19.04.2013 Views

Modern Çağın Sorunu: Unutkanlık - Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi

Modern Çağın Sorunu: Unutkanlık - Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi

Modern Çağın Sorunu: Unutkanlık - Turgut Özal Üniversitesi Hastanesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Saðlýk Kültür Sanat ve Magazin<br />

Dergisi<br />

Sahibi<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Týp Fakültesi <strong>Hastanesi</strong><br />

Adýna Dekan<br />

Prof. Dr. M. Ramazan YÝÐÝTOÐLU<br />

2<br />

Sorumlu<br />

Yazý Ýþleri Müdürü<br />

Prof. Dr. Mikdat BOZER<br />

Yayýn Kurulu<br />

Dr. Mikdat Bozer<br />

Dr. Şenol Dane<br />

Dr. Ferah Armutçu<br />

Dr. Bünyamin Iþýk<br />

Dr. Cemile Koca<br />

Dr. Ömer Faruk Karataþ<br />

Dr. Kadir Demircan<br />

Reklam - Tanýtým<br />

Ahmet Karabudak<br />

e-mail : akarabudak@fatih.edu.tr<br />

Tasarým<br />

Ýmajans Ltd. Şti.<br />

Nenehatun Cad. 56/4 G.O.P. ANKARA<br />

Tel: 0312. 447 17 77<br />

Fax: 0312. 447 2757<br />

www.imajans.com.tr<br />

Yayýn Türü<br />

Yerel Süreli Yayýn<br />

ISSN 1305-3787<br />

Basým Tarihi<br />

20.04.2010<br />

Ýdare Adresi<br />

Misket Sokak 28/1 Beþtepe-Ankara<br />

Telefon : (0312) 203 55 55<br />

Fax : (0312) 221 32 76<br />

www.fatihmed.edu.tr<br />

e-mail : info@fatihmed.edu.tr<br />

Dergimizde yayınlanan reklam ve ilanların<br />

sorumluluğu reklam-ilan veren firmaya aittir.<br />

yaşama sanatı<br />

16-18<br />

36-37<br />

<strong>Modern</strong> <strong>Çağın</strong> <strong>Sorunu</strong>:<br />

<strong>Unutkanlık</strong><br />

Prof. Dr. Atilla İLHAN • Dr. Kebiret GÜLTOP<br />

<strong>Unutkanlık</strong> 7’den 70’e hepimizin gündelik sorunudur.<br />

Yoğun stres, zihinsel yorgunluk gibi faktörler unutkanlığa<br />

neden olabilir.<br />

Profesör Google.com ve<br />

İnternet Hastalıkları<br />

Prof. Dr. Ali KOŞAR<br />

İnternet hayatımıza girdiğinden beri birçok alanda<br />

işimizi kolaylaştırıyor, ufkumuzu açıyor, dünyadaki<br />

olaylardan, yeniliklerden haberdar olmamızı sağlıyor.<br />

Ama...<br />

Bir Geziden Geriye<br />

Kalanlar<br />

Doç. Dr. Ferah ARMUTÇU<br />

Bu güzel gezide beni en çok etkileyen mekânlardan<br />

birisi özellikle Kasımiye medresesi olup, taş işçiliğinin<br />

en güzel örnekleri ve simetrik yapılar ile süslenmiş<br />

odaların akustik özelliği gerçekten muhteşemdi.<br />

Güçlü bir<br />

Antidepresan: BALIK<br />

Prof. Dr. Şenol DANE • Dr. Ramazan YÜKSEL<br />

Üç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemiz; göl ve barajlardan<br />

zengin bir coğrafyada bulunmaktadır. Aynı<br />

zamanda sularımızda çok çeşitli balık türleri yaşamaktadır.<br />

Fakat maalesef bu bereket deryasında yeterince<br />

balık kültürüne ülke çapında sahip olamayışımız<br />

gerçekten üzüntü verici.<br />

Kapak Fotoğrafı:<br />

Hamit YALÇIN<br />

6-7<br />

24-25


20-21<br />

40-41<br />

Misafir Kalem: Desinler Diye Diye…<br />

Nazlı ÖZBURUN<br />

Bilgisayar Kullanımına Bağlı Gelişen<br />

Kas-İskelet Sistemi Hastalıkları<br />

Prof.Dr. Haşim ÇAKIRBAY<br />

Dr. Kevser GÖK<br />

Tarih: Sultan Abdülmecid Han’ın<br />

Annesi<br />

Bezmialem Valide Sultan<br />

Çocuklarda Ateş<br />

Prof. Dr. Aziz POLAT<br />

Çocuk hekimlerinin çok sık karşılaştığı,<br />

anne ve babaların da en<br />

çok korktuğu durumdur çocukların<br />

ateşlenmesi. Ateş, vücut ısısının<br />

yükselmesidir.<br />

Kalça Kireçlenmesinden<br />

Nasıl Kurtuluruz ?<br />

Prof. Dr. Mahmut KÖMÜRCÜ<br />

Dr. M. Nedim AYTEKİN<br />

Dr. Hamdullah YILDIRIM<br />

Kalçada ileri derece kireçlenme<br />

olmuşsa buna koksartroz denir. Bu<br />

kelime Latincede ‘Coxa’ (kalça) ve<br />

‘Arthrosis’ (kireçlenme) kelimelerinin<br />

bir araya gelmesiyle oluşmuştur.<br />

Böcek Allerjileri<br />

Doç. Dr. Bülent BOZKURT<br />

Havaların ısınmasıyla birlikte ortaya<br />

çıkan ortak hobilerimizden biri de pikniğe<br />

gitmektir. Ne kadar keyifli de olsa,<br />

bu sefa bazen böcek ısırma ve sokması<br />

ile cefaya dönüşebilmektedir.<br />

Meme Kanseri ve<br />

Erken Teşhis<br />

Doç Dr. Aslı KÖKTENER<br />

Uzm. Dr. Dilek KÖSEHAN<br />

Meme kanseri kadınlarda en sık<br />

görülen kanserdir. Ancak her zaman<br />

öldürücü değildir. Erken teşhisle<br />

tümüyle kurtulmak mümkündür. Ortalama<br />

her 10 kadından 1’inde meme<br />

kanseri riski vardır.<br />

10-11<br />

12-13<br />

30-31<br />

Literatürden Sağlık Haberleri<br />

Uzm.Dr.İrfan ŞENCAN<br />

8-9<br />

26-29<br />

34<br />

Fotoğraf / Yılmaz USLU 35<br />

Türkü Hikayesi:Uğruna Uğruna<br />

Gelir Dereden<br />

Ahmet KARABUDAK<br />

38-39<br />

22-23<br />

46-47<br />

Hatıra: Mum Işığında Son “Mahnı”<br />

Mustafa DURAK<br />

Şiir: Anam<br />

Özcan DEMİR<br />

Hikaye: Ne Çok Yüzün Var<br />

Senin Ey Hayat<br />

Yrd.Doç.Dr. Ömer Faruk KARATAŞ<br />

Anne ve Bebek Sağlığı Açısından<br />

Gebelik Şekeri<br />

Yrd. Doç. Dr. Aysel DERBENT<br />

Diyabet; vücutta yeterli insülin olmaması<br />

veya insülinin etki gösterememesi nedeniyle<br />

kan şekeri seviyesinin yükselmesinden<br />

kaynaklanan hastalıktır.<br />

Gebelik ve<br />

Kalp Hastalığı<br />

Yrd. Doç. Dr. Yusuf SELÇOKİ<br />

Dr. Abdullah GÜVEN<br />

Gebeliklerin yaklaşık %2’sinde annede<br />

kardiyovasküler hastalık bulunmakta ve<br />

bu bazen hem anne hem de fetüs için<br />

risk oluşturmaktadır.<br />

Manik Depresif<br />

Hastalık<br />

Uzm. Dr. Seçil ALDEMİR<br />

İki uçlu duygu durum bozukluğu” taşmaktan<br />

hareketsizliğe, uçmadan sürünmeye,<br />

doğru salınan bir sarkaç gibidir. Ciddi<br />

ve insan hayatını olumsuz etkileyen bir<br />

psikiyatrik hastalıktır.<br />

Obstrüktif Uyku<br />

Apnesi ve Yüksek<br />

Tansiyon’un İlişkisi<br />

Doç. Dr. Duygu ÖZOL<br />

Obstrüktif Uyku Apnesi; uyku sırasında<br />

üst solunum yolunun tekrarlayıcı tıkanmaları<br />

sonucu nefesin 10 saniyeden<br />

uzun süre durması ile karakterize; birçok<br />

vücut sistemini ilgilendiren önemli bir sağlık<br />

sorunudur.<br />

42-44<br />

45<br />

48-50<br />

14-15<br />

32-33<br />

Üniversitemizden Haberler 52-53<br />

Hastanemizden Haberler 54-57<br />

Müzik: Musiki Tıp İlişkisi<br />

Prof.Dr.Sadık KARA<br />

58-60<br />

KarakutuR: Tuzak<br />

Prof.Dr.Doğan ÜNAL<br />

61<br />

Doktorlarımız 62-63


İLETİŞİMİN İNCELİKLERİ<br />

• Çağımız iletişim çağı. Dünyanın neresinde olursa olsun insanlar birbirine bir telefon<br />

veya bilgisayar tuşu kadar yakın mesafede. Ancak bu yakınlık her zaman gönüllerin<br />

birbirine yakın olması anlamına gelmiyor. İnsanlar arasındaki iletişimin başarılı olması<br />

için gönüllerin birbiriyle iletişime geçmesi şart. Bunun da, iletişim uzmanları<br />

ve bilge kişilerce tespit edilen bazı inci gibi kuralları var:<br />

• İletişim kurduğumuz kişiye saygı duymalıyız. Başkalarına saygı, kendimize olan<br />

saygımızın da ifadesidir. Kendisine saygı gösterildiğini ve değer verildiğini hisseden<br />

kişi, bizi daha dikkatli ve saygılı olarak dinleyecektir.<br />

• İletişim kurduğumuz insanın penceresinden dünyaya bakabilmeliyiz. Dış dünya<br />

bazen karşımızdakinin gözünden farklı görünür. Bunun farkında olmaz ve karşımızdaki<br />

insanın yerine kendimizi koymazsak iletişim kurmakta zorlanırız.<br />

• “Gönül gönül verilerek alınır” (Hz. Mevlana). Çağdaş bir bilge “Gönlünüzde herkesin<br />

oturabileceği bir sandalye olmalıdır” der. İnciten insanlar itici olurlar ve hiçbir<br />

zaman başarılı iletişim kuramazlar.<br />

• Kimseye karşı ön yargılı olmamalıyız. Önyargıyla arkadaş olan sonunda arkadaşsız<br />

kalır, kendini yalnızlığa iter.<br />

• Asla üstünlük duygusuna kapılmamalı, mütevazi olmalıyız. Üstün olmak sırtınızı<br />

nereye dayadığınızla ilgilidir. Sırtımızı geçici ve nefsi kişisel menfaatlerimize<br />

değil, insanlığın faydasına olan güzel hizmetlere dayamalıyız. Kendine özgüveni<br />

olan kimseler alçakgönüllü olurlar, insanlarla iyi bir iletişim kurarlar.<br />

• Manipülasyon yapmamalıyız. Manipülasyon kişinin başka bir kişiyi kendi amacı<br />

ve kişisel çıkarları uğrunda yönlendirmesi ve kullanması demektir. Yönlendirildiğini<br />

ve kullanıldığını hisseden kişi kendini iletişime kapatır, hatta bize düşman bile<br />

olabilir.<br />

• Kimseyi küçümsememeliyiz.<br />

Sevgili “Yaşama Sanatı” okurları,<br />

Elinizdeki bu sayıyla beşinci yılımızı geride bıraktık. Bu sayımızda da birbirinden<br />

ilginç, birbirinden güzel konular okunmak üzere sizleri bekliyor.<br />

Baharın yüzünü gösterdiği şu günlerde, yüreğinizdeki insancıl duyguları yeşertmeniz,<br />

sağlık, mutluluk ve sevinç dolu günler yaşamanız dileğiyle…<br />

yaşama sanatı 5


NÖROLOJİ<br />

<strong>Modern</strong> <strong>Çağın</strong> <strong>Sorunu</strong>:<br />

<strong>Unutkanlık</strong><br />

Prof. Dr. Atilla İLHAN<br />

Dr. Kebiret GÜLTOP<br />

F.Ü.H. Nöroloji Anabilim Dalı<br />

U<br />

nutkanlık 7’den 70’e hepimizin gündelik sorunudur.<br />

Yoğun stres, zihinsel yorgunluk gibi faktörler<br />

unutkanlığa neden olabilir. İsimleri, telefon<br />

numaralarını, eşyalarımızın yerini, söz verdiğimiz<br />

halde arkadaşımızı aramayı, alış verişe çıkarken alacaklarımızı<br />

unuttuğumuzda “bugünlerde çok unutkan oldum” deriz.<br />

Bu durum bazen sorulan soruları tekrarlama, yolları, mekanları<br />

karıştırma, işte verimliliğin düşmesi, çevreye ve hobilere<br />

ilgide azalma ile de kendini gösterebilir. Oysa günlük yaşamı<br />

çok etkilemediğini düşündüğümüz unutkanlıklar, ileri yaşlarda<br />

görüldüğünde “bunama” olarak bilinen “demans” adlı hastalığın<br />

habercisi olabilir.<br />

<strong>Unutkanlık</strong> Neden İleri Gelir?<br />

Unutkanlığın yüzlerce sebebi olabilir.Bunlar arasında Alzheimer<br />

Hastalığını, ilaçları, alkolü, B12 vitamini eksikliğini, tiroid<br />

bezinin yetersiz çalışmasını, inmeleri yani felçleri, Parkinson<br />

hastalığını, depresyonu, şizofreniyi, hidrosefaliyi, beyin<br />

tümörlerini, epilepsiyi (sara hastalığı) başlarda saymak gerekir.<br />

6<br />

yaşama sanatı<br />

İleri Yaşta İnsanlar Daha Unutkan mı Olurlar?<br />

Genellikle öyle olmakla birlikte bu bir kural değildir.100<br />

yaşında olduğu halde aritmetik dersi verebilen olduğu gibi, bir<br />

gün evvel tanıştığı insanı unutan 65 yaşında bir kişi de olabilir.<br />

Ancak şurası da bir gerçektir ki insanlar yaşlandıkça hatta<br />

50 yaşından itibaren hafıza fonksiyonlarında hafif de olsa bir<br />

azalma gösterirler;örneğin bir ismi daha geç hatırlarlar, bir<br />

yüzü daha geç hatırlarlar, belli bir sürede örneğin şehir adlarını<br />

daha az sayıda söylerler.<br />

<strong>Unutkanlık</strong> Ne Zaman Hastalık Sayılır?<br />

<strong>Unutkanlık</strong> kişinin günlük işlevlerini bozduğu zaman hastalık<br />

sayılır.<br />

Kişi;- Biraz önceki konuşmayı unutuyor - Söyleyeceği kelimeleri<br />

sık sık unutuyor - Kısa süre önce görüştüğü kimseleri<br />

hatırlayamıyor - Bankadan parasını çektiği halde hatırlamıyor<br />

- Makbuzları ödemediği halde ödediğini söylüyor - Önem<br />

verdiği randevularını unutuyor - Günü,ayı,mevsimi,yılı hatır-


lamıyor - Alışveriş-parasını tam verme, parasının üstünü tam<br />

almayı yapamıyor - Daha evvel rahatlıkla bulduğu adresleri<br />

bulamıyor veya kayboluyor - Sık gördüğü akrabalarının ismini<br />

ve yüzünü unutuyor - Kendi başına karar veremiyor-Sorun<br />

çözemiyor (örneğin bir musluğun bozulması sonucu evi su<br />

bastığında su ana vanasından suyun kesilmesi gibi bir çare)<br />

ise, bu ve buna benzer yakınmaları var ise unutkanlık hastalık<br />

ölçüsüne gelmiş demektir<br />

Unutkanlığın Çaresi Var mıdır?<br />

<strong>Unutkanlık</strong> için ilaç ile tedavi öncesinde mevcut unutkanlığın<br />

basit unutkanlık mı (örneğin yaşlılıkta gördüğümüz ve<br />

hastalık ölçüsünde olmayan) mı yoksa hastalık ölçüsünde<br />

olan unutkanlık mı,yoksa B12 vitamini, tiroid yetersizliği,<br />

depresyon gibi nedenlere bağlı mı olduğunu ortaya çıkarmak<br />

gerekir. İnsanın kaygılı olduğunda unutkan olabileceğini,hatta<br />

bunun için yaşlı olması gerekmediğini de hatırlamak gerekir.<br />

Depresyonlu bir kişide depresyonun tedavisi ile, B12 vitamini<br />

eksikliği olanda B12 vitamininin verilmesi ile, tiroid bezinin<br />

yetersiz çalıştığı durumlarda tiroid hormonunun verilmesi ile,<br />

unutkanlığın bir ilacın yan etkisi olarak ortaya çıktığı durumlarda<br />

o ilacın kesilmesi ile unutkanlıkta kesin çözüme yaklaşılabilir.<br />

Ancak bu gibi ikincil nedenlerin bulunmadığı örneğin<br />

yaşlanmaya bağlı basit unutkanlıkların azaltılması veya daha<br />

az ölçüde gelişmesini sağlamak için başka yaklaşımlar vardır.<br />

Bunama Kaçınılmaz mıdır?<br />

Bir kişinin 100 yaşında olduğu halde bunaması bulunmayabilir,<br />

başka bir kişinin 65 yaşında olmasına karşın bunaması<br />

bulunabilir. Ancak kesinlikle bilinen gerçek; bunamanın yaşın<br />

artması ile belirgin artış göstermesidir. Bu gerçekler rakamlarla<br />

açıklanırsa; 65 yaş öncesi bunama sıklığı %1 iken, 65-75<br />

yaş aralığında %6-7, 75-85 yaş aralığında %15-20, 85-95 yaş<br />

aralığında %40-50, 95 yaş üstünde %60 ve üzeri sıklıkta görülür.<br />

Aileden,atadan geçebilir mi? Aileden,atadan geçebilme oranı<br />

tüm bunamaların %1-2’si için geçerlidir. Dikkati çeken özellik<br />

ırsi olanların orta yaş grubunda görülmesine karşın, çok büyük<br />

çoğunluğu oluşturan ırsi olmayan şeklin ekseri 65 yaşından<br />

sonra görülmesidir<br />

Unutkanlığı Önlemek İçin Neler Yapılabilir?<br />

● Unutulan bir kelime veya yüzün hatırlanması için daha<br />

çok çaba gösterilmesi, vazgeçilmemesi<br />

● Bulmaca çözülmesi<br />

● Yoğun zihinsel aktivite gerektiren satranç gibi oyunların<br />

oynanması<br />

● Kitap okunması ve okunan metin için zaman zaman yorum<br />

yapılması, okunanların daha sonra özetinin düşünülmesi<br />

● Radyonun ve TV’nin aktif dinleyici ve izleyici olarak<br />

izlenmesi, tartışma içeren konular sırasında yorum yapılması<br />

● Yabancı dildeki kelimelerin ezberlenmeye çalışılması<br />

● İçe dönük, eve kapalı kaygılı olmak yerine daha dışa<br />

dönük, daha konuşkan, sosyal aktivitelere katılmak<br />

● Düzenli uyku , düzenli beslenme<br />

● Düzenli ve yaşla uyumlu fiziksel aktivite<br />

● Sigara ve alkol içilmemesi<br />

● Olumsuz konuşma ortamı ve yayınlardan mümkün olduğu<br />

kadar uzak kalmak<br />

● Hayattan zevk almama, uyku sorunları, iştah kaybı, kendine<br />

zarar verici davranışlar gibi durumlarda hekim yardımının<br />

istenmesi.<br />

yaşama sanatı 7


ÇOCUK SAĞLIĞI<br />

ocuk hekimlerinin çok sık karşılaştığı, anne ve<br />

Ç<br />

babaların da en çok korktuğu durumdur çocukların<br />

ateşlenmesi. Ateş, vücut ısısının yükselmesidir. Normalde<br />

koltuk altından ölçülen vücut ısısı 36.5 – 37.3<br />

derecedir. Çocuğun vücut ısısı koltuk altından ölçüldüğünde<br />

37.4 derece, ağız içinden 37.5 derece, kulaktan 37.8 derece,<br />

popodan ölçüldüğünde 38 C nin üzerinde ise "ateşli çocuk"<br />

olarak tanımlanır. Çoğu zaman ateş bir enfeksiyon belirtisidir.<br />

Vücuda girmiş olan mikroorganizmalar (bakteri, virus, parazit,<br />

mantar) ateşe sebep olur. Mikroorganizmaların kendileri<br />

veya parçaları veya salgıladıkları maddeler (pirojenler) monosit,<br />

makrofaj ve epitel hücrelerinden interlökin denilen maddeleri<br />

salgılatır. Bunlar da Prostaglandin E2 (PGE2) aracılığı<br />

ile vücudumuzun ısı merkezi olan hipotalamusu uyararak ateş<br />

eşiğini yükseltirler. Bu sırada titreme, üşüme olur. Ateş yararlı<br />

bir reaksiyon olmasına rağmen çok arttığı ve hızlı yükseldiği<br />

zaman çocuğa zararlı olabilir. Ateş çocukların acil servise getirilmelerine<br />

yol açan önemli bir durumdur.<br />

8<br />

Prof. Dr. Aziz POLAT<br />

F.Ü.H. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı<br />

yaşama sanatı<br />

Aşağıdaki durumlar var ise ateş önemli bir hastalık belirtisidir,<br />

derhal doktora başvurmak gerekir.<br />

uAteş ile beraber havale geçirme<br />

uÜç aylıktan küçük bebeklerde ateş<br />

uPrematürelerde ateş<br />

uAteş düşürücü şuruplarla düşmeyen ateş<br />

uÜç günden uzun süren ateş<br />

uCiltte kırmızı, mavi döküntülerin olması<br />

uDevamlı uyuklama, sayıklama olması<br />

uTekrarlayan kusma ve ishal olması<br />

Çocuklarda En Sık Ateş Sebepleri<br />

uÜst solunum yolu enfeksiyonları (farenjit, tonsillit(bademcik<br />

iltihabı), otit (kulak iltihabı), sinüzit, larenjit, nezle, grip)<br />

uAlt solunum yolu enfeksiyonları (bronşiolit, pnömoni (zatürre)


uİshalli hastalıklar (rotavirus, dizanteri)<br />

uİdrar yolu enfeksiyonları (idrar yaparken yanma, sık idrara<br />

gitme, idrarda koyuluk, kan gelmesi)<br />

uDöküntülü hastalıklar (kızamık, kızamıkçık, suçiçeği,<br />

EMN)<br />

uAğır enfeksiyonlar (menenjit, ensefalit, kemik iltihabı)<br />

Ateş Nasıl Düşürülür?<br />

Çocuğunuzun üzerindeki elbiseleri çıkarın, üzerini örtmeyin.<br />

Oda sıcaklığını düşürün. Hafif ateş bu şekilde düşecektir. 38<br />

dereceyi geçen ateşte parasetamol içeren şuruptan çocuğun<br />

kilosuna uygun şekilde içirin. Şurup içmeyen veya kusan<br />

çocuklara fitil verilebilir. Ateş düşerken terleme ile sıvı kaybı<br />

meydana geldiğinden sık sık su vermeyi ihmal etmeyin. Islak<br />

iç çamaşırlarını değiştirin. Ateş 39 derecenin üzerindeyse<br />

çocuğunuzu tamamen soyun, yatağına bir havlu serin, üzerine<br />

yatırın. Islak bir sünger ya da bezle boyun, koltuk altları,<br />

bacak araları ve büklüm yerlerini sık sık silin. Bu iş için buzlu,<br />

kolonyalı, sirkeli su değil sadece ılık su kullanın. 4 saatten<br />

önce tekrar ateş şurubu veya fitil vermeyin. Ateş düşmezse<br />

doktorunuza başvurun.<br />

Ateşli Havalede Ne Yapılmalı?<br />

Yaptığınız tüm müdahalelere rağmen çocuğunuz gözlerini bir<br />

noktaya dikip sizinle iletişimini kaybeder, ağzı köpürür, vücudunda<br />

kasılmalar meydana gelirse ilk yapılacak şey paniğe<br />

kapılmamaktır. Onu hemen yere yatırın, ayıltmaya çalışmayın,<br />

sağa sola koşup yalnız bırakmayın, yanında durun. Kusarsa<br />

gövdesini ve başını bir yana çevirin. Dişlerinin arasına elinizi<br />

ya da bir cismi sokuşturmaya çalışmayın, zorlamayın. Havale<br />

“ Ateşli havale çocukluk çağında<br />

sık görülen nöbet türüdür. Altı<br />

ay ile 5 yaş arasındaki çocukların<br />

% 2-4’ünde görülür. Kardeşinde<br />

veya anne-babasında<br />

ateşli havale geçirme hikayesi<br />

varsa çocukta ihtimal artar.<br />

”<br />

bir kaç dakika içinde kendiliğinden duracaktır. Havale geçiren<br />

çocuğu soğuk duşun altına sokmayın. Havale durduktan sonra<br />

doktorunuza başvurun. O gereken tedaviyi düzenleyecektir.<br />

Eğer havale durmuyorsa vakit geçirmeden acil servisi olan bir<br />

hastaneye götürürün.<br />

Ateşli havale çocukluk çağında sık görülen nöbet türüdür. Altı<br />

ay ile 5 yaş arasındaki çocukların % 2-4’ünde görülür. Kardeşinde<br />

veya anne-babasında ateşli havale geçirme hikayesi<br />

varsa çocukta ihtimal artar. Ateşli havaleler tekrarlayabilir.<br />

15 dakikadan kısa süren, 24 saat içinde bir kez olan, menenjit<br />

bulgusu olmayan, tüm vücutta kasılma şeklinde olan havale<br />

tipine basit ateşli havale denir. 15 dakikadan uzun sürerse,<br />

24 saat içinde birden fazla tekrarlarsa, tüm vücutta değil kol<br />

ve bacaklarda ise karmaşık nöbettir. Fakat çocukların çoğunda<br />

(%85) basit nöbet görülür ve beyinde hasara yol açmaz.<br />

Önceden havale geçiren çocuklar ateşlendikleri zaman hemen<br />

müdahale edilmeli, çocuğun üzeri soyulmalı, ılık bezle pansuman<br />

yapılmalı, ateş düşürücü fitil veya şurup verilmelidir.<br />

Aspirin asla kullanılmamalıdır.<br />

Çocuğunuzu Ateşli Hastalıklardan Korumak İçin<br />

Yapılması Gerekenler<br />

u Bebeklik aşılarını düzenli olarak yaptırınız<br />

u Anne sütü ile beslemeye 2 yaşa kadar devam ediniz<br />

u Bol sıvı veriniz, meyve sebze yediriniz<br />

u Kalabalık ve kapalı ortamlarda uzun süre durmayınız<br />

u Ev ve odaları havalandırınız<br />

u El ve besin temizliğine dikkat ediniz<br />

u Hastalıklı kişilerden uzak durunuz<br />

Sonuç<br />

Tüm önlemlere rağmen çocuklar yılda 5-6 kez ateşli hastalık<br />

geçirebilirler. Kreşe, anaokuluna başladıkları yıl bu sayı daha<br />

da artabilir. Her ateşli durumda antibiyotik kullanmak gerekmeyebilir.<br />

Antibiyotikler ateş düşürücü değillerdir ve rastgele<br />

kullanılmamalıdır. Ateş bazen önemli bir hastalık belirtisi<br />

olabilir, ihmal edilmeden doktorunuzla görüşmeniz gerekir.<br />

Sağlıklı günler dilerim.<br />

yaşama sanatı 9


MİSAFİR KALEM<br />

10<br />

NAZLI ÖZBURUN<br />

Evlilik ve Aile Danışmanı - Sosyolog<br />

Desinler Diye Diye...<br />

U<br />

slu çocuk desinler diye her zaman bir şeker alırdım<br />

şekerlikten, öncesinde annemin gözlerinin içine<br />

bakıp onay mesajını aldıktan sonra. Temiz çocuk<br />

desinler diye her zaman beyaz giydirirdi annem.<br />

Saçlarımı da sımsıkı toplar en beyazından kurdele takardı.<br />

Kendisine iyi anne, bana da örnek öğrenci desinler diye.<br />

Örnek gösterilirdim gösterilmesine ama çocukluk hayatım<br />

boyunca şımarık demesinler diye kim bilir ne çok şeyi içimde<br />

ukde bıraka bıraka yapmamışımdır. Bu tabi ki bir şikayet değil<br />

bir saptama yalnızca.<br />

Bugün insan olarak hep bir şeyleri refere alıyoruz ve bazı<br />

yaşama sanatı<br />

şeylere gereğinden fazla önem verdiğimiz için de birçok şeyi<br />

bozuyoruz, kaçırıyoruz. Acı çekip, acı çektiriyoruz. Kendimiz<br />

olamıyoruz çoğu kere. Otantik var oluşumuzu gerçekleştiremiyor,<br />

fiziksel görünümü muntazam ama psikolojik yapılanması<br />

bir hayli bozulmuş varlıklara dönüşüyoruz.<br />

Anneler çocuklarının adına onların yetiştiremediği ödevleri<br />

yapıyor çocuk düşük not almasın diye. Evde misafir öncesi<br />

terör estiriyor bir başkası, ne kadar düzenli becerikli desinler<br />

diye.<br />

Ne kadar uyumlu giyiniyorsun desinler diye ömrünün büyük<br />

kısmını mağazalarda renkleri birbirine uydurmaya çalışıyor


ir diğeri… Ömrü mutfakta “en ince dolmaları saran” olmak<br />

için geçiyor bir başkasının…<br />

İstediği bölümü seçemiyor, seçtirilmiyor bir diğeri… Doktor<br />

desinler, mühendis desinler diye… Doktor oluyor ama mutlu<br />

olamıyor mesela. Ne kendine, ne hastasına hayrı dokunmuyor<br />

sonra da… Ama diğerleri memnun oluyorlar ve oğlum doktor<br />

oldu diyebiliyorlar. Mahalleli de durumdan payını alıyor…<br />

Derse girdi desinler diye derse girmek, dinliyor görünmek için<br />

dinliyormuş gibi rol kesmek… Diploma aldı diye her türlü<br />

meşru olmayan yolla diploma sahibi olmaya çalışmak, yoklamada<br />

var görünmek için yerine imza attırmak…<br />

“Çeyizi ne çoktu” desinler diye göz nurunu, gençliğini, kanaviçeler,<br />

danteller arasında harcıyor bir diğeri… Sonrasında<br />

belki de hiç kullanmayacağı düzinelerce havlu ve çetik yapıyor,<br />

desinler diye… Annesi, babasından gizli gizli tenceretabak<br />

taşıyor eve, “kızının çeyizi ne güzeldi” desinler diye…<br />

Birçok yalan karışıyor, bazen gözyaşı… Ama olsun mahalleli<br />

memnun…<br />

Bir adam kendine kılıbık demesinler diye kahveye alışıyor. Bir<br />

genç kendisine “çocuk” demesinler diye ilk sigarasını yakıyor.<br />

Bir genç kız “erkek arkadaşı yok” demesinler diye gelen ilk<br />

teklife evet diyebiliyor. Bir kadın dul demesinler diye her gün<br />

dayak yediği adama katlanabiliyor. Enayi demesinler diye bir<br />

başkası diğerini aldatabiliyor…<br />

“Düğünü ne şaşaalıydı” desinler diye bir yığın borcun altına<br />

girip beş yıl sürünenler, “evi var” desinler diye bankalardan<br />

kredi alanlar, sonrada icralık olanlar,“gelinliği son modeldi”<br />

desinler diye öncelikli ihtiyaçlardan kısıp bir defa giyilecek<br />

gelinliğe para saçanlar… Daha neler neler...<br />

Evlenemedi evde kaldı demesinler diye evlenmek, ucuza gitti<br />

demesinler diye bir ömür zengin koca veya güzel kadın bek-<br />

lemek… Ne yaparsanız yapın sonuçta insanlar bir şey diyecekler..<br />

Eminim ki her birimiz bu örneklerden en az birine kendimizi<br />

yakın hissetmişizdir. Peki, bu neden böyle? İnsanın ömrü<br />

"aman demesinler" ya da "desinler" arasında mekik dokuyarak<br />

geçip gidiyor. İnsan neden diğerlerinin ne düşündüğünü<br />

bu kadar çok önemsiyor ve kendine rağmen böyle davranabiliyor…<br />

Sosyal etkilenme ve etkileme, insanın bir özelliği olarak fıtratında<br />

var. Ama her şeyde olduğu gibi, denge kaçtığında, tek<br />

hedef toplumsal beklentiler olduğunda amaçlar ve araçlar birbirine<br />

karışıyor. İnsan tek başına olamayan bir varlık. Kendi<br />

hayatına şahitler arıyor. Beğenilmek onaylanmak istiyor. İşte<br />

tam da bu noktada, toplumun onayı kendi beklentisine uygun<br />

olan koşullu bir onay olduğu için çoğu kere kişi kendi için iyi<br />

olanı seçmek yerine toplumsal beklentiye uygun olanı seçebiliyor.<br />

Kendi içinde uyumu yakalayamadığı için de bir süre sonra<br />

mutsuzluk ve hayal kırıklıkları doğmaya başlıyor. Çünkü<br />

“başkası iyi desin” diye yapmak, yapılan şeyi bizim için iyi<br />

yapmaya yetmiyor. Kendi gerçekliğinden hareket etmeden,<br />

sırf “desinler” diye yapmak işin mahiyetini de bozuyor. Kişiler<br />

memnun olamıyorlar.<br />

İşin doğrusu, sosyal bir gerçeklik içinde yaşadığımızı bilerek<br />

ama kendi gerçekliğimizden hareketle hayatımıza bir yön<br />

vermek. Referans noktasını toplumsal yapının belirlemesiyle<br />

değil, ilahi olanın ölçüleriyle belirleyerek karar vermek…<br />

Yoksa insanlar bugün bunu der, yarın bir başkasını.<br />

Desinler diye diye yaşamanın faturası ağır. İnsan kendisine<br />

verilmiş olan özgürlüğün kıymetini bilmeli ve desinler diye<br />

değil doğru olduğunu düşündüğü için yapmalı her ne yapıyorsa<br />

vesselam…<br />

yaşama sanatı 11


FİZİKSEL TIP VE<br />

REHABİLİTASYON<br />

12<br />

Prof.Dr.Haşim ÇAKIRBAY<br />

Dr. Kevser GÖK<br />

F.Ü.H. Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı<br />

Bilgisayar Kullanımına Bağlı Gelişen<br />

Kas-İskelet Sistemi Hastalıkları<br />

S<br />

on yıllarda çalışanlar arasında bilgisayar kullananların<br />

sayısı belirgin olarak artmıştır. Bilgisayar<br />

kullanımının hızla artması, çeşitli mesleki kas<br />

iskelet hastalıklarının gelişimine sebep olmaktadır.<br />

Dünya Sağlık Örgütü tarafından 1998’de dünyada 150 milyon<br />

bilgisayarın kullanıldığı belirtilmiştir. Bilgisayar kullananlarda<br />

tekrarlamalı hareketler, postür bozukluğu, statik pozisyonda<br />

duruş, yanlış klavye pozisyonu, uzun süre klavye kullanımı,<br />

“mouse” kullanımı ve ergonomik koşullarda yetersizlik gibi<br />

etkenler, bilgisayar kullanımına bağlı kas iskelet hastalıkları<br />

için risk faktörü olarak kabul edilmiştir. Özellikle boyun,<br />

omuz, dirsek, el ve elbileği; daha az sıklıkla sırt ve beli tutan<br />

hastalıklar bilgisayar kullananlarda yaygın olarak görülmektedir.<br />

Bilgisayar kullananlarda ayrıca halsizlik, yorgunluk, baş ağrısı,<br />

gözde bulanık görme, sık göz kırpma isteği, gözde ağrı ve<br />

kaşıntı, çift görme, uykusuzluk ve kendini mutsuz hissetme,<br />

günlük aktivitelerden zevk alamama, konsantre olamama,<br />

stres altında hissetme gibi emosyonel sorunlar da görülebilir.<br />

Bilgisayar kullanımı sonucunda gelişen bu sorunlar ülke ekonomilerini<br />

de olumsuz yönde etkilemektedir. Bilgisayar kul-<br />

yaşama sanatı<br />

lanımıyla mesleki kas iskelet sistemi hastalıklarının sıklığının<br />

ve maliyetinin dramatik olarak arttığını bildirilmektedir. Kas<br />

iskelet sistemi semptom ve hastalıkları bilgisayar kullanımının<br />

süresiyle de ilişkilidir. Uzun süre bilgisayar kullanımında<br />

kas-iskelet sistemi rahatsızlıkları artmaktadır.<br />

Mesleki Kas İskelet Hastalıklarının risk faktörleri iş ile ilgili<br />

ve kişisel olarak ikiye ayrılmaktadır :<br />

İş İle İlgili Risk Faktörleri:<br />

a. Fiziksel risk faktörleri: Statik vücut pozisyonları, kötü postür,<br />

tekrarlamalı, zorlamalı ve aşırı güç harcamalı hareketler,<br />

alışılmamış iş aktiviteleri<br />

b. Ergonomik risk etkenleri: Sandalyenin, masanın, ekranın,<br />

klavyenin ve mouse’un yüksekliğinin çalışana uygun olmaması,<br />

aydınlatmanın yetersiz olması<br />

c. Psikososyal risk faktörleri: İş memnuniyetsizliği, yetersiz iş<br />

arkadaşı desteği, ağır iş yükü, yetersiz iş organizasyonu<br />

Kişisel Risk Faktörleri: Cinsiyet, yaş ve sigara kullanımı<br />

gibi etkenlerdir.


Bilgisayar kullananlarda en sık görülen mesleki kas iskelet<br />

sistemi hastalıkları ;<br />

• Boyun, omuz, bel ve sırt ağrıları<br />

• Yaygın kas ağrıları<br />

• Tendinitler<br />

• Sinir sıkışmaları<br />

(Bilgisayar kullanımıyla birlikte el bileğinden geçerken median<br />

sinir sıkışabilir. Elde uyuşma ve güçsüzlüğe neden olabilir.)<br />

Korunma ve Ergonomi<br />

Korunmanın temel amacı çalışanın konforunu sağlayarak<br />

verimliliği arttırmaktır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda<br />

kapsamlı korunma eğitimi programlarının; iş memnuniyetini,<br />

yaşam kalitesini, çalışanın konforunu, yaralanma ve stres üzerindeki<br />

kontrolünü iyileştirmede, üretkenlik ve verimliliğini<br />

artırmada etkinliği kanıtlanmıştır. Uzun dönem izlemeli çalışmalarda<br />

medikal harcamalar, iş günü kaybı, sigorta tazminat<br />

ödemeleri ve işe dönüş üzerindeki etkinlikleri kanıtlanmıştır .<br />

Kas iskelet semptomlarının oluşumu ile risk faktörlerin ilişkisi<br />

temel alınarak, bilgisayar kullananlara korunma ve ergonomi<br />

eğitiminin verilmesi ile mesleki kas iskelet sistemi hastalığı<br />

sıklığı azaltılabilir.<br />

Biyomekanik analizlerle; çalışma pozisyonu ve vücudun<br />

kullanımı, sandalye, masa, ekran, “mouse” gibi ekipmanın<br />

çalışana uygunluğu, tekrarlamalı aktivitelerin sıklığı ve süresi,<br />

alışılmadık aktiviteler, aydınlatma ve ısıtma gibi çevresel<br />

etkenler değerlendirilir.<br />

Bilgisayar Kullanırken Alınması Gereken Önlemler:<br />

a. Dirsek vücuda yakın olmalıdır.<br />

b. Klavye dirseklerden hafif aşağıda olmalıdır. Çok alçakta<br />

veya yüksekte olmamalıdır.<br />

c. Ekranın en üst kısmı gözle aynı hizada olacak şekilde yerleştirilmeli,<br />

ekranın uzaklığı yaklaşık kol uzunluğunda<br />

olmalıdır.<br />

d. Mouse uzakta olmamalı, mouse klavyenin hemen yanında<br />

durmalıdır.<br />

e. Sandalye kol destekli, hareketli, yüksekliği ayarlanabilir<br />

olmalı.<br />

f. Sandalyede otururken belin doğal eğimi desteklenmelidir.<br />

Median sinir bilekten geçerken sıkışmaktadır<br />

Kalp ne ile doluysa dudaklardan<br />

o dökülür gider.<br />

Goethe<br />

Gelişmiş ülkelerde bilgisayar kullanımına bağlı oluşan kas<br />

iskelet sistemi hastalıklarının sıklığındaki artışın etkisiyle<br />

ergonomi eğitimi hızla yaygınlaşmaktadır. Ülkemizde ise<br />

2003 yılında yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanununda, İş<br />

sağlığı ve güvenliği ile ilgili önemli birçok değişiklik yapılmıştır.<br />

Yönetmeliklerde ilk kez ergonomiden bahsedilmiştir.<br />

Ekranlı Araçlarla Çalışma Yönetmeliğinde işveren, çalışanın<br />

sağlığını ve güvenliğini korumak amacıyla mesleki risklerin<br />

önlenmesi için, ergonomi eğitimi ve ergonomik iyileştirmeleri<br />

yapma, her türlü önlemi alma konusunda; işçilerde eğitime<br />

katılmak ve iş sağlığı ve güvenliği konusunda her türlü önleme<br />

uymakla yükümlü kılınmıştır.<br />

yaşama sanatı 13


KADIN DOĞUM<br />

14<br />

Yrd. Doç. Dr. Aysel DERBENT<br />

F.Ü.H. Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı<br />

D<br />

iyabet; vücutta yeterli insülin olmaması veya<br />

insülinin etki gösterememesi nedeniyle kan şekeri<br />

seviyesinin yükselmesinden kaynaklanan hastalıktır.<br />

İnsülin pankreasdan salgılanan bir hormondur,<br />

vücudumuzdaki hücrelerin enerji ihtiyaçları için<br />

gereken şekeri kandan alabilmesini sağlamaktadır.<br />

Gebelik sırasında bebeğin eşinden (Plasenta) salgılanan<br />

çeşitli hormonlar insülinin vücuttaki etkilerini bloke etmektedir.<br />

Bu nedenle normal gebelerde hafif kan şekeri yükselmesi<br />

olağandır. Bunun amacı gelişmekte olan bebeğe yeterli<br />

glükozu sağlama gayretidir. Gebeler, bu değişikliklerle<br />

başedebilmek için daha fazla insülin üretmeye başlar. Ancak<br />

bazı gebe kadınların vücudu gebelikte artmış olan bu ekstra<br />

insülin ihtiyacını karşılayamaz ve gestasyonel diyabet<br />

ortaya çıkar. Gestasyonel diyabet gebelik sırasında başlayan<br />

şeker hastalığıdır. Gestasyonel diyabet tüm gebe kadınların<br />

%5 kadarında görülmektedir. Genellikle gebeliğin altıncı ayı<br />

civarında gelişmektedir, bazen 20. hafta gibi erken dönemde<br />

de ortaya çıkabilmektedir. Ne mutlu ki çoğu hastada bebek<br />

doğduktan sonra kan şekeri normale dönmektedir.<br />

yaşama sanatı<br />

Diyabet Riskinin<br />

Arttığı Durumlar Nelerdir?<br />

Neden bazı kadınlarda gebelikte diyabet gelişip<br />

bazılarında gelişmediği bilinmemektedir. Ancak<br />

aşağıda sıraladığımız özellikleri olan kişilerde risk artmaktadır:<br />

• Ailesinde diyabet öyküsü olanlar<br />

• Daha önceki gebelikde iri bebek doğurmuş olanlar<br />

• Önceki gebeliklerde açıklanamayan bebek ölümü öyküsü<br />

olanlar<br />

• Aşırı kilolu gebeler<br />

• Polikistik over sendromu olanlar


Belirtileri Nelerdir?<br />

Çoğu hastada dikkat çekici belirti ve bulgu vermez. Bazı<br />

hastalarda çok su içme ve sık idrara gitme, yorgunluk şikayetleri<br />

olabilir. Ancak bunlar normal gebelerde de görülebilir.<br />

Doktora Ne Zaman Başvurmak Gerekir?<br />

İdeal olan gebelik öncesi doktora başvurmaktır. Bu muayenede<br />

gebelikte risk oluşturabilecek diğer tıbbi sorunların yanısıra<br />

diyabet açısından da risk durumunuz belirlenip gerekli<br />

tetkikler yapılacaktır. Gebelikte ise 6. ayda 50 gram şeker<br />

yükleme testi ile riskli grup belirlenmekte, riskli gruba 100<br />

gram şeker yükleme testi yapılarak gebelik diyabeti olanlar<br />

belirlenmektedir. Gebelik diyabeti olan kadınların doğumdan<br />

6 hafta sonra tekrar şeker yükleme testi yaptırmaları ve<br />

hastalığın kalıcı olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir.<br />

Gestasyonel diyabetli kadınların %30 kadarında ileri<br />

yıllarda kalıcı diyabet gelişmektedir.<br />

Gestasyonel Diyabetin Anne ve Bebeğe Etkileri Nelerdir?<br />

Kan şekerinin yüksek olması ve tedavi edilmemesi halinde<br />

bebeğe giden şeker miktarı artar ve bebek fazla insülin yapmaya<br />

başlar. İnsülin fazlalığı bebekte aşırı büyümeye yol<br />

açar. Bebek fazla idrar yaptığından suyu çok olur. Doğum<br />

sonrası bu bebeklerde ani kan şekeri düşüklüğü ve nöbet<br />

geçirme olabilir. Bu nedenle damaryolundan şekerli serum<br />

vermek gerekebilir. Yenidoğan sarılığı, solunum sıkıntısı<br />

gibi problemler daha fazla olur. Bu bebeklerde ileriki hayatlarında<br />

obezite ve diyabet daha sık görülmektedir.<br />

Gestasyonel diyabet annenin sağlığını da etkiler. Gebelik<br />

tansiyonu ve preeklampsi (tansiyonla birlikte idrarda protein<br />

atılması, ödem) riski artar. Preeklampsi de gebeliğin ciddi<br />

problemlerinden biridir. Bebek iri olduğunda zor doğuma<br />

neden olup anne ve bebekte hasar oluşmasına yol açabilir.<br />

Sezeryan ihtimali artar.<br />

Gestasyonel Diyabetin Tedavisi Nasıldır?<br />

Kan şekerini kontrol altında tutacak (şekerin aşırı yükselme<br />

ve düşmelerini engelleyen) bir diyet (beslenme planı) uygulanır.<br />

Diyetisyen tarafından hastanın öğünleri planlanır. Aşırı<br />

şeker içeren tatlı, pasta, şekerleme, dondurma gibi gıdalar<br />

kesilir. Doğal şeker içeren meyveler belli miktarlarda tercih<br />

edilir. Kan şekeri düzeyi ve kilo alımına göre diyetisyen<br />

yemek ve ara öğünleri planlar.<br />

Hastanın düzenli egzersiz yapması kan şekeri kontrolünü<br />

kolaylaştırır, kendini iyi hissetmesini sağlar. Yürümek<br />

gebeler için en kolay ve uygun egzersizdir, yüzme veya<br />

hoşlandıkları diğer egzersiz türlerini de doktora danışarak<br />

yapabilirler. Daha önce egzersiz yapmayan bir gebe günde<br />

5- 10 dakika ile başlamalıdır. Alıştıkça süre 30- 40 dakikaya<br />

kadar artırılabilir. Daha uzun süreli ve sık aralıklarla yapılan<br />

egzersiz kan şekerini daha çok kontrol edebilmektedir. Gebe<br />

kadının aşırı yorucu ve vücut ısısını çok artıran egzersiz yapması<br />

uygun değildir. Hastanın yaşına göre nabız sayısının<br />

egzersiz sırasında 140-160 atımı geçmemesi uygundur. Baş<br />

dönmesi, bel veya başka yerinde ağrısı olursa hemen egzer-<br />

Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe<br />

insan yeni okyanuslar keşfedemez.<br />

Andre Gide<br />

sizi bırakıp, dinlenmeli, ağrı sürerse doktorunu aramalıdır.<br />

Uterusta kasılmalar (doğum ağrısı) varsa, vajinal kanama<br />

veya su gelmesi durumunda hastaneye gitmesi gerekir.<br />

Kanda şeker seviyesine düzenli aralarla bakılarak gebelik<br />

diyabeti takip edilir. Kan şekerinin açlıkta 105 mg/dl’den<br />

yemekten 2 saat sonra 120 mg/dl’den az olması normaldir.<br />

Kan şekeri bu değerlerin üstünde olan hastalara şekeri düşürebilmek<br />

için insülin başlanması gerekebilir.<br />

Doğumdan Sonra Ne Olur?<br />

Çoğunlukla doğumdan sonra hastaların kan şekeri düşmektedir.<br />

Bazı hastalarda diyabet kalıcı olabilir. Bu nedenle<br />

doğumdan 6- 8 hafta sonra şeker yükleme testi yaptırmaları<br />

gerekir.<br />

Gebelikten sonra diyabetin iyileştiği kadınlarda sonraki<br />

gebeliklerinde veya hayatlarının ileriki yıllarında tekrar<br />

diyabet gelişme riski yüksektir. Bu nedenle gebelikten sonra<br />

da diyetlerine ve kilolarına dikkat etmeleri, egzersiz yapmayı<br />

sürdürmeleri gerekir. Bunlara dikkat edilerek ileri yaşlarda<br />

gelişecek diyabetten korunmak mümkündür.<br />

yaşama sanatı 15


GÜNCEL<br />

16<br />

Prof. Dr. Ali KOŞAR<br />

F.Ü.H. İç Hastalıkları Anabilim Dalı<br />

Hematoloji Bilim Dalı<br />

Profesör Google.com ve<br />

İnternet Hastalıkları<br />

nternet hayatımıza girdiğinden beri birçok alanda<br />

İ işimizi kolaylaştırıyor, ufkumuzu açıyor, dünyadaki<br />

olaylardan, yeniliklerden haberdar olmamızı<br />

sağlıyor. Ama aynı zamanda her yazılan denetlenemediği<br />

için bir bilgi kalabalığı ve kirliliğine de maruz bırakıyor<br />

ve yanlış yönlendirmelere neden olabiliyor. Biz doktorlar<br />

olarak olayın bu yönünü bizzat hastalarımızda sıklıkla yaşadığımız<br />

için şöyle diyebiliriz; "Google hoca icat oldu mertlik<br />

bozuldu". Herkes eline bir iğne batsa hemen interneti açıp<br />

google.com’a girip “eline iğne batmak” yazıyor. Karşısına<br />

çıkan yazıları okumaya başlıyor; “elime iğne batmıştı, arkasından<br />

mikrop kaptım. Doktora gittim. Parça aldılar. Alınan<br />

parçada Aktinomiçes diye bir mikrop üredi. İlaç tedavisinden<br />

fayda görmedim. Elimi kesmek zorunda kaldılar”. Başka birisi<br />

yaşama sanatı<br />

yazmış; “Tetanoz oldum. Ölümden döndüm. 15 gün hastanede<br />

kaldım”. Arkadaş bunları okuyunca hemen doktora koşuyor.<br />

Bende de bunlar olabilir mi?<br />

Başka bir hastanın trombositi (kanda pıhtılaşmayı sağlayan<br />

kan pulcukları) düşük veya yüksek çıkıyor. İnternete giriyor.<br />

Trombosit düşüklüğü ve yüksekliği yazıyor. İlk karşısına çıkan<br />

kelime kan kanseri oluyor. Hasta tamamen dağılıyor. Bende<br />

de kan kanseri olabilir mi? Hemen bir hematoloji uzmanına<br />

koşuyor. Esasında trombosit düşüklüğü yapan tam bir sayfa<br />

dolusu hastalık vardır. Hatta bazen ölçüm hatası nedeni ile<br />

yanlış düşük çıkmış olabilir. Grip, nezle, kullanılan ilaçlar,<br />

vitamin eksiklikleri, guatr, karaciğer hastalığı, böbrek hastalığı,<br />

romatizmal hastalıklar, kan hastalıkları vb. liste uzayıp<br />

gidebilir. Trombosit düşüklüğünden ancak %1’inden azının


sebebi kan kanseridir. Niçin internette araştıran kişinin karşısına<br />

ilk olarak kan kanseri çıkıyor. Çünkü trombosit düşüklüğü<br />

kan kanserlerinde ciddi kanama yapmaktadır. Bu yüzden<br />

hastalar google”da “trombositopeni” (trombosit sayısının<br />

düşüklüğü) yazdığında karşısına kan kanseri çıkmaktadır.<br />

Büyük abdeste kan gördünüz. İnternete girdiniz büyük<br />

abdestte kan yazdınız. Karşınıza ilk çıkan mide, barsak kanseri<br />

olmaktadır. Hasta gaitada kan görünce “ben de barsak<br />

kanseri oldum” diye hemen gastroenterolojiye koşuyor. Gaitada<br />

kan görüp kendine barsak kanseri teşhisi koymak, damlatan<br />

arızalı bir musluğu sökeyim derken, su borusunun bağlantısını<br />

kırmak ve evi suyun basması derken, evi su bastığı<br />

için, elektrik kontağına kapılıp ölmek gibi bir şeydir. Büyük<br />

abdestte kan görülmesinin birçok nedeni vardır. Basur kanamaları,<br />

divertiküller, kolitler, damar bozuklukları, iyi huylu<br />

adenomları, makattaki çatlaklar, kan hastalıkları, mide barsak<br />

iltihapları, ülserler, gastritler vb liste uzayıp gider. Alt<br />

grupları ile birlikte mide barsak kanaması yapabilecek en az<br />

200 neden vardır. Bunların en sıkları gastrit, ülser, divertikül<br />

ve hemoroid kanamalarıdır. Niçin internette gaitada kan<br />

kelimesi yazınca mide barsak kanseri çıkmaktadır? Bunun<br />

iki tane önemli nedeni vardır. Birincisi, kalın barsak kanseri<br />

ile ilgili sitesine yazı yazan hastane ve doktorların barsak<br />

kanserlerinde önemli semptomun gaitada kan olduğunu yaz-<br />

masından kaynaklanmaktadır. İkincisi ise internetin barsak<br />

kanaması nedeni ile doktora giden ve barsak kanseri teşhisi<br />

konulan hastaların hayat hikayeleri ile dolu olmasıdır. Ama<br />

bir makattaki çatlak, bir basur nedeni ile kanaması olanlar ve<br />

kısa sürede düzelenler hiçbir zaman zahmete girip internete<br />

bir yazı yazmazlar. Bunları duymadığımız için ilk karşılaştığımız<br />

kelime kanser olmaktadır.<br />

İnternette tıbbi konularda kesinlikle bilgi kirliliği vardır.<br />

Demir eksikliğine bağlı kansızlık (anemi) örneğini ele alalım.<br />

Türkiye’de 2 çocuktan birisinde beslenme bozukluğuna<br />

bağlı ve 3 kadının birisinde adet kanamalarının fazla olmasına<br />

bağlı demir eksikliği anemisi vardır. Basur kanaması,<br />

burun kanaması, ülser, gastirit, divertikülit kanamaları, pika<br />

vb. gibi durumlarda demir eksikliğine bağlı kansızlık yapar.<br />

Ancak demir eksikliği olan erkeklerde ve adetten kesilen<br />

kadınlarda %1-4’ünde kanser görülmektedir. Yani kanser<br />

çok nadirdir.<br />

internete girdiğinizde işte size bir örnek;<br />

“Demir eksikliği anemisi:<br />

Diyette az miktarda alınma,<br />

Vücut tarafından az miktarda emilimi<br />

Kronik kanamalar (ağır adet kanaması dahil)<br />

yaşama sanatı 17


18<br />

Örneğin: burun kanamaları, hemoroid, mide yada barsak<br />

ülseri, polip, gastrointestinal kanser gibi… Çocuklarda<br />

kurşun zehirlenmesi sonucunda da demir eksikliği anemisi<br />

görülür”. Bunu birisi okuduğunda kanser kelimesini görünce<br />

iş bitiyor. Hasta bize geliyor. Hastanın adet kanaması çok<br />

fazla. Ona bağlı demir noksanlığı var. Ama hasta mutlaka<br />

mide ve bağırsağına baktırmak istiyor. Endoskopi ve kolonoskopi<br />

yaptırmak için ısrar ediyor. Hasta psikolojik olarak<br />

rahatlasın diye mide ve bağırsağına baktırmak zorunda kalıyoruz.<br />

Ya da doktora gittiniz. Doktor size bir teşhis koydu. Hastalığınızın<br />

adı immun trombositopeni (İTP) olsun. İnternete<br />

girin bakın. Neler yazıyor, neler... Bir; bu hastaların %70'i<br />

kendiliğinden düzelir. Hiç ilaç tedavisine gerek kalmaz.<br />

Kalan %30’un %20’si kortizol tedavisi ile düzelir. Dalak<br />

ameliyatı ve diğer ilaç tedavileri %1-5 hastada ihtiyaç olur.<br />

Hastalığın adı aynıdır ama herkeste hastalık farklı seyredebilir.<br />

Hasta orada, dalak ameliyatı, kötü hastalıklarla ilişkili<br />

sayfa, sayfa yazılar okuyor, strese giriyor. Bu hastaların<br />

dalağı alınıyormuş diyor. Bir panik, bir sıkıntı, düzeleceği<br />

yerde hasta daha da kötü oluyor.<br />

Google hoca bilgiye ulaşma açısından kolay bir yol. Ama<br />

tıbbi konuda çok sağlıklı değil. Kafa karıştırıcı bir çok bilgi<br />

var. Normal bir insanın internetten bakıp kendisine teşhis<br />

koyması veya bende de bu olur demesi çok gülünç ve<br />

komiktir. Doktorlar hastasına teşhis koymak için 6 yıl tıp<br />

fakültesinde okuyor. Üstüne ihtisas yapıyor, bazen bizde<br />

olduğu gibi 3 yıl yan dal ihtisası yapıyor. Arkasından doçent<br />

ve profesör olmak için sürekli okuyor. Yeni çıkan yayın ve<br />

yaşama sanatı<br />

kitapları takip ediyor. Hastasını dinliyor, muayene ediyor.<br />

Tetkik yapıyor. Bazen 3-4 ay araştırıyor. Teşhis koyamadığı<br />

hastalar oluyor. Hastalık ve doktorluk öyle sanıldığı gibi iki<br />

tık tık, bir şık şık değildir. Tecrübe ve sabır gerektiren kutsal<br />

bir meslektir.<br />

Google sayesinde kesinlikle doktorların hasta sayısı artmıştır.<br />

Ancak sorun şu ki; daha kolay tedavi edilebilecek<br />

hastalıklar, hasta strese girdiği için tedavi sonuçları yüz güldürücü<br />

olmamaktadır. Hastaları ikna edebilmek ya da psikolojik<br />

olarak rahatlatmak için gereksiz tetkik ve araştırmalara<br />

gidilmektedir. Milli ekonomimiz zarar görmektedir.<br />

Tüm hastalarımızdan önemli bir ricam var; şikayetiniz olduğunda<br />

bir doktora danışınız. Teşhis konulduktan sonra hastalığınız<br />

ile ilgili bilgiyi doktorunuzdan alınız. Doktorunuz bu<br />

konuda sizi mutlaka aydınlatacaktır. İnternete girdiğinizde<br />

hastalığınız ile ilgili bilgi alacaksanız lütfen her yazıyı okumayınız.<br />

Bizim ülkemizde herkes avukattır, herkes hakimdir,<br />

herkes doktordur. İnternette sağlıkla ilgili yazıların kim<br />

tarafından, niçin yazıldığı çoğu zaman belli değildir. Sahasında<br />

bilinen ve tecrübesi olan insanların yazısını okumayı<br />

tercih ediniz. Bazı yazılar bilgi, deneyim ve yetenekten yoksun<br />

şahısların ya da bunların çalıştıkları kurumların reklam<br />

sayfası olabilmektedir. Bu durumda yazılana değil, ne amaçla<br />

yazıldığınıa da ayrıca dikkat edilmelidir.<br />

Sonuç olarak; Prof. Google hocanın her yazdığı, her dediği<br />

doğru değildir. Orada yazılanlar sizin gerçek durumunuzu<br />

değerlendirmek için uygun değildir.


ORTOPEDİ VE TRAVMATOLOJİ<br />

Prof. Dr. Mahmut KÖMÜRCÜ<br />

Dr. M. Nedim AYTEKİN<br />

Dr. Hamdullah YILDIRIM<br />

F.Ü.H. Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı<br />

Kalça Kireçlenmesinden<br />

Nasıl Kurtuluruz?<br />

K<br />

alçada ileri derece kireçlenme olmuşsa buna koksartroz<br />

denir. Bu kelime Latincede ‘Coxa’ (kalça)<br />

ve ‘Arthrosis’ (kireçlenme) kelimelerinin bir araya<br />

gelmesiyle oluşmuştur. Koksartrozda önce eklem<br />

kıkırdağı harap olur ve ardından eklem mesafesi daralır. Bunun<br />

yanında osteofit denilen kemik çıkıntılar oluşarak eklem hareketi<br />

azalır ve kronik ağrılar olur.<br />

Hastalık Neden Olur?<br />

Koksartroz primer ve sekonder olarak iki başlık altında incelenebilir.<br />

Primer koksartrozda sebep tam olarak bilinmemekle<br />

birlikte, metabolizma, genetik, kilo gibi bazı faktörler suçlanmaktadır<br />

Sekonder koksartrozda ise hastalık aşağıda sıraladığımız bazı<br />

hastalıkların var olmasıyla ortaya çıkar. Bunlar;<br />

- Asetabular hipoplaziye, gelişimsel kalça displazisi, femur<br />

başı gelişim anomalileri<br />

20<br />

yaşama sanatı<br />

- Büyüme ve gelişme çağında geçirilen bazı hastalıklar; Pertes<br />

Hastalığı, Femur başı epifiz kayması vs.<br />

- Travmaya sekonder patolojik değişiklikler; asetabulum<br />

veya femur üst uç kırıkları vs.<br />

- Femur başı kanlanma bozuklukları<br />

- Metabolik ve romatolojik hastalıklar; ankilozan spondilit,<br />

romatoid artrit vs.<br />

Klinik Semptomlar<br />

Semptomlar genelde silik olarak başlar. Dize vuran kalça<br />

ağrısı önceleri dinlenmekle geçer, uzun yürümelerin ardından<br />

alevlenir. Hastalığın son evrelerinde artık gece uyandıran ya<br />

da uyutmayan ağrılar olur. Kalça hareketleri iyice kısıtlanır.<br />

Kalça ve bacak kasları da zayıflar.


Tedavi<br />

Öncelikli olarak ağrı kesici ilaçlar, fizik tedavi uygulamaları<br />

ve kıkırdak koruyucu ilaçlar kullanılabilir. Ancak ileri olgularda<br />

bu tedaviler cevap vermemektedir. Sonuç alınsa bile tedavinin<br />

etkisi çok kısa sürmekte ve hastanın ağrıları nüksetmektedir.<br />

Böyle hastalarda kalça protezi ameliyatı ile tedavi uygun<br />

olmaktadır. Bazı özel durumlarda kalça kireçlenmesini geciktirmek<br />

için erken aşamalarda kalça artroskopisi yapılabilir.<br />

Ameliyat<br />

Özellikle gece ağrıları olan hastalar artık ameliyatlık seviyeye<br />

gelmiş demektir. (Şekil 1-2)<br />

Şekil-1: Kliniğimizde ameliyat edilen bir koksartroz hastasının ameliyat öncesi<br />

röntgen filmi<br />

Şekil 2: Kliniğimizde ameliyat edilen bir koksartroz hastasının ameliyat sonrası<br />

röntgen filmi<br />

Protez ameliyatıyla hasta ağrılardan kurtulacaktır. Ameliyat<br />

öncesinde hastalar check-up tan geçip başka hastalıkları varsa<br />

onlarla ilgili gerekli önlemler alınır. Ameliyat hasta uyumu<br />

sağlanırsa belden aşağısı uyuşturularak yapılabilmektedir.<br />

Ameliyat Sonrası<br />

Hasta ameliyattan 1 gün sonra yürüyebilmektedir. Ameliyat<br />

sonrası egzersiz programı çok önemlidir. Hastanın durumuna<br />

göre birkaç gün içinde taburcu olur. Ameliyattan 3 hafta sonra<br />

dikişler alınır. Hastaların %95 i ameliyattan çok memnun olurlar<br />

ve ağrıları geçer.<br />

Protez<br />

Kalça protezi toplam ağırlığı ortalama 400-500 gram olup,<br />

metal, seramik, polietilen, krom-kobalt, titanyum gibi çeşitli<br />

maddelerden üstün teknoloji kullanılarak üretilebilmektedir.<br />

Metil metakrilattan oluşan özel kemik çimentosu kullanılarak<br />

yerleştirilen protezlerin yanında çimento kullanımı gerektirmeyen<br />

ve kemiğin proteze entegre olmasına izin veren özel<br />

yüzeyleri olan protezler de mevcuttur. Ne tür bir protez kullanılacağına<br />

cerrah ile hasta birlikte karar vermelidir. Yeni<br />

geliştirilen protezlerin ömrünün 30 yıla kadar uzayabildiği<br />

düşünülmektedir.<br />

Kalça implantı<br />

Monte edilmemiş total kalça<br />

Femoral Baş<br />

Asetabuler Shell<br />

Polietilen İnsert<br />

Monte edilmiş total kalça<br />

Ameliyatın Riskleri<br />

Ameliyat olmak uçağa binmeye benzetilebilir. Protez ameliyatlarında<br />

% 1'in altında ölüm riski vardır. Enfeksiyon ve pıhtı<br />

atması gibi riskler de %1-2 civarındadır. Ameliyatın uzun<br />

dönem komplikasyonları arasında ise implant gevşemesi, kan<br />

yoluyla enfeksiyon gelişmesi, kalçanın çıkması, heterotropik<br />

ossifikasyon gibi durumlar sayılabilir. Bu durumlarla karşılaşmamak<br />

için dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır.<br />

Sonuç olarak doğru zamanda ve doğru yerde geçirilen başarılı<br />

bir ameliyat koksartroz için güzel bir çözüm olacaktır.<br />

yaşama sanatı 21


KARDİYOLOJİ<br />

22<br />

Yrd. Doç. Dr. Yusuf SELÇOKİ<br />

Dr. Abdullah GÜVEN<br />

F.Ü.H. Kardiyoloji Anabilim Dalı<br />

G<br />

ebeliklerin yaklaşık %2’sinde annede kardiyovasküler<br />

hastalık bulunmakta ve bu bazen hem<br />

anne hem de fetüs için risk oluşturmaktadır.<br />

Gebelik öncesi değerlendirmeyle gebeliğin kesin<br />

olarak yasak olduğu bazı durum ve hastalıklar dışında uygun<br />

bakımla kardiyovasküler hastalığı olan anne adayları gebe<br />

kalabilir ve doğum yapabilirler.<br />

Gebelikte oluşan değişiklikler kalp üzerine ekstra yük bin-<br />

yaşama sanatı<br />

Gebelik ve<br />

Kalp Hastalığı<br />

mesine neden olur. Bu normal veya hafif bozulmuş kardiyak<br />

kapasitesi olan gebelerde sorun oluştururken, kardiyak kapasitesi<br />

sınırda olan hastalarda bu ekstra yük hem anne hem de<br />

fetüs için riskli olabilir, hatta hayatı tehdit edici bir duruma<br />

sebep olabilir.<br />

Gebelikte oluşan göz kararması, baş dönmesi, nefes darlığı,<br />

bacak ödemi gibi bazı semptom ve bulgular yanıltıcı olarak<br />

kalp hastalığını düşündürebilir. Bu gibi durumlarda kardiyak


hastalığın olup olmadığı klinik inceleme ve tanısal tetkikler ile<br />

açıklığa kavuşturulur.<br />

Romatizmal kapak hastalıklarının azalması ile (özellikle gelişmiş<br />

ülkelerde), günümüzde çoğu maternal (anne ile ilgili) kalp<br />

hastalığı konjenital (doğumsal) temellidir. Diğer sık görülen<br />

kardiyovasküler problemler kardiyomiyopatiler (kalp kası<br />

hastalıkları) ve kapak hastalıklarıdır (biküspit aorta ve mitral<br />

kapak prolapsusu gibi). Diğer nadir problemler pulmoner hipertansiyon<br />

ve koroner arter hastalığıdır.<br />

Gebelik öncesi kalp hastalığı olan anneler kardiyologlar ile<br />

konsülte edilmeli, gebeliğe uygun olup olmadıkları, gebelikte<br />

ne gibi önlemlerin ve uygulamaların yapılması gerektiği belirlenmeli<br />

ve gebeliğin anne ve fetüs için ne gibi riske neden olacağı<br />

kararlaştırılmalı ve bu durum anneye anlatılmalıdır. Bu<br />

hastaları değerlendirmede fizik muayene, EKG, teleradyografi<br />

(bu tetkik kalp boyutlarını daha iyi gösteren bir çeşit akciğer<br />

grafisidir, önceden belirtildiği gibi gebelik öncesinde önerilir,<br />

gebelikte X-ray’in fetüste yapısal bozukluğa neden olma<br />

riski nedeni ile mümkün olduğunca kaçınılmalıdır) gereklidir.<br />

Ekokardiyografi (EKO) (ses dalgaları ile kalp kası, kasılması,<br />

kapak hareketleri ve kalpte kan akış yönünü gösterir) kalp kası<br />

fonksiyonlarının, kapak hastalıklarının, pulmoner basıncın<br />

detaylı değerlendirilmesini kolaylaştırır. Konjenital kalp hastalığı<br />

olan hastalarda, hastaların ‘normal’ olarak değerlendirdikleri<br />

fiziksek aktivite kapasiteleri gerçekte kendi yaşlarına<br />

göre normalin altında olabilir. Böyle bir durumdan şüphelenildiğinde<br />

yapılacak egzersiz testi hastaların gerçek efor kapasitelerini<br />

göstermekte yardımcı olur. Genel olarak hastalar kendi<br />

yaşlarına göre öngörülen efor kapasitesinin %70'ine ulaşamıyorlarsa<br />

gebeliği güvenli şekilde tolere edemeyebilirler.<br />

Ayrıca annede ailesel geçişli kalp hastalığı olabilmesi ihtimali<br />

nedeni ile çocuğa aktarılma riski sebebi ile dikkatli bir aile<br />

hikayesi sorgulaması yapılmalıdır. Gerekirse genetik bölü-<br />

münden konsültasyon istenebilir. Gebelik öncesi konsültasyonda<br />

hastanın gebelik boyunca kardiyoloğa hangi aralıklar<br />

ile başvurması gerektiği belirlenmelidir.<br />

Gebelik boyunca multidispliner (değişik uzmanlık dallarını<br />

kapsayan) takım izlemi önerilmekte ve doğumun şekli, zamanı<br />

belirlenmelidir. Tedavi hastalığın spesifik nedenine göre fetal<br />

risk de göz önünde bulunarak ayarlanmalıdır. Yine gebelik<br />

boyunca fetal büyüme takip altında olmalı, annede konjenital<br />

kalp hastalığı varsa 22-26. haftalar arası fetüste konjenital kalp<br />

hastalığı ihtimaline karşın fetal Ekokardiyografi yapılmalıdır.<br />

Neyi arıyorsan sen osundur.<br />

Zulmün peşindeysen zalimsin,<br />

aşkı arıyorsan aşık...<br />

Mevlana<br />

yaşama sanatı 23


GEZİ<br />

24<br />

Doç. Dr. Ferah ARMUTÇU<br />

F.Ü.H. Biyokimya Anabilim Dalı<br />

G<br />

eçen yıl nisan ayında Tıp Fakültesi dönem I ve<br />

hazırlık sınıfı öğrencilerimiz ile Diyarbakır, Şanlıurfa,<br />

Mardin ve Batman illerini kapsayan bir<br />

güneydoğu gezimiz olmuştu. Esenboğa havaalanından<br />

uçak ile vardığımız Diyarbakır havaalanında bizi karşılayan<br />

rehberimiz, kaptan ve muavini ile buluştuktan sonra<br />

şehir turu ile gezimize başlamıştık. Diyarbakır’da Halid bin<br />

Velid’in oğlunun da aralarında bulunduğu yirmiyedi sahabenin<br />

yan yana yattığı Hazreti Süleyman Camisini ziyaret ile<br />

başlayan gezimiz, Ulu cami, Havsal bahçeleri, Gazi köşkü ve<br />

Surların gezilmesi ile devam etti.<br />

O gün akşamüzeri otobüs yolculuğu ile geçtiğimiz Şanlı<br />

Urfa’da yörenin lezzetli yemekleri ve çiğ köfte ikramı ile birlikte<br />

sıra gecesine katılmış ve eğlenmiştik. Konakladığımız<br />

Urfa şehrinde ertesi gün; Hz. İbrahim camii, makamı ve mağarası,<br />

balıklı göl, kale ve Hz. Eyüp peygamberin mağarası gibi<br />

tarihi mekânları, hanları ve çarşıları gezdik. Bir sonraki gün<br />

de, dünyanın ilk üniversitesi olarak bilinen tarihi Harran kalıntılarını<br />

gezdikten sonra Mardine geçtik. Bir tepeye kurulmuş<br />

bu tarihi şehir gerçekten de görülmeye değer. Burada da 12.<br />

yüzyıldan kalma Sitti Radviyye medresesi, 14. yüzyıl Artuklu<br />

döneminden kalma Babes Sur camisi, 15. yüzyıl Akkoyunlu<br />

hükümdarı Kasım Bey tarafından yaptırılan Kasımiye med-<br />

yaşama sanatı<br />

resesi ve 5. yüzyıldan kalma Deyrulzafaran Süryani Kadim<br />

manastırı gibi mekânları gezdik. Midyat’ta tarihi konaklar ile<br />

gümüşcüler çarşısının görülmesi ve alışveriş ile devam eden<br />

gezimiz, güzel ülkemizin en güzel diyarlarından olan tarihi<br />

Hasankeyf gezisi ile devam edip gitmiş, aynı günün ilerleyen<br />

saatlerinde tekrar yola koyulmuştuk. Batman’da bir petrol<br />

kuyusunu gezip gördükten sonra akşamleyin öğrenci velilerimizden<br />

İskender Bey’in misafiri olmuş ve bizlere ikram ettiği<br />

nefis akşam yemeği sonrası tekrar Diyarbakır’a geçmiştik. O<br />

gece konakladığımız Diyarbakır’dan ertesi gün ayrıldıktan<br />

sonra, tadına doyamadığımız dört günlük bu harika gezi Esenboğa<br />

havaalanında sona ermişti.<br />

Bu güzel gezide beni en çok etkileyen mekânlardan birisi özellikle<br />

Kasımiye medresesi olup, taş işçiliğinin en güzel örnekleri<br />

ve simetrik yapılar ile süslenmiş odaların akustik özelliği<br />

gerçekten muhteşemdi. Yine aynı yerde “hayatın dönemleri”<br />

temasını anlatan; bir su kaynağından çıkan suyun dar ve ince<br />

bir su kanalından geçerek ulaştığı geniş bir havuz vardı. Gezi<br />

rehberimizin ifadelerine göre; bu su kaynağından suyun çıkışı<br />

(çeşme) hayatın başlangıcı olan doğum temasını işlemekte idi.<br />

Yaklaşık bir metre genişlik ve üç-dört metre uzunluğundaki<br />

su kanalı, çocukluk dönemini, sonra gelen yaklaşık iki metre<br />

uzunluğundaki çok dar su kanalı hayatın en hızlı geçen zaman


dilimi olan gençlik dönemine işaret ederken, sonraki geniş<br />

havuz kısmı da orta yaş ve ihtiyarlık dönemini ifade etmekteydi.<br />

15. Yüzyılda medrese (üniversite) eğitimi verilen böyle bir<br />

mekâna yaptığımız ziyaretin hatıraları orada çekilmiş olan<br />

fotoğraflarda kalsa da, bu mekândaki su kaynağı, suyun akışı<br />

ve havuz ile verilmek istenen mesaj, kim bilir Mardin’e yolu<br />

düşen daha nice insanlara ulaşacaktır. Fotoğraflarda da görüleceği<br />

gibi o havuzun suyuna akseden gölgelerimiz yaşadığımız<br />

gerçek dünya ile adeta, göremediğimiz ama varlığına<br />

inandığımız ve kabirden açılan bir kapı ile gidilecek olan ölüm<br />

ötesi hayatın varlığını bizlere fısıldar gibiydi. Sadece gezip<br />

gördüğümüz bu coğrafyada yaşayan ülke insanımızın değil,<br />

tüm insanlığın dertlerine ve hastalıklarına derman olacak<br />

geleceğin hekimleri ile yaptığımız böyle bir gezinin üzerinden<br />

bir yıl geçerken hatırası gözümde bu şekilde tüllenip gitmişti.<br />

Her nedense bir kitap adı da olan “Gölgede kalan izler<br />

ve gölgeleşen bizler” sözü aklıma düşerken suyun akıp gittiği<br />

gibi zamanın geçip gittiğini yani havanın karardığını hiç fark<br />

etmemişim. Bu geziden kalan hatıralar ve 2009-2010 Nisan<br />

dönemi açısından bir yıllık bir zaman dilimi daha geride ve<br />

hatıralarda kalmıştı. Sözleri Yahya Kemal’e ait olan ve icrası<br />

en güzel bestekâr Münir Nurettin Selçuk tarafından yapılan<br />

şarkı sözlerini hatırlarken dudaklarım da çoktan mırıldanmaya<br />

başlamıştı bile…<br />

Ah, dönülmez akşamın ufkundayız<br />

Vakit çok geç<br />

Bu son fasıldır ey ömrüm<br />

Nasıl geçersen geç<br />

Bu son fasıldır ey ömrüm<br />

Nasıl geçersen geç<br />

Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile<br />

Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle<br />

Ah, geniş kanatları boşlukta simsiyah açı var<br />

Ve ortasında güneş doğmayan büyük kapıdan<br />

Geçince başlayacak bitmeyen sükün bu gece<br />

Burulba karşı bu son bahçelerde keyfince ah<br />

Ya şevk içinde harap ol<br />

Ya aşk içinde gönül<br />

Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahut gül<br />

Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahut gül<br />

Ah dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç<br />

yaşama sanatı 25


ALLERJİK HASTALIKLAR<br />

26<br />

Doç. Dr. Bülent BOZKURT<br />

F.Ü.H. Allerjik Hastalıklar Bilim Dalı<br />

Böcek Allerjileri<br />

H<br />

avaların ısınmasıyla birlikte ortaya çıkan ortak<br />

hobilerimizden biri de pikniğe gitmektir. Ne kadar<br />

keyifli de olsa, bu sefa bazen böcek ısırma ve sokması<br />

ile cefaya dönüşebilmektedir. Öyle ki; bu<br />

küçücük böcekler hayatı tehdit edebilecek allerjik reaksiyonları<br />

başlatabilmektedirler.<br />

Böcekler<br />

Yeryüzünün bu eski misafirleri ile ilgili bulunan ilk fosil 407<br />

milyon yaşındadır. Bu ilk canlıların uçma kabiliyetine de<br />

sahip olduğu dikkati çekmektedir! Böcekler, hayvanlar aleminin<br />

eklem bacaklılar şubesinde yer alan canlılardır. Günümüzde<br />

hayvan olarak tanımlanmış yaratıkların yüzde sekseni bu<br />

sınıfa girmektedir. Böcekler, dünyada en çok tür çeşitliliğine<br />

sahip olarak da bilinmektedirler. Milyonu aşkın yaşayan türden<br />

bahsedilmekte ve her yıl birkaç bin yeni tür daha tanımlanmaktadır.<br />

Toplam tür sayısının iki milyon civarında olduğu<br />

kabul edilmektedir. Bu canlılar yeryüzünde kutuplardan okyanuslara<br />

hemen her ekosisteme uyum sağlayıp ayakta kalmayı<br />

başarabilmişlerdir.<br />

yaşama sanatı<br />

Vücutları baş, göğüs ve kuyruk olmak üzere üç bölümden oluşur.<br />

Bazı gruplarda bu vücut bölümlerinde kaynaşmalar görülebilir.<br />

Başlarında bir çift anten ve bileşik göz bulunur. Göğüsleri<br />

üç parçalı olup, her birinden bir çift bacak çıkar. Bazen<br />

ikinci ve üçüncü göğüs parçalarından birer çift kanat çıkar ki,<br />

hayvanlar aleminde “uçma” ilk defa bu grupta ortaya çıkmıştır.<br />

Ancak, bu kanatlar kuşların kanatlarından farklı yapıdadır.<br />

Kuyruk 11 parçalıdır ve hiçbir segmentte üye bulunmaz. Son<br />

segmentlerde yapısal değişiklikler sonucu oluşmuş kavuşma<br />

organı, sindirim uzantıları veya yumurta yerleştirme borusu<br />

gibi yapılar görülebilir.<br />

İskeletleri dışarıda olup, büyüme anında dış iskeletin neden<br />

olduğu kısıtlılık, deri değişimi ile telafi edilir. Vücutlarındaki<br />

çizgili kaslar nedeniyle gayet süratle hareket ederler. Dolaşım<br />

sistemleri açıktır. Vücutta dolaşan solunum sıvısı çoğunlukla<br />

renksiz, bazen de soluk yeşil-sarı renktedir. Vücutlarındaki<br />

bezlerden çekici veya itici kokular, mum, zehir, ipek, yağ,<br />

tükürük, kan sulandırıcı madde gibi birçok madde salgılanır.<br />

Avlanmak veya avcılarından korunmak için duyuları ve sinir<br />

sistemleri iyi gelişmiştir. Çok renklidirler, hatta bazılarında<br />

ışık çıkarma özelliği bile görülmektedir.


Yumurta ile çoğalırlar ve bazı gruplarda koloni hâlinde sosyal<br />

yaşam örnekleri gösterebilirler.<br />

Böcek Sokmaları<br />

Toplumda böcek sokmalarına %56.6 ile %94.5 gibi oranlarda<br />

oldukça sık rastlanmakta ve bunların çoğu olaysız geçmektedir.<br />

Ancak, bazen vücudumuz bu ısırık ve sokmalara karşı aşırı<br />

ve anormal bir yanıt verir. İşte bu yanıt böcek allerjisi olarak<br />

tanımlanmaktadır. Allerjik yanıtlar, tipik olarak arı ve karıncaların<br />

sokması veya sivrisinek, pire ve kenelerin ısırması ile<br />

ortaya çıkarlar. Arılar ve karıncalar soktuklarında kurbanlarına<br />

venom denilen zehri verirken pire, kene ya da sivrisinekler<br />

antikoagülan adı verilen pıhtılaşma önleyici bir madde bulaştırılar.<br />

Farklı olarak, hamamböcekleri ise vücut parçalarının ev<br />

tozuna karışması ve hava yoluna kaçması durumunda özellikle<br />

astımlı hastalarda önemli reaksiyonlar başlatabilirler.<br />

Allerjik Olmayan Reaksiyonlar:<br />

Böcek sokmaları veya ısırması sonucu çoğu kez ağrı, kaşıntı,<br />

şişlik ve kızarıklık gibi basit yerel tepkiler oluşur. Bu tepkiler<br />

küçükse hiç bir şey yapmaya gerek yoktur. Kaşıntı ve yanma<br />

varsa yaranın temizlenmesi, dezenfekte edilmesi, üzerine buz<br />

tatbik edilmesi çoğu kez yeterlidir. Kaşıntının şiddetli olması<br />

durumunda ağızdan antiallerjik bir hap alınması ve yara üzerine<br />

kortizonlu bir pomat sürülmesi gerekebilir. Yara üzerine<br />

amonyak sürülmesinin bir yararı olmadığı gibi sakıncası da<br />

olabilir.<br />

Geniş lokal reaksiyonlar genellikle on ısırıktan birinde görülür.<br />

Bu reaksiyonlarda şişlik, 48 saatten bir haftaya dek sürebilir.<br />

Beraberinde sıklıkla bulantı ve kusma da vardır. Bazen infekte<br />

olup, antibiyotik gerektirebilir. Geniş lokal reaksiyonlar bazen<br />

yüz boyun gibi yerlerde havayolunu bloke edip ölüme sebebiyet<br />

verebilmektedir. Buna en güzel örnek cumhuriyet dönemi<br />

ünlü öykü ve roman yazarlarından Refik Halit Karay’ın “Gurbet<br />

Hikayeleri” öykü kitabında yeralan “Testi” isimli öyküsünde<br />

yer alır. Bu öyküde; Ömer adında bir genç Lübnan’da<br />

şöförlük yaparken, bir akşam arabasına doktora götürmek<br />

üzere üç bedeviyi alır. İçlerinden biri nefes alamamaktadır.<br />

Ömer merak edip sorduğunda; bu kişinin hastalık korkusu ile<br />

diğer Lübnan’lılar gibi testiden su içtiğini ve su içerken testinin<br />

içinden gelen bir arı tarafından boğazından sokulduğunu<br />

öğrenir. Doktora ulaşılır, ulaşılmasına ama ne yazık ki doktor<br />

da birkaç saat önce ölmüştür. Doktor sağken ulaşılsaydı kurtulur<br />

mu bilinmez ama hikaye adamın ölümü ile sonlanmıştır.<br />

Allerjik Reaksiyonlar:<br />

Böcek sokmasından sonra birden ortaya çıkan ve hızla artış<br />

gösteren sistemik yanıt bazen hayatı tehdit edici ciddi durumlara<br />

neden olabilir. Böcek sokmasına karşı gelişen bu en ciddi<br />

reaksiyon, anafilaksi olarak adlandırılır. Özellikle arı sokması,<br />

toplumda çok rastlanan bir durum olmasına rağmen, hassas<br />

kişilerde oluşan anafilaktik tepkilerin çoğunlukla ölümle<br />

sonuçlanması nedeniyle önemlidir. Genel olarak böcek sokmaları<br />

sonucu anafilaksi görülme sıklığı toplumda yüzde 0.3<br />

– yüzde 3 arasında değişir. ABD’de her yıl çeşitli nedenlerle<br />

anaflaksiden ölen 500 hastadan yaklaşık 50’sinde ölüm,<br />

arı allerjisine bağlı olarak bildirilmektedir. Arılardan allerji<br />

yapanlar arasında yaban arısı, eşek arısı, balarısını ve tüylü<br />

arıyı saymak mümkündür.<br />

Bal arısı ve tüylü arı selim olup ancak kışkırtıldıklarında<br />

sokarlar. Bu sokma arıların canlarına malolur. Bunda istisna<br />

Amerika ve Afrika’da yaşayan Afrikalı balarısı topluluğudur,<br />

onlar topluca saldırgan bir tutum sergilerler. Yaban arıları ise<br />

toprağa yakın ve çürüyen ağaç gövdelerinde yuva yaparlar.<br />

Gıdalar, çöp tenekeleri etrafında, piknik yerlerinde uçarlar.<br />

Birkaç kez sokabilirler. Eşek arıları ise duvar saçaklarında<br />

yuvalanırlar. Yaban arısı ve eşek arısı kokulu yiyecekler ve<br />

diğer kokular tarafından çekilirler. Bunlar daha saldırgan olup<br />

aynı anda birden fazla sokabilirler. Soktuktan sonra yaşamlarına<br />

devam ederler. Bu grupta ülkemizde olmayan, ancak<br />

Amerika’ya seyahat eden kişilerin dikkat etmesi gereken bir<br />

böcekten de bahsedilmesi yerinde olur. Bu böcek ateş karıncası<br />

olarak adlandırılmaktadır. Bu böcek herhangibir kişide<br />

reaksiyon oluşturabilir. Soktuğu yerde bir saat içinde kaşıntı<br />

ortaya çıkar. Dört saatte burada küçük bir kabarıklık olur. 24<br />

saat içinde bu yanan ve kaşınan kabarıklığın içinde beyaz bir<br />

cerahat oluşur. Bu oluşumlar 72 saat içinde patlar, genellikle<br />

birkaç gün içinde şikayetler kendiliğinden düzelir. Kızarıklık,<br />

ağrı, şişlik ve ısı artışı infeksiyonun belirtisi olup, antibiyotik<br />

gerektirir. Bununla birlikte, kaşıntı, şişlik gibi şikayetlerin tüm<br />

vücudu aniden kaplaması, anafilaksi düşündürür. Hasta dakikalar<br />

içinde kötüleşip hayatını kaybedebilir.<br />

Böcek soktuğunda kurban venom olarak adlandırılan bir zehir<br />

almış olur. Protein yapıda olan bu bileşik normalde böceğin<br />

diğer böcekleri öldürmesi ya da felç etmesi için kullandığı bir<br />

silahtır. Böceklerin insanı sokmasıyla venoma bağlı allerjik<br />

birtakım tepkiler ortaya çıkabilir.<br />

yaşama sanatı 27


28<br />

Arı venomu proteini kana geçtiğinde bağışıklık sisteminin<br />

elemanı olan alyuvarları uyarır, bunun sonucu, normalde bu<br />

maddeye karşı salgılamaması gereken IgE adında bir antikor<br />

salgılanır. Bu antikor kan dolaşımı ile vücudun her tarafına<br />

dağılarak bağışıklık sisteminin hücrelerine yapışır. Bu allerjen<br />

ile ikinci veya sonraki maruziyetlerde, antikorlar hemen<br />

venomdaki proteini tanır ve çok şiddetli bir reaksiyon verir.<br />

Bu reaksiyon esnasında bağışıklık sisteminden salgılanan<br />

binlerce hormon benzeri madde allerjenin etki yarattığı organda<br />

anormal şiddette bir allerjik yangı oluşturur ve hastalığın<br />

bulgularının çıkmasına neden olur. Bu organlardan; burunda<br />

hapşırma, akıntı, kaşıntı, gözlerde yanma sulanma, akciğerde<br />

hırıltılı nefes alıp verme, nefes darlığı, göğüste sıkışma<br />

ve solunum güçlüğü, deride böceğin soktuğu yerin dışındaki<br />

bölgelerde kaşıntılı kızarıklık, kabarıklık ve şişlikler, barsakda<br />

karın ağrısı, ishal, kusma ve barsaklar dışında genel olarak ses<br />

kısıklığı, dilde şişme, baş dönmesi veya ani kan basıncı düşüşü,<br />

bilinç kaybı ya da kalp durması gibi birçok bulgu ortaya<br />

çıkabilir.<br />

Allerjik reaksiyonun oluşması için, mutlaka böceklerin sokması<br />

veya ısırması gerekmez. Geleneksel Çin tamamlayıcı<br />

tıbbında, çeşitli böcek özütlerinin göz veya cilde uygulanması<br />

ile de benzer allerjik reaksiyonların oluştuğu görülmektedir.<br />

Allerjik olan kişilerde yapılan apioterapi gibi (balarısı ürünlerinin<br />

kullanıldığı tedavi) tedaviler, ölümle sonuçlanan anafilaktik<br />

reaksiyonlara neden olabilmektedir.<br />

Arı sokmasına bağlı anafilaksi daha çok 20 yaş altındaki erkeklerde<br />

görülür. Genellikle kurbanların hiç birinde sağlık sorunu<br />

bulunmaz. Kırsal kesimde özellikle yaz mevsiminde önceden<br />

sağlıklı iken aniden ölü bulunan insanların önemli bir kısmında<br />

neden arı allerjisidir. Arı sokmasını izleyen ilk yarım saat<br />

içinde diğer nedenlerle oluşan anafilaksiye benzeyen bir tablo<br />

oluşur. Sağ kalanların %60’ında daha sonraki sokmalarda da<br />

anafilaksi gelişebildiği ancak bu oranın çocuklarda daha az<br />

görüldüğü bildirilmektedir. Arı sokmasına bağlı anafilaksinin<br />

tedavisi diğer nedenlerle oluşan anafilaksiden farklı değildir.<br />

Toksik Tepkiler: Aynı anda çok sayıda böcek sokması sonucu<br />

aşırı derecede zehire bağlı olarak ortaya çıkan ve belirtileri<br />

anafilaksiye benzeyen tepkilerdir.<br />

Nadir Tepkiler: Bazı durumlarda böcek sokmalarından günler<br />

ve haftalar sonra vaskülit, nefrit, nörit, ensefalit ve serum hastalığı<br />

adını verdiğimiz çeşitli organları tutan hastalık tabloları<br />

gelişebilmektedir.<br />

yaşama sanatı<br />

Tedavi<br />

Arı sokması sonrası ilk yapılacak şey varsa iğnenin çıkartılmasıdır.<br />

Kredi kartı veya bıçak ucu kullanılabilir. Parmak uçları<br />

ile çekip çıkarmak zehri daha da yayabileceğinden uygun bir<br />

yaklaşım değildir. Şişliği gidermek için o uzuv kaldırılır, bir<br />

miktar buz uygulanır. Eğer yüzük takılan bir parmak sokulmuşsa,<br />

yüzük hızla çıkartılmalıdır, aksi takdirde parmak şişip<br />

parmağın kanlanması bozulacaktır. Ağrı için ağrı kesiciler,<br />

kaşıntı için antiallerjik ilaçlar veya kortizonlu kremler tedaviye<br />

eklenmelidir. Baş dönmesi durumunda yere uzanılıp,<br />

ayaklar yukarı kaldırılmalıdır. Allerjik bir reaksiyon, öncelikle<br />

adrenalin (epinefrin) ile tedavi edilmelidir. Bunu kişi kendi<br />

kendine enjekte edebilir ya da bu doktor tarafından yapılır.<br />

Daha sonra antihistaminik ilaçlar ve kortizon tedavisi eklenebilir.<br />

Bazen damardan sıvı ve oksijen verilmesi veya solunum<br />

cihazına bağlanma gibi diğer tedaviler de gerekli olabilir. Hastanın<br />

durumu düzelse de yakın gözlem altında en az 8 saat<br />

hastanede kalması gerekebilir.<br />

Daha önce reaksiyon görülen ve allerjisi olduğu testlerle<br />

kanıtlanan kişilere her zaman yanlarında adrenalin kalemi<br />

taşımaları gerektiği söylenmeli ve kullanımı öğretilmelidir.<br />

Anafilaksi bulguları ortaya çıktığında, cihazın koruyucu kılıfı<br />

çıkartılır. Siyah uçta enjektörün iğnesi, gri uçta emniyet kapağı<br />

bulunur. Önce emniyet kapağı çıkartılır, sonra siyah uç uyluk<br />

1/3 üst taraf, pantolon yandikiş çizgisi ile ön dikiş çizgisi arasına<br />

hedeflenip, bastırılır. Bu esnada iğne otomatik açılıp ilaç<br />

salınmaya başlanacaktır. Bu durumda 10 saniye enjektör basılı<br />

halde tutulmalıdır. Sonrası iğne çekilir. İğnenin açıldığı, ilacın<br />

boşaldığı görülür. Tek doz adrenalin tedavide yetersiz kalabilir<br />

bu nedenle arı sokmasını takiben hemen en yakın tıbbi bir<br />

merkeze başvurması önerilmelidir. Sokulduğunda adrenaline<br />

ek olarak allerjik semptomların giderilmesinde antihistaminik<br />

ilaç da önerilmelidir.<br />

Arı sokması olasılığını azaltmak için alınacak bazı koruyucu<br />

önlemler<br />

• Bahçe işi ile uğraşırken şapka, eldiven, çorap, pantolon ve<br />

ayakkabı giyilmelidir.<br />

• Piknik yerlerinde ağzı açık çöp kutuları ve açıkta bırakılmış<br />

gıdalardan uzak durulmalı, bunlar sağlıklı hijyenik koşullarda<br />

saklanmalıdır.<br />

• Yuvaları bozulduğunda en kısa zamanda gizlenecek bir yer<br />

bulunmalıdır. Zigzag çizerek koşmak faydalı olabilir.<br />

• Yazın pazar alışverişi yapılmamalı, bahçede dolaşılmamalıdır.<br />

• Açık yerlerde yemek veya meyve yenmemeli, hoş kokulu<br />

meyve suyu, gazoz içilmemelidir.<br />

• Piknik yapılmamalıdır,<br />

• Parfüm, deodorant, kolonya sürülmemeli, güzel kokulu<br />

sabun, şampuan kullanılmamalıdır.<br />

• Parlak renkli, çiçekli elbise giyilmemelidir.<br />

• Çiçek toplanmayıp, çiçek takılmamalıdır.<br />

• Tatile gidildiğinde etrafta arı kovanı olup olmadığı araştırılmalıdır.<br />

• Yaban arısı kovanı civarında öldürülmemelidir, bu arıdan<br />

salınan kokular diğer arıları üzerinize çekecektir.


• Çıplak ayakla yürünmemeli, mümkünse dışarıda uzun kollu<br />

ve paçalı giysiler giyilmemeli ve kahverengi giysiler tercih<br />

edilmelidir. (arılar kahverengiyi sevmez.)<br />

• Terli olmak bütün böcekler için çekicidir, riskli bölgelerde<br />

terli olmamaya özen gösterilmelidir.<br />

• Eşek arısı saldırgan, bal arısı sakindir; ancak, sıcak havalarda<br />

her ikisi de saldırgan olacağı için bu havalarda dikkatli<br />

olunmalıdır.<br />

Aşı tedavisine dikkat!<br />

Arı sokmasına karşı allerjik reaksiyonlar aşı tedavisi (venom<br />

immünoterapi) ile önlenebilir. Bu tedavi şekli ileride gelişebilecek<br />

allerjik reaksiyonlardan korunmada %97 oranında<br />

etkilidir. Hastanın duyarlı olduğu arı zehirinin giderek artan<br />

miktarlarda hastaya verilmesiyle bağışıklık sistemini uyararak<br />

gelecekte olası bir allerjik reaksiyona karşı dirençli hale gelmesi<br />

sağlanmaktadır. Bu şekilde zamanla daha önceden ciddi<br />

reaksiyon korkusu altında yaşayan kişiler normal yaşamlarına<br />

dönebilir. Birçok kişi arı sokmasına allerjik değildir. Allerjik<br />

bir tepki ile normal ya da geniş lokal reaksiyon arasındaki<br />

farklılık iyi bilinmelidir. Bu gibi allerjik reaksiyonlar tanımlayan<br />

hastalar tanı konması amacıyla deri testleri ve kanda özgül<br />

testler için allerji uzmanına gönderilmelidir. Aşının emniyetli<br />

ve başarılı olması için, aşı tedavisine kararının verilmesi, tedavinin<br />

planlanması ve sürdürülmesi mutlaka bu konuda eğitim<br />

görmüş Allerji Hastalıkları Uzmanı tarafından yapılmalıdır.<br />

Böylece gereksiz endişe ve tıbbi harcamalar önlenebilir. Arı<br />

allerjisi ciddi bir problem olsa da yeniden tekrarlayacağı korkusu<br />

ve riski aşı tedavisi ile çoğu kez en aza indirilebilmektedir.<br />

Yaşamsal önemi olan şiddetli reaksiyonlarla karşılaşılabileceği<br />

için enjeksiyonların hekim kontrolünde, acil servis<br />

ünitesi olan bir sağlık kuruluşunda yapılması ve uygulanan<br />

yerde yarım saat süreyle beklenerek gözetim altında olunması<br />

zorunludur. Allerjik hastalığın alevlenme dönemlerinde, ağır<br />

ateşli hastalık, aşırı yorgunluk ve bitkinlik durumlarında aşı<br />

uygulanmaz. Aşının uygulandığı günlerde, hastaların sıcak<br />

banyo yapması veya aşırı fiziksel etkinlikte bulunması tehlikeli<br />

olabilir.<br />

Ne Zaman Doktora Başvuralım?<br />

• Sokma alanındaki kaşıntı, şişlik ve ağrı gibi şikayetlerde<br />

artış olduğunda infeksiyon düşünülüp doktora başvurulur.<br />

• Böcek allerjisi ile takip edilen ve sokulma sonrası elindeki<br />

adrenalin otoenjektörünü kullanan kişi hastane acil servisine<br />

başvurmalıdır.<br />

• Böcek sokması sonrası vücutta kaşıntı ve kızarıklık, nefes<br />

darlığı, yutma güçlüğü, baş dönmesi ve bayılma anafilaksi<br />

düşündürür. Acilen hastane acil servisine başvurulmalıdır.<br />

(Hastaneye giderken özel araç kullanılmamalıdır. Eğer<br />

götürecek kimse yoksa transport için 911 aranmalıdır. Bilinç<br />

yerinde iken bir böceğin soktuğu bildirilmeli veya bir yere<br />

kaydedilmelidir. )<br />

Sonuç olarak, böcek sokmasından sonra oluşan reaksiyonlar<br />

değişkenlik gösterir. Böcek sokmalarının çoğunda allerjik<br />

reaksiyon ortaya çıkmaz. Nadiren görülen anafilaktik reaksiyonlar<br />

ciddi ve ölümcül olabilir. Allerji durumunda nedeninden<br />

kaçınmak ve sokma sonrası tedavi şarttır. Adrenalin içeren<br />

otomatik enjektörler anafilaktik reaksiyonlarda en elzem<br />

tedavi seçeneğidir. Gelecek reaksiyonların önlenmesinde aşı<br />

tedavisi yüksek etkinliğe sahiptir.<br />

Not<br />

Allerji konusunda ayrıntılı bilgi için Türkiye Ulusal Allerji ve<br />

Klinik İmmünoloji Derneği www.aid.org web sayfası hasta<br />

bilgilendirme sayfalarından faydalanabilirsiniz.<br />

yaşama sanatı 29


TARİH<br />

30<br />

yaşama sanatı<br />

Sultan Abdülmecid Han’ın Annesi<br />

Bezmialem Valide Sultan


Garipler için bedava hastane<br />

Bezmialem Valide Sultan’ın şahsi servetini vakfederek yaptırdığı,<br />

bugünkü ismiyle Bezmialem Valide Sultan Vakıf Gureba<br />

Eğitim ve Araştırma <strong>Hastanesi</strong>, 1843 senesinde cami ve çeşmesi<br />

ile birlikte hizmete açıldı. Bu hastane onun milletine olan<br />

şefkatinin bir timsali olarak hala ayakta durmaktadır. Osmanlılar<br />

zamanında açılan bütün sağlık kurumlarının adları, şifahane,<br />

darüşsifa veya bimarhane şeklinde olurdu. Hastane tabiri<br />

ilk defa bu bina için kullanıldı.<br />

Kuruluşundan iki yıl sonra hazırlanan bir vakıfname ile de<br />

“Bezmialem Gureba-i Müslimin <strong>Hastanesi</strong>” adı ile garip,<br />

elden ayaktan düşmüş, fakir ve kimsesiz Müslümanlara tahsis<br />

edildi. Hastanede her türlü muayene ve tedavi ücretsiz olarak<br />

yapılırdı. Çünkü Bezmialem Valide Sultan, hastaneyi ve vakfı<br />

kurarken ücretsiz muayene ve tedavi hizmeti verilmesini şart<br />

koşmuştu. Hastanenin o günkü şartlara uygun olarak hazırlanan<br />

talimatnamesi çok mükemmel kabul edilmektedir. İdari ve<br />

diğer konularda karşılaşılabilecek bütün hususlar, hatta hasta<br />

kabul ve tedavi usulleri bile en ince teferruatına kadar belirtilmiştir.<br />

Hastanede hekim, cerrah, eczacı ve diğer işleri yürütecek personel<br />

maaşlı olarak bulunuyordu. 24 saat esasına göre hizmet<br />

verilmekte olup evli olan hekimler haftada üç gün evlerine<br />

gidebiliyorlardı. İlk kuruluşunda hastanede 12 koğuş ile 120<br />

yatak vardı. 1894 yılındaki zelzeleden büyük zarar gördüğünden,<br />

hastalar geçici olarak Okmeydanı’na taşında. Tamirat bir<br />

senede bitirildi.<br />

1914-1915 öğretim yılında Haydarpaşa Tıp Fakültesinde<br />

okuyan talebeler için Gureba, Haseki ve Cerrahpaşa hastanelerinden<br />

istifade edilmesine karar verilince, hastane öğretim<br />

görevine başladı ve uzun zaman Tıp Fakültesinin istifadesinde<br />

Sultan Abdülmecid Han<br />

kaldı. Hastane, 1956 yılında Sağlık Bakanlığından tamamen<br />

ayrılarak vakıflar idaresine geçmiştir.<br />

Vakfiyesinin hasta ile ilgili kısmına; “Şayet bir hastanın iyileşmesi,<br />

sıhhate kavuşması için bir limon lazım ise; bu limonun<br />

bedeli bir altın bile olsa, mutlaka alınacaktır” ibaresini<br />

yazdıran Bezmialem Valide sultan, kurduğu müesseselerin<br />

masraflarını karşılaması için ayrıca zengin gelir kaynakları<br />

vakfetmiştir.<br />

Kendisi gibi zarif bir cami<br />

Valide Sultanın yaptırdığı camilerin en büyüğü sahil boyunda,<br />

Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Bezmialem Valide Sultan<br />

Camii’dir. Caminin açılışını görmeye ömrü kifayet etmemiş,<br />

camiyi oğlu Sultan Abdülmecid Han tamamlatmıştır.<br />

Bugün Cağaloğlu Anadolu Lisesi’nin bulunduğu yerde, Sultan<br />

İkinci Mahmud Han Türbesi’nin arkasında “Bezmialem<br />

Valide Sultan Mektebi” adıyla bir mektep ve Çatalca’nın<br />

baban köyünde cami yaptırmıştır. Bursa’da ilk modern ipek<br />

fabrikasını kurmuştur. Ayrıca Rami ve Maltepe yolunun tam<br />

ortasında bulunan çeşme ile Dolmabahçe, Tarabya, Akaretler,<br />

Topkapı dışı ve Gureba’daki çeşmeler de onun eseridir. Hayır<br />

eli çok uzaklara kadar ulaşan Valide Sultan, Nakşibendi meşayının<br />

büyüklerinden Abdullah-ı Dehlevi Hazretlerinin talebesi<br />

Muhammed Can Mekki için Mekke’de bir dergah yaptırmıştır.<br />

2 Mayıs 1853 tarihinde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda<br />

46 yaşlarında iken vefat etti. Sultan Abdülmecid Han annesinin<br />

ruhu için fakirlere çok büyük miktarda sadaka dağıttırdı.<br />

Büyük bir merasimle Divanyolu’nda Sultan İkinci Mahmud<br />

Han Türbesi’ne defnedildi.<br />

Kaynak: Babıali Kültür Yayıncılığı. İbrahim PAZAN/Padişah Anneleri<br />

yaşama sanatı 31


PSİKİYATRİ<br />

32<br />

Uzm. Dr. Seçil ALDEMİR<br />

Bazen Bulutların Üstündeyim<br />

Bazen Kuyunun Dibinde:<br />

Manik Depresif<br />

Hastalık<br />

F.Ü.H. Psikiyatri Anabilim Dalı<br />

ki uçlu duygu durum bozukluğu” taşmaktan hare-<br />

İ<br />

ketsizliğe, uçmadan sürünmeye doğru salınan bir<br />

sarkaç gibidir. Ciddi ve insan hayatını olumsuz<br />

etkileyen psikiyatrik bir hastalıktır. Tıpta bu duruma<br />

manik depresyon, manik depresif hastalık, iki uçlu mizaç<br />

bozukluğu gibi isimler verilmektedir.<br />

Manik depresif hastalıkta mani ve depresyon dönemleri vardır.<br />

Hastaların çoğu bu dönemler dışında tamamen normaldir.<br />

Hafif mani dönemlerine hipomani denilmektedir.<br />

Mani Döneminde Görülen Bazı Belirtiler Şunlardır:<br />

● Coşkulu, kendine aşırı güvenli bir ruh hali (Her şeyi yapabilecek<br />

kadar güçlü hisseder.)<br />

● Kolay sinirlenme<br />

● Uyku ihtiyacının azalması (uyku süresi azaldığı halde<br />

uykusuzluk hissetmez)<br />

● Muhakeme bozukluğu (normalde alamayacağı risklerin<br />

altına girer)<br />

● Dikkatin kolayca dağılması, konudan konuya atlama<br />

Depresyon Döneminde Görülen Bazı Belirtiler Şunlardır:<br />

● Sürekli mutsuzluk, ümitsizlik ve sıkıntı hisleri<br />

● Uyku ve iştah bozukluğu<br />

● İsteksizlik ve zevk almama<br />

● Halsizlik, konsantre olamama<br />

● Hayatdan soğuma ya da ölme isteği.<br />

Manik depresif hastalık her yaşta başlayabilir ancak genellikle<br />

ergenlik ya da genç erişkinlik döneminde başlar ve ömür boyu<br />

tekrarlayabilir.<br />

yaşama sanatı<br />

Manik depresif hastalık genellikle aileden geçer. Alkol ve<br />

bağımlılık yapıcı maddelerin kullanımı bu hastalığın ortaya<br />

çıkışını kolaylaştırır.<br />

Bazı hastalarda hastalığın alevlenmesi yılın belirli dönemlerinde<br />

olur. İlkbahar ya da kış aylarında mani, sonbahar ya da<br />

ya aylarında depresyon daha sık ortaya çıkmaktadır. Bazı hastalarda<br />

ise sevilen birinin ölümü ya da boşanma gibi önemli<br />

olayların yıl dönümünde hastalık alevlenmektedir.<br />

Stres hastalığı alevlendirebilir ama herhangi bir stres olmadan<br />

da hastalığın ortaya çıkması seyrek değildir. Bazı hastalarda<br />

evlilik, mezuniyet ya da çok para kazanma gibi olumlu olaylar<br />

da olumsuzlar kadar tetikleyici olmaktadır.<br />

Kimler Tedavi Görmeli ?<br />

Manik depresif hastalığı yaşayan kişiler, hastalık döneminin<br />

içindeyken, kendilerinin ve çevresindekilerin ne kadar olumsuz<br />

etkilendiğini anlayamazlar. Manik dönemi yaşayan hasta<br />

durumundan memnundur ve kendini çok iyi hisseder. Çünkü<br />

aklına pek çok fikir ve proje gelmekte, kendini çok güçlü hissetmekte,<br />

durmadan çalışabilmektedir, cinsel isteği artmıştır.<br />

Ancak diğer yandan pek çok işe başlasa da bunları yürütemez<br />

ve sürekli yeni şeylerle uğraştığı için başarılı olamaz. Riskleri<br />

değerlendiremediği için büyük kayıplara yol açan yatırımlar<br />

yapar. Pek çok gereksiz ve pahalı şey satın alır. Çok sinirli<br />

olduğu için etrafındakileri kırar, ağır durumlarda saldırganlaşabilir.<br />

Davranışları çevreden çok tuhaf karşılanacak biçimdedir.<br />

Hastalık döneminde hastaneye yatırılarak tedavi edilmesi<br />

hem bu riskleri ortadan kaldırır hem de kişinin toplum içinde<br />

imajının sarsılmasını engeller. Hastalık dönemi içindeyken<br />

hasta bunları değerlendirebilecek durumda olmadığı için de<br />

görev hasta yakınlarına düşmektedir.


Manik Depresif Hastalığın Tedavisi<br />

Manik Depresif hastalıkta en sık kullanılan ilaçlar duygudurum<br />

düzenleyicileridir. Bazı şeker hastalarının insülin alması<br />

ya da bazı yüksek tansiyon hastalarının tansiyon ilacı alması<br />

gibi manik depresif hastalığı olan kişilerin de uzun yıllar bazen<br />

ömür boyu bu ilaçları almaları gerekir. Bunlar hem hastalığın<br />

akut alevlenme dönemlerinde belirtilerin ortadan kalkmasını<br />

sağlar hem de aradaki normal dönemlerde hastalığın tekrarlamasını<br />

engelleyen koruyucu görev yaparlar.<br />

İlaç tedavisine ek olarak psikoterapi yapılması, tekrarlama<br />

sıklığını azaltabilir. Ağır hastalık dönemlerinde ya da tedavinin<br />

hızlı olması için elektroşok da (elektrokonvülsif terapi,<br />

EKT) uygulanabilir.<br />

Manik Depresif Hastalık Testi<br />

(Lütfen her sorunun karşısındaki boşlukta evet ya da hayır’ı<br />

işaretleyin)<br />

A.Her zamanki halinizden farklı olduğunuz ve aşağıdakilerin<br />

bazılarını yaşadığınız bir dönem hiç oldu mu?<br />

1. Kendinizi o kadar çok iyi ya da coşkulu hissediyordunuz ki<br />

diğer insanlar normal olmadığınızı düşünürler<br />

Evet□ Hayır□<br />

2. Aşırı sinirli olup insanlara bağırdınız, tartışma ya da kavgalar<br />

başlattığınız oluyor mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

3. Kendinize her zamankinden çok daha fazla güvendiğiniz<br />

oluyor mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

4. Her zamankinden çok daha az uyuduğunuz ama yine de<br />

uyku ihtiyacı hissetmediğiniz oluyor mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

5. Her zamankinden çok daha fazla konuştuğunuz ya da aşırı<br />

konuşkan olduğunuz oluyor mu?<br />

Evet □ Hayır□<br />

6. Zihninize çok fazla düşüncenin geldiği ya da zihninizi durduramadığınızı<br />

hissettiğiniz oluyor mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

7. Çevrenizdeki şeylerle dikkatinizin çok kolay dağıldığı ve<br />

dikkatinizi bir konu üzerinde toplamakta büyük zorluk çektiğiniz<br />

oluyor mu?<br />

Evet □ Hayır□<br />

Hasta Kendisi İçin Ne Yapabilir?<br />

● Düzenli ilaç kullanmalıdır<br />

● Uyarı işaretlerine dikkat edilmelidir<br />

İyi dönemindeyken bir yakınıyla kontrat yaparak, o kişi kendisinde<br />

tehlike işaretleri fark ettiğini söylediğinde onun yönlendirmesine<br />

uyacağına dair (tercihen yazılı) söz vermeli<br />

● Alkol ve uyuşturucu ilaçlardan kaçınılmalıdır<br />

● Başka ilaç almadan önce kendi doktoruna danışmalıdır<br />

● Sosyal hayatın dengesini etkileyecek köklü değişikliklerden<br />

kaçınmalıdır.<br />

8. Her zamankinden çok daha fazla enerjinizin olduğu zamanlar<br />

oluyor mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

9. Aşırı hareketli olduğunuz ya da her zamankinden çok daha<br />

fazla şeyler yaptığınız oluyor mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

10. Her zamankinden çok daha sosyal ve girişken olduğunuz,<br />

örneğin gece yarısı arkadaşlarınızı telefon ettiğiniz oluyor<br />

mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

11. Kendiniz için olağandışı olan ya da başkalarının aşırı,<br />

riskli ya da aptalca bulduğu şeyler yaptığınız oluyor mu?<br />

Evet □ Hayır□<br />

12. Para harcama miktarınızın sizi ya da ailenizi zora soktuğu<br />

oluyor mu?<br />

Evet □ Hayır□<br />

B.Yukarıdakilerden en az 2 tanesi aynı dönem içinde oldu<br />

mu?<br />

Evet□ Hayır□<br />

C. Bu dönem işle ilgili, ailesel ya da ekonomik hayatınızda ne<br />

derece sorunlara yol açtı? (Lütfen bir tanesini seçiniz)<br />

a) Hiç □ b) Hafif □ c) Orta □ d) Ciddi□<br />

Değerlendirme<br />

B maddesine “evet” yanıtı verdiyseniz ve C maddesine b, c ya da<br />

d yanıtı vermişseniz, bir psikiyatriste başvurmanızda yarar vardır.<br />

yaşama sanatı 33


LİTERATÜRDEN<br />

SAĞLIK HABERLERİ<br />

34<br />

Uzm.Dr. İrfan ŞENCAN<br />

F.Ü.H. Aile Hekimliği Anabilim Dalı<br />

Y<br />

etişkin bir Amerikalı ortalama günlük 5 saatini<br />

televizyon seyrederek geçirmektedir. Televizyon<br />

seyretmek ABD’de uyku ve çalışmadan sonra en<br />

fazla zaman geçirilen üçüncü aktivitedir.<br />

Amerikalı araştırmacılar yaptıkları çalışmada normalden<br />

fazla kiloya sahip yetişkinlerin daha az televizyon seyrederek<br />

daha fazla kalori yakabileceklerini göstermişler.<br />

Çalışmaya katılanlardan televizyon seyrettikleri süreyi<br />

yarıya indirenler daha aktif olup, günlük fazladan ortalama<br />

120 kilokalori yakmışlar.<br />

Burlinton’daki Vermont <strong>Üniversitesi</strong>’ndeki araştırmacılar<br />

tarafından gerçekleştirilen çalışma Archives of Internal<br />

Medicine dergisinin 14 Aralık sayısında yayınlandı.<br />

O<br />

yun alanlarındaki yaralanma riskleri, özellikle<br />

kırıklar çocuklarda yaygın olup, hastaneye<br />

başvuru ve acil tedavi gerektirir. Oyun<br />

alanında düşmeye bağlı yaralanma risklerini<br />

belirleyen en önemli faktörler düşme yüksekliği ve yüzey<br />

yapısıdır. Her yıl ABD’de 200.000 çocuk oyun alanlarındaki<br />

yaralanma nedeniyle tedavi altına alınmaktadır.<br />

Toronto Çocuk <strong>Hastanesi</strong>’nden araştırmacılar, oyun alanlarının<br />

yüzeyleri granit kum veya ağaç lifi olan 19 okulda<br />

inceleme yaptılar. Yüzeyinde granit kum olan oyun alanında<br />

ağaç lifi olana göre düşmeye bağlı kol kırığı riskinin az<br />

olduğu tespit edildi.<br />

yaşama sanatı<br />

Daha Az Televizyon Seyrederek<br />

Daha Çok Kalori Tüketin<br />

Araştırmacılar fazla kilolu ya da obez kişilerde televizyon<br />

seyrederken harcanan zamanın azaltılmasının kalori tüketimine,<br />

enerji harcanmasına, vücut ağırlığına, uykuda harcanan<br />

zamana, kalori alımına ve aktiviteye olan etkisini<br />

incelemişler.<br />

Vücut kitle indeksi (VKİ) 25-50 arasında olan 36 tane<br />

yetişkin ile yapılan kontrollü çalışmada herkes televizyon<br />

seyrettiği süreyi 3 hafta boyunca kaydetti. Günlük en az<br />

3 saat olmak üzere ortalama 5 saat televizyon seyrediliyordu.<br />

Rasgele seçilen 20 katılımcının sonraki 3 haftalık<br />

dönemde televizyon seyrettikleri sürenin yarısı kadar süre<br />

televizyon seyretmeleri sağlandı. Kalan 16 kişi kontrol<br />

grubu olarak daha önce seyrettikleri süre kadar televizyon<br />

seyretmeye devam etti.<br />

Bununla birlikte son 3 haftalık gözlem süresinde tüm katılımcıların<br />

aktivite düzeyleri ölçüldü.<br />

Sonuçta gözlem grubunun enerji sarfiyatı günlük ortalama<br />

119 kcal artarken kontrol gurubunun 95 kcal azalmıştı.<br />

Gözlem grubunun VKİ’inde büyük bir azalma vardı.<br />

Televizyon seyrederken harcanan kalori masabaşı çalışması,<br />

telefonla konuşma, okuma ve yazma gibi diğer sedanter<br />

aktivitelerden daha azdır. Bu nedenle televizyon seyretme<br />

süresinde artış daha obez olmaya ve buna bağlı diyabet ve<br />

kalp damar hastalıklarının artmasına neden olmaktadır.<br />

Kaynak: Archives of Internal Medicine, 14 Aralık 2009<br />

Oyun Alanlarındaki Zemin Yapısının<br />

Çocukların Yaralanmasına Etkisi<br />

Çocukların oyun alanlarındaki yaralanmalarını azaltmak<br />

için güvenlik standartları belirlenip daha uygun yüzey malzemelerinin<br />

kullanılması gerekmektedir.<br />

Kaynak: PLoS Medicine, 14 Aralık 2009


Hava gibi temiz, su gibi berrak,<br />

Güneş gibi sıcak, pamuk gibi ak,<br />

Kötülükten uzak, melek gibi pak,<br />

yuvanın nakışı, süsüdür çocuk*<br />

* Mustafa Türkarslan<br />

FOTOĞRAF / Yılmaz USLU


FİZYOLOJİ<br />

36<br />

Prof. Dr. Şenol DANE<br />

Dr. Ramazan YÜKSEL<br />

F.Ü.H. Fizyoloji Anabilim Dalı<br />

Güçlü bir<br />

Antidepresan:<br />

ç tarafı denizlerle çevrili güzel ülkemiz; göl ve<br />

Ü<br />

barajlardan zengin bir coğrafyada bulunmaktadır.<br />

Aynı zamanda sularımızda çok çeşitli balık türleri<br />

yaşamaktadır. Fakat maalesef bu bereket deryasında<br />

yeterince balık kültürüne ülke çapında sahip olamayışımız<br />

gerçekten üzüntü verici. Çünkü özellikle son zamanlarda<br />

bilim dünyasında yapılan araştırmalar; yazılan makaleler bize<br />

balık tüketiminin ne derece sağlıklı olduğu bir yana ne kadar<br />

da elzem olduğunu apaçık göstermektedir.<br />

Balık içerdiği protein ve yağlarla sağlığımız için çok faydalı<br />

olmasıyla öne çıkan bir besin maddesidir. Buna karşılık ülke<br />

olarak balık tüketme alışkanlığı açısından geri sayılabiliriz.<br />

yaşama sanatı<br />

Balık etinin protein ihtiva etmesiyle çok değerli bir besin maddesi<br />

olduğu zaten bilinmektedir. Ancak balık yemenin beyin<br />

sağlığı açısından önemi konusunda çok değerli çalışmalar<br />

daha yeni yeni yapılmaktadır. Balık yağında beyinin normal<br />

fonksiyonu için çok önemli olan 2 spesifik yağ asidinden<br />

(DHA=docosahexaenoic acid, EPA=eicosapentaenoic acid)<br />

oluşan omega-3 bulunmaktadır.<br />

Balık yemek önemli ölçüde major depresyona girme ihtimalini<br />

ortadan kaldırmaktadır. Bu durum Amerikan Ulusal Sağlık<br />

Enstitüsü (NIH) psikiyatristi Joseph R Hibbeln’nin yaptığı<br />

araştırmayla ortaya çıkan bir gerçektir. Hibbeln’e göre son<br />

50 yılda Kuzey Amerika’daki depresyon oranları balık yeme<br />

davranışı azaldıkça düzenli olarak artmaktadır. Dünyanın en


fazla balık (yılda kişi başına yaklaşık 63 Kg)<br />

tüketen toplumu olan Japonlarda depresyon<br />

oranları dünyanın en düşük değerlerine<br />

sahiptir. Değerli bir araştırmanın sonuçlarına<br />

göre Japonlarda depresyon sıklığı sadece<br />

%0.12’dir. Daha az balık tüketenYeni Zellandalılar<br />

(yılda kişi başına 11 Kg) Japonlardan<br />

50 kat daha yüksek %5.8’lik bir depresyon<br />

insidansına sahiptirler. Amerikalılar ortalama<br />

yılda kişi başına 22 Kg balık tüketirler<br />

ve %3’lük bir depresyon oranına sahiptirler.<br />

Gerçekten az balık tüketme ve yüksek major<br />

depresyon oranı arasında hemen hemen tam<br />

bir paralellik vardır. Devam eden bir araştırmada<br />

doğum sonrası kadınlarda da aynı<br />

paralellik tespit edildi. Yani daha fazla balık<br />

tüketimi depresyon oranında ciddi azalmayla<br />

sonuçlanmaktadır.<br />

Dahası, balık tüketmemenin biyolojik işaretleri<br />

depresyonlu kişilerin kan değerlerinde de<br />

gösterildi. Depresyonlu hastaların kanlarında<br />

daha az omega-3 tipinde yağ bulundurdukları<br />

tespit edilmiştir. İnsanlarda düşük omega-3<br />

seviyeleri depresyondan daha yaygın olarak<br />

bulunmuştur. Ayrıca normal diyetlerinde<br />

daha fazla omega-3 yağı tüketen depresyonlu<br />

hastalarda depresyon belirtileri daha az<br />

şiddette olmaktadır.<br />

21 depresyonlu hastada yapılmış yakın zamandaki<br />

bir çalışmada en şiddetli depresyonlu<br />

hastalarda yağ asidi dengesizliği olduğu,<br />

kan ve hücre zarlarında en düşük balık yağı<br />

seviyelerine sahip oldukları anlaşıldı. Deliller<br />

gösterdi ki DHA tipi balık yağı mutluluk<br />

hormonu olarak bilinen serotonin salgısının<br />

düzenlenmesinde de görev almaktadır.<br />

Depresyonlu kişiler sıklıkla düşük serotonin<br />

seviyelerine sahip bulunmuşlardır.<br />

Tabii Lityum: Manik ve depressifler için<br />

bir tedavi kürü<br />

Büyük soru: Eğer nöronlarda balık yağı<br />

eksikliği depresyon gelişmesini tetikliyorsa,<br />

balık yağı alarak iyileşebilir mi? Yeni kuvvetli<br />

deliller onun mümkün olduğunu söylemektedirler.<br />

1998 de çığır açan bir çalışmada,<br />

bir psikofarmakolog ve Harward Tıp<br />

Fakültesinde Psikiyatri doçenti olan Dr. Andrew<br />

Stoll, 30 kişilik yaşları 19-65 arasında<br />

değişen bir grup bipolar (manik) depresyonlu<br />

hastalarda balık yağı alınmasının gerçek<br />

iyileşme sağladığını buldu. Çok hasta olarak<br />

nitelendirilen yılda en az 4 kez mani, depresyon<br />

veya her ikisini geçiren hastaların yarısı<br />

bir günde EPA ve DHA nın bir karışımından<br />

oluşan yaklaşık 10 gram balık yağı (14 çok<br />

büyük kapsül) aldılar. Diğer yarısı da plasebo<br />

zeytin yağı kapsülleri aldılar. 8 tanesi hariç<br />

Beyin Kalp Bağlantısı<br />

Dünyada balık yemeden<br />

uzak duran şahıslar hem<br />

depresyon ve hem de kalp<br />

hastalığının en yüksek<br />

insidansına sahiptirler. Şu<br />

anki bilgilerimize göre, balık<br />

yağı arterleri tıkanıklığa<br />

karşı koruyabilir, kalbi kalp<br />

krizinden ve ilaveten beyni<br />

depresyondan korumaktadır.<br />

Bu, bize niçin depresyonun<br />

kalp hastalığından önce<br />

geldiğini ve kalp hastalığını<br />

haber verdiğini ve niçin bu<br />

iki hastalığın sıklıkla aynı<br />

kişileri etkilediğini anlamamıza<br />

yardım eder. Hipokrat<br />

derki “Kalp için iyi olan bir<br />

besin maddesi beyin için de<br />

iyi olması muhtemeldir”<br />

bazı hastalar lityum dahil olmak üzere<br />

konvansiyonel tıbbi tedavi aldılar.<br />

Sonuçlar o kadar şaşırtıcı idi ki 9 ay olarak<br />

planlanan çalışma 4 ayda Dr. Stoll<br />

tarafından durduruldu. Bipolar hastaların<br />

%65 i balık yağından fayda gördüler,<br />

halbuki % 18 i plasebodan fayda görmüşlerdi.<br />

Dahası, balık yağı alanlar iyi olarak<br />

kaldılar. Balık yağı alanların sadece %12<br />

si depresyon veya maniye tekrar maruz<br />

kaldılar, halbuki plasebo alanların % 52<br />

si tekrar bu hastalıklara geri döndüler.<br />

Böylece balık yağı almayanlar alanlara<br />

kıyasla 4 kat mani ya da depresif ataklara<br />

yakalanıyorlardı.<br />

Bazı hastalar o kadar iyileşmede ileri<br />

gittiler ki, onlar tedavi dozlarını düşürdüler<br />

veya hatta tamamen keserek sadece<br />

balık yağıyla tekli tedaviyle devam ettiler.<br />

Dahası, Dr. Stoll balık yağının bir veya iki<br />

hafta içinde çok hızlı etki ettiğini söyledi.<br />

Dr. Stoll balık yağının etki spektrumunun<br />

oldukça geniş olduğunu ve onun antidepresan,<br />

antimanik ve bir duygu durum<br />

düzenleyicisi olduğunu söylemektedir.<br />

Balık yağı oldukça güvenli, iyi tolere edilebilir,<br />

sedasyona yol açmaz veya diğer<br />

tüm ilaçlardaki yaygın yan etkileri yoktur.<br />

Ne lityum ve valproat gibi standart tedavi<br />

ilaçlarıyla ve ne de bir antikoagulan olan<br />

kumadin hariç diğer ilaçlarla etkileşimi<br />

de olmaz.<br />

Dr. Stoll balık yağının günde 5 gr’lık tek<br />

dozla başlanmasını tavsiye ediyor. Kapsüller<br />

DHA ve EPA nın çeşitli dozlarını<br />

içermektedir. Genelde günlük 7-8 kapsül<br />

5 gr balık yağına karşılık gelmektedir.<br />

Alımını kolaylaştırmak için portakal suyu<br />

ile birlikte alım tavsiye edilmektedir.<br />

Gece almak ağızda balıkyağı kötü tadını<br />

ortadan kaldırmaktadır. Günde 10 gr dan<br />

dan fazla dozlarda balık yağı ishal veya<br />

yağlı dışkıya sebep olur. Maksimum doz<br />

günde 15 gr dır.<br />

Sonuç olarak aslında balık bir beslenme<br />

çeşidi olarak tavsiye edilmelidir. Eğer<br />

balık yemede problem yaşanırsa balık<br />

yağı kapsülleri de tavsiye edilebilir.Ancak<br />

her ilaç bir zehirdir kaidesince başta aşırı<br />

alımdan kaçınılmalı, prospektusta yazan<br />

dozlar aşılmamalı veya en doğrusu doktor<br />

tavsiyesine uyulmalıdır.<br />

Kaynak:<br />

Freeman MP. (2009) Omega-3 fatty acids in major<br />

depressive disorder. J Clin Psychiatry. 70 5:7-11.<br />

yaşama sanatı 37


TÜRKÜ HİKAYESİ<br />

38<br />

Ahmet KARABUDAK<br />

Uğruna Uğruna<br />

Gelir Dereden<br />

arkışla’da çiftçilik yapan bir ailenin Bedriye ismin-<br />

Ş<br />

de çok güzel kızları vardır. Kızlarına ailesi kısaca<br />

Bedir diye seslenir. Bir de ailenin yanında çalışan<br />

hizmetlilerin Ömer diye oğulları vardır. Ömer<br />

güçlü kuvvetli yakışıklı bir delikanlıdır. Ömer’le Bedir aynı<br />

yaştadırlar. Çocuklukları beraber geçer. Ömer’le Bedir büyüdükçe<br />

o çocuksu sevgileri aşka dönüşür. İçten içe gizli duygularla<br />

severler birbirlerini. İkisi de duygularını açığa vuramazlar.<br />

Ömer zaman zaman diyecek olur sevgisini. Bedir’in<br />

yayına varınca cesareti kırılır. Söyleyemez bir şey, yutkunur<br />

kalır. Ömer bir şey dese karşılık verecektir fakat, çaresiz<br />

yaşama sanatı<br />

Bedir’de bir şey söyleyemez ona. Günler ayları, aylar yılları<br />

kovalar.<br />

Şarkışla’da hayvanları, sürüleri olanlar her yıl yaz aylarında<br />

yaylaya çıkarlar. Sürülerini daha geniş otlaklarda yaylarken,<br />

tertemiz havayı teneffüs edip buz gibi suyunu içerek, tabiat’ın<br />

bütün güzelliklerinden doya doya faydalanırlar.<br />

Bedir’in ailesi de yaz aylarını Kızanandı denilen yaylada<br />

geçirmektedirler. Kızanandı, tertemiz havasıyla buz gibi sularıyla<br />

tipik bir Anadolu yaylasıdır. Fazla kalabalık olmadığı<br />

içinde, insanlar çok iyi ilişki içerisindedirler. Akşamları bir


yerde toplanırlar masal anlatırlar, türkü söylerler, halay çekerler.<br />

Yaz mevsiminin nasıl geçtiği anlaşılmaz bu topraklarda.<br />

Bir sonraki yaz mevsimi iple çekilir. İşte bu yaylada kaldıkları<br />

zamanların birinde! Daha fazla yalnız kalma imkanı bulur<br />

Ömer ile Bedir. Ve bir gün, Ömer Bedir’e duygularını açar.<br />

Fakat ne söyleyeceğini tam anlatamaz; Bedir’de heyecandan<br />

anlayacak durumda değildir zaten. Sözlerden çok bakışlar<br />

konuşur aralarında. Karşılıklı olarak aşklarını ilan ederler.<br />

Sonra, gizli gizli buluşmaya başlarlar. Sözde gizlice buluşurlar<br />

ama, gören görür bilen bilir onların aşklarını. Ve kısa zamanda<br />

herkes tarafından konuşulur olur Ömer ile Bedir’in aşkları.<br />

Kimse aşıkların buluştuğunu konuştuğunu yadırgamaz . Herkes<br />

yakıştırıverir birbirlerine ve evlenmelerini isterler. Ömer<br />

Allah’ın emriyle istetecektir Bedir’i. Dünürcüler belirlenir.<br />

Bedir ailesinden geleneklere uygun bir şekilde istenir. Kızın<br />

ailesinin kararı olumsuzdur. Özellikle Bedirin annesi Gürcü<br />

hatun, Ömer’in fakirliğini bahane ederek bu evliliğe karşı<br />

çıkar. Araya girenler ne kadar ısrar etseler de kara dediğine ak<br />

demez gürcü hatun. Aşıkların evlenmesine izin vermez.<br />

Bir süre sonrada Bedir’i Şevki adında yaşlı ve zengin birine<br />

verirler. Düğün günü Ömer’le çok yakın bir arkadaşı yaylaya<br />

çıkarlar. Ve gelin alayını çok üzgün bir şekilde orada seyrederler.<br />

Ömer çok içlenir ve ağlayarak türkü söylemeye başlar.<br />

Bedir’in yaşlı kocası evlendikten kısa bir süre sonra ölür.<br />

Ömer henüz evlenmediği için ahali tekrar araya girip, bunları<br />

evlendirmek isterler , Bu sefer ailesinin de karşı çıkmadığı<br />

Bedriye Ömer’i çok sevdiğini fakat, evlenirse dedikoduların<br />

çıkabileceğini, kocasının ölümünden kendisini sorumlu tutacaklarını<br />

söyleyerek, aşkını kalbine gömer ve teklifi kabul<br />

etmez. İki kere kaybettiği aşkı için Ömer’in yaktığı türkü dilden<br />

dile söylenir durur.<br />

Uğruna Uğruna Gelir Dereden (Bedir)<br />

Uğruna uğruna gelir dereden<br />

Benlerini sayamadım kareden<br />

Sevdiğimi bana yazsın Yaradan<br />

Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.<br />

Şu dereden cıvıl cıvıl kuş gelir<br />

Armağanlar dolu gider boş gelir<br />

Sevda bilmeyene hayal düş gelir<br />

Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.<br />

Boğazında lira alnında altın<br />

Bedir’i vermiyor şu Gürcü hatun<br />

Param çok değil alayım satın<br />

Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.<br />

Kırık boğazında ardından yettim<br />

Kız yandığın yere kadar bende gittim<br />

Bedir’i yaylaya emanet ettim<br />

Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor<br />

Yöre: Sivas/ Kaynak: Anonim<br />

yaşama sanatı 39


RADYOLOJİ<br />

40<br />

Doç. Dr. Aslı KÖKTENER<br />

Uzm. Dr. Dilek KÖSEHAN<br />

F.Ü.H. Radyoloji Anabilim Dalı<br />

Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanserdir.<br />

Ancak her zaman öldürücü değildir. Erken teşhisle<br />

tümüyle kurtulmak mümkündür. Ortalama her 10<br />

kadından 1’inde meme kanseri riski vardır. Kadınlar<br />

risk faktörleri konusunu hekimleri ile görüşmeli, kendileri<br />

için uygun bir izlem ve tarama programının oluşturulmasını<br />

sağlamalıdır.<br />

Meme Kanseri Risk Faktörleri:<br />

● Daha önce bir memede kanser gelişmiş olması<br />

● Daha önce memede kansere öncü sayılabilecek bir lezyonun<br />

bulunması<br />

● Genetik olarak meme kanseri gelişimine yatkın genleri taşımak<br />

yaşama sanatı<br />

Meme Kanseri ve<br />

Erken Teşhis<br />

● Ailesinde veya akrabalarında ( özellikle anne, teyze, kızkardeş)<br />

meme kanseri olması<br />

● Uzun süreli doğum kontrol hapı kullanımı<br />

● Menapoz döneminde uzun süre yüksek doz hormon (östrojen)<br />

tedavisi almak<br />

● Çocukluk veya gençlik çağlarında başka bir sebeple göğüs<br />

bölgesinin ışınlanmış olması<br />

● Adet başlama yaşının erken, adetten kesilme yaşının geç<br />

olması<br />

● Hiç doğum yapmamış olmak veya ilk doğumun 30 yaşından<br />

sonra yapılması<br />

● İleri yaş (meme kanseri en sık 50-65 yaşlar arasında görülüyor)


● Aşırı yağlı gıdalarla beslenme alışkanlığı<br />

● Yumurtalık ya da rahim kanseri hikâyesi olması<br />

Meme Kanseri Belirtileri:<br />

● Memede şişlik olması. Genellikle ağrısız, sertçe, yerinden<br />

oynamayan kitle varlığı<br />

● Memenin genel olarak boyutunda veya şeklinde değişiklik<br />

● Meme cildinde kızarıklık, morluk, yara, damar genişlemesi,<br />

içeri doğru çöküntü, yaygın küçük şişlikler, portakal<br />

kabuğu görünüşü gibi değişikliklerin olması<br />

● Meme başı ve çevresinde renk ve şekil değişikliği, meme<br />

başında genişleme, düzleşme, içe çökme, yön değiştirme,<br />

kabuklanma, çatlaklar oluşması, yaralar çıkması<br />

● Meme başından gelen kanlı veya kansız akıntı<br />

● Koltuk altında ağrılı ya da ağrısız şişlikler<br />

Meme kanseri tarama programlarının meme kanserinden<br />

ölümleri azalttığı gösterilmiştir. Meme kanseri taramasında<br />

mamografi, kendi kendine muayene ve hekim muayenesi kullanılmaktadır.<br />

Mamografi; meme kanseri taramasında vazgeçilmeyecek<br />

en önemli yöntemdir. Genelde gelişmiş dünya ülkelerinde<br />

40 yaşın üzerinde kadınlar tarama programına alınıp,<br />

yılda bir mammografi çekilmektedir. İşte bu noktada önemli<br />

olan, meme incelemesini yapan radyolog doktorun bu konuda<br />

yeterince deneyimli olmasıdır. Uygun kalitede, hastaya<br />

gereksiz ışın vermeden çekilmiş film iyi bir şekilde, doğru<br />

olarak değerlendirilmelidir. Ultrasonografi tek başına tarama<br />

yöntemi değildir. Bazı hastalarda, mammogafide tanıya yardımcı<br />

olarak kullanılmaktadır. Ayrıca tanı için hekim gerekli<br />

görürse uygulanan yöntemlerden biri de biyopsidir. Memenin<br />

manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile incelenmesinin<br />

ailesinde meme kanseri olan, yüksek riskli hastalarda faydalı<br />

olacağı düşünülmektedir. Bu konuyla ilgili çalışmalar devam<br />

etmektedir.<br />

Kendi kendine meme muayenesi her kadın tarafından 20<br />

yaşından itibaren yapılmalıdır. Adet döneminde ve öncesinde<br />

meme dokusu gergin ve ağrılı olabilir. Bu bulgular her zaman<br />

kanser anlamına gelmez. Kendi kendine muayene için en<br />

uygun zaman adet bitiminden sonraki haftadır. Bu dönemde<br />

memelerde şişme ve hassasiyet çok daha düşüktür. Menopoza<br />

girmiş kadınlar ise muayene için her ayın ilk günü gibi bir gün<br />

seçebilir.<br />

Kendi kendine muayenesi önce gözlemdir. Yeterli ışık alan bir<br />

ortamda, ayna karşısında yapılır. Ayakta dururken önce kollar<br />

yanda, sonra baş üzerinde ve eller bele konarak meme cildi<br />

dikkatle değerlendirilir, herhangi bir çekinti, kızarıklık, şişlik<br />

olup olmadığı araştırılır. Elle muayene ayakta, duş altında ıslak<br />

ve sabunlu cilt üzerinde veya sırt üstü yatarken, muayene edeceğiniz<br />

taraftaki memenin altına bir yastık ya da katlanmış bir<br />

havlu koyarak da yapılabilir. Sağ memeyi sol elle, sol memeyi<br />

de sağ elle, memeyi çok bastırmadan, parmakların iç yüzleri<br />

ile temas ettirerek, yukarıdan asağıya-aşağıdan yukarıya veya<br />

meme başından çevreye doğru küçük dairesel hareketlerle ve<br />

meme başından çevreye-çevreden meme başına doğru ışınsal<br />

hareketlerle incelemek gerekir. Tüm meme alanı ve koltuk<br />

altları muayene edilmelidir. Düzenli muayene yapıldığında<br />

meme dokusuna alışılır ve normal dışı sertlik algılanabilir.<br />

Klinik meme muayenesinin meme konusunda deneyimli<br />

genel cerrahi doktoru tarafından yılda bir kez yapılması gerekir.<br />

Özellikle mamografi incelemesi öncesi hastanın detaylı<br />

öyküsünün alınmış, fizik muayenesinin yapılmış olması ve<br />

muhtemel şüpheli bulgular var ise mamografi öncesi radyoloji<br />

uzmanına bu yönden bilgi verilmesi tetkikin değerlendirilmesi<br />

sırasında son derece faydalı olmaktadır. Maalesef meme kanserlerinin<br />

yaklaşık %10’u fizik muayene sırasında elle hissedilebilir<br />

haldeyken bile mamografi bulgusu görülemeyebilir.<br />

Ya da meme dokusunun yoğun olduğu bir bölgede mamografi<br />

değerlendirmesi sınırlı olabileceğinden genel cerrahi uzmanının<br />

bu bölgede bulgusu mevcut ise hastanın ek tetkiklerle<br />

incelenmesi gerekebilir. Meme dokusu elle muayenesi yapılabildiği<br />

ve radyolojik olarak rahatlıkla görüntülenebildiği için<br />

meme kanserinde erken tanı şansı vardır. Erken tanı için tarama<br />

programına katılmak hayat kurtarmaktadır.<br />

Dün yaptığınız şey size hala çok iyi<br />

görünüyorsa, bugün yeterli değilsiniz demektir.<br />

Earle Wilson<br />

yaşama sanatı 41


HATIRA<br />

Mustafa DURAK<br />

B<br />

Mum Işığında Son<br />

“Mahnı”<br />

ilseydim sabahtan günbatımına kadar beni beklediğini,<br />

hiç gitmezdim ilçeye. O mumun aleviyle<br />

son düetini yaparak öleceğini bilseydim, onu sana<br />

vermezdim.<br />

Annemi sevmeseydim, bu kadar sevmezdim seni.<br />

Ve seni tanımasaydım; “mahnı”nın türkü, “kartol”un patates,<br />

“istol”un masa olduğunu asla öğrenemeyecektim.<br />

Tam on yıl sonra bugün hâlâ acıyorsa içim, seni kaybetmeyi<br />

hazmedemeyişimdendir.<br />

…..<br />

Eylül, sonbaharın değil kışın mührüydü burada. Yağmurdan<br />

önce esen son fırtına köyün samanını, tozunu süpürüp ulu<br />

Allahuekber Dağları’nın ardında kaybolurken, birkaç güne<br />

kalmaz kar da uzun sürecek bir misafirlik için çalardı kapıları.<br />

Burada hava şartları tayin ederdi insanların yol haritalarını.<br />

Ardahan’ın Göle ilçesine bağlı Gedik Köyü’nde böyleydi<br />

eylül.<br />

……<br />

Ekmeğimin bittiği gündü. Son parçasını akşam yemiştim. Ya<br />

42<br />

yaşama sanatı<br />

akşamdan kalan makarnayla, çaylı kahvaltı yapacaktım ya da…<br />

“Ya da” sı yoktu. Çay kaynamıştı. Demlemek için mutfağa<br />

giderken kapı vuruldu sertçe. “Kim o” demeye kalmadan açılan<br />

kapıdan önce sıcak ekmek buğusu yayıldı yüzüme. Sonra<br />

Sümbül teyze girdi içeri. Lojmanın karşısındaki evde oturuyordu.<br />

İlk sevinç dalgasını atlattıktan sonra o konuştu:<br />

-Günaydın öğretmen, sene teze ekmek getirdim.<br />

Elindeki beyaz örtüyü açtı. Örtü kadar beyazdı ekmekler ve<br />

sıcacık…<br />

Bana afiyetler dileyerek, teşekkür etmemi bile beklemeden<br />

çıkıp gitti. Yüzündeki meleksi ifade çakılıp kaldı beynime.<br />

……<br />

Sümbül teyze ile ilk konuşmamız işte böyle başlamıştı. O<br />

evde yalnız yaşıyordu. Hiç kimsesi yoktu. Sonradan öğrendiğime<br />

göre 25-30 yıl kadar önce kocası, alışveriş için gittiği<br />

Iğdır’dan dönmemişti.<br />

O günden beri ne ölüsünden ne de dirisinden bir haber alınmıştı.<br />

Sümbül teyze, aslen Kırımlı; Kocası Mirza ise Azeri’ydi.


Kocasıyla beraber yıllar önce buralara ırgatlık için gelmişler,<br />

zaman içinde kalmışlardı bu köyde. Konuşmalarından anladığım<br />

kadarıyla, hâlâ bitmeyen bir umutla kocasının döneceği<br />

günü bekliyordu.<br />

……<br />

O günden sonra Sümbül Teyze’ye minnetten daha öte bir duyguyla<br />

bağlandım. O benim teyzem, annem, arkadaşım, türkü<br />

dostum; yani her şeyimdi. En sevdiğim tarafı da 65’lik yaşına<br />

rağmen temizlik konusunda gösterdiği titizlikti.<br />

Konuşması, tavırları, giyimi en çok da beline kadar örgü yapıp<br />

uzattığı kınalı saçlarıyla farklı bir havası vardı. Bir de Rabbine<br />

karşı eşsiz teslimiyet ve samimiyeti…<br />

Beni: “Öğretmen balam, öğretmen can.” Diye çağırırdı.<br />

Lojmanın önünde beni her gördüğünde, sert rüzgarlardan<br />

önce “günaydın”lardı. Pişirdiği ekmek bile bir başka mübarekti.<br />

Okulu paydos edince ayaklarım, kutsal bir emre boyun<br />

eğercesine O’na götürürdü beni. Bana, özel porselen demlikte<br />

demlediği çayını içmeye gitmezsem küser, çocuklarla haber<br />

yollardı. Çay içerken de Kırım’daki çocukluk ve genç kızlık<br />

yıllarını, Mirza’ya nasıl kaçtığını anlatır, hiç duymadığım;<br />

doyamadığım “mahnı” lar söylerdi.<br />

Hasta olduğunu biliyordum. Hem kalp yetmezliği vardı hem<br />

de astımdan şikayetçiydi. Ara sıra sigara da içiyordu.<br />

……<br />

Kasım ayı yeni bitmişti. Ertesi gün ilçeye gidecektim. Her<br />

zaman yaptığım gibi Sümbül Anneme uğrayıp ihtiyacı olup<br />

olmadığını sormayı düşünüyordum. Son dersten çıktım. Bahçede<br />

idi. Solgun yüzü bugün daha bir kederli görünüyordu.<br />

-Hayırdır kınalı teyzem, dedim<br />

-Öğretmen, senden bir hacetim vardır, dedi. Hırkasının cebinden<br />

çıkan, kat kat sardığı gri bir resimdi. Resmi göstererek:<br />

- Bu, benim herif Mirze’dir; bu aralar hep onu düşümde görürem,<br />

bunu büyüttür öğretmen can, dedi. Resmi alıp memnuniyetle<br />

yapacağımı söyledim. Çay demleyip içmeyi teklif ettim<br />

ama O ineğinin hasta olduğunu söyleyerek ayrıldı. Ben ise<br />

arkasından masallardan süzülüp gelmiş bir kahramana imrenircesine<br />

bakakaldım.<br />

……<br />

Ertesi sabah yeni bir kar dalgasıyla kalktım. Diz boyu yağan<br />

kar kasvetli bir hava veriyordu. Bu havada ilçeye arabanın<br />

gitmesine imkan yoktu. Ama benim gitmem gerekiyordu.<br />

Yolda rastladığım bir kızakla yirmi kilometrelik ilçe yol ayrımına<br />

kadar gittim. Artık bundan sonrası kolaydı. Gene de<br />

ilçeye ulaşmam öğle saatlerini bulmuştu. Resmi fotoğrafçıya<br />

götürdüm. Fotoğrafçı, resmin ancak ertesi güne yetişebileceğini<br />

söyledi. Yani bu gece Göle’de kalacaktım. Yatmak için<br />

öğretmen evine gitmeden önce bazı özel ihtiyaçlarımı tedarik<br />

ettim. Gece saatlerine doğru Sümbül Teyze’nin resmi görünce<br />

ne kadar sevineceğini düşünerek uyudum.<br />

Sabah inanılmaz güzel ve güneşli bir hava vardı. Yerdeki kara<br />

inat altın gibi güneşi görünce, birkaç gün önce bana sorduğu<br />

bilmeceyi hatırladım. Demişti ki:<br />

-Gelende geder, gedende gelmez.<br />

Bu, güneş olamazdı çünkü birkaç kez gitmişti ama, bugün<br />

gene gelmişti. Cevabını bugün söylemek zorundaydı. Hele bir<br />

söylemesin. Ben de resmi vermezdim. Bu düşünce daha bir<br />

neşelendirdi beni. Üstüne bir de Kırım türküsü söyletecektim,<br />

“Sona Gelin”i…<br />

yaşama sanatı 43


44<br />

Bir çorba içip seri adımlarla gittim fotoğrafçıya. Resim,<br />

konuştuğumuz gibi büyütülmüş, çerçevelenmiş ve de sarılmıştı.<br />

Artık ilçede kalmama gerek yoktu. Kars’a giden bir<br />

otobüse binerek köy yoluna yakın bir yerde indim. Yolda hâlâ<br />

araç geçtiğine dair bir emare yoktu. 20 km’lik yol, tarafımdan<br />

yürünmeyi bekliyordu. Açıkçası çok da büyümedi gözüme<br />

yol. Tek sorun, taze yağmış kara basınca ayakların zor çıkmasıydı.<br />

Hesaplarıma göre dört saatlik zorlu bir yürüyüş olacaktı.<br />

Lojmana yaklaştığımda beşinci saat dolmak üzereydi. Lojmanın<br />

önündeki karaltı ondan başkası olamazdı. Beni görmüş<br />

olduğunu bildiğim halde neden yerinden kalkarak bana doğru<br />

gelmiyor? Ve neden:<br />

- Geldin mi öğretmen can, diyerek herhangi bir manevra yapmıyordu.<br />

Belki de uyukluyordu. Tam önünde durup poşetleri<br />

yere bıraktım.<br />

- Selamünaleyküm Kırım Dilberi, dedim. Hâlâ en ufak bir tepkisi<br />

yoktu. Aklıma fena şeyler gelmişti. Düşüncelerim bulanmaya<br />

başladı. Ve sarıldım boynuna. Soğuktan donmaya başlamış<br />

kirpiklerimden yaş da akmıyordu. İşte o zaman kaldırdı<br />

başını küskün bir tavırla. Zoraki gülümsemeye çalışarak<br />

- Geldin he mi balam, diyerek sarıldı bana. Devam etti:<br />

- Bilirsen mi sabah küneşinden beri men seni gözlirem?<br />

Kesinlikle donmak üzereydi. Çok kızdım. Lojmanı açtığım<br />

gibi, bir gün önceden hazırladığım tezek sobasını yaktım. Çay<br />

yaptım, bir şeyler hazırladım. Yer sofrasında oturup yedik. Bir<br />

süre sonra titremesi geçmeye, yanaklarına kan gelmeye ve<br />

konuşmaya başladı. Canlandı adeta.<br />

- Emaneti düzelttin mi can? Diye sordu. O, “can” deyişi canımı<br />

aldı sanki.<br />

- Evet diyerek poşetteki resmi açmaya çalıştım. Buna engel<br />

oldu ve:<br />

- Men evde açaram, sen bırak, dedi. Sigara istedi ve birer tane<br />

yaktık. Ben, bu huzur içinde “Sona Gelin” türküsünü belli<br />

belirsiz mırıldandım. Amacım onun söylemesini sağlamaktı.<br />

Ve başladı:<br />

“ Sona Gelin toyda oynar.<br />

Civanları oda salar.<br />

Üreğimde bir koz gaynar,<br />

yaşama sanatı<br />

Çirkini feryada salar.<br />

Salın bulak gözlü Sona.<br />

Salın şirin sözlü Sona…”<br />

Ve daha ne türküler söyledi o gün. İçimde türkülerle bezenmiş<br />

bir bahçe meydana geldi.<br />

- Men sana gurbanam öğretmen, derken son heceyi oldukça<br />

uzatmıştı. Gitmek üzere kalktı. Hava kararmaya başlıyordu.<br />

Köyde elektrikler yoktu, onun da mumunun olmadığını biliyordum.<br />

Birkaç mum verip evine kadar yolcu ettim Sümbül<br />

Teyzem’i. Lojmana dönünce yorgunluktan, üzerimi çıkarmadan<br />

attım kendimi yatağa.<br />

Pazar sabahı saat dokuz gibi açtım gözlerimi. Sesler geliyordu<br />

kalabalık ve tuhaf…Dışarı çıktım. Hava bugün kapalı ve<br />

soğuktu. Bir öğrenci kahreden, beklemediğim o kara haberi<br />

verdi:<br />

- Öğretmenim, Sümbül Nene ölmüş! Dünya yıkıldı o anda.<br />

İnanmadım, inanamadım. Hâlâ ıslak olan botlarımın topuklarına<br />

basarak koştum evine doğru. Ne ağlayabiliyor ne de sağlıklı<br />

düşünebiliyordum. Tek umudum bunun yalan olmasıydı.<br />

Epey kalabalıktı evin önü. Kalabalık beni görünce yol verdi<br />

Odanın ortasındaki yatakta yatıyordu kınalı Sümbül Annem.<br />

Kızıl saçları açıktı ve taranmıştı. Kırmızı çiçekli elbisesinin<br />

göğsünde kavuşturduğu iki elinin arasında tuttuğu resim,<br />

kocasının çerçeveli resmiydi. Biliyordum ki Sümbül Teyzem<br />

son mahnısını mum ışığında söylemişti kocası Mirza’ya.<br />

Peki “gelende geder, gedende gelmez” o neydi Sümbül Teyzem,<br />

neydi o? Sen miydin, mahnıların mıydı; yoksa mahnılara<br />

katık ettiğin Mirza sevgisi mi?<br />

Bunu hâlâ öğrenemedim ama artık öğrenmek için fazla bir<br />

çaba sarf etmiyorum. Sadece yüreğimin derinliklerinde sakladığım<br />

sıcak tebessümde arıyorum “gidişini”. “Sona Gelin”<br />

türküsünü öğrettiğim her öğrencide ise “gelişini” anlıyorum.<br />

Kaynak: Eğitim-Bir-Sen Yayınları / Öğretmenlik Hatıraları/ Mum Işığında<br />

Son Mahnı


ANAM<br />

Sen ki; güneş kadar şefkatli<br />

Su kadar cömert<br />

Toprak gibi bereketlisin<br />

Damarlarında dolaşan kan kadar asil<br />

Başı bulutlara değen dağ doruğu kadar yücesin.<br />

Bak ki; gün yüzlü anam<br />

Ne de güzel boy vermiş<br />

Bacım ve kızım misali… mis kokulu çiçekler<br />

Reyhan ve Hanımelleri<br />

Ve ona hayat veren Sebil<br />

Bir de göğün Seçil’mişi.<br />

Demem O ki; benim anam<br />

Hasretin bir dipsiz kuyu<br />

Özlemin dile kolay<br />

Gün dönümünü<br />

Ay gününü<br />

Seneler devrin tamamladı<br />

Bir biz… bir biz unutmadık<br />

Aslolan gerçek yokluğunu<br />

Ötesi yalana şerbetli güzel anam<br />

Ötesi yalana şerbetli.<br />

Özcan Demir<br />

ŞİİR


UYKU BOZUKLUKLARI<br />

46<br />

O<br />

bstrüktif Uyku Apnesi; uyku sırasında üst solunum<br />

yolunun tekrarlayıcı tıkanmaları sonucu nefesin<br />

10 saniyeden uzun süre durması ile karakterize;<br />

birçok vücut sistemini ilgilendiren önemli bir sağlık<br />

sorunudur. Horlama, gece terleme, sabah yorgun kalkma<br />

ve gündüz aşırı uyku halinin olması en belirgin bulgulardır.<br />

Uyku apnesi sendromu olanlarda gece boyunca tekrarlayan<br />

sık oksijen düşmeleri meydana gelir ve buna bağlı olarak stres<br />

hormonları belirgin bir biçimde artış gösterir. Artan stres hormonları<br />

kalp damar sisteminin kontrolünde etkili olan sempatik<br />

uyaranları uyararak, tansiyonda yükselme, uykuda terleme<br />

ve kalp ritminde bozulmaya yol açabilir. Hastalarda kalp<br />

krizi geçirme olasılığı yüksektir ve her yıl uyku apnesine bağlı<br />

Doç. Dr. Duygu ÖZOL<br />

Obstrüktif Uyku Apnesi ve<br />

F.Ü.H. Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı<br />

F.Ü.H. Uyku Bozuklukları Merkezi<br />

Yüksek Tansiyon’un İlişkisi<br />

Yapılan araştırmalarda uyku apnesi ile beraber en sık karşılaşılan sağlık sorunu olarak<br />

yüksek tansiyon (hipertansiyon) belirtilmiştir.<br />

yaşama sanatı<br />

38000 ani ölüm gözlenmektedir. Günün ilk saatlerinde - sabaha<br />

karşı artış gösteren acil servis başvuruları, kalp krizleri,<br />

ani ölümler, ritm bozuklukları ve hipertansif ataklar obstruktif<br />

uyku apne sendromunun toplum sağlığı açısından önemini<br />

ortaya koymaktadır.<br />

Yapılan araştırmalarda uyku apnesi ile beraber en sık karşılaşılan<br />

sağlık sorunu olarak yüksek tansiyon (hipertansiyon)<br />

belirtilmiştir. Hipertansiyon çok yaygın görülen kalıcı sakatlık<br />

ve ölüm nedeni olabilen önemli bir sorundur. Eğer tedavi edilmezse<br />

beyin dolaşımı, kalp, damar ve böbrek hastalıkları için<br />

ciddi hastalık ve ölüm oranlarında artışa sebep olur. Sağlıklı<br />

bir kişide vücudun dinlendiği ve yenilendiği bir süreç olan


uykuda kan basıncı hafif düşer. Ancak şiddetli horlama ve<br />

uyku apnesi varlığında bu düşmenin olmadığı, hatta tam tersine<br />

tansiyonun yükseldiği saptanmıştır. Fransa’da yapılan bir<br />

araştırmada uyku apnesi şüphesi ile başvuran 2677 hastanın<br />

% 45.3’ ünde hipertansiyon olduğu saptanmıştır. Amerika’da<br />

yapılan bir uyku çalışması hipertansiyonlu hastalarda uyku<br />

apnesinin rolüne dikkat çekmiş ve hipertansiyonun saatteki<br />

apne sayısı ile doğru orantılı olduğu bulunmuştur. Başka bir<br />

araştırmada ise özellikle ilaç tedavisine dirençli hipertansif<br />

hastalarda uyku apnesi sıklığı anlamlı ölçüde fazla bulunmuştur.<br />

Birden fazla tansiyon ilacı kullanma gereksinimi duyan<br />

veya tansiyonu zor kontrol edilebilen hastalarda uyku apnesi<br />

sıklığı %80’leri bulabilmektedir.<br />

Son yıllarda yapılan çalışmaların hipertansiyonun önlenebilir<br />

ya da seyri değiştirilebilir bir hastalık olduğunu göstermesi ve<br />

tüm bunların erken tanı ve yaşam tarzındaki bazı değişiklikleri<br />

içermesi, bu hastalık konusunda hastanın bilgilendirilmesi,<br />

ayrıntılı olarak uykusunun sorgulanmasının önemini gündeme<br />

getirdi. Yüksek Kan Basıncı Koruma, Teşhis, Değerlendirme<br />

ve Tedavisi Komitesi’nin 7. raporunda (JNC-7) uyku apnesi;<br />

hipertansiyonun tanımlanabilir ve önlenebilir nedenleri arasında<br />

kabul edilmiştir. Uyku apnesi uygun şekilde tedavi edildiğinde<br />

antihipertansif tedaviye ilave olarak ortalama kan basıncında<br />

5-10 mm Hg düşüşler yaparak hem gece hem de gün<br />

içi kan basıncı kontrolünü sağlamaya yardımcı olabilmektedir.<br />

Uyku apnesi ve hipertansiyon arasındaki ilişkinin hatırlanması;<br />

bazı hastaların boş yere fazla ilaç almasını önleyebilecektir.<br />

Polisomnografi tetkikinde ayrıntılı olarak uyku kalitesi, uyku<br />

yapısı değerlendirildiği gibi, tüm gece kandaki oksijen düzeyi<br />

ile beraber kalp ritmide takip edilmektedir. Bu şekilde bir gece<br />

uyku laboratuvarında yapılacak olan polisomnografi tetkiki<br />

yardımı ile, özellikle şiddetli horlaması olan hastalarda yüksek<br />

tansiyona yol açan ilave nedenler bulunup hastaların yıllarca<br />

tansiyon ilaçlarına neden cevap vermedikleri anlaşılabilmektedir.<br />

Herşeyi kazandığını sanan adam,<br />

Neyi kaybettiğinin farkında değildir...<br />

yaşama sanatı 47


HİKAYE<br />

Yrd. Doç.Dr. Ömer Faruk KARATAŞ<br />

F.Ü.H. Üroloji Anabilim Dalı<br />

Ne Çok Yüzün Var Senin Ey Hayat!<br />

A<br />

man Allah’ım! Dalgalar üzerime üzerime geliyor.<br />

Hiç bu kadar yakın olmamıştı bana.<br />

Suyun daha çok ısındığı aylarda teknelerin sayısı<br />

artar, çıkan gürültünün sesi ve dalgaların etkisi ile<br />

bir hareketlilik olduğunu anlardım. Bu birkaç dakika sürer<br />

sonra deniz kendi kabuğuna çekilir ben de kendi suskunluğuma<br />

ve yalnızlığıma geri dönerdim. Yıllar yılı hep böyle oldu.<br />

Kaç yıl olduğunu bile unuttum. Bu kum tanelerinin arasında<br />

takvimlerden dem tutmanın bir anlamı yoktu.<br />

Denize düştüğüm ilk günlerde oldukça zorlandığımı söyleyebilirim.<br />

Deniz dibindeki kum taneleri yeni gelen bu ışıltılı<br />

dostlarına karşı oldukça yumuşak, ilgili ve misafirperverdi.<br />

Başlangıçta etrafımda pervane olan balıkların biri gidip<br />

diğeri gelmiş, baş döndürücü ışıltıma üşüşmüşler sonra onların<br />

karın doyuran metaları olmadığımı anladıkları an süratle<br />

beni terk ettiklerine şahit olmuştum. Ara sıra rüzgârın selam<br />

gönderdiği dalgalar hariç semtime bir daha uğrayan hiç<br />

olmamıştı. Bunun dışında yaz aylarında su altındaki hayatıma<br />

renk veren denizin üzerinde dolaşan tekneler oldu. Bu<br />

teknelerden birinin beni keşfedeceğini, durup alacağını, bu<br />

sonsuz ve karanlık sulardan kurtaracağını hep hayal ettim.<br />

Buna inancım tamdı ve bu inancımı hiç bozmadım. Keyif-<br />

48<br />

yaşama sanatı<br />

siz ve kederli günlerim oldu ama umutsuz günlerim olmadı.<br />

İçimi hüznün soluk rengi kuşattığında, bir gün buradan kurtulmanın<br />

umudu ile kendi kendimi aydınlattım.<br />

Yıllardan sonra dalgaları ilk defa bu kadar güçlü ve yakın<br />

hissettim. Kalbim yerinden fırlayacaktı. Sanırım o vakit<br />

geldi. Umudum gerçek olacak ve soğuk sulardan kurtulup<br />

sıcak parmaklara, ışıltılı vitrinlere olan yolculuğum birazdan<br />

başlayacaktı.<br />

Yıllar var ki böylesi bir heyecanı bile unutmuştum. Nasıl da<br />

çarpıyordu kalbim!<br />

Anlattığım kendi hikâyem. Parıltısı ile doğduğu günden<br />

beri göz büyüleyen, sıcaklığı ile gönüllere taht kuran, hep<br />

el üstünde taşınan, bembeyaz ve gül kokulu kremlerle beslenen<br />

beyaz, ince ve uzun parmakların özel günlerinin güzide<br />

konuğu, kıymet görmüş, güngörmüş, günler geçirmiş tek taş<br />

bir pırlantanın hikâyesi.<br />

Çok eski zamanlarımın, doğduğum yerin, dokunduğum<br />

ellerin, gezdiğim şehirlerin, konuk olduğum vitrinlerin ve<br />

başımdan geçen yüzlerce maceranın ayrıntılarına girmeyeceğim.<br />

Ancak en son bu azgın suların ortasında, kırık dökük<br />

bir teknede, kendini bilmez iki kaba saba adamın elinde,


çıkan kavga sonucu sağa sola savrulduktan sonra bu karanlık<br />

sulara gömüldüğümü söylemeden geçemeyeceğim. Benim<br />

için yeni bir hayatın başlangıcı olan bu süreç olgunlaşmamın<br />

da ilk aşamasıdır diyebilirim. Hep kurtuluş umudu ile<br />

kendimi besledim, soğuk ve yarı siyah suların ılık ve berrak<br />

damarlarından emdim. Hep el üstünde taşınıp kıymet görmüş<br />

birisi olarak haddimi aştığımı, şımardığımı düşündüm.<br />

Bu bana rabbimin bir şefkat tokadından başka bir şey değildi.<br />

Kemalat sürecimi tamamlamak için buradaydım. Günüm<br />

geldiğinde, sürem dolduğunda, bir gün mutlaka kurtulacaktım.<br />

Biliyordum.<br />

Ben sabırsızlık ve heyecanla beklerken bir karartı yaklaştı,<br />

yaklaştı. Elinde zıpkınla balık avlamaya çalışan genç bir<br />

delikanlıya benziyordu. Önce etrafımda bir dolandı. Tam<br />

olarak beni göremedi ya da gördüğü halde ne olduğumu keşfetmeye<br />

çalıştı. Sonra uzaklaşır gibi oldu. Arkasını döndü.<br />

Bırakıp gidecek diye ödüm koptu. Keşke insan olsaydım da<br />

seslenseydim arkasından, bağırsaydım, “ben buradayım, ne<br />

olur beni de al” diyerek yalvarsaydım ya da tutup kolunu<br />

çekseydim diye düşündüm. Sonra yüzünü bana doğru döndü.<br />

Elindeki zıpkını bırakmıştı. İki eliyle önce etrafımdaki kumlara<br />

bir halka çizdi. Halkanın dışına çıkarsan yanarsın demek<br />

gibi bir mesaj mı verdi yoksa benimle oyun mu oynadı ya da<br />

ne diye bu halkayı çizdi anlamadım. Sonra usulca altımı iki<br />

parmağıyla kazıyıp beni avucunun içine aldı ve hızla suları<br />

yararak yukarı doğru ilerledi.<br />

“Sabır makamından şükür makamına erişimin vaktidir”<br />

dedim içimden.<br />

Tekneye vardığımızda genç delikanlı neye benzediğimi ve<br />

ne olduğumu anlamaya çalıştı. Sağıma soluma baktı, evirdi,<br />

çevirdi, yüzüne bir tebessüm ve mutluluk yayıldı sonra<br />

döndürüp bir çırpıda parmağına taktı. Tatil keyfini çıkarmaya<br />

çalışan evli çifte dönerek “buralarda pek balık yok, ben<br />

yıllardır dalarım bu denize, söylemiştim size, zıpkınımı da<br />

kaybettim üstelik” dedi. Anladım ki bu çiftin kiraladığı teknenin<br />

sahibinin parmaklarındaydım. Genç çift benim varlığımı<br />

hissetmediler bile! Çaresiz teknedeki gencin sözünü tutup<br />

dilediği yere götürmesine razı oldular.<br />

Akşama kadar o kıyı bu kıyı diyerek dolaştık. Tekneci genç<br />

hiç suya dalmadı, arada bir yüzüme bakıp gülümsedi, parmakları<br />

ile parlayan taşımı okşadı. Ne kadar kıymetli olduğuma<br />

kafa yormaktan ziyade akşam kıyıya vardığında bir<br />

günlük tekne mesaisi kadar bir ücrete satabilir miyim diye<br />

düşündü. Bu arada genç çift arada bir suya dalıp üç beş balık<br />

yakalayarak sevinç çığlıkları attı. Yakaladıkları balıktan<br />

çok doğanın ve denizin güzelliği ile büyülendikleri için ne<br />

beni ne de içten içe sevinçli, satmak için aceleci, bu yüzden<br />

huzursuz olan gencin çektiği sıkıntıyı anladılar.<br />

Kıyıya vardığımızda tekneci genç, evli çiftten ücretini aldı.<br />

Ne kadar acelesi olursa olsun parayı saymak için her zaman<br />

bir vakit olduğuna inanırdı. Parasını saydı ve özenle cebine<br />

yerleştirdi. Konuklarını birkaç güzel söz ile uğurladıktan<br />

sonra koşar adımlarla kıyıya en yakın kahvehanenin yolunu<br />

tuttu. Akşam vakti çökmüş, güneş denizin en uzak noktasında<br />

kızararak terk etmeye başlamış olduğundan müşterilerden<br />

pek kimse kalmamıştı. Çaresiz çaycının yanına ilişti ve parmağından<br />

usulca beni çıkararak Çaycı'ya dönüp “denizden<br />

olan kısmetimiz bugünlük bu” dedi ve; “buna kaç para verir-<br />

sin?” diye sordu. Kırkını geçkin, saçları erkenden kırlaşmış,<br />

alnı kırış kırış, kırık burnu eğri düzelmiş, kirli sarı palabıyıkları<br />

olan Çaycı, kalın çerçeveli ve kirli camları olan gözlüklerini<br />

takmış üzerime adeta abanmıştı. Sonra eline aldı. Bu<br />

kaba adamın beni inciteceğini oracıkta anladım. Sağa sola<br />

çevirdi, kırışık alnını onlarca kez tekrar tekrar kırıştırdı ve<br />

el çabukluğu ile gömleğinin iç cebine atmadı da fırlattı. Yere<br />

düşmediğim için şanslıydım, sevindim. Tekneci gence derin<br />

ama küçümseyici bir bakış fırlatarak; “bununla benden ancak<br />

bir ay bedava çay içersin” dedi. Tekneci itiraz etti. Çaycının<br />

cebe atışından anlamıştı ki satın almaya razı olacaktı. Sıkı bir<br />

pazarlığa tutuştu. Sarraflardaki değerimin belki de binde biri<br />

fiyatına anlaştı. El sıkışıp parasını aldıktan sonra bir aylık<br />

çayların da bedava olacağını aksi takdirde vazgeçeceğini<br />

söyledi. Çaycı çaresiz bu isteği de kabul ettiğinde tekneci<br />

genç gösterdiği köylü kurnazlığı için kendisiyle gurur duydu<br />

ve ne kadar kârlı bir gün geçirdiğini düşünerek hızla kahvehaneden<br />

uzaklaştı.<br />

Kaba saba bir adamdı bu Çaycı. Bir daha ne dönüp yüzüme<br />

baktı ne de avuçlarına alıp okşadı. Akşam eve vardığında<br />

eşine doğru dönüp; “Al bu oyuncağı sabaha kadar oyna,<br />

hevesini al. Sakın başına bir iş getireyim, kaybedeyim deme.<br />

Sabah alırım senden” diyerek cebinden çıkardığı gibi eşine<br />

doğru fırlattı. Kocasına göre genç yaşta olmasına rağmen<br />

kocasından daha yaşlı görünen bu kadın havada iken beni<br />

yakaladı. Avucuna konduğum andan itibaren yüzüne yayılan<br />

mutluluğu görmeliydiniz. Yıllar var ki ben de böyle bir duyguya<br />

hasrettim. Uzunca bir aradan sonra ilk defa bir kadın<br />

yüreği para edecek bir mal olarak değil, beni sadece "ben"<br />

olduğum için sevinçle çarpmıştı. Sağımı solumu inceledi,<br />

tek taşıma, çatlak derisi olan parmakları ile usulca dokundu.<br />

Beni incitmekten çizmekten korkuyordu. Sonra kalın<br />

dudaklarını taşıma dokundurarak öptü ve olabildiğince en<br />

kibar bir hareketle sol yüzük parmağına yerleştirdi. Kolunu<br />

ileri doğru uzatıp parmağında nasıl göründüğüme bakıyordu.<br />

Sanki ilk defa görmüş gibi içi ürperdi, utandı, üzüldü,<br />

içinden bir şeyler koptu. Bir zamanlar bembeyaz incecik<br />

narin olan parmakları şimdi kalınlaşmış, çatlamış ve yer yer<br />

çatlakların içine, yıkamasına rağmen geçmeyen karalar oturmuştu.<br />

Yaşlanmıştı zaten yeni tanıştığı herkes yaşından çok<br />

gösterdiğini söyleyip duruyordu. Parmaklarını ilk defa görüyormuş<br />

gibi içini garip bir hüzün kapladı. Belki de benim<br />

güzelliğim, gençliğim ve diriliğim karşısında parmakları<br />

sönük kalmıştı. Hani güneş doğunca gecenin karanlığının ne<br />

kadar çok olduğunu fark edersiniz ya… İşte öyle bir şey…<br />

Sonra kolunu kendine doğru çekti ve elini göğüslerinin tam<br />

ortasına koydu. Hayranlıkla beni izlemeye başladı.<br />

Çaycının karısı uzunca bir müddet göğsüne dayadığı parmaklarının<br />

ortasında parıldayan bu ışıltıyı izledi. Okuma<br />

yazması yoktu ama kelimelere karşı doğuştan Allah vergisi<br />

bir yeteneği vardı. Etraftan işittiği şiirleri, düğünlerde söylenen<br />

şarkı sözlerini, taziyelerde kadınların okuduğu ağıtları<br />

hiç unutmazdı. Bunları ezberlemek için hiçbir çaba sarf<br />

etmezdi çünkü buna gerek yoktu. Her kelime bir nakış gibi<br />

beyninin hafıza ile ilgili bölümüne işlenirdi ve o bilgiyi ne<br />

zaman geri çağırsa anında hazırdı. Bu özelliğini diğer kadınlar<br />

bildiği için düğün ve taziyelerin aranan kadınıydı. Hafızasında<br />

yüzlerce sıralı güzel sözcükler vardı.<br />

Bulundukları kasabaya yeni gelen bir Öğretmen Hanım’ın<br />

yaşama sanatı 49


okuduğu şiiri hatırladı. Genç Hanım öğrenci velilerinin<br />

evlerini ziyaret ederek kasabada olay yaratmıştı. Memleketlerinde<br />

ilk defa okumuş bir öğretmen hanım öğrencilerinin<br />

evlerini ziyaret ediyordu. Sıranın kendi evine gelmesini iple<br />

çekmişti. Öğretmen Hanım çantasından küçük hediye olarak<br />

bir kitabı kendisine uzattığında utancından kıpkırmızı<br />

olmuştu. “Ben okuma bilmem ki Hoca Hanım…” dediği anı<br />

hiç unutamamıştı. Keşke yer yarılsaydı da içine girseydi.<br />

Öğretmen hanım gülümseyerek; “Hiç dert etme, ben sana<br />

öğretirim o zaman okursun” demişti. Öğretmenin bu samimiyeti<br />

ve sıcaklığı onu etkilemişti. “O zaman ben rastgele<br />

bir sayfa açıp okuyayım sana bu kitaptan… Okuma yazmayı<br />

öğrendikten sonra da sen bana okursun” demişti. İşte<br />

o zaman bir sayfa açılmış ve oradan bir dörtlük okumuştu<br />

Öğretmen Hanım; “Ellerin, ellerin ve parmakların/ Bir nar<br />

çiçeğini eziyor gibi/ Ellerinden belli olur bir kadın/ Denizin<br />

dibinde geziyor gibi/ Ellerin, ellerin ve parmakların…” O<br />

dörtlüğü de zihninin bir köşesine yazmış ama üzerinde hiç<br />

düşünmemişti. Şimdi beni karşısında görünce o dörtlüğün<br />

ne anlama geldiğinin farkına varmıştı. Ellerinden belli olurdu<br />

bir kadın… Oysa onun parmakları kalın, çatlak ve içleri<br />

karaydı. Tıpkı hayatın ta kendisi gibi… Hele de evlendikten<br />

sonra hayatı hep böyle hissetmiş ve bu duygularla yaşlanmıştı.<br />

Geceyi onun sevecen, sıcak ve sevgi dolu yüreğinin üzerinde<br />

geçirdim. Sabah uyanır uyanmaz ilk beni okşadı ve yüzüme<br />

bakarak gülümsedi. Ellerini yıkarken sabunun dahi beni<br />

incitmesine izin vermedi. Çocuklarını okula uğurladı. Sonra<br />

kocasının kahvaltısını hazırladı. İçinde tarifsiz bir sevinç ama<br />

bir o kadar da tarifsiz tedirginlik vardı. Gece boyunca eşinin<br />

beni parmaklarından çıkarmaması için dua etti. Adam kahvaltıda<br />

beni unutmuş gibiydi. Kadın buna sevindi. Kocası ne<br />

dediyse yaptı. Çayı doldurdu, ekmeği ısıttı, tuzu uzattı, biberi<br />

her zaman kocasının sevdiği kıvamda kızarttı (çok aşırı<br />

kızarmayacak ama çiğ de kalmayacak), domatesleri dilimledi,<br />

reçeli eşinin sağ eline en yakın olan noktaya yerleştirdi.<br />

Her şeyi ama her şeyi yaptı. Dile getirmediği tek dileği vardı<br />

aslında. Beni kendisinden ayırmak istemiyordu. Daha kocası<br />

ağzını açmadan söylemek istedi. “Bu benim olsun, ben de<br />

kalsın…” demek istedi ama söyleyemedi, söylemedi. Eşiyle<br />

aralarında konuşmak dertleşmek gibi bir adetleri yoktu.<br />

Bir görevi yerine getirmek üzere birleşen iki insan gibiydi<br />

birliktelikleri. Sabahları kahvaltısını hazırlayacak, akşama<br />

yemeğini hazır edecek, gece yatakta çok kısa bir süreliğine<br />

memnun edecek, çamaşırlarını bulaşıklarını yıkayacak, elbiselerini<br />

ütüleyecek ve çocuklarına bakacaktı. Birlikteliklerinin<br />

temelinde bu ödevler vardı. Bu görevlerden herhangi<br />

birinde aksama, gecikme ya da iptal olduğunda kocasının o<br />

günkü ruh haline göre ince ve alaylı bir azardan (“Akşama<br />

kadar evde boş boş oturuyorsun. Utanmadan bir de yapamadım<br />

diyorsun”) başlayıp sık olmasa da dayağa kadar varan<br />

hadiseler yaşanıyordu. Zorunlu olmadıkça konuşmazlardı<br />

bile… Gel gel, git git hepsi o kadardı…<br />

Yıllardan beri aralarında oluşan diyalog bu yönde olduğu için<br />

şimdi de ağzını açıp tek kelime edemiyor ama kocasının bu<br />

alyansı istememesi için dua ediyordu. Aralarındaki buzdan<br />

bu duvar erimezdi belki ama o duvarın en tepesinde belki bir<br />

çatlak oluşabilirdi. İlk defa kendisini mutlu edebilirdi kocası.<br />

Bu bir fırsattı belki… Bakalım değerlendirebilecek miydi?<br />

Çaycı adam karnını doyurdu, peş peşe dört bardak çay içti ve<br />

50<br />

yaşama sanatı<br />

her zaman yaptığı gibi sofradan kalkarken kahvesini almak<br />

üzere koltuğuna geçti, televizyonu açtı. Sabah haberlerine<br />

daldı. Kadın kahvesini sundu kocasına. İstedi isteyecek diye<br />

kalbi heyecanla çarpıyordu. Hayırlısıyla bir evden dışarı çıksaydı<br />

rahat edecekti. Kahvenin üzerine suyunu da içtikten<br />

sonra evden çıkmak üzere kalktı. Kadın kocasının ceketini<br />

tuttu, hayırlı işler olsun dileğinde bulundu. Sona doğru<br />

gelinmişti. Adam evden çıkacak ve kadın huzura erecekti.<br />

Hiç olmazsa yirmi dört saat daha benimle birlikte geçirecekti.<br />

Kocası ayakkabılarını da giyindi, kapıyı gitmek için açtı<br />

ve karısının yüzüne bile bakmadan, tok bir sesle; “Akşam ki<br />

oyuncağı çıkar o parmağından” diyerek emretti…<br />

Kadın önce başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissetti.<br />

Korktuğu an gelmişti. Kocası her zamanki gibi emirle<br />

buyurmuştu… “Çıkar o parmağından…” Kelimeler yankılandı,<br />

yankılandı. Beynindeki her bir kıvrıma çarptı bu yankılanış.<br />

Freni patlamış bir arabanın sağa sola çarparak ilerlemesi<br />

gibiydi bu kelimeler. Kafası zonkladı, içi bulandı. İtiraz<br />

edecek oldu, bunun için kocasının gözlerini aradı. Yoktu.<br />

Adam yüzüne bile bakmadan kükremişti. Karşı durmanın<br />

anlamsızlığını gördü. Karşısı boştu. Önü boştu, kocaman<br />

bir boşluk vardı ve yürürse o boşluktan kendini aşağı bırakacaktı.<br />

Öyle yapmadı. İkiletmedi kocasının cümlesini…<br />

Öteki elinin parmakları usulca okşadı beni. Son kez. Sonra<br />

dudaklarına yaklaştırdı. Dudaklarının ıslaklığı değmeden<br />

önce gözlerinden süzülen bir damla yaş düştü tek taşıma.<br />

Bu ne yaman ayrılıktı böyle. Daha önceleri de belki sayısız<br />

parmağa konuk olmuş sonra da ayrılmıştım. Ama hiç böyle<br />

olmamıştım. O gözyaşı damlası onun yüreğinden benim<br />

içime aktı. Parlak taşımın her zerresi titredi. Dudaklarına<br />

değdirdiğinde ise yandım, yandım, yandım. Tek kelime dahi<br />

etmeden kocasına uzattı ve adam aynı hoyratlıkla beni dünkü<br />

çıkardığı cebine fırlattı sonra da kapıyı çarptı.<br />

Ertesi gün sarraflar çarşısının en güzide dükkânının<br />

camekânında en ön sırada yeni sahibimi beklerken, dükkana<br />

giren müşteriler ellerindeki gazetede fotoğrafı basılan kadını<br />

birbirlerine gösteriyorlardı. Ölü bir kadın vardı… Dün akşam<br />

beni kucağına misafir eden kadının ta kendisiydi. “Ölürken<br />

bir eline kuru bir narçiçeği almış, diğer eline ise çocuklarının<br />

kitaplarından koparttığı bir sayfa. Sayfadaki fotoğrafta<br />

sonsuzluğa uzanan kocaman bir deniz var… Ne oluyor bu<br />

kadınlara abiciğim? Yedikleri önünde, yemedikleri ardında…<br />

Akşama kadar kocaları dışarıda ekmek parası için çırpınıyor.<br />

Hanımlar gül gibi evlerinde otururlarken bir de kalkıp<br />

ne işler kafalarında kuruyorlar. Kudurmuş bunlar vallahi,<br />

bulmuş da bunamışlar diye bunlara derler işte… Utanmadan<br />

da eline kitap sayfası ve nar çiçeği almış. O ne demekse?<br />

Aklınca bir şey diyor herhalde…” diyerek konuşuyorlardı<br />

alışveriş için kuyumcu dükkânına girenler…<br />

Üşüdüm, dondum, ısındım, yandım.<br />

Karanlıklara gömüldüm.<br />

Sular altında yıllar yılı kaldığım süre içinde bile ne bu kadar<br />

üşüdüm ne de bu kadar karanlık gördüm. Işıltılı vitrinde,<br />

gösterişli bir koltukta lüks ampullerin aydınlattığı o ferah<br />

mekânda süzüldüm, küçüldüm, eridim, bittim.<br />

Nice karanlıklar var ki içinde bin aydınlıkta dahi bulunamayan<br />

bir huzur varmış. Bunca yıl sonra bunu anladım


ÖZ<br />

Hakan<br />

Optik<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> <strong>Hastanesi</strong> Göz Merkezi Yanı<br />

B A Ş K A<br />

ŞUBEMİZ<br />

YO KT U R


ÜNİVERSİTEMİZDEN HABERLER<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong>`nin 4 yıldır rektörlüğünü yürüten Prof. Dr. Oğuz BORAT<br />

görevini törenle Prof. Dr. Şerif Ali TEKALAN’a devretti.<br />

52<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong>`nde Rektörlük Devir Teslim Töreni<br />

atih <strong>Üniversitesi</strong>’nin Büyükçekmece Yerleşkesi`nde<br />

F gerçekleşen rektörlük devir-teslim törenine başta<br />

Üniversitenin Mütevelli Heyeti başkan ve üyeleri,<br />

idari kadro ile çok sayıda akademisyen katıldı.<br />

Törende bir konuşma yapan Mütevelli Heyet Başkanı Mustafa<br />

ÖZCAN, üniversitenin bir dünya üniversitesi olma<br />

yolunda hızla yol aldığını ifade ederek, `Yaptığı değerli<br />

katkılardan dolayı Prof. Dr. Oğuz BORAT’a teşekkür ederken<br />

bayrağı devralan Prof. Dr. Şerif Ali TEKELAN’a da<br />

başarılar diliyorum ` dedi.<br />

Mütevelli Heyet Başkanı Yardımcısı Prof. Dr. Suat YIL-<br />

DIRIM da yaptığı konuşmada Prof. Dr. Oğuz BORAT’ın<br />

üniversitemize yapmış olduğu katkılardan bahsetti.<br />

Görev yaptığı 4 yılda çok güzel günler yaşandığını vurgulayan<br />

Prof. Dr. BORAT da, ‘Eğer ortada bir başarı varsa bu<br />

benim değil, özveriyle çalışan akademisyen ve idarecilerimizindir.<br />

” dedi.<br />

Rektörlük bayrağını devralan Prof. Dr. Şerif Ali TEKA-<br />

LAN, ‘ Türkiye ve dünya adına önümüzde alınması gereken<br />

çok yolun olduğunu biliyoruz. Bu bilinçle çalışarak<br />

Üniversitemizi dünyanın en iyi üniversiteleri arasına sokmayı<br />

hedefliyoruz’ diye konuştu.<br />

yaşama sanatı<br />

Konuşmaların ardından Mütevelli Heyet Başkanı ve Üyeleri<br />

tarafından Prof. Dr. Oğuz BORAT ve rektör yardımcılarına<br />

yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür plaketi ve hediye<br />

takdim edildi.


Üniversitemizden Tanzanya Cumhurbaşkanı’na Fahri Doktora<br />

anzanyaCumhurbaşkanıJakayaMrishoKikwete’ye<br />

T Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Rektörü Prof. Dr. Şerif Ali<br />

Tekalan tarafından fahri doktora beratı verildi.<br />

Türkiye ile ilişkileri geliştirmek istediklerini söyleyen<br />

Cumhurbaşkanı Kikwete, Fatih <strong>Üniversitesi</strong>’ne fahri<br />

doktora ünvanı verdiği için teşekkür etti.<br />

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün<br />

davetlisi olarak Türkiye’deki temaslarını sürdüren Tanzanya<br />

Cumhurbaşkanı Jakaya Mrisho Kikwete ve beraberindeki<br />

heyet Fatih <strong>Üniversitesi</strong>’ni de ziyaret etti. Kendisini karşılayan<br />

Tanzanyalı ve Afrikalı öğrencilerle tokalaşan Cumhurbaşkanı<br />

Jakaya Mrisho Kikwete gördüğü sıcak ilgi karşısında<br />

memnuniyetini dile getirdi.<br />

Ziyaret sırasında Kikwete’ye Üniversitemiz tarafından Türkiye<br />

ile Tanzanya arasındaki ilişkilerin gelişmesine ve iki<br />

ülke arasındaki ticari alışverişin oluşmasına katkılarından<br />

dolayı Uluslararası İlişkiler Bilim Alanında “Fahri Doktor”<br />

unvanı verildi. Fahri doktora beratı Rektör Prof. Dr. Şerif Ali<br />

Tekalan tarafından takdim edildi.<br />

Doktora töreni sırasında konuşmasını İnglizce yapan Cumhurbaşkanı<br />

Kikwete, üniversitenin kendisine doktora vermesini<br />

memnuniyetle karşıladığını belirtti. Türkiye ile Tanzanya<br />

arasındaki ilişkilerin gelişmeye başladığını dile getiren<br />

Kikwete, “Dünyadaki ekonomik kriz, Afrika kıtasını da etkiledi.<br />

Afrika kıtasının zengin bir tarihi vardır. Doğal güzelliklere<br />

sahiptir. Turizm alanında son yıllarda gelişme olmuştur.<br />

Türkiye bizim için önemli, ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz.”<br />

diye konuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Yurtta sulh<br />

cihanda sulh’ sözünü hatırlatan Kikwete, dünyada barış istediklerini<br />

kaydetti.<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Rektörü Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan, Cumhurbaşkanı<br />

Kikwete’ye sunulan fahri doktora beratının Üniversite<br />

tarihindeki üçüncü berat olduğunu belirterek, “Sayın<br />

Kikwete’ye ülkemiz ile olan ilişkilerini geliştirmek adına<br />

yaptığı katkılardan dolayı teşekkür ediyoruz. Biz inanıyoruz<br />

ki, bundan sonra da Sayın Kikwete Türkiye’nin ve Fatih<br />

<strong>Üniversitesi</strong>’nin her zaman yanında olacaktır” dedi.<br />

Konuşmaların ardından Kikwete ve eşine üniversite yönetimi<br />

tarafından çeşitli hediyeler sunuldu.<br />

Tanzanya Cumhurbaşkanı Jakaya Mrisho Kikwete ve beraberindeki<br />

heyet Üniversitemizi ziyareti sırasında yeni kurulan<br />

Endüstriyel Otomasyon Merkezi’ni de gezdi..<br />

yaşama sanatı 53


HASTANEMİZDEN HABERLER<br />

54<br />

14<br />

tirildi.<br />

Mart Tıp Bayramı ve Geleneksel Önlük Giydirme<br />

törenleri Tıp Fakültesinin yeni açılan<br />

binasında çok sayıda doktor, öğrenci ve davetlinin<br />

katılımıyla coşkulu bir şekilde gerçekleş-<br />

Program öncesinde, davetlilere ikramda bulunuldu. Program<br />

saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başladı. Programın<br />

açılış konuşmasını Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Rektör Yardımcısı<br />

ve Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. M. Ramazan Yiğitoğlu<br />

yaptı. Yiğitoğlu yaptığı açılış konuşmasında;<br />

–“Bugün birçok mutluluğu bir arada yaşıyoruz. Kısa süre<br />

önce açtığımız Tıp Fakültesi binamızda yaptığımız bu program<br />

bizlere ayrı bir mutluluk yaşatmaktadır. Bugün burada<br />

yapacağımız tıp bayramı kutlamasıyla birlikte yeni tıp<br />

öğrencilerimiz önlüklerini giyecek ve son bir yıl içerisinde<br />

profesör ve doçent olan öğretim üyelerimiz de akademik<br />

giysilerini giyeceklerdir. Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi<br />

olarak kaliteli eğitim ve sağlık hizmeti hedefinden şaşmadan<br />

yolumuza devam edeceğiz.”dedi.<br />

Prof.Dr. M.Ramazan Yiğitoğlu’nun yaptığı konuşmadan<br />

yaşama sanatı<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi’nden<br />

Anlamlı 14 Mart Tıp Bayramı Kutlaması<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi, 14 Mart Tıp Bayramı<br />

Kutlama Programında birçok sevinç ve mutluluğu bir arada yaşadı.<br />

sonra Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi <strong>Hastanesi</strong> Başhekimi<br />

Prof.Dr. Mikdat Bozer de yapmış olduğu konuşmada<br />

–“Böyle bir programı ilk defa kendi binamızda yapmanın<br />

gurur ve mutluluğunu yaşıyoruz. Çalışmalarımız sırasında<br />

bazen büyük zorluklarla karşılaşıyoruz, daha sonra böyle<br />

güzellikler yaşanınca zorluklar unutulup mutluluğa dönüşüyor.<br />

İnşallah öğrencilerimizin mezuniyet törenlerini de


urada yaparız.”dedi. Programa katılan çok<br />

sayıda davetli arasından TSTV Başkanı Aysal<br />

Aytaç, Mevlana <strong>Üniversitesi</strong> Rektörü Prof.<br />

Dr. Bahattin Adam, <strong>Turgut</strong> <strong>Özal</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />

Rektörü Prof.Dr. Erol Oral ve <strong>Turgut</strong> <strong>Özal</strong><br />

<strong>Üniversitesi</strong> Mütevelli Heyet Başkan Vekili<br />

Emin Başer ile birlikte Gizem Öztürk isimli<br />

Tıp Fakültesi öğrencisi de birer konuşma<br />

yaptı.<br />

Gizem Öztürk yaptığı konuşmada "Üniversite<br />

sınavına giren yaklaşık 1,5 milyon öğrenci<br />

arasından Tıp Fakültesini kazanarak buraya<br />

gelmek bizler için hiç de kolay olmadı. Fatih<br />

<strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi'nin ilk öğrencileri<br />

olmamızdan büyük mutluluk ve gurur duyuyoruz.<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi en kısa<br />

sürede hedeflediği başarıya ulaşarak daha da<br />

ilerilere gidecektir. Buradaki anne ve<br />

babaların gönülleri rahat olsun, tıpkı<br />

benim anne ve babamın rahat olduğu<br />

gibi. Tıp eğitiminin zorluğunu biliyoruz.<br />

Fakat biz burada alanlarında çok<br />

başarılı olan hocalaramız sayesinde<br />

en kaliteli tıp eğitimi aldığımıza inanıyoruz"<br />

dedi.<br />

Program Fotoğraf Sanatçısı Hamit<br />

Yalçın’ın hazırladığı “Eşsiz bir mogan<br />

resitali: havadaki dans” isimli slayt<br />

gösterisiyle devam etti. Slayt gösterisinden<br />

sonra, yeni Tıp Fakültesi<br />

binası inşaatının fedakarca çalışılarak<br />

kısa bir sürede tamamlanıp hizmete<br />

açılmasında emeği geçenlere plaket<br />

verilmesiyle devam etti.<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Biyomedikal<br />

Mühendisliği Enstitüsü Müdürü<br />

Prof.Dr. Sadık Kara’nın “Musiki-<br />

Tıp ve İnsanımız” adlı konuşmasından<br />

sonra Prof. Dr. Sadık Kara ve<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Müzik Direktörü<br />

Gazi Ergişi ikilisi tarafından enfes<br />

bir müzik dinletisi sunuldu.<br />

Seslendirilen birbirinden güzel eserler<br />

davetlilerden büyük alkış aldı.<br />

Program son bir yıl içerisinde profesör<br />

ve doçent olan öğretim üyelerinin<br />

akademik giysilerini giyme töreni ve<br />

Tıp Fakültesi I.sınıf öğrencileri için<br />

yapılan önlük giyme töreni ile sona<br />

erdi.<br />

yaşama sanatı 55


56<br />

Kalpteki Delik Ameliyatsız Kapatıldı<br />

Tıp alanındaki son yenilikleri uygulayan Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi <strong>Hastanesi</strong>,<br />

kalp krizi sonrasında kalbinde delik oluşan hastayı ameliyatsız tedavi etti.<br />

Kasıktan anjiyo yapılarak hastanın kalbindeki delik şemsiye denilen özel bir cihazla<br />

kapatılırken, hızla iyileşen hasta bir gün sonra taburcu edildi.<br />

atih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Kardiyoloji Ana-<br />

F bilim Dalında, 49 yaşındaki hastada kalp krizi<br />

sonrası gelişen kalpteki delik ameliyatsız tedavi<br />

yöntemi ile Prof.Dr. Ömer Göktekin ve Prof Dr.<br />

Beyhan Eryonucu tarafından kapatıldı. Hastaneye başvurmadan<br />

15 gün önce kalp krizi geçiren ve 5 gün önce fenalaşarak<br />

acilde değerlendirilen hastanın yapılan kalp ultrasonunda<br />

karıncıklar arasındaki duvarda delik olduğu saptanmış.<br />

Kalp krizi sonrası kalp kasının kanlanmasındaki bozukluk<br />

nedeniyle gözlenebilen ventriküler septal defekt (VSD) olarak<br />

adlandırılan delik hasta için hayati risk taşımaktadır,<br />

acil müdahale gerektirmektedir. Bu durumun tedavisinde bu<br />

deliğin ameliyatla kapatılması işlemi yapılmaktadır ancak bu<br />

yaşama sanatı<br />

ameliyatlarda ölüm riski oldukça yüksektir.<br />

Yüksek risk nedeni ile hastaya kasıktan anjiyo yaparak kalbindeki<br />

delik şemsiye denilen özel bir cihazla açık kalp ameliyatı<br />

yapılmadan kapatıldı. Hastanın şikayetleri hızla düzeldi<br />

ve bir gün sonra da taburcu edildi. Kalp deliğini ameliyatsız<br />

olarak kapama işlemleri atrial septal defekt olarak adlandırılan<br />

kulakçıklar arasındaki delikler için yapılabilmekte,<br />

ancak karıncıklar arasında saptanan deliklerde (ventriküler<br />

septal defekt) çoğu zaman açık kalp ameliyatı ile kapatma<br />

uygulanmaktadır. Kalp krizi sonrası gelişen deliklerde ameliyat<br />

riskinin yüksek olması iyileşme süresinin fazla olması<br />

gibi nedenlerle şemsiye yöntemiyle deliklerin kapatılması<br />

avantajlı bir yöntem olarak ortaya çıkmaktadır.


İ<br />

Akutok 2010’ da Tıp Fakültesi<br />

Öğrencilerimizin Büyük Başarısı<br />

kinci AKUTOK (Akdeniz <strong>Üniversitesi</strong> II.Ulusal<br />

Tıp Öğrenci Kongresi) 26-28 Mart 2010 tarihinde<br />

Belek’te düzenlendi. Öğrenci kongresine Tıp<br />

Fakültemiz 4 poster sunumu ile katıldı.<br />

Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk KARATAŞ danışmanlığında<br />

dönem 2 öğrencisi Emre KARAGÖZ ün hazırladığı: Erektil<br />

Disfonksiyon Şikayeti ile Başvuran Hastaların Ultrasonagrafi<br />

Sonuçlarının Değerlendirilmesi<br />

Doç. Dr. Bülent BOZKURT danışmanlığında dönem 2<br />

öğrencileri Mehmet Murat ZEREY ve Fevzettin YILMAZ<br />

ın hazırladığı: Allerjik Hastalarda Sosyodemografik Özelliklerin<br />

Allerjen Spektrumu Üzerine Etkisi<br />

Yrd. Doç. Dr. Özlem ONUR danışmanlığında dönem 2<br />

öğrencileri Rabia YAVUZ ve Gizem ÖZTÜRK ün hazırladığı:<br />

Bilgisayar Kullanan Olgularda Boyun Ağrısı Sıklığı ve<br />

Şiddeti<br />

Uzm. Dr. Ayşe ÇARLIOĞLU danışmanlığında dönem 2<br />

öğrencileri Selin YILMAZ, Başak TEK ve Gizem Seray<br />

KILIÇ ın hazırladığı: Polikistik Over Sendromunda Biyokimyasal<br />

ve Hormonal Veriler posterleri ile sunumlar yapıaldı.<br />

Yaklaşık 30 üniversiteden 400 katılımcının katıldığı<br />

AKUTOK 2010 da, 4 poster sunumumuz Akdeniz <strong>Üniversitesi</strong><br />

Tıp Fakültesi Öğretim Üyeleri ve kongreye katılan<br />

öğrenciler tarafından beğeniyle karşılandı. Fakültemiz en<br />

iyi şekilde tanıtıldı. Dönem 2 öğrencilerinden Emre KARA-<br />

GÖZ posterde 2.lik, yine dönem 2 öğrencilerinden Mehmet<br />

Murat ZEREY ve Fevzettin YILMAZ posterde 3. lük ödülü<br />

alarak Fatih <strong>Üniversitesi</strong>nin göğsünü kabarttı. Katkılarından<br />

dolayı çalışmalarımıza yardımcı olan Dr.Ömer Faruk KARA-<br />

TAŞ, Dr.Bülent BOZKURT, Dr. Özlem ONUR ve Dr.Ayşe<br />

ÇARLIOĞLU’na şükranlarımızı sunar, tüm hocalarımızın<br />

bu tarz çalışmalara desteklerini bekleriz. Öğrencilerimize<br />

çalışma hayatlarında daha nice başarılar dileriz.<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi <strong>Hastanesi</strong>nde Japonya Konulu Seminer<br />

010 Türk Japon Yılı etkinlikleri kapsamında,<br />

2<br />

Japonya’da 10 yıl kalan, Tıbbi Genetik Anabilim<br />

Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kadir<br />

Demircan, Japonya'nın eğitim, sağlık, kültür<br />

ve sanat gibi konularında genel tanıtıcı bir seminer verdi.<br />

Toplantıya Ali Çoşkun, Vehbi Dinçerler, Necati Çetinkaya,<br />

Muzaffer Ecemiş ve İsmail Karakaya gibi otuza yakın çok<br />

sayıda konuk katıldı. Osmanlı İmparatorluğu’na ait Ertuğrul<br />

Firkateyni’nin 1890 yılında Japonya’yı ziyareti ve ardından<br />

yaşanan felaket ile başlayan Japonya ve Türkiye arasındaki<br />

120. yıldönümüne ulaşan dostluk, 2010 yılında Türk Japon<br />

Dostluk Yılı olarak kutlanmaktadır.<br />

yaşama sanatı 57


MÜZİK<br />

58<br />

Musiki Tıp İlişkisi<br />

Prof. Dr. Sadık KARA<br />

F.Ü. Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü Müdürü<br />

Musiki, kâinatta mevcut olan ahengin, intizamın ve<br />

sevginin sesler âleminde yankı bulmasıdır. Musiki,<br />

ses ve usul açısından incelendiğinde mühendislik<br />

ve matematikle örtüşmektedir. Akustik bir enerji<br />

olan seslerin insan fizyonomisine tesirleri araştırıldığında<br />

musiki, tıp dünyasında da kendisine mutena bir yer bulmaktadır.<br />

Bütün varlıkların bir yaşam frekansı vardır. Mesela kalbimiz<br />

kasılma ve gevşeme (Sistol-Diyastol) evreleri ile vücudumuzun<br />

doğal temposunu belirler. Mevsimler içinde durum böyledir.<br />

Bahar yazı, sonbahar kışı kovalayarak hesaplanabilen<br />

yaşama sanatı<br />

belli aralıklarla deveran ederler. Bu misaller yüzlerce sayıda<br />

çeşitlendirilebilir. Musikinin tanımına bilimsel izah getiren iki<br />

temel unsurdan birisi olan usul kavramı, aslında her birimizin<br />

müşahede ettiği gibi gecenin gündüzü takip etmesinde, dünyaya<br />

gelen her varlığın dünyayı terk etmesinde icra olunmaktadır.<br />

Bundan dolayı bir yerde tertip düzen var ise, musikinin<br />

eşyaya bürünerek kâinat musikisine oradan bir ses, bir ahenk<br />

kattığını düşünebiliriz. Derelerin çağlaması, bülbülün ağlaması,<br />

rüzgârın inlemesi kâinatta daima var olagelmiş ahenge<br />

misal teşkil ederler. Kâinatın en kıymetli varlığı insan olduğuna<br />

göre musiki, insan için vardır ve dolayısıyla asırlardır insan


Farabi İbn-i Sina<br />

gönlüyle onu kuşatan varlıklar arasında bir bağ olmuştur.<br />

Bundan dolayı büyüklerimiz insan kulağından hassastır diye<br />

önemli bir tespitte bulunmuşlardır.<br />

Çok eski dönemlerden günümüze kadar birçok araştırmacı<br />

müziğin tıbbî bir metot olarak hastalıkları tedavi etme yönüyle<br />

alakalı birçok çalışma yapmışlardır. Musiki ile tedavi hakkında<br />

eser yazan Türk müzikologların birçoğu aynı zamanda tıp<br />

alanında da yetkin kişiler oldukları dikkat çekmektedir. Mesela<br />

bunlardan Ebu Bekir Razi, Et-Tıbbu’r-Ruhani: (Ruh Sağlığı),<br />

adlı eserinde melenkoliklerin tedavisi üzerinde durmuştur.<br />

Farabi, makamların ruha etkisini sınıflandırmıştır, İbn-i<br />

Sina, Kitab’ün Necat, Kitab’ün Şifa adlı iki eserinde tamamen<br />

musikye yer vermiştir. Hasan Şuuri, Tadil-i Emzice adlı eserinde<br />

bazı makamların günün farklı zamanlarında insan üzerinde<br />

farklı etkilere sahip olduğunu belirtmektedir.<br />

Musiki günümüzde maalesef sadece bir eğlence aracı olarak<br />

algılanmakta ve kullanılmaktadır.Aslında musiki öyle bir ifade<br />

gücüne sahiptirki kelime ve fikirlerin nüfuz edemediği zaman<br />

dilimlerinde dahi etkili olabilmekte ve adeta bizleri kâinatın<br />

zenginlikleri ve enginlikleri içerisine daldırabilmektedir.<br />

Çoğu zaman insanlar bu kadar müessir olan ve duyguları<br />

güzelleştiren nağmelerle güzel ve olumlu düşünce iklimine<br />

girerek biyolojik ihtiyaçlarını dengelerler ve bu dünyayı aşan<br />

taraflarını hatırlarlar. Böylece günlük tempolu koşturmacalarla<br />

stres altına giren insanlarımız bu sakinleştirici limanda<br />

huzur bulurlar.<br />

Bir zamanlar istanbulda seyyar satıcılar dahi sokaklardaki<br />

bağırışlarını belli makamlara oturtarak mahalle sakinlerinin<br />

huzuruna katkı sağladıkları bir vakıadır. Aslında musiki hayatın<br />

her safhasında yer almaktadır. Masela eskiden ülkemizde<br />

hemen hemen her çocuk annelerinin söyledikleri ninniler ile<br />

uyumuş ve büyümüştür. Zihin gelişimi henüz tamamlanmamış<br />

olan çocuklara söylenen her söz ve onların maruz kaldığı<br />

her olay, onların zihin gelişimlerinde önemli bir etkendir. Bazı<br />

araştırmacılar buradan yola çıkarak uykuda eğitim konusunu<br />

araştırmaktadırlar.<br />

Musikinin Tıbbî bir metot olarak hastalıkları tedavi etme<br />

yönüyle alakalı yapılan çalışmalar yabancı bir çok araştırmacıyı<br />

da asırlardır angaje etmiştir. Mesela Edgerton CL. Musikinin<br />

içe kapanık (autistic) çocuklar üzerine tıbbî tesirlerini<br />

incelemiştir. Bu çocukların müzikal ve müzikal olmayan iletişim<br />

davranışlarını Checklist of Communicative Responses/<br />

Acts Score Sheet (CRASS) ölçeği kullanarak değerlendirmeye<br />

almış ve müziğin tedavide olumlu tesirler gösterdiği sonucuna<br />

ulaşmıştır [1] .<br />

Rauscher, F.H ve arkadaşları Otuz altı lise öğrencisine<br />

Mozart'ın K-448 isimli piyano sonatını dinleterek, bu çocukların<br />

zekâ katsayılarında bir artış gözlemlendiği ve müzik ile<br />

soyut zekâ arasında güçlü bir ilişki olduğunu savunmuştur [2] .<br />

Terry D. ve arkadaşları erken yaşlarda verilen müzik eğitiminin;<br />

beyindeki sinir bağlantılarının teşekkülünü hızlandırdığını<br />

ve çocukların muhakeme, matematik ve fen derslerini kavrama<br />

kabiliyetlerini artırmakta olduğunu ifade etmektedir [3] .<br />

Ann Van de Winckel, Demans olan 25 hasta üzerinde yaptığı<br />

deneylerle müziğin hafıza testlerinde ciddi bir başarı artışı<br />

sağladığını ifade etmektedir [4] .<br />

S.H. Chang ve arkadaşlarının 2004 yılı öncesi yapmış oldukları<br />

çalışmalarda ise Müzik uyarımı ile insandaki kardiyovasküler<br />

cevapları analiz etmek için bir deneysel sistem geliştirilmiş.<br />

yaşama sanatı 59


60<br />

Müzik uyarımı boyunca alçak frekans/yüksek frekans (LF/<br />

HF) oranının (sempatik aktivitenin) ve toplam kan basıncının<br />

(sistolik, diyastolik) arttığı gözlenmiştir [5] .<br />

Müzik uyarımına karşı elektrokortikal (EEG) aktivitelerinin<br />

ve kalp vuruşlarının (EKG) değişimi ise Schmidt L.A. [6] tarafından<br />

ve dinlenen farklı müzik tiplerine göre solunum hızı ve<br />

derinliğinin değişimi ise Etzel J. A tarafından incelenmiştir [7] .<br />

Don Campbell ise çocukluk dönemlerinde müzik eğitimi<br />

alan küçük çocuklarda zekâ gelişiminin olumlu yönde arttığını<br />

gözlemlemiş ve zekânın, hayattaki kazanılan tecrübelerle<br />

geliştirilebileceğini ve zekânın tek başına genetik tarafından<br />

belirlenmediğini savunmaktadır [8] .<br />

Müziğin Frontalis kası üzerindeki etkisinin yüzeysel EMG ile<br />

incelenmesi ise Sadık Kara ve Pınar Özel tarafından 2007 yılında<br />

gerçekleştirilmiştir [9] . Bu çalışma yavaş ve hızlı ritimlerin<br />

kaslar üzerindeki etkisini belirlemek için gerçekleştirilmiştir.<br />

Çalışmada deneklere dinlettirilen yavaş, yatıştırıcı ritimli ney<br />

sesi, kaslardan kaydedilen elektromyografik sinyallerin güç<br />

spektral yoğunluk değerlerinde azalmaya sebep olurken, ani,<br />

hızlı ritimli hard rock müzik güç spektral yoğunluk değerlerinde<br />

artışa sebep olmuştur. Buradan hareketle, yavaş, yumuşak<br />

enstrumantal müzik, gerilim seviyesi ile ilgili fizyolojik<br />

cevapları azaltırken, hızlı müzik bu fizyolojik cevapları artırnakta<br />

olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu nedenle eski zamanlarda<br />

tedavi amaçlı kullanılan müziklerin günümüzde yaygın<br />

olan diğer bazı müzik türlerine göre daha sakinleştirici olduğu<br />

kanaatine ulaşılmıştır.<br />

Ayrıca Amerikan Musiki Tedavi Derneği müzikoterapi yapmanın<br />

tıbbi bir meslek olduğunu savunmakta ve bu konuda<br />

çeşitli çalışmalar yapmaktadır. Şu an Amerika da 5000 den<br />

fazla müzik terapisti çeşitli tedavi merkezlerinde ve eğitim<br />

enstitülerinde akıl ve fiziksel hastalıkları, sakatları, yaşlıları ve<br />

diğer ihtiyacı olan insanları tedavi etmek için çalışmaktadır.<br />

Musikinin tesirleri her zaman olumlu olmamaktadır. 1937<br />

yılında Sir James Jeans'ın kaleme aldığı The Science of Music<br />

kitabında müziğin bazı farklı tonlarının insana olumsuz tesir<br />

ettiği ve eski yunanda kullanılan bir ses dizisi olan Lydian<br />

modunun insanı karamsarlığa ve acıya ittiği tespit edilmiştir.<br />

Musikinin tesiri dinleyen kişiye görede değişiklik göstermektedir.<br />

Bir kaynak da Musiki Güneş ışınlarına benzetilmekte<br />

ve bu ışınların bir gül bahçesine odaklanması halinde etrafa<br />

gül kokuları neşredeceği, eğer bir çöplüğe ulaşırsa etrafa çöp<br />

kokuları dağılmasına sebep olacağı ifade edilmektedir. Bu tercihi<br />

insanların kendileri belirlemelidir ancak bazı ortamlarda<br />

insanların tercihleri dışında arzu etmedikleri, rahatsızlık veren<br />

müzikal seslere maruz kalınmaktadır. Bazan zoraki dinlemek<br />

durumunda kalınan müzik türleri toplumun yaşamakta olduğu<br />

sosyal, ekonomik ve sanat anlayışının değişimi ile ortaya<br />

çıkmıştır. Günümüzde musiki icrasında sanatçıların giysileri<br />

icra edilen musikiden daha ön plana çıkarak, müziğin dinlenme<br />

vasfı seyredilme şekline dönüşmektedir. Bu durumun etkisiyle<br />

toplumumuzun kültürel değerleri yok olmaya yüz tutarak,<br />

insanlarımız mutsuz hale gelmektedir. İnsanları şehvete,<br />

şiddete sevk eden veya sadece maddi çıkar elde etmek için<br />

yaşama sanatı<br />

yapılan müzikler günümüzde ekonomik bir sektör haline geldiğinden,<br />

tesirleri olumsuz hale bürünmekte ve insanların ruhi<br />

bunalımlarına çözüm getirmek bir tarafa gençleri adeta hasta<br />

ederek toplumda estetik bir boşluk oluşturmaktadır.<br />

Sonuç olarak; teskin edici, yatıştırıcı ve umut verici özellik<br />

taşıyan bir musiki ister doğu, ister batı orijinli olsun, çok sesli,<br />

veya tek portreli olsun insanları eğiterek, tevazu, gibi güzel<br />

vasıflar kazandıracaktır. Hatta hayvanlar âlemi ve bitkiler üzerinde<br />

dahi olumlu tesirler gösterecektir. Zengin ifade gücüne<br />

sahip olan musikimizin makamları bazı sıkıntılarımızın<br />

giderilmesinde olumlu etki göstermesi beklenirken, bununla<br />

birlikte her bir insan kendi iç dünyalarının enginliği oranında<br />

farklı tepkiler verecektir. Akademisyen ve araştırmacılarımız<br />

artık sadece teknolojik alanlarda değil, sosyal içerikli projeler<br />

de oluşturarak musiki sahasında yeni tespitlere yönelmelidirler.<br />

Yani Türk musikisi ile ilgili tarihi bilgilerin yanısıra; musiki<br />

ile tıbbın kesişen koordinatlarını tespit edebilmek için yeni<br />

disiplinlerarası projelere başlamalıdırlar. Literatürde yer alan<br />

çalışmaların çok büyük ekseriyeti batı müziğinin nağmeleri<br />

ve kültür standartları içinde yapıldığından, bizim hekimlerimiz,<br />

müzisyenlerimiz, biyomedikal mühendislerimizin Türk<br />

müziğini uyarıcı etken olarak seçip yeni çalışmalar yapması<br />

zaruridir. Bu araştırmaların yanısıra topluma; ortak çalışma<br />

ruhunu, farklılıklara katlanabilmeyi, zamanı verimli kullanmayı<br />

kazandıracak tarzda bestelenmiş musiki eserleri fizyolojik<br />

parametreleri de olumlu yönde etkileyerek insanımızın iç<br />

ve dış huzuruna katkı sağlayacaktır [10] .<br />

Kaynaklar<br />

[1] Edgerton CL. The effect of improvisational music therapy on the. Communicative<br />

behaviors of autistic children. Journal of Music Therapy 1994;31(1):31–62.<br />

[2] Rauscher, F.H., Shaw, G.L. and Ky, K.N. (1993). Music and spatial task performance,<br />

Nature 365, 611.<br />

[3] Terry D. Bilhartz, Rick A. Bruhn and Judith E. Olson, The Effect of Early Music<br />

Training on Child Cognitive Development, Journal of Applied Developmental Psychology<br />

(December 1999) Pages 615–636<br />

[4] Ann Van de Winckel, Hilde Feys, Willy De Weerdt “Cognitive and behavioural<br />

effects of music-based exercises in patients with dementia” Clinical Rehabilitation,<br />

Vol. 18, No. 3, 253-260 (2004)<br />

[5] S.H. Chang, C.H. Luo, T.L. Yeh, “An experimental design for quantification of cardiovascular<br />

responses to music stimuli in humans” Journal of Medical Engineering<br />

& Technology, 2004.<br />

[6] Schmidt L. A., Trainor L. J. and Santesso D. L., “Development of frontal electroencephalogram<br />

(EEG) and heart rate (ECG) responses to affective musical stimuli<br />

during the first 12 months of post-natal life” Brain and Cognition, Vol. 52, p. 27-32,<br />

2003.<br />

[7] Etzel J. A., Johnson E. L., Dickerson J., Tranel D. and Adolphs R., "Cardiovascular<br />

and respiratory responses during musical mood induction" International Journal of<br />

Psychophysiology, Vol. 61, p. 57-69, 2006.<br />

[8] Don Campbell (Reggae), The Mozart Effect, Quill, 1997.<br />

[9].Kara S, Özel P, “Determination Of Effects Of Different Music On Frontal Muscle<br />

By Using EMG Signal”, Frontiers in the Convergence of Bioscience and Information<br />

Technologies -(FBIT 2007), 11-13 October 2007. South Korea, Jeju island.<br />

[10] Kara S. “Musiki ve Tıp”, Sağlıkta Nabız Aktüel ve Sosyal Tıp Dergisi, İstanbul,<br />

Cilt:6, Sayı:24, s.54-55,


Tuzak<br />

KarakutuR / Dr. Doğan ÜNAL


DOKTORLARIMIZ<br />

62<br />

Doçentlik Sınavını Kazanan Doktorumuz<br />

Doç. Dr. Ramazan YAĞCI GÖZ HASTALIKLARI ANABİLİM DALI<br />

Aramıza Yeni Katılan Doktorlarımız<br />

yaşama sanatı<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1975 doğumlu olan Doç. Dr. Ramazan Yağcı, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesinden 2000 yılında mezun<br />

oldu. Göz Hastalıkları ihtisasını 2000-2004 yılları arasında S.B. Ankara Eğitim ve Araştırma <strong>Hastanesi</strong> Göz<br />

Kliniğinde tamamladı. Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalındaki görevine 2004<br />

yılında uzman doktor olarak başlayan Dr. Ramazan Yağcı 2006 yılında Yurtdışı Klinik Fellowship Eğitimi<br />

için Belçika Ghent <strong>Üniversitesi</strong> <strong>Hastanesi</strong>nde eğitim aldı. Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları<br />

Anabilim Dalı’ndaki başarılı çalışmalarıyla 2007 yılında Yardımcı Doçent olan Dr. Ramazan Yağcı Mart<br />

2010’da Doçent oldu. Hocamızı tebrik ediyor, başarılı çalışmalarının devamını diliyoruz.<br />

Op. Dr. Ayla ESER KADIN HASTALIKLARI VE DOĞUM A.D.<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1976 yılında Ankara’da doğan Op.Dr. Ayla Eser, Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi'nden 2000 yılında mezun<br />

oldu. Kadın Hastalıkları ve Doğum ihtisasını 2000-2004 yılları arasında Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi<br />

Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı'nda tamamladı. 2005-2006 yıllarında Türk Sağlık ve Eğitim<br />

Vakfı Tıp Merkezi, 2006-2008 yılları arasında Urfa Merkez, 2008-2009 yıllarında Ankara Lokman Hekim<br />

<strong>Hastanesi</strong> Kadın Hastalıkları ve Doğum bölümünde görev yaptı. Ocak 2010' da Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp<br />

Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı'nda görevine başlayan hocamıza hoş geldiniz diyor,<br />

görevinde başarılar diliyoruz.<br />

Uzm. Dr. Fatma Nurhayat BAYAZIT ENFEKSİYON HASTALIKLARI A.D.<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1969 Yılında Adana'da doğan Uzm.Dr. Fatma Nurhayat Bayazıt, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi’nden<br />

1992 Yılında mezun oldu. Çubuk 1 Nolu Merkez Sağlık Ocağı ve Ankara Yenice Sağlık Ocağı’nda sorumlu<br />

hekim olarak 5 yıl çalıştı. 1998-2003 tarihleri arasında Gaziantep <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Enfeksiyon<br />

Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nda ihtisası yaptı. 2004- 2009 yılları arasında Ankara<br />

Numune Eğitim veAraştırma <strong>Hastanesi</strong>’nde Enfeksiyon Hastalıkları uzmanı olarak çalışan Dr. Bayazıt,Ocak<br />

2010’ da Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı’nda görevine başladı.<br />

Hocamıza hoş geldiniz diyor, görevinde başarılar diliyoruz<br />

Uzm. Dr. Seçil ALDEMİR PSİKİYATRİ ANABİLİM DALI<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1973 yılın’daAnkara’da doğan Uzm.Dr. SeçilAldemir,Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi’nden 1997 yılında<br />

mezun oldu Psikiyatri ihtisasını 1998-2003 yılları arasında Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Psikiyatri<br />

Anabilim Dalı’nda yaptı. 2003-2010 yılları arasında Ankara Özel Lokman Hekim <strong>Hastanesi</strong> Psikiyatri<br />

Polikliniğinde görev yapan Dr. Seçil Aldemir, Şubat 2010’ da Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Psikiyatri<br />

Anabilim Dalı’nda göreve başladı.Hocamıza hoş geldiniz diyor, görevinde başarılar diliyoruz


Uzm. Dr. Emel ÖRÜN ÇOCUK SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D.<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1975 yılında Erzincan’ da doğan Uzm.Dr. Emel Örün, Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi’nden 1996 yılında<br />

mezun oldu. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ihtisasını 1997-2001 yılları arasında Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Tıp<br />

Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nda yaptı. 2001-2009 yılları arasında T.C. Emekli<br />

Sandığı Merkez Polikliniğinde görev yapan Dr. Emel Örün, 2005’de başladığı Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Tıp<br />

Fakültesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Sosyal Pediatri Doktora Programına halen devam etmektedir. Şubat<br />

2010’ da Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nda görevine<br />

başlayan hocamıza hoş geldiniz diyor, görevinde başarılar diliyoruz<br />

Uzm. Dr. İrfan ŞENCAN AİLE HEKİMLİĞİ ANABİLİM DALI<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1967 yılında Ankara’da doğan Uzm. Dr. İrfan Şencan, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi’nden 1995<br />

yılında mezun oldu. SSK bünyesindeki değişik sağlık tesisleri ve idari birimlerde çalıştı. Aile Hekimliği<br />

İhtisasını Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı’nda 2008 yılında tamamlayan<br />

Dr. Şencan mecburi hizmetini Kastamonu’da tamamlayarak Şubat 2010’da tekrar Fatih <strong>Üniversitesi</strong><br />

Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı’nda göreve başladı. Hocamıza hoş geldiniz diyor görevinde<br />

başarılar diliyoruz<br />

Op. Dr. Duran Berker CEMİL BEYİN VE SİNİR CERRAHİSİ A.D.<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1976 yılında Adana’da doğan Op.Dr.Duran Berker Cemil, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi’nden 2000<br />

yılında mezun oldu. Beyin ve Sinir Cerrahi ihtisasını 2000–2007 yılları arasında Gazi <strong>Üniversitesi</strong> Tıp<br />

Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahi Ana Bilim Dal’ında tamamladı. 2007–2009 tarihleri arasında Ankara<br />

Numune Eğitim ve Araştırma <strong>Hastanesi</strong> ve Yozgat Devlet <strong>Hastanesi</strong>nde Uzman Doktor olarak Devlet<br />

Zorunlu Hizmet görevini tamamlayan Dr. Cemil Mart 2010’da Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Beyin ve<br />

Sinir Cerrahi Anabilim Dalı’nda göreve başladı. Hocamıza hoş geldiniz diyor, başarılar diliyoruz.<br />

Uzm. Diş Hekimi Halise AYDEMİR ORTODONTİ<br />

ÖZGEÇMİŞ<br />

1981 yılında Ankara’da doğan Uzm.Diş Hekimi Halise Aydemir, Hacettepe <strong>Üniversitesi</strong> Diş Hekimliği<br />

Fakültesi’nden 2004 yılında mezun oldu. Ankara <strong>Üniversitesi</strong> Diş Hekimliği Fakültesi Ortodonti Anabilim<br />

Dalı’nda 2004-2009 yılları arasında Ortodonti ihtisası yapan Uzm.Diş.Hek. Halise Aydemir, Mart 2010’da<br />

Fatih <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi <strong>Hastanesi</strong> Ağız Diş ve Çene Sağlığı merkezine başladı. Hocamıza hoş<br />

geldiniz diyor, görevinde başarılar diliyoruz.<br />

yaşama sanatı 63


85<br />

ÞUBESÝYLE<br />

HÝZMETÝNÝZDE<br />

990TL<br />

12x95=1.140<br />

ALTIN<br />

YATAK ODASI<br />

DÜNYA’DA BÝR ÝLK<br />

KIRILMAZ SANDALYE’LÝ<br />

Özellikleri:<br />

4 Adet Deri Giydirmeli Kýrýlmaz Sandalye<br />

80x120 cm masa<br />

5 Yýl Garantili<br />

ANKARA<br />

ÝSTANBUL<br />

ÝZMÝT<br />

ÝZMÝR<br />

BURSA<br />

KIRIKKALE<br />

KIRÞEHÝR<br />

KONYA<br />

ÇORUM<br />

ADANA<br />

MERSÝN<br />

990TL<br />

12x95=1.140<br />

ALTIN<br />

YEMEK ODASI<br />

990TL<br />

12x95=1.140<br />

ALTIN<br />

KOLTUK TAKIMI

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!