S.<br />

(İhtiyati Tedbirler) 2002, s.43; Fabien Hohl (La Réalisation du Droit et Droit et Les<br />

Procédures Rapides, 1994), “Bazı Kanton Kanunlarında ihtiyati tedbir katoloğuna yer<br />

verilse de genellikle hakim istediği ihtiyati tedbire hükmetmesi için serbest bırakılmıştır”;<br />

Habscheid W. “İhtiyati tedbirler ancak talep üzerine alınabilirler, fakat hakim, hiçbir<br />

zaman tarafların talebi ile bağlı değildir”, Droit Judiciaire Privé Suisse, 2.éd (bası)<br />

Geneve, 1981 s.411; Alman Hukukunda da, talebin hangi ihtiyati tedbirin istendiğini<br />

ihtiva etmesi aranmamakta, hakimin gerekli bazı hallerde zorunlu göreceği tedbire karar<br />

vereceği kabul edilmektedir, Rosenberg/Gaul/Schilken Zwangsvollstreckungsrecht<br />

11. bası, 1997 §79 I 3 s.1047, 1048.<br />

64 Hepsi yerine bkz. Üstündağ S. S.46; Özkök S. Dilekçede muayyen bir tedbir talep edilmişse,<br />

hakimin daha fazlasına hükmedemeyeceği, ancak daha azına veya başka bir tedbire<br />

karar verebileceği görüşündedir, s.43; İsviçre hukukunda hakimin HUMK 75’deki<br />

soru sorma ödevini yerine getirerek, daha fazlaya da hüküm verebileceği hakkında bkz.<br />

Deren-Yıldırım s.75; yazar da dilekçede belirtilen ihtiyati tedbirin üst sınır olduğunu,<br />

bu sınır içinde hakimin serbest olduğunu söylemektedir, s.76.<br />

377


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Alman hukukunda bazı yazarlar eda nitelikli ihtiyati tedbirlerde talep<br />

edilen tedbirin belirtilmesi gereğini kabul etmekle birlikte, hakimin daha<br />

azına veya başka bir şeye karar verebileceğini kabul ediyorlar, kanaatimce<br />

ifa nitelikli tedbirler hususunda Alman hukukundaki özellik bu görüşlere<br />

yol açmaktadır bkz.II 2. Mamafih bu konuda mütereddit olanlar da vardır.<br />

İhtiyati tedbir talebinde terditli bir talepte de bulunulabilir 65 .<br />

İhtiyati tedbir alınmasının maddi şartları ise ihtiyati tedbir sebebi ve<br />

hakka sahip olmaktır.<br />

HUMK m.103 ihtiyati tedbir sebebini “…tehirinde tehlike olan veya<br />

mühim bir zarar olacağı hallerde” şeklinde ifade etmektedir. Bu ihtiyati<br />

tedbir kararı alma bakımından bir şart niteliğindedir. Hakimde bu sebebin<br />

varlığı kanaati uyanmamışsa hakim talebi reddedecektir. Haklı olarak<br />

belirtildiği üzere, tedbir alınmaması dolayısı ile uğranılacak olan zararın<br />

tazmini için tazminat davası açılması imkanı talebin reddi için yetmez.<br />

Tedbir talebinde bulunan, esas davada talep ettiği hakka ulaşmak istemektedir<br />

ve korunması gereken husus budur 66 .<br />

Özellikle ifa nitelikli ihtiyati tedbirlerde ihtiyati tedbir sebebi ile ilgili<br />

bir mesele de, talep sahibinin uğraması muhtemel zararla, karşı tarafın<br />

tedbir dolayısı ile uğrayacağı zararın karşılaştırılmasıdır. Bu menfaat dengesi<br />

anlayışına göre talepte bulunanın menfaati hüküm yargılaması sonunda<br />

haklı çıkabilecek olan hasmı menfaatinden daha fazla değil ise, diğer<br />

bir deyişle onun zararı daha fazla olacak ise, ihtiyati tedbirin şartı olan<br />

sebep mevcut olmayacak ihtiyati tedbir talebi reddedilecektir. Bu sonuç,<br />

ifa nitelikli tedbirleri açıkça düzenlememiş olan ve bu nitelikte tedbirlerin<br />

alınabileceğine ZPO 940’ın ihtiyatlı yorumu ile varılabileceği veya extra<br />

legem bir hukuk yaratma olarak görülen Alman hukukunda temsil edilmektedir<br />

67 . Bu görüşün dayandırıldığı husus, ZPO 940 hükmüne göre sadece,<br />

talep sahibi için bir tehlikenin bulunması değil, “zorunlu” da olması<br />

65 Deren-Yıldırım N. s.24 ve orada belirtilen yazarlar.<br />

66 Bkz. bu konudaki geniş açıklamalar için Deren-Yıldırım N. s.36 ve son.<br />

67 Bkz.Gaul, Armağan, s.123; Schilken, s.128, Leipold (ZZP) s.269; Walker, agm. S.383;<br />

Brox/Walker s.882, Rn.1592 Rosenberg/Gaul/Schilken § 76 s.1014; ancak Alman hukukunda<br />

da, Schilken’in “cömert görüşler” şeklinde nitelediği ve “ciddi bir gereklilik<br />

bulunan hallerde ihtiyati tedbire karar verilmesi yolundaki anlayış da temsil edilmektedir;<br />

bkz. mesela (bkz.Rosenberg Lehrbuch des deutschen Zivilprozessrechts 9.bası,<br />

1961 § 214 I 1105, ayrıca bkz.Schilken s.139 dn.14’deki yazarlara.<br />

378


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

gereğidir. Esas talep sahibinin hasmının ihlal edilecek menfaati daha ağırlıklı<br />

ise zorunluluk unsuru gerçekleşmeyecektir.<br />

Meseleye bizim hukukumuz açısından bakıldığında HUMK m.103<br />

hükmünün ifadesinin böyle bir yoruma müsait olmadığıdır 68 . Buna göre<br />

bizim hukukumuzda, tehirinde tehlike olan hallerde veya mühim bir zarar<br />

olacağının anlaşılması hallerinde bu tehlike veya zararın engellenmesi<br />

için icap eden ihtiyati tedbirler alınacaktır; tehlike olan veya mühim bir<br />

zararın olacağının anlaşılmasına rağmen diğer tarafın menfaatlerinin araştırılması<br />

ihtiyati tedbir kavramı ve amacı ile bağdaşmaz 69 .<br />

Diğer taraftan karşı tarafın menfaatlerinin korunmasına yönelik hükümler<br />

de vardır: esas davanın belirli sürede açılması gereği (m.109); aleyhine<br />

ihtiyati tedbire karar verilmiş olanın teminat göstermesi halinde (bu<br />

teminatın kapsamı talep sahibinin zaman dikkate alınarak tespit edilecektir)<br />

mevcut tedbir kaldırılabilir ve değiştirilebilir (m.111); talep sahibinin,<br />

miktarı diğer tarafın uğrayacağı muhtemel zarar ve ziyanı karşılayacak teminat<br />

göstermesi (m.110) 70 ve tazminat davası.<br />

Bu hükümlerin bulunduğu bir sistemde, davalının menfaatinin daha<br />

ağır bir zarara uğrayacağı gerekçesi ile talep sahibinin tedbir talebinin<br />

reddedilmesi dayanaktan yoksun bir görüştür 71 . Menfaat değerlendirmesi<br />

sübjektif olma tehlikesini kuvvetlendirir. Ayrıca Hakimin tedbirin seçilmesi<br />

hususunda önemli yetkisi de bulunmaktadır 72 .<br />

68 Karş.Özekes/Erişir agm s.1254,1255, yazarlar bu menfaatler dengesi şartını sadece bir<br />

kısım paranın ödenmesi nitelikli tedbirler için mi kabul ediyorlar tam belli olmuyor.<br />

69 Nitekim Gaul’de ihtiyati tedbirin talep sahibinin menfaatine yönelik bir müessese olduğunu<br />

ifade etmektedir, s.123; İsviçre Federal Mahkemesi kararlarında da yasarın öngördüğü<br />

şartların gerçekleşmesi halinde ihtiyati tedbir kararının verilmesi gereği kabul<br />

edilmektedir, BGE 94 I 10; 99 II 347.<br />

70 Hasmın menfaatlerinin korunması için “teminat” kurumuna etkin bir şekilde müracaat<br />

edilmesi gereği hususunda İsviçre Federal Mahkemesinin bir kararı olarak bkz. BGE 99<br />

II 344.<br />

71 Ayrıca, mahkemenin tedbir talep edenin talep ettiği tedbirle bağlı olmayıp daha hafif<br />

bir tedbire de karar verebileceği, yani ölçülülük esasına uyması gerektiği hatırlanmalıdır,<br />

Geniş açıklamalar için bkz. Deren-Yıldırım age s.51 ve son., 78 ve son.<br />

72 Mesela inşaatı ilerlemiş bir taşkın inşaatın yıkılması şeklindeki bir ihtiyati tedbir talebi<br />

halinde mahkeme yıkma şeklinde bir ihtiyati tedbir yerine inşaatın durdurulmasına<br />

karar vermekle yetinecektir, bkz. dn.4’e; bu gün, tedbir sebebinin sadece dönüşü olmayan<br />

bir durum yaratacak hallerde mevcut olamayacağı savunulmaktadır, bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım,<br />

Değerlendirmeler ve Öneriler s.202, Gaul, Armağan, s.122.<br />

379


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

İhtiyati tedbir şartlarının varlığının tesbitinde rol oynamayacağı, ancak<br />

ihtiyati tedbirin “içeriği” tesbit edilirken bu dengenin dikkate alınması<br />

gerekeceği görüşü de vardır 73 . Burada da düşünülmesi gereken husus ihtiyati<br />

tedbir kararının içeriğini tesbit yetkisi olan hakimin, “ölçülük” ilkesi<br />

çerçevesinde karar verme zorunda olduğu hususudur 74 . Hakimin bu görevi<br />

çerçevesinde, iki tarafın menfaatlerinin dengelenmesi gereğinden bahsetmek<br />

ne kadar isabetlidir sorulmak gerekir. Zira amacı gerçekleştirmek kaydı<br />

ile en hafif tedbire karar verilmesi, kendiliğinden menfaatler dengesini<br />

sağlayacaktır 75 .<br />

Buraya kadar yapılan açıklamaların sonucu olarak, işbu yazının başlığındaki<br />

klişe’nin bizim hukukumuzda kabul edilmiş olmadığı ortaya<br />

çıkıyor 76 . Bu bakımdan GİRİŞ’te belirtilen mahkeme kararlarının ihtiyati<br />

tedbir taleplerini sadece belirttikleri gerekçelerle reddetmeleri önemli bir<br />

yanlışlık teşkil etmektedir.<br />

380<br />

İhtiyati tedbir yargılaması, esas yargılama gibi yargısal garantileri tam olarak sağlamadığından<br />

(tam ispat yerine hakikate yakın gösterme gibi) esas yargılama sonucunda<br />

ihtiyati tedbir kararının haklı olmadığı ortaya çıkabilir ve edimin geri alınması gerçekleşemeyecek<br />

bir durum dolayısı ile mümkün olmayabilir, belki burada bir kere daha<br />

bir meseleye değinmek gerekir: “Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı” m.395’de “bir<br />

şeyin yapılması veya yapılmaması” şeklindeki ihtiyati tedbirler alınabileceği kabul<br />

edilmiştir, üçüncü şahıs tarafından yapılacak edimlerin “yapma” nitelikli edimlerde,<br />

davalının bizzat yapması gereken durumlarda yapmaya yönelik bir ihtiyati tedbirin<br />

mümkün olmadığı kabul edilmektedir, tasarı bu konuyu dikkat dışı bırakmıştır; ihtiyati<br />

tedbir kararının icrası kabil bir içeriğinin bulunması gerekir ki, bizzat yapma borçlarında<br />

bu sağlanamayacaktır.<br />

73 Bkz.Deren-Yıldırım age s.51, s.78,79; yazar kanaatimce de haklı olarak şartların tesbitinde<br />

menfaatler dengesinin hukuki dayanağının bulunmadığını ve ihtiyati tedbir<br />

yargılamasının bu durumda “saydam”lığını kaybedeceğini belirtmektedir, s.54.<br />

74 İhtiyati tedbirler bakımından ölçülülük ilkesi, ihtiyati tedbir amacını gerçekleştirecek,<br />

diğer bir deyişle tehlikeyi veya zararı önleyecek ve hasma en az zarar verecek tedbire<br />

karar verilmesi şeklinde ifade edilmektedir, bkz. geniş açıklamalar için Deren-Yıldırım<br />

s.79; İsviçre Hukukunda bu hususun “serçeler topla vurulmamalıdır” özdeyişi ile ifade<br />

edildiği hususunda bkz. Deren-Yıldırım aynı yer; ayrıca bkz.Gaul, Armağan, s.116, 124<br />

ve son.<br />

75 İsviçre Federal Mahkemesi, davalının daha hafif nitelikli ihtiyati tedbire uymayacağının<br />

anlaşılması durumlarında daha etkin ihtiyati tedbirler alınacağını kabul etmiştir,<br />

BGE 106 II 69. “Geri dönüşü olmayan” durumlara yol açacak ihtiyati tedbirler hususunda<br />

bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım, Değerlendirme ve Öneriler, s.201; Deren-Yıldırım,<br />

age s.88-91.<br />

76 Karş. Kuru B. C.IV 2001, s.4312.


Davanın Esasını Çözümleyecek veya Böyle Bir Sonuç Doğuracak Kararlar<br />

3-) İhtiyati Tedbir Prosedürü:<br />

Burada bütün usuli meselelere temas edilecek değildir. Amaç sadece<br />

GİRİŞ’teki klişeye dayanarak verilen kararların prosedür açısından da yanlışlığının<br />

kısaca belirtilmesidir.<br />

İhtiyati tedbir yargılamasının, esasa ilişkin dava yargılaması ile karşılaştırıldığında<br />

en önemli özelliği tam ispat değil, hakikate yakın gösterme<br />

(mukarine ispat) ile yetinilmesidir. HUMK m.103 ihtiyati tedbir sebebinin<br />

“anlaşılması”ndan söz ediyor ve m.110’da diğer tarafın ihtiyati tedbirden<br />

muhtemel zarar ve ziyanlar için teminat göstermesi zorunluluğunu düzenliyor.<br />

Bu düzenleme kesin bir ispatın aranmayacağını ortaya koymaktadır.<br />

Doktrin ve tatbikat da bu hususta herhangi bir tereddüde düşmemiştir 77 .<br />

HUMK m.105 dolayısı ile yapılacak davetle gelecek tarafların dinlenilmesinin<br />

de bir delil oluşturabileceği kabul edilmektedir 78 .<br />

İfa nitelikli ihtiyati tedbirlerde tedbir şartlarının yakın gösterilmesi<br />

derecesinin talep sahibi aleyhine daha yüksek tutulması genellikle kabul<br />

edilmektedir 79 .<br />

Burada, girişte belirttiğimiz klişe’yi esas alarak ihtiyati tedbir talebini<br />

reddeden kararlarda tedbirin reddi usulü üzerinde durmamız gereklidir.<br />

Belirtildiği üzere bu kararlarda dava dilekçesinin verilmesinden sonra tensip<br />

zaptında ihtiyati tedbir talebi reddedilmiştir.<br />

HUMK m.105 dilekçe ile ihtiyati tedbir talep edilmesinden sonra hakimin<br />

“derhal ve müstacelen” iki tarafı dinlemek için davet edeceğini amirdir.<br />

77 2HD 9.1.1975 8686/131, İKİD 1975/175 s.3640-41; doktrin de hemen ittifakla bu görüştedir,<br />

Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.442; Kuru B., Hukuk Muhakemeleri Usulü<br />

6.bası 2001 cilt IV s.4326; Üstündağ S. Medeni Yargılama Hukuku, 2000 s.586; Yılmaz<br />

E., Geçici Hukuki Himaye Tedbirleri 2001 c.1 s.893; Ansay S.Ş. s.198; Postacıoğlu<br />

İ.E. s.493; Özekes M., İhtiyati Haciz s.219 ve son., Deren-Yıldırım s.54 ve son., Özkök<br />

S.s.42 İsviçre Federal Mahkemesi de bir kararında, “Hakim ileri sürülen iddiaların doğru<br />

olduğuna kanaat getirmek zorunda değildir, objektif dayanak noktaları bulunmak<br />

suretiyle belli ölçüde bu ihtimalin gerçekleşmesi yeterlidir” demektedir, BGE 88 I 14<br />

bu yönde BGE 104 I a 413. Federal Mahkeme Hakimin ulaşması gereken kanaatin oranının<br />

% 51 den % 100’e kadar olabileceğini söylüyor, BGE 88 I 13. Gerekiyorsa Keşif<br />

ve Uzman bilirkişiye müracaat edilerek tedbir kararı alınması hususunda bkz. 11 HD<br />

24.3.1997, 91-9106/1953, Özkök S., İhtiyati Tedbirler s.194,195.<br />

78 Deren-Yıldırım s.69.<br />

79 Gaul, Armağan s.124; Schilken, s.133; Deren-Yıldırım s.61.<br />

381


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

İki taraf da gelmezse gerekli kararı verir. Görüldüğü üzere bu daveti<br />

yapmak bakımından mahkemeye bir takdir hakkı tanınmış değildir,<br />

karş.507/2 80 ; sadece müstacel veya talep sahibinin hukukunu derhal muhafaza<br />

zaruri olan hallerde her iki taraf davet edilmeksizin ihtiyati tedbire<br />

karar verilebilecektir; böyle zaruri durumlarda da hakimin davetsiz olarak<br />

karar vermesi gerekecektir. Açıkça anlaşılacağı üzere bu nitelikteki ihtiyati<br />

tedbir kararları (ivedi ihtiyati tedbirler) 81 davacının hukukunun korunması<br />

amacı ile kabul edilmiştir.<br />

Mahkemelerin, dava dilekçesini almaları üzerine düzenledikleri “tensip<br />

zaptı”nda talep edilen ihtiyati tedbirin reddedildiği kararının verildiğini<br />

yazmaları bu bakımdan ciddi bir usul hukuku hatasıdır.<br />

Mahkeme yukarıda belirtildiği üzere “ivedi tedbir kararı” verilmesi gereği<br />

sonucuna varırsa davetten sarfınazar edebilir, ancak ihtiyati tedbir talebinin<br />

reddedilmesi durumunda 105/II hükmüne dayanılamayacağı açıktır.<br />

İvedi tedbir kararı söz konusu olmayan hallerde ve özellikle tedbirin<br />

şartlarının gerçekleşmemiş olduğu düşünülüyorsa 105/I hükmünün uygulanması<br />

zorunludur. Aksi takdirde anayasal temellere dayanan hukuki<br />

dinlenilme hakkı ihlal edilmiş olur 82 .<br />

382<br />

IV. SONUÇ:<br />

Giriş’teki mahkeme kararlarının, ihtiyati tedbirleri düzenleyen hükümlerin<br />

anayasal amaçlarına ve lafzına aykırı, bu konudaki doktrini,<br />

yüksek mahkeme kararlarını ihmal etmiş olduğu, menfaatler durumunu<br />

dikkate almayan bir “klişe”ye dayandığı, ayrıca ihtiyati tedbirler için yasada<br />

düzenlenmiş olan prosedüre, adil yargılamanın esasları ile bağdaşmayacak<br />

bir şekilde aykırı olduğu, bu istikametin haklara kavuşma amacı<br />

bakımından çok ciddi bir tehlike teşkil ettiği ve açıkça ihkakı haktan kaçınma<br />

olduğu 83 kanaatindeyim.<br />

80 Karş.Yılmaz age s.890 Bu bakımdan herhangi bir sınırlama yapmadan basit yargılama<br />

usulünün uygulanacağını söylemek isabetli görünmüyor, karş. Özkök S., s.38; Deren/<br />

Yıldırım s.106.<br />

81 Bu terim için bkz.Deren-Yıldırım s.107.<br />

82 Bkz. Özekes M., Medeni Usul Hukukunda Hukuki Dinlenilme Hakkı, 2003 s.40 ve<br />

son., 212 ve son.; “Taraflara hukuki dinlenilme hakkı …kadar mahkeme, ihtiyati tedbir<br />

kararı veremez. Meğer ki… (Avrupa Medeni Usul Model Kanunu Tasarısı m.10.3.1’den)<br />

Pekcanıtez H/Yeşilova B. Avrupa Medeni Usul Kanunu Tasarısı ve Değerlendirilmesi,<br />

Mahmut Birsel’e Armağan, 2001 s.351.<br />

83 Bkz.dn.61.


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısının Bazı<br />

Hükümlerinin Değerlendirilmesi *<br />

I- Giriş:<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

Yeni bir yasa tasarısının değerlendirilmesi ve eleştirilmesi bakımından<br />

farklı şekiller söz konusu olabilir. Tasarının tümü, maddeler teker<br />

teker ele alınarak ve irtibatlar gözetilerek değerlendirilebilir. Tasarının<br />

belirli kurumları ele alınarak o hususlar bakımından bir değerlendirme<br />

yapılabilir veya tek veya birkaç madde üzerinde durulabilir. Belirttiğim bu<br />

usullerin bazıları kısa bir tebliğ içine sığdırılamaz, ben de bir iki maddeye<br />

yoğunlaşarak bir değerlendirme yapmak istemedim. Hukuk Muhakemeleri<br />

Tasarısının maddelerinin teker teker ele alındığı ve irtibatların dikkate<br />

alınarak değerlendirmelerin yapıldığı bir çalışmaya katılmış olduğum<br />

için 1 bu tebliğde yukarıda belirtilenlerden farklı olduğunu düşündüğüm<br />

bir değerlendirme yapmak istedim. Ancak hemen belirteyim ki bu ele alış<br />

şeklinde de, tasarının bütün hükümleri eksiksiz olarak incelenebilmiş ve<br />

değerlendirilmiş değildir.<br />

Yapmaya teşebbüs ettiğim, Medeni usulün amacı ve buna bağlı olarak<br />

Medeni Usul hukukunun sosyal karakteri unsurları bakımından tasarının<br />

bazı hükümlerini ele alarak değerlendirmektir.<br />

Belki burada bu iki unsur açısından kısa bir belirleme yapmak uygun<br />

olacaktır. Bugün, gerek ait olduğumuz hukuk ailesi doktrininde, gerek<br />

* 9 Eylül 2006 tarihli Medeni Usul Hukukçuları Toplantısına sunulan Tebliğ değiştirilmeden<br />

yayınlanmaktadır.<br />

1 Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı, Değerlendirme ve Öneriler Yavuz Alangoya/<br />

Kamil Yıldırım/Nevhis Deren –Yıldırım, İstanbul Barosu Yayınları Sıra No.41, İstanbul<br />

2006.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Türk hukukunda maddi hukuk normlarının soyut unsurlarını karşılaya-<br />

cak maddi vakıaları tesbit ve buna göre uygun olan normu olaya uygulama<br />

şeklindeki yargılama faaliyetine dayanan bir usul sisteminde, bu maddi<br />

vakıaların gerçekten vuku bulup bulmadıklarını tesbit ve böylece doğru<br />

hüküm vermenin amaç olduğu kabul edilmektedir.<br />

384<br />

Diğer yargılama usullerinde bu amaca ulaşılması için kabul edilen<br />

yargılama şekillerinin, medeni usullerinden farklı olması amaç’ın farklı-<br />

lığını gerektirmez.<br />

Davanın “tarafların davası” olarak algılanması davada gerçeğe ulaşma<br />

amacı ile çelişmez 2 . Medeni Usul Yargılamasında gerçeğe ulaşma amacı<br />

bakımından taraflara daha fazla yetki tanınması menfaatler çatışması dik-<br />

kate alındığında daha etkin bir yol olarak görülmüştür. Gerek haklara ka-<br />

vuşma, gerek hukuk güvenliğinin ve barışının sağlanması gerçeğe dayalı<br />

hüküm verilmesi ile etkinleşecektir.<br />

Bugün yargının gerçekle ilgilenmeyeceği teknik yargı kuralları çerçe-<br />

vesinde yapılan yargılama sonucunda hüküm verileceği, diğer bir deyişle,<br />

“şekli hakikat” ile yetinileceği anlayışı büyük ölçüde terkedilmiş ve gerçe-<br />

ğe ulaşma açısından yasalara hükümler getirilmiştir.<br />

Medeni Usul Hukuku’nun sosyal bir müessese olduğu, ancak bura-<br />

da, ekonomik ve sosyal bakımdan zayıf olanı kazandırmak değil 3 zayıfın<br />

bu durum dolayısı ile gerçeğe aykırı olarak kaybetmesinin engellenilme-<br />

ye gayret edilmesi genellikle kabul edilmektedir ve modern gelişmeler bu<br />

yönde olmuş, hakimin yetkileri bu yönde ve bu amaçla arttırılmıştır 4 .<br />

2 Gaul: Der Zweck des Zivilprozess-ein anhaltend aktuelles Thema, çev.Deren-Yıldırım,<br />

İlkeler Işığı Altında Yargılama Hukuku, Derleyen Yıldırım K. 2.bası 2001 s.85.<br />

3 20. yüzyılın başlarında, hakimin “fakir olan tarafın temsilini üstlenmesi gereği” dile<br />

getirilmiştir; Anton Merger’in bu görüşleri ve eleştirisi için bkz. Leipold, Zivilprozessrecht<br />

und ideologie, Juristenzeitung 1982 441 ve son (443).<br />

4 Leipold, bu anlayışın dahi sınıflar arası bir kavganın izlerini taşıdığı görüşündedir,<br />

s.446,447, Jauernig’de, tarafların dava malzemesinin getirilmesinde ağırlık taşımasının<br />

pratik mülahazalarla doğru görülmesinde de politik ideolojik bir renk görmektedir.<br />

Ancak son on yılların gelişmeleri bu görüşlerin aksine cereyan etmiş ve etmektedir.<br />

Alangoya, Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü ve Bu<br />

Konudaki Gelişmeler Hakkında; Kazancı, Hukuk, İşletme ve Maliye Bilimleri Dergisi,<br />

2005/9 s.108 dn. 172 ve 173.


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

Başka bir vesile ile de söylediğim gibi “fert hak ve hürriyetlerini kale almayan,<br />

komünist, faşist ve teokratik ve benzeri anti demokratik ideolojilerin<br />

hakim olduğu rejimlerde, bu mülahazalar etkinliklerini kaybedeceklerdir 5 .<br />

İşte ben bu çerçevede, Tasarı’nın bazı hükümlerini ele almayı deneyeceğim.<br />

II- Tasarının Bazı Düzenlemelerinin Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri<br />

Açısından Ele Alınması:<br />

1-) Mahkemelerin Yetkisi Hususundaki Anlaşmalar:<br />

a) Tasarının yetki anlaşmalarını düzenleyen m. 22 hükmünün gerekçesinde<br />

“Daha zayıf konumda olan kimselerin daha güçlü olan tacir veya<br />

kamu tüzel kişilerine karşı, korunma ihtiyacı ortaya çıkmıştır “…”O nedenle<br />

örneğin Alman Hukukunda yetki sözleşmesinin her durumda yapılması<br />

kabul edilmemektedir. Yetki sözleşmesi yapılabilen alanlar oldukça<br />

sınırlandırılmış bulunmaktadır” denilmektedir (s.165). 23’üncü madde<br />

gerekçesinde de “tacirler veya kamu tüzel kişileri dışındaki diğer kişiler,<br />

özellikle tacir olmayan gerçek kişi tüketiciler, tacirler veya kamu tüzel kişilerine<br />

karşı hukuken daha zayıf durumdadırlar. Bu nedenle bu kimselerin<br />

daha güçlü olanlara karşı korunmaları gereklidir” (s.165) sonucuna varılmaktadır.<br />

Gerekçenin bu tespiti medeni usul hukukunun sosyal karakteri bakımından<br />

doğrudur ve belirtildiği üzere mukayeseli hukukta da bu yönde<br />

düzenlemeler vardır.<br />

Burada m.23 ve buna ilişkin gerekçenin bir paragrafını aktarmak gereği<br />

var.<br />

Madde 23: “Tacirler ile kamu tüzel kişileri dışındaki diğer kişiler, aralarında<br />

doğmuş veya doğabilecek bir uyuşmazlık hakkında, kanunun yetkili<br />

kılınan genel ve özel yetkili mahkemeler yanında başka bir mahkemeyi<br />

de yetkili kılabilirler.”<br />

Bu maddenin gerekçesinin ikinci paragrafında da bir husus vurgulanmaktadır:<br />

5 Ünlü usul hukukçuları Kisch, Schkönke, Volkmar ve Lent’in, Verhandlungsmaxime’nin<br />

nasyonal sosyalist anlayışla bağdaştırma çabaları ilginçtir, bkz.Leipold agm.s.446.<br />

385


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

“Burada ayrıca belirtilmesi gerekir ki, bir tacir veya kamu tüzel kişisi<br />

ile tacir olmayan bir gerçek veya tüzel kişi, örneğin bir gerçek kişi tüketici<br />

aralarında yetki sözleşmesi yapmak istedikleri takdirde, yapılacak yetki<br />

sözleşmesi münhasır olmayan yetki sözleşmesi şeklinde olabilecektir.”<br />

Bu gerekçenin ilişkin bulunduğu 22 ve 23’üncü maddeler incelendiğinde,<br />

bu hükümlerin yukarıda belirtilen “koruma” amacına ilişkin herhangi<br />

bir yenilik getirmediği görülmektedir 6 . Gerçekten 22’inci maddede<br />

Tacirler ve kamu tüzel kişileri arasında yapılacak olan yetki sözleşmelerindeki<br />

mahkeme (ler)in aksi kararlaştırılmadıkça münhasır yetkili olacağı<br />

düzenlemesi yer alıyor 7 .<br />

23’üncü madde bu maddenin gerekçesindeki gibi anlaşılırsa bu madde<br />

düzenlemesinde vurgulanan “koruma” amacına ilişkin bir husus yok;<br />

durum HUMK hükümlerinin aynıdır, gerekçede belirtilen koruma amacı<br />

yasal mesnede kavuşmamıştır.<br />

Eğer m.22’dekilerle m.23’deki kişiler arasında yetki anlaşması koruma<br />

amacı ile yasaklanmak yoluna gidilecekse, gerekçenin düzeltilmesi ile<br />

iktifa edilmeyip, yasal metinlere de açıklık getirilmek gerekecektir. Zira<br />

mevcut metinler, bunları kaleme alanlarca mevcut gerekçede olduğu gibi<br />

anlaşılıyorsa, bu metinlerin diğer kişilerce de bu yolda anlaşılabileceğinin<br />

kabulü gerekir.<br />

Diğer taraftan m.23’deki kişiler arasında yetki anlaşmalarının tamamen<br />

serbest bırakılmalarının da amaçlanan “koruma” yı sağlayıp sağlamayacağı<br />

düşünülmelidir.<br />

Nitekim önemli bir mukayeseli hukuk örneği olarak Alman Hukuku<br />

bu bakımdan aydınlatıcı olabilir:<br />

ZPO 38/I’de tacirler, kamu tüzel kişileri, kamusal hususi mamelekler<br />

(öffehtlichrechtliche Sonder-vermögen) arasında yetki anlaşmaları yapı-<br />

6 22’inci maddede birden fazla mahkeme üzerinde anlaşılacağı sarahatine rağmen<br />

23’üncü maddede “mahkeme”den bahsediliyor. Bu bir sınırlama olarak mı öngörüldü<br />

bu hususta gerekçede bir açıklama yok. Böyle ise buna da sarahat verilmesi doğru olur.<br />

7 Ben münhasır yetki hususunda yasal bir düzenlemenin uygun olacağını, ancak bunun<br />

da bazı şartlara bağlanmasının düşünülmesini yazdım. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım,<br />

Medeni Usul Hukuku Esasları 6.bası 2006 s.117 dn.96; kanaatimce böyle bir düzenlemede<br />

sarahatin bulunmaması halinde münhasır yetkinin asıl olacağı yolundaki<br />

kabul şekli yerine, münhasır yetki hususunda sarahat aramak daha isabetli olacaktır.<br />

386


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

labileceği kabul edilmektedir. ZPO bunun dışında yetki anlaşmaları yapılabilmesini<br />

şartlara bağlamıştır. a) Taraflardan asgari birinin yurt içinde<br />

ikametgahı bulunmaması, ZPO 38/II b) yetki anlaşmasının ihtilafın<br />

doğmasından sonra akdedilmiş olması (dava açılmasının şart olmadığı<br />

belirtiliyor) 8 , c) Davalının ikametgahını veya mutad meskenini maddi hukuk<br />

sözleşmesinin imzalanmasından sonra kanunun yürürlük alanı dışına<br />

taşıması veya ikametgah veya mutad meskeninin dava ikamesi anında bilinmiyor<br />

olması 9 hallerinde yetki anlaşmaları geçerli olacaktır. Bu düzenlemenin,<br />

tasarının hükümleri bakımından önem taşıdığını düşünüyorum.<br />

b) Yetkinin anlaşma ile tayin edilmesinde zayıf olanın korunması<br />

amacının sadece yetki anlaşmaları bakımından ele alınması eksik olur.<br />

aa. Sözleşmenin ifa edileceği yer mahkemesinin yetkisini düzenleyen<br />

15’inci maddenin de bu amaçla ele alınması gerekir. İfa yerinin maddi hukuk<br />

alanında serbestçe tayin edilmesinin, mahkemenin yetkisi bakımından<br />

da etkili olacağı kabul edilirse, yukarıda belirtilen amaç önemli ölçüde etkisizleşebilir.<br />

Bu sebeple paralel bir düzenleme bu maddede de yapılmalıdır.<br />

ZPO § 29/II bu sebeple şu hükmü sevketmiştir:<br />

“İfa yeri anlaşmasının mahkemenin yetkisini tayin etmesi, ancak sözleşme<br />

taraflarının, tacir, kamu tüzel kişisi veya kamusal hususi mamelekler<br />

olduğu takdirde mümkündür”.<br />

bb.Tasarının 15’inci maddesinde davanın sözleşmenin yapıldığı yer<br />

mahkemesinde de açılabileceği ön görülmüştür. HUMK 10’daki davalı<br />

veya vekilinin orada bulunma şartı kaldırılmıştır. Gerekçede bu şartın yetki<br />

kuralını işlemez hale getirdiği için kaldırıldığı yazmaktadır. Hükmün<br />

fonksiyonel hale getirildiği belirtiliyor.<br />

Ancak bu hükmün bu şekilde “fonksiyonel” hale getirilmesi yukarıdaki<br />

koruma amacı ile bağdaşmaz. Sözleşmenin yapıldığı yer çoğu kez tesadüflere<br />

bağlı olur. Hele yukarıda açıklanan koruma hükümleri getirilince<br />

bu yol dolaylı olarak zayıf olanı mahkemesinden ayırmak için kolaylıkla<br />

kullanılabilir.<br />

8 Rosenberg/Schwab/Gottwald Zivilprozessrecht 16.Aufl.s.218.<br />

9 Daha geniş bilgi için bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald age § 37 I s.216 ve son., Schilken<br />

Zivilprozessrecht 4 Aug. § 7 No.320 ve son.; Thomas/Putzo ZPO 25. Augl.2003 §<br />

38 s.92 ve son.<br />

387


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu hüküm, uzun süreli fuar ve pazarlarda yapılan hukuki işlemlerden<br />

doğan ihtilaflar için Alman ZPO’sunda kabul edilmiş bir hükümdü.<br />

Önemini kaybettiği için ZPO’dan çıkarılmıştır. Bu bakımdan bu yetkinin<br />

Tasarıdan da çıkarılması gerekçede benimsenen hususa uygun olacaktır.<br />

cc. Bu vadide son olarak gerekçedeki anlayış dolayısı ile üstünde durmak<br />

istediğim m.25 hükmüdür. Yetki itirazının ileri sürülmemesi halinde,<br />

HUMK m.23’e göre, aleyhine dava açılan kimse mahkemenin yetkisini<br />

kabul etmiş sayılacaktır. Tasarıda bu yolda bir sarahat bulunmamasına<br />

rağmen m.25’den aynı sonuca varılmakta olduğu söylenebilir. Şimdi bu<br />

durumda, bu itirazı ileri sürmeden yargılamaya devam eden tarafa (özellikle<br />

m.22’de belirtilenler dışında olanlar) bir hatırlatma yapılması yolu<br />

üzerinde düşünmek gerekir.<br />

ZPO § 39 hükmü, davalının yetkisizlik itirazında bulunmadan esasa<br />

girmesinin mahkemeye yetki kazandırmasının ancak § 504’deki aydınlatma<br />

yapılması ile mümkün olacağını amirdir § 504 Amtsgericht’in görevsiz<br />

ve yetkisiz olması durumunda, esas hakkındaki duruşmadan önce,<br />

bu itirazlarda bulunmadan esasa girmesinin sonucu hususunda davalının<br />

uyarılması gerektiğini düzenlemektedir. HUMK’da hakimin uyarmada bulunacağı<br />

yoluna yabancı değildir. Gerçekten 289’uncu madde bu yolda bir<br />

uyarıyı düzenlemektedir.<br />

Başta belirttiğimiz üzere yetki bakımından anlaşmalar hususunda gerekçede<br />

isabetle yer alan zayıfın korunması hususundaki sosyal anlayışın<br />

kuvveden fiile çıkması bu yasal hükümlerin kabulü ile tamamlanacaktır.<br />

388<br />

2. Hakimin Yargılamayı Maddi Yönetimi:<br />

19’uncu yüzyılın ödünsüz liberal anlayışı, Medeni Usul Hukuku’na<br />

da yansımıştır. Dava’nın tarafların çıkar çatışmasından ibaret olduğu,<br />

Devlet’in sadece bu prozessin şekli yürütülme esaslarını belirleyeceği, bunun<br />

dışında hakimin tarafsız bir seyirci olarak önündeki hukuki savaşı<br />

izleyeceği, savaşın haklı olan tarafından kazanılmasının devleti ilgilendirmediği<br />

şeklinde özetlenebilecek bu anlayış zaman içinde değişmiş, usulün<br />

amacının gerçeğe ulaşma olduğu, Medeni Usul hukukunun sosyal bir müessese<br />

olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu amaç ve nitelik ise hakimin<br />

davanın yürütülmesindeki yetkilerinin sadece şekli nitelikte (celselerin<br />

tayini, tebligatların yapılması, sürelerin tayini) olanlarla sınırlı olamaya-


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

cağını, ona yargılamada dava malzemesinin getirilmesi, taraflarla ilişkiler<br />

bakımından iletişim içinde bulunması şeklinde ifade edilebilecek davanın<br />

maddi yönetimi hususunda yetkiler tanınması gereğini ortaya çıkarmıştır.<br />

Davada, tarafların çıkarlarının söz konusu olması, diğer deyişle davanın<br />

“taraflar”ın olmasının gerçeğe ulaşma amacı ile çelişmeyeceği bugün<br />

ağırlıklı olarak kabul edilmektedir.<br />

İçinde bulunduğumuz hukuk ailesinin Usul kanunlarında özellikle<br />

son on yıllarda bu gelişme açıkça gözlenmektedir. Gerçekten, gerek Alman<br />

ZPO’su (§ 139), gerek Avusturya ZPO’su, bunun tipik örnekleridir.<br />

Bu sebeple Alman hukukunda artık taraflarla hakim arasında bir işbirliğinden<br />

bahsedilebileceği 10 (11) söylenmektedir. Avusturya hukukunda<br />

ise Medeni Usulün sosyal karakteri ZPO’nun ünlü yaratıcısı Klein tarafından<br />

temel alınmıştır. Örneğin Klein “Teksif İlkesi”ni “ağır bir sosyal<br />

kötülük” olan davaların uzamasının bir sebebi olarak görmüştür. Avusturya<br />

hukukunda da davanın maddi anlamda yürütülmesinde hakime<br />

önemli yetkiler tanınmıştır. Artık “hakimle tarafların işbirliği ilkesi”nden<br />

(Kooperationsmaxime)’den bahsediliyor.<br />

Özellikle Alman ve Avusturya Kanunlarının son tadillerinde hakime<br />

maddi yönetim bakımından önemli yetkiler verilmiştir. Alman hukukunda<br />

hakimle tarafların müzakeresi sadece hukuki sorunlarla sınırlı iken (bir<br />

evvelki tadilde bu sınırda kalması çabası başarılı olmuştur) son tadilde (1<br />

Ocak 2002’de yürürlüğe giren) son tadilde hakimin esas ihtilafı hukuki ve<br />

maddi açılardan müzakere edeceğini ön plana çıkarmıştır, § 139/I c.1.<br />

Avusturya Usul Kanununda ise, tarafları sürprizle karşı karşıya bırakmama<br />

hususundaki düzenleme, Avusturya Yüksek Mahkemesi’nin bu yoldaki<br />

kararlarına rağmen özellikle baroların ısrarı sonucu kanuna girmiş<br />

bulunmaktadır. Teksif ilkesinin reddi etkinliğini devam ettirmiştir 11 .<br />

Bu genel açıklamalara son vermeden evvel hakimin maddi yönetiminin<br />

usulün amacı ve sosyal niteliği ile irtibatı bakımından bir örneğe daha<br />

değinmek istiyorum.<br />

10 Rosenberg/Schwab 14.bası § 78 I 4 s.453; Greger Rosenberg’in daha 1.basıda (1927) bu<br />

görüşü savunduğunu belirtiyor, Festschrift für Beys c.I s.306.<br />

11 İngiliz Hukukunda da, yargılama üzerinde tarafların büyük yetkisinin mahzurları karşısında,<br />

adeta bir ihtilalle, hakimin yetkileri büyük ölçüde arttırılmıştır; bkz.Alangoya,<br />

dn.4’deki çalışma s.99 ve son.<br />

389


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Federal İsviçre Usul Kanunu Tasarısı m.237-241 arasında “Das vereinfachte<br />

Verfahren” (Basitleştirilmiş – Sadeleştirilmiş Yargılama) başlıklı bir<br />

Yargılama Usulü getirilmiştir. Bu hükümlere göre bazı kira ihtilafları (mesken,<br />

iş yerleri gibi), 30.000 İsviçre Frank’ına kadar iş ihtilafları, hısımların<br />

desteklenmesine ilişkin ihtilaflarda hakimin davanın esasını re’sen inceleyeceği<br />

(von Amtes Wegen Prüfen) ve bu davalarda yeni maddi vakıaların<br />

ve delillerin hüküm müzakeresine kadar getirilebileceğini düzenlemiştir<br />

(Art.240,241/II).<br />

Bu hükmün tartışmasını yapacak değilim. Hükmün değişmesi ihtimali<br />

de vardır. Burada tasarı yazarlarının bu hükmü, “Sosyal Medeni Usul”ün<br />

gerçekleştirilmesi olarak takdim etmiş olmaları önemlidir 12 .<br />

Diğer bir deyişle gerçeğe ulaşma ve sosyal karakter ile hakimin yargılamanın<br />

maddi manada yürütülmesi arasındaki irtibatın ortaya konulması<br />

bakımından örnek ilginçtir 13 .<br />

Bu açıklamaları, tasarının bu yoldaki hükümlerinin değerlendirilmesi<br />

açısından yaptım. Hemen belirteyim ki, tasarı medeni usul hukukundaki<br />

bu modern gelişmeye kayıtsız kalmıştır. Kayıtsızlık derken, bazı kavramların<br />

da içeriklerine uyulmadığını tesbit etmek mümkündür. Mesela, m.33<br />

gerekçesinde, “sürpriz yasağının” kararın gerekçeli olması esası ile karıştırıldığını<br />

görüyoruz, s.170. Bu iki kavram birbirinden farklıdır. Gerekçeli<br />

bir karar da, taraflar bakımından sürpriz teşkil edebilir. Sürpriz yasağı karar<br />

verilmesinden evvelki bir safhaya ilişkindir ve hakimin davayı maddi<br />

olarak yürütmesi kavramına dahildir. Nitekim Alman ZPO § 139 bu hususu<br />

bu şekilde düzenlemektedir. Aynı düzenleme şekli Avusturya ZPO §<br />

182’de de son tadilde kanunda yer almıştır.<br />

Mesela, hukukumuzda mahkemenin, davalının senetle ispat gerektiği<br />

savunmasına rağmen, davacının yazılı delil başlangıcı iddiası üzerine<br />

onun bütün şahitlerini dinledikten sonra, dava sonunda konunun senetle<br />

12 Thomas Sutter-Somm (Tasarıyı Hazırlayan Komisyon Başkanı) Schwerpunkte und<br />

Leitlinien des Vorentwurfs zur Schweizerischen Zivilprozessordnung, Die Künftige<br />

Schweizerische Zivilprozessordnung, Mitglieder der Expertenkomission erlaeutern<br />

den Vorentwurf, Universitaet St. Galen, Bibliothek Schulthess 2003, s.15.<br />

13 Söz konusu davalarda re’sen araştırma esasının kabul edilmesi tartışılacak bir meseledir<br />

ve usulün amacına ne ölçüde yardım edeceği tartışılabilir. Ancak, gerçeğe ulaşmak<br />

ve sosyal karakterin belirli bazı davalara inhisar ettirilmesi isabetli görülemez. Amaç<br />

ve sosyal nitelik usulün bütünü bakımından geçerli değerlerdir.<br />

390


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

ispatı gerektiğini, davacının yazılı delil başlangıcı olarak nitelediği hususun<br />

bu nitelikte olmadığını ilk olarak hükümde belirterek davayı bu sebepten<br />

reddetmesi bunun bir örneğidir. Bunun diğer bir örneği sözleşmenin<br />

farklı yorumuna işaret etmeden hüküm verilmesidir. Bakınız Alman<br />

ZPO’sunun f II hükmü ne diyor: “Mahkeme hükmünü, taraflardan birinin<br />

gözden kaçırdığı aşikar olan yahut önemsiz addettiği bir hususa dayandıracaksa,<br />

bu husus sadece bir yan talebe ilişkin olmadıkça, tarafların bu<br />

hususta beyanda bulunmalarına fırsat vermek zorundadır. Aynı durum,<br />

mahkemenin bir hususu tarafların her ikisinden de farklı değerlendirdiği<br />

durumlarda da geçerlidir.”<br />

Bu ise, mahkemenin taraflarla müzakeresi esası ile sağlanabilir, ZPO<br />

139/I bunu düzenliyor.<br />

Madde 38 hükmü, hakimin sadece davayı şekli bakımdan yürütmesini<br />

kapsamaktadır. Nitekim bu maddenin gerekçesinde, yargılamanın maddi<br />

anlamda yönetilmesinin 37’inci madde ile sınırlı olduğu açıklanıyor.<br />

Doğrusu, bütün modern gelişmeleri yok sayarak, “Türk hukukunda<br />

kapsam budur” demek bana doğru görünmüyor. Yeni bir kanun yapıldığına<br />

göre bu kapsam üzerinde durulmalı ve mevcut gelişmeler dikkate alınarak<br />

gerekli düzenlemeler önerilmeli idi. Örneğin, sürpriz yasağı, esasın<br />

hukuki ve maddi açıdan müzakeresi Alman ve Avusturya hukukları dikkate<br />

alınarak değerlendirilmek gerekirdi. Bunlar yapılmamış olduğu gibi,<br />

belirtmek zorundayım ki, hakimin yargılamayı maddi manada yürütmesinin<br />

hapsedildiği 37’inci madde HUMK 75’e göre bir geri gidişi de getirmektedir.<br />

Tasarı HUMK 75/I’in kelime anlamları bakımından isabetli olmayan<br />

lafzını almış, 75/II hükmünü modern gelişmeleri dikkate almadan tekrar<br />

etmiş ve en önemlisi 75/III hükmünü sadece, ispatsız kalma durumunda<br />

delil getirilmesi emrine indirgemiştir.<br />

HUMK 75/III bakımından, hakimin belirli sınırlar içinde yeni delilin<br />

getirilmesi şeklindeki bugün yüksek mahkeme içtihatlarında da kabul<br />

edilmiş olan yetkisini bertaraf edecek bir lafız benimsemiştir 14 .<br />

14 “Yargılama ve iddiayı kanıtlama sorunu ile ilgili olarak ise; genel kural ise; genel kural<br />

tanık konusundaki kanıtın taraflarca gösterilmesidir. Ancak, dava dosyasına usulüne<br />

uygun biçimde girmiş olan belgelerde adı geçenler, mahkemece, somut olayın özelliği<br />

391


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Alman hukukunda, kanunda yer alanların dışında hakime re’sen delil<br />

emretme hususunun de lege ferenda olarak kabul edilmesi gerektiği söylenirken<br />

15 bizim buna sınırlı da olsa imkan veren hükmü 16 kaldırmamız<br />

uygun olmamıştır.<br />

Tasarıdaki diğer bir eğilim teksif ilkesinin kuvvetlendirilmesi istikametindedir<br />

ki bunun da modern gelişmelere uygun olmadığını belirtmekle<br />

yetiniyorum.<br />

Tasarıda, ağırlıklı söylem bizim usul kanunumuzun yazılı sistemi benimsediği,<br />

bu bakımdan “teksif ilkesi”nin sıkı şekilde uygulanması gerektiği<br />

17 şeklindedir. Bu düşünce tarzının doğru olmadığı, usulün amacına<br />

varmasını dogmalar ve klişelerle engellemenin doğru olmayacağı görüşündeyim.<br />

392<br />

3. Doğruyu Söyleme Yükümlülüğü:<br />

Dürüstlük kuralı ve bunun bir alt uygulama şekli olan “Doğruyu söyleme<br />

yükümlülüğü” yargılamadaki taraf hakimiyetinin sınırları olarak görülmektedir<br />

ve usulün gerçeğe varma şeklindeki amacı bakımından önem<br />

taşımaktadır.<br />

Bu yükümlülüğün içeriği sübjektiftir, yani “davada yalan” engellenmek<br />

istenmektedir. Yükümlülüğün içeriğinin, doğruluğundan mutlak ola-<br />

itibariyle, gideri uygun görülecek yanlardan birinden alınmak suretiyle, kendiliğinden<br />

tanık olarak dinlenebilir (HUMK m.75/3). “4HD 6.11.2002 7810/12411 YKD 2003/4<br />

s.528; aynı anlayış içinde bkz. HGK 10.11.1976 1975/11-1155-2777 YKD 1977/12 s.668;<br />

HGK 9.7.1969 1967/404-664 Ank. BD 1969 s.1132; HGK 16.2.1994 93/835 94/65 HUMK<br />

75.<br />

15 Schilken E.Medeni Yargılamada Hakimin Rolü (çev.Nevhis Deren – Yıldırım) İlkeler<br />

Işığı Altında Medeni Yargılama Hukuku, Derleyen M. Kamil Yıldırım 2.bası 2001 s.66;<br />

Gaul’de delil ikamesi bakımından şahit delili haricinde hakimin re’sen hareket edebilmesinin<br />

(ZPO § 142-144, 273/II, 358a, 447) gerçeğin bulunmasına yardımcı olduğunu<br />

belirtiyor, “Zweck” s.110.<br />

16 İsviçre’de (Neuchatel), bu hükmün kabulü, taraflarca dermeyan edilmemiş bir delilin<br />

hakim tarafından getirilmesi şeklinde anlaşılmış ve en önemli yeniliklerden biri olarak<br />

görülmüştür, bkz. Alangoya (Kazancı) s.87/dn.24.<br />

17 Tasarı diğer davalardan ayrılacak şekilde vakıalarla ferdileştirilmiş olan davalarda<br />

dava temelini değiştirmeyen yeni maddi vakıaların genişletme yasağına tabi olmaksızın<br />

getirilmesi imkanını da HUMK 185/2 bendi hükmünü kaldırmıştır. Bunun eski<br />

metindeki kabul şeklini değiştirip değiştirmediği tartışılır bir durumdur.


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

rak emin olunan vakıaların dermeyanı şeklinde anlaşılmaması gerektiği<br />

kabul ediliyor. Yükümlülük, tarafa, kanuni veya iradi temsilcisine aittir.<br />

Bu yükümlülüğün bir bölümünü de, dermeyanların tamamiyeti teşkil<br />

eder. Taraflar sadece kendi leyhlerine olanları getirmekle iktifa edemezler.<br />

Ancak bazı durumlarda, taraflardan birinin diğer tarafın dayanması üzerine<br />

kendi aleyhine olan hususu tartışmak için bekleyebileceği kabul ediliyor.<br />

Mümkün veya muhtemel görülen hususlarda susmanın yükümlülüğü<br />

zedelemeyeceği kabul edilmektedir. Alman uygulaması, şeref zedeleyici<br />

veya cezai sorumluluk tehdidi olan hallerde yükümlülüğün mevcut olmadığını<br />

kabul ediyor.<br />

Yükümlülüğe aykırılığın sonuçları olarak bu dermeyanın geçersiz<br />

olduğu ve mahkemece dikkate alınmayacağı, mahkemenin aksi durumu<br />

hükmüne esas alabileceği, bu durumun usuli bir hile teşkil edeceği ve cezai<br />

sonuçlarının olacağı aykırılık dolayısı ile bir zarar doğmuş ise bunun<br />

tazminata yol açabileceği ve bir yargılamanın iadesi sebebi olacağı kabul<br />

edilmektedir.<br />

Bu yükümlülüğün yaptırımı, mukayeseli hukukta usul kanunlarında<br />

yer almıyor. (Alman ZPO § 138/I, Avusturya § 178). Ancak gerekçenin bu<br />

hususu daha açık olarak ele alması uygun olur.<br />

Anlaşılacağı üzere bu yükümlülük, usulün amacının “gerçeğe varma”<br />

olduğunu teyid etme yanında bu amaca varılması bakımından da önemlidir.<br />

4. Delillerin İleri Sürülmesinde Teksif İlkesi:<br />

Taslak m.124/f davacının iddia ettiği her bir vakıanın delilini de vakıa<br />

ile irtibatlandırarak getirme yükümünü düzenlemektedir. Davalı bakımından<br />

da aynı yükümlülük m.134/e’de yer alıyor.<br />

Layihalar teatisi süresince iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı<br />

söz konusu olmadığına göre, tarafların bu layihalardaki yeni vakıaların da<br />

hangi delillerle ispat edileceğini belirtmeleri söz konusu olacaktır.<br />

150’inci madde ise, kanunda belirtilen sürelerden sonra delil dermeyanını<br />

kısıtlamaktadır. 146’ıncı maddedeki hüküm dikkate alındıkta, dava<br />

değiştirme yasağının başladığı an olan layihalar teatisinin hitamı, 150’de<br />

393


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sözü geçen sürenin de sonudur. Buna göre layihalar teatisinden sonra yeni<br />

delil ileri sürülmesi 150’deki şartlara tabi olacaktır. Kısacası vakıalar bakımından<br />

ön görülen teksif ilkesi, müeyyidesi farklı olarak ağırlıklı bir şekilde<br />

deliller bakımından da getirilmiş bulunmaktadır.<br />

Toplu mahkemelerdeki durumu düzenleyen m.189 hükmü bakımından<br />

da aynı kısıtlamanın yürüyeceği gerekçede belirtiliyor. Ancak böyle olunca<br />

artık HUMK 378 ile bir paralellik olduğunu söylemek mümkün olmaz.<br />

Şu duruma göre Tasarı HUMK 217 ve 378 hükümlerinden ayrılmış ve<br />

deliller bakımından “teksif ilke”sini kuvvetlendirmiştir.<br />

Gerek bu hüküm, gerek 124/f, 134/e hükümleri gerekse hangi vakıaların<br />

hangi delillerle ispatlanacağının belirtilmesi yükümlülüğü usulün amacı ve<br />

sosyal niteliği ile bağdaşmıyor. Tasarı yazarları, deliller bakımından ağırlaştırdıkları<br />

teksif ilkesi dolayısı ile ilgili ilgisiz her türlü hususun delil olarak<br />

getirilmesini önlemek düşüncesi ile getirmiş olmalıdırlar. Böyle bir düzenlemenin<br />

sonuçlarının tam olarak ölçülüp ölçülemediği düşünülmelidir.<br />

Taraf bu yükümlülüğe uymazsa ne olacaktır? 124/f’de ve 134/e’de yer alan<br />

bu yükümlülük için hakimin tamamlatma gibi bir yükümlülüğü de bulunmadığına<br />

göre (bkz.124/II, 135) yükümlülüğe uymayarak sadece delillerini<br />

belirtmiş olan tarafın delilleri dikkate alınmayacak mıdır? Veya delillerini<br />

maddi vakıalara yanlış irtibatlamış olan tarafın durumu ne olacaktır? Tarafın<br />

getirdiği deliller arasında, vakıalar bakımından bu niteliği haiz olmayanlar<br />

bulunuyorsa, hakim bunları ayırmadan, düzenlerini de incelemekten<br />

kaçınacak mıdır? “Bunların cevabını uygulama verir” anlayışı ile hüküm<br />

getirmek uygun bir yol değildir kanaatindeyim. Diğer taraftan ihtilaflı<br />

noktaların tesbiti delillerin değerlendirilmesi delillerin hangi vakıaları ispat<br />

edeceği gibi hususlar yargılama sanatının veçheleridir. Bunları, yargılama<br />

hızlandıracaktır diye taraflara yüklemek doğru değildir düşüncesindeyim 18 .<br />

Bütün bunlar sadece yargılamanın hızlandırılması endişesine bağlı<br />

olarak sevkediliyor. Bu hükümler adaletsizliğe de yol açma istidadını<br />

taşımaktadır. Bu sebeple gerek maddi vakıalar gerek deliller bakımından<br />

18 HUMK 241/II hükmü esas alınmışsa bu isabetli olmamıştır; zira bu hüküm, şahitle<br />

ispat yasağı dolayısı ile hakimin şahitle ispata cevaz olup olmadığını tesbit etmesi ve<br />

buna uygun işlem yapması (bkz.m.289) için sevkedilmiştir, diğer bir deyişle bu hükmün<br />

ratio legis’i tasarının getirdiği düzenlemeye yabancıdır; Yargıtay’ın ikinci şahit<br />

listesi verilmesi yasağını (m.274) önemli ölçüde daraltan kararları için bkz. Alangoya/<br />

Yıldırım/Deren-Yıldırım s.382 dn.70.<br />

394


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

HUMK hükümlerinin gerisine gitmiş olan düzenlemelerin değiştirilmesi<br />

uygun olur.<br />

Ayrıca ispat bakımından yukarıda belirtilen 124/f, 134/e aynı yöndeki<br />

198/II hükümlerinin layihalar teatisi sırasında yerine getirilmesi (m.145/v,<br />

146,150,189 hükümleri muvacehesinde) olanaklı olmaktan da çıkabilir.<br />

Davanın temelini teşki eden vakıaların yargılamaya getirilmesi bakımından<br />

da teksif ilkesine kuvvet kazandırılmıştır.<br />

Gerçekten, dava temelinin niteliğini değiştirmeyen maddi vakıaların<br />

yargılamaya getirilebilmesi şeklindeki HUMK 185/II hükmü kaldırılmış ve<br />

bu hükmün HUMK 179/3 hükmü ile sağladığı ahenk bozulmuştur.<br />

Aynı kısıtlama anlayışı ön incelemede muvafakatın “açık” olmasının<br />

aranmasında da ortaya çıkıyor, m.146/I.<br />

Tasarı’nın litiscontestatio’ya benzeyen “ön inceleme” müessesesinin<br />

değerlendirilmesi ve eleştirisine burada yer verecek değilim. Bu meseleye<br />

daha önceki bir çalışmada yer verildi (bkz.dn.1’deki çalışma s.73 ve son.,<br />

87 ve son).<br />

5. Avukatla Temsil Zorunluluğu(Postulationsfähigkeit), m.77:<br />

Bu yeni düzenleme, Alman ve Avusturya hukuklarında da mevcuttur.<br />

Davanın Avukatla yürütülmesi gerçeğe ulaşma amacı bakımından elverişli<br />

görülebilir. Ancak Türkiye bakımından, özellikle gerekçede belirtildiği<br />

üzere üst sınırın alta çekilmesi durumlarında ciddi bir adli yardım<br />

desteği gereklidir.<br />

6. Hakim Tarafından Verilen Kesin Süre, m.100:<br />

Tasarı hükmü hakimin vereceği kesin sürenin “uygun, makul” bir süre<br />

olması hususunu belirtmiyor.<br />

Avusturya ZPO § 123 kanunca tayin edilmiş bir süre bulunmadığı takdirde<br />

hakim, her bir durumda ihtiyaçları (Erfordernisse) ve somut durumunun<br />

özelliğini dikkate alarak süreyi tesbit eder demektedir. Yargıtay’ın<br />

uygulaması bu yolda olmakla beraber 19 böyle bir çözüm hak kaybına yol<br />

19 Bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım s.184 ve son.<br />

395


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

açacak bir mahkeme işleminin denetleneceğinin kabulü bakımından kolaylık<br />

getirecektir.<br />

396<br />

7. İsticvabın Konusu, m. 173/II:<br />

173/II hükmü konuyu “davanın temelini oluşturan vakıalar ve onunla<br />

ilişkisi bulunan hususlar” şeklinde belirtmektedir. HUMK m.230/II “müddebihe<br />

veya onunla münasebeti olan hallerde vakıalara” demektedir. Bilindiği<br />

gibi HUMK’da dava konusu (müddeabih) iki unsurludur (dava temeli,<br />

talep) 20 . Tasarıda da bu değişmiş değildir (bkz.m.307). Bu bakımdan<br />

isticvap’ta bir kısıtlamayı ifade eder görünen lafzı HUMK’a paralel olarak<br />

değiştirmek uygun olur.<br />

Davalının da isticvap edilebileceği düşünülürse tasarıdaki kısıtlama<br />

daha çarpıcı hale gelmektedir.<br />

8. Hukuka Aykırı Olarak Elde Edilmiş Deliller, m. 193/II:<br />

Tasarıda bu delillerin, vakıanın ispatında dikkate alınmayacağı kategorik<br />

olarak düzenlenmektedir. Gerekçede de düzenlemenin istisnasız olduğu<br />

belirtiliyor. Mesele gerçeğe varma amacı ile ilgilidir. Bu düzenleme<br />

kural olmakla beraber bazı önemli durumların istisna olarak kabul edilmesi<br />

düşünülmelidir.<br />

İsviçre Usul Tasarısı m.147/III hükmü “Kanuna aykırı olarak elde edilen<br />

deliller kural olarak dikkate alınmaz” şeklindedir. Gerçekten, gerçeğe<br />

varmanın çok önemli olabileceği hususlarda, bu durumlarda delilsiz kalmanın<br />

sakıncası, bu delillerin kullanmaktakinden daha büyük olabilir.<br />

9. Yazılı Delil Başlangıcı, m. 206:<br />

Tasarı, senetle ispat mecburiyeti esasını muhafaza etmektedir. Bunun<br />

gerçeğe ulaşmayı bir ölçüde engellediği iddia edilebilir. Ancak belirli sınırlar<br />

altında senetle ispat yasağı olmadığını büyük meblağlarda uygulamada<br />

hemen bütün hallerde senet yapıldığını düşünmek gerekir. Şahit beyanları<br />

hususundaki toplumsal tereddüt Yargıtay kararlarında dahi aksini bulmaktadır.<br />

Diğer bir deyişle mevcut güvensizlik şahit beyanına dayanan bir<br />

ispatın gerçeğe varmaya hizmet edemeyebileceği kuşkusundan kaynaklan-<br />

20 Bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım age s.267.


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

maktadır. Kanaatimce, yazılı delil başlangıcı kurumunun objektif esaslara<br />

uygun bir şekilde genişletilmesi doğru bir çözüm şekli oluşturabilecektir 21 .<br />

Ancak kuralın istisnasını teşkil eden “Yazılı Delil Başlangıcı” objektif esaslar<br />

muhafaza edilerek genişletilmelidir.<br />

10. Kötüniyetle ve Haksız Dava Açılmasının Sonuçları, m. 333:<br />

Tasarı, “hiçbir hakkı olmadığı halde dava açan” taraf’ı bazı müeyyidelere<br />

tabi tutuyor. HUMK 421 hükmü de bu lafızdadır. “veya” kelimesi her<br />

iki hükümde de var ve davacı bakımından kötü niyet aranmasını şüphede<br />

bırakıyor. Pek tabii ki burada bizatihi davayı kaybetmiş olmak kastedilmemektedir.<br />

Aksine bir düşünce tarzı “hak arama hakkı” ile bağdaşmaz.<br />

HUMK 421 hükmünün bu sakıncayı davet edecek biçimde uygulandığına<br />

kararlarda rastlamadım. Ancak burada bu noktaya açıklık kazandıracak<br />

bir düzenleme getirilmesi uygun olur.<br />

11. Hakemlerin Maddi Hukuk ile Bağlılığı:<br />

Tasarının Tahkim ile ilgili diğer bazı hükümleri de tartışma konusu<br />

yapılabilir. Ancak, usulün amacı, sosyal niteliği ve tahkim yargısının temelinin<br />

taraf iradelerine dayalı olması hususları dikkate alındıkta kanaatimce<br />

en önemli mesele hakemlerin maddi hukukla bağlılığı meselesidir.<br />

Tasarının bu konudaki tavrını m.443’ün gerekçesi belirlemektedir:<br />

“Maddenin birinci fıkrasında, hakem kararına karşı ancak yetkili mahkemede<br />

iptal davası açılabileceği hüküm altına alınmıştır.<br />

İkinci fıkrada, tahkimin amacı, niteliği, tarihsel gelişimi gereği ve tahkimde<br />

sürati temin etmek için, hakem kararlarının iptali sebepleri sınırlı<br />

olarak sayılmıştır. Şu husus ifade edilmelidir ki, hakem veya hakem kurulunun,<br />

hukuku doğru uygulayıp uygulamadığı meselesi bir iptal sebebi<br />

değildir. Tahkim, sözleşmesel bir kurumdur. Yukarıda belirtilen riskin var<br />

olduğunu düşünen taraf öncelikle tahkim yolunu seçmez. Ayrıca tahkimde<br />

hakem veya hakemlerin seçilmesi usulü, taraf serbestisine bırakılmıştır.<br />

Uyuşmazlık konusunda, uzman kişilerin hakem seçilmesi sureti ile var olduğu<br />

düşünülen riskin de ortadan kaldırılması imkanı taraflara tanınmıştır.”<br />

21 Bkz. Alangoya, “Senede Karşı Senetle İspat Kuralı” ve “Hayatın olağan akışı” Kavramı,<br />

Prof.Dr. Necip Kocayusufpaşaoğlu için Armağan Ankara 2004 s.521 ve son.<br />

397


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Anlaşılacağı üzere tasarı müellifleri hakemlerin maddi hukuk ile bağlı<br />

olmadıklarını, tahkim sözleşmesinde hakemlerin maddi hukuk ile bağlı<br />

olacakları ön görülmüş olsa bile, bunun bir etkisinin olmayacağı, bu riski<br />

almak istemeyenin tahkime başvurmaması gerektiğini ifade etmektedirler 22 .<br />

Tasarı yazarlarının, bir yandan tahkimin taraf iradelerine dayandığını<br />

kabul edip diğer yandan, tarafların iradelerini hiçe sayan bir sonuca<br />

varmaları, zannederim mensubu bulunduğumuz hukuk ailesinin hiçbirinin<br />

kanununda bulunmadığı gibi bu uniqe görüş Model kanunlarda da yer<br />

almamış, tam tersine hakemlerin maddi hukukla bağlılıkları esas kabul<br />

edilmiştir. Bu konu bu tebliğin hudutları içinde bütünü ile ele alınamaz.<br />

Ancak yukarıda belirttiklerimin bir teyidi olarak, bazı düzenlemelere kısaca<br />

ve mealen değinmek yararlı olacaktır.<br />

a) Uncitral Model Kanunu’nun (1985) 28 inci maddesi, Hakem Mahkemesinin,<br />

taraflarca ihtilafen esasına uygulanmak üzere seçilen Hukuk<br />

kurallarına uygun olarak karar vereceğini, taraflarca bu yolda bir seçim<br />

yapılmamış olması halinde, tahkim mahkemesinin uygulanabilir bulduğu<br />

kanunlar ihtilafı kurallarının belirlediği hukuku uygulayacağını, Hakem<br />

Mahkemesinin sadece tarafların yetki vermesi halinde hakkaniyet ve nasafet<br />

kurallarına göre veya amiable compositeur olarak karar verebileceğini<br />

ön görmektedir.<br />

Model Kanunun 34üncü maddesi ise hakem kararlarına karşı iptal davası<br />

açılabileceğini öngörmekte ve (tarafların anlaşmasının bu kanunun<br />

emredici hükümlerine aykırı olmaması kaydı ile) tahkim mahkemesinin<br />

kuruluşunun veya tahkim usulünün tarafların anlaşmalarına uygun olmadığını,<br />

veya, bu yönde bir anlaşmanın olmaması halinde, bu kanun hükümlerine<br />

uygun olmaması halini bir iptal sebebi olarak düzenlemiştir.<br />

b) Alman Medeni Usul Kanunu (ZPO) 10. kitabı, iç ve Milletlerarası<br />

tahkimi düzenlemek üzere ve UNCITRAL Model Kanunu (1985) esas alınarak<br />

1997 yılında bütünü ile değiştirilmiştir. ZPO § 1051, hakem mahkemesinin<br />

taraflarca ihtilafın esasına uygulanmasında mutabık kalınmış<br />

bulunan hukuk kurallarını uygulayacağını, tarafların böyle bir anlaşmalar<br />

olmaması halinde, ihtilaf konusuna en yakın irtibatta bulunan devletin<br />

kanununun uygulanacağını, Hakem Mahkemesinin ancak tarafların bu<br />

22 Bu gerekçenin, komisyonun bütün üyelerince paylaşılıp paylaşılmadığını bilmiyorum.<br />

398


Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından<br />

konuda sarih anlaşmalarının bulunması durumunda nasafete göre karar<br />

verebileceklerini düzenlemektedir. ZPO § 1059/II 1 ise Hakem Mahkemesinin<br />

kurulmasının veya tahkim yargılamasının 10. kitap veya tarafların<br />

geçerli anlaşmalarına aykırı olması ve bu hususun hükmü etkilemiş bulunması<br />

halini bir iptal sebebi olarak düzenlemiştir.<br />

c) Avusturya Medeni Usul Kanununda da UNCITRAL Model Kanunu<br />

örnek alınarak ve Alman Modeli hemen kelimesi kelimesine takip edilerek<br />

kabul edilen 23 yeni tahkim düzenlemesindeki 24 hükümleri şu şekilde<br />

özetleyebiliriz: İhtilafın esasına uygulanacak hukuk tarafların anlaştıkları<br />

hukuktur. Avusturya Usul Kanunu’nun yeni tahkim hükümleri itibariyle<br />

Model Kanun ve Alman ZPO’sundan ayrıldığı nokta, tarafların bu kanunu<br />

tesbit etmemiş olmaları halinde, esasa uygulanacak kanunun Hakem<br />

Mahkemesi tarafından seçileceğidir. Ancak hakemlerin hakkaniyete göre<br />

hüküm verebilmeleri, Model Kanun ve Alman Usul Kanunu hükmüne paralel<br />

olarak, tarafların Hakem Mahkemesini sarih olarak yetkili kılmış olmalarına<br />

bağlıdır.<br />

Hakem mahkemesi kararlarına karşı iptal davası düzenlemesi ise Model<br />

Kanun ve Alman ZPO § 1059 hükmüne paralel bir düzenleme getirmiştir.<br />

UNCITRAL Model Kanunu birçok ülke tarafından örnek alınmış<br />

ve kanunlarındaki Tahkime ilişkin hükümler bu yönde değiştirilmiştir 25,26 .<br />

23 Rechberger W.H., Das neue österreichische Schiedsrecht, Zeitschrift für Zivilprozess<br />

2006/3 s.261 ve son.<br />

24 1.7.2006 tarihinde yürürlüğe girmiştir.<br />

25 Bunlar arasında, Avustralya, Avusturya, Azerbaycan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus,<br />

Bulgaristan, Kanada, Şili, Hong-Kong özel yönetimi, Kıbrıs, Mısır, Almanya, Yunanistan,<br />

Guetemala, Macaristan, Hindistan, İran, İrlanda, Japonya, Ürdün, Kenya, Litvanya,<br />

Madagaskar, Malta, Meksika, Yeni Zelanda, Nijerya, Norveç, Paraguay, Peru,<br />

Filipinler, Polonya, Kore, Rusya Federasyonu, Singapur, İspanya, Sri Lanka, Tayland,<br />

Tunisia, Ukrayna, İngiltere, USA içinde, California, Connecticut, Illinois, Oregon ve<br />

Texas, Zambia ve Zimbabwe gibi ülkeler vardır, tam liste için bkz. http://www.uncitral.<br />

org/uncitral/en/uncitral_texts/arbitration/1985Model_arbitration_status.html.<br />

26 Bilindiği gibi İsviçre’de halen kantonal nitelikte olan Medeni Usul Kanunları yerine<br />

Federal bir usul kanunu kabulü prosedürü başlamıştır (bkz. Alangoya, İsviçre Federal<br />

Usul Kanunu’na Doğru, Prof.Özel Seliçi’ye Armağan, 2005 s.) 2006’da yayınlanan geliştirilmiş<br />

tasarıya göre, Hakem Mahkemesi<br />

Taraflarca tayin edilmiş olan hukuk kurallarına<br />

Taraflarca yetkilendirilmiş iseler hakkaniyet kurallarına göre hüküm verirler Art.379.<br />

Bir seçme veya yetkilendirme mevcut değil ise, devlet mahkemesinin uygulayacağı<br />

hukuk kurallarına göre hüküm verirler.<br />

399


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

İhtilafın esasına uygulanacak kanun bakımından Model Kanunda ve<br />

onu takip eden ülke kanunlarında kabul edilen sistem, benim 1973’de yayınlanan<br />

bir çalışmamda 27 savunduğum sistemle paralellik göstermektedir.<br />

Bu paralelliğin temelinde tahkimin bir yargı olduğu anlayışı yatmaktadır.<br />

Yargıtay’ın, tarafların tahkim sözleşmesinde hakemlerin maddi hukuku<br />

uygulamaları sarahatini getirmelerine rağmen hakemlerin maddi hukukla<br />

bağlı olmayacakları ve bu hususun temyiz denetimine tabi olmayacağı<br />

yolundaki görüşü reddeden İçtihadı Birleştirme Kararının temeli de<br />

buna dayanmaktadır 28 .<br />

Türk doktrininde hala, taraflar aksini kararlaştırmış olsalar da hakemlerin<br />

maddi hukuku uygulamak zorunda olmadıkları, bu hususun denetime<br />

tabi olamayacağı görüşü savunulmaktadır ve tasarının başta belirttiğimiz<br />

gerekçesi de bu görüşün tekrarıdır.<br />

İleride bu konuya yeniden dönme ve daha etraflı inceleme yapma hususunu<br />

saklı tutarak, burada sadece gerekçedeki anlayışın, Tahkim müessesesinin<br />

gelişmesine büyük darbe vuracağından, tabir caiz ise kişileri<br />

bu yola müracaattan alıkoyacağından, “Lass dich in kein Kompromiss, du<br />

verlierst die Sach gewiss” 29 deyişini Türk Tahkim Hukuku için kuvvetle<br />

gündeme getireceğinden endişe duyduğumu ifade etmek istiyorum 30 .<br />

400<br />

III-) Sonuç:<br />

Bu bildirinin konusu itibariyle bir sonuca bağlanması ancak çok genel<br />

bir beyanda bulunmakla mümkün olabilir. Kanaatimce çağdaş gelişmeler<br />

dikkate alındıkta tasarı, Medeni Usulün amacı ve sosyal karakteri açısından<br />

cesaret verici değildir ve yer yer HUMK düzenlemelerinin gerisinde<br />

kalmıştır.<br />

Hakem kararlarının, dosyadaki vakıa tesbitlerine, kanuna ve hakkaniyet kurallarına<br />

açık aykırılığı iptal sebebi olarak kabul edilmiştir, Art 391/f.<br />

27 Medeni Usul Hukukumuzda Tahkimin niteliği ve Denetlenmesi, 1973 s.153-191.<br />

28 İBK 28.1.1994 4/1 RG 13.4.1994, 21904.<br />

29 “Tahkim yoluna gitme, davayı kaybedeceğin muhakkaktır” Bkz. Bornhak, Schiedsvertrag<br />

und Schiedsgericht nach geschichtlicher Entwicklung und geltendem Recht, Zeitschrift<br />

für zivilprozess 30 s.17.<br />

30 Gerek tasarı gerek 4686 sayılı Milletlerarası Tahkim Kanunu hükümlerinin gerekçedeki<br />

bu anlayışı ne derece desteklediği ayrı bir meseledir ve üzerinde ayrıca durulması<br />

gereklidir.


Einleitung<br />

Gedanken Über Den Klagegrund und Die<br />

Entwicklung Der Rolle Des Richters Bei Der<br />

Sammlung Des Prozessstoffs<br />

Prof. Dr. H. Yavuz ALANGOYA *<br />

“Ein Zustand, welcher dem gesunden Menschenverstand<br />

widerspricht, ist das Ergebnis eines versteckt gebliebenen<br />

Rechtsfehlers” **,***<br />

Der Autor dieser Zeilen ist überzeugt davon, dass es nicht unbedingt<br />

richtig ist, Themen, welche bereits in Aufsätzen und Monographien<br />

abgehandelt wurden, nochmals ohne wictigen Grund zu bearbeiten.<br />

Dieser Grundsatz wird vom Autor auch bei seinen Arbeiten besonders<br />

berücksichtigt.<br />

Allerdings ist es zwingend auf eine Arbeit zu antworten, wenn diese<br />

eine vor langer Zeit in einer Monographie 1 vertretene Meinung als dem<br />

türkischen Zivilprozess widersprechend und absurd kritisiert 2 (vor allem<br />

ist erkannbar, dass diese Arbeit nur zu diesem Zwecke geschrieben<br />

* Emeritierter Professor der juristischen Fakultät der Istanbuler Universität / zur Zeit<br />

Professor an der juristischen Fakultät der Koc Universität.<br />

** Ilhan E. Postacioglu, Okumak ve Yasamak, 1987 S. 59<br />

*** Diesen Aufsatz widme ich meinem Lehrer, dem Meister des Zivilprozessrechts Prof.<br />

Dr. Ilhan E. Postacioglu, der mich mit seiner außergewöhnlichen Rechtslogik und<br />

seinem reichen Wissen unterstützte.<br />

1 Yavuz Alangoya, Medeni Usul Hukukunda Vakiaların ve Delillerin Toplanmasına<br />

İlişkin İlkeler, (İlkeler), İstanbul 1979.<br />

2 Saim Üstündag, Die Sammlung des Prozessstoffs im Türkischen Zivilprozessrecht<br />

und die damit verbundenen Probleme, Festschrift für Hans Friedhelm Gaul zum 70.<br />

Geburtstag, S. 752-756, 1997.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

wurde); insbesondere dann, wenn die Ansicht in der genannten Arbeit<br />

trotz anhaltender Kritik nicht abebbt 3 und weiterhin beibehalten wird 4 .<br />

Ich bin überzeugt, dass es gerechtfertight ist, das Thema im Rahmen<br />

dieser Arbeit nochmal zu behandeln, da es ein zentrales Thema des<br />

Zivilprozessrechtes darstellt, auch gibt es im Hinblick auf die anderen<br />

Rechtssysteme gesetzliche, rechtsprechende und wissenschaftliche<br />

Änderungen und ganz besonders aktuell die Bemühungen hinsichtlich<br />

der Gesamtänderung des türkischen Zivilprozessrechts (Hukuk Usulü<br />

Muhakemeleri Kanunu – HUMK bzw. trZPO) erlauben mir die erneute<br />

Bearbeitung dieses Themas 5 .<br />

402<br />

I. Der Klagegrund<br />

1. Meine Ansicht<br />

Der Klagegrund ist der Lebensvorgang, welcher die Tatbestandsmerkmale<br />

(Voraussetzungen) der anzuwendenden Rechtsnorm restlos ausfüllt.<br />

Mit anderen Worten, der Lebenssachverhalt umfaßt alle die<br />

Tatbestandsmerkmale der Rechtsnorm ausfüllenden Tatsachen 6 .<br />

3 Vgl. Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, Medeni Usul Hukuku Esaslari, 5. Basi 2005.<br />

4 Trotz meiner gründlichen Verfolgung der deutschen Literatur habe ich die erwähnte<br />

Festschrift vorher nie gesehen und habe sie erst kürzlich Dank der Hilfe meiner<br />

deutschen Kollegen in die Hände bekommen; auch kann ich nicht unerwähnt lassen,<br />

dass Üstündag bis zu dieser Arbeit in keiner anderen seiner Veröffentlichungen diese<br />

Kritik erhoben hat.<br />

5 Siehe zum Beispiel die Erläuterungen unter III.<br />

6 Vgl. Alangoya, (Fn. 1), S. 106 ff.; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3) S. 244 ff.;<br />

der große Senat hat mit Urteil vom 31.03.2004 Aktenzeichen 156/194 (YKD 2004/5<br />

S.667 ff.) über den Klagegrund folgendes festgestellt: “Dies ist weder gesetzlich<br />

festgelegt, noch ist es in der Lehre zu genüge behandelt worden. Unter Klasegrund wird<br />

zunächst der materielle und rechtliche Grund und die im Laufe der Zeit entstandenen<br />

streitigen Vorgänge, welche zur Klageeröffnung führten, verstanden; wenn bzgl. der<br />

vorhandenen Streitigkeiten Klage erhoben wird, hat das zuständige Gericht die für die<br />

Lösung des Konflikts notwendige gesetzliche Grudlage und Auflagen von Amts wegen<br />

zu bestimmen. Mit anderen Worten sind sie verpflichtet die vor Gericht gebrachten<br />

Streitigkeiten und Anträge nach der Zeit gültigem türkischen Recht zu lösen.” Das<br />

Urteil des großen Senats ist aus zwei Gründen verwirrend: Erstens ist die Feststellung,<br />

der Klagegrund würde nicht gesetzlich geregelt sein, nicht zutreffend, in § 179 trZPO<br />

wird der Klagegrund ausdrücklich erwähnt, auch bestimmt der § 237 Abs. 2 bei der<br />

Regelung der Rechtskraft den Klagegrund. Und zweitens ist es auch nicht zutreffend,<br />

der Klagegrund würde nicht von der Lehre zu genüge bestimmt werden. Der


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Ein weiterer Punkt ist die Problematik, inwieweit der Tatsachenkomplex,<br />

welcher den Klagegrund zustande bringt, den Klageantrag widerspiegeln<br />

muss. Meine diesbezügliche Meinung ist, dass es ausreicht, wenn die<br />

Tatsachen aus denen der Lebenssachverhalt (Klagegrund) besteht, diesen<br />

Lebenssachverhalt von einem anderen Lebenssachverhalt abgrenzt und<br />

sich in diesem Grade im Klageantrag widerspiegelt, in diesem Fall liegt ein<br />

zulässiger Klageantrag vor. Es wäre eine untragbare Last für die Parteien,<br />

wenn man erwarten würde, alle Tatsachen, aus denen der Klagegrund<br />

zusammengesetzt ist, lückenlos aufzuzählen 7 . Dieses Ergebnis wird auch<br />

durch eine Norm aus der trZPO unterstützt. § 179 Nr. 3 geht von einer<br />

kurzen Zusammenfassung aller das Klagevorbringen unterstützenden<br />

Tatsachen (den Klagegrund ausmachenden Lebenssachverhalt) aus. Da<br />

nicht alle Tatsachen einzeln in kurzer Zusammenfassung aufgezählt<br />

werden können, ist damit die kurze Widergabe des Sachverhalts gemeint<br />

und daran ist zu erkennen, dass nicht alle den Klagegrund ausmachenden<br />

Tatsachen aufgezählt werden müssen. Allerdings verlangt der Wortlaut der<br />

Norm die “offene” Zusammenfassung aller Tatsachen. Mit dieser Offenheit<br />

muss die Abgrenzbarkeit des Lebenssachverhalts, der dem Klagegrund<br />

zugrunde liegt, zu anderen Sachverhalten verstanden werden 8 .<br />

Es ist somit auch keine Klage(grund)änderung, wenn Tatsachen,<br />

die nicht in dem ausreichend individualisierten Lebenssachverhalt<br />

mitaufgenommen wurden, die aber zum Klagegrund dazuzählen, später in<br />

die Klage miteinbezogen werden. § 185 Nr. 2 unterstützt dieses Ergebnis.<br />

Es ist in der Tat auch keine Änderung der Natur der Klage bei Einbringung<br />

Klagegrund ist eines der am meisten abgehandelten Themen in der türkischen Doktrin,<br />

für die in dieser Arbeit erwähnten Autoren und deren zitierte Arbeiten und bzgl. der<br />

Entscheidungen des obersten türkischen Gerichtshofes siehe Alangoya/Yildirim/<br />

Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 244 ff., siehe bzgl. der Ausführungen und Entscheidungen<br />

hinsichtlich der Rechtskraft und insbesonders den Klagegrund zutreffend erklärende<br />

Entscheidungen des grossen Senats S. 551 ff.; in der Entscheidung vom 31.03.2004 hat<br />

der große Senat in den Klagegrund Begriff auch den Rechtsgrund miteingegliedert, dies<br />

ist aber nicht akzeptabel, da es heutzutage sowohl in der Rechtsprechung und der Lehre<br />

übereinkommend feststeht, dass der Rechtsgrund bzw die rechtlichen Ausführungen<br />

nicht vom Klagegrund Begriff umfaßt werden, vgl. die oben zitierten Stellen; im Urteil<br />

wird der Klagegrund mit “die mit der Zeit enstandenen Streitigkeiten vorzutragen”<br />

ausgeführt, was diese Erklärung zu bedeuten hat, ist allerdings nicht verständlich.<br />

7 Insbesondere zeigt sich das bei komplexen Streitigkeiten, Alangoya/Yildirim/Deren-<br />

Yildirim, (Fn. 3), S. 245; Alangoya, (Fn. 1) S. 106, 107.<br />

8 Alangoya, an den genanten Stellen.<br />

403


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

einer solchen tatsächlichen Ausführung. Der Lebenssachverhalt ist immer<br />

noch der gleiche wie in dem Klageantrag 9 .<br />

Ich bin der Ansicht, dass meine Schlußfolgerung durch die Struktur<br />

des Gesetzes und durch die Form, die die Struktur durch die erweiterten<br />

Befugnisse des Richters angenommen hat, unterstützt wird. Außerdem<br />

fügt sie sich in den Zweck und die historische Entwicklung ein (siehe<br />

auch die Ausführungen zur Fußnote 177).<br />

404<br />

2. Üstündags Ausführungen<br />

a) Der Autor hat in seiner erwähnten Arbeit mit den Worten “viele<br />

Autoren übersehen den Unterschied zum deutschen Recht und versuchen<br />

den Klagegrund wie im deutschen Recht zu gestalten” mich als Beispiel<br />

aufgezählt und meine oben genannte Meinung als nicht mit dem türkischen<br />

Recht vereinbar gewürdight 10 .<br />

Der Autor läßt meine oben kurz dargestellte und begründete und auch<br />

in der trZPO verankerte Lösung unbeachtet. Er hätte dies bemerken und<br />

begründen müssen, warum dies nicht dem türkischen Recht entspricht.<br />

Er unterläßt dies und begnügt sich mit den Ausführungen, im deutschen<br />

Recht sei das mündliche Verfahren anerkannt, in solchen Systemen würde<br />

die Eventualmaxime abgelehnt werden, § 264 Nr. 1 ZPO erlaube die<br />

Ergänzung oder Berichtigung der tatsächlichen Ausführungen während<br />

des Prozesses, dies sei im türkischen Recht nicht gültig (S. 752). Allerdings<br />

übersieht er meine Ausführungen in Hinblick auf § 179 Nr. 3, dass die<br />

“Zusammenfassung” offen sein muss und meine Erläuterungen zu der<br />

Änderung der “Natur” in § 185 Nr. 2 trZPO.<br />

b) Zunächst einmal vertrete ich die Meinung, der Klagegrund ist der<br />

“Lebenssachverhalt”. Dies setzt sich aus den ganzen Tatsachen zusammen,<br />

die die Rechtsnorm ausfüllen. Falls die Tatbestandsmerkmale der<br />

Rechtsnorm durch die stattgefundenen Tatsachen nicht gedeckt sind oder<br />

sie aber alle stattgefunden haben, jedoch nicht in den Prozess eingeführt<br />

wurden, so reichen in beiden Fällen die tatsächlichen Ausführungen<br />

nicht aus, um die Tatbestandsmerkmale der Rechtsnorm auszufüllen,<br />

9 Vgl. Alangoya, (Fn. 1), S. 108; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 264<br />

10 Üstündag, (Fn. 2), S. 752 Fn. 7.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

die Klage muss daher abgewiesen werden 11 . Somit ist die Behauptung,<br />

ich hätte beim Klagegrund ein anderes Rechtssystem als Ausgangbasis<br />

angenommen, unzutreffend. Ich habe lediglich das Problem, inwieweit der<br />

Lebenssachverhalt sich im Klageantrag widerspiegeln muss, behandelt 12 .<br />

Parallel dazu lehne ich meine Ansicht über die Änderung des<br />

Klagegrundes wieder an das trZPO (§ 185 Nr. 2) an und vertrete die<br />

Meinung, dass bei genügender Individualisierung des Klagegrundes in<br />

dem Klagebegehren eine später eingeführte tatsächliche Ausführung in<br />

den Prozess keine Änderung der “Natur” der Klage ist 13 . Falls es für den<br />

Richter aus dem Klageantrag (oder aus der Akte, denn die betreffende<br />

tatsächliche Ausführung kann auch vom Beklagten stammen) erkennbar<br />

ist, dass die Tatbestandsmerkmale der Rechtsnorm nicht ausgefüllt<br />

werden, so hat er dem Kläger mitzuteilen (§ 75 Abs. 2 trZPO), dass die<br />

betreffendeRechtsnorm (gesetzliche Regelung) nicht anwendbar ist 14 . Ich<br />

bin der Ansicht, dass daraufhin (oder von selbst) der Kläger die tatsächliche<br />

Ausführung und deren Beweismittel dem Gericht darzubringen hat und<br />

falls im Klageantrag der Klagegrund hinreichend individualisiert ist kann<br />

der Richter im Angesicht der § 179 Nr. 1 und § 185 Nr. 2 trZPO diese Klage<br />

nicht abweisen, er muss auch nicht das Einverständnis der anderen Partei<br />

ersuchen oder eine Berichtigung der Parteihandlung verlangen 15 .<br />

11 Vgl. (Fn. 1), S. 108 und die dortige Fußnote 41.<br />

12 Vgl. Fußnote 9.<br />

13 (Fn. 1), S. 109.<br />

14 Es ist nicht möglich, dass der Richter eine tatsächliche Ausführung von Amts wegen<br />

in den Prozess einführt; der Richter ist auch nicht befugt, auf eine konkrete Tatsache<br />

hinzuweisen, dies wäre ein Verstoß gege § 75 Abs. 2 und würde zugleich auch eine<br />

Verletzung des Neutralitätsprinzip darstellen; die betreffende Regelung geht davon<br />

aus, dass darauf hingewiesen wird, dass der Klagegrund die Tatbestandsmerkmale<br />

des angestrebten Ziels des Klägers nicht ausfüllt, vgl. Schilken, Medeni Yargilamada<br />

Hakimin Rolü (Übersetzerin: Nevhis Deren-Yildirim), in: Ilkeler Isigi Altinda Medeni<br />

Yargilama Hukuku, Derleyen: M. Kamil Yildirim, 2. Basi, Istanbul 2001, S. 43-66<br />

(Die Rolle des Richters), S. 62, 63; der Richter muss hier so früh wie möglich seine<br />

Pflicht nach § 75 Abs. 2 erfüllen und eine genügende Frist für die Einbringung der<br />

tatsächlichen Ausführungen setzen, § 163 Satz 2 und 3.<br />

15 Habscheid’s Ausführungen sind von Bedeutung, er hat das schweizerische Recht<br />

untersucht und seine Meinung in seiner zweiten Auflage (1990, erste Auflage 1986)<br />

weisen eine große Parallelität zu meiner Auffassung auf, § 34 II 1 Rn 415: “... ohne<br />

Änderung des Lebenssachverhalts keine Klageänderung. Ebensowenig liegt eine<br />

Klageänderung vor, wenn einzelne Tatsachen innerhalb des identisch bleibenden<br />

Lebenssachverhalts ergänzt oder korrigiert werden. Immerhin: wenn durch den neuen<br />

405


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Üstündağ hat sich zu diesen Meinungen nicht geäußert und hat,<br />

ohne auf die Problematik, inwieweit der Klagegrund den Klageantrag<br />

widerspiegeln muss, einzugehen, meine Ansicht als dem türkischen Recht<br />

widersprüchlich gewürdigt.<br />

c) An diesem Punkt muss ich auf eine Meinung von Üstündag, die er<br />

aber in seiner mich kritisierenden Arbeit nicht erwähnt hat, eingehen. Der<br />

Autor vertritt die Ansicht, alle tatsächlichen Ausführungen, aus denen<br />

Lebenssachverhalt bzw. der Klagegrund zusammengesetzt sind, müßten<br />

im Klageantrag aufgezählt werden 16 , und nach seinen Worten “am Anfang<br />

des Prozesses kann sich jeder Kläger oder Beklagte, egal wie weitsichtig<br />

und sorgfältig sie handeln, bei der Sammlung des Prozessstoffes als Ganzes<br />

großen Schwierigkeiten gegenüber sehen” führt er weiterhin aus “sei die<br />

Möglichkeit der Billigung bis zu einem gewissen Grade von der späteren<br />

Einführung der tatsächlichen Ausführungen, die die Klagebehauptung und<br />

Verteidigung erläutern und unterstützen, gegeben. Diese Auslegung hat<br />

bzgl. des Klägers auch eine positiv formulierte Stütze. Denn der § begnügt<br />

sich mit der Formulierung, es sei nur zwingend, alle den Klageantrag<br />

aufbauenden Tatsachen offen zusammenzufassen und mitzuteilen, somit<br />

würde stillschweigend die weitere Ausführung von Tatsachen zwecks<br />

Erklärung der Zusammenfassung im fortlaufenden Prozess geduldet<br />

werden” 17 .<br />

406<br />

Tatsachenvortrag ein neuer Lebenssachverhalt eingeführt wird, liegt Klaeänderung<br />

vor.”<br />

Mein Ergebnis aus meiner Arbeit von 1978 über die Regelungen der trZPO weist große<br />

Ähnlichkeiten mit der Auffassung von Habscheid auf; die Beispiele von Habscheid über<br />

die Änderung des Klagegrunds, welche die Klageänderung nach sich ziehen, stimmen<br />

mit meinen Beispielen überein: Der Kläger begeht Feststellung seines Eigentums und<br />

beruft sich auf Kauf und Übereignung. Dann läßt er diesen Sachverhalt fallen und<br />

beruft sich auf Erbfolge. – Der Kläger beansprucht Zahlung von Franken 10.000 aus<br />

einem am 1.2. abgeschlossenen Kaufvertrag. Dann erklärt er, er verlange die Franken<br />

10.000 aus einem Vertrag vom 6.4.<br />

16 Üstündag, S., Iddia ve Müdafaanin Degistirilmesi Yasagi, 1967 (Tez), S. 106, 110, 114.<br />

17 Tez (Fn. 14), S. 115, der Autor hat diese seine Meinung später auch in seinem Lehrbuch<br />

vertreten, vgl. Üstündag, S., Medeni Yargilama Hukuku, 1. basi (1973) S. 316; 2. basi<br />

(1977) S. 439, 3. basi S. 450; 4. basi (1989) S. 439; 5. basi (1992) S. 515, 516; 6. basi<br />

(1997) S. 530; 7. basi (2000) S. 530; vgl. für die engste Auslegung des § 179 Nr. 3<br />

trZPO, wonach alle Tatsachen am Anfang des Prozesses lückenlos beigebracht werden<br />

müssen, Yildirim, M.K., Teksif ve Sözlülük Ilkeleri Acisinden Yargilama Usulleri<br />

Hakkinda Düsünceler, in Festschrift für Prof. Dr. Ergun Önen, 2003 S. 480.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Der Autor hat die Schwierigkeit der Beibringung aller Tatsachen,<br />

die den Klagegrund ausmachen, am Prozessbeginn aufgezeigt und in<br />

Anlehnung an die Zusammenfassung in § 179 unmissverständlich auf die<br />

Möglichkeit, dass nicht alle tatsächlichen Ausführungen im Klageantrag<br />

aufzuzählen sind, hingewiesen und dass es zu billigen sei, diese auch<br />

später “wenn auch nur im gewissen Grade” in den Prozess einzuführen.<br />

Somit hat Üstündag akzeptiert, dass der Lebenssachverhalt,<br />

der den Klagegrund, darstellt zusammenzufassen ist und dass diese<br />

Zusammenfassung nicht alle dem Klagegrund zugrundeliegenden<br />

Tatsachen zu erfassen braucht. Bis zu diesem Punkt stimmt er selber nit<br />

der Ansicht, von der er meint, diese würde dem trZPO widersprechen,<br />

überein.<br />

Da Üstündag die Meinung vertritt es sei erlaubt, die tatsächlichen<br />

Ausführungen “bis zu einem gewissen Grade” später noch einzuführen,<br />

muss dieser gewisse Grad erörtert werden. Der Autor führt aus, es<br />

sei möglich, “die Zusammenfassung erläuternde” Tatsachen später<br />

beizubringen 18 , jedoch “wichtige tatsächliche Ausführungen, die nicht im<br />

Einklang” mit dem Klagegrund zu bringen seien, könnten später nicht in<br />

den Prozess eingebracht werden 19 .<br />

Hinsichtlich der Meinung, mache Tatsachen, die dem KTlagegrund<br />

angehören, bräuchten aufgrund der Zusammenfassung nicht mehr in den<br />

Klageantrag eingeführt zu werden, diese könnte man jedoch später in<br />

den Prozess einbringen, muss im Hinblick auf das Abgrenzugskriterium<br />

des “Grades” eingestanden werden, dass es schwer ist, diese Meinung<br />

mit den Prinzipien des Zivilprozessrechts in Einklang zu bringen. Wenn<br />

man diese Außerung des Autors als das Verbot des späteren Einführens<br />

von Tatsachen, die den Klagegrund änden, verstehen kann, dann ist diese<br />

Ansicht zutreffend und entspricht auch meiner Meinung 20 .<br />

18 Tez (Fn. 14), S. 115.<br />

19 Vgl. das zitierte Buch in Fußnote 14.<br />

20 Auch wenn die später eingebrachte Tatsache den Rechtsgrund nicht ändert, kann sie<br />

den Klagegrund ändern und dies kann einen Verstoß darstellen; wenn z. B. der Kläger<br />

von dem Beklagten statt der Rückgabe eines Darlehens die Rückgabe eines anderen<br />

Darlehens in selber Höhe fordert, so stellt dies eine Klagegrundänderung dar, vgl.<br />

Alangoya, (Fn. 1), S. 108, 109 und Fußnote 43; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn.<br />

3), S. 265.<br />

407


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Das spätere Einbringen von tatsächlichen Ausführungen, die nicht dem<br />

Klagegrund angehören (mit den Worten des Autors, die nicht im Einklang<br />

mit dem Klagegrund stehen), hat keine Wirkung und ist bedeutungslos.<br />

Es gibt keine andere Möglichkeit als unter “die Zusammenfassung<br />

erläuternde” Tatsachen die tatsächlichen Ausführungen zu verstehen,<br />

die während der Zusammenfassung nicht aufgezählt wurden. Allerdings<br />

ist aus Üstündags Arbeiten nicht ersichtlich, “bis zu welchem Grad” die<br />

Tatsachen, die im Klageantrag nicht erwähnt wurden, später noch in den<br />

Prozess eingeführt werden können 21 .<br />

Bevor man einen Schlußpunkt unter dieses Thema setzt, muss auch<br />

erwähnt werden, dass es unzutreffend von Üstündag ist, das Urteil vom<br />

großen Senat mit Datum vom 12.09.1956 und Aktenzeichen 67/66 22 als<br />

Beispiel für die Meinung der späteren Einführung von Tatsachen in den<br />

Prozess anzugeben 23 . In dem dem Urteil zugrunde liegenden Sachverhalt<br />

hat der Kläger vorgetragen, von dem streitigen Grundstück existiere kein<br />

Grundbuchauszug (amtliche Urkunde über den Grundbesitz) und Klage<br />

erhoben, der Beklagte hat daraufhin behauptet, über das betreffende<br />

Grundstück liege ein Grundbuchauszug vor und hat eine entsprechende<br />

Urkunde vorgelegt, woraufhin der Kläger behauptet hat, dieser vorgelegte<br />

Grundbuchauszug würde nicht das streitige Grundstück umfassen.<br />

Hier ist aber nicht die Rede von einer nicht in der Zusammenfassung<br />

erwähnten tatsächlichen Ausführung, die sich somit nicht im Klageantrag<br />

widerspiegelt, sondern dies ist vielmehr die Einrede des Klägers auf die<br />

Verteidigungsbehauptung des Beklagten (vgl. § 209 trZPO) 24 .<br />

21 Der Autor lehnt diese seine Ansicht an den § 179 an (vgl. den Text in Fußnote 16), hat<br />

aber in seiner Arbeit dies unbeachtet gelassen.<br />

22 Ictihatlar Külliyati 1956 C. I-II No. 535.<br />

23 Tez (Fn. 14), S. 115, 116 Fußnote 192; Buch (Fn. 15), 1. basi; S. 316; 2. basi S. 439; 3.<br />

basi S. 451, 4. basi S. 440; 5. basi S. 516; 6. basi S. 530; 7. basi S. 530 Fußnote 37.<br />

24 Im Urteil vom 03.11.1973 nit Aktenzeichen vom 972/101-831, welches Üstündag in<br />

seinem Lehrbuch (7. basi S. 530 Fußnote 37) erwähnt geht es um folgenden Sachverhalt:<br />

Es wird die Hypothese angenommen, das Entgelt sei als nicht wahrheitsgemäß im<br />

Klageantrag vorgetragen, und bei dieser hypothetischen Annahme ist es nicht möglich,<br />

die Tatsache später einzuführen (hier hat der Kläger als Optionsrecht in Höhe von<br />

10.000 TL geklagt und der Beklagte hat vorgetragen, beim Grundbuchamt habe man<br />

die vorgenommene Handlung jedoch unter der Angabe von 64.000 TL vorgenommen,<br />

daraufhin habe der Kläger behauptet, das tatsäshliche Entgelt betrafe 10.000 TL und<br />

der Betrag von 65.000 TL sei unzutreffend; selbst wenn man die Hypothese, dies sei<br />

nicht im Klageantrag vorgetragen, annimmt [und wenn man das bestimmende Element<br />

408


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

II § 75 Abs. 3 trZPO<br />

Üstündag hat in seiner betreffenden Arbeit meine Ansicht, die ich in<br />

meiner Veröffentlichung Ilkeler bzgl. der dem Richter gemäß § 75 Abs. 3<br />

trZPO verliehenen Kompetenz vertrete, als absurd bezeichmet 25 .<br />

1. Meine Meinung zu diesem Theme<br />

GemäB § 75 Abs. 3 “kann der Richter in jedem Abschnitt des Prozesses<br />

innerhalb der Behauptungen der Parteien bleibend die für sie notwendigen<br />

des Klageantrags berücksichtigt, so ist es nicht notwendig, dass es so einer Hypothese<br />

entspricht, vgl. Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3) S. 240], so gilt hier ebenfalls<br />

das über das Urteil in Fußnote 20 gesagte; hierauf ist nicht verständlich wofür das<br />

Urteil vom 6. Senat mit Datum vom 22.12.1983 und Aktenzeichen 13314/13262 (Yasa<br />

1984/Subat S. 227 No. 103), welches Üstündag unter derselben Fußnote angibt, als<br />

Beispiel dienen soll; auch befindet sich eine weitere Entscheidung in dieser Fußnote,<br />

die Üstündag aus der Veröffentlichung von Olgac, Türk Borçlar Kanunu, Akdin<br />

Muhtelif Nevileri (1970) entnommen hat, allerdings ohne Datums-, Aktenzeichenund<br />

Gerichtsangabe, jedenfalls betrifft auch diese Entscheidung nicht die §§ 179 und<br />

185 trZPO, sondern den § 76 trZPO, denn die Entscheidung und Feststellung<br />

über die tatsächliche Ausführung, obeine Mahnung notwendig ist bzgl. der nicht<br />

ordnungsgemäßen Nutzung eines Ladenlokals und ob dies eine nicht ordnungsgemäße<br />

Nutzung des Ladenlokals darstellt, ist Aufgabe des Richters, vgl. iura novit curia<br />

Alangoya, (Fn. 1), S. 102 Fußnote 19.<br />

25 S. 754; ich muss bemerken, dass ich Schwierigkeiten habe, aus der Arbeit von<br />

Üstündag zu verstehen, warum meine Meinung absurd sein soll; manche meiner<br />

Kollegen haben sogar erwähnt, es könne sogar sein, dass einige Sätze fehlen. Ich habe<br />

Üstündag gebeten bzgl. seiner Arbeit schriftlich oder mündlich Stellung zu nehmen<br />

und ihm auch mitgeteilt, dass ich seine Erklärung in meiner beabsichtigten Arbeit<br />

wörtlich übernehmen werde; aber leider habe ich keinen Erfolg erzielt. Aus diesem<br />

Grund zitiere ich nun die Begründung für die “absurde” Meinung wörtlich: “Nach §<br />

75 Abs. 3 trZPO hat der Richter das Recht, vom Kläger und Beklagten Beweismittel<br />

zu verlangen, jedoch nicht das Recht, auf ein bestimmtes Beweismittel hinzuweisen.<br />

Das Gesetz beschränkt diesbezüglich das Recht des Richters auf den von den Parteiein<br />

vorgebrachten Prozessstoff. Diese Vorschrift wird von einigen Juristen anders ausgelegt.<br />

Nach dieser Ansicht hat der Richter auch das Recht, eine bestimmte Beweisführung<br />

mit bestimmten Beweismitteln zu verlangen. Diese Juristen sind der Ansicht, dass eine<br />

andere Auffassung das Resultat einer strengen Bindung an die Verhandlungsmaxime<br />

ist (12) [Alangoya, (Fn. 1), S. 165 Fußnote 211]. Weiterhin führen dieselben<br />

Juristen folgendes an:” Damit der Richter von Amts wegen bestimmte Beweismittel<br />

verlangen kann, muss dieses Verlangen einen Anhaltspunkt in der Klageschrift oder<br />

Erwiderungsschrift finden”. Bei solch einer begrenzung wirkt die Behauptung, dass<br />

der Richter unbefugt nach Beweismitteln verlangt, natürlich absurd”. Ich werde später<br />

auf diese Zeilen von Üstündag zurückkommen und das, was ich verstanden habe,<br />

bearbeiten (vgl. Fußnote 48).<br />

409


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

und ihre Vernehmung wichtigen Beweismittel verlangen”. Diese Norm<br />

regelt die Darlegung und Einhringung der Beweismittel, die vorher von<br />

den Parteien nicht aufgeführt waren 26 . In der Schweiz wird angenommen,<br />

dass mit dieser Regelung dem Richter ein Mittel zur zügigen Prüfung der<br />

durch die Parteien eingebrachten tatsächlichen Ausführungen auf deren<br />

Wahrheitsgehalt hin gegeben ist 27 . Diese Regelung verfolgt den Zweck, den<br />

Wahrheitsgehalt der Tatsachen auf die bestmöglichste Art festzustellen 28 .<br />

§ 75 Abs. 3 ist von der Befugnis des Richters, von Amts wegen einen<br />

gerichtlichen Augenscheinsbeweis anzutreten oder einen Sachverständigen<br />

heranzuziehen (§ 275, § 363 trZPO, vgl. § 144 ZPO), zu unterscheiden.<br />

Im deutschen Recht gibt es keine dem § 75 Abs. 3 ähnliche Regelung<br />

über das richterliche Verlangen nach Beweismitteln. In der Tat gibt<br />

es außer den § 142, § 143 ZPO, die das richterliche Anordnen der<br />

Urkundenvorlegung durch die Parteien oder durch einen Dritten regeln<br />

(vgl. § 326 f, Regelung der Vorlage von Urkunden), § 273 Abs. 2 ZPO, welcher<br />

im Rahmen der Vorbereitung des Verhandlugstermins die Ergänzung der<br />

Schriftsätze durch die Parteien und die Mitteilung von behörden oder<br />

Träger eines öffentlichen Amtes um Mitteilung von Urkunden oder um<br />

Erteilung amtlicher Auskünfte vorsieht, § 448 ZPO, der die Vernehmung<br />

von Amts wegen beinhaltet (vgl. § 230 f trZPO), keine andere Regelung, die<br />

den Richter hinsichtlich der Sammlung von Beweismitteln ermächtigt 29 .<br />

26 Die Quelle von § 75 Abs. 3 trZPO ist der Art. 69 Abs. 3, dessen Aufnahme im Jahr 1925<br />

in das Zivilprozessrecht des Kantons Neuenburg war damals eines der wichtigsten<br />

Änderungen, vgl. Alangoya, (Fn. 1), S. 163 Fußnote 202; in der neuen Neuenburger<br />

Zivilprozessordnung entspricht die Regelung dem Art. 57 Abs. II, und dort wird<br />

angenommen, dass diese Norm die bis dahin nicht vorgetragenen Beweismittel regelt,<br />

vgl. Bohnet F., CPCN Code de Proceduré civile neuchâtelois, commenté 2003 Art. 57<br />

Al. 2 S. 94 f.<br />

27 Dies wird ausdrücklich in dem Bericht der Conseil d’Etat erwähnt, vgl. Juchli, Die<br />

Beweisaufnahme von Amts wegen im erstinstanzlichen Vermögensprozess nach<br />

Schweizerischen Prozessrechten, 1954 S. 60 und dort Fußnote 4; siehe für die<br />

französische Übersetzung des Textes Alangoya, (Fn. 1), S. 163 Fußnote 202 und 203;<br />

diese Kompetenz des Richters war damals in vielen Kantonen geregelt, vgl. Alangoya,<br />

(Fn. 1), S. 164 Fußnote 208.<br />

28 Vgl. Leuch, Die Zivilprozessordnung für den Kanton Bern 3. Auflage 1956 Art 214 N.1<br />

S. 237, 238.<br />

29 Heinze, M., Parteiherrschaft versus Richtermacht im Zivilprozess, Festschrift für Kostas<br />

E. Beys, Athen 2003 Erster Band S. 515 ff. (532, 535 f.); der Autor betont die Wichtigkeit<br />

der Parteiherrschaft auf diesem Gebiet; wegen des Sachverständigen siehe § 358a Abs.<br />

410


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Allerdings wird zu Recht angenommen, dass die in § 75 Abs. 3 trZPO<br />

verankerte Aufklärungspflicht auch im Rahmen des § 139 Abs. 1 ZPO<br />

hinsichtlich der Beweismittel gegeben ist 30 .<br />

Der Kernpunckt hier ist, was für eine Ermächtigung der § 75 Abs. 3<br />

trZPO dem Richter verleiht. Nach der in der türkischen Rechtsprechung 31<br />

und Lehre 32 vertretenen Ansicht kann der Richter vom Kläger und<br />

Beklagten das Vorbringen von Beweismitteln, nicht jedoch nach einem<br />

bestimmten Beweismittel verlangen. Nach dieser Meinung kann der<br />

Richter in Anlehnung an § 75 Abs. 3 die Parteien fragen, ob sie noch ein<br />

weiteres Beweismittel haben oder nicht, mit anderen Worten kann er<br />

somit augzeigen, dass der notwendige Beweis noch nicht erbracht werden<br />

konnte, nach dieser vertretenen Ansicht verleiht der § 75 Abs. 3 dem<br />

Richter keine weitergehende Ermächtigung.<br />

Meiner Meinung nach läßt diese Ansicht zwei Punkte außer Acht und<br />

kommt daher zueinem unzutreffenden Ergebnis. Erstens widerspricht<br />

die derartige Auslegung gegen die Prinzipien des Zivilprozessrechts und<br />

auch die Vorschriften der trZPO stehen ihr entgegen. In der Tat kann<br />

diese Auslegung des § 75 Abs. 3 die Bedeutung haben, dass der Partei<br />

mitgeteilt wird, die beweispflichtiğe Tatsache ist noch nicht bewiesen und<br />

dass hierzu weitere Beweismittel notwendig sind 33 . Hierfür bedarf es aber<br />

nicht des § 75 Abs. 3. Der Richter muss sich dazu ohnehin im Rahmen<br />

seiner Aufklärungspflicht (§ 75 Abs. 2) und aufgrund des Prinzips 34 , die<br />

2 Zif. 4, § 404, § 405; vgl außerdem Schilken, (Fn. 13a) und für die letzte Änderung in<br />

der deutschen ZPO siehe Fußnote 65a f. und die dortigen Texte und insbesonders auch<br />

die Feststellung von Gaul in der Fußnote 58.<br />

30 Schilken, (Fn. 13a), S. 65.<br />

31 HGK 3.6.1970 E. 66/3-1535 K.288, Son ict 1071 sayi 276 S. 839-839.<br />

32 Die in Fußnote 2 erwähnte Arbeit von Üstündag, S. 754; Ders Kitabi, (Fn. 15), 7. basi<br />

S. 241 ff.; Kuru, B., Hukuk Muhakemeleri Usulü 5. basi 1990 cII S. 241, 242 S. 1391; 6.<br />

basi c.II S. 2022, der Autor hat in seiner betreffenden Arbeit in der Fußnote 128 mit der<br />

Aussage, ich würde vertreten, der Richter könne jede Art von Beweismitteln von Amts<br />

wegen selbst bestimmen, einen falsche Eindruck erweckt, vgl. Ilkeler (Fn. 1), S.170 f.,<br />

diese Arbeit Fußnote 36 f. und diesbezüglich die Eingrenzung von § 75 Abs. 3.<br />

33 Alangoya, (Fn. 1), S. 165; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 315 ff.<br />

34 Alangoya, (Fn. 1), S. 96 und siehe die Ausführungen und Autoren in Fußnote 6; das<br />

wichtigste Element des rechtlichen Gehörs, nämlich das Überraschungsverbot ist<br />

derzeit in den Gesetzesänderungsarbeiten vorhanden, diesbezüglich hat man sich<br />

nicht mit der Rechtsprechung begnügt, sondern dies gesetzlich geregelt. In der Tat<br />

411


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Partei nicht einem Überraschungsurteil auszusetzen, äußern. Ein weiterer<br />

Punkt ist, dass die trZPO weitere Regelungen enthält, die hinsichtlich des<br />

Richters diesbezügliche Aufgaben und Ermächtigungen vorsieht. In der<br />

Tat sieht § 217 folgende Regelung vor, falls der Prozess keine genügende<br />

“Klärung” für ein Urteil enthält, so ist für den Beweis des Streitgegenstandes<br />

die Vorlagevon weiteren Beweismitteln und die gegenseitige. Zustellung<br />

diesbezüglich unter der Wahrung einer zulässigen Frist geregelt. Die weitere<br />

wichtige Regelung ist in § 378 trZPO enthalten. Wenn der Richter während<br />

des Prozesses zu dem Schluss gelangt, die vorgetragenen Tatsachen sind<br />

nicht durch die beantragten Beweismittel bewiesen worden, so kann er<br />

anordnen, dass für diese tatsächlichen Ausführungen neue Beweismittel<br />

vorgetragen werden 35 .<br />

412<br />

haben die in dieser Hinsicht Kontinuität gewonnenen Urteile des österreichischen<br />

obersten Gerichtshofs dieses Verbot immer wieder hervorgehoben (siehe Fasching, Der<br />

mühsame Weg zur Prozessbeschleunigung, Festschrift für Kostas Beys Erster Band,<br />

2003 S. 305 ff. (312)). Trotz dieser Kontinuität wurde aufgrund des Drängens durch die<br />

Rechtsanwälte der § 278 Abs. 3 der deutschen ZPO als Beispiel genommen und gesetzlich<br />

geregelt (am 01.01.2003 in Kraft getretene 2002 datierte Zivilverfahrensnovelle-BGBC<br />

I 76/2002, Paragraf 182a); Fasching vertritt die Ansicht, diese Regelung sei nicht mit<br />

der Prozessbeschleunigung in Einklang zu bringen, S. 314. Das früher in § 278 Abs. 3<br />

enthaltene Verbot ist im neuen Gesetz in § 139 Abs. 2 geregelt. In der Begründung wird<br />

aufgefüht, dass das Verbot, welchem das rehtliche Gehör zugrunde liegt, nun konkret<br />

geregelt ist (Rimmelspacher, Zivilprozessreform 2002, 2002 S. 139, siehe weiter unten<br />

Fußnote 67a); außerdem siehe Leipold, § 278, 24 f., in Stein-Jones ZPO 21. Auflage,<br />

1994-1999.<br />

35 Meiner Ansicht nach ist die Auslegung, der § 378 sei nur auf Kammergerichte beschränkt,<br />

bei Einzelrichtersachen müsse der Richter bei einem Nichtbeweis dies mitteilen und<br />

nach neuen Beweismitteln verlangen, nicht zutreffend, vgl. Kuru, (Fn. 29), 5. basi c.II<br />

S.2015, 2016, 6. basi c.III S. 2943 f.; da es um kein Interesse für eine gegenteilige Lösung<br />

geht, ist dieser Weg nicht mit§ 75 Abs. 2 und dem Überraschungsverbot vereinbar,<br />

siehe Fußnote 31; der in § 378 vorgesehene Weg wird bei Einzelrichtern (auch bei<br />

den Landgerichten sind nun aufgrund des Gesetzes nun Einzelrichter vorgesehen,<br />

5235 Sa. K. § 5 Abs. 2) wie folgt angewandt: Bei einem Nichtbeweis wird dieser<br />

Zustand festgestellt und bevor neue Beweismittel verlangt werden, die Untersuchung<br />

beendigt; die von mir kritisierte angenommene Form würde dazu führen, dass der<br />

§ 75 Abs. 3 bei Einzelrichtersachen das Gegenstück zu § 378 darstellt und dies ist<br />

unakzeptabel. Meiner Meinung nach ist bei § 75 Abs. 3 wie bei § 75 Abs. 2 die Rede<br />

von einer Aufgabe des Richters; siehe Ilkeler S. 169; bei Leuch, (Fn. 26), wird bemerkt,<br />

dass in dem ersten Satz des Art. 214 Zivilprozessrecht des Kantons Bern, trotz der<br />

Formulierung: “Der Richter kann von den Parteien nicht vorgetragene Beweismittel an<br />

sich ziehen” eine Pflicht enthalten ist, Art 214 N.1 S. 237, 238; die gleiche Auffassung<br />

wird in dem Urteil des grossen Senats, aufgefüht in Fußnote 42 vertreten; Bohnet<br />

(Fn. 23) hat in seinem Kommentar zur Neuenburger Zivilprozessordnung (1992)<br />

(siehe Fußnote 24) über den Art. 57 Abs. 2, der dem § 75 Abs. 3, entspricht bemerkt,


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Ein weiterer außer Acht gelassener Punkt ist die Tatsache, wie die<br />

Aufnahme der betreffenden Norm in dem Gesetz, welches unserem als<br />

Quelle dient, bewertet wird 36 . Hier bestehen keine Zweifel darüber, dass<br />

der Richter mit dieser gesetzlichen Regelung zur Beweismittelerlangung<br />

von Amts wegen ermächtigt wird 37 . Es ist nicht die Rede davon, bis zu dem<br />

Prozessabschnitt nicht vorgetragene Beweismittel anzuordnen 38 .<br />

dass dieser keine Pflicht, sondern eine Ermächtigung enthält und die Nichtnutzung<br />

dieser Ermächtigung nicht als Willkür zu bewerten sei und dass der Richter, wenn<br />

er will, von diesem seinem Ermessen Gebrauch macht (Art. 57 Al. 2 Nr. 3 S. 95);<br />

meiner Meinung nach entspricht eine derartige Auslegung weder dem Wortlaut noch<br />

seinem Zweck und auch nicht seiner Natur; hier möchte ich einen, meine Meinung<br />

bestätigenden Punkt aufführen: In der deutschen ZPO ist die Anordnung von gewissen<br />

Beweismitteln von Amts wegen durch den Richter geregelt (siehe Fußnote 27, 27a); die<br />

Auffassung im deutschen Recht ist dahingehend, dass man sagt, diese Regelung sei<br />

für das Gericht keine “Verpflichtung”, sondern eine Ermessensentscheidung für den<br />

Richter (siehe Rosenberg/Schwab/Gottwald, Zivilprozessrecht, 16. Auflage, 2004, zu<br />

§ 77 Abs. 4 2d Rn. 39); Schilken (Fn. 13a, S. 66) führt lediglich aus, es sei kein Recht,<br />

sondern zwingend Zivilprozessrecht, 4. Auflage, 2004, S. 186 Rn. 350. Aber es wird so<br />

verstanden, das Ermessen wird durch die Revision überprüft (vgl. Schilken, gleiche<br />

Stelle), in der Tat hat in der Entscheidung des BGH in BGH NJW 1997, S. 3381-3383<br />

die Nichtanordnung des Sachverständigenbeweises von Amts wegen zur Aufhebung<br />

des Urteils geführt; der BGH hat in einer weiteren Entscheidung entschieden, dass die<br />

Ablehnung einer Parteivernehmung gestützt auf das Ermessen, unmedingt begründet<br />

werden muss und zwar in der Art, dass sie überprüft werden können. In BGH NJW 1990,<br />

S. 1721 ff. wurde festgestellt, dass die Tatsache der Überprüfungsmöglichkeit durch<br />

das nächsthöhere Gericht (bei uns ist es genauso) dazu führt, dass die Notwendigkeit,<br />

Beweismittel anzuordnen eine Pflicht des Richters darstellt und die Nichterfüllung<br />

dieser Pflicht ein Aufhebungsgrund ist; bzgl. des Zeugenbeweises von Amts wegen<br />

siehe unten Fußnote 32.<br />

36 Siehe Fußnoten 25, 26.<br />

37 Vgl. Alangoya, (Fn. 1), S. 164, Habscheid (Freiheit und Bindung des Zivilrichters in<br />

der Sashaufklärung (Verhandlungen der Fachgruppe für Grundlagenforschung in Kiel<br />

8. bis 11. September 1965, 1966) Es sei auch das Gegenstück zu § 75 Abs. 3 trZPO in<br />

dem Gesetz, welches der trZPO als Vorlage diente nämlich der Art. 69 Abs. 2 erwähnt,<br />

der in den Kantonen, in denen er hervorgehoben ist, die Anordnung von Beweismitteln<br />

und Zeugenbeweis von Amts wegen durch den Richter regelt (S. 68 Fußnote 1).<br />

38 Aus diesem Grund wird die Formulierung “die Anordnung der Vorlge der in der<br />

Klageschrift ordnungsgemäß vorgetragenen Beweismittel” nicht als zutreffend<br />

bewertet, die in diesem Fall begrenzten Begeismittel kann die Wirkung des in der Akte<br />

vorhandenen Beweismittel nicht aufheben (vgl. Kuru, (Fn. 29), 5 basi c.II S. 1395);<br />

bzgl. der gesetzlichen Norm in der Neuenburger Zivilprozessordnung von 1992 und<br />

die dortige Regelung, dass dort die nicht vorgetragenen Beweismittel gemeint sind vgl.<br />

die Fußnote 24; auch die Begrenzung in § 75 Abs. 3 zeigt, dass nicht die Rede Davon<br />

ist, dass der Richter nicht nur Beweismittel verlangt, siehe Fußnote 48.<br />

413


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

414<br />

2. Die Begrenzung der Ermächtigung in § 75 Abs. 3<br />

Nachdem die oben genannten Feststellungen getroffen sind, muss<br />

nun erörtert werden, ob diese Ermächtigung des Richters begrenzt ist oder<br />

nicht.<br />

a) Diese Ermächtigung kann durch den Parteiwillen begrenzt werden.<br />

Wenn die Beweismittel begrenzt worden sind, kann der Richter auch im<br />

Rahmen seiner Ermächtigung außer den begrenzten Beweismitteln keine<br />

anderen anordnen 39 .<br />

b) Sowohl im Gesetz 40 , welches der trZPO als Quelle gedient hat, als<br />

auch in § 75 Abs. 3 ist festgehalten, dass der Richter von dieser Ermächtigung<br />

“nur im Rahmen der beiden Parteivorbringen” Gebrauch machen kann.<br />

Bei negativer Auslegung dieser Begrenzung kommt man zu dem Ergebnis,<br />

der Richter ist nicht befugt, von Amts wegen Beweismittel zu erforschen.<br />

Positiv gedeutet bedeutet dies, damit der Richter Beweismittel von selbst<br />

heranziehen kann, müssen diese nicht vorgetragen, aber bestimmte<br />

Beweismittel angedeutet sein und es müssen Anhaltspunkte dafür gegeben<br />

sein, dass sich diese ordnungsgemäß im Prozess widerspiegeln.<br />

Auch in der Neuenburger Zivilprozessordnung kann der Richter nicht<br />

die Beweismittel, die er will, anordnen, er kann nur die aus der Akte<br />

ersichtlichen Beweismittel verlangen 41 . Art. 214 des von 1918 stammenden<br />

Zivilprozessrechts des Kantons Bern ist das Gegenstück zu § 75 Abs. 3<br />

trZPO und Art 69 Abs. 2 der Neuenburger Zivilprozessordnung; im Art<br />

214 befindet sich keine Begrenzung 42 und Leuch, der Autor des berühmten<br />

Kommentars zu diesem Gesetz, führt aus, der Richter könne nicht ohne<br />

weiteres einfach Beweismittel erforschen, es bedürfe einiger Anhaltspunkten<br />

39 Für detaillierteres Wissen diesbezüglich siehe Alangoya, (Fn. 1), S. 170 f.; ich stimme<br />

dem türkischen Obergerichtshof in seiner Rechtsprechung, dass die Begrenzung von<br />

Beweismitteln nur durch evidenten und unzweifelhaften Parteiwillen möglich ist, zu;<br />

siehe die Ausführungen in Fußnote 43.<br />

40 “Dans les limite des allégués des parties, il peut, d’office et en tout état de cause,<br />

entendre celles-ci et faire administrer les preuves nécessaires.” CPCN (1991) Art 57/2.<br />

41 Für die französische Version des Berichts von Conceil d’Etat siehe Alangoya, (Fn. 1), S.<br />

176 Fußnote 240; z. B. kann der Richter die Vorlage von dritten Personen anvertrauten<br />

Urkunden verlangen.<br />

42 “Der Richter kann Beweismittel heranziehen, welche von den Parteien nicht angerufen<br />

sind”.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

in dem von den Parteien vorgetragenem Prozessstoff 43 . Diese Begrenzung<br />

ist wahrscheinlich eine Widerspiegelung der Verlängerung des von den<br />

Juristen des Gemeinrechts vertretenen Prinzips “quod non est in actis,<br />

non est in mundo” (was nicht in den Schriftsätzen steht, existiert nicht),<br />

welches aufgrund des strengen Schriftlichkeitsprinzips anerkannt wird 44 .<br />

Ich vertrete diese Ansicht, die auch durch die Neuenburger<br />

Zivilprozessordnung unterstützt wird und sich auch in den Entscheidungen<br />

des türkischen obersten Gerichtshofes wiederfindet:<br />

Der große Senat des türkischen obersten Gerichtshofes hat in einer<br />

seiner Entscheidungen 45 folgendes festgestellt: Die Rechte des Zeugen D<br />

am Streitgegenstand gehören dem Kläger, der vorgetragen hat, er habe<br />

diese kurz zuvor von einem Verkäufer A erworben; zwar befinde sich die<br />

von A ausgestellte Quittung in der Akte, doch dies sei nicht ausreichend,<br />

A hätte als Zeuge gehört werden müssen und da dies nicht erfolgt sei,<br />

sei die Untersuchung nicht vollständig erfolgt 46 . Der große Senat hat in<br />

einer weiteren Entscheidung festgestellt, dass wenn der Klägervertreter<br />

die Darlehensbeziehung und den Stand des Kredits anhand einer Liste<br />

aufzeigt, der Richter gemäß § 75 Abs. 3 trZPO die Anhaltspunkte dieser<br />

Liste als Beweismittel heranziehen 47 kann.<br />

43 (Fn. 26), Art 214 No. 1.<br />

44 Darüber und auch über die Minderheit im Gemeinrecht, die die Meinung vertreten,<br />

der Richter habe auch Ermäachtigungen bzgl. “questiones juris” (rechtliche Fragen)<br />

und “questiones facti” (materielle Fakten) siehe Bomsdorf, Prozessmaximen und<br />

Rechtswirklichkeit, 1971 S. 34 und Fußnoten 24, 25 und S. 35; über die im Vergleich zu<br />

unserem System weiteren Kompetenzen des Richters im österreichischem Recht siehe<br />

Deren-Yildirim, Hakimle Taraflarin Isbirligi Ilkesi ve Yarattigi Ideolojik Cagrisimlar,<br />

Kuru’ya Armagan, 2004 S. 820 f. (822, 823; siehe außerdem die Ausführungen von<br />

Gaul in Fußnote 58.<br />

45 HGK 9.7.1969 1967/İc 404 K.664 Ank.BD 1969 S.1132.<br />

46 Wie aus der Entscheidung zu entnehmen ist, ist A nicht in der Beweismittelliste<br />

auggeführt. Trotzdem hat der oberste Gerichtshof entschieden, der aus der Akte<br />

ersichtliche Zeuge A ist zu hören, § 274 trZPO stehe dem nicht entgegen; diese<br />

Regelung stellt für die Parteien ein Verbot dar und begrenzt nicht die in § 75 Abs. 3<br />

enthaltene Ermächtigung des Richters, diese Entscheidung ist auch in dieser Richtung<br />

zutreffend. Siehe Alangoya, (Fn. 1) S. 174 f.<br />

47 Hk. 10.11.1976 E. 1975/11-1155 K. 2777, YKD 1977/12 S. 668, in der Entscheidung<br />

wurde auch festgehalten, dass der Vortrag des Klägervertreters, er habe keine weiteren<br />

Beweismittel, keine Begrenzung der Beweismittel darstelle.<br />

415


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Auch aus den neueren Entscheidungen des türkischen obersten<br />

Gerichtshofs ist erkennbar, dass die Meinung beibehalten wird.<br />

Wenn bei einer immateriellen Schadensersatzklage aufgrund der<br />

Persönlichkeitsverleztung durch die Medien, der Beklagte die Vorlage<br />

eines öffentlichen Attestes, welcher die Quelle für den Bericht darstellte,<br />

nicht beantraght hat, kann der Richter dieses Beweismittel heranziehen,<br />

wenn dies aus der Akte hervorgeht 48 .<br />

Schließlich führt der 4. Senat des türkischen obersten Gerichtshofes<br />

in einer seiner neueren Entscheidungen folgendes aus 49 :<br />

“Bzgl. des Beweises der Vorträge und des Prozesses ist der Grundsatz<br />

hinsichtlich des Zeugenbeweises, dass dieses Beweismittel durch<br />

die Parteien in die Verhandlung eingebracht wird. Allerdings ist es<br />

möglich, dass das Gericht von selbst Zeugen aufruft, wenn deren Name<br />

ordnungsgemäß in die Akte gelangt, dies aufgrund des konkreten Falles<br />

notwendig ist und wenn einer der Parteien dazu bestimmt wird, dessen<br />

Kosten vorzustrecken (§ 75 Abs. 3 trZPO).”<br />

Diese Ansicht des obersten Gerichtshofes und auch die weiteren oben<br />

genannten Entscheidungen unterstützen voll meine seit 1978 vertretene<br />

Meinung 50 .<br />

Ich nehme an, nach diesen oben aufgeführten Erörterungen steht<br />

Üstündag in der Schuld schriftlich mitzuteilen, warum meine Meinung<br />

absurd sein soll 51 .<br />

48 4HD 30.11.2000 11832/10914 YTD 2001/3 S. 341; in einem Bericht gegen dieses Urteil<br />

(Öztuna S.) wurde betont, dies verstoße gegen den “Verhandlungsgrundsatz”; doch der<br />

Senat wandte den § 75 Abs. 3 zutreffend an.<br />

49 4HD 6.11.2002 7810/12411 YKD 2003/4 S. 528.<br />

50 Vgl. (Fn. 1), S. 314 f.<br />

51 Hier möchte ich auf die letzten zwei auf Deutsch zitierten Sätze von Üstündags<br />

oben in der Fußnote 23 erwähnter Aussage, eingehen. Üstündag führt, nachdem er<br />

gesagt hat, ich würde die Meinung vertreten, der Richter könne gewisse Beweismittel<br />

heranziehen, weiter aus: “Diese Autoren (also ich) gehen davon aus, der Richter könne<br />

gewisse Beweismittel heranziehen, dafür sei aureichend, wenn sich dafür in der Klage-<br />

oder in der Erwiderungsschrift Anhaltspunkte finden. Eine solche Begrenzung bringt<br />

diese Behauptung hervor: Der Richter sei nicht befugt, Beweismittel zu verlangen,<br />

dies ist aber absurd.” Während Üstündag am Anfang noch vom Anordnen bestimmter,<br />

gewisser Beweismittel spricht, ist in seinem letzten Satz die Rede vom richterlichen<br />

Beweisverlangen. Ich kann mir nicht vorstellen, dass Üstündag einen so großen Fehler<br />

416


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

III. Entwicklungen<br />

1. vor 1978<br />

Ich möchte kurz meine Meinung im Hinblick der Sammlung des<br />

Prozessstoffs aufzeigen; ich habe diese zwar oben unter I und II bereits<br />

erläutert, allerdings möchte ich auch die unerwähnten Stellen aus meiner<br />

im Jahr 1979 veröffentlichten Arbeit 52 aufzeigen.<br />

a) Die Sammlung des Prozessstoffs und der Zweck des Zivilprozesses<br />

- Bei allen neuen Gesetzesentwürfen oder positiv formulierten<br />

Normen wird uns die ratio legis und der Zweck des Zivilprozesses bei<br />

der Auslegung, ob der Schwerpunkt bei der Sammlung des Prozessstoffes<br />

dem Richter oder den Parteien gegeben wird oder wem er zu geben ist,<br />

behilflich sein (S. 84).<br />

In einem System, in dem geprüft wird, ob die Tatbestandsmerkmale der<br />

materiellen Norm durch die tatsächlichen Ausführungen gedeckt sind und<br />

welche Norm am besten auf den Lebenssachverhalt anzuwenden ist, muss<br />

festgestellt werden, ob diese tatsächlichen Ausführungen der Wahrheit<br />

entsprechen, denn der Zweck ist ein richtiges Urteil zu sprechen (S. 86).<br />

- Da der Zweck des Zivilprozesses die Findung der Wahrheit ist, ist<br />

der Grund für die verschiedenen Verfahrensgrundsätze in verschiedenen<br />

Prozessen (Zivilrecht, Strafrecht, Verwaltungsrecht) nicht etwa, dass man<br />

verschiedene Wahrheiten finden will, sondern das Bedürfnis in jedem<br />

Prozess die dafür notwendige Methode anzuwenden. Im Zivilprozess<br />

befinden sich zwei gleichgestellte Parteien in einem Interessenkonflikt.<br />

Sie sind diejenigen, die den historischen Verlauf ihres der Klage zugrunde<br />

macht (aber es kann vielleicht beim Übersetzen von der kürkischen in die deutsche<br />

Sprache ein Fehler unterlaufen sein), aber diese Aussage zeigt, dass die Ermächtigung<br />

hinsichtlich der Heranziehung von bestimmten Beweismitteln und die Erklärung des<br />

Richters and die Parteien, bei einem Nichtbeweis neue Beweismittel zu erbringen<br />

(siehe Fußnote 32), durcheinandergebracht werden. Wie Üstündag am Anfang bemerkt<br />

hat, ist mei mir die Rede von dem Heranziehen bestimmter Beweismittel, nicht aber<br />

von dem Nichtbeweis (siehe die obigen (1) Ausführungen). Außerdem sind für mich<br />

nicht nur die Klage- und die Erwiderungsschrift geeignet für Anhaltspunkte. Alle<br />

ordnungsgemäß eingeführten Punkte des Prozessstoffes kommen meiner Meinung<br />

nach in Betracht (Fn. 1, S. 175 f.).<br />

52 Siehe Fußnote 1.<br />

417


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

liegenden Sachverhalts am besten kennen. Man darf von ihnen erwarten,<br />

dass sie alle für sie günstigen und für die gegnerische Partei ungünstiger<br />

Tatsachen und Beweismittel in den Prozess einbringen werden. Es ist<br />

auch anzunehmen, dass die Wahrscheinlichkeit, die Wahrheit zu finden,<br />

sehr gering bleibt, wenn die Befugnisse des Richters hinsichtlich der<br />

Sammlung des Prozessstoffs erweitert werden, da er den historischen<br />

Sachverhalt kennt und dies somit seine Arbeitslast im großen Maße<br />

vergrößern wird (S. 12, 87, 88). Der Grund, warum man im Zivilprozess<br />

den Parteien den Vorzug bei der Sammlung des Prozessstoffes gibt, ist die<br />

größere Wahrscheinlichkeit, die Wahrheit zu finden (S. 89).<br />

- Der Zweck und die soziale Natur des Zivilprozesses sind aber auch<br />

Veranlassungen, den Richter bei der Sammlung des Prozessstoffes zu<br />

ermächtigen, auch die historische Entwicklung zeigt dies auf (S. 88, 89).<br />

- Ein zu spät erlangter Rechtsschutz steht nicht in Einklang mit der<br />

Natur des Rechtsschutzgewährs. Es ist wichtig, die Rationalisierung und<br />

Beschleunigung des Zivilprozesses mit der Wahrheitsfindung zu verbinden.<br />

Ein weitere Begrenzung des Zweckes des Zivilprozesses können die für<br />

die Beschleunigung vorgesehenen Normen darstellen. Die Beschleunigung<br />

darf den Zweck des Zivilprozesses nicht zu teuer zu stehen kommen.<br />

Allerdings ist es auch falsch zu denken, je länger der Prozess dauert, um<br />

so näher kommt man der Wahrheit. Es ist daher wichtig, dass die für die<br />

Beschleunigung vorgesehenen Normen in bester Weise mit dem Zweck<br />

des Zivilprozesses in Einklang stehen (S. 89, 90).<br />

418<br />

b) Die Maximen im Rahmen der Sammlung des Prozessstoffs<br />

Mit der Erweiterung der Befugnisse der Richter in dem Preußischen<br />

Reichsgesetz für ordentliche Gerichte von 1793 entstand ein Gegenstück<br />

zu dem Gemeinrecht, in dem für die Richter nur begrenzte Befugnisse<br />

vorgesehen waren (Judex ex officio non procedit) und Nikolaus Thaddäeus<br />

Gönner hat mit diesem Ausgangspunkt bemerkt, dass “für den Prozess nur<br />

zwei aktive unterschiedliche Systeme” in Frage kommen, entweder ist es<br />

Sache der Partei, für die Einbringung des Prozessstoffs zu sorgen und der<br />

Richter hat aufgrund seiner Aufgaben diesbezüglich nichts zu machen<br />

(Nichts von Amts wegen-Verhandlungsmaxime; nach seiner Meinung ist<br />

dies im Gemeinrecht und deutschen Recht so geregelt), oder aber alles liegt<br />

in der Hand des Richters (alles von Amts wegen - Untersuchungsmaxime;


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

seiner Ansicht nach ist das Preußische Reichsgesetz für ordentliche Gerichte<br />

hierfür ein Beispiel) (S. 17 f.). Nach Gönner erlaubt das logische Recht keine<br />

andere Lösung. “...die Regelung des Rechts gemäß Versuchsprinzipien<br />

zerstört das Wissenschaftliche... Der wissenschaftliche Begriff ensteht<br />

durch anerkannte Begriffe und führt zu positiven Gebieten, so dass man<br />

ausgehend von denselben Begriffen wieder auf den gleichen Weg kommt”<br />

(S. 19). Als Gönner bei der Erlangung der positiven Prinzipien auf das<br />

Hindernis des positiven Rechts gestoßen ist, sagte er: “Gott sei Dank sind<br />

wir in solchen Dingen nicht auf die positiven Gesetze angewiesen. Solange<br />

wir der Natur der Sache treu bleiben, wird diese uns sicher leiten”. D. h.<br />

der Autor opfert die Wahrheit für die Offenheit (S. 20, 21). Diese auf dem<br />

logischen Recht beruhende anerkannte Unterscheidung ist außer bei dem<br />

Gemeinrecht und dem Preußischen Recht durch kein anderes Rechtssystem<br />

unterstützt worden, und von dem “aus der Sicht des gültigen positiven<br />

deutschen Gemeinrechts als völlig falsch” kritisiert worden (S. 20 Fußnote<br />

54). Nach Gönner’s und seinen Nachfolgern logischen Regeln werden<br />

diese nicht durch das von den Maximen als positives Beispiel angeführte<br />

Gemeinrecht und das Preußische Recht unterstützt. Beim ersteren haben die<br />

Richter und bei zweiteren die Parteien Befugnisse 53 . In keinen westlichen<br />

Ländern, in denen die Wirkung des Gemeinrechts gelten, wird vertreten,<br />

dass diese Prinzipien das Zivilprozessrecht ganz beherrschen. Es ist die<br />

Rede von einer “erleichterten” Form oder ähnlichen Ausdrücken (S. 69) 54 .<br />

53 Für die Erläuterungen bzgl. des Gemeinrechts und des Preußischen Rechts siehe<br />

S. 22 f.; auch die englischen Rechtswissenschaftler sind sich daüber eing, dass es<br />

bzgl, der Prozessleitung kein reines nur den Parteien (adversarial system) oder nur<br />

dem Richter (inquisitoril system) Befugnisse verleihendes System gibt und dass die<br />

Zivilprozessysteme irgendwo auf einer Skala dazwischen liegen, Jolowicz J., Adversarial<br />

and Inquisitoril Models of Civil Procedure, British Institute of International and<br />

Comparative LAw on 20 June 2002 as part of the Sir Jack Jacob Memiral Symposium (I<br />

C L Q Vol 52 April 2003 PP 281-295), S. 281.<br />

54 Eine sehr enge Bindung an die Maximen kann in machen Situationen zu nicht<br />

akzeptablen Ergebnissen führen. Z. B. ist gemäß § 238 Abs. 2 (§ 291 ZPO) kein<br />

Beweis bei “offenkundigen und allgemein bekannten” Tatsachen notwendig,<br />

denn diese gelten als unstreitig; wenn man nun von einer engen Bindung an den<br />

“Verhandlungsgrundsatz” ausgeht, so könnte der Richter selbst diese Tatsachen<br />

nicht brücksichtigen, solangen sie nicht von den Parteien in den Prozess eingeführt<br />

werden. Siehe für die Vetreter dieser Meinung und die Kritik an ihnen Alangoya, (Fn.<br />

1), S.128 f. Fußnote 104; für diese Diskussion siehe außerdem Becker-Eberhard, Dava<br />

Malzemesinin Taraflarca Getirilmesi Ilkesinin Esaslari ve Sinirlari (=Grundlagen und<br />

Grenzen des Verhandlungsgrundsatzes) (Übersetzer: M. Kamil Yildirim), in: Ilkeler<br />

419


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Es ist interessant, dass der extremste Vertreter der Meinung, nämlich<br />

Grunsky, bemerkt, der Schwerpunkt bei der Sammlung des Prozessstoffs<br />

liege bei den Parteien und dass bei der Frage, wo den Parteien und wo dem<br />

Richter Befugnisse erteilt werden sollen, diese Prinzipien nicht hilfreich<br />

sind. In der Tat kann man zu einem Ergebnis gelangen, wenn man bei den<br />

neueren Gesetzesentwicklungen oder bei der Auslegung von vorhandenen<br />

Normen die ratio legis und den Zweck des Zivilprozesses beachtet. Der<br />

Inhalt der Maximen ist nicht geeignet für ein Ergebnis (S.70-71). Eine enge<br />

Bindung an die “Maximen” kann zu nicht akzeptablen Schlußfolgerungen<br />

fühen. Z. B. wenn man annimmt, bei einem der Parteiwechsel müßten<br />

die Regelungen über einen Klagewechsel angewandt werden, da eines<br />

der notwendigen Elemente des Prozesses betroffen ist, und nachdem<br />

man zu dem Ergebnis gelangt, der Parteiwechsel sei durch Berichtigung<br />

(§§ 83 ff. trZPO) durchführbar, wenn man dann gemäß § 202 Abs. 3<br />

trZPO zu dem Beklagtenwechsel durch Berichtigung kommt 55 , also der<br />

420<br />

Isigi Altinda Medeni Yargilama Hukuku, 2. Basi, S. 17 ff., insb.: S. 24 f.; wie Hellwig<br />

bemerkt hat, kann dies dazu führen, dass der richter in eine “lächerliche” Lage gebracht<br />

wird, System des Deutschen Rechts, B.I, 1912, S. 415; Bernhardt (Die Aufklärung des<br />

Sachverhalts im Zivilprozess, Festgabe zum 70. Geburstag von Leo Rosenberg, München/<br />

Berlin 1949) führt aus, bei einer gegenteiligen Annahme müßte der Richter außer<br />

acht lassen, dass 1945 der Krieg endete und Deutschland unter den Siegermäachten<br />

aufgeteilt wurde, solange dies nicht von den Parteien in den Prozess eingebracht wird!<br />

Alangoya, (Fn. 1), S. 129; in der Entwicklung im deutschen Recht ist zu erkennen, dass<br />

solche Tatsachen vom Richter von Amts wegen beachtet werden, Rosenberg/Schwab/<br />

Gottwald, (Fn. 32), § 111 III Fußnote 25; Schilken, (Fn. 32), ZPR Fußnote 470 S. 246,<br />

Schilken, (Fn. 13a), S. 59; Brüggemann, Judex Statutor, Judex Investigator, 1968, S.<br />

337 f.; das BSG (Bundessoizlgericht) hat in einer seiner Entscheidungen (NJW 1979, S.<br />

1063) ausgeführt, das Gericht könne offenkundige und allgemein bekannte Tatsachen<br />

von Amts wegen als Grundlage für sein Urteil heranziehen, allerdings bei Tatsachen,<br />

die nicht jedermann offenkundig oder allgemein bekannt sind (z. Bsp. wenn nur das<br />

Gericht offiziell davon kenntnis hat), sei das Vorbringen der Parteien einzuholen;<br />

ähnlich hat das OLG Frankfurt (MDR 1977, S. 849) in einem seiner Urteile entschieden,<br />

falls das Gericht offiziell Kenntnis von der Klageerhebung in einer Sache hat, könne<br />

es dieses als Grundlage für sein Urteil nehmen und kein Hinweis in dieser Sache<br />

sei kein Abweisungsgrund; falls in solchen Fällen das Geständnis der Partei mit der<br />

Tatsache im Widerspruch steht, hat das Gericht das Geständnis außer acht zu lassen,<br />

siehe Schilken, (Fn. 32), ZPR Fußnote 422; (Fn. 13a), S. 60; der BGH hat in einer seiner<br />

Entscheidungen (BGH NJW 1979, S. 2089) festgehalten: “Wenn ein Geständnis mit<br />

einer offenkundigen Tatsache in Widerspruch steht, entfaltet sie keine Wirkung”.<br />

55 Üstündag, (Fn. 14), S. 92; für die Kritik an dieser Ansicht siehe Alangoya, Yargilama<br />

sirasinda Tarafta (yanda) Iradi Olarak Meydana Gelen Degisme Hakkinda Düsünceler,<br />

Mukayeseli Hukuk Arastirmalari Dergisi Cilt 3, 1969, Sayi 5, S. 125 f. (155) ayri basi S.<br />

39; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3) S. 139.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Beklagte sich selber und den Kläger per Berichtigung auswechseln kann,<br />

so ist ersichtlich, unter welche ungeeignete Hypothek die Maximen die<br />

Wissenschaft nehmen.<br />

2) nach 1978<br />

a Die Sammlung des Prozessstoffes<br />

Den Schwerpunkt bei der Beibringung des Prozessstoffes auf die<br />

Parteien zu legen, wird auch als Mittel zur Feststellung des tatsächlichen<br />

Lebenssachverhalts gewertet, denn es kann von den Parteien erwartet<br />

werden, dass sie sowohl beim Vortragen der Tatsachen als auch bei deren<br />

Beweismittel zu ihren Gunsten diese vollständig aufzählen werden 56 .<br />

Guldener hat beim Überarbeiten der Kantonsgesetze festgestellt, dass<br />

in vielen Zivilprozessordnungen der Richter, wenn er es für notwendig<br />

erachtet, von Amts wegen Beweismittel heranziehen kann und er hat<br />

dabei auch den Art 69 der Neuenburger Zivilprozessordnung, der unserem<br />

Gesetz als Stammgesetz gedient hat, zitiert 57 .<br />

Es wird auch immer wieder aufs neue betont, wie wichtig es ist, dass<br />

bei der Auslegung der Gesetzesentwicklungen und der vorhandenen<br />

Normen der Zweck des Zivilprozessrechts beachtet wird 58 .<br />

56 Guldener M., Schweizerisches Zivilprozessrecht 3. Auflage 1979, 160, 1616; der<br />

Autor bemerkt auch, die “Verhandlungsmaxime” sei nicht bis zu ihrem letzten<br />

Ende anerkannt, S. 161 und außerdem sei es nicht notwendig, den Sachverhalt<br />

bis in das kleinste Detail beizubringen, es sei ausreichend, die Gewohnheiten des<br />

Lebenssachverhaltes und die passenden notwendigen Tatsachen vorzutragen S. 163;<br />

wenn man die Worte des Autors dahingehend verstehen darf, dass als Maßstab die<br />

Abgrenzung zu anderen Lebenssachverhalten ausreicht, so ist diese Ansicht meiner<br />

Meinung nach zutreffend (siehe diese Arbeit II), meiner Meinung nach kann man<br />

den Autor aufgrund seiner folgenden Ausführungen in diese Richtung verstehen,<br />

siehe insbesonders S. 167; siehe Rosenberg/Schwab/Gottwald, (Fn. 32), § 77 I 2<br />

S. 482, Gottwald (Fn. 32) bemerkt, die Leitung des Prozesses durch den Richter<br />

berühre nicht den “Kern” der Verhandlungsmaxime, hier könne man aber von einer<br />

“Kooperationsmaxime” ausgehen, I 4 S. 482, 483.<br />

57 § 164, § 165 Fußnote 14, auch ich bevorzuge die Meinung, dass die Befugnisse Grenzen<br />

unterliegen, siehe oben unter II.<br />

58 Gaul, Der Zweck des Zivilprozess, ein anhaltend aktuelles Thema (Zweck) übersetzt<br />

von Deren-Yildirim N.) Ilkeler Isigi Altinda Medeni Yargilama Hukuku, Derleyen<br />

Yildirim, K., Genisletilmiş 2. basi 2001, S. 85.<br />

421


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Wie Gaul treffend bemerkt hat, widerspricht die Tatsache, dass der<br />

Prozess eine “Angelegenheit der Parteien” ist, nicht dem Zweck, die<br />

Wahrheit zu finden 59 .<br />

Der Autor vertritt die Ansicht, der Zweck des Zivilprozesses ist die<br />

“Verwirklichung des sachlichen Rechts auf der Grundlage der Wahrheit” 60 .<br />

Schilken bemerkt, die “wichtige Funktion der Rechtsprechung im<br />

Staats- und Gesellschaftssystem” sei die Rechtsdurchsetzung zwecks<br />

Verwirklichung materieller Gerechtigkeit 61 .<br />

Auch Gaul bemerkt, es sei nicht richtig, nur weil der Schwerpunkt<br />

bei dem Verhandlungsgrundsatz bei den Parteien liege, diesen als<br />

“formelle Wahrheit” zu benenen, dies sei vielmehr der richtige Weg für die<br />

Wahrheitsfindung aufgrund des Inhalts des Zivilprozessrechts 62 .<br />

59 Gaul, “Zweck” (Fn. 54), S. 91 und Fußnote 23; Gottwald (Rosenberg/Schwab/Gottwald,<br />

Fn. 32) führt aus, zwischen der formellen und materiellen Wahrheit gibt es eine<br />

Stufierung und bei der Beibringungsmaxime versucht man die Wahrheit zu erforschen<br />

(§ 77 I 5, S. 483); ich gehe davon aus, dass man bei der Wahrleitsfindung nicht die<br />

“Maximen” als Grundlage nehmen kann, denn deren Inhalt (außer der reinen, vgl.<br />

Jauernig, Zivilprozessrecht, 27. Auflage, 2002, § 25 VIII S. 95) kann man nicht<br />

beschreiben und feststellen und ich bin auch der Meinung, man kann nicht immer<br />

die materielle Wahrheit finden, aber die Erweiterung der Befugnisse des Richters kann<br />

die Wahrscheinlichkeit diesbezüglich erhöhen und die Entwicklungen gehen auch<br />

in diese Richtung; Reischl besagt, im Zivilprozessrecht sei nur die formelle Wahrheit<br />

gültig, die materielle Wahrheit sei ein Nebenprodukt, meiner Ansicht nach hat diese<br />

Aussage an Wirkung verloren und ist unzutreffend, S. 89; auch finde ich die weitere<br />

Ausführung des Autors an gleicher Stelle, die materielle Wahrheit erfordere den<br />

Untersuchungsgrundsatz, nicht vertretbar; allerdings ist es zutreffend, wenn der Autor<br />

bemerkt, in der Literatur würde eine große Anzahl von Prozessmaximen Platz finden,<br />

deren enge oder weite Auslegung sei Geschmackssache und diese Maximen könne<br />

man nicht mit einem gewissen Inhalt beschreiben, S. 91.<br />

60 “Zweck” (Fn. 54). S. 102; auch ich behalte meine Meinung hinsichtlich der<br />

Wahrheitsfindung bei den Gesetzesentwicklungen und der Auslegung der vorhandenen<br />

Normen bei, subjektive Rechte können nur so geschützt werden, der selbständiğe<br />

Wunsch des Schutzes von subjektiven Rechten kann einer Gesetzesentwicklung oder<br />

der Auslegung einer Norm keinen Inhalt geben; aus dieser Sicht ist die Wahrheitsfindung<br />

nicht der selbständige Zweck des Zivilprozesses; die Wahrheitsfindung sei nur Mittel<br />

zur Wahrung der Individualrechtsgüter, ist die gleiche Sache in negativer Weise<br />

auszudrücken, vgl. Heinze, (Fn. 27), cI S. 515 f. (524).<br />

61 Hakimin Rolü (Fn. 13a) S. 45, in gleicher Weise ZPR S.7 No. 11, der Autor erwähnt<br />

auch zurecht, dass auch der Rechtsfrieden und die Rechtssicherheit berücksichtigt<br />

werden müssen, siehe Alangoya, (Fn. 1), S. 86 f.<br />

62 “Zweck” (fn. 54), S. 109, siehe für Guldener, der seit 1958 diese Meinung vertritt<br />

(Fußnote 52).<br />

422


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Gaul betont einen weiteren wichtigen Punkt, nämlich die Erweiterung<br />

der Befugnisse des Richters bei der Beweiserhebung, der Autor führt aus,<br />

hinsichtlich der Beweiserhebung ist der Beibringungsgrundsatz schon fast<br />

in sein Gegenteil verkehrt, da das Gericht leute alle Beweise außer dem<br />

Zeugenbeweis auch von Amts wegen erheben kann (§§ 142-144, 273 II,<br />

358a, 448 ZPO) und vertritt die Meinung, dies sei bei der Wahrheitsfindung<br />

hilfreich 63 .<br />

Es ist auch hervorgehoben worden, dass eine tatsächliche Reform<br />

nicht mit der Begrenzung der Rechtsmittel zu erreichen sei, sondern<br />

vielmehr durch die Stärkung der erstinstanzlichen Gerichte und dessen<br />

wichtigste Anderung sei die Erweiterung der richterlichen Hinweispflicht<br />

(§ 139 ZPO, § 75 Abs 2, 3 trZPO) 64 .<br />

In den Rechtsfamilien, denen wir aufgrund unserer gesetzlichen<br />

Regelungen angehören, sind in zwei wichtigen Gesetzen wichtige<br />

Änderungen vorgenommen worden. Außerdem denke ich, das englische<br />

Recht ist in dieser Hinsicht auch besonders hervorzuheben, so dass ich<br />

auch die dortige Entwicklung kurz aufzeigen müchte.<br />

aa) das deutsche Zivilprozessrecht<br />

Mit der Vereinfachungsnovelle aus dem Jahr 1976 wurde im deutschen<br />

Zivilprozessrecht versucht in § 278 neben dem Beschleunigungsund<br />

Konzentrationsgrundsatz auch den Inhalt des Rechtsschutzbedürfnisses<br />

zu verbessern 65 . § 278 II regelte als Ergänzung zu der richterlichen<br />

Aufklärungspflicht 66 auch das Überraschungsverbot. Nach dieser Norm<br />

63 “Zweck” (Fn. 54), S. 110; ich stimme der Meinung des Autors, dass die Disposition der<br />

Parteien über den PRozess die Wahrheitsfindung nicht beenträchtigt, zu (S. 111), siehe<br />

außerdem die Erläuterungen in Fußnote 32.<br />

64 Winte, H., Große Justizreform Qua Vadis? Zeitschrift für Rechtspolitik (ZPR), 1999/9, S.<br />

387 ff., insb.: S. 394; der Schwerpunkt der Reform sind § 139 und § 279, siehe Dauster<br />

M., Eckpunkte der Justizreform, Zeitschrift für Rechtspolitik 2000/8, S. 338 ff., insb.: S.<br />

339.<br />

65 Leipold-Stein/Jonas, (Fn. 31), § 278 I Rdn2.<br />

66 Reichold, Thomas/Putzo, ZPO Kommentar, 25. Auflage 2003, § 139 Rdn 1, es<br />

wird bemerkt, die Grenze der richterlichen Pflicht in § 139 sei die Neutralität<br />

(Unparkeilichkeit) des Richter, sie ist allerdings kein wertfreies Prinzip, sondern an den<br />

Grundwerten der Verfassung, insbesondere am Gebot sachgerechter Entscheidungen<br />

im Rahmer der Gesetze unter dem Blickpunkt materieller Gerechtigkeit auszurichten,<br />

ebenso Reichold Thomas/Putzo, 22. Auflage § 139 Rdn. 1.<br />

423


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kann der Richter sein Urteil auf einen Gesichtspunkt stützen, wenn er der<br />

Partei, die diesen Gesichtspunkt als unwichtig einordnete oder übersehen<br />

hat und wenn dieser auch keinen Nebenantrag betrifft, Gelegenheit<br />

gegegeben hat, sich dazu zu äußern. Es ist in der deutschen Lehre anerkannt,<br />

dass diese Norm mit einem Teil 67 des “Verhandlungsgrundsatzes” vermengt<br />

und mit Vorsicht zu genießenden Grenzen gezogen ist. Diesen Autoren<br />

zufolge muss diese Pflicht auf wichtige Gesichtspunkte beschränkt<br />

werden. Der Richter kann nur die Gesichtspunkte zum Gegenstand der<br />

Verhandlung machen, auf die er sein Urteil stützen möchte 68 . Im deutschen<br />

Recht wird auch vertreten, diese Pflicht sei bei einer Vertretung der Partei<br />

noch enger zu fassen, während sie bei einer vertreterlosen Partei, die<br />

nicht sachkundig ist, weiter ginge, diese Partei müsse weitgehend und<br />

verständlich aufgeklärt werden 69 .<br />

Diese Norm enthalte auf der einen Seite das Prinzip des rechtlichen<br />

Gehörs, auf der anderen Seite die richterliche Aufklärungspflicht, aber das<br />

“fair trial” Prinzip 70 .<br />

In der deutschen Zivilprozessordnung wurden mit dem Reformgesetz<br />

vom 27. Juli 2001 (in Kraft getreten am 01.01.2002) wichtige Erneuerungen<br />

vorgenommen 71 . Dabei wurde der Abs. 3 des § 278, der die Überschrift<br />

Haupttermin trägt, mit in den § 139, der die Überschrift der richterlichen<br />

Aufklärungspflicht hatte, übernommen und die Überschrift dieser Norm<br />

parallel dazu in materielle Prozessleitung geändert 72 .<br />

In der letzten Änderung ist hervorzuheben die in den Vordergrund<br />

getretene Aufgabe des Gerichts, das Sach- und Streitverhältnis, soweit<br />

67 Siehe Leipold, Stein/Jonas, (Fn. 31), § 278 IV Rdn. 32 und die dort erwähnten Autoren,<br />

siehe Fußnote 43; Leipold gibt die historische Entwicklung der Norm wieder und<br />

erwähnt dabei, diese Norm sei eine der im Jahr 1976 am meisten diskutierten Normen,<br />

man hätte Befürchtungen gehabt, sie würde den Prozess verschleppen, Stein/Jonas,<br />

(Fn. 31), § 278 II Rdn 26.<br />

68 Leipold, Stein/Jonas, (Fn. 31), § 278 IV Rdn 38.<br />

69 Leipold, Stein/Jonas, (Fn. 31), § 278 IV Rdn 44.<br />

70 Leipold, Stein/Jonas, (Fn. 31), § 278 III Rdn 24.<br />

71 Siehe z. Bsp. Alangoya Y., Kanun Yolunun Anayasal Temeli 75. Yas günü icin Prof. Dr.<br />

Baki Kuru Armagani 2004, auf S. 18 in Fußnote 3 zu den Änderungen hinsichtlich der<br />

Rechtsmittel.<br />

72 Für diesen Begriff siehe außerden Alangoya, (Fn. 1), S.4; siehe Rosenberg/Schwab/<br />

Gottwald, (Fn. 32), § 78 III S. 498 ff.<br />

424


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

erforderlich, mit den Parteien nach der tatsächlichen und rechtlichen<br />

Seite zu erörtern und Fragen zu stellen, § 139 I 1. Somit ist durch die<br />

materielle Prozessleitung des Gerichts die Dispositionsmaxime der<br />

Parteien etwas begrenzt worden 73 ; Prütting 74 kommt hinsichtlich der<br />

Sammlung des Prozessstoffs zu der Schlußfolgerung, wenn man die Lage<br />

vor der Reform im englischen Recht aus dem Jahr 1999 anschaut, welche<br />

den Schwerpunkt bei der Sammlung des Prozessstoffs den Parteien<br />

auferlegt (Adversary System) 75 , und mit dem deutschen Recht vergleicht,<br />

so besteht zwischen den beiden Systemen kein “absoluter Widerspruch”.<br />

Als Begründung hierzu führt er aus, der § 139 und die mit der Novelle<br />

aus dem Jahr 1976 eingeführten neuen Regelungen (diese sind durch mit<br />

der Änderung aus dem Jahr 2002 betont und erweitert worden) würden<br />

die Verhandlungsmaxime nicht begrenzen, sondern die Befugnisse des<br />

Richters erweitern 76 . Meiner Meinung nach gibt es hier über den begriff der<br />

Begrenzung verschiedene Auffassungen. Wichtig ist, dass die Sammlung<br />

des Prozessstoffes nicht nur den Parteien überlassen wird, sondern dass<br />

dem Richter auch Befugnisse erteilt werden. Die Entwicklung in dem<br />

Zivilprozessrecht war entsprechend. Die Begrenzung der Sammlung<br />

des Prozessstoffs zu Lasten der Parteien würde auch dem Zweck des<br />

Zivilprozessrechtes zuwiderlaufen. Die oben ausgeführte Entwicklung<br />

ist eine Begrenzung der “Maxime” von Gönner, der alle Befugnisse den<br />

Parteien auferlegt 77 ; auch Lord Woolf, der mit seinen Gutachten eine<br />

wichtige Rolle in der Annahme des neuen englischen Zivilprozessrechts<br />

(CPR) spielte, erwähn in seinem Gutachten aus dem Jahre 1995, in allen<br />

73 Greger R., Der deutsche Zivilprozess im Umbruch, Festschrift für Beys, Athen 2003, B.<br />

I, S. 472, dem Autor zufolge sichern diese Normen den Weg zu einem schnellen und<br />

gerechten Urteil, S. 465; der Justizminister der Regierung, die den Entwurf vorlegte,<br />

hat gesagt, ein weiterer Grund der Erörterung mit den Parteien durch das Gericht sei<br />

das Ziel, die Parteien zu einem ökonomischen und ihren Privatinteressen gerechten<br />

Vergleich zu bewegen, Däubler-Gmelin, Reform des Zivilprozesses, ZRP 2000/2, S. 36.<br />

74 Die Strukturen des Zivilprozesses unter Reformdruck und europäische Konvergent,<br />

Festschrift für Schumann 2001, S. 309 (321, 322).<br />

75 Dieses System wurde der Reform (civil Procedure Rules 1998) aus dem Jahr 1999<br />

radikal geändert, siehe unten (cc).<br />

76 S. 322; der Autor erwähnt, die Behauptung, diese beiden Systeme würden sich nicht<br />

gleichen, würden darauf beruhen, dass man die Vergleiche mit der Vergleiche mit der<br />

Inquisitionsmaxime gezogen hätte, S. 322, 323 und Fußnote 29.<br />

77 Auch Schilken betont, die Erneuerungen seien Begrenzungen der Maximen, Hakimin<br />

Rolü (Fn. 13a), S. 57, aber es sei keine Rede von einer Kooperationsmaxime, S. 62.<br />

425


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

anderen europäischen Ländern sei der Richter mit mehr Befugnissen<br />

ausgestattet.<br />

Die Änderungen im deutschen Zivilprozessrecht gehen, wie<br />

Rosenbert/Schwab vor Jahren bereits festgestellt haben, in die Richtung<br />

einer Kooperationsmaxime, bei der die Parteien und das Gericht bei der<br />

Sammlung des Prozessstoffes zusammenwirken 78 .<br />

Meiner Meinung nach ist eine der wichtigsten Neuerungen der<br />

Reform vom 27.7.2001 (in Kraft getreten am 01.01.2002) die Aufhebung<br />

einer bestehenden Begrenzung durch den Transport des in § 278 III<br />

festgehaltenen Überraschungsverbots in § 139. In der Tat ist in dem neuen<br />

§ 139 II die Rede von “einem Gesichtspunkt, den eine Partei erkennbar<br />

übersehen oder für unerheblich gehalten hat”. Leipold hat bemerkt, dass<br />

die Änderung aus dem Jahr 1976 in die gleiche Richtung ging, diese<br />

aber für Diskussionen gesgorgt habe und eine Begrenzung eingebracht<br />

worden sei, eine dieser Begrenzungen habe zuerst den Wortlaut “eines<br />

Gesichtspunktes” gehabt, diese sei aber durch den Wortlaut “rechtlicher<br />

Gesichtspunkt” weiter begrenzt worden (siehe oben Fußnote 61). Mit<br />

anderen Worten, die im Jahr 1976 eingebrachte Begrenzung ist mit der<br />

Reform aus dem Jahr 01.01.2002 aufgehoben worden.<br />

In der Regierungsbegründung ist zu lesen, dass der alte § 278 III nur<br />

die rechtlichen Gesichtspunkte umfaßt habe, allerdings seien in der Praxis<br />

Schwierigkeiten aufgetreten, rechtliche und materielle Gesichtspunkte<br />

auseinanderzuhalten, deshalb sei diese Begrenzung aufgehoben, so dass<br />

das Gericht nun zu beiden Gesichtspunkten Erörtrungen anstellen kann 79 .<br />

Nach der Reform aus dem Jahr 2002 ist es möglich, dass auf Gesichtspunkte,<br />

78 Greger R., (Fn. 66), S. 466, für die gegenteilige Meinung siehe Schilken unter der<br />

Fußnote 66d; siehe Rosenberg/Schwab, Zivilprozessrecht 14. Auflage § 78 I 4; über<br />

die Erweiterungen der gerichtlichen Befugnisse bei der letzten Änderung des § 139<br />

siehe Becker-Eberhard E., Alman Medeni Usul Hukuku Reformu Hakkinda, (übersezt<br />

von Deren-Yildirim N.) 21. yüzyilin Usul Hukuku Sorunları, 2003, Derleyen Deren-<br />

Yildirim N. S. 59 ff. (65).<br />

79 Zivilprozessreform 2002, zusammengestellt und eingeleitet von Bruno Rimmelspacher,<br />

2002, Zu Nr. 20 (§ 139) S. 139; Schaefer T., in seiner Arbeit hinsichtlich des § 139, bei<br />

dem im Vergleich zu früher keine Änderung statgefunden hat, § 278 III habe insoweit<br />

auch keine Neuerung gebracht, die Anwendung in der Praxis des § 278 III sei in dieser<br />

Richtung, Was ist denn neu an der neuen Hinweispflicht, NJW 2002, S. 849 ff.; auf die<br />

gleiche Weise Musielak H.J., NJW 2000/38 S. 27772.<br />

426


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

die eine Partei erkennbar übersehen oder für unerheblich gehalten hat, das<br />

Gericht seine Entscheidung nur stützen darf, wenn es darauf hingewiesen<br />

und Gelegenheit zur Äußerung dazu gegeben hat.<br />

Ich denke, diese Neuerung ist, wie Greger bemerkt hat, eine grundlegende<br />

Erneuerung (siehe oben Fußnote 65) und verleiht dem Richter weitgehende<br />

Befugnisse. Ein weiterer Punkt, in dem § 139 im Vergleich zum alten §<br />

278 II erweitert wurde ist, obwohl die Parteien den Gesichtspunkt sehen<br />

und für wichtig erachten, kann der Richter diesbezüglich anderer Ansicht<br />

als die Parteien sein und darauf stützend sein Urteil fällen 80 . Auch wurde<br />

betont, der § 139, der die zwingende Hinweispflicht des Richters enthält,<br />

sei ein Schwerpunkt der Reform 81 . Bzgl. des Überraschungsverbots ist in<br />

§ 278 III keine Regelung, vorhanden und § 139, der dazu eine Regelung<br />

vorsieht, besagt, dass der Richter dieser seiner Pflicht so früh wie möglich<br />

nachkommen muss (§ 139 IV). Somit soll die Verlängerung des Prozesses<br />

vermieden werden. Die Änderungen in § 139 werden insbesonders durch<br />

Rechtsanwälte begrüßt, Mißverständnissea könnten somit noch vor der<br />

Berufung geklärt werden und zugleich werden auf diese Weise die von<br />

Anwälten gefürchteten Überraschungsurteile vermieden 82 . Auch die letzte<br />

Änderung im deutschen Zivilprozessrecht hat eine wichtige Bedeutung.<br />

Gemäß des neuen § 142 kann das Gericht anordnen, dass eine Partei oder<br />

ein Dritter die in ihrem oder seinem Besitz befindlichen Urkunden und<br />

sonstigen Unterlagen, auf die sich eine Partei bezogen hat, vorlegt (§ 142<br />

I). Dies kann auch von der nicht die Beweislast tragenden Partei beantragt<br />

werden, diese Norm führt eine für das Gericht verpflichtende Regelung<br />

ein 83 .<br />

80 Hinsichtlich der Erweiterung des § 139 in diese Richtung siehe Hartmann P.,<br />

Zivilprozess 2001/2002: Hunderte wictiger Änderungen, NJW 2001, S. 2577 ff (2582),<br />

der Autor geht davon aus, es sei nicht ausreichend zu sagen, “dies ist aber streitig”<br />

und die Parteien müssen vor einem Überraschungsverbot geschützt werden, siehe<br />

Neuhaus, S. 438; Musielak behauptet, zu diesem Ergebnis komme man auch aus § 139<br />

II 1, Musielak H.J., Reform des Zivilprozess, NJW 2000, 2770 (2771-72), seiner Ansicht<br />

nach sei mit § 278 III dem § 139 mehr Offenheit verliehen worden, siehe außerdem<br />

den Text oben Fußnote 68; zur Meinung, der § 139 ist erweitert worden siehe Däubler-<br />

Gmelin, Reform des Zivilprozess ZRP 2000/2 S. 36.<br />

81 Dauster, (Fn. 58a), S. 339<br />

82 Ayad P., Optimierung des Rechtsschutzes und effektiverer Richtereinsatz? Zeitschrift<br />

für Rechtspolitik, 2000/6, S. 229 ff., insb.: S. 232, Hartmann führt aus, dies seien keine<br />

beschönenden, geschwollenen Worte oder Floskeln, dieselbe Stelle.<br />

83 Rosenberg/Schwab/Gottwald, (Fn. 32), § 118 No. 45.<br />

427


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

In Bezug auf Dritte können die Zeugnisverweigerungsregelungen (§<br />

390 ZPO) angewandt werden (§ 142 III 2 ZPO). Auch ist eine Regelung<br />

bzgl. der Nichtvorlage vorgesehen. Die herrschende Meinung geht<br />

von einer analogen Anwendung des § 427 aus 84 . Das Gerichts wird die<br />

Ausführungen der Partei, die den Inhalt der Urkunde wiedergibt, als wahr<br />

bewerten 85 . Wie zu sehen ist, stellt auch dies eine die Parteiherrschaft<br />

sprengende Befugnis des Richters dar. Der hiermit verfolgte Zweck ist, die<br />

Tatsache der Wahrheit entsprechend herauszufinden 86 . Auch der durch<br />

die Reform der ZPO geänderte § 279 legt dem Richter eine Aufklärungs-<br />

und hinweispflicht auf. Gemäß dem § 279 III hat das Gericht im Anschluss<br />

an die Beweisaufnahme erneut den Sach- und Streitstand und, soweit<br />

bereits möglich, das Ergebnis der Beweisaufnahme mit den Parteien zu<br />

erörtern 87 . Diese Norm sieht ebenfalls wie der § 139 vor 88 , die Parteien<br />

im voraus zu informieren, Gelegenheit für notwendige Verbesserungen zu<br />

geben und den Prozess transparent zu gestalten, damit die unterliegende<br />

Partei mit dem Urteil beser zurechtkommt 89 . Als letzter Punkt zu diesen<br />

Ausführungen muss noch erwähnt werden, dass der Richter nicht von<br />

Amts wegen den Zeugenbeweis anordnen kann, das Reformgesetz hat dies<br />

nicht verändert (§ 273 II 4 ZPO). Allerdings wird heute in der deutschen<br />

Lehre vertreten, dies sei eine fehlende Regelung und müsse lege ferenda<br />

akzeptiert werden 90 . Schilken 91 betont die Wichtigkeit diesbezüglich bei<br />

der Wahrheitsfeststellung der Tatsachen 92 .<br />

84 Rosenberg/Schwab/Gottwald (Fn. 32) dieselbe Stelle, Thomas/Putzo/Reichold, ZPO<br />

Kommentar, 25. Auflage, 2003, § 142 No. 5; es besteht kein Bedürfnis, sich auf eine<br />

materielle Regelung wie den § 422 zu berufen (Rosenberg/Schwab/Gottwald, gleiche<br />

Stelle).<br />

85 Prütting, (Fn. 66a), S. 323 der § 142 steht im Gegensatz zu dem § 422, der die Vorlage<br />

der Urkunde durch den Gegner vorsieht, falls die Partei einen bürgerlichrechlichen<br />

Anspruch darauf hat und dies sei, obwohl er es dem Ministerium noch während der<br />

Entwurfsphase mündlich mitgeteilt habe, nicht berücksichtigt worden, die Natur des §<br />

142 sei dem System fremd.<br />

86 Rosenberg/Schwab/Gottwald, § 118 No. 47.<br />

87 Über die Auffassung, diese Norm würde den Prozess in die Länge ziehen und das<br />

Prinzip des rechtlichen Gehörs wurde dies nicht verlangen und für andere Kritiken<br />

siehe Dauster, (Fn. 58a), S. 339.<br />

88 Die Ansicht der Justizministerin, während der Entwurfsphase, Däubler-Gmelin siehe<br />

(Fn. 66) S. 36.<br />

89 Siehe Dauster (Fn. 58a), die Erläuterungen auf S. 339.<br />

90 Schilken, (Hakimin Rolü, Fn. 13a), S. 66.<br />

91 Gleiche Stelle.<br />

92 Siehe unten zu dem Text in Fußnote 58.<br />

428


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Einer Meinung zufolge zeigen diese Entwicklungen, wie in der ZPO die<br />

Parteiherrschaft zur Kooperation zwischen Partei und Richtern übergeht 93<br />

und das deutsche Recht sich dem österreichischen Recht nähert. In der Tat<br />

wird im österreichischen Recht vertreten, hinsichtlich der Sammlung des<br />

Prozessstoffs bestünde eine Kooperation (siehe unten Fußnote 84).<br />

Auch ist einer Ansicht zufolge noch nicht absehbar, wie diese neuesten<br />

Entwicklungen im deutschen Recht auszulegen sind 94 .<br />

bb) das österreichische Zivilprozessrecht<br />

Eine weitere wichtige Gesetzesänderung wurde in der österreichischen<br />

Zivilprozessordnung durchgeführt.<br />

Man kann über die Reform aus dem Jahr 2002 als erstes bemerken,<br />

dass die “Eventualmaxime” erneut abgelehnt wurde. Im österreichischen<br />

Recht wird seit Franz Klein diese Maxime als “schweres soziales Übel”<br />

und als Grund für die lang dauernden Prozesse gewertet 95 .<br />

93 Greger (Fn. 66), gleiche Stelle, gleichwohl hat der Autor bis heute bemerkt,<br />

die Entwicklungen würden Hoffnung geben, diese Normen ihrem Zweck nach<br />

anzuwenden S. 465; Frankfurt am Main Industrie und Handelskammer (IHK) begrßt<br />

die Erweiterungsreform des § 139, mit anderen Worten ausgedrückt, die Erweiterung<br />

der materiellen Prozessleitung durch den Richter, da sie die Beschleunigung des<br />

Prozesses bezwecke, IHK Frankfurt am Main Druckversion Modernisierung der Justiz<br />

geht weiter Zivilprozessreformgesetz (01.01.2002), http://www.frankfurtmain.ihk.de/<br />

verfahrensrecht/zpo-novelle&rbnr=201.<br />

94 Gerhardt W., führt aus (Die jüngste Zivilprozessrechtsreform in Deutschland, Festschrift<br />

für K. Beys 2003 c. I S. 430), in der Praxis sei die Akzeptanz noch gering und kritische<br />

Stimmen seien in der Mehrzahl, der Autor betont auch, die Gesetzesentwicklungen<br />

seien bestrebt dem Gerechtigkeitsideal näher zu kommen und den Prozess zu<br />

beschleunigen, S. 421.<br />

95 Hübner A.D., Fortschritte und Rückschritte durch die Zivilverfahrensnovelle 2002,<br />

Festschrift für K. Beys 2003 cI S. 209, 210, auch der Reformgesetzgeber ist der Ansicht,<br />

diese Maxime sei der Hauptgrund für langdauernde Prozesse, da in so einem System<br />

die Parteien alle, egal ob wesentlich oder nicht, Tatsachen als Prozessstoff einbringen<br />

und dies zu einer Verlängerung des Prozesses führe, an dessen Stelle sei die “leichtere”<br />

Präklusion vorgesehen, für eine Wertung siehe Hübner, S. 211 ff.; in die gleiche<br />

Richtung gehend Fasching, (Fn. 31), c.I S. 309 ff.; in unserem Recht vertritt Üstündağ<br />

die Meinung, diese “Maxime” sei ein unverzichtbares Mittel zur Beschleunigung des<br />

Prozesses, (Fn. 14), S. 114, 115, wie er zu diesem Schluß gelangt, hat er nicht erörtert<br />

und läßt das erfolgreiche österreichische Model, welches sowohl bei den materiellen<br />

Tatsachen und insbesonders auch bei den Beweismitteln dem Richter weitläufige<br />

Befugnisse einräumt, außer acht; da in unserem Rechtssystem seit Jahren nach<br />

Beschleunigungsmöglichkeiten geforscht wird, bin ich der Meinung, man muss dieser<br />

Ansicht mit Skepsis entgegentreten.<br />

429


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Im Gesetz ist für die Beschleunigung des Prozesses zudem die<br />

“Mitwirkungspflicht der Parteien” vorgesehen (§ 359) 96 .<br />

Meiner Meinung zufolge ist die wichtigste Änderung im österreichischen<br />

Zivilprozessgesetz die normative Einführung des Überraschungsverbots<br />

(§ 182a). Die Regelung entspricht ungefähr dem alten deutschen § 278<br />

III. Wichtig ist, dass in Österreich die Begrenzung auf die “rechtlichen<br />

Gesichtspunkte” festgelegt ist 97 .<br />

Wie wir von Fasching lernen 98 , ist der § 182 a auf Drängen der<br />

Rechtsanwaltskammer gesetzlich geregelt worden, obwohl der oberste<br />

österreichische Gerichtshof das Überraschungsverbot seit Jahren 99<br />

in seiner Rechtsprechung befürwortet hat. Fasching führt aus, damit<br />

könnten Überraschungsurteile vermieden werden, allerdings würde<br />

diese Regelung nicht zu der Beschleunigung des Prozesses beitragen 100 .<br />

Aus diesen Aussagen kann man folgenden Schluss ziehen, trotz der<br />

Rechtsprechung des obersten Gerichtshofes haben die Gerichte dieses<br />

Verbot nicht genügend meachtet. Deshalb haben die Rechtsanwälte auf<br />

eine gesetzliche Regelung bestanden. Wenn man nun dazu kommt, diese<br />

habe keine positive Einwirkung auf die Prozessbeschleunigung, so muss<br />

ich wiederholen, was ich oben ausgeführt habe (siehe III 1a), nämlich dass<br />

ein zu spät erfolgter Rechtsschutz zu dessen Natur im Gegensatz steht.<br />

Auch darf nicht übersehen werden, dass ein zu lang dauernder Prozess<br />

die Möglichkeit der Feststellung des wahren Sachverhaltes verringert 101 .<br />

Allerdings darf die Prozessbeschleunigung dem Zweck des Zivilprozesses<br />

auch nicht zu teuer zu stehen kommen. Das Überraschungsverbot, das<br />

fair triel-Recht sind Teile und wichtige Elemente des rechtlichen Gehörs.<br />

Deshalb können sie nicht der Beschleunigung geopfert werden. Wie Gaul<br />

zu Recht ausführt “Eiljustiz statt materieller Gerechtigkeit” ist nicht mit<br />

dem verfolgten Zweck des Gesetzgebers vereinbar 102 .<br />

96 Für die Sanktionen bei der Pflichtverletzung siehe Hübner, (Fn. 84), S. 226 ff.<br />

97 Für die Aufhebung mit dem neuen deutschen Reformgesetz dieser Begrenzung aus<br />

dem § 139 siehe Fußnote 68 f.<br />

98 (Fn. 31), S. 312 ff.<br />

99 Seit 1926, siehe Fasching, S. 312 Fußnote 24.<br />

100 (Fn. 31), S. 314.<br />

101 Rechberger W.H., Die Verfahrenskonzentration im österreichischen Zivilprozess<br />

(übersetzt von Yildirim K.), Ilkeler Isıgi Altinda Medeni Yargilama Hukuku,<br />

genisletilmis 2. basi 2001 S.3.<br />

102 Gaul, (Fn. 54), S. 112.<br />

430


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Auch bin ich der Meinung, dieser Punkt, wie er in der neuen Form<br />

des deutschen § 139 geregelt ist, nämlich die Erfüllung seitens des<br />

Richters so früh wie möglich, wird die Beschleunigung nicht berühren.<br />

Der Schwerpunkt bei der Reform des österreichischen Zivilprozessrechts<br />

aus dem Jahre 2002 liegt bei der Prozessbeschleunigung, dies ist aus<br />

seiner Begründung zu erkennen; siehe Ballon O.J. S. 75 ff., um dieses zu<br />

verwirklichen, sind Mittel wie folgt notwendig: statt des “ersten Termins”<br />

einen “Vorbereitungstermin”, die Stärkung der Prozessförderungspflicht<br />

(siehe die oben in Fußnote 69 ausgeführten Regelungen), die<br />

Schiedsgerichtsbarkeit in Rechtsanwalts- und notariellen Angelegenheiten<br />

(siehe das zwngend vorgeschriebene Schiedsgericht in dem türkischen<br />

Rechtsanwaltsgesetz § 167; allerdings hat das Verfassungsgericht dies<br />

als verfassungswidrig aufgehoben); Ballon 103 hat am Anfang seiner<br />

arbeit bemerkt, falls man die historische Entwicklung auf diesem Gebiet<br />

berücksichtige, könne man nicht positiv eingestellt sein, die eingeführten<br />

Maßnahmen seien nicht auf lange Sicht erfolgreich gewesen, die Gründe<br />

dafür seien unter anderem die sich ändernden Gesellschaftsstrukturen,<br />

die Sparmanßnahmen und die Auswirkungen des Europarechts auf das<br />

Zivilprozessrecht, S. 76.<br />

Hübner führt aus, unter der Bedingung, nicht gegen das mit<br />

der Reform von 2002 bezweckten Ziel zu sein, müsse man für die<br />

Prozessbeschleunigung Mittel schaffen. Der Autor ergänzt, für diesen<br />

Zweck würde man ein Übereinkommen finden, dieses würde aber<br />

letztendlich nicht zum Ziel führen 104 . Gleichwohl ist aus der Statistik<br />

des Europäischen Gerichtshofs aus dem Jahr 1995 erkennbar, dass keine<br />

Klagen gegen Österreich mit Grund des Zivilprozesses vorliegen, und von<br />

den bis heute geprüften 14 Beschwerden nur zwei über die Prozessdauer<br />

eingelegt worden sind (die eine betrifft Unterhaltskosten, die andere<br />

vorzeitige Rentenansprüche), meiner Meinung nach ist dieses System, in<br />

dem die Plichten und Befugnisse des Gerichts erweitert sind, aus dieser<br />

sicht gesehen sehr interessant 105 .<br />

103 O.J., Das Zurückweisungsrecht des Gerichts bei nachträglichem Parteivorbringen,<br />

Festschrift für K. Beys 2003, B. I, S. 75 ff.<br />

104 Hübner, (Fn. 84), S. 207.<br />

105 Rechberger, (Fn. 90), S. 9.<br />

431


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

432<br />

cc) das englische Zivilprozessrecht<br />

Ich denke, über das Thema, dessen Entwicklungen wir seit 1978<br />

untersuchen, hat die wichtigste Änderung im englischen zivilprozessrecht<br />

statgefunden. Und zwar ist dies das “Gesetz des Zivilprozessrechts 1998”<br />

(Civil Procedure Rules 1998, CPR 1998). Mit der Befugnis des “Civil<br />

Procedure Act 1997” und den fünf Jahre andauernden Arbeiten des Lord<br />

Wollfs entstand das die Ansichten des Lord Woolf’s im großen Maße<br />

anerkennende CPR und trat am 26. April 1999in Kraft. Mit diesem Gesetz<br />

sind die Verfahren vor dem High Court und dem Country Court dem<br />

gleichen recht unterworfen worden 106 . Das englische Zivilprozessrecht<br />

vor der Reform hat das Volk größtenteils aufgrund seiner Kosten,<br />

zeitraubenden und konfusen Art von den Gerichten ferngehalten, es war<br />

schwer zu erreichen, das System hat nicht auf eine gerechte, ökonomische<br />

und geeignete Weise funktioniert 107 .<br />

Lord Phillips bemerkt, die CPR 1998 würde in der Prozesskulter eine<br />

dramatische Wendung darstellen. Vor der Reform sei die Verhandlung<br />

langsam und kostspielig gewesen, auch sei sie damals nicht an feste Regeln<br />

gebunden gewesen, so dass die Praktiker die Parteipositionen polarisieren<br />

konnten, afgrund der überraschenden Taktiken und zivilprozessrechtlichen<br />

Techniken sei die Verhandlung schmerzhaft gewesen, mit der CPR 1998<br />

kann das Gericht nun die Verhandlungsentwicklung verfolgen und sie<br />

durch ihre weitgehenden Befugnisse hinsichtlich der Prozessleitung (active<br />

case management) dahingehend, dass die Streitigkeit richtig und schnell<br />

gelöst wird, beeinflussen 108 . Mit diesen Regelungen ist die Parteiherrschaft<br />

über die Prozessleitung weitestgehend aufgehoben 109 .<br />

Auch im englischen Recht wird betont, der Zweck des<br />

Zivilprozessrechts sei die Fällung eines auf wahren Tatsachen beruhendes<br />

Urteil, also die Wahrheitsfindung “Im Kern des Zivilprozessrechts liegt<br />

106 Siehe Hill/Wood/Fine, A Practical Guide to Civil Litigation S. 6; nach den Ausführungen<br />

in diesem Buch gehen die Arbeiten diesbezüglich weiter, z. B. die 1965 Rules of The<br />

Supreme Court sollten auch in der CPR vereint werden, dann hätte es nur ein, das<br />

Zivilprozessrecht regelndes Gesetz gegeben, dieselbe Stelle.<br />

107 Siehe Michalik P., Justice en Crisis: England and Wales (Civil Justice in Crisis) 2. Ed.<br />

2003, S. 117, 164.<br />

108 Aus der Einleitung der oben genannten Arbeit.<br />

109 Hill/Wood/Fine, (Fn. 94), S. 8.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

die Wahrheitsfindung”. Nicht zutreffende Regelungen ändern nichts an<br />

diesem Zweck 110 . Das Zivilprozessverständnis und seine Philosophie vor<br />

der Reform war das Urteil beruhend auf wahren Tatsachen, allerdings<br />

lag die formelle Prozessleitung zum größten Teil bei den Parteien; dies<br />

führte jedoch zu einer Prozessverschleppung und verringerte somit auch<br />

die Wahrscheinlichkeit der richtigen Entscheidung. Es ist verständlich,<br />

dass das Schweigen des Richters zur Prozessleitung (adversary system)<br />

einesder größten Schwächen des englischen Rechts darstellte 111 . Ein<br />

weiterer Autor bemerkt, bei der Wahrheitsfindung den Richter befugnislos<br />

zu lassen, sei der größte Mangel im adversary system gewesen 112 . Die<br />

CPR habe diese Philosophie geändert und bzgl. der Prozessleitung die<br />

Pflichten des Richters erweitert. Mit anderen Worten die CPR wurde<br />

eingeführt, um zwischen der Wahrheit, der Schnelligkeit und den Kosten<br />

ein Gleichgewicht zu schaffen 113 .<br />

Das adversary system basiert auf zwei Grundideen 114 ; die erste ist<br />

die Disposition der Parteien über die Verhandlung (dispositiv principle,<br />

Dispositionsmaxime). Hier sind die Parteien grundsätzlich in ihren<br />

Verfügungen frei. Bzgl. der Klageerhebung, der Antragsbestimmung, der<br />

Beendigung (Verzicht, Anerkenntnis, Vergleich) spielen die Parteien die<br />

Hauptrolle, das Gericht ist nur begrenzt beteiligt. Der zweite Gedanke<br />

110 Zuckermann A., Justice in Crisis: Comparative Dimensions of Civil Procedure (Civil<br />

Justice in Crisis) S. 3, 4, 5.<br />

111 Zuckermann (Fn. 98) bemerkt, man könne kein Zivilprozessrecht um diesen Zweck<br />

herum schaffen, das Risiko eines nicht richtigen Urteils sei nicht aus der Welt zu<br />

schaffen; zu Recht führt er aus, sei im Zivilprozess auch die Dauer, die zum richtigen<br />

Urteil gebraucht wird und dessen Kosten zu berücksichtigen; der Autor gibt weiterhin<br />

die durchschnittliche Dauer einer Verhandlung in einem Londoner High Court mit<br />

161 Wochen an, bei lokalen Gerichten betragen diese Zeitabschnitte in der gleichen<br />

Reihenfolge 70 und 90 Wochen (S. 16 ff.); siehe Alangoya, (Vakialar) S. 89 ff.; Alangoya/<br />

Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 26 ff.<br />

112 Jolowicz, (Fn. 50), S. 238; der Autor vertritt nicht die Ansicht, die Regelung, dass die<br />

Partei die andere Partei und dessen Zeugen befragt (cross-examination) sei das “beste<br />

bisher gefundene rechtliche Mittel, die Wahrheit zu erforschen” (JH. Wigmore, Treatise<br />

on the Anglo-American System of Evidence in Trials at Common Law, 3 rd.edn-Boston:<br />

Little Brown, 1940, Übertragung aus § 1367, siehe S. 283 fußnote 9) und führt aus,<br />

diese Regelung sei im Hinblick auf den Erfolg beim Feststellen der Unwahrheit nicht<br />

mit der Wahrheitsfindung gleichzusetzen, S. 283, 284.<br />

113 Zuckermann, (Fn. 98) S. 17.<br />

114 Zuckermann, (Fn. 98) S. 17.<br />

433


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

betrifft die Beibringung des Prozessstoffes in die Verhandlung, hier besteht<br />

Parteiherrschaft (determine of information), das Gericht kann sein Urteil nur<br />

auf diese Tatsachen stützen. Der erste Gedanke wird in Kontinentaleuropa<br />

als Regel anerkannt. Bzgl. des zweiten Gedankens geht das Rechtssystem,<br />

dem auch wir angehören, davon aus, dass neben den Parteien auch das<br />

Gericht Befugnisse besitzt und das englische Rechtssystem hat mit seiner<br />

letzten Reform denselben Weg eingeschlagen.<br />

Der Hintergedanke des adversary systems, also der Parteiherrschaft<br />

bzgl. der Prozessführung, ist die Überlegung, die Wahrheit aufgrund der<br />

Beibringung der Parteien und deren Auseinandersetzung miteinander zu<br />

finden, dabei solle das Gericht sich nicht einmischen 115 . Das ist auch ein<br />

Stück weit eine Dienstleistung (service) der Justiz an die Parteien. Wenn<br />

von einer Dienstleistung auszugehen ist, so muss erwähnt werden, diese<br />

ist nicht nur eine Dienstleistung hinsichtlich der Parteien, sondern auch<br />

eine Dienstleistung hinsichtlich des öffentlichen Interesses 116 . “Ein Prozess<br />

ist weder ein Krieg noch ein Spiel, es ist die Anwendung der wahren<br />

Gerechtigkeit zwischen den gegnerischen Parteien, wenn das Gericht<br />

nicht alle notwendigen Informationen hat, so kann es diesem Zweck nicht<br />

entsprechen” 117 .<br />

Demzufolge reicht das adversary system für die Zweckerreichung<br />

des Zivilprozessrechts nicht aus. Damit wird nicht gemeint, man müsse<br />

erforschen (inquisitorial model) wie der Polizeibeamte, der an den Tatort<br />

kommt und fragt: “Was geht hier vor?” (What’s going on here?), doch um<br />

das Ziel zu erreichen, braucht es einer Erörterungsmöglichkeit zwischen<br />

115 Im rechtsstreit zwischen der Air Canada und dem Secretary of State hat das Gericht<br />

für ein gerechtes Urteil manche Unterlagen verlangt, diesbezüglich haben der Court of<br />

Appeal (Lord Denning) und das House of Lords (Lord Wilberforce) diesen Wunsch des<br />

Gerichts nicht akzeptiert und ihre meinung an das adversarial sysem angelehnt, dieses<br />

erlaube deine entspechende Vorgehensweise nicht, siehe Jolowicz, (Fn. 50), S. 284,<br />

285, der Autor erwähnt, die Ansicht des Lord wilberforce stelle insoweit eine formelle<br />

Gerechtigkeit (procedural) dar, S. 285.<br />

116 JJ. Speiegelman (oberster Richter in New South Wales), Judicial Accountability and<br />

Performance Indicators (2002) 21 CJQ 18.26, Jolowic, (Fn. 50), S. 285 und zitiert aus<br />

Fußnote 19.<br />

117 Sir John Donaldson MR, Davis-Eli Lilly and co (aus dem Urteil 1987 1 WLR 428, 431<br />

führt Jolowitz aus, der oberste Richter habe in dieser seiner Entscheidung nicht nur<br />

die formelle, sondern auch die materielle substantive Gerechtigkeit gemeint), gleiche<br />

Stelle.<br />

434


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

dem Richter und den Parteien 118 . Wie bereits oben erwähnt, war der<br />

Gedanke der Reform, die Schwäche des adversary systems, nämlich die<br />

Unfähigkeit des Richters bei der Wahrheitsfindung 119 .<br />

Lord Woolf hat in seinem Berichts 120 von 1995, der die Reform<br />

nachhaltig beeinflusste, geäußert, das adversary system müsse vollständig<br />

abgeschaffen werden, allerdings würde er an dessen Stelle nicht die<br />

Inquisationsmaxime vorschlagen, aber schon ein System beorzugen, in dem<br />

das Gericht auch Befugnisse habe und Regie führe und dass auf diesem Weg<br />

die vorhandene missliche Lage zu beseitigen sei. Lord Wollf hält in seinem<br />

Bericht auch fest, in dem adversary system könne die finanzstärkere oder<br />

erfahrene Partei das Verfahren zu Lasten der schwächeren Partei in einen<br />

kostspieligen, undurchschaubaren Prozess verwandeln 121 .<br />

Die “grundlegenden Prinzipien (Ziele)” (overreding objectives) sind die<br />

Basis der Reform, sie gehen nur von einer formellen Änderung hinsichtlich<br />

der richterlichen Rolle aus, da die Autoren des Entwurfes bemerkten,<br />

“hinsichtlich der Begründetheit um die Wahrheitsfindung zu enforschen,<br />

sei die Rolle des Gerichts evident, so dass eine gesetzliche Regelung<br />

hierfür nicht notwendig” sei 122 . Hier wird keine detaillierte Analyse der<br />

CPR-Normen gemacht. Doch ich möchte, um einen Einblick verschaffen<br />

zu können, die “grundlegenden Prinzipien” erwähnen 123 . Gemäß CPR 1.2<br />

muss das Gericht sich (a) bei der Anwendung eines seiner Befugnisse, die<br />

es durch die CPR erhalten hat oder (b) bei der Auslegung einer Norm die<br />

grundlegenden Prinzipien vor Augen halten.<br />

Allerdings ist aus manchen Regelungen der CPR ersichtlich, dass<br />

die materielle Prozessleitung des Richters zu Lasten der Parteibefugnisse<br />

gegangen ist. Das Gericht kann die “Behauptungs- und Verteidigungsvorträge<br />

von Amts wegen” beachtend, beurteilen, ob die Klage “Aussicht auf Erfolg”<br />

hat (CPR 24), es kann hierzu die Vorlage von Beweismitteln verlangen<br />

118 Jolowicz, (Fn. 50), S. 286.<br />

119 Jolowicz, (Fn. 50), S. 283.<br />

120 Interim Report, 1995 Chapter 5-The Need For Case Management by the Courts No. 15,<br />

www.dca.gov.uk.<br />

121 Chapter 5 No. 5.<br />

122 CPR 1.1 und die Fußnote zur 3. Revision, zitiert aus Jolowicz, (Fn. 50), S. 284.<br />

123 Siehe Andrews, English Civil Procedure 20B2003 (Oxford University Press), S. 38.<br />

435


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

und deren Natur bestimmen (CPR 31.1). Jolowicz bemerkt dazu, dies sei<br />

im Widerspruch zu dem auf der Parteiherrschaft beruhenden “adversary<br />

system” 124 .<br />

Der Autor füht weiter aus, das jahrelang gültige adversary system<br />

habe die Partein vollkommen gleichberechtigt gesehen und die Erledigung<br />

des Streits somit vereinfacht, doch sei dies aufgrund seiner Natur für die<br />

materille Gerechtigkeit zu wenig gewesen 125 .<br />

Gemäß CPR 1.3 müssen “die Parteien dem Gericht zur Verwirklichung<br />

der grundlegenden Prinzipien helfen”. Die für so einen wichtigen Grund<br />

vorgesehenen Prinzipien (Ziele) (Overriding Objectives) sind in der CPR<br />

wie folgt geregelt: Das Hauptziel dieser Prinzipien ist die Bestimmung<br />

einer neuen Zivilprozessordnung für die gerechte Leitung des Prozesses<br />

(1.1 (1)). Für eine gerechte Leitung der Verhandlung müssen folgende<br />

Voraussetzungen vorliegen: (a) Die Gleichberechtigung zwischen den<br />

Parteien, (b) die Kostenverringerung, schauend auf (c) die Klage i)<br />

hinsichtlich ihres Streitwertes; ii) auf ihre Wichtigkeit; iii) auf ihre<br />

Komplexität; iv) im Hinblick auf die finanzielle Lage auf beide Parteien<br />

Rücksicht nehmend, bestimmen, (d) die Verhandlung fair und zügig leiten,<br />

(e) die Quellen benutzen, dabei aber berücksichtigen, dass die Quellen<br />

auch für andere Klagen notwendig seien können.<br />

Somit nimmt die Stelle eines passiven Richters, welcher der größte<br />

Schwachpunkt im adversary system war, ein aktiver Richter ein 126 . Die<br />

erste Norm der CPR regelt auch die zwingende aktive Leitung des Richters,<br />

um die grundlegenden Ziele zu verwirklichen, CPR 1.4 127 .<br />

124 (Fn. 50), S. 287.<br />

125 (Fn. 50), S. 295.<br />

126 Siehe Fußnote 99.<br />

127 Gemäß CPR 1.4 beinhaltet die aktive Prozessleitung folgende Punkte:<br />

a) Die Parteien bzgl. der Prozesshandlungen zu einer Kooperation zu bewegen;<br />

b) die streitigen Punkte so früh wie möglich herauszukristallisieren;<br />

c) herausarbeiten und entscheiden, welche Punkte besonders geprüft werden müssen<br />

und welche zügig abgehandelt werden können;<br />

d) in welcher Reihenfolge die Streitgegenstände behandelt und gelöst werden sollen;<br />

e) wenn das Gericht dies für passend erachtet, die Parteien zu einer alternativen<br />

Lösung zu bewegen unnd diesen Weg zu erleichtern;<br />

f) die Parteien bei einen (teilweisen) Vergleich unterstützen;<br />

g) den zeitlichen ablauf feststellen oder die Prozessdauer kontrollieren;<br />

436


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Wie zu sehen ist, hat das englische System die Befugnisse des Richters<br />

erweitert, um die Wahrheit zu erforschen und um dieses Ziel ohne<br />

Zeitverlust zu erreichen, sind sowohl dem Richter als auch den Parteien<br />

Aufgaben und Plichten auferlegt. Diese Systemänderung im englischen<br />

Recht hat das englische Recht der Rechtsfamilie, der auch wir angehören,<br />

nähergebrachts 128,129 .<br />

dd) “das schweizerische Zivilprozessrecht”<br />

In der Schweiz entstanden das Schuldrechtsgesetz<br />

(Obligationenrecht) im Jahr 1819, das Zivilgesetzbuch im Jahr 1907 und<br />

das Schuldbetreibungsund Konkursgesetz im Jahr 1889 als Bundesgesetze.<br />

Nur die Zivilprozessrechte sind bis zum heutigen Tage in kantonalen<br />

Gesetzen geregelt 130 . Der Gedanke, in der Schweiz anstatt der kantonalen<br />

Zivilprozessrechte ein einheitliches bundesrechtliches Zivilprozessrecht<br />

zu schaffen, ist nicht neu 131 . Der Hauptgrund der Verzögerung bei der<br />

h) prüfen, ob die für eine Handlung notwendigen Kosten mit dem Zweck der Handlung<br />

vereinbar sind;<br />

i) die Verhandlung in mehr als einem Punkt untersuchen;<br />

j) die Verhandlung versuchen so zu leiten, dass eine Parteianwesenheit nicht notendig<br />

ist;<br />

k) den Nutzen der Technologie anwenden und;<br />

l) Maßnahmen für eine zügige und wirksame Verhandlung treffen.<br />

Eine Wirkung dieser Normanwendung sei es, dass die Anwälte nicht persönlich<br />

vor Gericht erscheinen müßten, sondern es ausreichend wäre, die Verhandlung per<br />

Telefon durchzuführen, Hill/Wood/Fine, (Fn. 94), S. 94.<br />

128 Gemäß des Bericht von Loord Wolf (siehe Interim Report (1995) Chapter 5<br />

ff.; Final Report Section II, 1996 Chapter 2 ff.; www.dca.gov.uk.) hat man<br />

hinsichtl. des Streitgegenstandswertes oder dessen Natur drei verschiedene<br />

Prozessordnungsmöglichkeiten vorgesehen: für kleine Klagen das schnelle Verfahren<br />

(The Fast Track CPR 28), für wichtige Klagen das Menrfachsystem (The Multi Track<br />

CPR 29), die mit der Reform eingeführte Änderung muss der Richter in dem für die<br />

Klage passenden System durchführen (für die detaillierte Information siehe Hill/Wood/<br />

Fine, (Fn. 94), S. 9. und S. 174 ff.; Sime S., A Practical Approach to Civil Procedure, 5.<br />

Auflage 2002, Oxford University Press, S. 241 ff.).<br />

129 Über die Tatsache, dass auch im amerikanischen System der Richter nun aktiv ist,<br />

siehe Zuckerman, (Fn. 94), S. 19 ff. S. 47; siehe außerdem Marcus L.R, Malaise of<br />

Litigation Sopperpower Civil Justice in Crisis 2003, S. 71 ff.<br />

130 Das Stammgesetz der türkischen Zivilprozessordnung ist die Zivilprozessordnung des<br />

Kantons Neuenburg aus dem Jahr 1925.<br />

131 Bzgl. der Arbeiten hierzu seit 1861 siehe Merz H., Zur Vereinheitlichung des<br />

Zivilprozessrechts, Berichterstattung des Vorstandes (Schweizerisch Juristenverein);<br />

437


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Schaffung eines einheitlichen Zivilprozessrechts sei politischer Natur 132 .<br />

Auch der berühmte schweizerische Zivilprozessrechtler Max Guldener<br />

hat in seinem Bericht erwähnt, das kantonale System habe in gegenseitiger<br />

Einflußnahme ein “gemeinschaftliches Zivilprozessrecht” geschaffen und<br />

es gelte dieses zu erhalten 133 .<br />

Allerdings verdichteten sich mit der Zeit die Probleme des kantonalen<br />

Systems 134 .<br />

In einer Volksbefragung am 12. März 2000 stimmte eine große Mehrheit<br />

der Bevölkerung für eine einheitliche Regelung des Zivilprozessrechts und<br />

der Bundesgesetzgeber wurde hierzu ermächtigt 135 .<br />

Die beaftragte Kommission hat ihre Entwurfsarbeit anfang 2003<br />

beendet. Das geheim gehaltene Vernehmlassungsverfahren dauert noch an.<br />

In dieser Arbeit wird dieser Entwurf nicht als Ganzes abgehandelt<br />

werden. Ich werde mich damit begnügen, nur die für diese Arbeit<br />

relevanten Punkte zu erwähnen.<br />

Da bei der Wahl der Kommissionsmitglieder der Vorzug eher den<br />

Kantonen mit Gesetzen romanistischen Ursprungs gegeben worden ist, hat<br />

das die Kritik eingebracht, dass man die Gesetzessysteme aus Zürich, Aargau<br />

und Ostschweiz, in welchen das Rechtsschutzbedürfnis weiterentwickelt<br />

ist, nicht zu genüge berücksichtigt habe 136 . Diese Auffassung wird<br />

438<br />

Zeitschrift für Schweizerisches Recht (ZSR) 1969 Neue Folge 88 Halbband II Heft 1,<br />

Vorwort S. 9.<br />

132 Merz, (Fn. 117b), S. 10 ff., Walder-Richli H.U., Die Schweiz auf dem Weg zu ihrer letzten<br />

Zivilprozessordnung, Festschrift für Kostas E. Beys 2003, Athen 2. Band S. 1713.<br />

133 Merz, (Fn. 117b), S. 16, 17.<br />

134 Habscheid W.J., Schweizerisches Zivilprozess-und Gerichtsorganisationsrecht, Ein<br />

Lehrbuch seiner Grundlagen 2. neubearbeitete und erweiterte Auflage, 1990 S. 67 Rd.<br />

N. 66; Walder-Richl, (Fn. 117c), a.a.O.<br />

135 Die erreichte Mehrheit wurde nicht nur als Ermächtigung, sondern weitergehend auch<br />

als eiliger Antag hinschtlich der Aufgabenerfüllung gewertet, Koller H., Die künftige<br />

schweizerische Zivilpozessordnung, Mitglieder der Expertenkomission erläutert den<br />

Vorentwurf (Herausgeber Thomas Sutter-Somm, Franz Hasenböhler), Universität St.<br />

Gallen, Hochschule für Wirtschaft-, Rechts- und Sozialwissenschaften, Bibliothek,<br />

Schulthess 2003 (“Die künftige schweizerische ZPO”), Einleitung S. 9.<br />

136 Spühler K., Einführung, Stand der Arbeit, Zeithorizont, Die neue schweizerische<br />

Zivilprozessordnung (Herausgeber Karl Spühler), 2003 (“Die neue Schweizerisch<br />

Zivilprozessordnung”) S. 1, 2.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

auch auf die Themen der Einschränkung des richterlichen Fragerechts<br />

bei besonderen Verfahren und auf die Beibringung des Prozesstoffes<br />

übertragen 137 .<br />

Ich werde mich begnügen, den Entwurf nur im Hinblick auf das Thema<br />

dieser Arbeit zu erörtern 138 .<br />

Die Bearbeiter des Entwurfs haben folgende Regelungen getroffen:<br />

Bei Streitigkeiten aus dem Miet-, Arbeits- und Unterhaltsrecht sei das<br />

“Vereinfachte Verfahren” anzuwenden; in diesen Streitigkeiten sei dieses<br />

Verfahren, ohne auf den Streitwert zu achten durchzuführen; auch gelte<br />

bei diesem Verfahren der “Untersuchungsgrundsatz”, die Tatsachen<br />

und Beweismittel könnten bis zum Verfahrensende eingebracht werden;<br />

weiterhin sei beabsichtigt, für den Klageantrag und die Klageerwiderung<br />

leicht auszufüllende Formulare bereitzustellen und sie heben hervor, das<br />

Verfahren sei nicht komplex und durch diese Bestimmungen würde das<br />

“soziale Zivilprozessrecht” realisiert werden 139 .<br />

Es mag sein, dass diese Klagen von ihrer Natur aus mit einem<br />

günstigeren, schnelleren und einfacheren Verfahren erledigt werden können<br />

und dass die erweiterten Befugnisse des Richters bei der Beibringung des<br />

Prozessstoffs dem sozialen Charakter des Zivilprozessrechts entsprechen.<br />

Aber es kann auch zu falschen Ergebnissen führen, wenn man den sozialen<br />

Charakter des Zivilprozessrechts nur auf diese Prozesse beschränkt und<br />

man diese Eigenschaft, welche über das ganze Zivilprozessrecht herrschen<br />

müsste, aus dem Auge verliert. In der Tat lässt es sich über die Regelungen<br />

der hoch angesetzten Prozesskosten (die Vorauszahlung der Hälfte der<br />

voraussichtlichen Prozesskosten, Art. 87/1) und wenn das Urteilsergebnis<br />

nicht wesentlich höher ist als der Vergleichsvorschlag, so werden die<br />

137 Walder-Richli, (Fn. 117 c), S. 1719; Meier I/Mürner D., Stolperstein in der neuen<br />

schweizerischen Zivilprozessordnung, Schweizerische Juristen Zeitung (SJZ) 99<br />

(2003) Nr. 23 S. 597 ff. (602); diese Autoren befürchten das “Erledigungsprinzip-<br />

Erledigungsmaxime” könne das Rechtschutzbedürfnis eines modernen<br />

rechtsstaatlichen Landes besiegen.<br />

138 Eine weitergehende Bewertung des Entwurfs habe ich in meinem Aufsatz “In der<br />

Entwicklung zum neuen schweizerischen Bundeszivilprozessrecht” in der Festschrift<br />

für Prof. Dr. Özer Selici, 2005, vorgenommen.<br />

139 Sutter-Somm T., Schwerpunkte und Leitlinien des Vorentwurfs zur Schweizerischen<br />

Zivilprozessordnung “Die künftige Schweizerische ZPO” S. 15, Gasser D., Das<br />

Vereinfachte Verfahren “Die künftige schweizerische Zivilprozessordnung” S. 76.<br />

439


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

gesamten Verfahrenskosten derjenigen Partei auferlegt, welche den<br />

Vergleich abjelehnt hat, diskutieren 140 .<br />

Die häufigste und wichtigste Kritik, der auch ich beistimme, betrifft die<br />

Tendenz hinsichtlich der Beschränkung der richterlichen Befugnisse auf<br />

die formelle Prozessleitung; Walter betont, dies sei das Ergebnis der sich<br />

mit der “Verhandlungsmaxime” begnügenden “formellen Wahrheit” und<br />

weist darauf hin, dass die Maxime in der Botschaft des Bundesrats vom<br />

14. März 1947 nicht mehr mit der heutigen Rolle des Richters konform<br />

gehe, dass die materielle Prozessleitung für die Auffindung der “Wahrheit”<br />

notwendig sei, die Entwicklung sei auch in den letzten 60 Jahren in diese<br />

Richtung gegangen und aus dieser Perspektive gesehen, stelle der Entwurf<br />

einen Rückwärtskurs dar 141 .<br />

Bei Betrachtung dieser Kritiken kann man erwarten, dass der Entwurf<br />

hinsichtlich der Punkte Wahrheitsfindung, richterliche Befugnisse und<br />

Beibringung des Prozessstoffs neu überarbeitet wird.<br />

440<br />

b) Die “Neutralität” des Richters hinsichtlich der materiellen<br />

Prozessleitung<br />

Stellt die Neutralität des Richters eine Grenze für seine Aufgabe<br />

hinsichtlich der formellen und materiellen Prozessleitung dar? Das<br />

Zivilprozessrecht hat auch soziale Strukturen, und da die Befugnisse des<br />

Richters mit der zeit erweitert wurden, muss man diesen Punkt erörtern.<br />

aa) In § 139 ZPO (§ 75 trZPO) liegt nach meiner Auffassung der<br />

Schwerpunkt der herrschenden Meinung bei der Aufklärungs- und<br />

Hinweispflicht in der begrenzung dieser Pflichten durch die richterliche<br />

Neutralität, bei einer Überschreitung der gezogenen Grenzen des § 139<br />

liegt eine Ablehnungsgrund vor 142 .<br />

140 Diese Regelungen werden auch aus verfassungsrechtlicher Sicht als problematisch<br />

bewertet.<br />

141 Walter H.P., Auf dem Weg zur Schweizerischen Zivilprozessordnung, SJZ 100 (2004)<br />

Nr. 13 S. 318 ff.<br />

142 Leipold (Stein/Jonas), (Fn. 31), § 139 Rn. 7, nachdem der Autor ausführt, die Grenzen<br />

der Neutralität seien bei § 139 ZPO zu beachten, bemerkt er, diese stelle die Grenze<br />

des § 139 dar; allerdings erwähnt der Autor an der gleichen Stelle, die vom Richter<br />

nicht in Anlehnung an § 139 gemachten Ausführungen würden nicht generell unter<br />

das Neutralitätsverbot fallen; Hermisson (NJW 1985, 2560) geht davon aus, nach der


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Die Gegenmeinung in diesem Punkt, nämlich, dass hinsichtlich des §<br />

139 die Unparteilichkeit (§ 42 III) des Richters nicht zu werten ist, sei nicht<br />

zu vertreten 143 . Die Grenzen der Pflicht des Richters sind aus der Norm, die<br />

diese Pflicht regelt, zu entnehmen. Der Richter kann in Anlehnung an diese<br />

Norm seine Pflichten und Befugnisse, ohne Beachtung der Neutralität,<br />

ausüben 144 . Falls die Pflichtausübung für die eine Partei eine günstigere<br />

Lage darstellt, son kann dies nicht als Aufhebung der Neutralität gesehen<br />

werden 145 .<br />

Wenn man annimmt, die Neutralität begrenze den § 139, muss man<br />

dann in den Fällen, in denen der Richter im Rahmen der Sammlung des<br />

Prozessstoffs große Befugnisse besitzt und diese auch benutzt (z. B. bei uns<br />

bei Katasterklagen), davon ausgehen, er sei nicht mehr als unparteiisch<br />

anzusehen? Daraus kann man entnehmen, die Meinung, der § 139 sei<br />

durch die Neutralität begrenzt, ist unzutreffend 146 .<br />

Die oben genannte Entscheidung 147 des OLG Rostock vom 21.7.2000<br />

gelangt auch zu dem Schluss, dass der Richter bei der Überschreitung der<br />

Rechten und Pflichten aus § 139 ZPO seine Unparteilichkeit im Rahmer<br />

des § 42 II ZPO verliert und somit ein Ablehnungsgrund vorliegt 148 .<br />

Vereinfachungsnovelle aus dem Jahr 1977 würden die drei Prinzipien, nämlich die<br />

Aufklärungs- und Hinweispflicht, die Verhandlungsmaxime und die Neutralität des<br />

Richters, sich selbst untereinander begrenzen; Hartmann (Baumbach/Lauterbach)<br />

erörtert, es sei selbst für den erfahrensten Richter sehr schwer, die Grenze bei § 139<br />

zu ziehen, § 139, Rn 18, nach dem Autor ist die Grenze dieser Pflicht die notwendige<br />

Neutralität des Richters, Rn 13, allerdings könne man diese Neutralität auch nicht<br />

“beängstigend eng” sehen, der Richter habe im Zivilprozess ein weites Handlungsfeld;<br />

das OLG Rostock hat in seiner Entscheidung vom 21.07.2000 die Gegenmeinungen<br />

unbeachtet gelassen und diese Grenze akzeptiert, siehe für eine kritische Würdigung<br />

dieses Urteils Rensen H., Richterliche Hinweispflicht-Neutralitätspflicht und<br />

anwaltliche Vertretung als Grenzen, MDR 2002/20 S. 1175 ff.<br />

143 Deubner, Gedanken zur richterlichen Aufklärungs- und Hinweispflicht, Festschrift für<br />

Gerhard Schiedermair, 1976 S. 86; Rensen, (Fn. 118), S. 1176 und außerdem siehe die<br />

Autoren auf S. 1175 in Fußnote 3.<br />

144 Deubner, (Fn. 119), S. 86.<br />

145 Leipold (Stein/Jonas), (Fn. 31), siehe Fußnote 119.<br />

146 Rensen, (Fn. 118), S. 176, der Autor führt aus, das Ergebnis des OLG Rostock sei in<br />

diesem Punkt unzutreffend.<br />

147 Siehe Fußnote 118.<br />

148 Das OLG Frankfurt hat in seiner Entscheidung vom 3.3.1970 (NJW 1971, S. 56) festgehalten,<br />

die Überschreitung der Pflicht aus § 139 ZPO sei für eine Ablehnung ausreichend,<br />

441


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Leipold vertritt zwar die Meinung, die Neutralität würde den § 139 ZPO<br />

begrenzen, gleichwohl geht er davon aus, man könne nicht generell zu<br />

einem solchen Ergebnis gelangen 149 . Auch Hermisson ist der Ansicht, der<br />

§ 139 ZPO finde seine Grenzen in dem Unparteilicheitsprinzip, doch falls<br />

keine Aufklärungsund Hinweispflicht bestehe, könne eine Aufklärung oder<br />

ein Hinweis nicht automatisch zu der Ablehnung des Richters führen 150 .<br />

Rensen ist ebenfalls der Meinung, dass die bloße Überschreitung der<br />

Grenzen des § 139 ZPO durch eine vertretbare Handlung des Gerichts nicht<br />

alleine ausreichend für die Ablehnung des Richter ist 151 . Parallel zu dieser<br />

vertretenen Meinung hat der BGH in seiner Entscheidung 152 vom 12.12.1997<br />

festgehalten, dass die Überdehnung des § 139 ZPO nicht immer automatisch<br />

einen Ablehnungsgrund derstelle, vielmehr müsse im Fall geprüft werden,<br />

ob eine solche Besorgnis der Befangenheit gerechtfertigt ist oder nicht 153 .<br />

442<br />

die Hinweisabsicht den Zweck des § 139 ZPO zu verwirklichen sei nicht maßgebend;<br />

diese Entscheidung wurde von Dittmar R. in seiner Entscheidungskommentierung als<br />

zutreffend bewertet; NJW 1971, S. 5; der Autor weist darauf hin, die Neutralität des<br />

Richters sei nicht weniger wichtig als der Zweck in § 139 (S. 56), die Überschreitung<br />

der Grenzen des § 139 ZPO stelle einen Grund für die Besorgnis der Befangenheit<br />

dar (S. 57); Schneider E. (Die richterliche Aufklärungspflicht, MDR 1968, S. 721<br />

ff.) hingegen vertritt die Auffassung, die Besorgnis der Befangenheit (§ 42 II) sei in<br />

dem gegenständlichen Urteil des OLG Frankfurt falsch bewertet und der § 139 ZPO<br />

unzutreffend ausgelegt worden.<br />

149 Siehe Fußnote 118; Rensen, (Fn. 118), S. 1176.<br />

150 Richterlicher Hinweis auf Einrede- und Gestaltungsmöglichkeiten, NJW 1985, S. 2558,<br />

S. 2562.<br />

151 (Fn. 118), S. 1176.<br />

152 BGH MDR 1998, S. 303.<br />

153 Umstritten ist im deutschen Recht auch die Frage, ob der Richter im Rahmen des § 139<br />

ZPO auf die Möglichkeit der Verjährungseinrede hinweisen darf oder nicht. Prütting<br />

ist der Ansicht, nach der Vereinfachungsnovelle aus dem Jahr 1977 worde eine<br />

solcher Hinweis die Grenzen des § 139 sprengen (Die Grundlagen des Zivilprozess<br />

im Wandel der Gesetzgebung, NJW 1980 S. 364 ff.); Hermisson (Fn. 126), geht davon<br />

aus, der richterliche Hinweis auf die Verjährungseinrede habe die Natur eines<br />

formellen Rechts und widersreche deshalb dem § 139 ZPO, S. 2561, 2562; in einer<br />

Entscheidung nach der letzten Änderung der ZPO (1.1.2002) ist festgehalten worden,<br />

dass es vertretbar sei, wenn der Richter einen Hinweis auf die Verjährungseinrede gibt<br />

und dass dies keine Grund für die Besorgnis der Befangenheit darstelle, KG Beschl.<br />

V 5.3.2002-19 Abl 3/02, NJW 2002, 1732, gleichwohl hat der BGH in einem neuen<br />

Urteil entschieden (2.10.2003), dieser Gesichtspunkt sei im Angesicht des neuen § 139<br />

ein Ablehnungsgrund, nicht immer werde der Ablehungsgrund durch eine vertretbare<br />

Handlung des Gerichts aufgehoben; die Feststellung, ob ein Ablehnungsgrund vorliegt<br />

oder nicht, dem Richter zu ülberlassen, sei zu vermeiden, BGH NJW 2004, S. 164.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Ein weiterer Meinungsstreit im deutschen Recht besteht darüber,<br />

ob der Umfang der Aufklärungs- und Hinweispflicht des Richters bei<br />

einer anwaltlichen Vertretung enger auszulegen ist oder nicht. Einer<br />

vertretenen Ansicht zufolge sei die Pflicht des Gerichts einer anwaltlich<br />

vertretenen Partei gegenüber verringert. Die Meinung des vollständigen<br />

Pflichtumfangs sei mit der Aufgabenverteilung zwischen dem Richter<br />

und dem Rechtsanwalt unvereinbar 154 . Im Gegensatz dazu wurde auch<br />

vertreten, dass eine derartige Auslegung weder im Wortlaut des Gesetzes<br />

wiederzufingen sei, noch in der historischen Entwicklung des in §<br />

139 gesetzten Zieles 155 . Leipold ist der Ansicht, im “Prinzip” sei es im<br />

Hinblick auf die richterliche Pflicht unbedeutend, ob die Partei anwaltlich<br />

vertreten wird oder nicht. Denn der Gesetzeswortlaut mache insofern<br />

keinen Unterschied. Seiner Meinung nach ist die Pflicht keine soziale<br />

Hilfe für die nicht anwaltlich vertretene Partei, sondern ein Mittel für die<br />

Verwirklichung des Rechts 156 .<br />

bb) Wenn wir das Thema im Lichte unseres Rechtes betrachten,<br />

muss erwähnt werden, dass der Funktionsrahmen der aktuellen Regelung<br />

der richterlichen Aufklärungspflicht (§ 75 Abs. 2 trZPO) anders als<br />

der in der ZPO ist. Wie ich bereits vorher erörtert habe, kann auch in<br />

unserem Recht in der richterlichen Aufklärungspflicht die Hinwes 157<br />

und Ergänzungsfunktion 158 gesehen werden. Allerdings enthält die<br />

Aufklärungspflicht in unserem Recht im Rahmen der geltenden Normen<br />

im Gegensatz zu dem deutschen Recht keine “verändernde Funktion”. Der<br />

Richter kann nur Fragen stellen, um die Unklarheiten im Klagebegehren<br />

154 Zöller/Greger, 139, Rn. 13, Greger führt aus, in der Praxis habe der von den<br />

Rechtsanwälten in die Schriftsätze aufgenommene Zusatz: “Falls notwendig wird um<br />

richterlichen Hinweis gebeten”, keine Bedeutung, gleiche Stelle.<br />

155 Rensen, (Fn. 118), S. 1177; der Autor geht davon aus, diese richterliche Pflicht sei<br />

kein Rettungsanker für einen unzulänglichen Rechtsanwalt, bei einer gegenteligen<br />

Auffassung könne sogar die Arbeit des Rechtsanwalts beeinträchtigt werden, es sei<br />

nicht akzeptabel, zwecks Erhöhung der Qualität des Rechtsanwalts, den Mandanten<br />

Nachteilen auszusetzen, diese Verbesserung der anwaltlichen Dienste müsse auf<br />

anderem Wege (durch Begrenzung der Aufnahme in den Beruf, Staatsexamen,<br />

innerberufliche Weiterbildung) erreicht werden.<br />

156 139 Rn. 7 S. 729, 730.<br />

157 Alangoya, (Fn. 1), S. 141 ff.; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 312.<br />

158 Ders., S. 146 ff; Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 312.<br />

443


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

zu beseitigen 159 . Jedoch besteht keine Aufklärungspflicht hinsichtlich der<br />

Änderung des Klageantrags oder des Klagegrunds 160 .<br />

Nach diesen allgemeinen Ausführungen kann man parallel zu den<br />

oben unter (aa) aufgeführten Erörterungen folgende Gesichtspunkte<br />

festhalten: Es ist keine zutreffende rechtliche Methodik, den Umfang der<br />

richterlichen Aufklärungspflicht durch die Unparteilichkeit festzustellen.<br />

Dieser Umfang ist im Rahmen der betreffenden Normen und deren<br />

Ratio festzulegen. Falls die Eingriffe des Richters nicht im Widerspruch<br />

zu seinen Pflichten stehen, so kann von der Neutralität nicht die Rede<br />

sein. Wenn der § 75 trZPO nicht existieren würde, könnte der Richter<br />

der Partei mitteilen, der beantragte Anspruch sei noch nicht bewiesen, es<br />

bedürfe weiterer Beweismittel, der vorgetragene Schverhalt stelle keinen<br />

genügenden Klagegrund für den Antrag dar (oder weitere in den Umfang<br />

des § 75 trZPO fallende Gesichtspunkte erwähnen) und sich durch diese<br />

“Hinweise” tatsächlich der Gefahr der Befangenheitsbesorgnis aussetzen.<br />

Wie allgemein anerkannt sollte der Widerspruch zu diesen Normen<br />

nicht automatisch zu dem Verlust der Unparteilichkeit führen 161 . Diese<br />

Überschreitung muss im konkreten Fall selbst überprüft werden, ob sie<br />

denn einen Grund für die “Empfehlung an die eine Partei” oder “die<br />

Besorgnis der Befangenheit des Richters” darstellt 162 .<br />

Im Hinblick auf unser Recht möchte ich als letztes bemerken, dass<br />

ich meine Meinung, dass der Umfang der Aufklärungspflicht nicht durch<br />

eine anwaltliche Vetretung geschmälert wird, beibehalte und weiterhin<br />

vertrete 163 .<br />

159 Z.B. wenn verschiedene Anspruchsbeträge in einem Antrag gennant sind, kann<br />

verlangt werden, jeden einzeln aufzuzeigen, siehe Alangoya, (Fn. 1), S. 143.<br />

160 Hinsichtlich der Grenzen dieser Pflicht siehe Alangoya, (Fn. 1), S. 156 ff., Alangoya/<br />

Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 1), S. 312, außerdem oben II. 2.<br />

161 Siehe die Entscheidung des BGH in Fußnote 129; Alangoya, (Fn. 1), S. 157; dieser<br />

Widerspruch kann einen Revisionsgrund darstellen.<br />

162 Siehe Kuru, (Fn. 29), 6. Auflage cilt 1 S. 95; z. B. stellt der Hinweis, dass die Klage<br />

erweitert worden und dies durch einen Widerspruch zu verhindern sei, einen<br />

Ablehnungsgrund dar, siehe Bilge/Önen, S. 215; genauso stellt im deutschen Recht die<br />

Erinnerung an eine aus der Akte ersichtlichen Verjährungseinrede einen Hinweis dar.<br />

163 Siehe Ilkeler (Fn. 1), S. 151, 152, 158.<br />

444


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

c) “die Maximen”<br />

Im Rahmen der neuen Regelungen hat sich gezeigt, dass bei<br />

der Sammlung des Prozessstoffs die Verhandlungsmaxime bzw.<br />

der Beibringungsgrundsatz 164 nicht mehr ausreichend sind. Bei<br />

Abweichungen von der “Maxime” ist es schwer, diese Abweichungen<br />

mit den Ausnahmen der “Maxime” zu rechtfertigen. Aus diesem Grund<br />

sind die letzten Entwicklungen mit Begriffen wie der “erleichterten<br />

Untersuchungsmaxime”, “Kooperationsmaxime” zu erklären versucht<br />

worden, aus welchen dann neue “Maximen”-Namen entstanden sind 165 .<br />

Mit anderen Worten haben sich die Gesetzgeber die Wahrheitsfindung<br />

und die Beschleunigung des Prozesses als Ziel gesetzt. Nach diesen<br />

Regelungen sind anstelle der alten “Maximen” neu benannte “Maximen”<br />

getreten. D. h. die neuen “Maximen” sind den Änderungen der positiven<br />

Gesetzesnormen gefolgt. Diese Entwicklung läuft den Gedanken der Gründer<br />

der “Maximen” Gönner und seinen Nachfolgern, die die “Maximen” an<br />

die Rechtslogik anlehnen, entgegen und hat meine seit 1978 vertretene<br />

Meinung, dass die “Maximen” bei der Sammlung des Prozessstoffs keinen<br />

hilfreichen Inhalt zu neuen Gesetzesentwürfen oder zur Auslegung von<br />

positiven Normen liefern, offenkundig werden lassen 166 .<br />

Anhand dieser Entwicklungen ist auch kritisiert worden, durch<br />

die Erweiterung der richterlichen Aufgaben würde die in einer fairen<br />

Verhandlung vorhandene Waffengleichheit und die Unpartelichkeit,<br />

verletzt 167 . Diese Auffassung, dass die Erweiterung der richterlichen<br />

Aufgaben die Waffengleichheit gefährde und die richterlichen Befugnisse<br />

deshalb eng zu halten seien, spiegelt die aus dem 19. Jahrhundert stammende<br />

liberale Anschauung wider. Allerdings darf man im österreichischen<br />

164 Das Reichsgericht hat in einem Urteil entschieden, dass diese “Maxime” das höchste<br />

Prinzip im deutschen Zivilprozessrecht darstlelle, siehe Becker-Eberhard, (Fn. 50a), S.<br />

17; der Autor weist auch darauf hin, dass die Bezeichnung Beibringungsgrundsatz im<br />

Gegensatz zur Verhandlungsmaxime zutreffender sei, (Fn. 50a), S. 19.<br />

165 Siehe Deren-Yildirim N., (Fn. 41, S. 820 ff.<br />

166 Siehe die oben unter III 1 b gemachten Ausführungen; Prütting bemerkt, durch den<br />

“Beibringungsgrundsatz” seien die Parteien seit dem deutschen Zivilprozessrecht aus<br />

dem Jahre 1877 bis heute Herr über alles, der Richter hingegen habe zur Erlangung der<br />

Wahrheitsfindung keine Kompetenzen, (Fn. 129), S. 361 ff. (S. 363).<br />

167 Walder-Richli H.U., Gefährdete Prozessgrundsätze, Festschrift für Lükem, 1977 S. 914<br />

ff.<br />

445


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Recht nicht außer Acht lassen, dass der Europäische Gerichtshof im Jahr<br />

1995 über keine Klage bzgl. des zivilprozessrechtlichen Verfahrens zu<br />

entscheiden hatte und dass von den für zulässig erklärten 14 Beschwerden<br />

nur zwei die Dauer des Zivilverfahrens betrafen 168 .<br />

Der soziale Charakter des Zivilprozessrechts hat zu einer Erweiterung<br />

der richterlichen Befugnisse geführt. Die Aufabe des sozialstaatlichen<br />

Richers ist nicht etwa, den sozial Schwächeren obsiegen zu lassen, sondern<br />

vielmehr zu verhindern, dass er aufgrund seiner Unzulänglichkeit und<br />

Unwissenheit den Prozess verliert 169 .<br />

Im deutschen Recht wird bemerkt, der “Verhandlungsgrundsatz”<br />

sei aufgrund der Wahrheitspflicht (§ 138) 170 , der richterlichen<br />

Aufklärungspflicht (§ 139) 171 und durch das Überraschungsverbot (§<br />

139) in einem wichtigen Maße eingeengt worden. Peters 172 hat z. Bsp.<br />

ausgeführt, die richterliche Pflicht aus § 139 würde die Maximen des<br />

Zivilprozessrechts zurückdrängen 173 .<br />

168 Siehe Rechberger, (Fn. 90), S. 9.<br />

169 Walder-Richli (Fn. 143), führt aus, selbst im Strafrecht bestünden die Befugnisse des<br />

Richters aufgrund des freien Willens des Betroffenen, S. 914; der Autor gibt ein paar<br />

Beispiele und erwähnt, diese würden die Maxime gefährden und die “Maximen”<br />

würden manchmal entgegengesetzt, statt der Verringerung der richterlichen Befugnisse,<br />

auch in eine nicht “negative” Richtung gehen, z. Bsp. in Ehestreitigkeiten würde<br />

sie abnehmen, S. 919; es ist ersichtlich, dass der Autor die Herrschaft der Parteien<br />

bevorzugt, also die alte liberale Auffassung, doch die Entwicklungen sind nicht in<br />

diese Richtung gediehen.<br />

170 Für die Wahheitspflich siehe Alangoya, (Fn. 1), S. 116 ff.<br />

171 Becker-Eberhard, (Fn. 50a), S. 23 ff. Yildirim K., (Fn. 15), S. 479; Deren-Yildirim, N., (Fn.<br />

41), S. 829.<br />

172 Peters, Wachsende Beachtung der richterlichen Hinweispflicht, Festschrift für K.<br />

Beys, 2003 c I S. 1253; Katzenmeier, die Verhandlungsmaxime sei keine isolierte<br />

Maxime, sie finde ihre Grenzen in der Wahrheitspflicht und in Mitteln, die der<br />

Verhandlungskonzentration dienen (§§ 272 273, 279, 282, 296, 358a ZPO) und die<br />

wichtigste Begrenzung sei die aus dem veränderten § 139 stammende Hinweispflicht,<br />

S. 536; eine Meinung geht davon aus, dass die Historie der ZPO-Äderungen zugleich<br />

auch eine Historie der Verringerung der Parteiherrschaft durch die Erweiterung<br />

der richterlichen Befugnisse sei, siehe Reischl K., Der Umfang der richterlichen<br />

Instruktionstätigkeit ein Beitrag zu § 139 Ab. 1 ZPO, ZZP 116 (2003) 81, der Autor<br />

erwähnt, dass dieser Trend auch mit der letzten Novellierung, die am 1.1.2002 in Kraft<br />

getreten ist, weitergeführt worden ist.<br />

173 Jauernig (Fn. 55), führt aus, im deutschen Recht gelte der “Verhandlungsgrundsatz”<br />

(S. 76), er bemerkt weiterhin die Kritik and dieser “Maxime” würde an seinem “reinen<br />

Zustand” ausgeübt (S. 83); der Autor geht davon aus, dass diese “Maxime” von ihrem<br />

446


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Rosenberg/Schwab geht davon aus, die Verhandlungsmaxime sei kein<br />

unantastbares Dogma, der Richter habe Befugnisse bei der Sammlung<br />

des Prozessstoffs, auch wenn der Schwerpunkt bei den Parteien liege,<br />

bestünde diesbezüglich zwischen dem Richter und den Parteien eine<br />

Arbeitsgemeinschaft 174 . Nach Greger sind im deutschen Recht mit den<br />

letzten Änderungen auf diesem Weg Fortschritte gemacht worden 175 .<br />

Fasching erwähnt, im österreichischen Zivilprozessrecht würde der<br />

Richter die Maximen in ihrer Dogmatik nicht blind verfolgen, von Beginn<br />

an sei die Verantwortung bei der richtigen und vollständigen Sammlung<br />

des Prozessstoffs zwischen dem Richter und den Parteien aufgeteilt 176 .<br />

Ich habe bereits oben ausgeführt, dass die “Maximen” bei der Sammlung<br />

des Prozessstoffs keinen hilfreichen Inhalt zu neuen Gesetzesentwürfen<br />

oder zur Auslegung von positiven Normen liefern 177 . In jüngster Zeit<br />

wurden im deutschen Recht Meinungen zu der Inhaltsauslegung der<br />

“Verhandlungsmaxime” diskutiert.<br />

Nach Becker-Eberhard 178 ist der Inhalt dieser “Maxime” schwer zu<br />

deuten, auch sei er im deutschen Recht nicht ausdrücklich erwähnt. Wenn<br />

der Inhalt nicht wie bei Gönner und seinen Nachfolgern definiert wird 179 ,<br />

ursprünglichen Zustand (Nichts von Amts wegen) entfernt hat; davon kann nicht die<br />

Rede sein, der Inhalt der “Maxime” ist dazu nicht geeignet, dass bei der Gewährung<br />

von Befugnissen oder bei deren Auslegung die Ratio des betroffenen Instituts und der<br />

Zweck des Zivilprozessrechts Bedeutung tragen und dass für die Zweckerreichung<br />

im Zivilprozessrecht den Parteien mehr Befugnisse eingeräumt werden müssen;<br />

die Bewertung Jauernigs, “egal welche Maxime auch immer” dient der Feststellung<br />

der tatsächlichen rechtlichen Lage (S. 82), diese scheint im Lichte des Zwecks des<br />

Zivilprozessrechts zutreffend.<br />

174 14. Auflage § 78 I 4 S. 453, Greger behauptet, Rosenberg würde diese Ansicht schon in<br />

seiner ersten Auflage (1927) vertreten, (Fn. 66), S. 466.<br />

175 Diesselbe Stelle (Fn. 66).<br />

176 (Fn. 31), c. I S. 306, außerdem bemerkt der Autor, im österreichischen Recht<br />

würden statt der “Werhandlungsmaxime” auch die Begriff der “Sammelmaxime”,<br />

“Arbeitsgemeinschaft Zivilprozess” benutzt werden, S. 307, d. h. der Gesetzgeber führt<br />

die Regelungen ein, an denen dann jeweils später die passenden “Maximen” - Namen<br />

entwickelt werden, siehe oben in Fußnote 81.<br />

177 Siehe oben die zu Fußnote 141 ff. Gghörenden Textstellen und die Erörterungen in III<br />

1 b.<br />

178 Ilkeler Isigi Altinda Medeni Yargilama Hukuku 2. Auflage 2011, S. 18.<br />

179 “Nichts von Amts wegen”.<br />

447


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

so ist in der Tat eine Bestimmung des Inhalts “beschwerlich”. Aus diesem<br />

Grund wird diese “Maxime” in keinem Gesetz erwähnt, in keinem Gesetz<br />

gab es je eine Regelung wie: “Nichts von Amtswegen”.<br />

Becker-Eberhard schlägt für die Inhaltsbestimmung dieser “Maxime”<br />

folgende Methode vor:<br />

“Angesichts dieses Regelungsdefizits versucht man den<br />

Inhalt der Verhandlungsmaxime zumeist aus dem Gegensatz zum<br />

Amtsermittlungsprinzip, auch Untersuchungsgrundsatz oder<br />

Inquisitionsmaxime genannt, heraus zu bestimmen. Zu dem nämlich<br />

enthält die ZPO in den Vorschriften über das Eheverfahren eine Regelung,<br />

und zwar in § 616 I ZPO. Er leutet:<br />

“Das Gericht kann auch von Amts wegen die Aufnahme von Beweisen<br />

anordnen und nach Anhörung der Ehegatten auch solche Tatsachen<br />

berücksichtigen, die von ihnen nicht vorgebracht sind”.<br />

Aus der Umkehrung dieses Satzes läßt sich der wesentliche Inhalt des<br />

Verhandlungsgrundsatzes gewinnen 180 .<br />

Die Inhaltsbestimmung der Verhandlungsmaxime aus dem Gegensatz<br />

zum “Amtsermittlungsprinzip” führt dazu, dass bei dieser “Maxime”<br />

die Prozessstoffsammlung nur den Parteien obliegt und der Richter<br />

diesbezüglich keine Befugnisse besitzt, d. h. sie führt zu der an die<br />

Rechtslogik angelehnten Ansicht von Gönner: Nichts von Amts wegen 181 .<br />

In keinem Rechtssystem aus unserer Rechtsfamilie findet sich eine<br />

entsprechende Regelung. Auch die Autoren, die den Inhalt der “Maxime”<br />

auf diese Methode hin bestimmen, erwähnen und definieren im direkten<br />

Anschluss die Begrenzungen der “Maxime” und dessen immer weiter<br />

zunehmende Ausnahmen 182 .<br />

180 Dieselbe Stelle; siehe für die Meinung, die für die Inhaltsbestimmung der<br />

Verhandlungsmaxime (Beibringungsgrundsatz) die Regelung, dass der Richter im<br />

Eheverfahren den Prozessstoff sammeln kann, heranzieht Rosenberg/Schwab/Gottwald,<br />

16. Auflage 2004 § 77 II S. 483; Wauernig, § 25 IV S. 88; auch Reischl (K., Der Umfang<br />

der richterlichen Instruktionstätigkeit, ein Beitrag zu 139 Abs. 1 ZPO, ZZP 116 (2003)<br />

81) bezeichnet diese “Maxime” als die Herrschaft der Parteien über die Sammlung des<br />

Prozessstoffs (S. 102); allerdings betriftt diese Bezeichnung die “reine” Art der Maxime,<br />

siehe die Ausführungen zu der Ergäzung und Modifikation der “Maxime” (S. 104).<br />

181 Siehe oben III 1b.<br />

182 Becker-Eberhard, (Fn. 50a), S. 19 ff.; Rosenberg/Schwab/Gottwald, (Fn. 32), S. 485 ff.<br />

448


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

D. h. eine derartige Bestimmung brintg keinen Vorteil. Wie ich bereits<br />

erwähnt habe, kann diese “Maxime” bei den Gesetzesentwürfen und den<br />

vorhandenen Normen keine hilfreiche Auslegung liefern 183 .<br />

d) Ideologische Diskussionen<br />

Am Ende des dritten Viertels und am Anfang des vierten Viertels<br />

im 20. Jahrhundert wurde die Rolle des Richters bei der Sammlung<br />

des Prozessstoffs ideologisch diskutiert. Diese Diskussionen haben im<br />

deutschen Zivilprozessrecht mit der Vereinfachungsnovelle aus dem Jahre<br />

1976 begonnen und wurden dann fortgeführt.<br />

Es wurde behauptet, der Richter sei in seiner Funktion zu einer<br />

Subsumtionsmaschine geworden 184 . Auch würde der heutige Richter aus<br />

dem Gegensatz deduzieren, er sei mit begrifflichen Analogien eingegrenzt,<br />

würde zu a fortiori-Ergebnissen gelangen und mit einer förmlichen Aristo-<br />

Logik eine leitende Arbeit leisten 185 .<br />

Es wurde auch vertreten, die Funktion des Richters sei nicht mehr<br />

nur rechtlich anzusehen, sie hätte an sozial-psychologischen Aspekten<br />

gewonnen, er sei zum Sozialingenieur und Psychologen geworden 186 .<br />

Früher (am Anfang des 20. Jahrhunderts) wurde die Pflicht des<br />

Richters auch in der “Vertretung der armen Partei” gesehen, ferner gab es<br />

Bewertungen wie “die Rechtswissenschaft sei unter allen Disziplinen die<br />

rückläufigste geblieben” 187 .<br />

183 Siehe oben die Textstellen zu den Fußnoten 141 ff.<br />

184 Rasehorn R., Reform der Juristenausbildung als Anfang einer Rechtsreform, NJW 1970,<br />

S. 1167 ff. (1167).<br />

185 Serozan, Bir daha Yasacilik ve Hukukculuk Üstüne MHAD, 1971 sayi 7 S.89 ff. (92);<br />

“Die Rechtsnormen, die das Verhältnis zwischen dem Staat und dem Bürger oder den<br />

Bürgern unter sich regeln, können nur so lange, wie sie diesen Bedürfnissen gerecht<br />

werden, existieren. Falls eine Rechtsnorm für die Bedürfnisse der Gesellschaft nicht<br />

mehr ausreichend ist, so verliert sie ihre Lebendigkeit und eine neue, den Bedürfnissen<br />

entsprechende Regelung nimmt ihren Platz ein. Die rechtsprechung stellt für die<br />

rechtlichen Regelungen nach den gesetzlichen Normen die nächste Quelle dar.” HGK<br />

17.03.1965, 656/120, RKD 1966 II/2 S. 20 ff. (22).<br />

186 Für diese Meinung und deren Kritik siehe Dütz, Funktionswandel des Richters im<br />

Zivilprozess ZZP 87 (1974) S. 382 ff. (S. 403) ff.<br />

187 Für diese Meinung, vertreten von dem österreichischen Juristen Anton Merger, und<br />

deren Kritik siehe Leipold, Zivilprozessrecht und Ideologei, Juristenzeitung 1982, 441<br />

ff. (443).<br />

449


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Vor der Wiedervereinigung mit dem Westen galt im sozialistischen<br />

Regime der DDR auf dem Gebiet des Zivilprozessrechts, “des sozialistische<br />

Staat sei im engen Kontakt mit den politischen und sittlichen Prinzipien<br />

und die kapitalistische und sozialistische Ideologie könnten sich nicht<br />

in das Zivilprozessrecht einmischen, der Verhandlungsgrundsatz zeige<br />

im Hinblick auf das Zivilprozessrecht die grundlegende ideologische<br />

Einstellung der Bourgeoisie” 188 .<br />

Leipold erwähnt, auch im nationalsozialistischen Regime sei das<br />

Produkt der Bourgeoisie, nämlich der Verhandlungsgrundsatz, gänzlich<br />

abgelehnt worden 189 . Wenn man davon ausgeht, dass das Zivilprozessrecht<br />

in erster Linie den Interessen der Gesellschaft dienen soll, so kann der<br />

Richter nicht an die Parteiherrschaft gebunden sein 190 , so eine Einstellung<br />

ist mit dem nationalsozialistischen Regime nicht vereinbar 191 .<br />

Leipold führt weiter aus, das Zivilprozessrecht sei ein soziales Institut,<br />

allerdings habe es nicht zum Ziel, dass der Schwächere obsiegt, sondern<br />

vielmehr ginge es darum, dass er aufgrund seiner Schwäche nicht unterliegt,<br />

hierbei seien Spuren des Klassenkampfs zu sehen. Seiner Ansicht nach<br />

treten diese Bedenken bei richtiger Anwendung der Verhandlungsmaxime<br />

nicht auf 192 .<br />

Leipold betont auch, die Kritiker des Verhandlugsgrundsatzes würden<br />

den Zweck des Zivilprozessrechts ändern und Gefahr laufen, den Kern des<br />

Privatrechts der Diskussion zu öffnen. Ihm zufolge sollte man sich mit den<br />

Randkorrekturen bei der Verhandlungsmaxime begnügen 193 .<br />

188 Siehe Leipold (Fn. 163), ders. S. 444 (aus dem Zivilprozessbuch, geschrieben unter der<br />

Leitung von Horst Kellner); Leipold fürhr aus, unter diesem Gesichtspunkt sei in der<br />

DDR die Untersuchungsmaxime anerkannt worden.<br />

189 Ders, (Fn. 163), S. 445.<br />

190 Leipold, gleiche Stelle; im nationalsozialistischem Regime war deshalb die Rede vom<br />

“Richterkönig”, Becker-Eberhard, (Fn. 50a). S. 38.<br />

191 Kisch, Schönke, Volkmar und die Versuche von Lent, die Verhandlungsmaxime mit dem<br />

nationalsozialistischem Regime in Einklang zu bringen, siehe Leipold, dieselbe Stelle,<br />

(Fn. 163), S. 446.<br />

192 Der Autor betont, es sei darauf zu achten, dass bei denjenigen, die die soziale<br />

Komponente des Zivilprozessrechts hervorheben (siehe z. Bsp. Wassermann, Der<br />

Soziale Zivilprozess, 1978), ein nationalsozialistisches und insbesonders ein mit dem<br />

kommunistischem Deutschland herrschendes Verhälnis bestehe, dieselbe Stelle, (Fn.<br />

163), S. 446, 447.<br />

193 Dieselbe Stelle, (Fn. 163), S. 448; Katzenmeier C., er geht davon aus, diejenigen, die<br />

den Zweck des Zivilprozessrechts in der Verwirklichung der subjektiven Privatrechte<br />

450


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Absegehen davon, dass die Entwicklung in den letzten 25 Jahren der<br />

von Leipold vertretenen Meinung entgegenläuft, ist es schwer vorstellbar,<br />

zu welchen Ergebnissen die Verhandlungsmaxime, die man anhand ihrer<br />

“Ausnahmen” betrachtend inhaltlich nicht bestimmen kann, führt.<br />

Auch Jauernig kommt nit praktischen Erwägungen und ohne den<br />

Beibringungsgrundsatz zu beachten zu dem Ergebnis, dass die Meinung,<br />

bei der Sammlung des Prozessstoffes gelte die Parteiherrschaft, eine<br />

politischideologische Komponente habe 194 .<br />

Sowohl bei der Untersuchung des Zweckes des Zivilprozessrechts, als<br />

auch bei der Frage, wer die Herrschaft bei der Sammlung des Prozessstoffs<br />

hat, muss beachtet werden, dass ein Rechtssystem gilt, in dem das materielle<br />

Recht die “Ansprüche” des Einzelnen umfasst und außerdem, dass die<br />

durch das materielle Recht geregelten Anspruchselemente festgestellt<br />

werden müssen und eine Subsumtion vorgenommen werden muss 195 .<br />

Mit anderen Worten, in kommunistischen, faschistischen,<br />

theokratischen oder ähnlichen Systemen, die das Recht und die Freiheit des<br />

Einzelnen nicht würdigen und achten und vergleichbare antidemokratische<br />

ideologische Prinzipien gelten, haben die oben genannten Ausführungen<br />

keine Bedeutung. Deshalb kann ich die Sensibilität in Deutschland,<br />

dass das Nazi-Regime und teilweise auch den Kommunismus erlebt hat,<br />

verstehen, allerdings denke ich, dass es möglich ist diese Systeme durch<br />

Achtung der sozialen Prinzipien zu vermeiden. Auch im Zivilprozessrecht<br />

hat die Entwicklung auf die gleiche Art und Weise stattgefunden 196 .<br />

sehen, müßten die Verhandlungsmaxime mit dem Prinzip der Prateifreiheit und<br />

Parteiverantwortung rechtfertigen, (Fn. 148), S. 536.<br />

194 (Fn. 55), § 25 VIII S. 95.<br />

195 Siehe Alangoya, (Fn. 1), S. 84 ff.<br />

196 Siehe oben III 1, 2; für die Gegenmeinung siehe Walder-Richli, (Fn. 143), S. 914; es sei<br />

mir erlaubt festzuhalten, dass es nicht zutreffend scheint, die “Verhandlungsmaxime”<br />

als Maßstab zu benutzen und alle, die diese “Maxime” (d. h. die Herrschaft bei der<br />

Sammlung des Prozessstoffs den Parteien zu geben und den Richter ohne jegliche<br />

Befugnis auszustatten) ablehnen, als Gegner der in der westlichen Zivilisation<br />

verankerten Individualrechtsgüter und Grundrechte zu betrachten; wie ich bereits<br />

oftmals bingewiesen habe, ist die Entwicklung in die andere Richtung gegangen,<br />

siehe Deren-Yildirim, (Fn. 41), S. 817 ff. (828 ff.); Prütting (Fn. 119), erwähnt, die<br />

“Verhandlungsmaxime” sei zu keinem Zeitpunkt berrschend gewesen (vgl. oben Fußnote<br />

82) und nachdem er bemerkt, die “Maxime” habe im deutschen Zivilprozessrecht einen<br />

Schwerpunkt, führt er weiter aus, in den Zivilprozessrechten müßten zwingend etliche<br />

451


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Die “Waffengleichheit” kann nicht bedeuten, dass die Parteien so wie<br />

sie sind an der Startlinie ausgesetzt werden. Im Zivilprozessrecht hat es<br />

die gleiche Entwicklung gegeben 197 .<br />

452<br />

e) eine Zusammenfassung in Beziehung auf den III. Teil:<br />

- Die Meinung, der Zweck des Zivilprozessrechts ist die<br />

Wahheitsfindung, hat sich etabliert.<br />

- Da der Prozess in direkter Weise die Interessen der Parteien betrifft<br />

(mit Ausnahme von Ehestreitigkeiten oder Katasterangelegenheiten,<br />

welche auch öffentlichen Charakter haben) liegt der Schwerpunkt bei der<br />

Sammlung des Prozessstoffs bei den Parteien, deshalb geht die herrschende<br />

Meinung immer noch davon aus, die Parteien würden aus Eigeninteresse<br />

alle für sie günstigen Tatsachen lückenlos vortragen und die Verlagerung<br />

des Schwerpunkts zum Richter sei mit dem Zweck des Zivilprozessrechts<br />

nicht vereinbar.<br />

- Aufgrund der sozialen Natur und des Zweckes der Wahrheitsfindung<br />

im Zivilprozessrecht sind jedoch die richterlichen Befugnisse<br />

hinsichtlich der materiellen Prozessleitung erweitert worden; diese<br />

Erweiterung der Befugnisse des Richters werden als “Randkorrekturen der<br />

Verhandlungsmaxime” angesehen. Diese Entwicklung ist aus dem Zweck<br />

der Wahrheitsfindung hervorgegangen.<br />

- Die Erweiterung der richterlichen Befugnisse darf man nicht<br />

als Vorboten eines autoritären Regimes auslegen. Diese Entwicklung<br />

technische Details enthalten sein, diese Grundlage bestünde aus einem Gemisch mit<br />

praktischen und unterschiedlichen Maximen; diese Erläuterungen zeigen, dass keine<br />

“Maxime” bei der Gesetzgebung hilfreich sein kann, siehe S. 364; der Autor erwähnt<br />

am Ende seiner Arbeit, die Bestätignung dass die Verhandlungsmaxime im deutschen<br />

Recht herrschend sei, sei die Tatsache, dass der Richter dem Beklagten hinsichtlich der<br />

Einreden keinen Hinweis geben darf (S. 365); für die gleiche Meinung und für andere<br />

Autoren und Entscheidungen siehe Reishl (Fn. 156), S. 82 und Fußnote 5; der Autor ist<br />

der Meinung, der § 139 erlaube mit seinem neunen Wortlaut keine enge Auslegung der<br />

Aufklärungs- und Hinweispflicht mehr wie früher.<br />

197 Siehe oben 2a, b; auch Katzenmeier (Fn. 148) betont, das modern Zivilprozessrecht sei<br />

von den Anfängen der ZPO, wo die “Kriegsregeln” galten, zu einem sozialen Charakter<br />

weiterentickelt und in dieser Hinsicht habe der Richter erweiterte Befugnisse erhalten,<br />

S. 536, 537; Becker-Eberhard (Fn. 50a) erwähnt, man gehe davon aus, dass zu Hochzeiten<br />

des Liberalismus die Schichten, die nicht in das Schema des Musterbürgers passten,<br />

vernachlässigt worden sein könnten, S. 39.


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

hat ihren Ursprung im sozialen Charakter des Zivilprozessrechts<br />

und insbesonders dem Prinzip des “fair trial”, welcher in Art. 6 MRK<br />

(Menschenrechtskonvention) verankert ist, hat bei den letzteren<br />

Gesetzesänderungen eine gboße Rolle gespielt.<br />

- Ich möchte darauf hinweisen, dass ich, wie vorher bereits erwähnt 198 ,<br />

bei der Zweckerreichung des Zivilprozesses in unserem Recht großen Wert<br />

auf die Regelung des Verhältnisses zwischen den Parteien und dem Richter<br />

lege und dass diese moderne Regelung bei der neuen Gesetzesänderung<br />

nicht unbeachtet bleiben kann:<br />

Die trZPO regelt die Erörterung der rechtlichen und materiellen<br />

Gesichtspunkte zwischen dem Richter und den Parteien in den §§ 75<br />

II, 75 III, 213, 214 II, 219, 378. In der Tat tragen die unten aufgezählten<br />

Punkte den Charakter der Erörterung in rechtlicher und tatsächlicher<br />

Hinsicht zwischen dem Richter und den Parteien: Die Aufklärungspflicht;<br />

das Heranziehen von Beweismitteln; das Laden der Parteien in jeder<br />

Phase des Prozesses und deren Vernehmung; die Ladung beider Parteien<br />

und das Fragerecht und die Aufklärungsaufforderung hinsichtlich<br />

fehlender Gesichtspunkte durch den Richter, wenn er erkennt, die Klage<br />

ist nicht ausreichend offengelegt; die Anhörung auf Ladung der Parteien<br />

hinsichtlich der Beweise vor der Urteilsfällung und die richterliche<br />

Aufklärung hinsichtlich der Notwendigkeit von neuen Beweismitteln,<br />

wenn die eingebrachten Beweismittel zum Nachweis der behaupteten<br />

Tatsache nicht ausgereicht haben.<br />

IV. Auslegungsprinzip<br />

In diesem Abschnitt möchte ich ein Prinzip erwähnen, welchem ich<br />

nicht nur im Hinblick auf das Thema dieser Arbeit, sondern in Bezug auf<br />

das ganze Rechtssystem zustimme. Es ist überholt, bei der Auslegung einer<br />

Norm nur auf deren Wortlaut oder historische Entwicklung zu schauen.<br />

Die in einer Entscheidung 199 des türkischen obersten Gerichtshofs<br />

festgehaltenen Prinzipien sind meines Erachtens nach zutreffend:<br />

“Bei der Anwendung des Gesetzes ist statt auf den Wortlaut der<br />

Regelung auf den Kern der betreffenden Norm zu achten, d. h. nicht eine<br />

198 Ilkeler (Fn. 1), S. 154.<br />

199 2HD 17.01.1974 187/213 YKD 1975/2 S. 52-54.<br />

453


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

enge Auslegung, sondern eine zweckgemäße Auslegung ist vorzunehmen.<br />

Auch sollte bei der Auslegung Platz für die geschichtliche Entwicklung<br />

und die sozialen Änderungen sein. Ansonsten füht die enge Auslegung<br />

oftmals zur Beschädigung des Rechtsempfindens und des vom Gesetzgeber<br />

vorgesehenen Zwecks”.<br />

Dieses allgemeine Auslegungsprinzip sollte meiner Meinung nach<br />

auch bei Fragen wie der Sammlung des Prozessstoffs oder inwieweit der<br />

Sachverhalt, aus dem der Klagegrund besteht, sich in der Klageschrift<br />

widerspiegeln muss und bei der Umfangsbestimmung der “Eventualmaxime”<br />

angewandt werden. Die Neuenburger Zivilprozessordnung aus dem Jahre<br />

1925, welche die Grundlage unseres Gesetzes darstellt, ist aus den bis<br />

dahin vorgenommenen Gesetzesänderungen aus dem deutschen und<br />

österreichischen Recht und den gesammelten Erfahrungen entstanden 200 .<br />

Auch die trZPO enthält parallel dazu Normen, die für die Auslegung,<br />

wie ich sie oben beschrieben habe, geeignet sind (siehe die in Fußnote<br />

177 gemachten Ausführungen). Unter Vernachlässigung all dieser<br />

aufgeführten Gesichtspunkte und unter der Annahmet, dass der Zweck<br />

des Zivilprozesses die Wahrheitsfindung ist, die Anerkennung für die<br />

Erweiterung der richterlichen Befugnisse in dieser Hinsicht und unter<br />

Beachtung, dass selbst der Wortlaut für eine derartige Auslegung geeignet<br />

ist, ist es meiner Meinung nach nicht zutreffend, dass die strengste<br />

Auslegung der “Eventualmaxime” und des “Verhandlungsgrundsatzes”<br />

der trZPO zugeschrieben wird 201 .<br />

200 Siehe, Alangoya, (Fn. 1), S. 57 ff.<br />

201 Auch in den neuen Gesetzesentwürfen müssen die erwähnten Gesichtspunkte<br />

berücksichtigt werden; in Bezug auf das neue Gesetz möchte ich im Rahmen der oben<br />

ausgeführten Erläuterungen auf zwei Punkte hinweisen: Erstens, die vorhandenen<br />

Entwicklungen sollten bei der Regelung der richterlichen Befugnisse beachtet<br />

werden, die Entwicklungen auf diesem Gebiet und meine Ansicht habe ich in ihren<br />

Grundstrukturen dargestellt; der zweite Punkt betrifft die Struktur des Prozesses<br />

in der trZPO; in unseren Gesetz ist folgende Struktur vorgesehen: Schriftverkehr,<br />

Vorbereitung, Erkenntnisverfahren und Urteilsverkündung (siehe Yildirim K., (Fn. 15),<br />

S. 488; für die Prozessstrukturen und deren historisch Entwicklung, über die Lage<br />

im rechtsvergleichenden System und die Vergleiche in dem Europäischen Gerichtshof<br />

der Europäischen Union siehe Stürner, Zur Struktur des europäischen Zivilprozesses,<br />

Festschrift für Schumann, 2001 S. 491 ff.); dieeses System zeigt Parallelen mit dem<br />

romanistischen Sytem, welches als “historisch betrachtet bedeutungsvoll, aber in<br />

die Ecke gedrängt” bewertet worden ist (Stürner S. 503); heutzutage wird auch im<br />

Europäischen Gerichtshof der Europäischen Union ein ähnliches System angewandt<br />

454


Gedanken Über Den Klagegrund und Die Entwicklung Der Rolle Des Richters<br />

Zum Schluss möchte ich von hier aus zu den Gesetzesänderungsarbeiten<br />

in der trZPO ein paar Bemerkungen machen. Heutzutage ist in der<br />

Türkei die Tendenz erkennbar, dass alle grundlegenden Gesetze in ihrer<br />

Vollständigkeit geändert werden. Im Bürgerlichen Gesetzbuch hat sie<br />

bereits stattgefunden. Das Handelsgesetzbuch, das Schuldrecht und die<br />

Zivilprozessordnung stehen noch an. Meiner Meinung darf man folgenden<br />

Gesichtspunkt nicht aus dem Auge verlieren: Diese Gesetze sind lange<br />

Zeit angewandt und mit ihren zahlreichen Instituten in der Praxis und<br />

von der Gesellschaft akzeptiert worden. In unserer Rechtsfamilie sind<br />

die betreffenden Gesetze jeweils teilweise, wenn sie den Bedürfnissen<br />

nicht mehr gerecht wurden, geäandert, nie jedoch als Ganzes novelliert<br />

worden. Meiner Ansicht nach ist dies auch der richtige Weg. Der Autor<br />

(Stürner S. 504, der Autor bemerkt, vor diesem Tribunal würden über die Prozesse von<br />

einer Elite aus entschieden werden, es sei kein Gericht für Klagen von durchschnittlichen<br />

Bürgern); man muss auf einen zutreffenden Punkt von Stürner hinweisen, Gesetze,<br />

in denen die Herrschaft bei der Prozessleitiung den Parteien obliegt und richterlich<br />

Befugnisse eng gehalten sind, besitzen eine strenge zivilprozessrechtliche Struktur, S.<br />

505; wenn man die Angelegenheit aus dieser Perspektive betrachtet, so kann man die<br />

Regelungen der trZPO (1925 Neuenburg) besser bewerten, die schematische Struktur<br />

des Prozesses zeigt Parallelen zu dem Gemeinrecht auf, welches die Parteiherrschaft<br />

am meisten hervorhebt; aber wie ich schon vorher oben erwähnt habe, waren die<br />

Modelle der anderen beiden Strukturen, nämlich das deutsche und das österreichische<br />

Gesetz (sieehe Stürner S. 503), bereits längere Zeit in Kraft und insbesondere das<br />

österreichische, in welchem dem Richter Befugnisse verliehen sind und parallel<br />

dazu die Beibringung des Prozessstoffs durch den Beklagten nicht mit gewissen<br />

Prozessabschnitten (“Eventualmaxime”) begrenzt ist, haben das Neuenburger Gesetz<br />

unbedingt beeinflußt, aus diesem Grund ist die Darlegung von Beweismitteln nicht<br />

mit dem ersten Abschnitt begrenzt 5z. B. §§ 179/3, 217/II, 220, 241, 244, 378 trZPO;<br />

für die Kritik an der Meinung, die auch der oberste türkische Gerichtshof ablehnt,<br />

nämlich dass alle Beweismittel in der Klageschrift benannt sein müssen und dass<br />

auf diejenigen, die nicht in der Klageschrift auftauchen, verzichtet worden sei, siehe<br />

Alangoya/Yildirim/Deren-Yildirim, (Fn. 3), S. 245 ff.); auch meine Ansicht hinsichtlich<br />

der Einbringung der Tatsachen entspricht dieser Entwicklung und in dessen Ergebnis<br />

auch den Gesetzen; die gesetzlichen Regelungen in diesem Bezug sind durch die<br />

Erweiterung der richterlichen Befugnisse nicht mehr so eng; denn der Richter kann<br />

durch endgültige Fristsetzung die Prozessverschleppungsabsicht verhindern und somit<br />

die Präklusion herbeiführen; so eine Vollständigkeit darf man nicht beschädigen, wir<br />

müssen bei neuen Gesetzen unbedingt auf dieses Gleichgeicht achten. Es wird bemerkt,<br />

dass beim Einzelrichter die Prozessabschnitte an Wichtigkeit verlieren (siehe § 181/II<br />

trZPO; es ist bekannt, dass bei uns in den Handelsgerichten die Kammer zusammen die<br />

Vorbereitung vormimmt) und dass die Vorbereitung, wenn sie in mehreren Sitzungen<br />

vorgenommen wird, den “Haupttermin” verwässert, siehe Stürner, S. 502; deshalb ist<br />

es wichtig, die Prozessabscnitte nicht –entgegen der Entwicklung– strenger zu ziehen,<br />

siehe oben Fußnote 84.<br />

455


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

dieser Zeilen glaubt daran, dass die trZPO, die erst von der Neuenburger<br />

Zivilprozessordnung übernommen worden ist, als diese bereits große<br />

Kodifikationen (deutsches und österreichisches Recht) hinsichtlich<br />

mancher Institutionen, die andere Prinzipien haben, durchlebt hatte<br />

und den Durchschnitt dieser Gesetze beinhaltet, hinsichlich der<br />

Wahrheitsfindung, der richterlichen Befugnisse und Parteipflichten immer<br />

noch geltende Normen enthält. Es ist selbstverstäandlich, dass die soziale<br />

Natur des Zivilprozesses hinsichtlich gewisser Institute geäandert werden<br />

könnte. Diese Änderungen können unter Beachtung der von mir oben<br />

erwähnten Entwicklungen vorgenommen werden. Wir haben keine andere<br />

Wahl als zu hoffen, dass diese Zeilen diejenigen, welche die Gesetze als<br />

Ganzes novellieren möchten, nochmal zum Nachdenken bewegen.<br />

456


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi<br />

Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

GİRİŞ:<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

Aziz kardeşim, sıra arkadaşım,<br />

değerli bilim adamı Kaptan’a<br />

4686 sayılı yasada (Milletlerarası Tahkim Kanunu) 1 iptal sebepleri<br />

tahdidi olarak sayılmış olup “bunlar arasında maddi hukuk yönünden<br />

inceleme yapılabileceği hususu sayılmamıştır. Tahkim yolunun en önemli<br />

özelliklerinden birisi taraflar üzerinde bağlayıcı ve kesin nitelikte olmasıdır.<br />

Aksi halde karardan hoşnut olmayan tarafın devlet yargısına başvurup<br />

nihai olarak uyuşmazlığın yeniden devlet yargısında ele alınmasına<br />

sebep olacaktır. Bu durumda tarafların devlet yargısı yerine tahkimi tercih<br />

etmelerinin anlamı kalmayacaktır. Taraflar uyuşmazlıkların tahkim yolu<br />

ile çözümlenmesini tercih ettiklerinde bu uyuşmazlık hakkında devlet yargısı<br />

yerine hakemlerin nihai ve bağlayıcı karar verilmesini istemişlerdir. Bu<br />

sebeple 4686 sayılı kanun hükümlerine göre hakem kararlarının esastan<br />

denetlenmesi mümkün değildir. Yasanın 15.1e kapsamında iptal için kararın<br />

tahkim anlaşması dışında kalan bir konuda verilip verilmediği istemin<br />

tamamı hakkında karar verilip verilmediği ya da hakemlerin yetkilerini<br />

aşıp aşmadığı konusunda denetleme yapılması gerekir. …Yine hakemlerin<br />

yetkilerini aşmaları hali ile ilgili olarak tarafların tahkim şartında esasa<br />

uygulanacak hukuka aykırı karar verilmesi 2 , dostane aracı yetkisi vermedikleri<br />

halde hakemlerin bu yetkiye dayanarak karar vermeleri veya kendilerinden<br />

talep edilmeyen bir konu hakkında karar vermesi durumunda<br />

söz konusu olabilir. Davada iptal talep edilen hakem kararında bu yönde<br />

1 21.6.2001, RG 5.7.2001, sayı 24453.<br />

2 Kararda tahkim şartında tarafların Türk Hukukunun uygulanmasını kabul ettikleri belirtilmektedir.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

yapılan değerlendirmede yine kanuna aykırı bir durum olduğu belirlenmiştir<br />

(belirlenmemiştir olacak). Bu nedenle davacı(nın) yasanın 15.1e maddesine<br />

göre iptal talebinin reddi gerekmiştir.”<br />

Bu satırlar bir meslekdaşım tarafından gönderilen bir ilk derece mahkemesinin<br />

kararından alınmıştır.<br />

Karardan nakledilen bu bölüm içinde yer alan ifadelerin birbirleri ile<br />

ne ölçüde bağdaştığı sorulabilir.<br />

458<br />

§ 1-) Milletlerarası Tahkim Kanununun Sevki Gerekçesi:<br />

Kanun Tasarısının Hükümet tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisine<br />

sevkindeki genel gerekçede:<br />

“Öteden beri uyuşmazlıkların çözülmesinde uygulanan tahkim, küreselleşen<br />

dünyada ülkelerin karşılıklı olarak birbirlerinde yatırım yapmalarının<br />

olağan hale gelmesi nedeniyle, yatırımların güvence altına alınması için<br />

iki ya da çok taraflı uluslararası sözleşmelerde uyuşmazlıkların çözüm yolu<br />

olarak öngörülmekte ve seçimlik bir yargı yolu olarak etkinliğini giderek arttırmaktadır.<br />

Uluslararası alanda sözleşmeler yapan tarafların, birbirlerinin<br />

milli mahkemelerine gitmeyi kendileri bakımından riskli bulması, diğer tarafın<br />

kendi milli mahkemesinde avantaj elde edebileceği endişesini taşıması<br />

ve yine milli mahkemelerin bürokratik işlemleri ve uzmanlıktan uzak yapılanmalarının<br />

davanın uzamasına neden olacağını düşünmesi, tahkimin seçimlik<br />

bir yargı yolu olarak tercih edilmesinin sebeplerini oluşturmaktadır…<br />

günümüzde uluslararası ticaret camiasının özel mahkemeleri konumundaki<br />

hakem ve hakem kurulu kararları, Yabancı Hakem Kararlarının Tanınması<br />

ve Tenfizi Hakkındaki New York Anlaşmasına göre 150 dolayında ülkede<br />

icra edilebilmektedir. Tüm bu gerekçeler, uluslararası ticari ve ekonomik<br />

sözleşmelerden doğan uyuşmazlıkların çözüm yolu olarak tahkimi cazip ve<br />

vazgeçilmez kılmaktadır… 13.8.1999 tarihli ve 4446 sayılı Kanunla, Anayasanın<br />

125 inci maddesinin birinci fıkrasında yapılan değişiklikle, “Kamu<br />

hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan<br />

uyuşmazlıkların milli veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir.<br />

Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar<br />

için gidilebilir.” hükümleri getirilmiştir. Anayasa değişikliğine paralel<br />

olarak, yabancılık unsuru taşıyan kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma<br />

ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıkların, ayrıca gerçek veya tüzel


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

kişiler arasındaki uyuşmazlıkların milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesinin<br />

usul ve esaslarının belirlenmesini sağlamak için Birleşmiş Milletler<br />

Uluslararası Ticaret Hukuku Komisyonu (UNCITRAL) tarafından hazırlanan<br />

kanun örneği ve karşılaştırmalı uluslararası tahkim hukukundaki çağdaş<br />

anlayış, gelişme ve ilkeler esas alınarak hazırlanan Kanun Tasarısıyla”<br />

satırlarını okuyoruz.<br />

Görüldüğü üzere bu kanun sevkindeki başlıca amacın kamu hizmetlerine<br />

ilişkin yatırımlarda doğacak ihtilafların halledilmesi bakımından<br />

kabul edilebilecek bir tahkim düzeni yaratılması olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Tasarının hazırlanmasından evvel yapılan çalışmalarda, Türkiye’nin<br />

“milletlerarası tahkim pazarındaki payını büyütecek doğrultuda” bir kanun<br />

yapılmasının gereği ve Türki Cumhuriyetlerde cereyan edecek tahkimler bakımından<br />

Türkiye’nin bir merkez oluşturması üzerinde durulmuş ve İsviçre<br />

örneğinin UNCITRAL Model Kanununua “müreccah” olduğu söylenmiştir 3 .<br />

Bugünden bu amacın gerçekleşme ihtimalinin ne olduğu ve yapılan<br />

seçimin bu amaca varmayı ne ölçüde engellediği veya engelleyeceği hususunu<br />

tahmin etmek zordur.<br />

Gerekçe’den ve kanun hükümlerinden Milletlerarası Tahkim<br />

Kanunu’nun bazı farklılıklarla önemli ölçüde UNCITRAL Model Kanunu’na<br />

dayandığını söyleyebiliriz 4 .<br />

Bu bakımdan hakemlerin Milletlerarası Tahkim Kanunu çerçevesinde<br />

ihtilafa uygulayacakları kanun bakımından UNCITRAL düzenlemelerine<br />

değinmek ve Milletlerarası Tahkim Kanunu hükümlerini bu hükümlerle<br />

karşılaştırarak değerlendirmek uygun olacaktır 5 .<br />

3 Sayın Prof.Dr.Turgut Kalpsüz’ün beyanları, Milletlerarası Tahkim Konusunda Yasal<br />

Bir Düzenleme Gerekir mi? Taslaklar-Tartışmalar-Öneriler II Abant (25-28 Eylül 1997)<br />

Ankara (6 Haziran 1998) Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, 1999 s.16 ve<br />

son.; Akıncı Z., Milletlerarası Tahkim, 2003 s.48: Yazar “Türk hukukundaki bu gelişmenin<br />

yurt dışında daha kolay ve hızlı duyurulmasını temin için, UNCITRAL Model<br />

Kanunu’nun mümkün olduğu kadar az değişiklikle kabul edilmesi daha pratik bir yol<br />

olurdu” demektedir.<br />

4 Bkz.aynı görüş Deren-Yıldırım N., UNCITRAL Model Kanunu ve Milletlerarası Tahkim<br />

Kanunu Çerçevesinde Milletlerarası Tahkimin Esaslı Sorunları, 2004 s.15,16; Akıncı<br />

Z.s.48.<br />

5 Bu yazı çerçevesinde bu konularda çok geniş bir incelemeye girişmek söz konusu değildir,<br />

amaçlanan iki düzenleme arasındaki paralellik ve farklar hususunda düşünceler<br />

459


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bu yapılırken, kısaca da olsa UNCITRAL Tahkim Kurallarına’da değinilmesi<br />

gereklidir.<br />

460<br />

§ 2-) Hakemlerin Maddi Hukuk ile Bağlılığı Meselesinde UNCITRAL<br />

Düzenlemeleri:<br />

1994 tarihli İBK’dan evvel Birleşmiş Milletler Milletlerarası Ticaret<br />

Hukuku Komisyonu (United Nations Commision on International Trade<br />

Law-UNCITRAL)nun bazı tasarrufları bizim hukukumuzdaki gelişmelere<br />

ışık tutacak niteliktedir.<br />

Bu tasarruflar UNCITRAL Tahkim Kuralları (UNCITRAL Arbitration<br />

Rules) ve Milletlerarası Ticari Tahkime İlişkin UNCITRAL Model Kanunu<br />

(The UNCITRAL Model Law on International Commercial Arbitration)’dur 6 .<br />

I- UNCITRAL Tahkim Kuralları:<br />

UNCITRAL’in 1973 yılındaki yedinci oturumunda üye ülkelerin oy<br />

birliği ile bütün dünyada uygulanabilecek bir ad hoc tahkim yönetmeliği<br />

hazırlanmasına karar verilmiştir. Bu kabulün temelinde gelişmekte olan<br />

ülkelerin kurumlaşmış tahkime karşı güvensizliklerinin yattığı ileri sürülmüştür<br />

7 . Uncitral Tahkim Kuralları bir kurumlaşmış tahkim değildir. Sadece<br />

ad hoc bir tahkim için kurallar tavsiyesi söz konusudur ve tarafların<br />

iradesine bağlı olarak uygulama alanı bulabilir 8 .<br />

UNCITRAL Tahkim Kuralları’nın 33üncü maddesi 9 hakemlerin ihtilafa<br />

taraflarca tayin edilen maddi hukuk normlarını uygulayacağını, taraflarca<br />

böyle bir tayin yapılmış olmadıkça hakem mahkemesi bir kanunu<br />

uygulanması söz konusu olacak kanunlar ihtilafı kurallarına göre tesbit<br />

edilecektir 10 . Hakemlerin bir maddi hukuktan bağımsız olarak hakkaniyet<br />

beyan etmektedir; belki önemle üstünde durulması gereken bu konularda derinlemesine<br />

araştırma yapılan monografik çalışmalara ihtiyaç olduğudur.<br />

6 Kısaca Model Kanun<br />

7 Bkz. daha geniş açıklamalar için Alangoya Y., UNCITRAL Tahkim Yönetmeliği Hakkında,<br />

Prof.Dr.İlhan E. Postacıoğlu’na Armağan, 1990 s.1 ve son.<br />

8 Alangoya agm s.3,4.<br />

9 Kuralların İngilizce Metni için Alangoya agm s.24-39; Dayınlarlı, UNCITRAL Kurallarına<br />

Göre Uzlaşma ve Tahkim 2.bası, 2007 s.83 ve son.<br />

10 Alangoya agm. s.22.


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

ve nasafet’e göre hüküm vermeleri taraflarca sarih olarak yetkilendirilmelerine<br />

ve yargılamaya uygulanacak kanunun buna cevaz vermesi ile mümkün<br />

olacaktır 11 .<br />

Görüldüğü üzere 1994 tarihli İBK’dan evvel hakemlerin kanun ile bağlılığı<br />

meselesi UNCITRAL tarafından tavsiye edilen kurallarda yer almaktadır<br />

ve hakemlerin maddi hukuk ile bağlı olmadıkları şeklinde bir mülahazaya<br />

yer verilmediği görülmektedir. Tam aksine hakemler ancak taraflar<br />

sarahaten hakkaniyete göre karar verilmesini yakında sözleşme yapmışlara<br />

bu mümkün olacaktır. Bu düzenleme aşağıda üstünde duracağımız<br />

UNCITRAL Model Kanun’ca da benimsenmiştir.<br />

II- UNCITRAL Model Kanunu:<br />

1. Genel Olarak:<br />

3-21 Haziran 1985 günlerinde Viyana’da toplanan UNCITRAL Komisyonu,<br />

çalışma grubu tarafından hazırlanmış olan “Model Kanun” tasarısını<br />

görüşerek kabul etti 12 . Komisyon, Model Kanun ile, tahkim yargılama<br />

hukukunun birleştirilmesi ve milletlerarası ticari tahkimin ihtiyaçlarına<br />

cevap verilmesinin amaçlandığını ifade ederek, kendi hukuk düzenleri<br />

çerçevesinde Model Kanunun kabul edilmesini tavsiye etti 13 .<br />

Model Kanun bazı yazarların belirttiği üzere “hukuki bir Bestseller”<br />

oldu 14 . Bazıları Model Kanun için “büyük fırsat” (the great opportunity)<br />

bazıları “80’lerin ihtilali” (the revolution of the 80’s) ifadelerini kullandı 15 .<br />

Bugüne kadar önemli sayıda ülke kendi kanunlarını Model Kanuna<br />

aynen veya önemli ölçüde uyumlaştırmışlardır 16 .<br />

11 Alangoya aynı yer.<br />

12 Kısa tarihçe için bkz. Calavros C., DasUNCITRAL-Modellgesetz über die internationale<br />

Handelsschiedsgerichtsbarkeit, 1988 s.1-3; Model Kanunun geniş olarak yasal tarihçesi<br />

ve müzakereler için bkz. Holtzmann H.M.-Neuhaus J.E, A Guide To The UNCITRAL<br />

Model Law on International Commercial Arbitration: Legislativ History and Commentary,<br />

1989.<br />

13 Calavros s.2<br />

14 Schütze R.A., Schiedsgericht und Schiedsverfahren genişletilmiş 3.bası, 1999 s.5.<br />

15 Calavros s.3.<br />

16 Uncitral Sekreterliği Model Kanunu iktibas eden ülkeleri yıllık olarak internet sitesinde<br />

açıklamaktadır; işbu yazının hazırlanması tarihinde yürürlükte olan listeye göre<br />

461


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Milletlerarası sözleşmelerde hemen daima tahkim şartı yer almaktadır.<br />

Bu alanlarda ortaya çıkan ihtilafların değerleri genellikle çok yüksek<br />

olmakta ve bu her türlü vasıtanın mübah olduğu bir savaş anlayışını geçerli<br />

kılmaktadır 17 . Bu anlayış artık başlı başına bir endüstri haline gelmiş<br />

olan milletlerarası tahkim alanında bundan yararlanma yarışını da körüklemiştir<br />

18 . Bu yarışın milletlerarası tahkim itibariyle sonuçları, yargılamanın<br />

önceden görülebilir, hesaplanabilir olma niteliğinin kaybı 19 sonucunu<br />

doğurmakta ve bu bir güvensizlik faktörü olmaktadır 20 .<br />

462<br />

aşağıdaki ülkeler kanunlarını Model Kanuna dayandırmışlardır (ülke adları internet<br />

kaydı itibariyle İngilizce olarak aynen verilmektedir):<br />

Legislation based on the UNCITRAL Model Law on International Commercial Arbitration<br />

has been enacted in: Australia, Austria (2005), Azerbaijan, Bahrain, Bangladesh,<br />

Belarus, Bulgaria, Cambodia (2006), Canada, Chile, in China: Hong Kong Special Administrative<br />

Region, Macau Special Administrative Region; Croatia, Cyprus,Denmark<br />

(2005), Egypt, Germany, Greece, Guatemala, Hungary, India, Iran (Islamic Republic of),<br />

Ireland, Japan, Jordan, Kenya, Lithuania, Madagascar, Malta, Mexico, New Zealand,<br />

Nicaragua (2005), Nigeria, Norway (2004), Oman, Paraguay, Peru, the Philippines, Poland<br />

(2005), Republic of Korea, Russian Federation, Singapore, Spain, Sri Lanka, Thailand,<br />

Tunisia, Turkey (2001), Ukraine, within the United Kingdom of Great Britain and<br />

Northern Ireland: Scotland; in Bermuda, overseas territory of the United Kingdom of<br />

Great Britain and Northern Ireland; within the United States of America: California,<br />

Connecticut, Illinois, Louisiana, Oregon and Texas; Zambia, and Zimbabwe<br />

(http://www.uncitral.org/uncitral/en/uncitral_texts/arbitration/1985Model_arbitration_<br />

status.html.)<br />

Bu ülkelerden bazıları hem iç hukuk hem de milletlerarası tahkimi birlikte uygulanacak<br />

Model Kanuna dayanan tek düzenleme yoluna gitmişler (mesela bkz. Alman<br />

Medeni Usul Kanunu, ZPO § 1025-1066 Avusturya ZPO § 577 ve son.) bazıları sadece<br />

milletlerarası tahkimi düzenlemek üzere Model Kanunu esas almışlardır (Türkiye).<br />

17 Bkz. Jaeger s.21; yazar tahkimin bir özel yargılama olarak etkinliğinin büyük ölçüde tarafların<br />

işbirliği adalet duygusu (fairness) ve uzlaşma anlayışına bağlı olduğunu, ancak<br />

bugünkü hukuki cereyan içinde bu şartların giderek unutulduğuna işaret ediyor, aynı<br />

yer.<br />

18 Jaeger s.22; bkz.ayrıca yazarın tahkimde bir tradisyon sahibi olmuş bazı ülkelerdeki<br />

(İngiltere, Hollanda, Fransa, Belçika, İsviçre) durum hakkındaki açıklamalarına,<br />

s.22,23 ve oradaki dn.13-19’daki atıflara.<br />

19 Zira tahkim yerinin seçimi büyük önem kazanmış ve bu yer kanununun hükümleri taraflar<br />

için beklenilmedik durumlar ortaya çıkarmış, daha da önemlisi, genellikle zayıf<br />

olan ve yeterli bilgi ve tecrübesi olmayan tarafın becerikli ve bilgili hasmı kendi işine<br />

gelen tahkim yerini seçerek diğer tarafın aleyhine bir durum yaratabilir hale gelmiştir,<br />

bkz. Jaeger s.24 ve son., Yazar s.23 dn.18’de büyük bir konsorsiyum sözleşmesinde<br />

İsviçre’nin tahkim yeri olarak seçilmesinin, İsviçre tahkim hukukunda, iptal sebeplerinin<br />

fazla olması, bunun hakemlerin sabotajına imkan verebileceği düşüncesi ile<br />

reddedildiğine ve Belçika’nın tahkim yeri olarak seçildiğine işaret etmektedir.<br />

20 Bkz.geride dn.10.


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

İşte, UNCITRAL Model Kanunu’nun büyük bir yaygınlık sağlaması halinde,<br />

milletlerarası tahkim yargısının uyumlaşacağı ve yargının vazgeçilmez<br />

niteliği olan hesap edilebilirlik ve güven sağlanması ümid edilmiştir 21 .<br />

Model Kanunun temel istikameti taraf iradesine başrolü vermektir. Model<br />

Kanunun hükümlerinin sevkedilmesinde bu esas yol gösterici olmuştur.<br />

Taraflar bu serbestiyi kullanarak ihtilaflarının çözümünü ihtiyaçlarına<br />

göre oluşturacakları yargılama içinde halledeceklerdir 22 . Ancak bu taraf<br />

iradesi hakimiyeti sınırsız değildir. Taraf iradeleri yanında, ikinci derecede<br />

Model Kanunun hükümleri yürüyecektir, bu hükümler, tahkim yargılamasını<br />

noksanlardan, hakkın yerine getirilmemesinden korumayı ve bunun<br />

dışında taraf eşitliğinin sağlanmasını temin edecektir 23 . Model Kanunun<br />

diğer bir özelliği, tahkim sözleşmelerindeki boşlukları kapatacak dispozitif<br />

ve tamamlayıcı hükümleri de sevketmiş olmasıdır 24 . Model Kanunun son<br />

bir özelliğinin de yukarıdaki özelliğin bir tamamlayıcısı olarak, mahalli kanunun<br />

hükümleri karşısında bir lex specialis niteliği ile uygulanacağıdır 25 .<br />

2. İhtilafa Uygulanacak Maddi Hukuk(Art. 28) 26 :<br />

a) Model Kanunun 28inci maddesi 27 , Kanunun temel yönlerinden birincisi<br />

olan taraf iradelerine birinci kademede yer vermiş bulunmaktadır.<br />

21 Bkz.Calavros s.5 ve son.; Yukarıda 28 no.lu dipnotunda yer alan ülkeler arasında, deyim<br />

yerinde ise bu “Pazar”da önemli bir payı olan ülkelerin bir çoğuna (bkz.dn.30)<br />

rastlanmamaktadır; Almanya’nın dünya ekonomisinde önemli derecede rolü olmasına<br />

rağmen milletlerarası tahkim alanında geri kalmasının sebebinin ZPO’daki tahkim hükümlerinin<br />

eskimiş, ve özellikle zor nüfuz edilebilir ve karmaşık olmasına ve hakim<br />

hukukuna çok yer vermesine ve bu sebeple tahkim yargılamasının cereyanının hesap<br />

edilebilir nitelikte olmamasına bağlı olduğu savunulmuştur, Jaeger s.30.<br />

22 UN-Doc.A/CN. 9/207, UNCITRAL Yrb.1981, 78. Calavros s.8 den naklen.<br />

23 Yukarıdaki dn.de belirtilen doküman, Calavros s.8,9 dan naklen.; Yazar, bunlara mukabil<br />

taraf iradesinin mutlak bir değer olarak kabul edilmiş olmadığını, Model Kanunun<br />

sustuğu her meselenin tarafların iradesine bırakılmamış olduğunu asgari olarak tahkim<br />

yargılamasının serbestçe kurulduğunun positiv kuralları vasıtasıyla garanti edildiğinin<br />

dikkate alındığına işaret etmektedir(s.8).<br />

24 Çalavros aynı yer.<br />

25 UN-Doc A/CN.9/207, UNCITRAL Yrb.1981,79, Calavros s.9 dan naklen.<br />

26 Bu yazıda bu hüküm bütün ayrıntıları ile incelenecek değildir; açıklamalar yazının<br />

konu ve amacı ile sınırlı kalacaktır.<br />

27 İngilizce metni için bkz. Holtzmann/Neuhaus s.764. Türkçe Metinler için bkz. Deren-<br />

Yıldırım N. Milletlerarası Tahkimin Esaslı Sorunları, 2004 s.255.<br />

463


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Tahkim mahkemesi ihtilafın esasına, taraflarca seçilmiş olan hukuk kurallarını<br />

uygulayacaktır, Art.28/1. Tarafların buradaki irade serbestisi geniş<br />

olarak tanınmıştır. Bir kere, seçilen hukukun sözleşme veya ihtilaf ile<br />

mülki bir irtibat içinde bulunması gerekli değildir 28 . Burada taraf iradesine<br />

yer verilen diğer bir husus da, tarafların mutlaka tek bir hukuk düzenini<br />

seçme mecburiyetinde olmamalarıdır; mesela onlar muhtelif devletlerin<br />

kanunlarından oluşan bir maddi hukuk düzenlemesi ile tarafları bağlı tutabilecekleri<br />

gibi (depeçage), henüz yürürlüğe girmemiş bir milletlerarası<br />

konvansiyona da atıf yapabilirler 29 . Art.28/I ilk cümlede “hukuk”tan değil<br />

“hukuk kuralları”ndan söz edilmesi, tesadüfi veya hata sonucu değil tarafların<br />

kendi hukuklarını yaratabilmeleri amacı ile sevkedilmiştir 30 .<br />

Tarafların uygulanacak hukuk kurallarını sarahaten belirlemiş olmaları<br />

gerekmiyor, zımnen de olabileceği bunun yorum yolu ile de elde edilebileceği<br />

kabul ediliyor. Bu sonuca “hukukun genel prensipleri”nden varılabileceği<br />

31 gibi Art.28/3’de hakkaniyete göre karar verilmesinde sarahat<br />

aranmasına rağmen, hukuk kurallarının seçiminde buna yer verilmemiş<br />

olması da bu sonucu haklı gösterir 32 .<br />

b) Model Kanun, tarafların uygulanacak hukuk kurallarını belirtmemiş<br />

olmaları halinde de hakemlerin hukuk normlarına göre karar vermeleri<br />

ilkesini, yargılamanın güvenliği mülahazası ile muhafaza etmiştir.<br />

Art.28/2 tarafların ihtilafın esasına uygulanacak hukuku tayin etmemiş<br />

oldukları hallerde, tahkim mahkemesinin uygulanabilir adettiği kanunlar<br />

ihtilafı kurallarının gösterdiği hukuku uygulayacağını düzenlemiş bulunmaktadır.<br />

Görüldüğü üzere tahkim mahkemesine “hukuk kuralları” uygulama<br />

yetkisi verilmemiştir 33 ve uygulanacak “hukuk”u da kendi takdir<br />

28 Bkz. Holtzmann/Neuhaus s.765.<br />

29 Holtzmann/Neuhaus s.766, Deren-Yıldırım s.116; ZPO için bkz. Schwab K.H/Walter G.,<br />

Schiedsgerichtbarkeit 7.bası, 2005 s.451.<br />

30 Holtzmann/Neuhaus 766, 767; Calavros, s.122,123 Deren-Yıldırım aynı yer.<br />

31 Jaeger s.100 dn.493; Alangoya agm s.22.<br />

32 Bazı milli kanunların burada da sarahat aramaları ihtimaline karşı tarafların sarahat<br />

getirmelerinin uygun olacağı ifade edilmektedir, bkz.Alangoya agm s.22 dn.75.<br />

33 Holtzmann/Neuhaus s.770, Jaeger, s.101, yazar şuurlu olarak hakemlere “hukuk<br />

kuralları”na göre hüküm verme yetkisi verilmediğini ifade ediyor ve amacın tarafları<br />

keyfi olarak seçilmiş “hukuk kurallarına” göre hüküm verilmesinden korumak olduğuna<br />

işaret ediyor; Deren-Yıldırım s.119.<br />

464


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

hakkını kullanarak seçemeyecektir 34 . Buna mukabil hakemler kanunlar ihtilafı<br />

kurallarını seçmede eşyanın tabiatı dolayısı ile takdir hakkına sahip<br />

olacaklardır 35 .<br />

İlgisi dolayısı ile hakemlerin uygulanacak hukuku seçmeleri bakımından<br />

diğer bir metoda da değinmek gerekir. Buna göre tahkim mahkemesi,<br />

ihtilafın hallinde ihtilaf konusu ile en sıkı bağlantıda bulunan hukuku uygulayacaktır.<br />

Bazı hukuk düzenleri Model Kanundan ayrılarak bu “objektif<br />

bağlantı” (objektive Anknüpfung) esasını kabul etmişlerdir 36 . Bazı yeni<br />

düzenlemelerde bu hukukun seçiminde hakemlere tam bir takdir hakkı<br />

verildiği de görülüyor 37 .<br />

c) Hakemlerin hakkaniyet ve nasafete göre karar verme yetkileri ancak<br />

tarafların bu konudaki sarih iradeleri ile mümkün olacaktır, Model Kanun<br />

Art.28/3 38 .<br />

Model Kanunun burada açık irade aramasının sebebi aksine bir<br />

düzenlemede yargılamanın görülebilir, hesap edilebilir olma niteliği-<br />

34 Holtzmann/Neuhaus s.769. Yeni Avusturya Hukuku için bkz.dn.37.<br />

35 Zira, tahkim mahkemesinin “lex fori”si yoktur, bkz. Jaeger s.101.<br />

36 Almanya (ZPO 1051/2), İsviçre (Bundesgesetz über das Internationale Prıvatrecht<br />

(GIPR) Art.187/1), İtalyan ve Mısır Kanunlarında (Jaeger s.102 dn.505 ve 506) böyledir;<br />

Alman Hukukunda ZPO’nun bu tercihi eleştirildiği gibi, doğru olduğu da savunulmuştur,<br />

bkz. Calavros s.125 ve son., Schütze s.11; Jaeger s.103; “en sıkı irtibat” belirli<br />

olmayan bir kavramdır (unbestimmten Rechtsbegüff), bu kavramın bizatihi kendisinin<br />

bir “ihtilaf kuralı” (Kollisionsnorm) olduğu ifade edilmiştir, bkz. Schwab/Watter s.452;<br />

Bu kavramın Alman Hukukunda kökeninin EGBGB Art 28/2-5- (Alman Medeni Kanununun<br />

tatbikatı hakkında kanun) olduğu söylemiştir, hangi ülkenin kanununun en<br />

sıkı irtibat içinde bulunduğu resmin tamamı (der Gesamtheit der Umstände) dikkate<br />

alınarak saptanmalıdır, Schwab/Walter aynı yer.<br />

37 Avusturya’nın 2006’da yürürlüğe giren ve UNCITRAL Model Kanunu yönünde oluşturulan<br />

yeni tahkim hükümlerinde (ÖZPO §577 ve son.), ihtilafın esasına uygulanacak<br />

hukuk bakımından tarafların iradesinin ilk planda olduğu ve Model Kanun 28/1’de<br />

olduğu gibi sadece devletin hukuku değil fakat “hukuk kuralları”nın da seçilebileceği<br />

kabul edilmiş ancak taraflarca böyle bir seçim yapılmadığı hallerde hem Model Kanundan<br />

hem de Alman Kanunundan ayrılınarak hakemlere bu kanunun seçiminde<br />

Fransız Modeli takip edilerek tam bir takdir hakkı tanınmıştır, § 603; bkz. bu husustaki<br />

açıklamalar için Rechberger W.H., Das neue Schiedsrecht, Zeitschrift für Zivilprozess<br />

(ZZP) 119/3, 2006, 261-278 (273).<br />

38 Yukarıda dn.48 ve 49’da tarafların anlaşması olmayan haller bakımından Model Kanundan<br />

ayrıldığı ifade edilen ülke kanunlarında bu husus itibariyle Model Kanun ile<br />

tam bir uyum vardır, bkz. d ZPO § 1051/3; ÖZPO § 603; İsviçre GIPR Art 187/2.<br />

465


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

nin tam olarak muhafaza edilemeyeceği endişesinden kaynaklanmaktadır<br />

39 .<br />

d) Model Kanun tasarısının komisyonda incelenmesi sırasında Art<br />

28’e 4üncü bent eklenmiştir. Buna göre hakem mahkemesi 1-3üncü<br />

bentlerdeki kararlarda 40 sözleşme (maddi hukuk sözleşmesi) hükümlerine<br />

göre karar verecek ve işe uygulanabilecek ticari örf ve adeti de dikkate<br />

alacaktır.<br />

Alman ZPO’suna da alınan bu hükmün fuzuli olduğu zira ticari<br />

örf ve adetin uygulanacak hukukun bir parçasını oluşturduğu yoksa<br />

ZPO §1051/4ün yanıltıcı ifadelerinden, ticari örf ve adetin uygulanacak<br />

kanun hükümlerinin önüne geçmediği söylenmiştir 41 . Diğer bir görüş<br />

ise, bunların her zaman dikkate alınacağı ve muayyen bir açıdan<br />

uygulanacak maddi hukukun önüne geçeceğidir 42 . Ticari örf ve adetin<br />

bu şekilde hak ve nasafet kurallarına göre hüküm verme durumunda da<br />

dikkate alınması gerekeceği yolundaki düzenleme 43 halen tartışma konusudur<br />

44 .<br />

39 Bkz. Schütze s.105.; burada hakemlerin hakkaniyet ve nasafete göre karar vermelerinin<br />

sınırları üstünde durulmayacaktır. Amaç yukarıda da belirtildiği gibi Model Kanunun<br />

sistemini belirlemektedir. Ancak doktrinde haklı olarak işaret edildiği üzere Milletlerarası<br />

Modern Tahkim hukukunda bu yolda karar vermenin önemini kaybettiği vurgulanmaktadır,<br />

bkz. Jaeger s.98; Alman hukukunda tatbikatta tarafların bu yolda açık<br />

iradelerine rastlanmasının nadir olduğu belirtiliyor, Schwab/Walter s.183; tarafların,<br />

hakemleri açık iradeleri ile sözleşme hükümlerini uygulamaktan da kurtarabilecekleri<br />

(§ 185 BGB) veya sözleşmeyi değişen durumlara uygulama yetkisi de verebileceklerine<br />

işaret ediliyor, bkz. Schwab/Walter aynı yer.<br />

40 Calavros s.132, bu husus ve komisyonun diğer mülahazaları için bkz. Holtzman/Neuhaus<br />

s.772.<br />

41 Schütze s.102; Model Kanun çalışmalarında da, çalışma grubu bu hükmü tartışmış ve<br />

örf ve adet’in “etkisinin ve derecesinin her hukuk sisteminde aynı olmadığı” görüşü ile<br />

hükmü tasarıya almamış, ancak Komisyon hükmü yeniden hem UNCITRAL Tahkim<br />

kurallarında hem Avrupa Milletlerarası Ticari Tahkim Konvansiyonunda yer alması<br />

dolayısı ile maddeye koymuştur.<br />

42 Böyle olduğundan kuşku duyulamayacağı yolunda bkz. Calavros s.133.<br />

43 Bkz.bu görüşü nakleden Calavros s.133.<br />

44 Bu tartışmalar için bkz. Calavros s.131 ve son.; Milletlerarası Tahkim Kanunu bu hükmü<br />

aynen almamış bunu sözleşme hükümlerinin yorumunda ve tamamlanmasında<br />

dikkate alınacak şekilde ilk fıkraya almıştır, bkz.Deren-Yıldırım s.126.<br />

466


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

§ 3-) Milletlerarası Tahkim Kanununda İhtilafa Uygulanacak Maddi<br />

Hukuk Düzenlemesi:<br />

1-) Madde 12/C Hükmü:<br />

Hüküm esas itibariyle Model Kanun Art.28 yönündedir. Ancak bazı<br />

noktalarda Model Kanundan ayrılmıştır. Öncelikle taraf iradelerinin tayin<br />

edici olduğu esası ve “hukuk” yerine “hukuk kuralları” terminolojisi kabul<br />

edilmiştir 45 . Sözleşme hükümlerinin uygulanması gereği ve bunların yorumunda<br />

ve tamamlanmasında ticari örf ve adetlerin ve ticari teamüllerin<br />

dikkate alınacağı şeklindeki düzenleme Model Kanundan farklıdır. Burada<br />

örf ve adet, Model Kanunda olduğundan farklı olarak sadece sözleşme kurallarının<br />

yorumunda dikkate alınmak üzere sevkedilmiştir 46 .<br />

Burada önemli farklılık tarafların esasa uygulanacak hukuku kararlaştırmamaları<br />

halinde, hakemlerin uyuşmazlık ile en yakın bağlantı içinde<br />

olduğu sonucuna vardığı devletin maddi hukukunu uygulayacağı sonucuna<br />

varılmış olmasıdır. “Hukuk Kurallarının” değil “hukukun” uygulanacağı<br />

hususu Model Kanuna uygun olmakla birlikte 47 , “Kanunlar ihtilafı<br />

kurallarının belirlediği hukuk”u uygulama düzenlemesini kabul etmeyerek<br />

İsviçre ve Almanya düzenlemesini benimsemiştir 48 .<br />

Hakemlerin hakkaniyet ve nasafet kurallarına göre veya dostane aracı<br />

olarak ancak tarafların sarih iradeleri ile yetkilendirilmeleri halinde hüküm<br />

verebilecekleri yolundaki hüküm Model Kanun düzenlemesine paraleldir,<br />

Art.28/3 49 .<br />

45 Bkz.dn.28-30 ilişkin metinlere.<br />

46 Bkz.Deren-Yıldırım, Tahkim ve Objektif Açıdan Tahkime Elverişlilik, Yavuz Alangoya<br />

için Armağan, 2007 s.50; böylece Milletlerarası Tahkim Kanunu bakımından dn.40-44<br />

arasında belirtilen tartışma bizim hukukumuz bakımından söz konusu olmayacaktır.<br />

47 Bkz. dn.33 ve 34 ve ilişkin olduğu metin; belirli bir devletin hukukunun seçilmesinin aksi<br />

belirtilmedikçe o devletin kanunlar ihtilafı kurallarının veya usul kurallarının değil, doğrudan<br />

doğruya maddi hukukun seçilmiş olduğu anlamına geleceği yolundaki hüküm Model<br />

Kanuna uygundur, Art 28/I, ancak Model Kanunda “usul kuralları”ndan bahsedilmiyor.<br />

48 Bkz.dn.36 ve ilişkin olduğu metin.<br />

49 Yukarıda Model Kanunun, Milletlerarası Tahkim Kanununa paralel olan hükümleri<br />

için yapılan açıklamalar Milletlerarası Tahkim Kanunu açısından da geçerli olacaktır;<br />

tarafların hukukçu olmayan hakemler tayin etmelerinden, bunların hakkaniyete<br />

göre karar verebilecekleri yolunda bir yorum yapılması Milletlerarası Tahkim Kanunu<br />

çerçevesinde mümkün olmayacaktır, bkz. bu konudaki görüşler için Alangoya Y.<br />

s.175,176; Rosenberg/Schwab/Gottwald § 179 Rn.52 s.1287.<br />

467


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

2. Görüldüğü üzere Model Kanun ve Milletlerarası Tahkim Kanunu,<br />

hakemlerin hukuk kuralları (veya hukuk) ile bağlı olduğu, ancak tarafların<br />

sarih iradesi ile hak ve nasafete göre hüküm verebileceklerini düzenliyor.<br />

Bu husus iç tahkimde delege lata bizim hukukumuz bakımından da savunulmuştur<br />

50 .<br />

468<br />

§ 4 Model Kanunda Hakem Kararına Karşı Müracaat Yolu:<br />

I- İptal Talebi:<br />

1-) Genel Olarak:<br />

Model Kanunda, hakem kararına karşı tek müracaat yolunun, kararın<br />

iptali olduğu kabul edilmiştir. UNCITRAL Sekreterliği bu meselenin<br />

Model Kanun müzakerelerinde en zor halledilenler arasında olduğunu belirtmiş<br />

ve ancak bu meselenin Model Kanunun temel başarısı olduğu ve<br />

1inci madde dışında en uzun süreyi aldığına, en önemli meseleyi de iptal<br />

sebeplerinin tesbitinin teşkil ettiğine işaret ediliyor 51 .<br />

İptali düzenleyen maddede, hem karara karşı tek yolun “iptal talebi”<br />

olduğu hem de bu talebin ancak maddede belirtilen sebeplerle yapılabileceği<br />

belirtilmiştir, Art.34/(1)(2).<br />

Madde hükmünde, hakemlerin esasa uygulayacakları hukuk kuralları<br />

veya hukuk bakımından kararlarının iptal davası konusu yapılabilip yapılamayacağı<br />

meselesi üzerinde ana hatları itibariyle durulacaktır. 34 hük-<br />

50 50) Bkz. Alangoya Y. Medeni Usul Hukukumuzda Tahkimin Niteliği ve Denetlenmesi,<br />

s.156 ve son.; “Karar, başka bir şey temel alınamayacağından doğal olarak maddi hukuka<br />

göre verilecektir; ancak maddi hukuktaki yanılgı, Yargıtay’da denetim dışı tutulmuştur”,<br />

Sayın Erbay Taylan’ın 28.1.1994 tarihli İBK (RG 13.4.1994 sayı 21904)ya yazdığı<br />

karşı oy’dan; “Yani tahkim hukukunun temeli diyorum, taraflar sözleşmelerinde maddi<br />

hukukun uygulanacağına dair açık bir hüküm koymamaları halinde dahi hakemler<br />

maddi hukuku uygulamaya mecburdur. Ne zaman maddi hukuku uygulamazlar, uyulamayabilirler?<br />

Taraflar açıkça hakkaniyet kurallarına göre karar veriniz dedikleri vakit”<br />

Karayalçın Y.dn.3’deki kitap s.61; ancak Karayalçın hakem kararının iç hukukta da<br />

bu bakımdan denetlenemeyeceği görüşündedir.<br />

51 Bkz.Holtzmann/Neuhaus 912 ve son., maddede yer alan sebepler dışında teklif edilen<br />

iptal sebeplerinin (mesela yeni vakıalar veya delillerin varlığının keşfedilmesi, manifest<br />

ınjustice gibi) reddedildiği ve New York Convention’undan alınan sebeplerle (bunların<br />

lafzı modifiye edilerek) yetinildiği hususunda bkz.s.913,914,915, “kamu düzeni”<br />

kavramı da uzun müzakerelere yol açmıştır, s.918 ve son.


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

münü aynen almış olan ZPO § 1059 hükmünün, Alman Hukuku bakımından<br />

ne yolda değerlendirildiğine de değinilecektir.<br />

Öncelikle şu önemli noktaya değinmek gerekiyor: Hakem hükümleri<br />

bakımından tarafların iradesine üst seviyede yer verilmesi ile taraf iradesinin<br />

uygulanmasını istediği maddi hukuka uygun karar verilip verilmediğinin<br />

incelenmesinin reddedilmesi (revision au fond) bir karşı gerilim<br />

içindedirler. Burada üstünde durulması, Milletlerarası Tahkim Kanunu bakımından<br />

da önemli olan nokta bu iki hususun karşı etkileşme içinde mi<br />

olduğu, yoksa irade serbestisinin bu nokta bakımından da bir rol oynayıp<br />

oynayamayacağı hususudur.<br />

2-) Daha Geniş Bir Kontrol Mümkün Müdür?<br />

Bir kere common law ülkelerinde maddi hukukun doğru uygulanıp<br />

uygulanmadığının kontrol edilmesi gündemdedir. Mesela bu iptal sebebi<br />

Model Kanunu esas almış olan Mısır Tahkim Kanununda yer almıştır 52 .<br />

İngiltere’de 1996 tarihli Arbitration Act’da birçok iptal sebebi arasında<br />

(Arb.Act 1996 67 ve son), “appeal on a point of law” (69 Arbitration Act<br />

1996) da ön görülmüş bulunmaktadır 53 . USA’da da, maddi hukuka açık<br />

aykırılık halinde devlet mahkemesinin müdahalesi mümkün olmaktadır 54 .<br />

Belki daha önemlisi tarafların iradesi ile hakem kararının kontrol kapsamının<br />

genişletilmesi yolundaki aktüel gelişmedir. Diğer deyişle taraflar<br />

tahkim sözleşmelerinde, hakem kararının verilmesinde hukuk kurallarının<br />

doğru uygulanıp uygulanmadığı hususunu bir iptal sebebi olarak kabul<br />

edebileceklerdir 55 . Bu noktada bu sonuca karşı ve lehte olan iki görüş<br />

mevcuttur. Birinci görüşe göre, yargılamanın gerek ve kapsamlarını tayin<br />

etmek devletin meselesidir. Bu hususta tarafların iradesinin bir rolü olamaz<br />

56 . Buna mukabil diğer bir görüş, böyle bir genişletme halinde getirilen<br />

iptal sebepleri çerçevesinde de hakem hükmünün kontrolunun mümkün<br />

52 “An award may be annulled…, if the arbitral award faild to apply the law agreed upon<br />

by the parties to govern the subjekt matter of the dispute”, Jaeger s.111 ve orada dn.552.<br />

53 Jaeger aynı yer.<br />

54 Jaeger 111, 112, ancak bunun için tahkim mahkemesinin bu aykırılığı bilerek yapması<br />

şartı aranmaktadır, Jaeger’in bahsettiği kararlar için bkz. s.112 dn.559.<br />

55 Bkz.Jaeger s.112 dn.561’deki kararlara.<br />

56 Bkz. Jaeger s.113 dn.563.<br />

469


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

olduğundan kuşku duyulamaz. Bu husus tahkimin sözleşmesel karakterinden<br />

kaynaklanır. Tahkimde tarafların iradesinin sonuca ulaşması en üst<br />

hedeftir; taraflar ilave iptal sebepleri getirmişlerse bunların dikkate alınmasına<br />

engel hiçbir husus yoktur 57 .<br />

470<br />

3. UNCITRAL’i Benimsemiş ZPO Bakımından Bazı Mülahazalar:<br />

Model Kanunun tahdidi olan iptal sebeplerinin maddi hukuka uygunluğu<br />

kontrolunu (appeal on a point of law, revision an fond) kapsamadığı<br />

kabul edilmektedir 58 .<br />

Alman ZPO’sundaki tahkimi düzenleyen yeni hükümler 59 içinde iptal<br />

sebeplerini tahdidi olarak düzenleyen § 1059 hükmü Model Kanun 34’e<br />

paraleldir. Alman hukukçuları da bu hükme dayanılarak maddi hukuka<br />

uygunluk kontrolu yapılamayacağını kabul ediyorlar 60 .<br />

57 Bkz. Jaeger s.113 dn. 564’de yer alan Cullinan T., Contracting for an Expanded scope<br />

of Jadical Rewiew in Arbitration Agreements, Vand.L. Rev.51 (1998), 395 ve diğer kaynaklara;<br />

burada üzerinde durulması gereken husus da, bazı ülkelerde taraflara iptal sebeplerinin<br />

tamamen kalkması durumudur; mesela Belçika hukukunda, taraflar Belçika<br />

vatandaşı değilse veya Belçika’da ikametgahları yoksa, iptal yolu yasal olarak kapanmış<br />

durumdadır, burada amaç, Belçika tahkimine rağbeti arttırmak ve devlet mahkemelerini<br />

yükten kurtarmaktır; çok eleştirilen bu düzenlemenin, Belçika’ya ümid edilen yararı<br />

sağlamadığı istatistiklerle görüldü ve bunun sonucunda yürürlüğe giren yeni tahkim<br />

kanunu, taraflara bu yolda bir irade serbestisi tanındı, bu çözümün İngiliz, Tunus ve<br />

İsveç hukukunda da kabul edildiği belirtiliyor, bkz. Jaeger s.114,115; İsviçre’de GIPR’de<br />

de bu yolda bir düzenleme vardır: Art 192’ye göre İsviçre’de ikametgahı ve meskeni veya<br />

işletmesi olmayan taraflar sarih bir irade ile tahkim anlaşmasında veya sonradan yazılı<br />

olarak iptal imkanının kısmen veya tamamen bertaraf edebilirler, (Milletlerarası Tahkim<br />

Kanununda da bu hükme paralel bir hüküm kabul edilmiştir, bkz.m.15/A VII); ancak<br />

hüküm İsviçre’de icra edilecekse New York Konvansiyonu hükümleri uygulanacaktır;<br />

ancak bu çözümler, tahkimin inanılırlığına zarar vereceği sebebiyle eleştirilmiştir, ancak<br />

tahkim yargılamasını hızlandıracağı için lehte olanlar da vardır, bkz. Jaeger s.115.<br />

58 Bkz. Holtzmann/Neuhaus s.912 ve son.; Calavros s.149 ve son.; Jaeger s.109 ve son.,<br />

yazar hakem hükmünün kanuna uygunluğunun esastan incelenmesi yasağının dikkate<br />

alınmamasının, tarafların, hakem kararının kesinliği ve icra edilebilirliğine güvenlerini<br />

sarsacağını ve bunun dışında, tahkim yargılamasının, çabukluk, elastikiyet gibi<br />

faydalarına zarar vereceğini ifade ediyor, s.113, 114, mamafih yine kendisi çalışmasının<br />

başında, tahkimin faydaları olarak belirtilen sürat ve ucuzluk unsurlarının asgari<br />

olarak milletlerarası alanda sınırsız bir yürürlüğünün olmadığını ifade etmiştir, s.21.<br />

59 Yürürlüğe giriş 1.1.1998; 30.6.2006’da yürürlüğe giren Avusturya ZPO’sunun iptal sebeplerini<br />

düzenleyen §611 hükmünün Model Kanun Art 34’ü örnek aldığı hususu için<br />

bkz. Rechberger s.274.<br />

60 Schwab K.H/Walter G., Schiedsgerichtsbarkeit işlenmiş 7.bası, 2005 Kap.24 Rn.22<br />

s.213,214; Rosenberg/Schwab/Gottwald §180 Rn.9 s.1296; Schütze, s.140 ve son.


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

Ben burada incelediğimiz konu bakımından önemli olduğunu düşündüğüm<br />

bir noktaya değinmek istiyorum: Alman ZPO § 1059(2) 2 d hükmü<br />

şöyledir:<br />

“Tahkim Mahkemesinin kuruluşu veya tahkim yargılaması, bu kitabın<br />

(10.Buch) bir hükmüne veya tarafların geçerli anlaşmasına uygun değilse<br />

ve bunun hakem hükmüne etki etmiş olduğunun kabul edilebilmesi mümkün<br />

ise” 61 bu bir iptal sebebi olacaktır.<br />

Maddede yer alan yargılama hatasının in procedendo olduğu, yani<br />

usuli olduğu yoksa esasa ilişkin olmadığı (in iudicando) kabul ediliyor,<br />

ikincisinin ancak kamu düzenine aykırılık çerçevesinde bir iptal sebebi<br />

olabileceği ifade ediliyor 62 .<br />

Alman doktrininde kanaatimce de haklı olarak aşağıdaki durumlarda<br />

iptal sebebinin gerçekleşmiş olduğunu kabul etmektedir:<br />

- Tarafların sarih iradesi bulunmamasına rağmen hakem mahkemesinin<br />

hak ve nasafete göre karar vermesi 63 .<br />

- Tarafların iradesi ile belirlenmiş bir hukuka göre karar vermesi gerekirken<br />

başka bir hukuka göre karar vermesi 64 .<br />

61 “d) die Bildung des Schiedsgerichts oder das schiedsrichterliche Verfahren einer Bestimmung<br />

dieses Buches oder einer zulassigen Vereinbarung der Parteien nicht entsprochen<br />

hat und anzunehmen ist, dass sich dies auf den Schiedsspruch ausgewirkt<br />

hat”; Model Kanunun Art 34(2) a iv hükmü ise şöyledir: “Tarafların anlaşmasının bu<br />

kanunun emredici hükümlerinden birine aykırı olmaması şartı ile, tahkim mahkemesinin<br />

kuruluşunun veya tahkim usulünün tarafların anlaşmalarına uygun olmadığını,<br />

veya, bu yönde bir anlaşma olmaması halinde, bu kanun hükümlerine uygun olmadığı”;<br />

görüldüğü üzere, uygunsuzluğun hakem kararını etkilemesi şartı dışında iki hüküm<br />

aynıdır; bu hüküm, Milletlerarası Tahkim Kanunu Taslaklarından 1.sinde madde<br />

34a iv hükmünde Model Kanun hükmüne bazı kelime değişiklikleri uygun olarak yer<br />

almıştır, bkz. dn.3’deki çalışma s.335; Deren-Yıldırım s.167.<br />

62 Schwab/Walter age s.213.<br />

63 Hakkaniyete göre karar verilmesi ön görülmüş olan hallerde, tarafların uygulanacak<br />

hukuku belirlemedikleri durumlarda uygulanacak hukuka göre (bkz.dn.33-37 ve bağlı<br />

metinlere) karar verilmesinin iptal sebebi olmayacağı kabul edilmektedir, bkz.Schwab/<br />

Walter s.213 dn.63deki açıklamalara.<br />

64 Bunlar yanında, hakem mahkemesinin uygulanan hukukun tanımadığı bir hususa karar<br />

vermesi, tarafların sarih anlaşmasına rağmen duruşma yapmaması (BGH NJW 1994<br />

2155) bir avukatın katılmasının reddedilmesi, bilgisi olmadığı ispat edilmiş bulunan<br />

bilirkişinin raporuna dayanılması bu sebep çerçevesinde mütalaa edilmiştir, diğer bazı<br />

sebepler için bkz. Schwab/Walter s.214.<br />

471


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Sadece bu iki örnek üzerinde durmak istememin sebebi 65 in procedendo,<br />

in iudicando ayırımının her zaman kolay olmadığını belirtmek içindir 66 :<br />

Mesela satım sözleşmelerinde tehlikenin ve yararın alıcıya geçmesinde,<br />

çeşitli ülke kanunları farklı sistemler kabul etmişlerdir. Şimdi hakem<br />

mahkemesi, taraflarca tayin edilmiş olan hukukun sistemi yerine başka<br />

bir hukukun sistemini esas alarak hüküm vermişse bu husus bir iptal sebebi<br />

olarak görülecektir; ancak bu sonuca varılabilmesi için esas hakkında<br />

uygulanması söz konusu olan hukuka uygunluk kontrolu yapılması gerekecektir.<br />

Aynı şekilde tayin edilen hukuka aykırı olarak mı, yoksa hakkaniyete<br />

göre mi karar verildiği hususunun incelenmesi çoğu kere maddi<br />

hukuka aykırılık kontrolu yapılarak mümkün olabilecektir.<br />

Bu bakımdan Schwab/Walter’in, ayırımın her zaman kolay olmadığına<br />

işaret etmesi doğrudur 67 .<br />

472<br />

§ 5 Milletlerarası Tahkim Kanununda İptal Sebebi Olarak Esasa<br />

Uygulanacak Olan Hukuka Aykırılık:<br />

I- Genel Olarak<br />

Milletlerarası Tahkim Kanununun gerekçesinde Kanunun hazırlanmasında<br />

Model Kanun ve bazı diğer kanunların örnek alındığı belirtiliyor 68 .<br />

Doktrinde de Model Kanun ile birlikte, “doktrindeki bazı eğilimlerin etkisi<br />

ile de kimi yerde İsviçre Milletlerarası Özel Hukuk Kanunu’nun bazı maddelerinin<br />

esas” alındığına işaret edilmiştir 69 .<br />

Bu yönde hareket ederek, Milletlerarası Tahkim Kanununun ilgili<br />

hükmünün kanunlaşana kadar geçirdiği safhalar ve sonuçta kanunlaşan<br />

metnin kanunun hazırlanmasında örnek alındığı belirtilen düzenlemelerle<br />

karşılaştırılması aydınlatıcı olacaktır.<br />

65 Bu hallerin in procedendo iptal sebebi olduğu BGH NJW 1986 1436 da yer alan<br />

26.9.1985 tarihli Alman Federal Mahkemesi kararında da kabul ediliyor: “eğer ihtilaf<br />

bağlayıcı olarak kabul edilenden başka bir hukuka göre veya tarafların bir yetkilendirmesi<br />

olmadan hakkaniyete göre verilmişse” bu bir iptal sebebidir; “…zira (doğru)<br />

maddi hukukun yanlış uygulaması bir iptal sebebi değildir” aynı karardan.<br />

66 Bkz.yukarıda dn.62’ye.<br />

67 Age s.213.<br />

68 Bkz.yukarıda § 1 I.<br />

69 Bkz.Deren-Yıldırım s.15.


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

II- Tasarılar:<br />

1-) Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü Taslakları:<br />

Enstitü 1997-1998 arasında üç taslak hazırlamıştır. Bu taslaklarda incelediğimiz<br />

konuyu ilgilendiren hükümlere kısaca değineceğiz.<br />

1. Taslak 70 :<br />

Bu taslak büyük ölçüde Model Kanun hükümlerinin benimsenmesi<br />

şeklinde oluşturulmuştur. Uyuşmazlığın esasına uygulanacak hukuku düzenleyen<br />

28.madde Model Kanunun 28inci maddesi ile paraleldir 71 .<br />

İptal davası ve iptal sebeplerini düzenleyen 34üncü madde ise Model<br />

Kanunun 34üncü maddesinin hemen aynıdır ve m.34 II a iv hükmü de<br />

Model Kanunun aynı numaralı madde ve bendi gibidir.<br />

2. Taslak 72 :<br />

Uyuşmazlığın esasına uygulanacak hukuku düzenleyen 25.madde<br />

I.Taslak’takinin aynıdır 73 .<br />

İptal davasını düzenleyen 31inci madde de iptal sebepleri şu şekilde<br />

düzenlenmiştir:<br />

“Hakem kararına karşı sadece iptal davası açılabilir.<br />

…<br />

Hakem kararının iptali aşağıdaki sebeplerden talep olunabilir:<br />

a) Hakem Kurulu usulü dairesinde tayin veya teşkil olunmamışsa,<br />

b) Hakem Kurulu hukuka aykırı olarak kendisinin yetkili veya yetkisiz<br />

olduğuna karar vermişse,<br />

70 Dn.3’de yer alan çalışma s.325-339; Deren-Yıldırım s.153-172.<br />

71 Sadece tarafların kanunu tayin etmemeleri halinde uygulanacak hukuk Alman<br />

ZPO§1051(2) hükmüne göre düzenlenmiştir.<br />

72 Bkz.dn.70’de atıf yapılan çalışma s.342-353; Deren-Yıldırım s.173-189.<br />

73 İptal davasının açılma yeri Yargıtay 11.Dairesi olarak düzenlenmiştir; bu çözümünde İsviçre<br />

IPRG’den (m.191/I) den esinlendiği anlaşılıyor: orada dava açılacak merci Federal<br />

Mahkeme olarak düzenlenmiştir, ancak taraflar Federal Mahkeme yerine tahkim yerinin<br />

hakimini yetkili kılabilirler, Art.191/II; 2.Taslağa benzer bir hüküm alınmamıştır.<br />

473


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

c) Hakem Kurulu, halli ona havale edilmemiş ihtilaflı meseleler hakkında<br />

karar vermiş veya talep maddelerinden birisi karara bağlanmamış<br />

ise,<br />

d) Tarafların eşitliği prensibi veya onların mahkeme huzurunda karşılıklılık<br />

esasına göre dinlenmeleri hakkı ihlal edilmiş ise,<br />

474<br />

e) Karar amme intizamı ile kabili telif değilse”<br />

Buradaki iptal sebeplerinin de IPGR ile paralellik gösterdiği görülmektedir.<br />

3.Taslak 74 :<br />

Uyuşmazlığın esasına uygulanacak hukuk düzenlemesi, diğer iki taslakla<br />

ayniyet göstermektedir.<br />

İptal sebeplerini düzenleyen 32inci maddede II.Taslak sebeplerine,<br />

“a) Tahkim anlaşmasının taraflarından biri ehliyetsizse veya tahkim<br />

anlaşması tarafların anlaşmayı tabi kıldıkları hukuka veya Türk Hukukuna<br />

göre geçersizse<br />

f) Tahkim yargılaması, usul açısından tarafların anlaşmalarına veya<br />

bu yönde bir anlaşma olmaması halinde bu Kanun hükümlerine uygun olarak<br />

yürütülmemişse”<br />

şeklindeki iki sebep eklenmiştir.<br />

Bu üç tasarıya baktığımız zaman birinci taslak (m.34IIIa iv) ve üçüncü<br />

taslakdaki (32 II f) hükümlerin Model Kanun (Art 34 II a iv) ve (Alman<br />

Usul Kanunu ZPO 1059/d) düzenlemesine paralel olduğu görülür. Şayet<br />

bu taslaklardan biri kanunlaşsa idi bunlara ilişkin açıklamalarımız bütünü<br />

ile geçerli olacaktı 75 .<br />

Ancak Milletlerarası Tahkim Kanunu için Adalet Bakanlığınca hazırlanmış<br />

olan tasarı hükümleri konumuz bakımından tamamen farklı bir<br />

düzenleme getirmiştir.<br />

74 Deren-Yıldırım s.191-206.<br />

75 Bkz.yukarıda §4’deki açıklamalara.


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

2-) Adalet Bakanlığı Milletlerarası Tahkim Kanunu Tasarısı 76 :<br />

Söz konusu tasarının uyuşmazlığın esasına uygulanacak hukuk kurallarını<br />

düzenleyen 29.maddesi Banka ve Ticaret Hukuku Enstitüsü tasarıları<br />

ile aynıdır ve Milletlerarası Tahkim Kanunu’nun 15/A maddesine aynen<br />

intikal etmiştir 77 .<br />

Adalet Bakanlığı Tasarısının 36/II hükmünde yer alan iptal sebepleri<br />

aynen şöyledir:<br />

“Hakem kararları aşağıdaki hallerde iptal edilebilir.<br />

a) Başvuruyu yapan taraf;<br />

1. Tahkim anlaşmasının taraflarından birinin ehliyetsiz ya da tahkim<br />

anlaşmasının, tarafların anlaşmayı tabi kıldıkları hukuka veya böyle bir<br />

hukuk seçimi yoksa Türk hukukuna göre geçersiz olduğunu,<br />

2. Hakem veya hakem kurulunun seçiminde, tarafların anlaşmasında<br />

belirlenen veya bu Kanunda öngörülen usule uyulmadığını,<br />

3. Kararın, tahkim süresi içinde verilmediğini,<br />

4. Hakem veya hakem kurulunun, hukuka aykırı olarak yetkili veya<br />

yetkisiz olduğuna karar verdiğini,<br />

5. Hakem veya hakem kurulunun, tahkim anlaşması dışında kalan bir<br />

konuda karar verdiğini veya istemin tamamı hakkında karar vermediğini<br />

ya da yetkisini aştığını,<br />

6. Tahkim yargılamasının usul açısından tarafların anlaşmalarına<br />

veya bu yönde bir anlaşma bulunmaması halinde, bu Kanun hükümlerine<br />

uygun olarak yürütülmediğini ve bu durumun kararın esasına etkili olduğunu,<br />

7. Tarafların eşitliği ilkesinin gözetilmediğini, kanıtlarsa veya”<br />

Adalet Bakanlığı tasarısı ve buna uygun kanun metni incelendiğinde<br />

esas itibariyle Model Kanunun 34üncü maddesindeki iptal sebeplerinin<br />

takip edildiği görülecektir. Ancak, bu sebeplere ne Model Kanunda ne<br />

76 Bkz.bu tasarının tamamı için Deren-Yıldırım s.207-226.<br />

77 Kanunlaşan metinde bentler rakamlar yerine harflerle belirlenmiştir.<br />

475


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Alman ZPO’sunda ne İsviçre Kanununda (GIPR) ne de taslaklarda (bkz.<br />

yukarıda II 1 altında belirtilen taslaklara) bulunan bir iptal sebebi eklenmiş<br />

bulunmaktadır. Gerçekten, kanunun 15 A II 1 e hükmü aynen şöyledir:<br />

“Hakem veya hakem kurulunun, tahkim anlaşması dışında kalan bir<br />

konuda karar verdiğini veya istemin tamamı hakkında karar vermediğini<br />

ya da yetkisini aştığını.”<br />

Görüldüğü üzere, bendin ilk kısmı klasik iptal sebebini ifade ederken<br />

“ya da” eki ile eklenen yeni bir iptal sebebidir. Yeni eklenen bu sebebin<br />

kapsamlı bir nitelikte olduğu genel bir iptal sebebi getirmiş bulunduğu<br />

görülüyor. Gerçekten gerek bu bendin diğer bölümünde, (b), (c), (d) ve (f)<br />

bentlerindeki iptal sebepleri, diğer metinlerde de yer alan ve nitelikleri<br />

itibariyle yetki aşımı olarak görülebilecek sebeplerdir. (e) bendine eklenen<br />

bunlar dışındaki yetki aşımıdır ki bu kapsama tarafların veya kanunun ön<br />

gördüğü hukukun (m.12/c/II) uygulanmasında bu hukuka aykırılık yapıldığı<br />

hususunun girdiğinden kuşku duyulamaz 78 .<br />

Bu düzenleme şekli ile kanun koyucu, yukarıda belirttiğimiz gerilimin<br />

tarafların iradesine üstünlük tanınması ve tahkim yargılamasının hesap<br />

edilebilirliği ve bunun sonucu güvenin muhafaza edilmesi tarafını benimsemiş<br />

bulunmaktadır 79 .<br />

78 “Özellikle hakemlerce, İçtihadı Birleştirmenin konusunu oluşturan veya uyuşmazlıkta<br />

uygulanması öngörülen maddi hukuk kuralları bir yana bırakılarak karar verilmesi<br />

veya bu kurallara aykırı karar oluşturulması da bir tür yetki dışına çıkılması sayılmalıdır”<br />

İBK 28.1.1994, 4/1, Resmi Gazete 13.4.1994 sayı 21904 kararından; “Taraflar<br />

tahkim anlaşması ile hakem veya hakem kuruluna uyuşmazlığın çözümü konusunda<br />

yetki verirken, aynı zamanda hakem veya hakem kurulunun yetkisinin sınırlarını da,<br />

yine bu tahkim anlaşması ile belirlemektedirler. Bu sebeple, hakem veya hakem kurulu,<br />

taraflarca kararlaştırılan bu kurallara uymak zorundadır. Aksi takdirde tarafların<br />

kendilerine verdikleri yetkinin dışına çıkarak karar vermiş olacaklardır…Taraflar, hakemlerin<br />

usul veya esasla ilgili konularda belirli kurallara tabi olarak karar vermelerini<br />

kararlaştırmışlarsa, hakemlerin yetkilerini bilerek sınırlamışlardır. Bunun sonucu<br />

olarak, hakemler tahkim anlaşmasında kendilerine tanınan bu yetkinin dışına çıkarak<br />

karar verecek olurlarsa, hakem kararı iptal edilebilecektir”. Akıncı Z. Age s.221, bkz.<br />

ayrıca s.167. Yukarıda da belirttiğim gibi, Kanunun tamamlayıcı hükmüne göre uygulanması<br />

gereken kanun bakımından da aynı iptal sebebi uygulanabilecektir.<br />

79 Bkz.yukarıda I 1,2,3 altındaki açıklamalara; bu sebebe dayanılarak yapılan iptal talepleri<br />

üzerine verilen kararlar da diğerleri gibi Yargıtay’ın temyiz kontroluna tabi olacaktır,<br />

m.15/A VII.<br />

476


Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı Üzerine<br />

Kanun koyucu, taraf iradeleri ile hakem hükmünün daha geniş bir<br />

kontrola tabi tutulması yolundaki gelişmeleri ve yasalaşmaları değerlendirmiş<br />

olabilir 80 .<br />

Kanun koyucu Milletlerarası Tahkim alanında 1994 tarihli İBK bakımından<br />

yapılan tartışmaları da etkisiz kılmıştır 81,82 .<br />

SONUÇ:<br />

Giriş’te bir bölümünü naklettiğimiz kararda “davada iptal talep edilen<br />

hakem kararında bu yönde yapılan değerlendirmede yine kanuna aykırı<br />

bir durum olduğu belirlenmemiştir. Bu nedenle davacı(nın) yasanın 15.1e<br />

maddesine göre iptal talebinin reddi gerekmiştir” şeklindeki gerekçesi dışında<br />

kalan kısımlar Milletlerarası Tahkim Kanunu hükümleri ile bağdaşmamaktadır<br />

83 .<br />

80 Bkz.yukarıda I 2’deki açıklamalara.<br />

81 İBK, tarafların ihtilafın kanun hükümlerine göre halledilmesi hususunda anlaşmış<br />

olmaları halinde buna uyulmamasının bir temyiz sebebi olacağını içtihad etmiş, ancak<br />

böyle bir anlaşma yoksa hakemlerin ne yolda karar vermesi gerektiği hususunu<br />

açık bırakmıştır (aynı görüş için bkz. Kalpsüz T., Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları<br />

Sempozyumu XIV 4-5 Nisan 1997 s.97), İBK’dan sonra kanaatimce hatalı olarak (bkz.<br />

Alangoya age s.156 ve son) mahkeme içtihatları böyle bir durumda, hakemlerin kanunla<br />

bağlı olmadıkları ve hak ve nasafete göre karar verebilecekleri yönünde gelişmiştir,<br />

bkz. bu yolda yeni bir karar olarak HGK 25.1.2006 2005/15-728/1 (mk:&MSITStore\\<br />

Santral_pc\kazanci\bb\contents. chm::hgk_2005_15_728.htm); bu kararda HGK hak ve<br />

nasafet kurallarına göre karar verilmiş olup olmadığının denetlenebileceği sonucuna<br />

da varmıştır.<br />

82 Belki de bu düzenlemenin bir sonucu olarak Adalet Bakanlığı Tasarısında ve yasalaşan<br />

metinde, Model Kanun, ZPO, GIPR ve taslaklardan farklı olarak, iptal sebeplerinin tahdidi<br />

olduğu yolunda bir hükme yer verilmemiştir.<br />

83 Karardaki bu ifadeler, Akıncı’nın s.184’de 1994 tarihli İBK’yı eleştiren satırları ile benzerlik<br />

göstermektedir; yazarın Milletlerarası Tahkim Kanunu’nun açıklanması için<br />

yazdığı eserindeki bu satırlar Milletlerarası Tahkim Kanunu’nun eleştirisi olarak yer<br />

almıyor; bkz. yazarın dn.79’da yer alan açıklamalarına. Kanaatimce Milletlerarası Tahkimi<br />

bu yolda düzenleyen ve hükümleri eleştirilmeksizin açıklanan bir kanunun mevcudiyeti<br />

sözü geçen İBK’ya farklı bir yaklaşıma yol açmalı idi.<br />

477


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler *<br />

Sayın Başkan, Sayın Meslekdaşlarım<br />

Prof. Dr. H. Yavuz ALANGOYA<br />

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun(HUMK) yerine geçmek üzere<br />

Adalet Bakanlığınca tayin edilen Komisyon’un iki yıllık sürede hazırladığı<br />

Tasarı 2006 yılında bir kitap halinde Bakanlıkça yayınlandı. “Hukuk<br />

Muhakemeleri Kanunu Tasarısı”nın önsözünde Tasarı’nın temel amacının<br />

yargılamayı basitleştirmek, hızlandırmak ve böylece adaletin gecikmesini<br />

önlemek olduğu söyleniyor 1 .<br />

Tasarının kitap halinde yayınlanmasından sonra değerlendirme, eleştiri<br />

ve öneriler yapılmıştır 2 . Bu safhadan sonra Tasarıda ve gerekçesinde<br />

bütünü etkilemeyen münferit düzeltme ve tamamlamalar yapılmıştır. Adalet<br />

Bakanlığı Tasarıyı Başbakanlıkta bulunan kanun tasarıları arasında be-<br />

* İstanbul Barosu ve Kadir Has Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin tertip ettiği “Hukuk<br />

Muhakemeleri Kanunu Tasarısı’nın Getirdiği Yenilikler ve Bu Yeniliklerin Değerlendirilmesi”<br />

toplantılarının 9 Mart 2008 tarihinde yapılan ikincisinde sunulan tebliğin<br />

değiştirilmeden yayınlanan metnidir.<br />

1 Daha önceki bir yazımda Tasarının çağdaş gelişmeler dikkate alındıkta, medeni usulün<br />

amacı ve sosyal karakteri açısından cesaret verici olmadığını ve yer yer HUMK<br />

düzenlemelerinin gerisinde kaldığını ifade etmiştim, Alangoya, Medeni Usulün Amacı<br />

ve Sosyal Karakteri Açısından Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısının Bazı Hükümlerinin<br />

Değerlendirilmesi, Medeni Usul ve İcra İflas Hukukçuları Toplantısı V Ankara<br />

8-9 Eylül 2006-Türkiye Barolar Birliği Yayını s.33-54; Bauer A., 1 Nisan 1992’de yürürlüğe<br />

giren yeni Nöşatel Usul Kanunu hakkında şöyle diyor: “Kanton içindeki hukuk<br />

davalarının cereyanını iyileştirmeye yönelik olan kanun değişikliği, tahkikatın ve hükmün<br />

kalitesine halel getirmeden ve taraflara bahşedilmiş olan teminatlara zarar vermeden<br />

basitliği ve sürati sağlamak için tasarlanıp düşünülmüştür”., Yeni Nöşatel Medeni<br />

Usul Kanunu, Çev.Öztek S., Marmara Üni.Hukuk Fak.10. Yıl Armağanı s.403-447 (406).<br />

2 Tasarı hakkında bazı görüşlerimi yapılan yayınlarda açıkladım; Bkz.dn.2’deki Türkiye<br />

Barolar Birliği yayınına ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı, Değerlendirme ve<br />

Öneriler, Prof.Dr.Kamil Yıldırım ve Prof.Dr. Nevhis Deren-Yıldırım ile birlikte, İstanbul<br />

Barosu Yayını, 2006.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

lirtmekte, sevk tarihi olarak 27.10.2006 ve yenileme tarihi olarak 3.10.2007<br />

tarihini vermektedir 3 .<br />

Bu değerlendirme toplantısının birinci bölümünde Tasarının “Yazılı<br />

Yargılama Usulü” başlıklı ÜÇÜNCÜ KISIM hükümleri Sayın Yargıtay üyesi<br />

Kemalettin Yüksel ve Sayın Avukat Sümer Atay tarafından açıklanmış<br />

bulunmaktadır. Ben de bu meselelere ilişkin bazı görüşlerimi daha evvel<br />

açıkladım (bkz.dn.2). Bu bakımdan bu gün 123-190’ıncı maddeler arasında<br />

yer alan hükümler üstünde ayrı ayrı durma yolunu seçmeden ve mümkün<br />

olduğu ölçüde daha evvelki yayınlardaki görüşlerimi tekrarlamaktan<br />

kaçınarak 30 dakikalık sürede bazı mülahazalarımı sunmak istiyorum.<br />

480<br />

GİRİŞ<br />

Medeni Usul Hukukunu oluşturan hükümleri, mahkemeler önünde<br />

cereyan eden yargılamaları düzenleyen hükümler ve diğer hükümler şeklinde<br />

bir ayırıma da tabi tutabileceğimizi düşünüyorum. Birinci kategoriye<br />

girenler doğan, gelişen ve sona eren bir süreci düzenlemektedirler. Diğer<br />

bir deyişle bu hükümler Medeni Usul Hukukunun dinamik bölümünü<br />

düzenlerler. Bunun dışında kalanlar, mesela hangi mahkemenin davaya<br />

bakacağını, tarafların ehliyetlerini, dava ortaklıklarını, ispat teorisini düzenleyenler<br />

gibi hükümler doğrudan bu dinamik bölüme dahil değildir.<br />

Bu ayırım, hükümler arasında genel bir önem derecelendirmesi yapılıyor<br />

şeklinde algılanmamak gerekir. Bu ayırım “Yargılamayı hızlandırmak”<br />

amacı çerçevesinde bir önem taşımaktadır. Gerçekten, özellikle<br />

yeni kanunlaştırma hareketlerinde, sürati sağlama amacında olan kanun<br />

koyucuların yeniden düzenlemeyi gerekli gördükleri bölüm bu dinamik<br />

bölümdür. Yargılamanın hızlandırılması için maliyeti en düşük görülen<br />

düzenlemeler 4 bu proseste yapılacak zaman kısıtlamaları veya benzeri sair<br />

kısıtlamalar olmaktadır.<br />

Kanaatimce yeni tasarının en önemli düzenlemelerini oluşturan 3.kısım<br />

hükümleri de bu amaçla sevk edilmişlerdir.<br />

3 http:/www.kgm.adalet.gov.tr/basbakanliktabulunanlar.html<br />

4 Örneğin mahkemeler teşkilatının daha iyileştirilmesi, yeni mahkemeler kurulması gibi<br />

düzenlemeler de mahkemelerin yükünü azaltacak, çalışmasını daha etkili ve süratli<br />

kılabilecek ancak maliyeti yüksek tedbirlerdir.


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

Pek tabii ki yargılamaların sürüncemede kalması engellenmelidir, ancak<br />

bu, yargılamanın kalitesine olumsuz etki ederek usulün gerçeğe varma<br />

şeklindeki amacına pahalıya malolmamalıdır.<br />

Bu genel beyanlardan sonra 3.Kısımla ilgili bazı noktalara değinmek<br />

istiyorum.<br />

I-) III. Kısım Başlığı Olarak “Yazılı Yargılama Usulü”:<br />

Tasarı III. Kısım’da genel yargılama usulünü düzenliyor. Diğer bir<br />

yargılama usulü ise VI.Kısım’da düzenlenen “Basit Yargılama Usulü”dür.<br />

HUMK’da yer alan “Şifahi usulü Muhakeme”, “Seri Usulü Muhakeme” hükümleri<br />

kaldırılmıştır.<br />

“Yazılı Yargılama Usulü” kavramı “Sözlü yargılama usulü” kavramına<br />

karşıt olarak kullanılmaktadır. Yazılılık ve sözlülük usuli işlemlerin<br />

şekilleridir. Sadece duruşmalarda dermeyan edilenler hüküm<br />

temeli yapılıyorsa şifahilik, sadece yazılı olarak dermeyan edilenler<br />

hükme esas alınıyorsa yazılılık “ilkesi”nin benimsenmiş olduğu söylenir.<br />

Ancak bu şekiller bir usul sisteminde muhtelif ölçüler içinde<br />

benimsenmiş olabilir ve hemen her zaman böyledir 5 . Gerek HUMK gerek<br />

5 Şifahilik ilkesi hakkında geniş bir araştırma yapmış olan Kip müşterek hukukta da “saf<br />

yazılılığın” söz konusu olmadığını, duruşmasız bir yazılı sistemin mevcut olamayacağını<br />

belirtmektedir, Das sogenannte Mündlichkeitsprinzip, 1952 s.155; Alman hukuku<br />

için bkz.Rosenberg/Schwab/Gottwald § 79 III ve son.; bu hukuk alanında şifahi yargılama<br />

yapılmadan hüküm verilmesi kabul edilemez, ancak sadece yazılı yapılabilecek<br />

usuli işlemler de vardır: dava dilekçesi, kanun yoluna müracaat gibi ZPO 250,236,587<br />

gibi; bunların dilekçe ile yapılmaları zorunludur ve bunlar “belirleyici dilekçe”lerdir,<br />

diğer usuli işlemler yazılı olarak da şifahi olarak da yapılabilirler, mesela dava değiştirme,<br />

davanın geri alınması v.s. gibi, bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald aynı yer 4<br />

a,b,c; bkz.belirleyici, hazırlayıcı dilekçeler ayırımı için Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım,<br />

Medeni Usul Hukuku Esasları 6.bası 2006 s.243; görüldüğü üzere “Almanya’da<br />

1877 kodifikasyonu ile – müşterek hukuktaki yazılılık ilkesi”nin terkedilmiş olduğu<br />

ifadesi (bkz. Yıldırım K. Teksif ve Sözlülük İlkeleri Açısından Yargılama Usulleri Hakkında<br />

Düşünceler Ergun Önen’e Armağan, 2003 s.467 ve son (476)) bu çerçeve içinde<br />

değerlendirilmelidir; 1992 tarihli Nöşatel Usul Kanununda, “Sözlü Yargılama Usulü”<br />

muhafaza edilmiştir, Art 341; ancak bu usulde de, başlangıçta layihalar teatisi safhası<br />

mevcuttur, bkz.Bauer /Öztek s.435, HUMK düzenlemesindeki şifahi usulü muhakemede<br />

ise sadece şifahi müracaat suretiyle de dava açılması mümkündür, m.474. Ünlü<br />

İsviçreli Usul Hukukçusu Guldener’de kanton usul kanunlarında yazılılık ve şifahiliğin<br />

muhtelif ölçüler içinde düzenlenmiş olduğunun örneklerini vermiştir; Schweizerisches<br />

Prozessrecht 2,Aufl.Zürich 1958, § 52 s.419 ve son, ayrıca bkz. Yıldırım K., Ergun<br />

Önen’e Armağan s.473 ve son.; yazılılık ve şifahilik ilkelerinin bugün sınırlarının<br />

481


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Tasarı Yargılamada ağırlık yazılılık da olmak üzere bu iki şekle de yer vermiştir.<br />

Sözlü yargılama yapılmadan hüküm verilmesi kural olarak bizim hukukumuzda<br />

da mümkün değildir, bkz. HUMK m.375-381 6 .<br />

III.Kısım’da yer alan “Yazılı Yargılama Usulü” ile, diğer usul olan “Basit<br />

Yargılama Usulü” arasında, basit yargılamanın hızlandırılmasına ilişkin<br />

bazı hükümler dışında usuli işlemlerin şekli itibariyle büyük bir farklılık<br />

yoktur.<br />

Sonuç olarak ne münhasıran sözlü usuli işlemlerle dava malzemesinin<br />

getirilebileceği “Sözlü Yargılama Usulü” ne de sadece yazılı olanlarla<br />

getirilebileceği bir “Yazılı Yargılama Usulü” şeklinde bir yargılama mevcut<br />

değildir. Bu sebeple III. Kısım Başlığı olan “Yazılı Yargılama Usulü”<br />

başlığının değiştirilerek “Genel Yargılama Usulü” gibi bir başlık kabulü<br />

uygun olur.<br />

482<br />

II- Davanın Açılma Zamanı:<br />

Tasarının 123 üncü maddesinin ilk cümlesi “Dava, dava dilekçesinin<br />

yönetmelikte belirlenen şekilde kaydedildiği tarihte açılmış sayılır” şeklindedir.<br />

Maddenin gerekçesinde, dava açma zamanının arz ettiği önem dolayısı<br />

ile “mahkemelerin dava dilekçelerini yönetmeliğe uygun şekilde derhal<br />

kayda geçirecekleri tabiidir” denilmektedir (s.214). Tasarı hükmü bu hali<br />

ile kanaatimce HUMK 178 hükmünü benimsemiş bulunmaktadır 7 . Kaydın<br />

müphemiyeti dolayısı ile genel bir yargılama teorisinde yardımcı olma niteliğinden<br />

yoksun olduğu (Hagen, Elemente einer algemeinen Prozesslehre, 1972, s.88) ve pozitif<br />

kuralların bu iki “ilkenin” değişen derecelerde yürüyebileceğini gösterdiği de (Kip,<br />

s.155) belirtilmektedir; burada işaret etmek istediğim husus, “yazılılık ilkesi”, “teksif<br />

ilkesi”ni getirir, teksif ilkesinin kabul edilmiş olması da dava malzemesinin getirilmesi<br />

hususunda münhasıran tarafların yetkili kılınması ile bağlantılıdır şeklinde bir çıkarsamanın<br />

isabetli olmadığıdır, bkz.Alangoya, Medeni Usul Hukukunda Vakıaların ve<br />

Delillerin Toplanmasına İlişkin İlkeler, 1979 s.79 ve son.<br />

6 Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım, s.467 ve son., Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü<br />

6.bası c.III, 2001 s.2939 ve son.; Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku 7.bası 2000<br />

s.786.<br />

7 m. 178: “Arzuhallerin mahkeme kalemine kaydı tarihinde dava ikame edilmiş addolunur.”


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

hangi deftere nasıl yapılacağı bu gün de yönetmelik hükümlerine göre icra<br />

edilmek durumundadır 8 .<br />

Bu tercihi yapan Komisyon’un bu gün davanın açılma zamanı bakımından<br />

HUMK 178 hükmünün uygulanmadığını, dava açılma zamanının<br />

6.2.1984 tarih ve 1983/7 ve 1984/3 sayılı İBK 9 hükümlerine göre tespit<br />

edildiğini dikkate alması beklenirdi. Kanaatimce İBK hükümleri olayların<br />

ortaya çıkardığı iki durumu değerlendirmiştir. Birincisi davacının deftere<br />

kayıttan evvelki işlemleri (hâkimin havalesi ve harca tabi olanlarda<br />

harcın yatırılması, mahkeme kalemine daha sonra verilmesi) aynı gün tamamlamamış<br />

olabileceği, ikincisi davacının dilekçeyi mahkeme kalemine<br />

tevdiinden sonra dava dilekçesinin kalemce gecikilerek deftere kaydedilebileceği<br />

10 . Bu noktadan hareketle İBK’ya göre harca tabi davalarda<br />

dava harcın ödendiği tarihte açılmış olmaktadır; dilekçe bu tarihten sonra<br />

kaleme götürülmüşse, dava bu durumun belgelendirilmesi halinde belgelendirme<br />

tarihi (iş sahibinin de imzasının alınması gerek) bu belgelendirme<br />

yapılmamışsa harcın yatırıldığı tarihte açılmış sayılacaktır; harca tabi<br />

olmayanlarda harcın yatırılması tarihinin yerini hâkimin havale tarihi almıştır.<br />

Burada İBK’dan evvelki tasarılarda da HUMK 178 hükmünden farklı<br />

düzenlemeler getirildiğine işaret edelim: 1971 tarihli “Hukuk Yargılama<br />

Usulü Kanun Tasarısı” m. 184/II c.1 hükmü “Dava, harca tabi ise, harç<br />

pulunun iptal edildiği tarihte, harca tabi değilse, dilekçenin verildiğinin<br />

hâkim tarafından imza ile onandığı tarihte açılmış sayılır” şeklindedir.<br />

HUMK’un bazı maddelerinin değiştirilmesi, bazı maddelerinin kaldırıl-<br />

8 Bkz. Hukuk ve Ticaret Mahkemeleri Yazı İşleri Yönetmeliği (Yönetmelik) m.7; gerekçedeki<br />

“Ayrıca kayıt için gerekli harç ve giderlerin de yatırılıp yatırılmamasına göre işlem<br />

yapılacaktır” ibaresi, harcın yatırılmaması veya eksik yatırılması ile ilgilidir ki bunun<br />

tasarı hükmünde yer alan dava açılması zamanı ile ilgisi yoktur, söz konusu olan harcın<br />

yatırılması veya tamamlanmasının Harçlar Kanunu hükümlerine göre sağlanmasıdır,<br />

bu yerine getirilmediği takdirde bunun yaptırımı da Harçlar Kanunu hükümlerine göre<br />

tayin edilecektir, bkz. Harçlar Kanunu m.30; Yargıtay, harç yatırılmadan veya hakim tarafından<br />

havale yapılmadan deftere kayıt halinde, davanın kayıt tarihinde açılacağını<br />

kabul etmektedir, bkz.İBK 6.2.1984 1983/7-1984/3; Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım<br />

s.256 dn.22.<br />

9 RG 19.3.1984 sayı 18346.<br />

10 Bu endişe kanaatimce geç kayıttan dolayı devletin sorumlu tutulabileceğidir, bkz.<br />

Alangoya Y./Yıldırım K./Deren-Yıldırım N. 6. Bası 2006 s.256 ve orada dn.22.<br />

483


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ması bazı hükümler eklenmesi hakkında hazırlanan 1967 tarihli tasarının<br />

50 inci maddesi ile değiştirilmek istenen HUMK 178 hükmünün II.<br />

Fıkrasının 1inci cümlesi de 1973 tarihli tasarı hükmü gibidir. 1993 tarihli<br />

“Hukuk Yargılama Usulü Kanunu Tasarısı”nın 143/II hükmünün ilk cümlesi<br />

diğer tasarılar gibidir. İkinci cümle ise “Ancak her iki durumda dava<br />

dilekçesinin, ilgilisi tarafından daha sonraki bir tarihte mahkeme kalemine<br />

verildiği belgelendirilmiş ise davanın o tarihte açıldığı kabul edilir”<br />

şeklindedir.<br />

Bu durumda zamanında deftere kaydedileceğinin tabii olduğu gerekçesi<br />

ile yetinmek yeterli olmuyor. Gerekçede, geç kaydettiren davacı bunun<br />

sonuçlarına katlanır, kalem geç kaydetmişse uğranılacak zararın giderilmesi<br />

yolu vardır denilebilir ve metinde de bu çözüme götürecek bir düzenleme<br />

getirilebilirdi 11 .<br />

Bu konuya son vermeden evvel, aynı hukuk ailesine mensup olduğumuz<br />

bazı ülke kanunlarının hükümlerini kısaca belirtelim:<br />

İsviçre’de kantonal usul kanunlarında farklı düzenlemeler vardır.<br />

1992 tarihli yeni Nöşatel Kanununda, davanın açılması anı itibariyle tek<br />

yenilik kanunun uzlaşma ön gördüğü hallerde (evlilik davaları) uzlaşma<br />

davetinin davanın ikamesi tarihi olarak kabul edilmiş olmasıdır 12 . Federal<br />

Usul Kanunu’nun Komisyonca hazırlanan ilk tasarısının derdesti rüyetlik<br />

başlangıcı 13 Sulh talebi (Schlichtungs gesuches) andır. Sulh kademesi olmayanlar<br />

bakımından davanın açılması, dermeyan edilmesi anıdır 14 . Bu<br />

husus re’sen taraflara bildirilecektir, Art 60/II.<br />

Alman hukukunda ise dava ikamesi iki kademeden oluşmaktadır: 1)<br />

Dava dilekçesinin mahkemeye tevdii ve 2) dava dilekçesinin hasma tebliği.<br />

Mahkeme reisi dava dilekçesini inceleyecektir. Bazı hallerde tebliğinden<br />

kaçınabiliyor. Bu haller dava harçlarının ödenmemiş olması, almanca<br />

yazılmamış olması, hemen sadece tahkir amacı taşıması gibi 15 . Davanın<br />

11 Bkz.yukarıda dn.4’de atıf yapılan yere.<br />

12 Bauer/Öztek s.419.<br />

13 “Beginn der Rechthängigkeit” kavramının “Klageanhebung-Dava açılması” kavramını<br />

karşıladığı ifade ediliyor. Bkz. Botschaft und Entwurf zur Schweizerischen Zivilprzessordnung,<br />

2006, s. 56’da Art.60 açıklamasına.<br />

14 Sulh teşebbüsünün söz konusu olmadığı davalar ayrıca belirtiliyor, Art.60.<br />

15 Bkz. Rosenberg/Schwab/Gottwald § 94 I 2.<br />

484


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

açılma anı, diğer bir deyişle derdestlik anı ise dava dilekçesinin hasma<br />

tebliği anıdır. Davanın açılmasına bağlı sonuçlar bu anda doğar.<br />

Avusturya hukukunda davanın açıldığı an dava dilekçesinin gönderildiği<br />

an değil, fakat mahkemeye verildiği andır ve dava açılmasının usuli ve<br />

maddi hukuk sonuçları bu anda doğar 16 . Görüldüğü üzere Avusturya hukuku<br />

bizim hukukumuza daha yakındır ve dava dilekçesinin mahkemeye<br />

ibrazı anı davanın açıldığı tarihtir 17 .<br />

Sonuç olarak hukukumuz bakımından şu hususa işaret edebiliriz.<br />

İBK’nun çıkarılmasına yol açan hususlar değişmemiştir. Bunun karşısında<br />

esas itibariyle HUMK hükmünü tekrarlamanın ne anlama geldiği hususu<br />

tasarı gerekçesinde yer almalı idi.<br />

Tasarıda İBK’nun endişesine katılınmadığı mı yoksa m.178 hükmünün<br />

aynen kabul edilmesi ile İBK’nın da yürürlükte kalacağının mı düşünüldüğü<br />

anlaşılmıyor. Ancak, mahkemelerin zamanında deftere kaydedeceklerinin<br />

tabii olduğu ifadesi İBK’dan ayrı düşünüldüğünü göstermektedir.<br />

Ancak bunun gerekçede çok açık bir şekilde ifade edilmesi ve yasa metninde<br />

de bu konuda kuşkuya yer bırakmayacak bir değişiklik yapılması<br />

gerekeceğini tekrarlıyorum.<br />

III-) Dava Dilekçesinin İçeriği, Davanın Geri Alınması, Tarafta İradi<br />

Değişme, Dava Konusunun Devri:<br />

Dava dilekçesinin içeriği hususunda, “iddia edilen her bir vakıanın<br />

hangi delillerle ispat edileceği” hükmü üzerinde kısaca durmak istiyorum.<br />

Bu yükümlülüğe uymamanın yaptırımının ne olduğu m.124/I (f) hükmünde<br />

yer almamaktadır. Bu yükümlülüğün dilekçenin zaruri muhtevasından<br />

mı olduğu da yasa metninden anlaşılmıyor. Ancak m.124 ve 198’inci<br />

madde gerekçelerinde bunun bir zorunluluk olduğuna işaret edilmektedir<br />

s.215, 243. Ancak, 124/2 hükmünde bunun noksanı durumunda tamamlanması<br />

için mahkemece davacıya tamamlaması için bir süre verileceği<br />

16 Balon J.O., Einführung in das österreichische Zivilprozessrecht-Streitiges Verfahren<br />

10.Auflage 2004 Rd.n.182; Rechberger W.H.-Simotla D.A., grundriss des Österreichischen<br />

Zivilprozessrecht, Erkenntnisverfahren, 6.bası ergänzte tufl. 2003 Rd.N.516-518.<br />

17 Bu hukuk alanında elektronik dava açılması anı da, bütün davaların Merkez’e (Bundesrechenzentrum<br />

GmbH) ulaşma anı olarak görülmektedir, Bkz. Rechberger/Simotta Rd.<br />

N:516/1.<br />

485


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

de ön görülmemiştir. Öyle ise bu durumda, delillerini bildirmekle birlikte<br />

f düzenlemesine uyulmamış ise dilekçe ihtara da lüzum kalmadan red mi<br />

edilecektir? Veya davacı bu belirlemeyi yaparken a vakıasının delilini b<br />

vakıasının delili olarak göstermişse ne olacaktır? Kanaatimce burada söz<br />

konusu olan mesele, tarafın yargılamanın süratle sonuçlanmasına katkıda<br />

bulunması yükümlülüğü ile de açıklanamaz. Zira burada süresinde<br />

dermeyan etmeme söz konusu değildir 18 . Delillerin hangi vakıaya ilişkin<br />

olduğunu belirleme hususunu bir yükümlülük olarak taraflara yüklemek<br />

yargılama hukuku bakımından doğru görünmüyor.<br />

Davanın geri alınmasını davalının açık rızasına tabi tutan (m.128), iradi<br />

taraf değişikliğinde dava değiştirme hükümlerinin uygulanmayacağını<br />

düzenleyen (m.129) ve HUMK 186’dan farklı ve Yargıtay kararlarına uygun<br />

olarak, davacının devri halinde devralanın davacının yerine geçeceğini<br />

düzenleyen (m.130) hükümler kanaatimce isabetlidir.<br />

Bu hükümlerde düzenlenen durumlar dava açılmasının sonuçlarıdır.<br />

Bu bakımdan, “Dava dilekçesinin tebliği”ni düzenleyen hükmün (m.127)<br />

bu hükümlerden sonra gelmesi daha doğru olurdu.<br />

Dava değiştirme yasağı, dava ikamesinin bir sonucu olmaktan çıkarılmıştır.<br />

Taraflar ikinci dilekçelerinde iddia ve savunmalarını serbestçe<br />

değiştirebilirler. Diğer bir ifade ile davacı replikte, davalının cevap dilekçesi<br />

ile herhangi bir irtibatlandırma aranmaksızın davalı da düplikte replik<br />

ile herhangi bir irtibatlandırma olmadan serbestçe iddia ve savunmalarını<br />

değiştirebilecektir, m.146.<br />

Ancak davalının bu sistem içinde savunmasını değiştirmesi davacının<br />

replik layihası vermesi ile mümkün olacaktır. Örneğin zamanaşımı savunmasını<br />

cevap layihasında ileri sürmemiş olan davalı, davacı replik verirse<br />

düplikte ileri sürebilecek vermezse süremeyecektir.<br />

Dava ve savunmanın ön inceleme aşamasına kadar değiştirilebileceği<br />

kabul ediliyorsa bunun davacının insiyatifine bağlı tutulmaksızın taraflar<br />

bakımından daha eşitlikçi bir şekilde düzenlemesi uygun olur.<br />

18 Alman hukukunda § 282 ile temellendirilen yargılamaya katkıda bulunma yükümlülüğü<br />

(Prozessforderungspflicht) kavramı ve içeriği için, bkz.Rosenberg/Schwab/Gottwald<br />

§ 81 III.<br />

486


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

Diğer bir husus m.146 hükmü lafzının, ön incelemeden sonra muvafakat<br />

ile değiştirme yapılamayacağı gibi bir izlenim doğmasıdır. Bu isabetli<br />

görülemez.<br />

HMK m. 146’da taraflardan biri ön inceleme duruşmasına mazeretsiz<br />

olarak gelmezse diğeri iddia veya savunmasını serbestçe değiştirebilecektir.<br />

Bu kadar önemli bir düzenleme, “mazeretsiz” gelmemeye bağlı<br />

tutulmaktadır 19 . Böyle olunca ne zaman geçerli bir mazeret olacağı hususu<br />

büyük önem kazanıyor. Buna işaret eden bir düzenleme mevcut değildir.<br />

Bu noktadaki karara karşı müstakilen kanun yoluna başvurulamayacağına<br />

göre esas hakkındaki hükümle başvurulan kanun yolunda, “geçersiz sayılan<br />

mazeretin geçerli olduğunun kabulü halinde dayanılan, incelenen ve<br />

varlığı kabul edilen vakıalar yargılama dışı bırakılacak veya mahkemece<br />

geçerli sayılıp da geçersiz olduğu sebebi ile hüküm bozulursa genişletme<br />

teşkil eden vakıalar incelenecektir. Görüldüğü üzere bu düzenleme bu<br />

ve sair başkaca ciddi mahzurlar doğuracak istidattadır. Buradaki mazerete<br />

bağlanan husus, bazı hukuk sistemlerinde yer alan dava malzemesinin<br />

sonradan getirilmesi halinde aranan mazerete paralel görülemez. Kanaatimce<br />

bu ödül hükmünden vazgeçilmelidir.<br />

Bu ödül düzenlemesinde ısrar edilecekse, diğer tarafın yeni getirilen<br />

hususları tartışması buna bağlı olarak yeni vakıa ve deliller getirmesine<br />

engel olmamalıdır. Bunun engellenmesi adil yargılanma ilkesi ile bağdaşmaz.<br />

Tasarı 144’deki “gelmeyen tarafın yokluğunda yapılan işlemlere itiraz<br />

edemeyeceği” ibaresi herhalde sadece iddia veya savunmanın değiştirilmesine<br />

itiraz edilemeyeceği şeklinde anlaşılmalıdır 20 .<br />

HMK m.146’ya başka bir nokta itibariyle de değinmek istiyorum. Tasarıda<br />

HUMK m.185/2 bendine paralel davanın ne zaman değişmiş olacağını<br />

gösteren bir hüküm yoktur. Halbuki yasağın sınırlarının saptanması<br />

bakımından böyle bir hüküm önem taşımaktadır. Nitekim 1993 tarihli ta-<br />

19 Mamafih, m.144’deki ön inceleme duruşmasına davetin içeriğine “mazeret” unsuru<br />

katılmamıştır; herhalde iki hüküm arasında paralellik tesis edilmelidir.<br />

20 Bazı deyimlerin anlaşılması da güç olabiliyor ve bu noktalarda gerekçe de yardımcı<br />

olamıyor; mesela ön inceleme duruşmasına davetin içeriğini düzenleyen 144 üncü<br />

maddede “oturum davetiyesine ve sonuçlarına ilişkin diğer hususlar” nelerdir? “Taraflara<br />

sulh için gerekli hazırlığı yapmaları” neyi ifade etmektedir?<br />

487


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sarının 147/2 21 1971 tarihli tasarının m.191/3 2. cümle 22 bu yönde hükümler<br />

sevk etmiştir. Tasarı’ya davanın (neticei talebin) tevsi edilemeyeceği ve<br />

mahiyetinin değiştirilemeyeceği yolunda bir hüküm getirilmelidir. Davanın<br />

mahiyetini değiştirmeyen maddi vakıaların getirilmesini engellemek<br />

usulün amacı ile bağdaşmaz 23 .<br />

Diğer taraftan hem dava dilekçesi hem cevap layihası için tek bir yasak<br />

hükmü getirilmesi de bu iki dilekçe mukayese edildiğinde isabetli görünmüyor.<br />

Düzenleme, cevap layihasının değiştirilmesi yasağını, HUMK’dan<br />

farklı olarak neden tebliğden evvel başlatmaktadır bu konuda da doyurucu<br />

bir açıklamaya rastlanmıyor. Buna gereksiz denilemez zira tasarıya göre<br />

davalı cevap layihasında bir savunmasını belirtmemişse, bu savunmasını<br />

ikinci dilekçeyi verebilirse (davalı replik vermezse veremiyor) veya davacı<br />

ön inceleme duruşmasına gelmezse verebilecektir.<br />

21 “Davacı, davalının rızası olmaksızın davasını genişletemez ve niteliğini değiştiremez”.<br />

22 “Davanın değiştirilmesi, dava veya karşılık dava ile ileri sürülen istek sonuçlarının<br />

genişletilmesi yahut bunların dayandığı vakıaların değiştirilmesidir”; 1967 tarihli tadil<br />

kanunu tasarısında m.185 değiştirilmeden bırakılmıştır; Alman Usul Kanununun<br />

263’üncü paragrafı da derdestlikten sonra “davalının rızası veya hakimin işin esasına<br />

yarar görürse davanın değiştirilmesini” caiz görmüş ancak bununla yetinmemiş §<br />

264’de mesela “dava temelinin değişmemiş olması şartı ile getirilen maddi vakıaların<br />

ve hukuki dermeyanların tamamlanabileceğini” bunun dava değiştirme olmadığını<br />

düzenlemiştir, bkz. ayrıca bu paragrafta belirtilen diğer dava değiştirme sayılmayan<br />

durumlara; HUMK 179, 185 hükümlerinin lafzı ve ruhu ile getirdiği sistemin de böyle<br />

olduğunu düşünüyorum; mamafih hukukumuzda davanın mahiyetini değiştirmese de<br />

dava temeline dahil vakıaların sonradan getirilmesinin kategorik olarak dava değiştirme<br />

olacağı da savunulmaktadır, bkz. Yıldırım K., Ergun Önen’e armağan s.480; Üstündağ<br />

S., dava temelini oluşturan bütün vakıaların en başta getirilmesinin zorluğuna<br />

işaret ederek “bir dereceye kadar” sonradan vakıaların getirilmesini davanın değiştirilmesi<br />

olarak görmüyor ve buna HUMK 179 hükmünün de cevaz verdiğine işaret ediyor,<br />

İddia ve Müdafaanın Değiştirilmesi Yasağı 1967 s.106,110, 114, ancak bu görüşüne<br />

rağmen benim savunduğum görüşü HUMK ile bağdaşmaz olarak nitelemektedir, Die<br />

Sammlung des Prozessstoffs im Türkischen Zivilprozessrecht und die damit verbundenen<br />

Probleme, Festschrift für Hans Friedhelm Gaul 1997 s.752-756; Üstündağ’ın bu<br />

çelişkisini “Gedanken Über den Klagegrund und die Entwicklung der Rolle des Richters<br />

bei der Sammlung des Prozessstoffs, Zivilverfahrensrechtliche Probleme des 21.<br />

Jahrhunderts-aus der Vortragsreihe “Vorträge auf zwei Kontinentan” Rechtswissenschaft<br />

im Gardez! Hrsg.von Eberhard Schilken Band 23 2006 (Hrsg. Schilken-Nevhis<br />

Deren Yıldırım-Kamil Yıldırım) s.191-239’da yayınlanan yazıda cevapladım, bu yazının<br />

Türkçesi için bkz. Dava Temeli, Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki<br />

Rolü ve Bu Konudaki Gelişmeler Hakkında, Kazancı Hukuk Dergisi 2005 Mayıs s.83 ve<br />

son.<br />

23 Davanın mahiyetinin ne zaman değişmiş olacağı için bkz.Alangoya/Yıldırım/Deren-<br />

Yıldırım s.263; Alangoya, İlkeler s.106 ve son.<br />

488


IV-) ÖN İNCELEME:<br />

A- Genel Olarak:<br />

“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

Tasarı m.142-147 yargılamaya yeni bir kademe getirmektedir 24 . Amaç<br />

bu safhadan sonra takip eden kademelerde (tahkikat, yargılama) bu safhadaki<br />

işlere dönülmemesidir.<br />

Diğer bir ifade ile İngiliz Hukukuna benzer bir şekilde yargılama iki<br />

safhaya ayrılmaktadır 25 . İlk safhadaki işlere daha sonra dönülmesi en geniş<br />

şekilde engellenmektedir.<br />

Bu safhanın programı tarafların dilekçeleri ile belirlenmekte ve dava<br />

malzemesi bu safhada toplanılmaktadır.<br />

Ön İnceleme 1993 tarihli tasarıda da yer alıyordu. Ancak ikisi arasında<br />

iki temel ve önemli fark vardır. 1991 tasarısı m.160’de bu incelemede<br />

“uyuşmazlık konularının tam olarak” belirleneceği yolunda bir hüküm getirmiyor,<br />

bu hususu tahkikat safhasının işi olarak kabul ediyordu(m.281).<br />

İkinci nokta, hâkimin ön incelemeyi üç ay içinde tamamlayacağını belirtmekle<br />

birlikte incelenecek hususların daha sonra tespit edilmesi durumunda,<br />

davanın her halinde söz konusu incelemeyi yapabileceğine ilişkin<br />

bir elastiki hüküm getiriyordu(m.160/IV).<br />

B-) Yargılama Strüktürüne İlişkin Temel Modeller:<br />

Modern Medeni Usul Hukuk doktrini 26 temel olarak üç model saptıyor:<br />

Birinci modelde a) dilekçeler teatisi b) delil dermeyanını da ihtiva<br />

eden tahkikat safhası ve c) mümkün olduğu ölçüde delil dermeyanından<br />

arındırılmış şifahi yargılama safhası.<br />

Bu, tarihi kökenlere dayalı model (romanist model) bu gün Avrupa<br />

Topluluğu Adalet Divanında uygulanan modeldir. HUMK sistemi de bu<br />

strüktüre paralellik göstermektedir 27 .<br />

24 Bkz.Gerekçe s.220, metinde sonradan yapılan değişiklik “Ön inceleme oturumu” yerine<br />

“Ön inceleme duruşması” denilmesidir.<br />

25 Bkz. Stürner s.503; Prütting s.319 ve son.<br />

26 Bkz. Bu konulardaki açıklamalar için Stürner R., Struktur des europäischen Zivilprotezss,<br />

Festschrift für Schumann, Tübingen. 2001 s.<br />

27 Stürner, bu modelin Avrupa Adalet Divanında uygulanmasının diğer modellere nisbetle<br />

üstün olduğunun kabulüne yol açamayacağı düşüncesindedir, ona göre Adalet<br />

489


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

İkinci model, İngiliz ve Alman hukuklarındaki yargılama usulüdür.<br />

a) Layihalar teatisi b) bütün malzemelerin getirileceği hazırlık niteliğinde<br />

düşünülen tahkikat safhası 28 ve c) şifahi yargılama 29 .<br />

Üçüncü model Avusturya modeli (eski Fransa)’dir. Layihalar teatisinden<br />

sonra şifahi yargılama gelmekte bu safhayı delillerin dermeyanı takip<br />

etmektedir.<br />

490<br />

C-) Tasarının Modeli:<br />

Görüldüğü üzere Tasarı mevcut modellerden bir farklılık yaratmış ve<br />

yargılamayı dört kademeli hale getirmiştir: 1) Dilekçeler teatisi, 124-130 2)<br />

Ön İnceleme 142-147 3) Tahkikat 148/189 30 4) Sözlü Yargılama, 190.<br />

Divanındaki yargılamalar “sokaktaki vatandaşın” davalarından farklıdır, orada sadece<br />

resmi veya büyük kuruluşların seçilmiş hakimler huzurundaki davaları görülmektedir,<br />

bkz. s.504; doğrusu bu değerlendirmeyi ihtiyatla karşılamak gereklidir, kademeler arasında<br />

kesin sınırlayıcı hükümler getirmemek kaydı ile (ki mesela HUMK böyledir) bu<br />

usulün sokaktaki adamın davasında da uygulanabileceğini düşünüyorum, bkz.aşağıda<br />

SONUÇ bölümündeki açıklamalara.<br />

28 Alman Usul Kanununda da ön yargılama ve ana yargılama ayırımı vardır. Ancak bunlar<br />

arasında İngiliz Hukukundan farklı olarak sert bir ayırım söz konusu değildir. Dava<br />

malzemesinin toplanması bakımından sınırlayıcı bir ön yargılama mevcut değildir.<br />

Özellikle Alman Hukuk tatbikatı bu ayırıma büyük bir önem vermemiştir (Prütting H.<br />

Die Struktures des Zivilprozesses unter Reformdruck und europäische Konvergenz?<br />

Festschrift für Schumann, Tübingen 2001 s.320); nitekim bunlar arasında delillerin<br />

dermeyanı sınırlaması bakımından s.503’de tam bir paralellik gören Stürner s.502’de<br />

Modern Alman Hukuku bakımından haklı olarak strüktürü dilekçe teatisi hazırlık safhası,<br />

delillerin dermeyan edilebileceği esas duruşma olarak belirtmektedir.<br />

29 Yeni İsviçre Federal Usul Kanununda da benzer bir strüktür görülüyor. Dilekçeler teatisi<br />

(dava sulh teşebbüsünün gerekli olduğu hallerde bu müracaat anında açılmış sayılacaktır)<br />

(Art. 218-222), buradaki özellik ikinci dilekçelerin mahkemenin işin icabına<br />

uygun görmesi halinde verilebilmesidir (Art.222); tahkikat duruşması, bu safha tek<br />

madde ile düzenlenmiştir (m.223), mahkemenin her zaman tahkikat duruşması yapabileceği,<br />

bu safhada davanın serbestçe müzakere edileceği ve Esas duruşma (yargılama)<br />

hazırlık yapılacağı öngörülmüş ve mahkemenin delilleri alacağı belirtilmiştir; Esas<br />

duruşmaya (yargılama) (m.224), bu safhada tarafların taleplerini ve gerekçelerini sunacakları<br />

(Erste Parteivortraege) belirtilmektedir. Tarafların bu safhaya kadar ve bu safhada<br />

yeni dava malzemesi getirebilecekleri düzenlenmiştir. Bundan sonra bu safhadan<br />

sonra doğmuş veya yeni bulunmuş malzemenin gecikmeksizin getirilmesi veya evvelki<br />

malzemenin beklenebilir dikkate rağmen önceden getirilmesi mümkün olmadığı kabul<br />

edilebiliyor ise bu malzeme getirilebilir. Bu safhada da mahkeme delilleri alacaktır. Bu<br />

safhanın sonunda sözlü veya yazılı beyanda bulunma hakkına sahiptirler.<br />

30 Tahkikatın 40 maddeyi aşan hükümlerle düzenlenmesi yanıltmamalıdır. Zira bu hükümlerin<br />

çoğu bütün yargılamayı ilgilendirir örneğin “tutanak tutulması”, “mahkemelerin<br />

çalışma zamanı”, “duruşmaya davet” gibi, diğer taraftan, tahkikatın bitimi hem


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

Bu kademelendirmede göze çarpan husus, kademeler arasına özellikle<br />

“Ön inceleme” kademesine sert sınırlamalar getirilmiş olmasıdır. Gerçekte<br />

bir yandan sert bir zaman sınırlaması getirilmiş, ön incelemenin tek oturumda<br />

tamamlanacağı ancak “zorunlu olan hallerde bir defaya mahsus olmak<br />

üzere” bir oturum daha yapılabileceği öngörülmüştür, m.145 31 . Bu sert zaman<br />

sınırlaması içine sığdırılacak işler ise gerçekten yoğundur. Dava şartları,<br />

ilk itirazlar, delillerin sunulması, toplanması, sulha teşvik ve en önemlisi<br />

uyuşmazlık konularını tam olarak belirlemek hâkimin görevleri arasındadır.<br />

Tasarının gerekçesinde “bu safhada tanık dinlenilmesi, belge incelenmesi,<br />

bilirkişi görüşü alınması, keşif yapılması ve yemin teklif edilmesi gibi tahkikat<br />

işlemleri”nin yapılamayacağı söyleniyor. Kanaatimce böyle bir ifadenin<br />

gerekçeye konması da isabetli olmamıştır. Zira mahkemenin bu safhada karara<br />

bağlayacağı işlerde bilirkişiye müracaat etmesi, belge incelemesi yapması<br />

zaruri olabilir. Gerçekten, mesela mahkemenin görevinin tespitinde,<br />

taraflara ilişkin dava şartlarında bunlar söz konusu olabilecektir.<br />

Takip eden yargılama kademelerinde ön incelemede hazırlanan tutanak<br />

büyük ölçüde tayin edici olacaktır, gerekçede “bu belgenin yargılamanın<br />

yolunu gösteren bir yol haritası” olacağı belirtiliyor 32 .<br />

Daha evvel bütün bu işlerin tek bir celsede herhangi bir yardımcısı<br />

olmayan tek bir hâkim tarafından halledilebilmesinin zorluğuna ve adeta<br />

yaşayan ve gelişen bir süreç olan yargılamanın sert ayırımlara uğratılmasının<br />

doğru olmadığını, ihtilaflı konuların ne olduğunun saptanmasının<br />

dahi uzman görüşü alınmasını gerektirebileceğini, sert bir şekilde kabul<br />

edilmiş olan teksif ilkesinin modern gelişmelere uymadığını ve bu düzenlemenin,<br />

gerekçe de dikkate alındıkta hâkim bakımından hukuki sorumluluğu<br />

gündeme getireceğini ifade ettim 33 .<br />

151’inci “Tahkikatın Sona Ermesi” başlığı ile maddede hem de, “Tahkikatın sona ermesi”<br />

başlığı ile 188’inci maddede düzenlenmiştir; 188. madde ile “sözlü yargılamayı”<br />

düzenleyen 190’ıncı madde arasındaki farkın da daha iyi belirtilmesi uygun olur.<br />

31 Gerekçede, “eğer uygulamada her davada ikinci oturum verilirse bu ön inceleme kademesinin<br />

amacına aykırı olacaktır; tasarıya göre ikinci duruşma sulh için süre verilmesi<br />

ya da “çok özel durumlarda” verilmelidir s.223. Yani Kanunun amacı tek duruşmada<br />

işlerin bitirilmesidir” denilmektedir.<br />

32 S.223.<br />

33 Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı, Değerlendirme<br />

ve Öneriler, 2006, İstanbul Barosu Yayını, s.73,74; Yılmaz Ejder, bu hükümlere<br />

uymamanın hakimin sorumluluğu sebebi olarak kanunda yer almasını öneriyor, aynı<br />

yayın s.192.<br />

491


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Burada eklemek istediğim husus Tasarı’nın bir manada genel hukuki<br />

anlayışa da uymadığıdır.<br />

Gerçekten, strüktürdeki kademeler ayrılması, tek hâkimli yargılamalarda<br />

önemini kaybetmiştir. Bu kademeler, toplu hâkimli mahkemelerde<br />

tahkikat hâkimi veya hazırlık safhası hâkimleri (Master, District) ile yargılama<br />

hâkimleri ayırımının bulunmadığı, özellikle bütün safhaların tek bir<br />

hâkim tarafından görülmesi eğiliminin kuvvetlendiği mensubu bulunduğumuz<br />

Kıta Avrupası’nda önemini kaybetmiş bulunmaktadır 34 .<br />

Hukukumuz bakımından uzun yıllar Asliye Hukuk Mahkemeleri tek<br />

hâkimlidir 35 ve mevcut kademeler sınırları elastiki hale gelmiştir.<br />

Şimdi, hem tek hâkimli sistemde kalmak hem de, benzer kanunlarda<br />

görülmeyen şekilde kademelendirmeyi sertleştirmek diğer bir deyişle yargılamayı<br />

hızlandırma amacı ile teksif ilkesini pek rastlanmayacak şekilde<br />

ağırlaştırarak kabul etmek önemli sıkıntıları davet edebilecektir.<br />

Bütün dava malzemesinin Ön incelemeye getirilmesi şeklindeki düzenleme,<br />

yani teksif ilkesinin kuvvetlendirilmesi 36 ünlü Avusturyalı Usul<br />

Hukukçusu Franz Klein tarafından “ağır bir sosyal kötülük” (schweres soziales<br />

Übel) olarak değerlendirilmiştir. Zira bu “ilke”nin sert bir biçimde<br />

uygulanması getirilen dava malzemesini çoğaltacaktır. Gerçekten sonradan<br />

mesela delil getirilmesinin mümkün olmadığı bir usulde taraflar, vekilleri<br />

ilgisini sorgulamadan her vakıayı ve delili getirme zorunluluğunu<br />

hissedeceklerdir. Bu, sonucun görülebilirliğini engelleyecek ve hangi vakıa<br />

ve delilin gereksiz olduğu incelemesini uzatacak yani yargılamanın<br />

hızlandırılması amacı kaybolacaktır 37 . Tasarı bu mahzuru önlemek için bu<br />

kere pek de rastlanmayacak bir şekilde tabir caiz ise “hakim”e büyük bir<br />

külfet yükleme yolunu seçmiştir: Ne olursa olsun gerekli kararları bir celsede<br />

ver!<br />

34 Stürner s.503, Prütting s.320, 321.<br />

35 Şimdi 5236 sayılı Kanunla Kanun hükmü haline geldi.<br />

36 Öyle ki, tarafın dermeyanını unuttuğu veya önemini sonradan kavradığı bir delili dahi<br />

m.150 dolayısı ile ileri sürmesi mümkün olmayacaktır.<br />

37 Alangoya, Gedanken über den Klagegund und Die Entwichlug des Prozenstoffle, Zivilverfahrensrechtliche<br />

Probleme des 21. Tahrhunderts s.216; makalenin Türkçesi için<br />

bkz. Kazancı Hukuk Dergisi Mayıs 2005 s.83 v.d. Bkz. Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım<br />

6.bası s.205.<br />

492


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

Bu ise kanaatimce daha ciddi bir sakıncayı davet edecek yargı kalitesi<br />

ciddi bir şekilde düşecektir 38 .<br />

D-) Tasarı m.147 Hükmü ve Gerekçesi:<br />

Tasarıda, yargılama aşamaları bu aşamalardaki faaliyet ve bunların nitelikleri<br />

ve ayırımları itibariyle tam bir açıklığa kavuşulamadığını m.147<br />

hükmü göstermektedir.<br />

Bu hükümde ön inceleme duruşmasının tamamlanmasından sonra,<br />

hakimin tahkikata başlamadan evvel, hak düşürücü süreler ile zamanaşımı<br />

hakkındaki itiraz ve defileri inceleyerek karara bağlayacağı düzenlenmiştir.<br />

Yani hakim tahkikat safhasına geçmeden evvel zamanaşımı varsa<br />

veya hak düşürücü süre geçmişse davayı bu noktadan red veya bu def’i<br />

veya itiraz varit değil ise bunları red ile tahkikat safhasına geçecektir.<br />

Maddenin gerekçesinde bunların işin esası ile ilgili olduğu, diğer bir<br />

deyişle dava şartı veya ilk itiraz olmadığı belirtiliyor 39 . Ancak yine gerekçede<br />

bunlar hakkında karar verilebilmesi için, uyuşmazlık noktalarının<br />

açıklığa kavuşup belirli hale gelmesinin yeterli olduğu da vurgulanıyor.<br />

Bu gerekçede ayrıca ön inceleme safhasında “tanık dinlenmesi, belge incelenmesi,<br />

bilirkişi görüşü alınması, keşif yapılması ve yemin teklif edilmesi<br />

gibi tahkikat işlemlerinin yapılamayacağı” vurgulanmıştır. Şimdi burada<br />

cevaplanması gereken soru işin esasına ilişkin bu hususlar hakkında hiçbir<br />

tahkikat işlemi yapılmadan nasıl karar verilebileceğidir? Uzun boylu<br />

açıklamalara girmeden bir örnekle yetinelim: Davalı cevap layihasında söz<br />

konusu olan alacağın zamanaşımına uğradığı savunmasını yapıyor. Davacı<br />

replikte senet tarihinin yanıltmaması gerektiğini davalının bir kısmi ödeme<br />

yaptığını ve böylece zamanaşımının kesildiğini, davalıdan sadır görünen<br />

bir belge ibraz ederek, iddia ediyor. Davalı buna karşılık düplikte<br />

bu belgenin başka bir ödeme ile ilgili olduğunu veya sahte olduğunu ileri<br />

sürüyor. İhtilaflı nokta böylece ortaya çıkmıştır. Hiçbir tahkikat işlemi yapmadan<br />

zamanaşımı hususunda nasıl karar verilebilecektir? 40 .<br />

38 Türk hukukunda Teksif İlkesini yargılamanın hızlandırılmasının vazgeçilmez vasıtası<br />

olarak değerlendiren görüş sahiplerinin dahi tasarıdaki sistemi caiz görmeyecekleri<br />

beklenir, bkz. Üstündağ s.114,115 dn.14.<br />

39 Mamafih madde başlığı usuli süreleri çağrıştırmaktadır.<br />

40 Diğer bir örnek haksız fiilin ika edilmesi tarihinin ihtilaflı olması halinde de söz konusu<br />

olabilir.<br />

493


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

HUMK’nunda da bu imkânın bulunduğu malumdur. Gerçekten hâkim<br />

m.221 hükmüne dayanarak mesela zamanaşımı savunmasını öne almak<br />

suretiyle karar verebilir 41 . Ancak hiçbir tahkikat işlemi yapılmadan, sadece<br />

ihtilaflı noktaların tespiti ile karar verilmesi mümkün değildir. Dayanılan<br />

HUMK 221 hükmü tahkikat safhası kapsamındadır. Kanaatimce<br />

Tasarının m.147 hükmünün kaldırılması gerekir 42 . Tasarı m.148 tahkikat<br />

safhası bakımından gerekli imkânı veriyor.<br />

494<br />

SONUÇ:<br />

Kanaatimce, HUMK’nun yargılama strüktürünün 43 değiştirilmesi isabetli<br />

olmamıştır. Dilekçeler teatisi, dava malzemesinin toplanacağı ve inceleneceği<br />

tahkikat safhası, belirli durumlarda delil dermeyanında mümkün<br />

olabileceği yargılama (muhakeme) safhası. Yukarıda da belirttiğim gibi bu<br />

modelin kökeninde müşterek hukuk yatmaktadır. Stürner 44 bu modelin<br />

tarihi bakımdan önemli ancak kenarda kalmış bir model olduğunu, Avrupa<br />

Adalet Divanı yargılamasında benimsenmiş olmasının diğer modellere<br />

faikıyetinin olduğu anlamına gelmeyeceğini söylüyor; yazara göre bu mo-<br />

41 Yargıtay’da zamanaşımı bakımından bu yolda karar vermektedir, İBK 11.4.1940 15/70<br />

(Gerekçede), HGK 28.3.1986 13/784-305 İKİD 1986/310 s.447, 2.11.1983 11/2802-1047<br />

İKİD 1984/281 s.2603, 11 HD 21.10.2003 3765/9635 YASA 2004 Eylül-Ekim s.168.<br />

42 Tasarıdaki metinler, gerekçeleri burada da olduğu gibi yer yer anlaşılabilirlikten uzak<br />

bir nitelikte olabilmiştir. Burada bunun bir diğer örneğini de vermek istiyorum; bilindiği<br />

gibi HUMK 452 yargılamanın iadesinin bir şartı olarak bir kısıtlama getirmiş<br />

“iadei muhakeme üzerine verilen karar aleyhine iadei muhakeme olunamaz” hükmünü<br />

sevk etmiştir; Tasarıda bu hükme yer verilmemiştir; bundan varılabilecek sonuç Tasarı<br />

müelliflerinin HUMK m.452 c.1 hükmünü atladıkları düşünülemeyeceğine göre bu<br />

kısıtlamanın kaldırılmış olduğudur; ancak tasarı gerekçesinden tercihin bu olmadığı<br />

anlaşılıyor, m.384 hükmünün (hüküm yargılamanın iadesi sebebinin varit görülmesi<br />

halinde verilebilecek kararları düzenlemektedir) gerekçesinde aynen şöyle denilmektedir:<br />

“1086 sayılı Kanunun (HUMK) 452’nci maddesi hükmü, kesin hükmün tabii bir<br />

sonucu olup, temyize ilişkin kural da yargılamanın iadesi davasının diğer davalardan<br />

bir farklılaşmasının bulunmaması nedeniyle bu Tasarıda yer almamıştır”; halbuki<br />

HUMK 452’nin birinci cümlesindeki kısıtlama hükmünün nasıl anlaşılması gerektiği<br />

hususunda, Prof.Dr.İlhan E. Postacıoğlu, Prof.Dr.Baki Kuru, Prof.Dr. Bilge Umar, Prof.<br />

Dr. Ramazan Arslan, Prof.Dr. Ali Cem Budak ve Yargıtay’ın farklı görüşleri vardır, bütün<br />

bunlar için bkz.Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım Medeni Usul Hukuku Esasları<br />

6.bası, s.614-616; şimdi böyle bir durumda nasıl oluyor da bu düzenlemenin kesin<br />

hükmün tabii bir sonucu olduğu söylenebiliyor ve bu gerekçe ile hükmün tasarıya<br />

alınmasından sarfı nazar ediliyor anlamak kolay olmuyor.<br />

43 Bkz.yukarıda IV, II’ye.<br />

44 Bkz.yukarıda dn.24.


“Yazılı Yargılama Usulü” Hakkında Bazı Düşünceler<br />

delin orada işleyebilmesinin sebebi oradaki ihtilafların taraflarının sadece<br />

resmi veya elit kuruluşlar olması ve bu mahkeme için seçilmiş hakimlerce<br />

yürütülmekte olmasıdır, bu model sokaktaki vatandaş’ın mutad mahkemeler<br />

önündeki davalarına uygun değildir.<br />

Zannediyorum ki, yazar bu sonuca varırken bu romanist modelin<br />

menşeindeki şeklini esas alarak bu sonuca varmaktadır. Gerçekten müşterek<br />

hukuktaki modelde, kademeler arasında dava malzemesinin getirilmesi<br />

bakımından çok sert sınırlamalar mevcuttur. Ancak sonraki gelişmeler,<br />

gerek yasal değişiklikler, gerek mahkemeler tatbikatı bu sistemin sertliklerini<br />

büyük ölçüde relativize etmiştir 45 . Kökeni itibariyle bu modelle irtibatı<br />

olduğunu söyleyebileceğimiz Nöşatel Usul Kanunu ve onu takiben<br />

HUMK’da da dava malzemesinin getirilmesi bakımından çok sert bir ayırım<br />

mevcut değildir. HUMK seksen yılı aşan bir süreden beri uygulanmaktadır<br />

ve belirli uygulama yönleri oluşmuştur.<br />

Nitekim 1925 tarihli Nöşatel Kanunu yerine geçen 1992 tarihli kanunda<br />

da, kademeler arasında sert ayırımlar yapılmamış, tahkikat safhasından<br />

sonra dahi yeni deliller getirilmesi (Art.330, eski 323, HUMK 378) ve<br />

yeniden tahkikat işlemlerinin yapılabilmesi imkânları (Art.331, eski 324,<br />

HUMK 379) muhafaza edilmiştir 46 .<br />

İşte belki de, hükümleri oldukça tartışmaya açık yeni bir kademe yerine<br />

mevcut strüktür muhafaza edilmeli, yargılamanın kalitesini düşürmeyecek<br />

hızlandırma düzenlemeleri yapılması düşünülmeli ancak, hızlandırmanın<br />

sadece “dinamik bölümle” oynanarak yapılabileceği varsayımından<br />

vazgeçilmelidir.<br />

Doğrudan Bakanlığa veya Komisyon’a gönderilen eleştiri ve mülahazaları<br />

bilebilecek durumda değilim. Ancak bu konuda yapılmış olan toplantıları<br />

ve bunlar sonunda yapılan yayınları eksiksiz takip etme çabası<br />

içinde oldum. Bu toplantı ve yayınlarda ciddi eleştiriler ve mülahazalar<br />

45 Alman hukukundaki ön yargılama ve ana yargılama ayırımı İngiliz hukukundan farklı<br />

ele alınmıştır ve dava malzemesinin getirilmesini sınırlayan bir ön yargılama yoktur,<br />

Alman tatbikatı bu ayırıma önem vermemiştir, bkz.yukarıda dn.25.<br />

46 1992 tarihli Yasa yargılamanın bu hükümlerinde bir değişiklik yapmamıştır, buradaki<br />

en önemli değişiklik, tarafların anlaşarak yargılama safhasından feragat edebilmeleridir<br />

(bkz.Bauer/Öztek s.434); Davanın ne zaman değişmiş sayılacağı hususunda da<br />

yumuşatılmış bir sistem mevcuttur, bkz.yukarıda dn.23,24.<br />

495


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ileri sürüldü. Bunları en iyi değerlendirecek olan kuşkusuz meseleye en<br />

yakın olan Komisyon’dur. Bu bakımdan sadece açıklamalarla yetinilmeyip<br />

Tasarının ve gerekçesinin Komisyon tarafından bütünü ile ele alınarak, getirilen<br />

sistemin, hükümlerin, irtibatlı olduğu meselelerle birlikte değerlendirilmesi<br />

Tasarı’ya değer katacak ve ileride ortaya çıkabilecek mahzurlar<br />

büyük ölçüde engellenebilecektir.<br />

496


Yargılama Hukukumuzda Bir “Sorun”<br />

I- İSTİNAF MAHKEMELERİ:<br />

Prof. Dr. H. Yavuz ALANGOYA<br />

Medeni Usul Hukukunda kanun yolu kavramı tarafa kendi aleyhine<br />

olan ve kesinleşmemiş bir yargı kararının bir üst derece mahkemesinde<br />

incelenmesi ve bertaraf edilmesi imkânını veren bir hukuki çare olarak<br />

tarif edilir 1 .<br />

Bu tarif hangi yolların kanun yolu olarak nitelendirilebileceğinin<br />

unsurlarını ihtiva etmektedir. Bir yola müracaat hükmün şekli anlamda<br />

kesinleşmesini engelliyor ve bu müracaat bir üst mahkemeye yapılıyorsa<br />

teknik manada bir kanun yolu mevcut demektir 2 . Bu tarife göre mesela<br />

yargılamanın iadesi yolu teknik anlamda bir kanun yolu değildir; zira yargılamanın<br />

iadesi kesinleşmiş kararlara karşı kabul edilmiş bir yoldur ve<br />

burada bir üst mahkemeye değil kararı veren mahkemeye müracaat edilmesi<br />

ve o mahkemenin karar vermesi söz konusudur.<br />

Yukarıdaki tarif dikkate alındığında teknik anlamda iki temel kanun<br />

yolu söz konusudur: İstinaf, Temyiz.<br />

İstinaf yolu ilk derece mahkemelerinin kararlarına karşı açılmış olan<br />

ve bu kararların hukuka uygunluğunun kontrolü yanında, hukuk düzeninin<br />

öngördüğü sınırlar içinde yeni iddia ve savunma sebeplerinin ileri<br />

sürüldüğü ve hukuki ihtilaf hakkında yeni bir hüküm tesis edilebilen bir<br />

1 Alangoya Y./Yıldırım K./Deren-Yıldırım, N., Medeni Usul Hukuku Esasları (Esaslar)<br />

2006, 6.bası, s.479.; karar düzeltme yolu da kesinleşmeyi engellemesine rağmen bir<br />

üst mahkemeye yapılan müracaat değildir, bu yola, temyiz kanun yolunun bir uzantısı<br />

denilebilir, bkz. a.g.e, s.480.<br />

2 Alangoya/Yıldırım/Deren-Yıldırım, a.g.e, s. 479-480.


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

kanun yoludur 3 . İstinaf yoluna müracaat hükmün şekli kesinleşmesini engeller<br />

ve istinaf müracaatı ilk derece mahkemesine nisbetle üst mahkeme<br />

niteliğindeki istinaf mahkemelerine yapılır.<br />

Teknik anlamda ikinci kanun yolu Temyiz’dir. Temyiz’e müracaat halinde<br />

şekli kesinlik engellenir ve temyiz müracaatı gerek ilk derece mahkemeleri<br />

gerek istinaf mahkemelerine göre bir üst mahkeme olan Temyiz<br />

mahkemesine, hukukumuzda Yargıtay’a yapılır.<br />

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)nda istinaf kademesi<br />

mevcut değildi ve sistem ilk derece mahkemeleri ve temyiz mahkemesinden<br />

(Yargıtay) oluşan iki dereceli bir sistemdi.<br />

İstinaf kademesinin kabulü meselesi hukukumuzda uzunca bir süredir<br />

tartışılmakta idi, leyh ve aleyhine görüşler ileri sürülmüştü. Daha<br />

sonra Avrupa Birliği hukuk düzenleri ile uyum anlayışı içinde istinaf derecesinin<br />

kabulü yönüne gidilmiş ve Kanun Koyucu 5235 sayılı (Resmi<br />

Gazete 7.10.2004 sayı 25606) “Adli Yargı ilk Derece Mahkemeleri ile Bölge<br />

Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun”u<br />

kabul etmiştir. Bu kanunda ilk derece mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin<br />

kuruluş, görev ve yetkileri düzenlenmiştir. Bu kanunun genel<br />

gerekçesinde “Bu gün çeşitli ülkelerde yargılama faaliyeti ile görevlendirilmiş<br />

bulunan ilk derece mahkemelerinin kararlarını inceleyen üst derece<br />

mahkemeleri vardır. İki dereceli yargı teşkilatı hak arama hürriyetinin<br />

yeterince gerçekleştirilmiş sayılması için de zorunlu görülmektedir” denilmektedir.<br />

Bu mahkemelerin faaliyete geçmesi ile Bölge Adliye Mahkemelerinde<br />

hangi hükümlerin uygulanacağı hususu ve buna paralel olarak temyiz kanun<br />

yolunu düzenleyen HUMK hükümlerindeki değişiklikler 5236 sayılı<br />

“Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda değişiklik yapılmasına ilişkin<br />

Kanun” ile düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu kanun HUMK’a 426A-426U<br />

3 Bu gün mensubu bulunduğumuz hukuk ailesinin (Almanya, Avusturya gibi) mevzuatında<br />

yeniden yargılama yapılarak yeni hüküm verilmesi imkanı büyük ölçüde kaldırılmış<br />

ve istinaf mahkemeleri mahalli temyiz mahkemeleri niteliğine yaklaşmıştır; bkz.<br />

Alangoya Y., Kanun Yolunun Anayasal Temeli ve HUMK m.427 hükmü ile Kanun yolu<br />

kapatılmış olan kararlara karşı Kanun Yoluna Müracaat İmkanı, Prof.Dr. Baki Kuru<br />

Armağan, Ankara 2004 s.33 dn.55; Alangoya/Yıldırım/Yıldırım age s.550 ve son.; 5236<br />

sa.K. hükümleri ile düzenlenen istinaf kanun yolunda da yeniden yargılama çok sınırlı<br />

olarak kabul edilmiştir, bkz. HUMK m.426/R.<br />

498


Yargılama Hukukumuzda Bir “Sorun”<br />

maddeleri arasında istinaf kanun yolu bakımından uygulanacak hükümleri<br />

sevketmiş bulunmakta, m.427 den itibaren temyiz kanun yolunu düzenleyen<br />

hükümlerin bütününü (m.427-439) değiştirmekte ve nihayet HUMK<br />

m.440-444 de düzenlenmiş bulunan karar düzeltme (tashihi karar) yolunu<br />

kaldırmış bulunmaktadır.<br />

II- BÖLGE ADLİYE MAHKEMELERİNİN KURULMASI VE SONUÇLARI<br />

Yukarıda (I) altında yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere 5235<br />

ve 5236 sayılı kanunlar kanun yolu sistemimize köklü bir değişiklik getirmiştir<br />

4 .<br />

Bu düzenlemelerin uygulamaya başlanması tarihlerinin tespiti üç kademeli<br />

yargılama sisteminin hangi andan itibaren başlayacağı, başka bir<br />

ifade ile istinaf yargılaması yapacak Bölge Adliye Mahkemelerinin hangi<br />

andan itibaren göreve başlayacakları hususu önem taşımaktadır.<br />

5235 sayılı kanun bu konuda şöyle bir düzenleme getirmiştir:<br />

a) Kanunun yürürlük tarihi 1 Haziran 2005’tir, m.55.<br />

b) Adalet Bakanlığı bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en<br />

geç iki yıl içinde istinaf yargılaması yapacak Bölge Adliye Mahkemelerini<br />

kuracaktır, Geçici Madde 2/I cümle 1.<br />

Görüleceği üzere kanun koyucu Bölge Adliye Mahkemelerinin en geç<br />

hangi tarihe kadar kurulmaları gerektiğini açıkça düzenlemiştir. Bu tarih<br />

1 Haziran 2007’dir. Bu tarihten evvel de mahkemelerin kuruluşunun tamamlanabileceği<br />

açıktır.<br />

Yukarıda belirtilen azami süre içinde, Hakimler ve Savcılar Yüksek<br />

Kurulu bu mahkemelerin başkanları, daire başkanları ve üyeleri ile Cumhuriyet<br />

Başsavcısı ve savcıların atamalarını yapacaktır. Bu mahkemelerde<br />

görev yapacak diğer personelin atamaları da aynı süre içinde yapılacaktır,<br />

Geçici m.2/II. Yine bu süre içinde bu mahkemeler için ihtiyaç duyulan<br />

bina, araç ve gereçler, yapım, satın alma veya kiralama yolu ile sağlanacaktır,<br />

Geçici m.3/I. Bunlar için gerekli kaynakların sağlanması hususunda<br />

Maliye Bakanlığına yetki verilmiştir.<br />

4 Kanun yolu sistemini ilgilendirmeyen hükümler üzerinde durulmayacaktır.<br />

499


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bölge Adliye Mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine<br />

temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye<br />

kadar HUMK’un 5236 sayılı kanunla yapılan değişiklikten önceki 427-<br />

454’üncü madde hükümleri uygulamaya devam edecektir, 5236 Sa. K Geçici<br />

Md.2 5 .<br />

Şu duruma göre göreve başlama tarihinden evvel temyiz yoluna başvurulmamış<br />

olan hükümler için 5236 Sa. K. ile getirilmiş bulunan HUMK<br />

hükümleri uygulanacaktır 6 ; diğer deyişle Bölge Adliye Mahkemelerine<br />

başvurulacaktır.<br />

Bu açıklamalara son vermeden evvel Bölge Adliye Mahkemelerinin<br />

görevinin hangi tarih itibariyle başlayacağı hususundaki düzenlemeye de<br />

değinelim:<br />

“Bölge Adliye Mahkemelerinin kuruluşları, yargı çevreleri ve tüm<br />

yurtta göreve başlayacakları tarih Resmi Gazetede ilan edilir” (5235 Sa.K.<br />

Geçici Madde 2 I c.2.) 7 .<br />

5 5236 sayılı Kanunun Geçici 1. maddesine göre göreve başlama tarihinde, Yargıtay,<br />

Yargıtay’da incelenmekte bulunan ve henüz karara bağlanmamış olan davaların Bölge<br />

Adliye Mahkemelerine gönderileceği, geçici 2. maddeye göre ise Yargıtay Hukuk<br />

Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu tarafından karara bağlanmış dava dosyaları bakımından<br />

5236 Sa.K.nun istinafa ilişkin hükümlerinin uygulanmayacağı bu dosyalar hakkında<br />

direnme veya yeniden hüküm kurmak suretiyle verdikleri kararlar hakkında,<br />

HUMK’un bu kanundan önceki temyize ilişkin hükümlerinin uygulanacağı düzenlenmiş<br />

idi. 11.5.2005 tarih ve 5348 Sa.K. m.1 ile yukarıda belirtilen hüküm kabul edilmiş<br />

ve eski 1 ve 2. geçici maddeler metinde belirtilen şekilde değiştirilmiştir.<br />

6 Bölge Adliye Mahkemelerinin göreve başlama tarihinde kadar, HUMK’un temyize ilişkin<br />

yürürlükteki hükümlerinin uygulanmasına devam edilecektir, 5236 Sa.K. Geçici<br />

M.3.<br />

7 26.9.2004 tarih ve 5236 sayılı “Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununda değişiklik yapılmasına<br />

ilişkin Kanun”un 22 inci maddesinin Kanun’un 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe<br />

gireceğini belirtmesinden sonra bazı kanun metni hazırlayıcıları, hazırladıkları<br />

ve yayınladıkları metinlerde geçici madde düzenlemelerini hiç dikkate almamışlar, bu<br />

maddelerin sözünü dahi etmemişler ve sanki bu hükümler 22inci maddede yer alan yürürlük<br />

tarihinden itibaren uygulanmaya başlayacak şekilde yayın yapmışlardır; buna<br />

bir örnek Doç.Dr. Timuçin Muşul’un Kasım 2004 tarihinde yayınladığı (Legal <strong>Yayıncılık</strong>)<br />

“Bütün değişiklikler işlenmiş ve Notlu; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu”dur;<br />

gerçekten Muşul 426/A – 426/U maddelerini ve 427-439’uncu madde metinlerini 5236<br />

sayılı kanunla değiştirilmiş şekli ile esas metne almıştır. Bu hükümlerin ne zaman<br />

uygulanacağını düzenleyen geçici madde hükümlerinden hiç bahsedilmediği gibi<br />

426/A – 426/U metinleri altında yaptığı tek açıklama maddelerin 5236 sayılı Kanun ile<br />

eklendiği ve yürürlük tarihinin 1 Nisan 2005 olduğu yolundadır; HUMK m.427-439<br />

maddeleri altında da bu maddelerin 5236 sayılı Kanunla “yeniden düzenlenmiş” oldu-<br />

500


Yargılama Hukukumuzda Bir “Sorun”<br />

III- BÖLGE ADLİYE MAHKEMELERİNİN KURULUŞU:<br />

Yukarıda (II) altında uygulamaya başlama tarihine ilişkin yasal düzenleme<br />

hakkındaki açıklamalardan sonra bu düzenlemenin nasıl gerçekleştirildiğine<br />

değinmek gerekiyor.<br />

5235 Sayılı Kanunun geçici 2. maddesi uyarınca 5 Haziran 2007 tarih<br />

ve 26543 sayılı Resmi Gazete’de şu karar yayınlanmıştır:<br />

“Adalet Bakanlığı’ndan Bölge Adliye Mahkemelerinin Kurulmasına<br />

İlişkin Karar:<br />

5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin<br />

Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un 25 inci maddesi<br />

uyarınca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun olumlu görüşü alınarak<br />

bölgelerin coğrafi durumları ve iş yoğunluklarına göre; İstanbul, Bursa, İzmir,<br />

Ankara, Konya, Samsun, Adana, Erzurum ve Diyarbakır’da Bölge Adliye<br />

Mahkemeleri kurulmuştur”<br />

Aynı Resmi Gazete’de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığınca<br />

yayınlanan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kararında, Adalet<br />

ğu ve hükümlerin 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe gireceği açıklamasından ibarettir.<br />

(Bkz.s.140 daki Üçüncü Bab başlığına ilişkin 105, 106 ve 107 no.lu dip notlarına ve<br />

427 ve sonraki maddeler altında yer alan “26.9.2004 tarih ve 5236 Sa. K ile yeniden<br />

düzenlenmiş HUMK m.427 ve 26.9.2004 tarihli kanunun 22. maddesindeki yürürlük<br />

tarihini belirten dip notlarına) Diğer bir ifade ile HUMK’un mevcut hükümlerinin ne<br />

zamana kadar uygulanacağını gösteren geçici maddelere hiçbir şekilde değinilmemiştir;<br />

dahası, karar düzeltmeyi düzenleyen maddelerin yerinde “440-444.- (26.9.2004 tarih<br />

ve 5236 Sa. K. ile yürürlükten kaldırılmıştır” ibaresi yer almakta ve dip notunda<br />

HUMK hükümleri nakledilmekle iktifa edilmektedir.<br />

Muşul söz konusu çalışmasının Önsöz’ünde aynen şöyle diyor:“En son 5236 sayılı Kanun<br />

ile yapılan değişiklikler 1 Nisan 2005 tarihinde yürürlüğe gireceği için hem 1<br />

Nisan 2005 tarihinden itibaren yürürlüğe girecek değişiklikler HUMK’un ilgili maddelerine<br />

işlenmiş ve hem de 1 Nisan 2005 tarihine kadar yürürlükte kalacak olan maddelere<br />

dip notlarında yer verilmiştir. Böyle yapılmakla, HUMK’nun 1 Nisan 2005 tarihine<br />

kadar ve bu tarihten sonra da güncelliğini koruması amaçlanmıştır.”<br />

Şu durumda bu kanuna sahip olan bir hukukçu 5236 sa.K.nun 22inci maddesindeki<br />

yürürlük tarihinden itibaren 5236 sa.K.la getirilen istinaf ve yeni temyiz hükümlerinin<br />

uygulanacağı zehabına haklı olarak kapılacaktır; işte bu sebeplerle dn.1’deki kitabımızın<br />

547inci sayfasında yer alan 4 no.lu dip notunda, geçici maddeyi göz ardı eden<br />

“hatalı bir metin” hazırlanmış olduğu belirtilmiştir; Muşul bu hatasını “İflasın Ertelenmesi”<br />

başlıklı çalışmasında 5 yıl sonra da olsa (İstanbul 2008, Arıkan Yayın Dağıtım<br />

Ltd.Şti) düzeltiyor, s.152,153 dip not 485; bu düzeltmeyi yaparken bize yönelttiği eleştiri<br />

doğrusu hayret vericidir: Muşul kendi vahim nakisesini bize yükleyerek yürürlük<br />

tarihi ile uygulama tarihini birbirine karıştırdığımızı söylüyor.<br />

501


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Bakanlığınca kurulmuş bulunan Bölge Adliye Mahkemelerinin yargı çevreleri<br />

belirtilmiştir.<br />

Böylece, Bölge Adliye Mahkemelerinin kuruluşları, yargı çevreleri ve<br />

tüm yurtta göreve başlayacakları tarih belirlenmiş olmaktadır. “Tüm yurtta<br />

göreve başlayacakları tarih”in Adalet Bakanlığı kararında yer almaması bir<br />

eksiklik olarak görülmemelidir. Zira geçici 3. maddedeki yürürlük tarihinden<br />

başlayan iki yıllık süre dolmuştur ve daha sonraki bir göreve başlama<br />

tarihi tesbiti yasal olarak mümkün değildir.<br />

Yukarıda belirtilen Adalet Bakanlığı ve Hakimler ve Savcılar Yüksek<br />

Kurulu kararlarının yayınlanmasından evvel temyiz yoluna başvurulmamış<br />

ilk derece mahkemesi kararlarına karşı bu tarihten itibaren istinaf yoluna<br />

müracaat edilecektir. Bu tarihten evvel aleyhine temyiz yoluna müracaat<br />

edilmiş ilk derece mahkemesi kararlarına ise bunlar kesinleşinceye<br />

kadar HUMK 427-444 hükümleri uygulanacaktır (HUMK’nuna 26.9.2004<br />

tarih ve 5236 Sa. K. ile eklenen 1 ve 2. geçici maddelerin 11.5.2005 tarih ve<br />

5348 sayılı kanunun m.1 ile değiştirilmiş şekli, bkz. yukarıda dn.5).<br />

502<br />

IV- “SORUN”:<br />

Yukarıda (II, III) altında açıklanan hukuki durum ve gelişmeler sonucunda,<br />

1 Haziran 2007’den sonra kanun yoluna başvurulması durumunda 8<br />

istinaf hükümleri uygulanacak, kurulan istinaf mahkemeleri görev yapacaktır.<br />

Kanaatimce “sorun” esas olarak burada başlamaktadır. Mahkemelerin<br />

kuruluşlarının açıklanması geçici 2. madde esaslarına uygun yapılmıştır.<br />

Bu tarihten itibaren Bölge Adliye Mahkemelerinin yasal olarak görev yapmaya<br />

başlamaları zorunludur. İki dereceli sistem (ilk derece mahkemeleri,<br />

temyiz mahkemesi) sona ermiştir. Ancak Bakanlığın aksine açıklamasına<br />

rağmen Bölge Adliye Mahkemelerinin görev yapacağı binalar temin edilmemiş,<br />

yargı ve idari kadrolar oluşturulmamıştır. Diğer bir deyişle yeni<br />

kanun yolu sistemi hukuken hayata geçmiş ancak fiziki varlığa kavuşmamıştır.<br />

Bu anlamda Bölge Adliye Mahkemeleri o tarih itibariyle kurulmuş<br />

olmadıkları gibi, bugüne kadar da kurulabilmiş değildir. Diğer bir ifade ile<br />

8 Adalet Bakanlığının duyurusu 5 Haziran 2007 Salı günü Resmi Gazete’de açıklanmıştır;<br />

5235 sayılı kanunun geçici 2. maddesine göre ise Bölge Adliye Mahkemelerinin<br />

kuruluşunun açıklanmasının son günü 1 Haziran 2007 Cuma günüdür.


Yargılama Hukukumuzda Bir “Sorun”<br />

1 Haziran 2007’den sonra kanun yoluna yapılan başvurular yasal düzenlemeye<br />

aykırı, hukuk düzenimize uymayan bir kanun yolu sistemine tabi<br />

olmuşlardır ve olmaya devam etmektedirler. Bu duruma veya çözümüne<br />

ilişkin hiçbir açıklama yapılmış değildir. Hukuk düzenimiz rastlanmadık<br />

bir tablo göstermektedir. Uygulanması gereken mevzuata göre üç kademeli<br />

bir yargı sistemi varken, fiilen hiçbir hukuki temele dayanmayan iki dereceli<br />

bir sistem uygulanmakta, kaldırılmış bulunan karar düzeltme yoluna<br />

başvurular üzerine bozma kararları onamaya veya onama kararları bozmaya<br />

dönüştürülebilmektedir 9 .<br />

Bölge Adliye Mahkemelerinin kuruluşunun ilanı için 5235 sayılı kanunun<br />

geçici m.2/II ve m.3’de belirtilen hususların, yürürlük tarihinden<br />

itibaren iki yıl içinde gerçekleştirilemeyeceği anlaşıldığında bu iki yıllık<br />

süre dolmadan geçici 2. madde değiştirilebilir ve 2 yıllık süre uzatılabilirdi.<br />

Nitekim 5235 ve 5236 sayılı kanunların yürürlük maddeleri (m.55<br />

ve 22) “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”la<br />

(31.3.2005 tarih ve 5328 Sa. K Geçici Madde 1 (a) ve (b)) değiştirilmiş ve<br />

yürürlük tarihleri 1 Nisan 2005 iken 1 Haziran 2005 yapılmıştır. Neden<br />

benzer bir yola gidilmediği anlaşılamıyor 10 . Adalet Bakanlığının bu noktayı<br />

aydınlatması sorunun aşılması çareleri bakımından önem taşımaktadır<br />

düşüncesindeyim.<br />

Mevcut durum, yasal düzene uymamakta ve yukarıda 5235 sayılı kanunun<br />

gerekçesi uyarınca “hak arama hürriyetinin yeterince gerçekleş-<br />

9 Bu patalojik durumun birçok kabul edilemez sonucu olacaktır, bunların hepsini tüketerek<br />

belirtmek mümkün değildir. Mesela İlk Derece Mahkemesi kararına karşı kararı<br />

veren mahkemeye istinaf dilekçesi (m.426 B, 426 C) veren tarafın bu dilekçesinin akıbeti<br />

ne olacaktır? Karar veren ve dosyayı Bölge Adliye Mahkemesine gönderme durumunda<br />

olan (m.426 C II) mahkeme dilekçenin reddine karar veremeyecektir, ama<br />

dosyayı göndereceği mahkeme de yoktur; diğer bir örnek, Sulh Mahkemesinin istinaf<br />

yolu açık olan kararına karşı istinaf müracaatını kararın kendisine tebliğinden itibaren<br />

12 inci günde yapan tarafın dilekçesi istinaf mahkemesi yoktur diye reddedilirse,<br />

bu dilekçenin temyiz dilekçesi olarak kabul edilmesi talebi de sulh mahkemelerinin<br />

kararlarına karşı temyiz süresi yürürlükten kalkan HUMK hükümlerine göre 8 gün<br />

olduğundan (HUMK m.437/I) reddedilecektir.<br />

10 İstinaf Mahkemelerinin kurulması giderlerinin karşılanması için gerekli kaynağın Avrupa<br />

Birliğinden temin edildiği, buna mukabil, mahkemelerin en geç hangi sürede faaliyete<br />

geçecekleri hususunda garanti verildiği bu sebeple de sürenin bir yasa ile uzatılamadığı<br />

ve alınan paranın iade edilmesini engellemek için mahkemelerin kurulmamış<br />

olmalarına rağmen, kurulmuş olduklarının ilan edildiği yolundaki spekülatif nitelikli<br />

iddiaların doğruluğuna ihtimal vermiyorum.<br />

503


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

tirilmiş sayılması için de zorunlu görülen” istinaf kademesinden fertleri<br />

mahrum bırakmaktadır.<br />

Bütün bunların dışında 1 Haziran 2007’den sonra temyiz yoluna başvurulmuş<br />

olma durumlarında kesinleşen kararların hukuki kaderinin ne<br />

olacağı en önemli meseledir.<br />

Bu kararlar, hukuk düzenimizdeki kanun yolu sistemine uymayan bir<br />

sistem içinde oluştukları için kesinleşmemiş mi addedilecektir?<br />

Meseleyi oluruna bırakmak ve mahkemeler gerçekten kurulduğu zaman<br />

işler yoluna girer şeklinde düşünmek isabetli olmaz 11 . Zira o anda<br />

da 1 Haziran 2007’den itibaren eski HUMK hükümlerinin uygulandığı ve<br />

sonuçlandırıldığı davalarda alınan ve “kesinleşmiş” hükümlere geçerlik<br />

kazandırılması gereği söz konusu olacaktır.<br />

Bu yazı “sorun”un ortaya konulması ve bir çözüm bulunması ihtiyacını<br />

belirtmek amacı ile yazılmıştır. Çözüm ciddi bir çalışma gerçekleştirilmesini<br />

gerektiriyor. Ancak sorunun niteliği çözümün makable şamil (geçmişe<br />

etkili) bir yasalaştırma faaliyetine dayanmasını gerektirir görünüyor.<br />

Kanaatimce yapılacak en doğru iş, Adalet Bakanlığınca 5235 ve 5236<br />

sayılı kanunların ve “Hukuk Muhakemeleri Kanunu” Tasarısı’nın (bkz.<br />

dn.11) hazırlanmasında görev yapmış olan Komisyonlarda görev yapmış<br />

üyelerden oluşturulacak bir Komisyon kurarak “sorun”un hukuken kabul<br />

edilebilir bir çözüme bağlanması hususunda çalışma başlatmaktır.<br />

11 Bilindiği gibi HUMK’un yerine geçecek olan “Hukuk Muhakemeleri Kanunu” Tasarısı<br />

Türkiye Büyük Millet Meclisine gönderilmiş ve Tasarı Adalet Komisyonunca kabul<br />

edilmiştir. Bu tasarının 345-377 maddeleri hükümleri HUMK’a eklenen 426 A-426<br />

U’daki istinaf hükümleri ve değiştirilen 427-439 maddeleri hükümleri ile hemen hemen<br />

aynıdır. Tasarının 454 üncü maddesinde ise Kanunun yayınlandığı tarihten bir<br />

yıl sonra yürürlüğe gireceği hükmü yer almaktadır. Diğer bir deyişle o tarihe kadar<br />

yukarıda anılan HUMK hükümleri uygulanacaktır; HUMK hükümleri içinde ise istinaf<br />

hükümleri (426 A-426 U) uygulanması gerekirken uygulanamamakta ve kaldırılmış<br />

bulunan karar düzeltme hükümlerinin uygulanmasına devam edilmektedir. Yani Tasarının<br />

Kanunlaşması (bir yıl sonraki yürürlük tarihinde Bölge Adliye Mahkemeleri görev<br />

yapmaya başlamış olsalar dahi) “sorun”da bir çözüm olamaz, zira o zamana kadar<br />

birçok karar yasal kanun yolu sistemimize yabancı olan bir sistem içinde “kesinleşmiş”<br />

duruma gelecektir.<br />

504


6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülâhazalar<br />

I. Genel Olarak:<br />

H. Yavuz ALANGOYA<br />

Hukuk fakültelerinde öğrenim görmüş olanlar hiç olmazsa bir kere<br />

usul veya icra hukuku hocalarından şunu duymuş veya okumuşlardır: Kanunlar<br />

ne kadar mükemmel hazırlanmış olsalar da, onların başarısı uygulayıcılarına,<br />

hakimlere bağlıdır; iyi uygulama, aksaklıkları olan, noksanları<br />

bulunan kanunlardan da adil sonuçlar alınmasını sağlayabilir 1 .<br />

Yargı faaliyetini, bizzat ihkakı hakkı yasaklayan Devlet tarafından<br />

oluşturulan bağımsız organlarca (hakimler, mahkemeler) maddi hukuk<br />

kurallarının unsurlarını karşılayacak maddi vakıaları tespit ve sonuçta<br />

uygun olan normu olaya uygulama şeklinde tarif edersek böyle bir usul<br />

sisteminde, olayı oluşturan maddi vakıaların gerçekten vuku bulup bulmadıklarının<br />

tespiti ve böylece doğru hüküm verilmesi amaçlanır 2 .<br />

Medeni Usul Hukuku’nun sosyal karakterini dikkate alan modern gelişmeler<br />

sonucu yargının gerçekle ilgilenmeyeceği, teknik yargı kuralları<br />

çerçevesinde yapılacak yargılama sonucunda hüküm verilmesi gerekeceği,<br />

yani “şekli gerçek” ile yetinileceği şeklindeki görüş hemen bütünü ile terk<br />

edilmiş, gerçeğe varma açısından medeni usul kanunları yeni hükümler<br />

kabul etmiş ve bu amaçla hakimler yargılamayı gerek maddi gerek şekli<br />

bakımdan yürütmeleri hususunda yetkilerle donatılmışlardır 3 .<br />

1 “…..müteaddit defalar tekrarladığımız gibi, yeni kanundan faydalı neticelerin alınabilmesi<br />

ve takip muamelelerinin aksamadan yürütülerek şikayetlerin önlenebilmesi, gene<br />

kanunun iyi hukukçuların elinde prensip ve gerekçelerine uygun bir şekilde tatbikine<br />

İcra ve İflas Dairelerinin ıslahı ile yüksek evsafta tetkik mercii ve iflas hakimlerinin<br />

yetiştirilmesine bağlıdır.” Prof. Dr. Necmeddin M. Berkin, İflas Hukuku, 4. Bası 1972,<br />

önsöz s.7’den.<br />

2 Y. Alangoya/K.Yıldırım/N.Yıldırım, Medeni Usul Hukuku Esasları (Esaslar) 7. Bası<br />

2009 s.4.<br />

3 Alangoya, Medeni Usulün Amacı ve Sosyal Karakteri Açısından Hukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu Tasarısının Bazı Hükümlerinin Değerlendirilmesi (Tebliğ) Hukuk Muhakeme-


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Amaç kaliteli bir yargılama sonrasında doğru hükme varılmasının sağlanmasıdır.<br />

Böyle bir yargılamayı yapacak hakim çok iyi yetişmiş, uygulayacağı<br />

hükümlerin ratio’sunu bilen nitelikli bir hukukçu olmalıdır.<br />

Diğer bir önemli nokta çok geç gelen bir hukuki himayenin de etkin<br />

olmaktan çıkacağıdır. Usulün rasyonelleşmesi ve süratlenmesi ile doğru<br />

hükme varma bakımından gerçeğe ulaşılması amacının bağdaştırılması<br />

önemlidir. Usulün gerçeğe varma amacı usulün hızlandırılması suretiyle<br />

sınırlanacaktır.<br />

Bu iki hususun bağdaştırılması kanun koyucunun ciddiyetle dikkate<br />

alması gereken bir hukuk politikası işidir.<br />

Yargılamanın kalitesinin yüksek tutulması ve yargılama süresinin kısaltılmasındaki<br />

en önemli rol hakime düşmektedir. O kendisine verilen<br />

görevleri gereği şekilde uygulamak durumundadır. “Dünyanın en iyi usul<br />

kanunu dahi hızlandırma hükümleri gereği gibi uygulanmazsa başarısız<br />

olur” ve hızlandırma için hızlandırma işini yasa değişiklikleri birbirini takibe<br />

devam eder 4 .<br />

Buraya kadar kaliteli bir yargılamayı, yargılamanın uzamasına meydan<br />

vermeyecek şekilde yaparak hükme bağlayacak hakimin niteliğine<br />

değindim 5 .<br />

1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin 10. Maddesinde aynen<br />

“Herkesin hak ve yükümlülükleri belirlenirken ve kendisine herhangi bir<br />

suç yüklenirken tam bir eşitlikle bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından<br />

hakça ve aleni bir yargılama hakkı vardır” denilmektedir. Baskı ihtimalinin<br />

dahi bağımsızlığa zarar vereceği ifade edilmiştir 6 .<br />

Bağımsızlık esasına aykırılığın, yasama organı, yürütme organı basın<br />

vs. gibi çevrelerden geleceği ve hakimin (mahkemelerin) bunlara karşı<br />

506<br />

leri Kanunu Tasarısı Değerlendirilmesi, Medeni Usul ve İcra-İflas Hukukçuları Toplantısı<br />

V (Türkiye Barolar Birliği Yayını) 2006 s.40 ve son.<br />

4 “Esaslar” s.7 ve 8 ve orada anılan Ballon O.J.; bu konudaki gelişmeler hususunda bkz.<br />

Alangoya, Dava Temeli Hakimin Dava Malzemesinin Toplanmasındaki Rolü ve bu konudaki<br />

gelişmeler Hakkında, Kazancı Mayıs Sayı 9, İstanbul 2005.<br />

5 Yargıçların bu nitelikleri kazanabilmesi için gerek lisans gerek meslek içi çağdaş nitelikli<br />

öğretim ve eğitim gerek sağlanacak maddi şartlar büyük önem taşımaktadır; yargıç<br />

ve savcıların niteliği hususunda doğru tesbitler için bkz. Dr. Burak Çelik, Nitelikli Yargı<br />

Hakkı, Güncel Hukuk Temmuz 2011/7-91 s.13.<br />

6 Bu konular ve bu konuda yapılanlar hakkında bkz. “Esaslar” s.32 ve son.


6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülâhazalar<br />

nasıl korunacağı üzerinde durulmuş ve koruyucu yasal düzenlemeler yapılmıştır<br />

7 . Bağımsızlığın olmadığı yerde sadece hukuk devletinden değil<br />

kanun devletinden dâhi bahsedilemez.<br />

Ancak bunlara paralel olarak doğrudan hakimden veya çevreden oluşan<br />

durumların da bağımsız yargıyı bu niteliğinden uzaklaştırabileceği<br />

üstünde haklı olarak durulmaktadır. Diğer bir ifade ile bağımsız olması<br />

gerekenler kendi iradeleri ile bağımsızlıklarından vazgeçmektedirler.<br />

Belki de bu bağımsızlık bakımından en az diğerleri kadar önemli bir<br />

faktördür ve giderilmesi daha güçtür. Hakim hangi dünya görüşüne, siyasi<br />

görüşe, inanca sahip olursa olsun yargılama görevinde bağımsız olmak<br />

durumundadır 8 .<br />

Bağımsızlıkla ilgili bu beyanlarımız fuzuli bulunmamalıdır. Bir kere<br />

bağımsızlık genellikle medeni usul hukukunda incelenen bir konudur;<br />

ikincisi bir kanun hükümleri için ileri sürülen bütün mülahazalar bu parantez<br />

dikkate alınarak değerlendirilmelidir.<br />

II. 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu Hakkında Bazı<br />

Mülâhazalar:<br />

Bu kısa yazı çerçevesinde Kanun’un detayları üzerinde bilimsel incelemeler<br />

yapmak olanaksızdır. Çeşitli vesilelerle detaylar hakkında yaptığım<br />

incelemeleri bilgiye sundum 9 . Burada sadece önemli gördüğüm bazı<br />

noktalara değineceğim.<br />

1. 6100 sayılı Kanun 12 Ocak 2011 de kanunlaştı ve 4 Şubat 2011 de<br />

yayınlandı 10 . Sayın meslekdaşım Prof. Dr. Ali Cem Budak “Karşılaştırmalı<br />

7 Bkz.dn.6’ya.<br />

8 Hakan Pekcanıtez/ Oğuz Atalay/ Muhammet Özekes, Hukuk Muhakemeleri Kanunu<br />

Hükümlerine Göre Medeni Usul Hukuku 11. Bası, 2011 s.152, 153; böyle bir durumda<br />

aynı paralelde olan bir iktidar bakımından “yargıya müdahale edemeyiz” beyanı kolay<br />

olacaktır; aksi durum ise zorluk yaratabilir.<br />

9 Medeni Usul ve İcra-İflas Hukukçuları Toplantısı V. Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı<br />

Değerlendirilmesi, Türkiye Barolar Birliği, Ankara/8-9 Eylül 2006, s.33-57, s.133<br />

ve son.; Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısı, Değerlendirme ve Öneriler, İstanbul<br />

Barosu Yayını 2006, Alangoya/Yıldırım K./Yıldırım N.; Hukuk Muhakemeleri Kanunu<br />

Tasarısı’nın getirdiği yenilikler ve bu Yeniliklerin Değerlendirilmesi, Kadir Has Üniversitesi<br />

Hukuk Fakültesi, İstanbul Barosu Yayınları, 2008, s.163-177; ayrıca “Esaslar”<br />

içinde muhtelif konularda.<br />

10 RG 4 Şubat 2011, No.27836.<br />

507


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

Hukuk Muhakemeleri Kanunu” adlı değerli çalışmasında, Mecliste kanunlaşmadan<br />

sonra teselsülün bozulması dolayısı ile ve bundan öte yine yayınlanmadan<br />

evvel dil bakımından da etraflı bir redaksiyona tabi tutulmuş<br />

olduğunu titizlikle tesbit etmiş bulunmaktadır. Ancak bu hususların da<br />

yasama faaliyetinden geçirilmesi gereği dikkate alınmamıştır 11 .<br />

2. Yeni kanunun ancak bazı yeniliklerine genellikle yasal sıralamaya<br />

uyarak satırbaşları olarak değinmek durumundayım.<br />

a. Yetki sözleşmelerinde, sadece tacirler veya kamu tüzel kişileri, aralarında<br />

doğmuş veya doğabilecek uyuşmazlıklar hakkında yetki sözleşmesi<br />

yapabilecek, bunlar dışındaki kişiler yetki sözleşmesine taraf olamayacaklardır.<br />

Zayıfı koruma amacı ile kabul edilen sosyal nitelikli bu hüküm<br />

getirilirken, sözleşmelerde ifa yerinin yetkiyi belirlemesi düzenlemesi de<br />

ele alınmalı idi.<br />

508<br />

b. Hakimin Hukuki Sorumluluğu:<br />

Bu konuda önemli bir düzenleme yapılmış ve hakimin yargılama faaliyetinden<br />

dolayı belirli sebeplerle Devlet aleyhine tazminat davası açılabileceği<br />

ve Devletin hakime rücu edebileceği düzenlenmiştir. Ben hakimlerin<br />

yargılama faaliyetindeki bağımsızlıkları dolayısı ile hizmet kusuru<br />

esasına dayanan dava açılmasının uygun olmadığını söyledim. Hakimin<br />

taraf olmadığı bir davada alınan hüküm dolayısı ile aynı mahkeme önünde<br />

kendisine rücu davası açılabilmesinin ve bunun yargı bağımsızlığı bakımından<br />

tereddüt uyandıracağını ve teşvik edici bir rol de oynayabileceğini<br />

ifade ettim 12 . Bu görüşe karşı çıkan bir yazıda, bu sistem bir “paratoner”<br />

11 Bu zorunluluk 31.03.2011’de kabul edilen 6217 sayılı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına<br />

Dair Kanun hükümleri içinde de halledilebilirdi; nitekim bu kanunda 6100<br />

bakımından bir eksiklik ve daha evvel “Yargılama Hukukumuzda Bir Sorun” konulu<br />

yazımda (İstanbul Barosu Dergisi 2009/3 s.1189 ve son.) açıkladığım patolojik durum<br />

önerildiği gibi makable şamil bir şekilde Bakanlığın ilk ilanı etkisiz bırakılarak halledilmiş<br />

ve 6100 bakımından da HUMK hükümlerinin uygulanacağını belirtmiştir<br />

(m.30 ile 6100’e eklenen geçici madde 3). Bkz. gerek değişen madde numaraları gerek<br />

redaksiyon değişikliklerinin, titiz tesbiti için Prof.Dr. Ali Cem Budak’ın yukarıdaki çalışmasının<br />

önsöz s.VIII-XIII; özellikle HUMK’un Türkçeleştirilmesi işinin çok önemli<br />

olduğuna kanunlaşma öncesi çalışmalarda işaret etmiştim, mesela “meşhur ve maruf”<br />

ibaresi “herkesçe bilinen” şeklinde çevrilmiştir ki isabetli değildir; bunun hakim tarafından<br />

“meşhur ve maruf” şeklinde yorumlanması gerekecektir, bkz. Değerlendirme ve<br />

Öneriler s.10.<br />

12 Değerlendirme ve Öneriler s.40 ve son.


6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülâhazalar<br />

vazifesi gördüğü için savunulmuştur deniliyor 13 . Bir hakimin taraf olduğu<br />

kendi davasında kendisini savunması ile kendi dışında yürütülmüş ve sonuca<br />

bağlanmış bir dava dolayısı ile Devlet’e karşı rücu davası yürütmekle<br />

aynı görüyor. Neyse ki daha sonra kanuna eklenen bir fıkrada (m.48/2)<br />

yukarıdaki görüşe itibar edilmemiş söylenen sakıncalar bir ölçüde teşhis<br />

edilmiş ve hükmün ilk şeklini düzenleyen 54/II maddesi “Mahkeme, açılan<br />

tazminat davasını, ilgili hakime re’sen ihbar eder” şeklinde değiştirilmiştir.<br />

Bu hüküm müdahale imkanını tanıyarak söylediğim mahzurları hiç<br />

olmazsa bir ölçüde gidermektedir.<br />

c. m. 30 ve son. Maddelerden Bazıları:<br />

HUMK’da yer alan hükümlere usul doktrininde oluşmuş bazı kavramlar<br />

matlap olarak verilmek suretiyle sevkedilmiştir. Bu ilkelerin kapsamına<br />

katılan birçok münferit düzenleme bu “ilke”lerin adlarının doğum tarihinden<br />

daha eskidir. Bu ilkelerin bazıları bakımından öyle yeni düzenlemeler<br />

getirilmiştir ki bunlar için doktrinde başka “ilke” adlandırılmalarına yer<br />

verilmiştir. Örneğin 25.maddenin matlabı olan “Taraflarca getirilme ilkesi”<br />

doğumu anındaki kapsamı (dava malzemesini sadece taraflar getirir<br />

bu alanda hakimin hiçbir yetkisi yoktur) büyük ölçüde değişmiş, hakimin<br />

yetkileri arttırılmış, taraflara yetkilerinin (ceza hukukunun aksine) medeni<br />

usul hukukunda usulün amacının gerçekleştirilmesinin en önemli aracı<br />

olarak görülmüştür. Bu vesile ile tasarının dava malzemesinin temini hususunda<br />

modern gelişmelere nisbetle hakimin yetkilerinin kısılması yönünde<br />

olduğunu belirtelim 14 .<br />

d. Kanunda m.113’de isabetli olarak “Topluluk Dâvası” düzenlenmiştir.<br />

Bu Anglo-Amerikan hukukundaki class action’dan farklıdır. Bu davada<br />

tazminat talep edilmeyecek, sadece hakların tesbiti veya hukuka aykırı durumun<br />

giderilmesi yahut ilgililerin gelecekteki haklarının ihlâlinin önüne<br />

geçilmesi dava edilecektir.<br />

e. Kanunun 3. Kısmına İlişkin Hükümlerin sadece bazılarına değineceğim.<br />

13 Prof.Dr. Erdal Tercan, Hukuk Muhakemeleri Kanunu Tasarısına Göre Hakimin Hukuki<br />

Sorumluluğuna İlişkin Hükümlerin Değerlendirilmesi, Hukuki Perspektifler Dergisi<br />

2006 sayı 8 s.81, 82.<br />

14 Değerlendirme ve Öneriler s.31 ve son.<br />

509


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

- Üçüncü Kısmın başlığı “Yazılı Yargılama Usulü”dür. Bu sadece yazılı<br />

usuli işlemlerin hüküm temeli yapılacağı şeklinde anlaşılmamalıdır. Başlık<br />

“Genel Yargılama Usulü” olsa idi daha isabetli olurdu 15 .<br />

- Davanın açılma zamanı olarak dilekçenin kaydedildiği tarih öngörülmüştür<br />

(m.118/I). Gerekçe mahkemelerin derhal kayda geçirmelerinin<br />

tabii olduğunu söylüyor ki yaşananlar birçok hallerde bunun gerçekleşmediğini<br />

gösteriyor 16 .<br />

- Dava dilekçesindeki (m.119) bazı hususlarda hakim davacıya eksikleri<br />

bildirecek 1 haftalık kesin süre verecek eksiklik tamamlanmazsa dava<br />

açılmamış sayılacaktır.<br />

Burada tereddüt edilebilecek hususlar vardır. Mesela dayanılan hukuki<br />

sebep gösterilmemişse (119/Ig) mahkeme süre verecek, bu sürede gösterilmemiş<br />

veya yanlış gösterilmişse dava açılmamış mı sayılacaktır? Böyle<br />

bir durumda hakimin kanunları re’sen uygulayacağı ilkesinin anlamı ne<br />

olacaktır?<br />

- Yine bu kategoride diğer bir hüküm talep sonucunun açık bir şekilde<br />

belirtilmesidir (M.119/ğ). Mahkeme bunun açık olmadığı yolunda ihtarda<br />

bulunursa (cevap layihasında cevabın açık olmaması durumu hakimin<br />

ihtar edeceği hususlar arasında sayılmıyor, bkz.m.135) ve süresinde bu<br />

açıklama yapılmaz veya yapılır da o da açık görülmezse dava açılmamış<br />

mı sayılacaktır? Bu durumda hakimin aydınlatma ödevi (m.31, HUMK 75/<br />

II) söz konusu olamaz mı? Doğrusu bu düzenleme, böyle uygulandığı takdirde,<br />

adil yargılamanın, sürate ciddi şekilde feda edilmesi anlamına gelir.<br />

Sayılan diğer durumlardaki eksiklikler dışında davacıya ek süre verilmeyeceği<br />

kabul ediliyor. Mesela, hangi vakıaların hangi delillerle ispat<br />

edileceği dilekçede belirtilmemekle beraber deliler toplu halde bildirilmişse<br />

veya yanlış sıralanmışsa hakim bu konuda bir süre vermeyecektir.<br />

Bu husus ön inceleme aşamasına geçilmeden tamamlanmazsa davacı için<br />

bizatihi bu sebepten aleyhte sonuca katlanmak kaçınılmaz mı olacaktır 17 .<br />

Zannetmiyorum. Bu husus hakimin delilleri re’sen değerlendirmesi gereği<br />

15 Açıklamalar için bkz. Alangoya, Yeniliklerin Değerlendirilmesi s.165,166.<br />

16 Alangoya, aynı yer 166 ve son.<br />

17 Pekcanıtez/Atalay/Özekes Medeni Usul Hukuku s.334,335.<br />

510


6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülâhazalar<br />

kapsamında onun görevidir 18 . Ümidim bu maddedeki sakıncaların uygulamada<br />

yargı kararları ile aşılacağıdır.<br />

- Tarafların ikinci dilekçeleri bakımından önemli bir değişiklik getirilmiştir<br />

(bkz.m.141). Buna göre taraflar cevaba cevap (replik) ve ikinci cevap<br />

dilekçeleri (düplik) ile serbestçe iddia ve savunmalarını genişletebilecek<br />

ve değiştirebileceklerdir. Madde gerekçesinden de anlaşılacağı üzere, bu<br />

imkan sadece diğer tarafın dilekçesindeki hususlarla sınırlı olmayıp “…<br />

ön inceleme aşamasında, uyuşmazlığın tam olarak tesbit edilmesi…”nin<br />

de gereğidir. Yani tamamen yeni iddia ve savunmalar ileri sürülebilecektir.<br />

Bu durumda iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı dava açılmasının<br />

bir sonucu olmaktan çıkarılmıştır. Burada önemli bir soru, davacı cevaba<br />

cevap dilekçesi vermese de davalı ön incelemeden evvel ikinci bir dilekçe<br />

verebilir mi? Kanaatimce burada davalı için de müstakil bir usuli hak düzenlenmiştir.<br />

Ön duruşmaya kadar davacı ikinci dilekçesini vermese bile<br />

davalı ikinci dilekçesini verebilmelidir. Davacı ikinci dilekçesini verirse<br />

ihmal ettiği zamanaşımı savunmasını yapabilecek olan davalının, bu imkana<br />

ancak davalının ikinci dilekçe vermesi halinde kavuşabilmesi kabul<br />

edilebilir görünmüyor. Aynı maddede ön incelemeye diğer taraf mazeretsiz<br />

gelmezse gelen tarafın, “ödüllendirileceği”, mazereti olmadan gelmeyen<br />

tarafın cezalandırılacağı bir yol izlenmesi zorunlu” (141.maddeye ilişkin<br />

Hükümet gerekçesi) görülmüş ve gelen tarafın iddia veya savunmasını bir<br />

sınırlamaya tabi olmadan genişletebileceği, değiştirebileceği kabul edilmiştir.<br />

İki taraf da gelirse ikisi de “ödül” alamaz. Gerekçedeki bu terminolojinin<br />

medeni usul alanındaki yadırgatıcılığı dışında, uygulamada ciddi<br />

“mazeret” tartışma ve değerlendirilmelerinin yer alması beklenir. Kanaatimce<br />

bu çözüm uygun olmamıştır 19 . Ancak önemle belirtilmesi gereken<br />

husus “cezalandırılan” tarafın, “ödüllendirilen” tarafça yapılan değiştirme<br />

ve genişletmelere karşı beyanda bulunma karşı delil sunma hakkının<br />

mahfuz olduğu hususudur. Aksi takdirde dinlenilme ve ispat hakkı ihlal<br />

edilmiş olur.<br />

Burada bir noktaya daha değinmek istiyorum. Yeni Kanun HUMK’dan<br />

farklı olarak (m.185/2) dava temelinin ne zaman “değiştirilmiş” sayılaca-<br />

18 Alangoya, Değerlendirme ve Öneriler s.71,72.<br />

19 Alangoya, Değerlendirme ve Öneriler s.72,73; hukuk düşüncesine uygun düzenleme<br />

mazeretsiz katılmayanın buna bağlı olacak sonuçlara katlanması şeklinde olmalı idi.<br />

511


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

ğını belirtmiyor. Ancak yeni kanunda da hukuki düşünceye uygun olarak<br />

davanın “mahiyeti”nin değişmesi halinde bir dava değişikliği olacağı<br />

kabul edilmeli, mahiyet değişmedikçe yasak bir değişme söz konusu olmamalıdır.<br />

Aksine düşünce yargılamanın uzamasını engellemek pahasına<br />

adil yargılamadan feragat etmek olur.<br />

512<br />

- Ön İnceleme:<br />

Yeni Kanun layihalar teatisi safhasından sonra bir “ön inceleme” kademesi<br />

eklemiştir. Bu safhadan sonra tahkikat, muhakeme ve hüküm gelecektir.<br />

6100 sayılı Kanunun davaların uzamasını engelleyecek en önemli<br />

yeniliği kabul edilen bu safha bakımından ilgi çekici bir noktaya değinmek<br />

istiyorum. Adalet Bakanlığınca 2006 tarihinde yayınlanan Hukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu Tasarısında (Ankara 2006 s.146) davaların uzamasına<br />

yol açan hususların “….1086 sayılı Kanunun (HUMK) sistemi içinde de<br />

giderilmesi mümkündü…(HUMK’un) hükümleri karşısında, yukarıda kısaca<br />

eleştiri içeren uygulamanın ortaya çıkmaması gerekirdi” şeklindedir.<br />

Böylece, uygulamadaki aksaklıkların HUMK’dan kaynaklanmadığı ifade<br />

edilmiş olmaktadır. Daha sonraki Hükümet gerekçesinde bu satırlara yer<br />

verilmemiştir 20 .<br />

Bu kesitte mahkeme “tek bir” celsede (istisnai olarak ikinci celse yapılabilir)<br />

dava şartlarını, ilk itirazları inceleyecek karara bağlayacak (m.138)<br />

taraflar arasındaki uyuşmazlık konuları tam olarak tek tek tesbit edecek<br />

(m.140/2), taraflar sulha teşvik edecek, dilekçelerde gösterilip sunulmayan<br />

belgeleri sunmalarını isteyecektir. Mahkeme taraflar arasındaki ihtilaflı noktaları<br />

bir tutanakla tesbit edecek ve tahkikat tutanağa göre yürütülecektir.<br />

Roma hukukundaki “litis constestatio” benzeri bu kesit dava malzemesinin<br />

getirilmesi bakımından ağırlaştırılmış bir teksif ilkesi kabul ediyor.<br />

Yargılamanın sonuna kadar dava malzemesi özellikle delillerin getirilmesinin<br />

engellenmesi gelişen bir süreç olan yargılama kavramına uymamaktadır<br />

21 . Yargılamanın kalitesinin olumsuz olarak etkilemesi yanında<br />

düzenlemenin başka bir sakıncası da vardır. Bu kesitte yukarıda belirtilen<br />

işlerin tamamlanması büyük zorluk yaratacaktır. Bir dava şartının incelenmesi<br />

çoğu zaman bir bilirkişiye müracaatı gerektirebilir. Hele karmaşık da-<br />

20 Bkz. Budak s.14.<br />

21 Yıldırım K.aynı yer s.87,88; Alangoya aynı yer s.74.


6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülâhazalar<br />

valarda taraflar arasındaki bütün ihtilaflı konuların tesbiti (ki bu tutanak<br />

sonra tek program oluşturuyor) büyük güçlük arzedecektir 22 .<br />

Yargılamanın hızlandırılmasına ne ölçüde hizmet edeceği kuşkulu<br />

olan ve yukarıda da belirtildiği gibi modern gelişmelere uymayacak şekilde<br />

teksif ilkesine dayanarak yargılamayı bölen bu sistem uygun olmamıştır 23 .<br />

Kanun m.142’de Ön İnceleme ile tahkikat safhası arasında adeta bir<br />

kademe yaratarak hakimin ön incelemeden sonra tahkikat safhasına geçmeden<br />

hak düşürücü süreler, zamanaşımı hakkındaki itiraz ve defileri<br />

inceleyerek karara bağlayacağını düzenlemiştir. Gerekçe, ihtilaflı konular<br />

belirlendiği için bu konuda başka bir şeye gerek kalmadan karar verilmesinin<br />

mümkün olduğunu belirtiyor. Bence bu da mümkün olmayabilir 24 .<br />

Ön İnceleme hakkında bu kısa açıklamaları Kanunu’nun gerekçesinin<br />

bir hükmü ile tamamlamak istiyorum. 137’inci madde gerekçesinde, ön<br />

inceleme kademesinde tanık dinlenilemeyeceği, belge incelenemeyeceği,<br />

bilirkişiye başvurulamayacağı, keşif, yemin teklifi “gibi” tahkikat işlemlerinin<br />

yapılamayacağı belirtiliyor. Dava şartlarına da bu safhada karar verileceğine<br />

göre bu karar için bilirkişiye müracaat hiç mi gerekli olmayacaktır?<br />

Aşağıda dn.24’teki durumda karar verme durumunda olan mahkeme<br />

belge incelemesi yapmadan nasıl karar verebilecektir?<br />

Buraya kadar ki açıklamalardan sonra üzerinde durduğum konularda<br />

Kanunun yer yer modern gelişmelere aykırı olarak yargılamada süratin<br />

22 Diğer bir mesele düzenlenen sürenin yetmemesi halinde yaptırımın ne olacağıdır. Yeni<br />

bir celse hukuki sorumluluğu gerektirecek midir?<br />

23 Yıldırım K. S.87 ve son.; Alangoya s.73,74.<br />

24 Bkz. Alangoya, Yeniliklerin Değerlendirilmesi s.174,175, orada verdiğini örneği kısaca<br />

tekrarlayayım. Davacı, davalının zamanaşımı savunmasına karşı kısmi ödeme yaptığını<br />

iddia ile zaman aşımının kesildiğini iddia ediyor ve ödemeyi gösteren bir makbuz<br />

sunuyor. Davalı belgenin başka bir ödemeye ilişkin olduğunu veya sahte olduğunu<br />

iddia ederse, ihtilaflı noktanın ortaya çıkmasına rağmen zamanaşımı hakkında hiçbir<br />

tahkikat yapmadan karar verilebilecek midir?; Pekcanıtez/Atalay/Özekes eserlerinin<br />

11.ci basısı s.379’da, “tahkikat duruşmasının başında” da karar verilebileceğini söylüyorlar;<br />

ancak kanun sarahaten “tahkikata başlamadan evvel” diyor; onlar da bu savunmaların<br />

herhangi bir tahkikat işlemi yapılmadan karar vermenin mümkün olduğunu<br />

düşünüyorlar; mamafih Prof.Dr. Muhammet Özekes, daha evvel bunların tahkikat safhasında<br />

ele alınıp karar verilmesi gerektiğini söylemiştir; tasarıyı eleştirerek (ki eleştirdiği<br />

şekilde kanunlaşmıştır) bunların tahkikat işlemlerine de tabi olabilmesi dolayısı<br />

ile tahkikat safhasında incelenmesi gerektiğini o zaman doğru olarak belirtmektedir,<br />

bkz. Hukuki Perspektifler Dergisi Eylül 2006 No.8 s.109.<br />

513


Yavuz Alangoya <strong>MAKALELER</strong> Alangoya<br />

sağlanması amacı ile (ki bu amacın gerçekleşeceğinden de kuşku duyuyorum)<br />

yargılama kalitesini ihmal etmiş olduğunu söyleyebilirim.<br />

f. Kanunda yer alan bütün yeniliklere değinmenin bu yazı çerçevesinde<br />

olanaksız olduğunu yukarıda belirttim. Örneğin “çekişmesiz yargı” (nizasız<br />

kaza) kanunda düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu olumlu taraflardan biridir.<br />

Ben bu son bölümde uygulamada da karşılaşılabilecek iki noktaya değinmekle<br />

iktifa edeceğim.<br />

- HUMK m. 452 yeni Kanunda yer almıyor: “İadei muhakeme üzerine<br />

verilen karar aleyhine iadei muhakeme olunamaz. Bu karar ancak kabili<br />

temyizdir.” Bu düzenlemeden varılabilecek sonuç bu kısıtlamanın kaldırılmış<br />

olduğudur ki bu düzenleme ayrıca tartışılabilir. Ancak Kanuna kadar<br />

gelen gerekçenin yazarlarının tercihinin bu olmadığı anlaşılıyor: “1086 sayılı<br />

Kanunun 452 nci maddesi hükmü, kesin hükmün tabii bir sonucu olup,<br />

temyize ilişkin kural da yargılamanın iadesi davasının diğer davalardan bir<br />

farklılaşmasının bulunmaması nedeniyle bu Tasarıda yer almamıştır.”<br />

Bu kısıtlama hükmünün ne şekilde anlaşılması gerektiği hususunda<br />

muhtelif görüşler varken 25 şimdi bunun kendiliğinden anlaşılır olduğunu<br />

söylemek bir anlam ifade etmiyor. Kısıtlama, hakkın kötüye kullanılması<br />

durumu hariç artık söz konusu olmayacaktır.<br />

- Diğer nokta Kanunun tahkime ilişkin hükümlerinin tamamen değiştirilmiş<br />

olmasıdır. Bu bölüme büyük önem verildiği, komisyonu oluşturan<br />

hemen değerli bütün üyelerin medeni usulün uzmanları olmalarına<br />

rağmen, Tahkim bölümü için bir başka üyenin sonradan komisyona dahil<br />

edilmiş olmasıdır 26 . Tahkim hükümleri Milletlerarası Tahkim Kanunundaki<br />

(MTK) hükümlerin hemen aynısı alınarak kabul edilmiştir. Bu kanaatimce<br />

de doğru bir kabul şekli olmuştur. Ben burada sadece bir noktaya<br />

değinmek istiyorum. Bu noktada Kanun MTK’dan ayrılmıştır.<br />

MTK m.12c/III Hakem veya Hakem Kurulu’nun, ancak tarafların açıkça<br />

yetkili kılmış olmaları şartıyla hakkaniyet ve masafet kurallarına göre karar<br />

verebileceği hükmünü sevketmiştir. Böyle bir mutabakat bulunmaması ha-<br />

25 Bkz. Alangoya, Yeniliklerin Değerlendirmesi s.175.<br />

26 Genel Gerekçe, III. Komisyonun oluşumu (Budak Karşılaştırmalı Hukuk Muhakemeleri<br />

Kanunu s.9).<br />

514


6100 Sayılı Kanun Hakkında Mülâhazalar<br />

linde uyuşmazlığın tabi olacağı hukuk kuralları taraflarca kararlaştırılmış<br />

olmadıkça, hakemler uyuşmazlık ile en yakın bağlantı içinde olduğu sonucuna<br />

vardıkları devletin maddi hukuk kurallarına göre karar vereceklerdir<br />

(m.12c/II). 6100 sayılı Kanun İç Hukuk Tahkimini düzenleyen hükümlerinde,<br />

Milletlerarası Tahkimi düzenleyen ve UNCITRAL Model Kanunu ile<br />

uyumlu olan bu düzenleme yer almamış, İç Hukuk Tahkiminde kolay anlaşılmayacak<br />

şekilde liberal davranılmıştır 27 . Kanunun iptal davasına ilişkin<br />

(m.439) gerekçesinde, hukuki düşünce tarzı itibariyle yadırgatıcı bir muhakeme<br />

ve ifade kullanılarak “Şu husus ifade edilmelidir ki, hakem veya<br />

hakem kurulunun, hukuku doğru uygulayıp uygulamadığı meselesi bir iptal<br />

sebebi değildir. Tahkim sözleşmesel bir kurumdur. Yukarıda belirtilen riskin<br />

var olduğunu düşünen taraf öncelikle tahkim yolunu seçmez.” Görüldüğü<br />

üzere hem MTK hem UNCITRAL Model Kanunu hükümleri “degradé”<br />

edilmektedir.<br />

Tahkim alanında bu görüş muhtemelen, hakemlik yapan ve hiçbir hukuk<br />

kuralı ile bağlı olmak istemeyen bazı hukukçular tarafından savunulmaktadır.<br />

Hep belirttiğim gibi bu anlayış önemli ve birçok yararı olan tahkim<br />

kurumunun gelişmesini engeller.<br />

Kanunda, MTK 12cII ve III hükümlerine yer verilmemiş olması bazı tereddütler<br />

uyandıracaktır. Bunların tahliline burada girişmek mümkün değil<br />

ancak MTK’dan ayrılınmış olan hususlardaki tartışma hakkımızı mahfuz<br />

tutarak bir hususun kabul edilmesi gerektiğini belirtelim: Eğer taraflar tahkim<br />

sözleşmelerinde veya sonradan hakemlerin ihtilafın esasını hallederken<br />

kanuna bağlı olmaları yolunda mutabık kalmışlarsa hakemlerin buna<br />

uymaları gerekir. Buna uymamışlar veya yanlış uygulamışlarsa “yetkilerini”<br />

aşmış olurlar ve bu Kanunun m.439 (2) d bendine göre bir iptal sebebi olur 28 .<br />

SONUÇ:<br />

En başta da belirttiğim gibi hiçbir kanun mükemmel değildir. Uygulama<br />

birçok şeyi tashih eder. Gerekirse tadiller yapılır.<br />

27 Bu maddenin Kanunda yer alması önerildi, ancak kararlı şekilde reddedildi, bkz. Alangoya/Yıldırım/Yıldırım,<br />

Değerlendirme ve Öneriler s.235.<br />

28 Bkz. Alangoya, Türk Milletlerarası Tahkiminde Hakemlerin Maddi Hukukla Bağlılığı<br />

Üzerine, Erdoğan Teziç’e Armağan (Galatasaray Üniversitesi Yayınları Armağan Serisi<br />

No.5) s.821-833.<br />

515

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!