Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ NİSAN <strong>2013</strong> 150<br />
Dergisi Hediyesi...<br />
150<br />
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />
18 Tokat<br />
Bir Bağ İçinde!<br />
46<br />
Güzellerin<br />
En Güzeli<br />
Fiyatı: 8<br />
NİSAN <strong>2013</strong>
Başyazı Sebahaddin ATEŞ<br />
YEŞİLLİKLER YURDU: TOKAT<br />
Yeşillikleriyle ünlü ilimiz Tokat; geniş ve sulak vadilerle bunlar arasındaki geçitlerden oluşan bereketli<br />
alanların orta yerinde bulunmaktadır. Selçuklu Türklerinin Anadolu’da kurduğu, özü güzellik ve<br />
sabır olan bu uygarlığın kültür, sanat, mimarlık, bayındırlık eserleri ile Tokat’ta hemen yüz yüze gelinir.<br />
14. yüzyıl sonunda Osmanlı egemenliğine giren Tokat, yükselme döneminde bölgenin tarım ve sanayi<br />
merkezlerinden biri olmuştur. Evliya Çelebi’nin uzun uzun anlattığı gibi “Tokat’ın bağ, bahçe ve<br />
ovaları Osmanlı Ordularının konaklama ve gıda ambarı olmuş, bakırcılık, ipekçilik, pamuklu dokuma<br />
ile çeşitli sanayi ve el sanatları gelişmiş, iş hanları ve çarşıları Bağdat, Bursa ve Halep’tekiler ile kıyaslanır<br />
olmuştur.” ifadeleri bunun kanıtıdır.<br />
Yüzyıllardır bozulmadan günümüze ulaşan gelenek ve görenekleri, yemek ve giyim kültürü, folklorik<br />
değerleri, bakırcılık, yazmacılık, halı kilim ve kumaş dokumacılığı günümüzde de aynı disiplin ve<br />
aynı hevesle yapıla gelmektedir. Günümüzde yeni bir teknoloji ve şehir kültürünün hızla gelişmiş olduğu<br />
çağımızda, ilimizde hala Orta Asya kültürünün gelenek ve göreneklerinin bozulmadan devam ediyor<br />
olması önemli bir olgudur. Düğün geleneği, oda oyunları, maniler, orta oyunları, batıl inançlar, sosyal<br />
ve toplumsal dirliğin ayakta kalmasını sağlayan ahlakî ve insanî âdetler hala sosyal hayatımıza yön<br />
vermektedir.<br />
Almus, Artova, Başçiflik, Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, Zile ilçeleri<br />
bir gerdanlık gibi Tokat’ın güzellikler ziy<strong>net</strong>idir. Gazi Osman Paşa’nın ismini yaşatan üniversite şehrin<br />
kültürel kimliğine fevkalade büyük bir katkıdır. Geçtiğimiz yıllarda Tokat iline ve özellikle Niksar<br />
ilçesine bir ziyarette bununa Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız. H. Hamidettin Ateş Efendi, Niksar’da<br />
bulanan maneviyat önderlerinden Hacı Ahmet Niksarî Hazretlerinin kabri şerifinin ve çevre düzenlemesinin<br />
yapılması için proje ve teknik yardım ekibi hazırlatmıştır. Görüşmeler <strong>net</strong>icesinde Niksar Belediyesince<br />
bu ihya hizmeti vakfımızın destekleriyle gerçekleşmektedir.<br />
Kıymetli Dostlar! Yolunuz bir gün Tokat’a düşerse; nefes darlığı çekenlere bir şifa kaynağı olan<br />
Ballıca Mağarasını gitmeden, Gökmedrese, Latifoğlu Konağı, Taşhan, Ali Paşa Camii ve Hamamını,<br />
Meydan Camiini, Hıdırlık Köprüsünü görmeden, tahta baskı yazma almadan, Tokat yemeklerinden,<br />
özellikle Tokat kebabından yemeden, Vakfımızın Kurucusu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin çok<br />
beğendiği ve içilmesini tavsiye ettiği dünyaca ünlü Niksar Ayvaz Suyunu kaynağından içmeden, dönmeyin.<br />
Somuncu Baba’ya gönül veren dostlara selâm ile…<br />
HOME OF THE GREENS: TOKAT<br />
As Evliya Chelebi (an Ottoman Turkish traveler) mentioned in detail in his book: “Vineyards, orchards and<br />
plains of Tokat have become the staging area and food storehouse of the Ottoman Army. Coppersmith, sericulture<br />
,cotton textile industry, crafts and some other industries have developed. The commercial buildings and the<br />
bazaars have become as good as the ones in Bağdat, Bursa and Halep.” The districts Almus, Artova, Başçiflik,<br />
Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, and Zile are like a necklace and seen as the jewels<br />
of Tokat. The university named as Gazi Osman Paşa, which also perpetuates the name of the commander Gazi<br />
Osman Paşa, remarkably contributes to the cultural identity of the city. In recent years, the president of the board<br />
of trustee H. Hamidettin Ateş Efendi visited Niksar in Tokat and also visited the tomb of one of the spiritual<br />
leaders Hacı Ahmet Niksari. There, he had a project and technical assistance team for the landscaping of the<br />
tomb and its environment organized. As a result of the negotiations, lanscaping works have been being done by<br />
Niksar Municipality and via the support of our foundation.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın<br />
Yayın Organıdır<br />
Kurucusu<br />
A. Şemsettin ATEŞ<br />
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803<br />
Yıl: 19 Sayı: 150 Nisan <strong>2013</strong><br />
Basım Tarihi: 01 Nisan <strong>2013</strong><br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına<br />
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yö<strong>net</strong>meni<br />
Sebahaddin ATEŞ<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Hulûsi YAYLA<br />
Yayın Editörleri<br />
Yrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR<br />
Musa TEKTAŞ<br />
Yayın Kurulu<br />
Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK<br />
Prof. Dr. Ali YILMAZ<br />
Prof. Dr. Sebahat DENİZ<br />
Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ<br />
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />
Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />
Danışma Kurulu<br />
Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ<br />
Prof. Dr. Sinan YALÇIN<br />
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL<br />
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />
Prof. Dr. Mahmut YEŞİL<br />
Yapım<br />
ARTWORKS<br />
<strong>www</strong>.artworks-tr.com<br />
Genel Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />
İlhan SOYLU<br />
Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />
Ali GÜRSOY<br />
Yö<strong>net</strong>im Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama<br />
VİSAN İktisadi İşletmesi<br />
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71<br />
44700 Darende / MALATYA<br />
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79<br />
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong> - bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
Dağıtım<br />
Kültür Dergi Dağıtım<br />
Baskı & Üretim<br />
Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.<br />
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4<br />
Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70<br />
Kurum Abone : 140<br />
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO<br />
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />
IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />
Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />
TR <strong>04</strong> 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra<br />
lütfen (<strong>04</strong>22) 615 15 54’ü arayınız.<br />
Adana 0 322 334 00 65<br />
Amasya 0 533 681 33 82<br />
Ankara 0 312 324 40 75<br />
Antalya 0 242 339 60 57<br />
Bartın 0 278 228 69 41<br />
Bolu 0 374 270 38 14<br />
Bursa 0 224 331 71 11<br />
Denizli 0 258 371 09 28<br />
Düzce 0 542 661 90 08<br />
Elazığ 0 424 224 46 46<br />
Elbistan 0 344 415 01 88<br />
Erzurum 0 442 329 03 10<br />
Gaziantep 0 342 321 43 34<br />
Hatay 0 505 921 18 06<br />
İstanbul 0 216 472 08 92<br />
İzmir 0 232 435 90 91<br />
K. Maraş 0 535 518 47 23<br />
/SomuncuBabaDergisi<br />
Karabük 0 542 240 67 63<br />
Karaman 0 338 214 28 92<br />
Kayseri 0 352 311 30 76<br />
Kocaeli 0 262 426 12 72<br />
Konya 0 332 233 38 74<br />
Malatya 0 422 321 66 64<br />
Manisa 0 236 412 37 80<br />
Mersin 0 324 336 31 09<br />
Niğde 0 388 232 32 01<br />
Osmaniye 0 328 846 21 39<br />
Sakarya 0 264 339 23 65<br />
Samsun 0 362 431 44 55<br />
Sinop 0 368 671 24 50<br />
Sivas 0 346 222 48 46<br />
Şanlıurfa 0 414 312 41 24<br />
Tokat 0 541 845 75 12<br />
Zonguldak 0 372 253 24 74<br />
MUSTAFA<br />
HAKİ EFENDİ (K.S.)<br />
Şiranlı (ikamet yerine nispetle Çorumlu)<br />
Şeyh Hacı Mustafa (k.s.) Hazretlerinin<br />
halîfesi olan Mustafa Hakî Tokadî1,<br />
Nakşıbendî silsilemizde otuzdördüncüdür.<br />
Yüz yılın müceddidi olup bu kitabı tertip<br />
eden âcizin pederidir.<br />
Abdullah KAHRAMAN<br />
40 50 62<br />
PEYGAMBERİMİ SEVERİM - Bekir OĞUZBAŞARAN (9)<br />
EHL-İ AŞKIN YOL HARİTASI - Hüseyin ALPSOY (10)<br />
MUHYÎ VE MÜMÎT - Ramazan ALTINTAŞ (14)<br />
SUDAKİ AY GİBİ GÖNLÜME DÜŞTÜN - Mürsel GÜNDOĞDU (17)<br />
KUTLU BİR GÜN - Bilal KEMİKLİ (22)<br />
PENCERE - Celalettin KURT (29)<br />
SOHBET YOLUNDA - Musa TEKTAŞ (30)<br />
NEYLEYİM? - Mustafa AKGÜN (35)<br />
PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLER - Mehmet DERE (36)<br />
GÜZELLERİN EN GÜZELİ – Cihan OKUYUCU (46)<br />
GÜRÜLTÜ ve PSİKOHİJYEN - Rukiye KARAKÖSE (54)<br />
HAYATI DA<br />
ÖLÜMÜ DE GÜZEL<br />
PEYGAMBER!<br />
Ali AKPINAR 06<br />
Allah güzeldir, güzel olanı sever.”1 diyen<br />
bir peygamberimiz var. Gerçekten O, iyi ve<br />
güzel olan, iyilik ve güzellik yapanları seven<br />
Rabbimizin kulu ve seçkin peygamberi olarak<br />
hep iyi oldu, iyilikler yaptı, iyi insanlar yetiştirdi.<br />
İSLÂM MİRAS<br />
HUKUKUNDA<br />
KADIN<br />
İslâm’dan önce Araplar kız çocuklarına<br />
mirastan hisse vermezlerdi. Miras<br />
erkek çocuklara kalırdı. Bunun dışında<br />
birisine veya başka bir yakınına mal<br />
bırakmak istenen kimseler vasiyette<br />
bulunurlardı.<br />
18<br />
TOKAT BİR<br />
BAĞ İÇİNDE!<br />
Meryem Aybike SİNAN<br />
Etrafı dağlarla çevrili Tokat,<br />
eteklerini toplayıp gül bahçesine<br />
oturan bir güzeller güzelidir<br />
Karadeniz yollarında. Dağlar ve<br />
tepeler uzaktan uzağa şehrin<br />
üzerine gülümser...<br />
H. İbrahim ŞİMŞEK Fatih ÇINAR<br />
20. YÜZYILDA<br />
‘VAHDET’<br />
NEŞVESİYLE PARLAYAN<br />
BİR SİLSİLE<br />
‘Varlığın birliği’ şeklinde anlaşılan<br />
‘Vahdet-i Vücûd’ düşüncesi<br />
Anadolu’da meşhur sûfî İbnü’l-<br />
Arabî ve talebesi Sadreddin<br />
Konevî ile büyük yankı bulmuş<br />
bir düşünce sistemidir.<br />
24<br />
MEDENİYETİMİZİN NURU MUKADDES GELENEKLER - İsmail ÇOLAK (58)<br />
BİLAL B. RABÂH (r.a) - Bünyamin ERUL (61)<br />
HİLYE-İ HÂKÂNÎ - Vedat Ali TOK (66)<br />
DURUP O’NA DÖNMELİYİM - Hatice EĞİLMEZ KAYA (69)<br />
SULTAN ABDÜLAZİZ - Resul KESENCELİ (70)<br />
ASHAB-I BEDİR - Muharrem AKIN (74)<br />
ÜMMET BİLİNCİ - Enbiya YILDIRIM (76)<br />
TOKAT GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (79)<br />
SİVİLCE HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR - Akın DİNDAR (84)<br />
DEREOTU - Şifalı Bitkiler (86)<br />
GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)<br />
NEFSİ KINAMA<br />
GELENEĞİ OLARAK<br />
MELÂMET<br />
Kadir ÖZKÖSE<br />
Zühd hayatı Müslümanlar<br />
arasında ortaya çıkıp yayıldıktan<br />
sonra bazı davranış biçimleri ve<br />
şekilleri de beraberinde geldi.<br />
Tasavvuf tarihinde buna “âdâb<br />
ve erkân” adı verilmektedir.<br />
3
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî<br />
4<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />
Âfitâb-ı hüsnüne hayrân olan gönlüm şehâ<br />
Âfitâb-ı pertev-i hüsnünle oldu âfitâb<br />
Zülfünü yüzden götür esrâr-ı hattı zâhir et<br />
Âyet-i hüsnünü uşşâka okut çekme nikâb<br />
Gamzene gaddâr demiş cevre tahammül kılmayan<br />
Cevr odur kim tîğ-ı gamzenden cüdâ çeke azâb<br />
Mest midir la’lden öz lebine şarâbın mestleri<br />
Mest-i gül-fâm-i lebinden özgeden içmez şarâb<br />
Mest ü ser-gerdânlığım sanma şarâb-ı gayr ile<br />
Nergis-i mest gözlerin kıldı beni mest-i harâb<br />
Ey Hulûsî ol melâhat mülkünün mahbûbuna<br />
Bağlanan görmez yarın haşr u neşir Yevmü’l-Hesâb<br />
5
İlim ve Hayat<br />
Ali AKPINAR*<br />
HAYATI DA ÖLÜMÜ DE<br />
GÜZEL<br />
PEYGAMBER!<br />
Bekir SARI<br />
Allah güzeldir,<br />
güzel olanı sever.”<br />
1 diyen<br />
bir peygamberimiz var. Gerçekten<br />
O, iyi ve güzel olan, iyilik ve<br />
güzellik yapanları seven Rabbimizin<br />
kulu ve seçkin peygamberi<br />
olarak hep iyi oldu, iyilikler yaptı,<br />
iyi insanlar yetiştirdi. Yaratılış<br />
itibarı ile dünya güzeli olan<br />
Hz. Muhammed (s.a.v.), fizikî<br />
güzelliğini hep korudu. Beslenmesine<br />
dikkat etti, vücudunun<br />
hakkını gözetti, asla kilo almadı,<br />
güzelliğinden hiçbir şey kaybetmedi.<br />
Vefatında yakın dostu Hz.<br />
Ebu Bekir’in dediği gibi “O, hayatında<br />
da güzeldi, ölümünde de<br />
güzeldi.” 2<br />
O iki dünyaya birden talip olduğu<br />
gibi, iki güzelliğe birden<br />
talipti. Sürekli okuduğu dualarında<br />
O, “Rabbimiz, bize dünyada<br />
iyilik güzellikler ihsan et;<br />
ahrette de bize iyilik güzellikler<br />
ihsan et. ”3 derdi. Aynı şekilde o,<br />
aynaya bakarken okuduğu dualarında<br />
şöyle derdi:<br />
“Elhamdülillâh. Allâhümme<br />
kemâ hassente halkî fe hassin<br />
hulukî. / Hamdolsun Allah’a,<br />
Allah’ım yaradılışımı güzel kıldığın<br />
gibi ahlâkımı da güzelleştir.” 4<br />
O’nun bu dualarında maddî<br />
güzellikle birlikte manevî güzelliğe<br />
de önem verdiğini görmekteyiz.<br />
O’nun bu özlü duasında şu hususlar<br />
dikkatimizi çekmektedir:<br />
İslâm gösteriş ve şekilci bir<br />
din değildir. Ne var ki O, şekil ve<br />
görüntülerin güzel olmasına da<br />
özen göstermiştir. Peygamberimiz<br />
bir hadislerinde bu konuya<br />
şöyle açıklık getirmiştir: “Allah<br />
kullarının mallarına, dış görünüş<br />
ve şekillerine değil; onların<br />
kalplerine, iç dünyalarına, niyetlerine<br />
ve amellerine bakar.” 5<br />
Ancak bu anlayış, asla Müslümanın<br />
dış görünüşüne özen göstermeyen<br />
plansız, pasaklı, kirli<br />
ve düzensiz olduğu anlamına<br />
gelmez. Zira Allah güzeldir, güzeli<br />
sever. Zaten dış görünüş, iç<br />
dünyanın aynasıdır. Onun için<br />
kişinin fikri, zikrine, zikri de fikrine<br />
yansır. Bunun için “Dervişin<br />
fikri neyse zikri de odur.” denilmiştir.<br />
Bu söz, iç dünyanın<br />
dış dünyaya yansıdığını ifade etmektedir.<br />
Cihadda ve namazda ke<strong>net</strong>lenmiş<br />
bir yapı gibi saf bağlamak<br />
6 , namazda her rüknü yerli<br />
yerince şeklen de güzel yapmak<br />
(=ta’dil-i erkân), kıyafetin temiz<br />
ve intizamlı olması, saç sakalın<br />
bakımını yapıp taramak,<br />
hayırlı-güzel işlere sağdan başlamak,<br />
hayırlı yerlere sağ ayakla<br />
girip sol ayakla çıkmak,<br />
sağından giyinip solundan çıkarmak,<br />
sağ elle yemek, sol elle<br />
sümkürmek ve taharetlenmek,<br />
hacda hervele-ızdıba-remle<br />
yapmak 7 , kabri kıbleye yönelik<br />
ve düzgün kazmak vb. şeyler<br />
İslâm’ın üzerinde durduğu<br />
şekil disiplini cümlesindendir.<br />
Bizim ilmihâl kitaplarımız<br />
özellikle bu şekil düzgünlüğünü<br />
sağlayan esaslar/rukünler<br />
üzerinde ayrıntılı dururlar. Elbette<br />
bunlara takılıp kalmak,<br />
bunlarla uğraşırken ibadetin<br />
ruhunu ihmal etmek istenen<br />
bir şey değildir. Ancak bu şeklî<br />
kurallar, ruha ermenin bir aşamasıdır.<br />
Aynanın karşısında durmak<br />
da şekil ve görüntü güzelliğini<br />
sağlamaya yöneliktir. Aynaya<br />
bakarken Rabbimizin bize<br />
lutfettiği bir büyük nimetle karşı<br />
karşıya kalırız: Her şeyi yerli<br />
yerince monte edilmiş, birbiriyle<br />
uyumlu ve düzenli çalışan<br />
vücut nimeti. Gözümüz kaşımız,<br />
saçımız sakalımız, ağzımız<br />
burnumuz ve diğer güzelliklerimiz…<br />
Tüm özellik ve güzellikleriyle<br />
bize bakan bu nimeti görüp<br />
sahibini hatırlamamak, O’na teşekkür<br />
etmemek ne mümkün!<br />
İşte dua ederken bu vesile ile O<br />
nimet sahibi yüce kudreti hatırlıyor,<br />
şükrümüzü O›na has kılıyor;<br />
saçımızı, başımızı düzelterek<br />
şeklî düzensizliklerimize bir<br />
son veriyoruz. Ama şeklî güzelliklerin<br />
yeterli olmadığını, şeklî<br />
güzelliğin ahlâkî güzellikle bütünleştiğinde<br />
bir anlam ifade<br />
ettiğini düşünüyor ve duamızı<br />
okuyoruz. Rabbimizden yaratılış<br />
güzelliği yanında ahlâkî güzelliği<br />
de istiyoruz. Tabi ki O’ndan<br />
istediğimiz ahlâkî güzellik ve<br />
Kur’ânî hayat. Örnek insan Peygamber<br />
(s.a.v.)’in ahlâkı olan<br />
Kur’ân ahlâkı. Yoksa doğrulukdürüstlük<br />
gibi bir kaç kelime ile<br />
sınırlanmış, yalnızca vicdan güzelliği<br />
değil muradımız. Doğuştan<br />
irade dışı olarak getirdiklerimizi<br />
değiştirmek mümkün<br />
olmayabilir, ama huyumuzu değiştirebilir,<br />
ıslah edebiliriz. Bunun<br />
için gayret etmeliyiz.<br />
Aynada gördüğümüz şeklî<br />
düzensizlikler gibi, Kur’ân aynasına<br />
bakıp ahlâkî düzensizlikleri<br />
de tespit edip, düzeltmek için<br />
seferber olduğumuz an en güzeli<br />
yakalamış olacağız ancak. Gü-<br />
6 Nisan <strong>2013</strong><br />
7
zel ve yakışıklı olma konusundaki<br />
titizliğimizi, iman ve amelî<br />
güzellikler için de gösterdiğimiz<br />
zaman Yüce Allah’ın sevdiği güzel<br />
insanlardan olabiliriz.<br />
Elbette Peygamberimizin<br />
güzellikleri fizikî güzelliklerden<br />
ibaret değildi ve O yalnızca<br />
fizikî güzelliklere özen göstermezdi.<br />
Ancak fizikî güzellikler<br />
sahibini manevî güzelliklere taşır,<br />
onlara hazırlar. İki güzellik,<br />
birbirini tamamlayarak kemale<br />
ulaştırır. Bu yüzden diyoruz ki<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.), son derece<br />
düzenli ve disiplinli bir hayatın<br />
adamı idi. O’nun izlediği<br />
ve bizlere örnek sunduğu disiplin<br />
ve düzen, asla yapmacık<br />
ve zorlama değildi. Son derece<br />
tabiî ve fıtrî idi. O’nun yemesi,<br />
içmesi, giyim kuşamı, hal ve<br />
hareketleri belli bir düzen içerisindeydi.<br />
Rasgele ve başıboş,<br />
anlamsız ve gayesiz davranışlar<br />
O’nun hayatında yoktu.<br />
Sözgelimi O, sağından giyinirdi.<br />
Gömleğini giyerken önce<br />
sağ kolunu, sonra sol kolunu<br />
giyerdi. Çıkarırken önce solunu<br />
çıkarır, sonra sağını çıkarırdı.<br />
Sağ eliyle yer içerdi. Evine,<br />
mescidine sağ adımıyla girer,<br />
sol adımı ile çıkardı. Abdest<br />
alırken önce sağ kolunu sonra<br />
sol kolunu yıkardı. Ayaklarını<br />
yıkamaya da sağından başlardı.<br />
Namazda önce sağ tarafına<br />
sonra sol tarafına selam verirdi.<br />
O’nun davranışlarında devamlılık<br />
ve düzen vardı. Ve O, bu disiplin<br />
ve prensipli anlayışını hiç<br />
bozmadan sürdürdü. 8 Günlük<br />
beş vakit namazı, gece namazı<br />
ve diğer mutad kıldığı nafile na-<br />
8<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
mazları ve ibadetleri hep O’nun<br />
ne kadar nizam insanı olduğunun<br />
açık göstergesidirler. Cemaatle<br />
namaz kılarken safların<br />
düzenine büyük önem verir,<br />
“Saflarınızı düzeltin ki kalpleriniz<br />
düzelsin.” buyururdu. O,<br />
bu sözleriyle şeklî düzen ve güzelliğin,<br />
manevî düzen ve güzelliği<br />
sağlayacağını söylüyordu.<br />
Gerçekten de dış görünüşünü<br />
düzeltemeyen kişilerin, iç dünyalarını<br />
düzeltmeleri çok daha<br />
zor olacaktı.<br />
Oğlu İbrahim, küçük yaşta<br />
vefat etmiş, onu Medine kabristanına<br />
defnederken, kabrinde<br />
küçük bir delik gördüğünde,<br />
o deliğin toprakla kapatılıp<br />
düzeltilmesini istemişti. Orada<br />
bulunanlar, sonuçta burası<br />
bir mezar, cesedi koyup üzerine<br />
toprak örtüp gideceğiz ey<br />
Allah’ın Rasûlü, diyenlere şöyle<br />
diyerek her konuda estetiğe<br />
önem verdiğini açıklıyordu:<br />
“Sizden biriniz, bir iş yaptığınız<br />
zaman, onu içe sinecek biçimde<br />
yapsın! Çünkü öyle yapmak,<br />
musibete uğrayanın içini<br />
yatıştırır. Gerçi, bunun ölüye<br />
ne zararı, ne yaran olur; fakat<br />
bu, dirinin gözünü aydınlatır!”<br />
9 Nitekim O, “Allah sanatını<br />
en güzel şekilde icra eden<br />
kulunu sever.” 10 derken de aynı<br />
noktaya temas ediyordu.<br />
O, getirdiği din ile sesi, yürüyüşü<br />
ölçülü ve düzenli kullanmayı<br />
emrediyordu. Sesin<br />
frekansını değil, kalitesini yükseltmeyi<br />
istiyor; Müslümanın<br />
onurlu duruşu ve vakarlı yürüyüşü<br />
ile örnek olmasını istiyordu.<br />
O’nun nizamında ikti-<br />
sat/ölçülü olma yalnızca mâlî<br />
harcamalarda değil, her alanda<br />
ölçülü/dengeli olmak esastı<br />
ve O’nun şiarıydı. Şu ayetlerde<br />
bunu görmemiz mümkündür:<br />
“Yürüyüşünde tabii ol; sesini<br />
kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz<br />
merkeplerin sesidir.” 11<br />
“Yeryüzünde böbürlenerek<br />
yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir<br />
ve ne de boyca dağlara<br />
ulaşabilirsin.” 12<br />
“Rahman’ın kulları yeryüzünde<br />
mütevazı yürürler.” 13<br />
O halde ona yaraşır ümmet<br />
olabilmek için, Rahman’ın has<br />
kullarından olabilmek için içimiz<br />
ve dışımızla, özümüz ve sözümüzle,<br />
duruşumuz ve yürüyüşümüzle<br />
intizamlı olmalı, bu<br />
düzenliliği sürekli olarak ve hayatımızın<br />
her alanına yansıtarak<br />
sürdürmeliyiz. Tüm güzelliklerin<br />
temsilcisi, denge insanı<br />
Müslüman, Yüce Allah’ın rızasını<br />
kazanma adına sergileyeceği<br />
güzelliklerle herkese örnek<br />
olan insandır.<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 264.<br />
2 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 285-286.<br />
3 2/Bakara, 201.<br />
4 En-Nevevi, el-Ezkar, s, 270.<br />
5 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 395.<br />
6 “Doğrusu Allah, kendi uğrunda, ke<strong>net</strong>lenmiş bir duvar<br />
gibi, sıra halinde savaşanları sever.” 61/Saf, 4.<br />
7 Tavafta ihramlı iken sağ omuzu açık bırakıp ilk üç<br />
şavtta erkeklerin koşarak ve omuzlarını silkerek<br />
yürümeleri, sa’y yaparken ilk üç şavtta yeşil direkler<br />
arasında koşarak ilerlemek hep şeklî/sembolik<br />
şeylerdir. Haccın pek çok rüknü de semboliktir.<br />
8 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 440-443.<br />
9 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 489-491 (İbn Sa’d, I,<br />
142)<br />
10 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 355.<br />
11 31/ Lokman, 19.<br />
12 17/İsra, 37.<br />
13 25/Furkân, 63.<br />
PEYGAMBERİMİ<br />
SEVERİM<br />
İçim dışım birdir benim<br />
Peygamberimi severim<br />
Samimiyettir madenim<br />
Peygamberimi severim<br />
İster erkek, ister dişi<br />
Sevdiği iledir kişi<br />
Rengine boyanmak işi<br />
Peygamberimi severim<br />
O’na lâyık olmasam da<br />
Sün<strong>net</strong>iyle dolmasam da<br />
İbâdetle solmasam da<br />
Peygamberimi severim<br />
O’na varır bütün yollar<br />
O’na muhtaç bütün kullar<br />
Öksüzler, yetimler, dullar<br />
Peygamberimi severim<br />
Dağda, yaylada, ormanda<br />
Yeryüzünde, âsumanda<br />
Her mekânda, her zamanda<br />
Peygamberimi severim<br />
Madde ile, mânâ ile<br />
Câhil ile dânâ ile<br />
Her dem gül-i rânâ ile<br />
Peygamberimi severim<br />
Ateş ve su, hava, toprak<br />
Çiçek çiçek, yaprak yaprak<br />
Tâ yürekten haykırarak<br />
Peygamberimi severim<br />
Seven kalbim O’nu ara<br />
Doğduğun günden mezara<br />
Ellerim boş, yüzüm kara<br />
Peygamberimi severim<br />
Tüm rûhunu O’na bağla<br />
Kalbini aşkıyla dağla<br />
Şefâate kadar ağla<br />
Peygamberimi severim<br />
Oruç ile, namaz ile<br />
Duâ ile, niyaz ile<br />
Siyah ile, beyaz ile<br />
Peygamberimi severim<br />
O, Allah’ın Sevgilisi<br />
İlmi Hak’tan vergilisi<br />
Kâinâtın övgülüsü<br />
Peygamberimi severim<br />
Varlıklar O’nun yüzünden<br />
Hikmet fışkırır sözünden<br />
Rabbim ayırma izinden<br />
Peygamberimi severim<br />
Oğuz, gönlü Habîb’e ver<br />
O’nu en çok Allah sever<br />
Yüce Kitâbı’nda över<br />
Peygamberimi severim…<br />
Bekir OĞUZBAŞARAN<br />
9
Hulûsi Kalb’den<br />
Hüseyin ALPSOY<br />
EHL-İ<br />
AŞKIN<br />
YOL HARİTASI<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin<br />
gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi<br />
şiir yüklüdür. Tasavvufu, düşünce<br />
dünyasından ötede hâl dünyasında da yaşamış ve<br />
hissettiği Rahmet tecellilerini ‘doğuş’ adıyla sevenleriyle<br />
paylaşmıştır. Hulûsi Efendi’nin ilham<br />
kaynaklı sözleri şiir olmaktan öte irşad vazifesi de<br />
gören birer ders niteliğindedir. Çünkü mutasavvıf<br />
şaire göre şiir, duygu hâlinden öte, insana varoluşunu<br />
sorgulamasını ve kendi varlığının farkına<br />
varmasını öğütleyen “Mutlak Hakikati” arama<br />
işidir. Seçmiş olduğumuz şiir, Hulûsi Efendi’nin<br />
kalbine yansımış olan hakîkat tecellilerinden bir<br />
numunedir.<br />
Senin şem’-i cemâlin olmasa pervânen olmazdım<br />
Senin “Ve’l-Leyl” zülfün olmasa dîvânen olmazdım<br />
(Senin cemâlinin mumu olmasaydı pervâne olmazdım<br />
(ve) senin vel’leyl (gibi olan siyah) saçın<br />
olmasaydı dîvâne olmazdım.)<br />
Mum Sevgili Pervâne İse Âşıktır<br />
Birinci mısrada geçen şem ve pervâne kelimeleri<br />
Dîvân edebiyatı geleneğinde birlikte kullanılan<br />
kavramlardır. Bu iki kavram birlikte kullanıldığı<br />
zamanlarda sevgili ve âşık kastedilmektedir.<br />
Zira mum sevgili pervâne ise âşıktır. Eski zamanlarda<br />
meclislerde mum yakılırdı. Gece karanlığında<br />
bu mumun etrafında pervâneler bulunurdu.<br />
Pervâne mum ışığında döner döner ve öyle bir an<br />
gelir ki kendini ateşe atarak yakar. Bu hayâli, şairler<br />
sevgilinin etrafında pervâne olmak ifadesiyle<br />
kullanmışlardır. Ancak bu hayal mutasavvıf şairlerin<br />
dünyasında başka mânâlar ifade etmektedir.<br />
“Tasavvuf edebiyatında; harâbât tekkeyi, şarab<br />
irfan ve Allah aşkını, sâkî ise mürşidi temsil<br />
etmektedir. Beyite bu penceren bakınca anlam<br />
bir öncekinden tamamen farklı bir noktaya<br />
gelmektedir.”<br />
Sâlik’in aşkı beyitte şem’-i cemâl şeklinde ifade<br />
edilmiştir. Çünkü onun için cemâl sahibi tek zât<br />
Allah’tır. Âlemde cemâlden gayrı bir şey yoktur.<br />
Çünkü Allah, âlemi kendi sûretinden başka bir<br />
sûrette yaratmamıştır. O güzeldir, o hâlde âlem<br />
bütünüyle güzeldir. Âşığın pervâne olması bu eşiz<br />
güzelliği müşahede etmesi anlamına gelmektedir.<br />
Tasavvufta cemal müşahedesi, kalblere nurların,<br />
sırların, lezzetli sözlerin, dostane ifadelerin tecelli<br />
etmesi ve Allah’a yakınlık durumudur. Cemâl,<br />
ilâhî rahmet cinsinden lütuf ve merhamet vasıflarıdır.<br />
Hâl böyle olunca pervâne misali âşığın kendini<br />
ateşe atması ise bu ilâhi kaynağa yani vahdete<br />
erişmesidir.<br />
İkinci mısrada âşıklığın bir başka hâli anlatılmıştır.<br />
Sevgilinin saçı, gece ve karanlık gibi simsiyahtır.<br />
Bu nedenle sevgilinin saçı kara siyah anlamına<br />
gelen Kur’an-ı Kerim’in doksan ikinci sûresi<br />
olan ‘Ve’l-leyl’ tâbiriyle ifade edilmiştir. Âşıkların<br />
gönlü her daim sevgilinin saçına bağlıdır. Saçları<br />
tarafından adeta zincire vurulmuştur. Eski zamanlarda<br />
akıldan âzâde dîvâne kişileri zincire<br />
vurarak tedavi ederlermiş. Bu nedenle âşık kendini,<br />
sevgilinin saçları tarafından zincire vurulmuş<br />
dîvâne olarak nitelendirmektedir. Aynı zamanda<br />
sevgilinin saçının kokusu ve rengi de aşığın aklını<br />
başından almaktadır.Tasavvufta zülf, hiç kimsenin<br />
ulaşamadığı gaybî hüviyeti temsil eder. Zülf,<br />
Hakk’ın zâtı ve künhüdür. Sâlik vecd halinde iken<br />
akıl ve hislerle izah edemediği bazı gaybî hallere<br />
şahit olur. Bu nedenle Hulûsi Efendi kendini<br />
dîvâne olarak nitelendirmektedir.<br />
Karârın gönlümün ger almasaydı hüsn-i tâbânın<br />
Şarâb-ı la’lininûş eyleyip mestânen olmazdım<br />
10 Nisan <strong>2013</strong><br />
11
(Eğer parlak güzelliğin gönlümün kararını almasaydı,<br />
dudağının şarabını içip sarhoş olmazdım.)<br />
Hüsn-i tâbân ile yalnız Hakk’ın zâtında bulunan<br />
kemâl ifade edilmek istenmiştir. Âlemdeki<br />
bütün güzellikler, O’nun güzelliğindendir. Beyitte<br />
ifade edilen Hüsn, ilâhî güzelliktir.Bu güzelliğin<br />
gönlün kararını alması ise tasavvuftaki hâl<br />
mertebelerinden olan vecde işarettir. Zira vecd<br />
mertebesi ezeli nurun parıltısının kalbe yansıdığı<br />
ve hakiki cezbenin ruhu uyandırdığı makamdır.<br />
Hakk’ın vechinin ve ezeli zatının nurunun parıltısıyla<br />
meydana gelen vecd, akıl veya his ile kavranabilecek<br />
bir hal değildir.<br />
İkinci mısrada, Hulûsi Efendi (k.s.) vecd<br />
hâlinden hayret makamına geçişini bazı sembollerle<br />
anlatmıştır. Âşığın temel gayesi aşk şarabı<br />
içmektir. Ancak bu şarap öylesine bir şarap değil<br />
sevgilinin la’l gibi kırmızı dudağının şarabıdır.<br />
Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak,<br />
şarap, kâse, sâkî gibi mecazlı kullanımlar, tamamen<br />
sûfinin geçirdiği, yaşadığı hâllerin veya bazı<br />
tâbirlerin sembolüdür. Mısrada la’l ile ifade edilen<br />
dudak ise tasavvufta vahdeti simgeler. Gönül<br />
aşk şarabıyla sarhoş olmuş ve hayret makamına<br />
ermiştir.<br />
Harâbât Tekke,<br />
Sâkî İse Mürşiddir<br />
Bi-hamdi’llâh düşürdün râhımı semt-i harâbâta<br />
Velî yoksa ne mümkün sâlik-i mey-hânen olmazdım<br />
(Hamd olsun yolumu meyhânelerin semtine<br />
düşürdün, yoksa ne mümkün mey-hânenin sâliki<br />
olmazdım.)<br />
Eski zamanlarda meyhânelerin bulunduğu<br />
semtlere semt-i hârâbat adı verilirdi. Yolu bu semtlere<br />
düşenler ise hiç şüphesiz o meyhânelerden birinin<br />
müdâvimi olur ve kendi de o harâb-hâneler<br />
gibi harâb olurdu.<br />
Ancak Hulûsi Efendi’nin hârâbâtdan ve<br />
meyhâneden kastının bu olmadığı bilinmektedir.<br />
Çünkü mutasavvıf bir şair için, bir önceki beyit vesilesiylede<br />
izah ettiğimiz gibi, semboller hâlini anlatmakta<br />
yardımcı unsurlardır. Tasavvuf edebiyatında;<br />
harâbât tekkeyi, şarab irfan ve Allah aşkını,<br />
sâkî ise mürşidi temsil etmektedir. Beyite bu penceren<br />
bakınca anlam bir öncekinden tamamen<br />
farklı bir noktaya gelmektedir.<br />
Ancak beyitte anlatılmak istenen bir üçüncü anlam<br />
daha vardır. Hârâbat tabiri, sûfinin, maddî ve<br />
nefsî dediğimiz yönünü yıkması ve kendisinde dünyalık<br />
bir şey kalmaması anlamında kullanılmıştır.<br />
Meyhâne kelimesi de aynı mânâyı ifade için kallanılır.<br />
Hak âşığı sâliklerin dünyalarını harap etmeleri,<br />
ahireti imâr içindir. Zira âyetlerde, dünyanın<br />
bir oyun yeri olduğu, ahiretin dünyadan daha hayırlı<br />
bulunduğu anlatılmaktadır. Harabelik, yıkık<br />
yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa onarılsın,<br />
bir türlü mamur hâle gelmeyen, bir çeşit sarhoş<br />
olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünyadır.<br />
Zira Allah›ın vechinin haricinde olan her şey<br />
fânidir, yok olucudur, helak olucudur. (55/Rahman,<br />
26-27) Hulûsi Efendi (k.s.) Rabbine bu hali<br />
kendisine ihsan ettiği için hamd etmektedir. Çünkü<br />
Allah’ın ihsânı ve keremi olmasa kulun doğru<br />
yolu bulması mümkün değildir.<br />
O günde rûhumuvaslın demiyle etmesen sîr-âb<br />
Bugün bezm-i gamında tâlib-i peymânen olmazdım<br />
(O gün, ruhumu vuslat şarabıyla doyurmasaydın,<br />
bu gün gam meclisinde kadehinin tâlibi olmazdım.)<br />
Beytin genel anlamına bakıldığında Hulûsi<br />
Efendi (k.s.)’nin ‘O gün’ ifadesi ile ‘Bezm-i Elest’i<br />
ifade ettiğini anlarız. Bezm-i Elest, Farsça ve Arapça<br />
iki kelimeden oluşmuş “Elest Toplantısı” anlamında<br />
bir tabir. A’raf Suresi’nin 172. âyetinde Allah<br />
ruhlara “Elestübi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz<br />
değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar “Belâ”<br />
(Evet) dediler. İşte bu toplantı, ruhlar bedene girmeden<br />
yapılmış, Allah ile ruhlar arasında “misak”<br />
(sözleşme) vuku bulmuştu. Orada verilen sözün<br />
doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları bu<br />
imtihan dünyasına gönderdi. İşte Allah ile ruhlar<br />
arasındaki sözleşmenin meydana geldiği bu top-<br />
lantıya, ayete telmihte bulunularak ‘Bezm-i Elest’<br />
denmiştir. Bezm-i Elest, Dîvân edebiyatında şairlerin<br />
sıklıkla başvurdukları bir ifadedir. Zira şairler<br />
âşıklıklarını bezm-i eleste dayandırmaktadırlar.<br />
Ve ‘Evet’ anlamına gelen ‘Belâ’ ifadesiyle cinas yaparak,<br />
alınlarına belâ yazıldığını ve aşkın belâsına<br />
düştüklerini ifade ederler.<br />
İlk mısrada Hulûsi Efendi şarab kadehinin tâlibi<br />
olmasını birinci mısrada ruhunun vuslat şarabına<br />
doyurulmasıyla ifade etmiştir. İlk mısradaki ‘vaslın<br />
demi’ ifadesini kavuşma anı olarakda düşünülmemelidir.<br />
Çünkü ardından gelen ‘Sîr-âb (suya doymuş,<br />
kanmış)’ ifadesi ‘dem’in şarap anlamında kullanıldığını<br />
göstermektedir. Zaten ikinci mısradaki<br />
‘tâlib-i peymâne’ ifadesi de bu anlamı kuvvetlendirmektedir.<br />
Hakk’ın Kapısının Eşiğine<br />
Yüz Sürmek<br />
Hulûsi Efendi dünyayı gam meclisi olarak adlandırmaktadır.Dünya<br />
ehl-i kalb için bir gam meclisidir.<br />
Ancak bu mecliste huzur tâlib-i peymâne olmak<br />
ile bulunabilir. Çünkü aşk şarabına kavuşmanın ilk<br />
mertebesi kadehe tâlib olmaktır. Zira tasavvufta hedefe<br />
ulaşmak için dört mertebe vardır. Bunlar; tâlib,<br />
mürid, sâlik, vâsıldır. Diğer makamlara ulaşmak ve<br />
murada vasıl olmak için önce tâlib olmak gerekir. Bu<br />
sebeple, «Men talebe ve cedde vecede» (İsteyen ve<br />
bu isteğinde ciddî olan hedefe ulaşır.) denmiştir.<br />
Hulûsîkemteri dergâha lutfun etmese bende<br />
Koyup yüz âsitâna âşık-ı ferzânen olmazdım<br />
(Eğer lütfun kemter Hulûsi’yi dergâha kul,<br />
köle etmese, eşiğine yüz koyup nefsinden sıyrılmış<br />
âşık olamazdım.)<br />
Bir önceki beyitlerde ifade edilen doğru yolun<br />
lütuf ile mümkün olması bu beyitde de tekrar edilmiştir.<br />
Zira kul sahip olduğu hasenâtı Allah’tan,<br />
işlediği seyyiâtı nefsinden bilmelidir. Bu kâideye<br />
binâen Hulûsi Efendi de Allah’ın lütfunu çokça<br />
ifade etmektedir. Bu lütuf sayesinde Hulûsi Efendi<br />
Hakk’ın kapısının eşiğine yüz sürerek nefsinden<br />
sıyrılmış bir âşık olma imkânı bulmuştur.<br />
İkinci mısrada ifade edilen eşiğe yüz sürmek<br />
ve nefsinden sıyrılmak tabirleri beytin anlamını<br />
tam kavramak açısından önemlidir. Doğu toplumlarında<br />
eşik kutsal sayılmış ve yüce kişilere<br />
saygının ifadesi olarak eşiklerine yüz sürülmüştür.<br />
Beyitte bu durum ‘âsitân (yüz koymak eşiğe<br />
secde etmek)’ kelimesiyle anlatılmıştır. Divan<br />
edebiyatında sevgilinin eşiği âşığın secdegâhıdır.<br />
Eşik tasavvufta ise mahviyeti simgeler. Mürid<br />
şeyhinin kapısının eşiğini öpmesi, eşiğe yüz sürmek<br />
olarak ifade edilir. Eşiğe baş koymak bağlılığı<br />
ifade eder. Dergâhın eşiği müridi zahirden batına,<br />
mecazdan hakikate götüren kapının parçası<br />
olması sebebiyle kutsal sayılmıştır. Ayrıca âsitan<br />
kelimesinin dergâh ve tekke anlamına gelmesi anlamı<br />
daha da derinleştirmektedir.<br />
Görüldüğü üzere her şiirinde bizlere aşk bahçesinin<br />
farklı farklı güzelliklerini gösteren Hulûsi<br />
Efendi, bu gazelinde de bize gönlünde duyduğu<br />
tecelli yansımalarını ifade etmiştir. Gazel ilk<br />
beyitten itibaren adeta aşk yolunda aşılması gereken<br />
vadileri ve hâlleri bizlere göstermektedir.<br />
Vecd halinden hayret makamına, vuslatdan mahviyete<br />
kadar ehl-i aşkın yol haritasını çizmektedir.<br />
Ele aldığımız gazel, gerçek makamın sahibi olmak<br />
için çok yol katetmek zorunda olan sâlikler için<br />
özet bir tarif niteliği taşımaktadır.<br />
12 Nisan <strong>2013</strong><br />
13
Güzel İsimler<br />
Ramazan ALTINTAŞ*<br />
Yaşatan, hayat veren ve canlının<br />
hayatına son veren:<br />
MUHYÎ VE MÜMÎT<br />
14<br />
“Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca bütün insanlığı meşgul etmiş bir konudur.<br />
İşte bu açıdan “ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji ve felsefe disiplinleri<br />
yönünden ele alınıp değerlendirilmesi, günümüzün çağdaş toplumları açısından<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
da büyük önem taşımaktadır.”<br />
Muhyî, “diri,<br />
canlı olmak<br />
ve yaşamak”<br />
anlamındaki ‘hayat’ kökünden<br />
türemiş bir sıfat olup<br />
“yaşatan ve dirilten” demektir.<br />
“Ölmek” manasına gelen ‘mevt’<br />
kökünden türeyen “mümît” ise,<br />
“canlının hayatına son veren,<br />
ölümünü gerçekleştiren” anlamını<br />
taşır. 1 Her iki isim de Yüce<br />
Allah’ın güzel isimleri arasında<br />
yer alır.<br />
Muhyî, yoktan bir şeyi îcâd<br />
etmek, yaratmaktır. Eğer var kılınan<br />
şey, can verme ise, o zaman<br />
îcâd işini yapan kimsenin bu eylemine<br />
ihyâ/diriltme; eğer meydana<br />
getirilen ölümse, bu işi yapanın<br />
bu fiiline, imâte/öldürme<br />
denir. Ölümü de dirimi de yaratan<br />
Yüce Allah’tır. O’ndan başka<br />
öldüren ve dirilten yoktur. Bu<br />
konuda Kur’an-ı Kerim’de birçok<br />
âyet vardır: “O, hanginizin<br />
daha güzel amel yapacağını sınamak<br />
için ölümü ve hayatı yaratandır.<br />
O, mutlak güç sahibidir,<br />
çok bağışlayandır.” 2<br />
Görüldüğü gibi bu âyette,<br />
Allah’ın kudret ve tasarrufunu<br />
en açık bir şekilde gösteren deliller<br />
anlatılmakta, kimlerin O’nun<br />
emir ve yasaklarına uyarak daha<br />
güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak<br />
için hayatı ve ölümü yarattığı<br />
bildirilmektedir. Aynı<br />
âyette geçen, Allah’ın imâte ve<br />
ihyâ/öldürme ve diriltme fiille-<br />
rine dikkatleri çekmenin ötesinde,<br />
önce ölümü, sonra da hayatı<br />
yarattığının vurgulanmış olması<br />
anlamlıdır. Ölümün önce zikredilmesinin<br />
mânâsı, dünya hayatından<br />
âhiret hayatına geçiş hali,<br />
hayattan maksatsa, âhiret hayatıdır.<br />
Bir başka açıdan, ölümle,<br />
dünya hayatından âhiret hayatına<br />
geçiş, hayatla da dünya hayatı<br />
kastedilmektedir. Zira hayat<br />
da ölüm de imtihan için yaratılmıştır;<br />
imtihan yeri ise âhiret<br />
değil, dünyadır. Çünkü dünya,<br />
teklifler yurdu, âhiret ise,<br />
ödül ve cezâ yeridir. Her ikisinin<br />
de bu dünyada olması amaca<br />
daha uygun görünmektedir. Hayat,<br />
ölümden önce olduğu halde<br />
âyette sonra gelmesi bize, eşyada<br />
asıl olanın yokluk olduğunu,<br />
varlık ve hayatın sonradan verildiğini<br />
hatırlatmaktadır.<br />
Ölüm, Ciddi Bir<br />
Uyarıcıdır<br />
Bizim kanaatimize göre ölüm<br />
olgusu, âyette, insanlara hayatın<br />
sorumluluğunu hatırlattığı, onları<br />
iyi işler yapmaya teşvik ettiği<br />
ve bir uyarıcı olduğu, nihâyet<br />
insan hayatında “imtihan” sorumluluğunu<br />
daha canlı tuttuğu<br />
için önce zikredilmiştir. Bir<br />
Müslüman için dünya hayatı hayırlı<br />
faaliyetler alanı, ölüm ise bu<br />
faaliyetlerin karşılığının verileceği<br />
ebedî varlık sahnesine geçişi<br />
sağlayan dönüm noktasıdır. Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.)’in de belirtti-<br />
ği gibi ölüm, ciddi bir uyarıcıdır.<br />
Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca<br />
bütün insanlığı meşgul etmiş<br />
bir konudur. İşte bu açıdan<br />
“ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji<br />
ve felsefe disiplinleri yönünden<br />
ele alınıp değerlendirilmesi,<br />
günümüzün çağdaş<br />
toplumları açısından da büyük<br />
önem taşımaktadır. Çünkü ölüm<br />
sonrası yaşam, ölüm kaygısı<br />
ve dindarlık düzeyleri arasındaki<br />
ilişki, egzistansiyel bir değer<br />
ifade etmektedir. Bu sebeple<br />
Kur’an’da önce ölümün sonra da<br />
hayatın zikredilmesi anlamlıdır.<br />
Niçin Önce Hayat<br />
Değil de Ölüm Başa<br />
Alınmıştır?<br />
Aslında hayata anlam katan,<br />
hayatı yaşanılır kılan<br />
ölüm duygusudur. Ölüm olgusunu<br />
içselleştiren bir birey,<br />
hayatını disipline eder, amaçlı<br />
yaşar. Ölüm, insan hayatına<br />
anlam katar, insanda sorumluluk<br />
duygusunu canlı tutmak<br />
suretiyle ahlâkî gelişime büyük<br />
katkı sağlar. Dolayısıyla ölüm<br />
olgusuna tasavvuf geleneğimizde;<br />
sevgiliye kavuşma, ten<br />
kafesinden kurtuluş, mekân<br />
değiştirme, sırlanma gibi anlamların<br />
yüklenmiş olması,<br />
ölüm korkusunu yenmekle kalmaz,<br />
ölüm düşüncesinin insan<br />
psikolojisi üzerinde yıkıcı etkisini<br />
de asgari düzeye indirir.<br />
15
Diğer taraftan âhiret inancı<br />
ve ölüm duygusu, ‘Allah’a<br />
rağmenliği’ besleyen duyguların<br />
etkisinde gelişen negatif<br />
dünyevîleşmeyi aşmada, insana<br />
yardımcı olur. Ebedîlik düşüncesinin<br />
buraya, şimdi’ye değil,<br />
“öte”ye ait olduğunu insan bilincinde<br />
sürekli yaşatır. Bu inanç,<br />
insan yaşamını altüst edecek acı<br />
ve ıstırapları, gönül huzuruna<br />
çevirir, insanı kendisiyle, çevresi<br />
ve toplumuyla barışık hale getirir.<br />
Güçlü âhiret inancı ve ölüm<br />
duygusu, yüce hedeflere ulaşmayı<br />
arzu eden insana, yaşama sevinci<br />
kazandırmakla kalmaz, hayatında<br />
karşılaşabileceği tüm<br />
olumsuzluklara karşı, direnme<br />
gücüne kuvvet katar.<br />
Yaşadığımız modern zamanlarda<br />
her türlü ahlâkî ilkeleri<br />
ve toplumsal kuralları bir bariyer<br />
olarak algılayan; çalışmayan,<br />
üretmeyen sadece eğlenceye ve<br />
cinsel yaşama odaklanan hedonist<br />
yaşam tarzları, felsefî bir<br />
anlayış olarak “ölümden kaçış”<br />
üzerine kuruludur. İnsan neden<br />
maddî hazza bu kadar müptelâ<br />
olur da insânî değerleri hiçe sayar?<br />
Çünkü ölüm olgusu, onun<br />
hayatına yapıcı bir kuvvet olarak<br />
girememektedir. Zaten Batı<br />
uygarlığının temel kabullerinden<br />
biri de budur. Batı medeniyeti<br />
ölümün inkârı üzerine kuruludur.<br />
Eğer bu hayata ölüm ışık<br />
tutmuyorsa, bu hayatı aydınlatmıyorsa,<br />
bu hayat neyle aydınlatılır?<br />
16<br />
Zafer İçin Sefer<br />
Aslında pek çok şey, hayata<br />
bakış açımızla alâkalıdır. Siz<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
hayatın içinde saklı olan küçük<br />
mucizeleri, detayları, sürprizleri<br />
görmeye ayarlamışsanız bilincinizi,<br />
size bir çiçeğin açışı,<br />
bir bebeğin yürüyüşü, bir kuşun<br />
ötüşü, bir kar taneciği, mevsimlerin<br />
değişmesi, gecenin gündüze<br />
inkılâp etmesi… Bütün bunlar,<br />
mânevî hazlar verir. Önemli<br />
olan, insanın aşkınlığı yakalayabilmesidir.<br />
Bu da ancak insanın<br />
“kendini aşma”sıyla gerçekleşebilir.<br />
Kendini aşma, kendi<br />
benliğinin üstünde anlamlara<br />
yönelebilmek, öteyi aramak demektir.<br />
Bu kişiler için hayat biraz<br />
da “zafer” değil, “sefer”dir.<br />
İnsan özgür iradeye dayalı yaratılış<br />
gereği, bir yerden daha iyi<br />
bir yere yolculuk edebilen bir<br />
varlıktır. Zaferi önemseyen insanlar,<br />
maddî olanın peşinde<br />
koşarlar. Seferi önemseyen insanlar,<br />
mânevî olanın, mânevî<br />
hazzın, oluş ve tekâmülün peşinde<br />
koşarlar. İnsanı insan kılan<br />
şey, yolda olduğunun bilincinde<br />
olması, hayatı bir<br />
bütünlük duygusuyla yaşaması,<br />
maddî olanı bütünüyle elinin<br />
tersiyle itmemesi, ama asıl olanın<br />
ruhun arayışı olduğunu fark<br />
etmesidir. 3<br />
“Öldüren ve dirilten<br />
Allah’tır.” 4 Kur’an’da “ihyâ” fiilinin<br />
geçtiği birçok âyette “imâte”<br />
fiili de geçer. Genel anlamda diriltme<br />
ve öldürme fiillerinin<br />
Allah’a nispet edildiği alanda;<br />
can verme, öldükten sonra diriltme,<br />
tabiattaki bütün canlılara<br />
kendisinin koyduğu kurallar<br />
çerçevesinde hayat verip yaşatma<br />
mânâsı mevcuttur. 5 Ayrıca<br />
Kur’an’da mecâzî anlamda ihyâ,<br />
hidâyet verme; imâte de kâfir<br />
olma mânâsında kullanılır:<br />
“Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden<br />
ölüyü çıkarırsın.” 6 Nitekim<br />
bu âyeti ünlü Kur’an yorumcusu<br />
İbn Kesir; “Kâfirden mü’mini;<br />
mü’minden kâfiri çıkarmak”<br />
olarak yorumlamıştır. 7 Gerçekten<br />
de öyledir. Tarihe baktığımız<br />
zaman ve hatta günümüzde<br />
nice hidâyet öykülerinde, küfürde<br />
iken ihtida edenler, imanda<br />
iken irtidâd edenler vardır. Hatta<br />
kâfir olan nice babaların çocukları<br />
Müslüman, az da olsa,<br />
nice babaları Müslüman olanların<br />
çocukları da din değiştirmiş<br />
ve tanrıtanımaz olmuşlardır.<br />
Sonuç olarak, varlık alanında,<br />
ihyâ/diriltme ve imâte/öldürme,<br />
her şeyde kendisini<br />
gösterir. Bu konuda her türlü<br />
tasarruf yetkisi Allah’a aittir. O,<br />
nice bedenleri ruhla, nice ruhları<br />
gaybî yardımlarıyla diriltir.<br />
İnsan, Allah’ı ne kadar çok zikrederse,<br />
kalbi o kadar diri olur,<br />
ne kadar Allah’ı zikirden kaçarsa,<br />
kalbi o kadar ölür. Onun için<br />
insan, varlığın başlangıç ve sonucunu<br />
iyi düşünmeli, hayattan<br />
sonra ölümü asla aklından<br />
çıkarmamalıdır. “Gerçek ârifler<br />
ölmez, ölenler hayvan imiş.” dediği<br />
gibi Yûnus’un, daima iman<br />
üzere olmak ve o şekilde Allah’a<br />
kavuşmak O’nun ihya isminden<br />
hisselenmek mânâsına gelir.<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 El-İsfehani, el-Müfredât, s. 197-98.<br />
2 67/Mülk, 2.<br />
3 Ömer Baldık, Dr. Kemal Sayar’la “Hazcılık” Üzerine<br />
Bir Söyleşi”, Zafer Dergisi, Ağustos, 2006.<br />
4 2/Bakara, 28.<br />
5 Bkz. 57/Hadîd, 17; 21/Enbyâ, 30; 41/Fussilet, 39; 6/<br />
En’âm, 122.<br />
6 3/Âl-i İmrân, 27.<br />
7 Krş. İbn Kesîr, M. Tefsir, tahk. M. Ali es-Sâbûnî,<br />
Beyrut, 1981, I, 275<br />
SUDAKİ AY GİBİ<br />
GÖNLÜME DÜŞTÜN<br />
Sudaki ay gibi gönlüme düştün<br />
Senden başkasına bakmayacağım.<br />
Karanlık ruhuma bir ışık saçtın<br />
Gayrı hüzünleri takmayacağım.<br />
Elinde mahkûma dönse de canım<br />
Azapla hicranla dolsa her yanım<br />
Gözümden süzülüp aksa da kanım<br />
Ben seni sevmekten bıkmayacağım.<br />
Sevda yağmurları yağsa üstüme<br />
Gökteki yıldızlar kaysa gözüme<br />
Sel olsa dağların karı gönlüme<br />
Artık yüreğinden akmayacağım.<br />
Gönlüm susuzluktan yanıp kavrulsa<br />
Bin bir çeşit iksir bana yoğrulsa<br />
Bütün zalim oklar gönle doğrulsa<br />
Senden başkasını sokmayacağım<br />
İçimdeki dertler şavkınla dindi<br />
Kararan geceler mehtaba döndü<br />
Seninle kalbimin hicranı söndü<br />
Bir daha gönlümü yakmayacağım.<br />
Mürsel GÜNDOĞDU<br />
17
Şehir Güzellemesi<br />
Meryem Aybike SİNAN<br />
TOKAT<br />
BİR BAĞ İçinde!<br />
Sivas’tan öteye Tokat vardır!<br />
Etrafı dağlarla çevrili Tokat, eteklerini toplayıp gül<br />
bahçesine oturan bir güzeller güzelidir Karadeniz yollarında.<br />
Dağlar ve tepeler uzaktan uzağa şehrin üzerine<br />
gülümser gibidir müstehzi nazarlarla. Yeşilin bin türlüsünü<br />
kuşanmış Tokat, bahçelerin serinliği ve derinliği<br />
içinde kadim düşüncelere dalmış, bir efsunlu destanı<br />
düşlemektedir!<br />
Mustafa Hâkî Efendi ve Niksarlı Hacı Ahmet<br />
Efendi’nin maneviyat yurdunda bir erenler faslına yolunuz<br />
düşmüş gibidir…<br />
Yürüdüğünüz yollar dervişane fısıldarlar kulağınıza:<br />
Amasya’dan öteye Tokat’a gidilir!<br />
Tokat’tan mı geliyon da/Kız sen Almuslu’musun<br />
Ben sana varacağım da/Söyle namuslu musun?<br />
Namus duygusuna vurgu yapan bu türküsü düşüyor<br />
hatıralarıma. Mihrican Bahar söylerdi, Tokat’ı o zaman<br />
bildik. Şehrin ruhunu bu türküyle anladık, tanıdık. Tokat<br />
bize türkülerle geldi, efsunlu bir iklimin içinden süzüldü,<br />
tertemiz olarak ruhumuza misafir oldu.<br />
Dağlarının Ardından<br />
Yine Dağlar Olsa da<br />
Tokat bir meyve bahçesi, bir huzur durağı ve bir güzellikler<br />
geçididir. Her ilçesi en az Tokat kadar özel ve<br />
güzeldir. Dağlarının ardından yine dağlar olsa da sanki<br />
her dağın ardını aştığımızda bizi bir büyülü tevafuk karşılayacakmış<br />
kabilinden bir heyecanın girdabına düşer<br />
mahrem-i esrarımız.<br />
Tokat ruh hanemize minare minare düşen bir beş<br />
vakit duraktır.<br />
Tokat, Horasan erenlerinin bağdaş kurup oturdu-<br />
18 Nisan <strong>2013</strong><br />
19
ğu bir sümbüllü bağdır ıtır kokulu. Kültürden irfana<br />
yürüyüşü her anlamda sürdüren desen desen<br />
Türkistan ve Horosan’ı anımsatan bir destansı yürüyüştür<br />
yola revan olduğumuz. Dünden bugüne<br />
gelen, her adım toprağında geçmişin fısıltılı güzelliğini<br />
bulduğunuz, duyduğunuz, hatırladığınız<br />
bir Hacı Bektaş keha<strong>net</strong>inin hikâyesidir dinlemeye<br />
doymadığınız.<br />
Zile, Reşadiye, Erbaa, Turhal, Niksar gibi ilçeleriyle<br />
zaman, durak bilmeden dünden bugüne<br />
tarihî serüvenini an be an hatırlatan Tokat, amansız<br />
mücadelelerin yiğit adresidir!<br />
Tokat’tan Öteye Yozgat Ses Verir!<br />
Tokat akarsular geçidir Karadeniz’e yol veren!<br />
Tokat, Allah vergisi güzelliğini gelene geçene<br />
sunan bir cömert eldir tuttuğumuz. Bir yayla-<br />
lar cen<strong>net</strong>idir göklere yükselen. Duman duman<br />
yaylalara yürüyen aklımız, buldukları, gördükleri<br />
ve yaşadıkları karşısında sessiz kalır! Batmanlaş<br />
Yaylası, Akbelen Yaylası, Selemen Yaylası, Dumanlı<br />
Yaylası, Çamiçi Yaylası sıcak yaz aylarının<br />
serin duraklarıdır geleni geçeni buyur eden.<br />
Göller, irili ufaklı göller Tokat ovasını, bağ ve<br />
bahçelerini doyasıya sular, emzirir, büyütür. Zinav<br />
Gölü, Düden Gölü, Kaz Gölü, Göllüköy Gölü<br />
Tokat’ın kıymetlileridir paha biçilmez.<br />
Gıj Gıj tepesine serinlemek için çıkılır<br />
Tokat’ta.<br />
Tokat’ın dağları vardır çimenli. Dumanlı<br />
Dağları, Çamlıbel, Boğalı Dağı, Akdağ, Deveci,<br />
Yaylacık, Mamu Dağı zirvesi dumanlı sarp geçitler<br />
olsa da Tokat’ı çepeçevre kuşatmış ve korumaya<br />
almışlardır Akıncı misali.<br />
Tokat dört dağ içinde olsa da çıkış Samsun’adır.<br />
Tokat bir mutfak zenginidir her geleni buyur<br />
eden. Ayran aşı çorbası, keş, oğmaç çorbası, helle<br />
çorbası, bütün çorba, püşürük çorba, kelem çorbası,<br />
keşbo çorba, kamalı çorba, bacaklı çorba,<br />
meşhur Tokat Keşkeği, bat, basta, büryan, karışık<br />
yahni, etli bakla dolması, ferfene, dolma köfte,<br />
Tokat kebabı, coştu yemeği, baldıran, madımak,<br />
bakla dolması, nivik, pakali, ısırgan yağlı aşı,<br />
gelinparmağı Bişi, papa, siron, kulak, cadı, şipsi,<br />
tülü köfte, kavlak börek, mısır böreği, pırasa böreği,<br />
yaş börek, hamba, Almus böreği, taş ekmeği,<br />
çarşaf böreği, hasuda, sini, kumak, güdül...<br />
Geçmişin Mührü Kalbinde<br />
Tokat tarihî eserleriyle geçmişin mührünü<br />
kalbinde taşır gibidir.<br />
Tokat’ın manevî süsü olan, Ali Paşa Camii,<br />
Takyeciler Camii, Ulu Camii, Çöreğibüyük Camii,<br />
Silahtar Ömer Paşa Camii, Elbaşoğlu, Hatuniye,<br />
Meydan Camiidir. Çukur Medrese, Gökmedrese,<br />
Mevlevihane gibi eserlerle kadim<br />
zamanlara sefere çıkarsınız!<br />
Tokat bir ipeksi bedastan gibidir. İçerisinde<br />
çeşitli dükkânlar ve kafeteryalar bulunan Taşhan,<br />
Bedestenler Hanı, Yazmacılar Hanı ve yaz<br />
kış yerel Tokat yemeklerini tadabileceğiniz Mahperi<br />
Hatun Kervansarayı hala ağır ağır misafir<br />
ağırlamaktadır.<br />
“Hey On beşli, Niksar’ın fidanları, Tokat<br />
yaylası” türküleriyle Tokat türkülerin diliyle<br />
geçmişe uzanmakta ve kadim kültürün çırasını<br />
yakmaktadır ruhumuzda. Tokat dil hanemizin<br />
gül bahçesidir, tarihi çehresi ve uhrevi lehçesidir.<br />
Tokat’tan öteye sonsuzluk vardır…<br />
20 Nisan <strong>2013</strong><br />
21
Edebiyat<br />
Bilal KEMİKLİ*<br />
22<br />
“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rahmettir, zevktir, safadır. Nebi olarak,<br />
mübelliğ olarak risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.”<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Efendim, kutlu bir gündeyiz… Söze bu kutlu<br />
günü destanlaştıran bir büyük ruhun dizeleriyle<br />
başlamak lazım…<br />
Allah adın zikredelim evvela<br />
Vâcib oldur cümle işte har kula<br />
Bugün, “Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim.”<br />
buyuran Kerem Denizinin veladet günü; kerem<br />
günü, cömertlik günü. Bugün, Mevlid Günü, diriliş<br />
günü, kendimize geliş ve kendimiz oluş günü;<br />
içimizdeki Kisra Saraylarının çöküş günü, içimizdeki<br />
Sâve Göllerinin kuruduğu gün, gönül<br />
Kâbe’mizi işgal eden putların birer birer devrildiği<br />
gün.<br />
Bugün, Muhammedî doğuş günü; Mustafa oluş<br />
günü, Ahmed’e eriş günü. Bugün, tevhid günü;<br />
Kur’an günü… Kur’an’la buluşma günü. Bugün<br />
Muhammed yolunun toprağı olma günü. Toprağa<br />
eriş günü.<br />
Bu gün, “Işık saçan bir kandil”e eriş günü. Aydınlanma,<br />
nur olma günü. Bugün, muhabbet<br />
günü. Bugün Muhammed günü.<br />
Yâ Nebiyyallah Cenab-ı Hak seni kılmış Habîb<br />
Ol sebepten bağ-ı vahdette sen oldun andelib<br />
Ketencizade Mehmed Rüşti<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.), vahdet bağının bülbülüdür.<br />
O, bülbülün tulu’ ettiği gün… O sese aşina<br />
Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,<br />
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,<br />
Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,<br />
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,<br />
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.<br />
olma günü. Bugün, rahmete eriş günü.<br />
Bir tanedir<br />
Bir sümbül bir tanedir<br />
Peygamberler içinde<br />
Muhammed bir tanedir<br />
Anonim mani<br />
Biricik, bir tanecik olan Hz. Fahr-i kâinatın doğuş<br />
günü.<br />
Kudûmun rahmet u zevk u safâdır ya<br />
Rasûlallah!<br />
Zuhurun derd-i âşıka devâdır ya Rasûlallah!<br />
Hudâî<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rahmettir,<br />
zevktir, safadır. Nebi olarak, mübelliğ olarak<br />
risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.<br />
Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,<br />
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,<br />
Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,<br />
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,<br />
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.<br />
Bugün, kurban olma, yakın, daha da yakın olma<br />
günü. Bugün, İbrahim nesline, insanlığa Allah’ın<br />
ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten ve onları<br />
tezkiye eden el-Muallim’in, el-Beşîr’in, el-Emîn’in,<br />
es-Sâdık ve el-Mübelliğ’in doğuş günü. Efendim, bu<br />
kutlu güne erdiren Rabb’e şükür! *. Prof. Dr.<br />
23
Sûfi Perspektif<br />
Kadir ÖZKÖSE*<br />
NEFSİ KINAMA GELENEĞİ OLARAK<br />
MELÂMET<br />
24<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Zühd hayatı Müslümanlararasında<br />
ortaya çıkıp yayıldıktan<br />
sonra bazı davranış<br />
biçimleri ve şekilleri de beraberinde<br />
geldi. Tasavvuf tarihinde<br />
buna “âdâb ve erkân” adı verilmektedir.<br />
Zâhidlere has bir<br />
kıyâfet, sûfîlere has ibadet ve zikir<br />
çeşitleri, onlara ait yapılar<br />
ve dergâhlar gibi unsurların zamanla<br />
çoğalması ve bünyeleşmesi<br />
<strong>net</strong>icesinde çıkış itibariyle<br />
ruhânî ve mânevî bir hüviyete<br />
sahip olan tasavvuf cereyanı hızla<br />
müesseseleşmeye doğru kaymaya<br />
başladı. Taç ve hırka gibi<br />
kıyâfetlerin yanında âdâb ve<br />
erkân başlığı altında seyr u sülûk<br />
için pek çok kâide ve prensip<br />
ortaya çıktı ve tasavvufî hayat<br />
bunlarla yürür hâle geldi. Dışa<br />
vuran bu şekil ve davranışlar giderek<br />
riya ve gösteriş için müsait<br />
bir zemin hazırladı. Diğer taraftan<br />
sonu gelmeyen halvet ve<br />
uzlet hayatı insanları cemiyetin<br />
dışına itmeye, hatta dilenerek<br />
geçinmeye sürükledi, pek<br />
çok insan da çalışmadan tekke<br />
ve zaviyelerin gelirleriyle hayatını<br />
devam ettirme yollarını aramaya<br />
başladı. Bütün bunlarla<br />
beraber “kerâmet göstermek”te<br />
odaklaşan bir rol ve gösteri hareketi<br />
de tekke muhitlerini derinden<br />
etkilemeye başlamıştı.<br />
İşte bu tarz tavır ve fikirlere karşı,<br />
yine tasavvufî muhitin içinden<br />
doğan alternatif harekete<br />
melâmetiyye adı verilmektedir. 1<br />
Bu yol sûfîlerin taçlarına, hırkalarına,<br />
iktidara satılıp vakıftan<br />
geçinmelerine, büyüklerden<br />
saygı görmelerine, halka büyük<br />
görünmelerine karşı tasavvufun<br />
içinden patlayan bir reak-<br />
siyondur. Tasavvuf ehlinin pîri<br />
kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî;<br />
“Tasavvuf ehli geçip gitti; tasavvuf,<br />
tesbih, hırka, seccade, bağırıp<br />
çağırmak olup çıktı.” 2 diyerek<br />
zamanın tasavvuf ehlini<br />
kınamıştır.<br />
Kınamak, ayıplamak, azarlamak,<br />
serzenişte bulunmak,<br />
korkmak, rüsvaylık anlamına<br />
gelen melâmet mastar bir kelime<br />
olup, melâmetî ise kınanmaya<br />
konu olan; ululuktan, davadan,<br />
kendini göstermekten,<br />
halkın sevgi ve saygısını kazanmak<br />
kaydından geçen; kendini<br />
herkesten aşağı, herkesi<br />
kendinden üstün gören; giyim<br />
kuşam özelliğiyle, tekkeyle, vakıftan<br />
hazır yemekle, zikirle, bağırıp<br />
çağırmayla kendisini göstermeye<br />
çalışmayan, halktan<br />
hiçbir suretle ayrılmayan, kendi<br />
kazancıyla geçinen, iç yüzden<br />
Hak’la, dış yüzden halkla beraber<br />
olan, hatta halkın saygısını,<br />
sevgisini bir kayıt bildiğinden<br />
farz ibadetlerini bile gizleyen,<br />
halka kendisini kötü gösteren<br />
kişi, demektir. Melâmîler, dini<br />
Allah’tan başka hiç kimsenin<br />
hatta bizzat kendilerinin bile<br />
muttali olamayacağı bir sır olarak<br />
görmektedir. Ayrıca onların<br />
meşrebine göre insanın, yaptıklarını<br />
görmesi, (bir şey yaptığını<br />
düşünmesi) bu fiilleri iptal<br />
eder. Melâmîler, insanlara hayırlı<br />
yanlarını göstermez ve itaatleri<br />
bulunduğunu iddia etmezler.<br />
Bu sebepledir ki, melâmîler<br />
birçok öğretileri ve âdetleri bakımından<br />
diğer sûfîlerden farklı<br />
olmuşlardır. Mesleâ sûfî hırkası<br />
giymemiş, semâ’ meclislerinde<br />
bulunmamış; müritlerine vecde<br />
gelmeyi; cezbeye tutulmuş olarak<br />
görülmeyi ya da daha genel<br />
bir tabir ile iddia kokan, şöhrete<br />
sebebiyet veren hiçbir tavır ve<br />
görünümü mübah görmemişlerdir.<br />
Bunun temelinde hallerini<br />
gizleme kaygısı bulunmaktadır. 3<br />
Birinci kuşak<br />
melâmetîlerinden Ebû Hafs<br />
Ömer b. Mesleme el Haddâd’ın<br />
ifadesiyle melâmîlik; “Hak Teâlâ<br />
ile beraber olmak için sırrını gizlemek,<br />
yakınlık ve kulluk adına<br />
kendini kınamak, halka yalnız<br />
kusur ve kabahatlerini gösterip<br />
iyiliklerini gizlemek suretiyle kınamasını<br />
celbetmektir.” 4<br />
Gösteriş Olur<br />
Endişesiyle Gizlemek<br />
Melâmet; kişinin yaptığı iyilikleri<br />
gösteriş olur endişesiyle<br />
gizlemek, kötülükleri ve işlediği<br />
günahları ise nefsiyle mücadele<br />
etmek için açığa vurmaktır.<br />
Bu tanımdan da anlaşılacağı<br />
gibi, melâmetin temel vasfı riyadan<br />
kaçınmak amacıyla gizlilik<br />
ve şöhretten sakınma olarak<br />
tezâhür etmektir. 5 Yapılan<br />
melâmet tanımlarında, kelimelerin<br />
literal anlamı korunarak,<br />
iddia sahibi olmama, riyadan<br />
sakınma, şöhretten uzak durma,<br />
nefsi itham ederek onun ayıpları<br />
ile meşgul olma, amelleri görmeme,<br />
şeklinde ifade edilmiş<br />
ve bu hareket, anılan anlamları<br />
kasten “Melâmetîlik” veya kurucusu<br />
Hamdun Kassâr’a nispetle<br />
“Kassârîlik” şeklinde isimlendirilmiştir.<br />
Melâmetîlik, dış görünüşlerinden<br />
iç hallerine intikal<br />
edilmeyecek hal, fiil, davranış ve<br />
sözleri seçerek avam ile avam,<br />
25
havas ile havas olmuşlar: gerçek<br />
durumlarını sezdirmemeyi,<br />
toplum içerisinde kıyâfet ve<br />
görünüşte ayırt edilmemeyi anlayışlarının<br />
esası olarak belirlemişler,<br />
sırlarının açığa çıkmasından<br />
korktukları ve insanların<br />
övmelerine sebebiyet verecek<br />
bir hal ortaya çıkınca nefislerinin<br />
gururlanmasından çekindikleri<br />
için bir taraftan bu halleri<br />
gizlemeye çalışmışlar, diğer<br />
taraftan nefislerini kırmak için<br />
halkın öfke ve tepkisini çekecek,<br />
hatta zaman zaman kınama ve<br />
azarlamalarına neden olacak fiiller<br />
işlemişlerdir. 6<br />
Gerçekte melâmîlik, İslâm<br />
tasavvufundaki özel bir eğilimi<br />
ve bakışı temsil etmektedir.<br />
Bu bakış, beşerî nefse, nefsin<br />
amellerine, bu amellerin değerlendirmesine,<br />
zühd ve zühdün<br />
tezâhürlerine dairdir. Sülemî,<br />
ister melâmîlerin ya da başkalarının<br />
bir ifadesi, ister bir âyet<br />
veya bir hadis olsun, bu eğilimin<br />
esası olmaya uygun olan her şeyi<br />
melâmîliğin bir esası zikretmiştir.<br />
7<br />
Muhabbetin hâlis olmasında<br />
melâmetin büyük bir tesiri<br />
ve tam bir meşrebi mevcuttur.<br />
Allah (c.c.), mü’minlerin sıfatlarından<br />
bahsederken, “Onlar,<br />
kınayanların kınamalarından<br />
korkmazlar. Bu Allah’ın bir lütfüdür<br />
ki, onu dilediğine verir.<br />
Allah her şeyi kuşatandır, bilicidir.”<br />
8 buyurmuştur.<br />
Bir melâmînin uzak durması<br />
gereken özellikler, bezenmesi<br />
gerekenlerden, terk etmekle<br />
mesul olduğu fiiller, yerine ge-<br />
tirmesi istenilen fiillerden daha<br />
fazladır. Melâmîlerin müritleri<br />
için şart koştuğu öğretiler,<br />
neredeyse şu veya bu şeyin kerih<br />
görülmesi veya yasaklanması<br />
veya bir şeyin reddedilmesine<br />
dair bir yasaklar silsilesini<br />
taşımaz. Meselâ melâmî, ibadetini,<br />
takvasını, zühdünü, ilmini<br />
veya halini izhar etmemekle sorumludur.<br />
Bir melâmî, ihlâsın<br />
zıddı olan riyadan bahsettiği<br />
kadar, ihlasın kendisinden bahsetmez;<br />
nefsin âfetleri, ayıpları<br />
ve kirlerinden bahsettiği kadar,<br />
fazîletlerinden ve olgunluklarından<br />
bahsetmez. Nefsi suçlamak,<br />
küçümsemek ve bütün istek ve<br />
arzularında onu hesaba çekmek<br />
gibi kendisine farz kıldığı şeyler<br />
kadar, nefsi güçlendiren ve süsleyen<br />
şeylerle kendisini sorumlu<br />
tutmaz.<br />
Noksanlıklarından<br />
Bahsedilmesini Sever<br />
Melâmî, amellerinin noksanlıklarından<br />
ve günahlarından<br />
bahsetmeyi, güzelliklerinden ve<br />
övgülerinden bahsetmeye tercih<br />
eder. 9 Dünyanın kınanması,<br />
melâmîliğin sisteminde hiçbir<br />
şekilde yer almaz, çünkü<br />
onların öğretilerinde dünyanın<br />
zemmi yasaktır. Ebu Hafs<br />
en-Nişaburî; “Gizlemen gereken<br />
şeyi izhar ettin, artık bizimle<br />
oturma ve arkadaşlık etme!” 10<br />
diyerek iddiada bulunmaktan<br />
kaçmayı öğütlemektedir. Çünkü<br />
melâmîler, nefisleri ile mutmain<br />
olmazlar. Melâmî Allah<br />
ile arasında gerçekleşen ilişkiyi<br />
sır olarak düşünür, başkasının<br />
bu ilişkiyi bilmesini istemez. Bu<br />
durum onların diliyle şu şekil-<br />
de dile getirilmiştir: “Melâmîler,<br />
halk için birtakım kötü fiilleri,<br />
amelleri ve tabiatın <strong>net</strong>icesi olan<br />
huyları işlemişlerdi. Hak için<br />
ise, onun gizli ema<strong>net</strong>lerini yerine<br />
getirmişlerdir.” 11<br />
Sülemî’ye göre sûfî ile<br />
melâmî arasındaki temel fark<br />
şudur: Sûfînin zâhiri, bâtınını<br />
anlatır ve sırlarının nuru fiil ve<br />
sözlerinde zâhir olur. Bunun<br />
için sûfî, Hallâc ve benzerlerinin<br />
yaptığı gibi, iddialarda bulunmaktan<br />
veya Allah’ın kendisine<br />
keşfettiği gaybî sırları açıklamaktan<br />
veya Allah’ın onun eliyle<br />
gerçekleştirdiği kerâmetleri insanlara<br />
göstermekten çekinmez.<br />
Melâmî ise, Allah’ın sırrının<br />
emînidir; kendisiyle Rabbi<br />
arasındaki hali kendisine saklar.<br />
Ayrıca melâmî, hiçbir iddia<br />
sahibi değildir; çünkü ona<br />
göre iddia, bir çeşit câhillik ve<br />
münâsebetsizlikten ibarettir ve<br />
eksiklikten kurtulamayışın delilidir.<br />
Melâmî kerâmet göstermez;<br />
bu kerâmetle Allah’ın nefis<br />
gururunu ve kendisini beğenmesini<br />
imtihan etmesinden, insanların<br />
bu kerâmetle fitneye<br />
düşmesinden korkar. 12 Bununla<br />
birlikte sûfî ile melâmî arasında<br />
mukayesede bulunan Ebu Hafs<br />
Ömer es-Sühreverdî, sûfîleri<br />
daha üstün görmekte ve mânevî<br />
hayatta sûfîleri melâmîlerin üstünde<br />
bir mertebeye yerleştirmektedir.<br />
13<br />
İbnü’l-Arabi ise melâmîleri,<br />
bütün zaman ve mekânlarda yaşayan,<br />
kendilerine özgü nitelikleri<br />
olan ve ortaya çıktıkları<br />
vaktin durumuna göre sayıları<br />
artan veya eksilen ehlullahtan<br />
bir grup şeklinde tanıtır. İbnü’l-<br />
Arabî’nin ifadesi ile onların vatanları,<br />
ne Horasan ve ne de<br />
Nişabur’dur. Pîrleri ne Hamdun<br />
el-Kassâr ne Ebû Hafs el-<br />
Haddâd ne de Ebû Osman el<br />
Hîrî’dir. İbnü’l-Arabî, bu makama<br />
ulaşanlar arasında, farklı<br />
tabaka ve bölgelere mensup<br />
Ebû Said el-Harrâz, Abdülkadir<br />
Geylânî, Ebû Yezid el-Bistâmî,<br />
Ebussuûd b. Şiblî gibi isimler<br />
yanında, başta Hamdun el-<br />
Kassâr olmak üzere Nişabur<br />
pîrlerinden melâmîlik makamına<br />
ulaşmış kimseleri de zikretmiştir.<br />
İbnü’l-Arabî sâlikleri üç<br />
kısma ayırır:<br />
Birincisi, âbidlerdir. Bunlarda<br />
zühd hâli, iyi fiiller ve nefsi<br />
kötü amellerden temizlemek<br />
gibi davranışlar hâkimdir. Bu<br />
insanların hâller, makamlar,<br />
ledünnî ilimler ve sırlar hakkında<br />
hiçbir bilgileri yoktur.<br />
Bunlardan birisi bir şey okumaya<br />
kalksa, okuyacağı şey<br />
Muhâsibî’nin er-Riâye’si veya<br />
onun yerine geçecek bir eserdir.<br />
İkinci sınıf ise, bütün fiillerin<br />
Allah’a ait olduğunu ve kendilerinin<br />
hiçbir şekilde fiil sahibi<br />
olmadığını müşahede eden<br />
sûfîlerdir. Bu insanlar takvâda,<br />
zühdde ve tevekkülde âbidler<br />
gibi ahlâk ve fütüvvet mensuplarıdırlar.<br />
İnsanlara nâil oldukları<br />
kerâmet ve hârikaları gösterir,<br />
onların Allah katındaki<br />
derecelerini bilmelerine sebep<br />
olacak herhangi bir şeyi izhâr<br />
etmekten çekinmezler. Çünkü<br />
onlar Allah’tan başkasını görmezler.<br />
Bunlar melâmîlere nispetle,<br />
nefis ve arzu sahipleridir.<br />
Üçüncü sınıf ise melâmîlerdir.<br />
Bunlar, Allah’ın kendisine yönelttiği<br />
bir sınıftır. Allah, onları<br />
kendilerine bir göz ilişir<br />
de, kendilerinden alıkoyar kıskançlığıyla<br />
muhafaza etmiştir.<br />
İbnü’l–Arabî melâmîlerin sahip<br />
olduğu özellikleri şu şekilde<br />
sırlamaktadır: Melâmîler,<br />
Allah’ın emirlerini yerine getiren<br />
diğer mü’minlerden fazladan<br />
bildikleri bir hâlden dolayı<br />
ayrılmazlar. Onlar, farz<br />
“Bir melâmînin uzak<br />
durması gereken<br />
özellikler, bezenmesi<br />
gerekenlerden, terk<br />
etmekle mesul olduğu<br />
fiiller, yerine getirmesi<br />
istenilen fiillerden<br />
daha fazladır.”<br />
namazlara sadece nâfileleri ilave<br />
eder, sokaklarda yürür, insanlarla<br />
konuşur; farzları insanlarla<br />
beraber îfâ eder, her<br />
beldeye o beldenin insanlarının<br />
kıyâfetleri ile girerler.<br />
Melâmîlerden hiçbirisi, mescidi<br />
mesken edinmez; insanlar<br />
arasında kaybolmak için Cuma<br />
namazının kılındığı mescitlerdeki<br />
mekânları değişiktir. Konuştukları<br />
zaman, kelamlarında<br />
Allah’ı murâkabe ederler.<br />
Kimse onları fark etmesin diye<br />
komşularının dışındaki insanlarla<br />
fazla haşir ve neşir olmazlar.<br />
Her türlü ihtiyaçlarını kendileri<br />
karşılarlar. Allah’ın râzı<br />
olacağı şekilde çoluk çocukları<br />
ile şakalaşır ve sadece gerçeği<br />
söylerler. 14 İbnü’l-Arabî<br />
melâmet ehlini, bu vasıflarından<br />
dolayı “ümenâ” olarak nitelendirdikten<br />
sonra, “Onlar<br />
bâtınlarında olanı zâhirlerine<br />
yansıtmayan, sûfîlerin en üst<br />
tabakasında bulunan kimselerdir.”<br />
15 demektedir.<br />
İnsanın en büyük düşma-<br />
26 Nisan <strong>2013</strong><br />
27
nı olan nefis ile mücadeleleri<br />
uğrunda melâmîler, riyâya yorumlanabilecek<br />
her türlü tavra<br />
karşı çıkmışlardır: Meselâ hem<br />
kendilerine hem de tâbîlerine<br />
sûfîlerin alâmet-i fârikası ve fakirin<br />
nişânesi olan yamalı elbise<br />
giymeyi yasaklamışlardır. Zira<br />
onlara göre yamalı elbise giymek,<br />
sûfînin kendini ispatlamasının<br />
göstergesidir. Aynı şekilde<br />
verâ’, takvâ ve îsâr gibi görüntülerle<br />
ortalıkta dolaşmayı kendi<br />
kendilerine yasaklamışlardır.<br />
Başka bir ifadeyle, bu ekol<br />
sahipleri amel, hal ve ilim boyutunda<br />
riyâyı yasaklamış, bütün<br />
bunlarda nefsin kınanması<br />
gerektiğini savunmuş ve itâat<br />
adına nefisten sadır olan her eylemde<br />
kusur arama yoluna gitmişlerdir.<br />
16 Melâmîler, halkın<br />
kendilerini hor ve hakir görme<br />
yolu ile nefislerini edeplendirmişlerdir.<br />
Bu zümrenin geçirdikleri<br />
en hoş zaman, nefislerini<br />
belâ ve zillet içinde buldukları<br />
vakittir. Bu durumun örneği İbrahim<br />
b. Edhem’dir. İbrahim<br />
b. Edhem’e; “Nefsinin muradına<br />
nâil olduğunu hiç gördün<br />
mü?” diye sorulunca, şu cevabı<br />
vermiştir: “Evet bunu iki defa<br />
28<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
gördüm. Bir kere bir gemiye<br />
binmiştim. Oradakilerden hiçbiri<br />
beni tanımıyordu. Üzerimde<br />
eski bir elbise vardı. Saçlarım<br />
da uzamıştı. Gemideki ahalinin<br />
benimle alay etmeye ve dalga<br />
geçmeye müsait bir hâlde idim.<br />
Gemide yolcuların yanında<br />
“Onlar toplum içinde ârif bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine,<br />
sıradan bir insan gibi davranmayı tercih ederler. Gösterişten<br />
kaçındıkları için kerâmetlerini gizlerler. Sema meclislerinde<br />
vecde gelip raksetmekten, yüksek sesle (cehrî) zikir<br />
yapmaktan, tarikat mensubu olduklarını gösterecek özel bir<br />
kıyâfet giymekten, hatta tekke kurmaktan kaçınırlar.”<br />
maskaralık yapan biri vardı. Bu<br />
kişi her zaman bana gelir, saçlarımı<br />
çeker, sakalımı yolar ve dalga<br />
geçmek için beni hafife alırdı.<br />
İşte o an nefsimi murâdına<br />
nâil olmuş bir hâlde bulur, nefsimin<br />
zillet içinde olmasına sevinirdim.<br />
Nihayet günün birinde<br />
maskaralık yapan kişi kalkıp<br />
üzerime bevledince sevincim<br />
son haddine ulaşmış oldu. Başka<br />
bir seferinde, bardaktan boşanırcasına<br />
yağan yağmur altında<br />
bir kasabaya varmıştım. Kışın<br />
soğuğu iliklerime kadar işlemişti.<br />
Üzerimdeki abâ ıslanmıştı.<br />
Mescide vardım fakat içeri girmeme<br />
müsaade edilmedi. İkinci,<br />
üçüncü mescide vardım, yine<br />
aynı durumla karşılaştım. Nihayet<br />
âciz kaldım. Soğuk vücuduma<br />
iyice tesir etmişti. Gittim<br />
bir hamamın külhanına girdim.<br />
Abamı ateşin karşısına serdim.<br />
Altımdan çıkan duman elbise-<br />
mi ve yüzümü simsiyah hâle getirmişti.<br />
Bir de o gece muradıma<br />
nâil olmuştum.” 17<br />
Özetle onlar toplum içinde ârif<br />
bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine,<br />
sıradan bir insan gibi davranmayı<br />
tercih ederler. Gösterişten kaçındıkları<br />
için kerâmetlerini gizlerler.<br />
Sema meclislerinde vecde<br />
gelip raksetmekten, yüksek sesle<br />
(cehrî) zikir yapmaktan, tarikat<br />
mensubu olduklarını gösterecek<br />
özel bir kıyâfet giymekten, hatta<br />
tekke kurmaktan kaçınırlar. Tarikat<br />
merasimlerine önem vermezler,<br />
görkemli türbeler yapmaz<br />
ve kendilerine yapılmasını<br />
istemezler. Fütüvvet neş’esinde<br />
fedakâr ve cömert insanlardır.<br />
El emeği ile çalışıp kazanmaya<br />
önem verirler. 18<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 Kara, Mustafa, Dervişin Hayatı, Sûfînin Kelâmı Hal<br />
Tercümeleri-Tarikatlar-Istılahlar, s. 97-98, Dergâh<br />
Yayınları, İstanbul 2005.<br />
2 El-Kuşeyrî, Ebü’l-Kâsım Abdülkerim, er-Risâletü’l-<br />
Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik ve Ali<br />
Abdulhamid Baltacı, s. 314, Darü’l-Hayr, Beyrut<br />
1993.<br />
3 Afîfî, Ebü’l-Alâ, Tasavvuf İslam’da Manevi Devrim,<br />
ter. H.İbrahim Kaçar-Murat Sülün, s. 138, Risale<br />
Yayınları, İstanbul 1996.<br />
4 Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda<br />
Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, s, 113, TTK. Yay., Ankara,<br />
1999.<br />
5 Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı, Görüşleri,<br />
Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.<br />
Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.<br />
6 Bolat, Ali, Melâmetîlik, s. 15-16, İnsan Yay., İstanbul<br />
20<strong>04</strong>.<br />
7 Afîfî, Ebü’l-Alâ, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler,<br />
s. 159, ter. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul<br />
2000.<br />
8 5/Mâide, 54.<br />
9 Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 138.<br />
10 Afifî, age., s. 140.<br />
11 Afifî, age., s. 140-141.<br />
12 Afifî, age., s. 144.<br />
13 Afifî, age., s. 146.<br />
14 Afifî, age., s. 144-146.<br />
15 Addas, Claude, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, Sufi Kitap<br />
Yay., İstanbul 2010, s. 81-82.<br />
16 Afifi, Tasavvuf, s. 311-313.<br />
17 Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi),<br />
s. 151, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996, II.<br />
Baskı, Dergâh Yayınları.<br />
18 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.<br />
PENCERE<br />
Boynunu büken gülün<br />
Susuzluğu var dilimde<br />
Ah! Yanmışım yalaz yalaz<br />
Sahralara dönmüşüm<br />
Düşmüşüm hasretine<br />
Bir katre sevda suyunun<br />
Oy yürek yakanım<br />
Seni ne kadar<br />
Ne kadar çok sevmişim<br />
Bir damla suya hasret<br />
Göklere uzattığım ellerim<br />
Bu mevsim çok aykırı<br />
Bu mevsim bahtıbaranlar bile yok<br />
Bilmem ki neyleyeceğim bu mevsim<br />
Ayrılığın elinden<br />
İstemem senden<br />
Gün solgunu, gün çalgını ışıklar<br />
Üstüme saçacaksan<br />
Gül sürgünü saç ışıklar<br />
Diyorsan ki açarım<br />
Gel bahtımın dehlizlerine<br />
Küçük küçük pencereler aç<br />
Seni ne çok sevmişim meğer<br />
Tarifi var mı bunun<br />
Ama böyle geçmez<br />
Ki aşkın vardiyası<br />
Ağıtlı, acılı, pür-matem<br />
De haydi yürek yakanım<br />
Bu aşka bir dermân buyur<br />
Derman buyurmazsan<br />
İçim kandır dışım kan<br />
Çağır gözlerinin<br />
Büyüsüne kapılayım<br />
Ekileyim toprağına<br />
Ihlamur fidanlarınca<br />
Oy yürek yakanım<br />
Gülüm, gülşenim<br />
Seni ne kadar<br />
Ne kadar çok sevmişim<br />
Celalettin KURT<br />
29
Edebiyat<br />
Musa TEKTAŞ<br />
sohbet<br />
yolunda<br />
30<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Çok mütevazı bir hayat<br />
yaşayan Hâce<br />
Bahâeddîn Şah-ı<br />
Nakşbend Hazretleri haramlardan<br />
titizlikle sakınır, ruhsat<br />
yolundan çok, azimet<br />
yolunu seçerdi. Misafirlere ikramdan<br />
hoşlanır, hediyeye hediye<br />
ile mukabele etmeye çalışırdı.<br />
Mahlûkatın tümüne şefkat<br />
nazarıyla bakardı. 1 Misafirlerine<br />
çok saygı gösterir, ona uymak<br />
maksadı ile gerekirse (farz olmayan<br />
bir) orucu bozmanın bile<br />
caiz olacağını söylerdi. 2<br />
Şah-ı Nakşbend Hazretlerinin<br />
yolunu sıkı sıkıya takip eden<br />
H. Hamidettin Ateş Efendi de<br />
misafire ikramda fevkalade cömert<br />
davranır, ikramlarda bulunur.<br />
Bir sohbetlerinde misafirle<br />
ilgili şöyle buyurmuştur:<br />
“İman sahibi her mü’min misafirine<br />
ikram etmelidir. Ahirette<br />
kendine verilen malın ve diğer<br />
imkânların hesabını kolay verebilmek<br />
maksadıyla Allah rızası<br />
için paylaşmayı, mü’min kardeşlerine<br />
ikram etmeyi severek<br />
yapması gerekir. Yakınlarıyla<br />
ilişkilerinde kardeşine iyi duygularla<br />
davranmalı, iyiliklerde<br />
bulunmalıdır. Yine inanan insan<br />
ağzından çıkana dikkat etmeli,<br />
yararlı bir kelam edip etmediğini<br />
kontrol etmelidir. Çoğu zaman<br />
susmak konuşmaktan daha<br />
faydalıdır. Çünkü sükût kalp huzurunu,<br />
kalp huzuru da toplum<br />
huzurunu oluşturur.<br />
Misafir evin bereketi, gönlümüzün<br />
sürurudur. Misafir girmeyen<br />
hanede bereket, huzur<br />
yoktur, o hanede oturanlar mutsuzdurlar.<br />
Allah misafirleri geldiği zaman<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi<br />
Efendi Hazretleri kapıda karşılar,<br />
onları evimizin en güzel köşelerinden<br />
birine oturtur, yemek<br />
yesinler veya yemesinler,<br />
mutlaka onlara ikramda bulunur,<br />
tüm ihtiyaçlarını karşılar,<br />
öylece onları huzurlu bir şekilde<br />
yolcu ederdi. Misafir ağırlamak<br />
devlethanede, bir itina, bir gelenek,<br />
geçmişten gelen bir coşku<br />
ve bir kültür idi. Bizim hanemizde<br />
misafirsiz günümüz<br />
geçmezdi, misafir olmadığı günler<br />
komşu ve yoldan geçenler<br />
davet edilirdi, herhalde Efendi<br />
Hazretlerinin misafire verdiği<br />
önemin bir göstergesi olsa gerektir.<br />
Bu davranış Peygamberî<br />
emre mûti olabilmek için onun<br />
sün<strong>net</strong>ine uygun bir davranıştır.<br />
Gönüller de, Allah ve<br />
Rasûlü ile onların dostlarının<br />
mekânıdır. Bu müstesna<br />
mekâna başka şeyleri sokmamak,<br />
eğlememek gerekir. Kişi<br />
gönlünü neye hasrettiğini iyi bil-<br />
meli, iyilerle beraber olmalıdır.<br />
Aşk ve muhabbetle yüreği çarpanlar<br />
sevdikleri misafir geldiği<br />
zaman kurban keserler. Hatta<br />
öyle ileri derecede sevda ehilleri<br />
vardır ki, onlar canlarından bile<br />
geçerler.” 3<br />
Hulûsi Efendi<br />
(k.s.)’nin<br />
Misafirperverliği<br />
Hulûsi Efendi Hazretleri,<br />
Müftü Vekili olduğu bir sırada<br />
ziyaretine gelen aynı zamanda<br />
görevli imam olan Mustafa<br />
Kaygusuz ile öğle namazını<br />
kılmak için Şeyh Hamid-i<br />
Velî Camii’ne gelirler. Namaz<br />
çıkışında yemek için Mustafa<br />
Hoca’yı Osman Hulûsi Efendi<br />
eve davet eder. Mustafa Hoca<br />
gönlünden; “Efendi Hazretleri<br />
yeni benimle müftülükten geldi.<br />
Eve misafir olduğunu haber<br />
vermedi. Belki yemek hazırlığı<br />
olmaz da mahcup olur.”<br />
diye düşünür. O hiç bir şey<br />
söylemeden, Hulûsi Efendi;<br />
“Bizim söylediğimiz şeyde Allah<br />
bizi reddetmez.” yukarı çıkalım<br />
buyurur. Yukarı çıkılır<br />
ki, sofra hazırlanmış ve kurulmuş,<br />
bu defa o mahcup olur.<br />
Onun sofrası herkese açıktı<br />
ve her zaman misafir gelir giderdi.<br />
Allah’ın bu kapıya lütfu<br />
hâlen aynı şekilde devam etmektedir.<br />
31
Hulûsi Efendi (k.s.)’ye göre;<br />
insanlar için bu kapı, yalnızca<br />
tarikat kapısı değil, Hakk misafiri<br />
olarak kabul edilip, yardım,<br />
sulh, arabuluculuk temin edecekleri<br />
bir kapıdır. Bir kısım insanlar<br />
için ise, onun ilmi ve ışığıyla<br />
aydınlanacakları bir okul<br />
ve kalp hastalıklarından kurtulacakları<br />
bir şifahanedir.<br />
Şah-ı Nakşbend Hazretleri<br />
müridlerine dinî kaidelere<br />
uymayı, takvayı ısrarla tavsiye<br />
eder ve velîlik derecelerine bu<br />
şekilde ulaşılabileceklerini söylerdi.<br />
Tarikatını, Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’in sün<strong>net</strong>ine ve ashabının<br />
sözlerine tâbî olmak diye<br />
özetleyen Şâh-ı Nakşbend, ilme<br />
ve âlimlere karşı son derece saygılıydı.<br />
Bu yüzden birçok âlim<br />
kendisine intisap etmişti. Kendisi<br />
de iyi bir hadis eğitimi gördüğü<br />
için sohbetlerinde bazen<br />
hadisleri izah eder, tasavvufî<br />
şerhler yapardı.<br />
32<br />
İleri Ufuklara<br />
Bakmak<br />
O, ileri ufuklara bakmayı,<br />
daima yükselmeyi öğütleyen<br />
bir mânâ sultanıydı. Müridlerine,<br />
“Eğer himmetinizi<br />
yüksek tutmaz, oyununuzu büyük<br />
oynamazsanız, size hakkımı<br />
helâl etmem. Üstün himmetle<br />
öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla<br />
başıma basmalısınız. Yani sizin<br />
mânevî dereceniz, benden<br />
daha yukarılara ulaşmalı.” 4 diye<br />
öğüt verirdi. Diğer yandan Şâh-ı<br />
Nakşbend (k.s.)’e göre, müridin<br />
üzerinde meydana gelen tüm sıfat<br />
ve güzellikler, aslında şeyhin,<br />
lütuf merdivenleri sayesinde<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
gerçekleşmektedir. Çünkü mürşidin<br />
himmeti, müridin himmet<br />
burağına bindirilmiş hâli gibidir.<br />
5<br />
Şah-ı Nakşbend Hazretleri<br />
fütüvvet neşesine sahip olduğu<br />
için çok cömerttir. Fütüvvet neşesinin<br />
gereği olarak el emeği ile<br />
çalışıp kazanmaya çok önem verir,<br />
işsiz insanları müridliğe kabul<br />
etmez. Kendisi de arpa, burçak<br />
ve kayısı yetiştirerek ziraatla<br />
geçimini temin etmektedir. Bu<br />
konuda: “Tevekkül sahibi nefsini<br />
görmemeli ve tevekkülünü<br />
çalışarak gizlemelidir.” buyurmuştur.<br />
Onun prensibi, dünyevî<br />
işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye<br />
yük olmamak, ancak çalışırken<br />
de Hak Teâlâ’dan da gafil<br />
olmamaktır. Hacca gittiğinde<br />
Mekke’de biri himmet ve kalbî<br />
ilgileri bakımından düşük, diğeri<br />
ise gayet yüksek iki kişi görmüştür.<br />
Himmeti düşük olan kişi<br />
Kâbe kapısının halkasına yapışmış<br />
dünyalık istemektedir. Yüksek<br />
olan kişi ise çarşı ve pazarda<br />
(Mina Pazarı’nda) dolaşıp<br />
ticaret yapmakta, binlerce altınlık<br />
mal satın almasına rağmen<br />
bir an bile Hak Teâlâ’dan gafil<br />
bulunmamaktadır. Bu manzarayı<br />
gören Nakşbend Hazretleri,<br />
himmeti yüksek olan karşısında<br />
duygulandığını ve yüreğini kan<br />
bastığını söyler. 6<br />
“Yolumuz Sohbet<br />
Yoludur”<br />
Şah-ı Nakşbend Hazretleri tarikatını<br />
sohbet esası üzerine kurmuştur.<br />
Abdulhalik Gucdevânî<br />
Hazretleri’nin “Halvet der encümen”<br />
yani halk içinde Hak ile<br />
olmak prensibini esas alır. Pirimiz<br />
sohbet hususunda şöyle buyurur:<br />
“Yolumuz sohbet yoludur,<br />
halvette şöhret, şöhrette de âfet<br />
vardır. Hayır cemiyettedir. Cemiyet<br />
de dostların birbirini<br />
nefy şartıyla sohbettedir. ‘Geliniz<br />
bir an iman edelim.’ sözünün<br />
anlamı şudur: ‘Eğer bu tarikatın<br />
taliplerinden bir cemaat<br />
sohbet ederlerse hayır ve bereket<br />
çokça olur. Buna devam ve<br />
ısrar ise hakiki imana ulaşmaya<br />
vesile olabilir.’ Bizim tarikatımız<br />
urve-i vüska/kopmayan<br />
kulptur. Peygamberimizin eteğine<br />
sarılmaktır. Sahabe-i kiramın<br />
sözlerine uymaktır. Bu tarikatta<br />
az amel ile çok fetihler<br />
hâsıl olur. Fakat sün<strong>net</strong>e uyup<br />
onu gözetmek büyük bir iştir.<br />
Hak dostlarından biriyle sohbet<br />
eden sâlike düşen, kendi<br />
hâline vakıf olmak, sohbet zamanı<br />
ile önceki zamanı mukayese<br />
etmek, arada fark bulursa<br />
‘İsabet ettin, sakın bundan ayrılma.’<br />
hükmüyle o şeyhin sohbetini<br />
ganimet bilmektir.” 7 diyen<br />
Bahâeddîn Nakşbend (k.s.),<br />
sohbeti genel anlamda ve halvetin<br />
zıttı olarak kullanmıştır.<br />
Bahâeddîn Nakşbend’in bu konuda<br />
şöyle söylediği nakledilir:<br />
“Bizim sohbetimize gelenlerin<br />
bazısının gönlünde muhabbet<br />
tohumu vardır, dünyevî<br />
alâkaların dikenleri arsasında<br />
bu tohum gelişememiştir. Bu<br />
durumda bizim vazifemiz o dikenleri<br />
temizlemektir. Bazılarının<br />
gönlünde ise muhabbet tohumu<br />
yoktur. Burada vazifemiz<br />
tohum oluşturmaktır.” 8<br />
Sohbet ve Zikir<br />
Meclisleri<br />
H. Hamidettin Ateş Efendi<br />
sohbetin önemine işaretle şöyle<br />
buyurmuşlardır:<br />
“Hulûsi Efendi Hazretleri bir<br />
sohbetlerinde: ‘Bizim sohbetlerimize<br />
nefis iştirak edemez.’ demiştir.<br />
Samimi gönüllü muhibbanın<br />
manevî eğitimi sohbet<br />
vesilesiyle gelişmektedir. İnsanlar<br />
sohbetlere iştirak etmekle,<br />
kötülüklerden uzaklaştır,<br />
ruhunu güçlendirir, mü’min<br />
kardeşleriyle kalpleri birbirine<br />
yakınlaşır. Gafletten uzaklaşarak<br />
zikrullah aydınlığına<br />
kavuşur. Dünyalık bir beklenti<br />
olmaksızın Allah rızası için,<br />
sohbet, muhabbet maksadıyla<br />
bir yerde toplanan insanların<br />
meclisine, meleklerin de iştirak<br />
ettiklerini tasavvuf büyükleri<br />
çeşitli sohbetlerinde beyan buyurmuşlardır.<br />
Sohbetlerde çoğunlukla hal<br />
eğitimi ve manevî yansıma olmakla<br />
birlikte, zaman zaman<br />
sözlü eğitim ve öğretim de yapılmaktadır.<br />
Mürşid-i kâmil nazarıyla<br />
birlikte, gönüllere hitap<br />
eden ilahîlerin sözleri can kulağıyla<br />
dinlenmektedir. Ayet ve<br />
hadislerin yanı sıra, büyüklerin<br />
menkıbelerinin anlatılmasına<br />
önem verilir. Böylece muhabbet<br />
artar, ibret alınır ve anlatılanlar<br />
güzel örnekler olarak hatırda<br />
kalır. Sohbet vesilesiyle<br />
cemaat birbirinden görerek, yaşayarak,<br />
edep, erkân öğrenir.<br />
Dinî nezaket, sevgi, şefkat, hizmet,<br />
fedakârlık gibi olgun ahlâkî<br />
özellikleri içine sindirir. Kar-<br />
deşlik duygusu bizzat yaşanarak<br />
pekiştirilir. Sohbet ve zikir meclisleri,<br />
ilâhî rahmet ve seki<strong>net</strong>in<br />
sağanak sağanak yağdığı, dünyadaki<br />
cen<strong>net</strong> bahçeleridir. Bu<br />
gül bahçesinden güzel kokular<br />
alabilenlere ne mutlu…” 9<br />
Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’e göre,<br />
gerçek sevgili kalpte ortak istemez.<br />
Ortak yapılan işleri de<br />
sevmez. İşte bu yüzden sevgililer,<br />
başkalarının ortak edildiği<br />
amelden ve başkasına yönelen<br />
kalpten bir şey elde etmezler. 10<br />
H. Hamidettin Ateş Efendi<br />
buna benzer bir ifadeyi “Çatal<br />
kazık yere batmaz” atasözünü<br />
sıkça kullanarak zaman zaman<br />
hatırlatır ve şöyle buyurur: “Kişi<br />
bağlandığı ve sevdiği kapıya gönülden<br />
bağlanmalı, başka bir<br />
yere meyletmemelidir. Gönülde<br />
sultan bir gerek.”<br />
“Biz Keramete Değer<br />
Vermeyiz”<br />
Melâmet neşesinin bir gereği<br />
olarak keramete önem vermez<br />
ve onu gizlemeye çalışırdı. Onun<br />
nezdinde en büyük keramet,<br />
kerametin gizlenmesiydi.<br />
Çünkü Allah (c.c.) bazen<br />
velî kulunu kerametle taltif<br />
ederek kendisi ile keramet<br />
arasında muhayyer bırakarak<br />
imtihan eder. Kul, gayenin<br />
keramet değil, istikamet ve<br />
Hak rızası olduğunu anlarsa<br />
kurtulur; değilse ayağı sürçer<br />
ve tökezler. Maneviyat yolunun<br />
en tehlikeli geçidi burasıdır. 11<br />
Kendisinden keramet<br />
göstermesi istendiğinde; ‘Bizim<br />
kerametimiz açıktır. Zira<br />
bunca günahla yeryüzünde<br />
yürüyebiliyoruz.’ 12 diye<br />
cevap vermişti. Yine keramet<br />
konusunda şöyle dediği<br />
33
nakledilmektedir: ‘Bir kimse<br />
bir bahçeye girse ve her ağaç ile<br />
yaprağın, ey Allah (c.c.)’ın velîsi<br />
diye seslendiğini duysa, zâhir ve<br />
bâtını o sese hiç iltifat etmemeli,<br />
aksine kulluktaki çabası<br />
artmalıdır.’ Bazı müridleri Şah-ı<br />
Nakşbend’e kendisinde gördükleri<br />
kerametlerden bahsettiklerinde:<br />
‘Onlar müridlerin kerametleridir.’<br />
diyerek tevazu göstermişti.<br />
Hâce Bahâeddîn henüz<br />
hayatta iken onun söz ve<br />
menkıbelerini derleyip yazmak<br />
isteyen müridi Hüsâmeddîn<br />
Hâce Yûsuf’a müsaade<br />
etmemesi de onun tevazuunu<br />
gösteren önemli bir hadisedir. 13<br />
İsmail Hakkı Toprak Hazretleri,<br />
keramete itibar etmezlerdi<br />
ve Allah’ın ihsanı büyüklerin<br />
duasının bir tecelliyatı olarak<br />
değerlendirir, kendini gizlerdi.<br />
İhramcızâde’den sayısız kerametler<br />
zuhur etmiştir. Bir hadiseyi<br />
bir arkadaş şöyle anlatıyor:<br />
“Bir Çarşamba günü vekalede<br />
sohbette oturan İhramcızâde<br />
Hazretlerinin yanına ihtiyaçlı<br />
34<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
olan üç kişi geldi. İhramcızâde<br />
Hazretlerini elini oturduğu<br />
minderin altına sokarak oradan<br />
para çıkarıp üç ayrı şahsa<br />
da verip, ihtiyaçlarını gördü.<br />
Öğle namazı yakın olduğu<br />
için abdeste kalktılar. Ben merak<br />
edip, bu minderin altında<br />
para mı var diyerek minderi<br />
kaldırıp iyice araştırdım, ama<br />
para göremedim. Abdestten<br />
sonra tekrar yerine oturan Pir<br />
Efendimizin yanına hastanede<br />
yatan bir hastası olan ihtiyaçlı<br />
bir zat daha geldi. Tekrar<br />
İhramcızâde Hazretleri elini<br />
minderin altına sokup bir miktar<br />
para çıkarıp, o kişiye verdi.<br />
Ben gönlümden tereddütle<br />
kendi kendime orayı kontrol<br />
ettiğimi, para göremediğimi<br />
geçirince, İhramcızâde İsmail<br />
Toprak Efendimiz; ‘Gardaşlarım,<br />
bir tarihte hapse düşmüştük.<br />
Şeyhim Mustafa Haki<br />
Efendim beni kader arkadaşımız<br />
Arap Şeyhi’ne ema<strong>net</strong> etti.<br />
Hapishaneden çıkacağım zaman<br />
Arap Şeyhi’nin yanına gidip<br />
elini öptüm, günlerden Çarşamba<br />
idi. Arap Şeyhi; ‘Oğlum<br />
İsmail, elini nereye atarsan Allahu<br />
Teâlâ seni boş çevirmesin,<br />
bugün Çarşamba olduğu için<br />
o zatın duasıyla, Allahu Teâlâ<br />
bizi boş çevirmez.’ buyurdular.<br />
Ben mahcup bir şeklinde elini<br />
öpüp, tebessümlerine mazhar<br />
oldum.” 14<br />
Tasavvufta kerametin değil<br />
istikametin büyük önem taşıdığını<br />
iyi bilen, binlerce insan<br />
tarafından kerametlerine rastlandığı<br />
halde istikameti tavsiye<br />
eden, âbide bir şahsiyet<br />
olan Hulûsi Efendi Hazretlerinin<br />
şu kelamlarıyla yazımızı<br />
taçlandıralım:<br />
“Biz keramete değer vermeyiz.<br />
Keramet göstermek yanlıştır.<br />
Kerameti değil, doğruluğu<br />
ister olmak lazımdır. Nefis<br />
sizden keramet ister. Lakin<br />
kalbiniz sizden doğruluk ister.<br />
En büyük keramet nefsinizi<br />
Müslüman etmenizdir.” 15<br />
Dipnot<br />
1 Yılmaz, H. Kâmil, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul<br />
1994, s. 114.<br />
2 Yazıcı, Tahsin, “Nakşibend”, İslâm Ansiklopedisi,<br />
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1993, c. IX, s. 53.<br />
3 H. Hamidettin Ateş Efendi’nin sohbetlerinden.<br />
4 Hâce Ahmed b. İbrahim b. Allân es-Sıddıkî el-<br />
Malikî, Şah-ı Nakşbend –Sohbetlerinden Bir Güldeste-,<br />
Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, s. 35;<br />
Yılmaz, Altın Silsile, s. 115.<br />
5 El-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 36.<br />
6 Tosun, Necdet, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî:<br />
Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, İnsan Yay.,<br />
İstanbul 2005, s. 113.<br />
7 Câmî, Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-üns -Evliya<br />
Menkıbeleri-, çev.: ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman<br />
Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yayınları,<br />
2. Baskı, İstanbul 1998, s. 533.<br />
8 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 323.<br />
9 H. Hamidettin Ateş, Gönülden Gönüle Sohbetler<br />
kitabı takdim bölümü,<br />
10 El-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 58.<br />
11 Yılmaz, Altın Silsile, s. 115-116.<br />
12 Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 533.<br />
13 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 114.<br />
14 Alıcı, Lütfi, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi,<br />
Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Vakfı Yay.,<br />
Ankara 2001, s. 75.<br />
15 Palakoğlu, İsmail, Gönüller Sultanı es-Seyyid Osman<br />
Hulûsî Efendi, Somuncu Baba Araştırma ve<br />
Kültür Merkezi Yay., 2.bs., Ankara 2005, s.<br />
NEYLEYİM?<br />
Peygamberim!... Seni Allah medh etmiş<br />
Seni medh etmeyen dili neyleyim?<br />
Salat ü selâmın ne güzel virddir<br />
Boş sözleri kîl ü kâli neyleyim?<br />
Herkesin yolu bir yerlere çıkar<br />
Ravzana çıkmayan yolu neyleyim?<br />
Niceleri hırka, şallar bürünmüş<br />
Riya kokan hırka, şalı neyleyim?<br />
Sevdalı gönüller yanar da yanar<br />
Sevdanla yanmayan gönlü neyleyim?<br />
Aşkınla her şey yanar, kavrulur<br />
Yanıp kavrulmayan çölü neyleyim?<br />
Ruhumu aşkının tadı sarınca<br />
Artık şekerleri, balı neyleyim?<br />
Yadınla canlanır bütün ağaçlar<br />
Sen’le yeşermeyen dalı neyleyim?<br />
Fani dünya türlü renklerle dolu<br />
Sensiz mavi, yeşil, alı neyleyim?<br />
Şu gönül bahçemde açıver artık<br />
Sensiz başka gonca gülü neyleyim?<br />
Açmış çiçekleri nasıl dererler?<br />
Senden gül dermeyen eli neyleyim?<br />
Nice yeller eser divane gönle<br />
Ravzan’dan esmeyen yeli neyleyim?<br />
Nice cânlar feda olmuş yoluna<br />
Feda olmayan cân, malı neyleyim?<br />
Lutf et bu kul kurban olsun yoluna<br />
Kurbanın olmayan kulu neyleyim?<br />
Mustafa AKGÜN<br />
35
Eğitim<br />
Mehmet DERE<br />
PEYGAMBERİMİZ VE<br />
GENÇLER<br />
36<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Yüce Allah insanı her bakımdan<br />
diğer canlılardan üstün kılmış,<br />
kâinatın en seçkin ve şerefi<br />
varlığı olarak yaratmıştır. İnsanın en verimli<br />
olduğu dönem ise gençlik çağıdır. Gençlik Yüce<br />
Allah’ın bizlere ihsan ettiği çok önemli nimetlerden<br />
biri olan gençlik dönemi çok iyi ve verimli bir<br />
şekilde değerlendirilmelidir. Nitekim Peygamberimiz<br />
(s.a.v.): “İnsanoğlu kıyamet gününde beş<br />
şeyden sorguya çekilmedikçe bir yere ayrılamaz.<br />
Bu beş şeyden biri de gençliğini nerede ve nasıl<br />
geçirdiğidir.” 1 buyurarak gençlik dönemine dikkat<br />
çekmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.v.), dinin<br />
en iyi gençlikte yaşanacağına, makbul olan ibadetin<br />
gençlikte yapılan ibadet olduğuna işaret ederek,<br />
kıyamet gününde arşın gölgesi<br />
altında mutlu olacak yedi<br />
sınıf insandan birinin de “Gönlü<br />
Allah’a bağlı ve Allah’a ibadet<br />
ederek yetişen gençler.” olduğunu<br />
bildirmiştir. 2<br />
Gençlik, Yüce Allah’ın bizlere<br />
ihsan ettiği çok önemli nimetlerin<br />
başında gelir demiştik.<br />
Çünkü gençlik, Allah’a ibadet<br />
etme, çalışıp üretime katkıda<br />
bulunma/rızık kazanma, evlenip<br />
aile kurma, topluma faydalı olma vb hususlar<br />
açısından hayatın en verimli çağıdır. Bunun için<br />
her insan, gençlik çağını her açıdan çok iyi ve doğru<br />
bir şekilde değerlendirmeli, dünyasını ve ahiretini<br />
huzura ve kurtuluşa kavuşturmalıdır.<br />
Ruhen Çok Zinde ve Aktif<br />
Gençlik, her yönden gelişme ve olgunlaşmanın<br />
yaşandığı bir dönemdir. Bu dönem; hayallerin,<br />
tutkuların ve ideallerin yaşandığı, yakın arkadaş-<br />
lıkların ve dostlukların kurulduğu, kendini ispatlama<br />
çabalarının yoğun olduğu, zaman zaman da<br />
uyumsuzlukların ve çatışmaların yaşandığı bir<br />
dönemdir. Bu dönem olumlu ve olumsuz pek çok<br />
duygunun yoğun bir şekilde yaşandığı, gençlerin<br />
her türlü etkiye ve olumsuz yönlendirmeye açık<br />
olduğu bir dönemdir. Çünkü gençler bu dönemde,<br />
genellikle iyi niyetli ve önyargıdan uzaktırlar.<br />
Yine gençler bu dönemde bedenen ve ruhen çok<br />
zinde ve aktiftirler. Gençlerin bu yönünün olumlu<br />
ve doğru yönde kullanılması gerekir. Bu konuda<br />
başta aileler olmak üzere, eğitimcilere, din görevlilerine,<br />
medya organlarına, sivil toplum kuruluşlarına<br />
kısacası bütün bir topluma büyük görevler<br />
ve sorumluluklar düşmektedir.<br />
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de mübarek hayatı<br />
boyunca gençliğe her alanda gereken önemi fazlasıyla<br />
vermiş, İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliklere açık,<br />
idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük<br />
ölçüde destek ve yardım almıştır. “<br />
Günümüzde bazı gençlerimizin enerjilerini<br />
olumlu yönde kullanmadıklarını üzüntüyle görmekteyiz.<br />
Başta zararlı alışkanlıklar olmak üzere<br />
birçok olumsuz tutum ve davranışlar, bir kısım<br />
gençler arasında yaygınlaşmış, hatta sıradan eylemler<br />
halini almıştır. İşte burada devreye gençlerimizin<br />
dinî, millî ve evrensel değerlerle yetiştirilmesi<br />
girmektedir. Gençlik sürecinde dinin, çok önemli<br />
bir rolü vardır. Gençlerimizin sağlam bir karaktere<br />
ve kişiliğe, güzel ahlaka sahip olmasında doğru bir<br />
din anlayışının çok önemli bir rolü vardır.<br />
37
Gençlik, sağlam ve temiz bir toplumun vazgeçilmez<br />
bir unsurudur. Toplumların yaşadığı iyiliklerin<br />
ve güzelliklerin temelinde sağlam karakterli<br />
ve kişilikli, güzel ahlaklı gençler olduğu gibi; yaşanan<br />
toplumsal huzursuzlukların ve kötülüklerin temelinde<br />
de ihmal edilmiş, iyi yetiştirilmemiş gençliğin<br />
olduğu görülmektedir. Yarınlarımızı ema<strong>net</strong><br />
edeceğimiz gençlerimizi ne kadar iyi ve doğru yetiştirir;<br />
dinine, ailesine, vatanına, tarihine, şanlı<br />
mazisine bağlı olmasını sağlarsak geleceğimizden<br />
de o kadar çok emin olabiliriz. Ayrıca bu bağlamda<br />
gençlerimizi içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş, sigara<br />
vb zararlı alışkanlıklardan ve ateizm, satanizm vb<br />
zararlı akımlardan da özenle korumalıyız.<br />
En Fazla Katılım Gençlerden<br />
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de mübarek hayatı<br />
boyunca gençliğe her alanda gereken önemi fazlasıyla<br />
vermiş, İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliklere<br />
açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan<br />
gençlerden büyük ölçüde destek ve yardım almıştır.<br />
Bir anlamda İslâm, “gençlik hareketi” olmuştur.<br />
Nitekim İslâm’ın başlangıcından itibaren en<br />
fazla katılımın gençlerden olduğu tespit edilmiştir.<br />
İlk Müslümanlardan birkaç kişi elli yaş civarında,<br />
birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk<br />
ise otuz yaşın altında bulunuyordu. Mesela,<br />
genç yaşta İslâm’ı kabul edenlerden Hz. Ali 10,<br />
Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ud ve Zübeyr<br />
b. Avvam 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman<br />
b. Avf, Erkam b. Ebi’l-Erkam ve Sa’d b. Ebî Vakkas<br />
17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Abdullah b. Ömer<br />
13, Câfer b. Ebî Tâlib 22, Osman b. Huveyris, Osman<br />
b. Affan, Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Hz. Ömer<br />
25-31 yaşlarındaydılar. Bunların dışında genç yaşta<br />
İslâm’ı kabul eden daha pek çok şahıs mevcuttur.<br />
Bunlar arasından İslâm’ın Mekke ve Medine<br />
dönemlerinde ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından<br />
sonraki dönemlerde çok önemli fonksiyonlar<br />
üstlenen şahsiyetler yetişmiştir. İçlerinden devlet<br />
başkanları, âlimler, valiler, hâkimler ve ülkeler fetheden<br />
komutanlar çıkmıştır.<br />
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) gençlerin dinî,<br />
ahlakî, ilmî vb açılardan gelişimleri için onlara özel<br />
bir önem vermiştir. Vahiy kâtiplerini genellikle<br />
gençler arasından seçmiş, İslâm’a davet mektuplarını<br />
genellikle gençlere yazdırmış, davetçileri/mürşidleri<br />
genellikle gençler arasından seçmiş, gençlerin<br />
fetva vermelerine izin vermiş, onlardan kadı ve<br />
muallim atamış, gençleri çoğu yaşlı ve önde gelen<br />
sahabelerden (Allah cümlesinden razı olsun) oluşan<br />
ordulara komutan olarak tayin etmiştir.<br />
Burada ilginç bir anekdot olarak şunu aktarmak<br />
istiyorum: Hz Peygamber (s.a.v.), Suriye<br />
üzerine gönderdiği ordunun başına on sekiz yaşındaki<br />
Üsame b. Zeyd (r.a.)’i atamıştır. Ordunun<br />
içinde Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz.<br />
Osman (r.a.), Hz. Sa’d b. Ebû Vakkas (r.a.), Hz.<br />
Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) gibi önde gelen sahabeler<br />
de bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.),<br />
Üsame b. Zeyd’i överek ve ona bazı tavsiyelerde<br />
bulunarak sancağı ona teslim etmiştir.<br />
Genç Komisyon Başkanı<br />
Konumuzla ilgili olarak bize örnek teşkil edecek<br />
çok sayıda genç sahabe vardır. Biz bunlardan<br />
ikisini konumuzun daha iyi anlaşılması için anlatmak<br />
istiyoruz:<br />
Bunlardan birincisi Zeyd b. Sabit (r.a.)’tir. Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.) tarafından komşu hükümdar,<br />
emir ve Arap kabilelerine gönderilen mektupların<br />
birçoğu Zeyd b. Sabit (r.a.)’in kaleminden<br />
çıkmıştır. Zeyd b. Sabit komşu ülkelerden<br />
gelen mektupları tercüme etmek ve cevap yazmak<br />
için Hz. Peygamber (s.a.v.)’in emriyle İbranice<br />
ve Süryanice öğrenmiştir. İyi bir miras bölüştürücüsü<br />
olduğu için savaşlarda ele geçen<br />
ganimetlerin taksimine memur edilmiştir. Vahiy<br />
kâtipleri arasında yer almıştır. Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.) vefat ettiğinde yaşı 21 civarında idi.<br />
Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’an-ı Kerim’i cem’<br />
eden komisyonun başkanı idi. Bugün elimizde<br />
bulunan Kur’an-ı Kerim’i cem’ eden komisyonun<br />
başkanının bu faaliyeti gerçekleştirdiği sıralarda<br />
22 yaş civarında olması, İslâm’ın ilk döneminde<br />
gençlerin ne derece büyük rol oynadığını ortaya<br />
koymaktadır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) Tebük<br />
Seferi’nde sancağı Zeyd b. Sabit’e verdiğinde,<br />
Zeyd b. Sabit 20’li yaşlardaydı.<br />
Bahsedeceğimiz diğer bir önemli şahsiyet<br />
ise Muaz b. Cebel (r.a.)’dir. Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.), onu 26-27 yaşlarındayken Yemen<br />
(Cened)’e kadı ve muallim/mürşid<br />
olarak göndermiştir. Peygamberimiz (s.a.v.)<br />
Muaz b. Cebel’e, kendisine bir dava getirildiği<br />
zaman neye göre hüküm vereceğini sorar.<br />
Muaz: “Allah›ın kitabına göre hüküm veririm.”<br />
der. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Onda bir<br />
hüküm olmazsa neye göre verirsin?” diye sorar.<br />
Muaz: “Rasûlullah’ın sün<strong>net</strong>ine göre hü-<br />
küm veririm.” der. Hz. Peygamber (s.a.v.):<br />
“Eğer Rasûlullah’ın sün<strong>net</strong>inde de hüküm bulamazsan<br />
ne yaparsın?” deyince, Muaz: “Kendi<br />
görüşüme göre hüküm veririm.” der. Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.), onun bu cevabından son<br />
derece memnun olur. 3<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, kadılık ve muallimlik<br />
gibi büyük bir sorumluluk gerektiren<br />
bir işi 26-27 yaşındaki genç bir insana vermesi,<br />
Peygamberimizin gençlere ne kadar büyük<br />
bir önem verdiğinin sayısız örneklerinden sadece<br />
bir tanesidir.<br />
Yine Peygamberimiz (s.a.v.), Muaz b. Cebel<br />
hakkında: “Ümmetim içinde haramı ve helali<br />
en iyi bilen Muaz’dır.” 4 , “Kur’an’ı şu dört kişiden<br />
öğreniniz. Bunlardan birisi de Muaz<br />
b. Cebel’dir.” 5 , “Muaz b. Cebel, kıyamet günü<br />
âlimlerin önünde yürüyecektir, onların önderidir.”<br />
6 buyurmuşlardır.<br />
Sonuç olarak söylemek gerekirse; İslâm<br />
dini hayatın dönüm noktasını oluşturan gençliğe<br />
büyük bir önem vermiş, gençliğin her açıdan<br />
iyi ve doğru bir şekilde yetiştirilmesi için<br />
gereken ilkeleri belirlemiştir.<br />
Gençlerimizin dinî, millî ve evrensel değerlerle<br />
yetiştirilmesi, yarınlara güvenle bakmamızı,<br />
güçlü ve sağlam bir toplum olmamızı<br />
sağlayacaktır. Bu hususta başta anne babalar<br />
olmak üzere eğitimcilere, din görevlilerine,<br />
medya organlarına, sivil toplum kuruluşlarına<br />
kısacası bütün bir topluma büyük görevler ve<br />
sorumluluklar düşmektedir.<br />
Kaynakça ve Dipnot<br />
-Arı, Mehmet Salih, “Üsâme b. Zeyd”,<br />
Diya<strong>net</strong> İslâm Ansk., c. 42, TDV. Yay.,<br />
İstanbul 2012.<br />
-Aydın, Mehmet, “Gençlik ve Din”,<br />
Gençlik ve Din, TDV. Yay., Ankara 1998.<br />
-Erboğa, Halid, “Zeyd b. Sabit” maddesi,<br />
Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, Dergâh<br />
Ofset, İstanbul 2000.<br />
-Hökelekli, Hayati, “Hz. Peygamber’in<br />
Çocuk ve Gençlere Yaklaşımı”, Hz. Muhammed<br />
ve Gençlik, TDV. Yay., Ankara<br />
1995.<br />
-Kandemir, M. Yaşar, “Muaz b. Cebel”,<br />
Diya<strong>net</strong> İslâm Ansk., c. 30, TDV. Yay.,<br />
İstanbul 2005.<br />
-Köksal, Asım, İslâm Tarihi, c. 11, Şamil<br />
Yay., İstanbul 1981.<br />
-Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve<br />
Evrensel Mesajı, DİB. Yay., 4. basım, Ankara<br />
2005.<br />
1 Tirmizî, Kıyamet, 1<br />
2 Buhârî, Ezan, 36<br />
3 Tirmizî, Ahkâm, 3<br />
4 Tirmizî, Menâkıb, 32<br />
5 Buhârî, Fezâilü’l Kur’an, 8<br />
6 Buhârî, Fezâilü’l Kur’an, 8<br />
38 Nisan <strong>2013</strong><br />
39
Kültür<br />
H. İbrahim ŞİMŞEK*<br />
MUSTAFA HAKİ<br />
40<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
OĞLU MEHMET BAHATTİN EFENDİ’NİN NOTLARINDA<br />
EFENDİ (K.S.)<br />
Ahmed GENCAL<br />
“Mustafa Hâkî Tokadî Hazretlerinin<br />
oğlu Mehmet Bahattin Efendi<br />
(1902–1964)’nin “Tasavvuf ve Menâkıb”<br />
adlı yazma eserinin orijinal nüshası<br />
evlatları tarafından,<br />
H. Hamidettin Ateş Efendi’ye takdim<br />
edilerek, Darende H. Hulusi Ateş<br />
Şeyhzadoğlu Özel Kitaplığının yazmalar<br />
bölümüne konulmuştur. Bu çalışma o<br />
eserin ilgili kısmının sadeleştirilerek yayına<br />
hazırlanmıştır.”<br />
Şiranlı (ikamet yerine nispetle Çorumlu)<br />
Şeyh Hacı Mustafa (k.s.)<br />
Hazretlerinin halîfesi olan Mustafa<br />
Hakî Tokadî 1 , Nakşıbendî silsilemizde otuzdördüncüdür.<br />
Yüz yılın müceddidi olup bu kitabı<br />
tertip eden âcizin pederidir. Nesebi Hz. Hasan<br />
(r.a.) soyundan Şeyh Abdusselâm b. Meşiş (k.s.)’e<br />
(Trablusgarb’da) dayanmaktadır.<br />
Pederimiz 1281/(1864) tarihinde Tokat’ın Soğukpınar<br />
Mahallesi’nde doğmuştur. Gençliğinde<br />
mâneviyâta arzulu olduğu için rüyasında Hz.<br />
Şâh-ı Nakşıbend’i görüp iltifâtına mazhar olurmuş.<br />
Dokuz yaşında Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip<br />
şer’î ilimleri tahsil etmeğe yönelmiştir. Esasen<br />
dedemiz Hoca Abdullah Efendi muttaki<br />
âlimlerden olduğu için pederimizin dinî terbiyesine<br />
îtinâ göstermiştir.<br />
Tokat’ta yaşayan ârif kimseler pederimizin<br />
istîdâdını o vakit anlayıp ileride büyük bir zât<br />
olacağını sezerlermiş. Hatta dedemiz onun bazı<br />
mânevî sözlerini işitince ağlar ve gıyabında, “Bizim<br />
Mustafa büyük bir insan olacak.” dermiş.<br />
Filhakîka pederimiz aşk ve şevk ile kendini<br />
yetiştirmiş. Bazen mânevî aşkı yoğunlaşıp geceleyin<br />
kendine has latif sesiyle kasîdeler okur ve<br />
komşular onu dinlemek için pencerelere koşarlarmış.<br />
41
Bir taraftan ilim tahsiline<br />
çalışan pederimiz daha sonra<br />
Çorum’a gidip Çorumlu Şeyhefendimize<br />
intisap etmiş ve tahsil<br />
için oradaki tedris halkasına<br />
oturmuş. Çorumlu Şeyhefendimiz,<br />
“Hafız Mustafa geldiği ilk<br />
gün onun büyük adam olacağını<br />
anladım.” Filhakîka pederimiz<br />
(k.s.) az zamanda akranlarını<br />
geçerek hem zâhir ilim hem<br />
de bâtın ilimde ilerlemiştir.<br />
Yaz günleri geldikçe Tokat’a<br />
döner ve kışları Çorum’a gidermiş.<br />
O sırada seyr ü sülûk görüp<br />
kemâl derecede muvaffakiyet<br />
zuhûr etmiş ve Şeyhefendimiz<br />
Hazretleri ona teveccüh ve nazar<br />
ederek az bir müddette zâhir<br />
derslerini tamamladığı gibi<br />
bâtınında da fevkalade ilerlemeler<br />
ve kemâller zuhûr ettiği<br />
için henüz 18 yaşındayken Şeyh<br />
Hazretleri pederimize hilâfet<br />
vermiştir.<br />
42<br />
Mehmet Bahattin Efendi<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Sonra pederimiz 25 sene<br />
daha Çorumlu Şeyhefendimizin<br />
sohbetine devam edip hizmetinde<br />
bulunmuştur. Kendisine<br />
bazı zuhûrât olduğunda onları<br />
Çorumlu Şeyhefendimize arz<br />
edince, “Size nasıl zuhûrât olursa<br />
öyle hareket edersiniz. Sizin<br />
dereceniz benden daha yüksek<br />
ve bâtınınız benden kuvvetli<br />
olup zamanınızın müceddidi<br />
olursunuz. Siz sâliklere kolaylıkla<br />
yol verirsiniz. Biz bütün<br />
bâtınî vazîfelerimizi size devrettik.<br />
Tokat’a gidip tâliplere seyr<br />
ü sülûk ettiriniz ve kendinize<br />
râbıta yaptırınız.” buyurmuş-<br />
“Size nasıl zuhûrât<br />
olursa öyle hareket<br />
edersiniz. Sizin<br />
dereceniz benden<br />
daha yüksektir.”<br />
Tasavvuf ve Menâkıb Adlı Eserin İlk Sayfası<br />
tur. Fakat pederimiz hazretleri<br />
kemâl-i edep ve tevâzuunda<br />
buna cür’et etmeyip yine<br />
tâlipleri Çorum’a gönderirmiş.<br />
Hâlbuki Çorumlu Şeyhefendimiz<br />
de tâlipleri pederimize gönderirmiş.<br />
Ne zaman ki Çorumlu<br />
Şeyhefendimiz Medîne-i<br />
Münevvere’de vefat edip pederimiz<br />
Tokat’a dönünce her taraftan<br />
tâlipler ve sâlikler artık<br />
Tokat’a gelmişler. O sene sülûk<br />
açılıp sâliklerde azîm tesirler ve<br />
şaşırtıcı ilerlemeler zuhûr etmiştir.<br />
Bu aciz o sene doğmuşum.<br />
Pederin sâliklerde meydana<br />
getirdiği bâtınî tesirler ve<br />
sün<strong>net</strong>-i şerîfe üzere istikâmeti<br />
etrafta duyulup yayılınca insanlar<br />
onu mânevî açıdan yönelecek<br />
rehber edinerek her taraftan<br />
Tokat’a teveccüh etmişlerdir.<br />
Pederimiz sofrasını misafirlere<br />
açmış ve sün<strong>net</strong>-i şerîfeye<br />
uyup bid’atlerden kaçınmıştır.<br />
Sessiz zikri (hafî) emredip sesli<br />
zikri (cehrî) tercih etmemiştir.<br />
Kadınların kendi etrafında<br />
toplanmalarını yasaklamıştır.<br />
Onlardan ancak sâliha olanlara<br />
eşlerinden izin almaları kaydıyla<br />
vâlidemiz vasıtasıyla zikir<br />
ve sülûk dersleri tarif etmişlerdir.<br />
Pederimiz meyli olmadığı<br />
halde bazı kerâmetleri de zuhûr<br />
etmiştir. Biz burada onlardan<br />
bahsetmeyeceğiz. Kendisi şöyle<br />
buyurmuştur:<br />
Bizim elimizden zuhûr eden<br />
o şeylerden biz mahçûbuz. Zira<br />
bizden istenen kulluktur.<br />
Pederimizin en büyük<br />
kerâmeti sâliklerde görülen<br />
mânevî tasarrufudur. Onlardan<br />
bir nebze hatırlatmak isterim.<br />
Pederimizin halîfelerinden merhum<br />
Menteşeli Hoca Hüseyin<br />
Efendi nakletti: “Tokat’ta medrese<br />
odasında sülûk dersleriyle<br />
meşgulken başıma felç inerek<br />
yüzüm şişip muzdarip oldum.<br />
Tokatlı Şeyhefendimiz beni o<br />
halde görünce:<br />
Hüseyin Efendi! Falan ilaçları<br />
alıp yüzüne sür ve yarın teveccühe<br />
gelme. Odanda sabah namazından<br />
sonra bekle. Ben sana<br />
özel teveccüh ederim, dedi.<br />
Ben de emrettiği gibi yaptım.<br />
Teveccüh vakti odamda bekledim.<br />
O sırada karşımda güneş<br />
gibi bir nur göğsüme doğdu.<br />
Bende büyük bir iç huzûr meydana<br />
geldi. Ertesi gün teveccühe<br />
gittim. Teveccühten sonra Şey-<br />
hefendimiz halimi sordu ve şöyle<br />
buyurdu:<br />
Sana ettiğim teveccühü duydun<br />
mu?<br />
Dedim ki:<br />
Evet Efendim. Her gün böyle<br />
lütfetseniz min<strong>net</strong>tar olurum.<br />
Buyurdu ki:<br />
Bu husûsiyet daima olmaz.”<br />
Darende eski müftüsü Hoca<br />
Abdurrahman Efendi merhum<br />
hikâye etti: “Tokat’a gelip<br />
ilk ders aldığım zaman medrese<br />
odasında dersimi yaptım ve<br />
hediye kısmında Hz. Ebu Bekir<br />
(r.a.)’in ismini andıktan sonra<br />
Hz. Ali (r.a.)’yi de zikrettim.<br />
Kuşluk vakti olunca Şeyhefendimiz<br />
odayı teşrif etti ve oturduktan<br />
sonra şöyle buyurdu:<br />
Müftü! Sende Kızılbaşlığa<br />
meyil var mı?<br />
Ben utanarak dedim ki:<br />
Hayır Efendim. Ehl-i sün<strong>net</strong><br />
ve’l cemaat akîdesindenim.<br />
Buyurdu ki:<br />
Ya niçin dersinde Hz. Ebu<br />
Bekir (r.a.)’den sonra Hz. Ali<br />
(r.a.)’yi andın?<br />
Dedim ki:<br />
Büyüklüğü için.<br />
Buyurdu ki:<br />
Niçin Hz. Ömer (r.a.) ve Hz.<br />
Osman (r.a.)’ı da anmadın? Onlar<br />
da büyük değiller miydi?<br />
Bu sualine cevap veremedim.<br />
Buyurdu ki:<br />
Bizim silsilemiz Hz. Ebu Bekir<br />
(r.a.)’de sonlanır. Onun ismini<br />
anar ve diğer ashâbı umûmî<br />
olarak zikrederiz. Mürit, mürşidinin<br />
emir ve tertibine bir şey<br />
katmamalıdır.<br />
Şeyhefendimizin bu sözüyle<br />
kendi dersimi ne şekilde yaptığıma<br />
vâkıf olmasından dehşete<br />
düşüp kendisine karşı güven<br />
duygum arttı. Eğer ben Tokatlı<br />
Şeyhefendimize yetişmesey-<br />
43
dim Kızılbaşlığa meylederdim.<br />
Çünkü o kâbiliyet bende vardı.<br />
Onun sohbetinin bereketiyle o<br />
duygu benden silindi.”<br />
Yine Müftü Efendi hikâye etti<br />
ki: “Sülûk etmek için Tokat’a<br />
geldiğim zaman birçok tâlibin<br />
de oraya toplanıp sülûkün açılmasını<br />
beklediğini gördüm. Henüz<br />
Şeyhefendimize bu konuda<br />
zuhûrât olmamış. Hatta onları<br />
geri döndürmeğe niyet etmiş.<br />
Bir gece rüyamda gördüm ki,<br />
nurlu bir sahraya yeşil ve süslü<br />
büyük bir çadır kurulmuş. Birçok<br />
insan toplanmış ve o sırada<br />
Şeyhefendimiz bana görünüp<br />
kendisini takip etmemi emretti.<br />
Gittik, yeşil çadırın kapısına<br />
ulaşınca buyurdu ki: ‘Bu çadırda<br />
Efendimiz (s.a.v.) vardır.’<br />
Kendisi içeriye girdi ve ben kapıda<br />
bekledim. Bir müddet sonra<br />
beni de çağırdı. İçeriye girip<br />
Şeyhefendimizin arkasında dikildim.<br />
Efendimiz (s.a.v.) içeri-<br />
de bir taht üstünde oturuyordu.<br />
Buyurdu ki:<br />
Hacı Mustafa Efendi! Yarın<br />
sülûk derslerine başlayınız ve<br />
müritlere şöyle sülûk ettiriniz.<br />
Sonra dışarı çıktık, uyandım.<br />
Bu rüyamı söylemek için<br />
Şeyhefendimizin nezdine gittim<br />
ki, huzûrunda birkaç zât vardır.<br />
Ben kapıdan girince onlara buyuru<br />
ki:<br />
Peygamber Efendimiz<br />
(s.a.v.)’i göreni görmek isteyen<br />
Müftü’nün yüzüne baksın! Artık<br />
ben bir şey söyleyemedim.<br />
Bana buyurdu ki: İhvâna tebliğ<br />
et, yarın sülûka gireceklerdir.<br />
Sonra sülûka girdik. Bana keşf-i<br />
kubûr vâki oldu. Müşâhedemde<br />
Tokat’ta medfun Şeyhefendimizin<br />
akrabasından Behzad<br />
Velî’nin kabri açılıp içeriye girdim.<br />
Behzad Velî Hazretleri ayağa<br />
kalkıp benimle kucaklaştı ve<br />
dedi ki:<br />
Nakşıbendiyye’den bir mürşid-i<br />
kâmil emrinde kolayca seyr ü<br />
sülûk ettiğiniz için ben size gıpta<br />
ediyorum. Biz bu yolları sıkıntılarla<br />
geçmiştik.<br />
Daha sonra semâvât ve<br />
cen<strong>net</strong> âlemleri keşfolundu.<br />
Nihâyet Şeyhefendimiz bunlar<br />
kapanmadıkça ilerleyemeyeceğimizi<br />
beyan etti. Bunun üzerine<br />
bu gibi keşifler örtüldü.”<br />
Merhum Marangoz Mehmed<br />
Efendi bir gün medrese odasında<br />
sülûkta iken müşâhede âlemi<br />
açılıp seyre dalmış. Pederimiz<br />
Hazretleri de evde merhum Sivaslı<br />
Hoca Abdurrahman Efendi<br />
ve diğerleriyle yemek yiyorlarmış.<br />
Buyurmuş ki:<br />
Muhammed Usta seyre daldı,<br />
bir perde olsa da önüne çeksek.<br />
Hoca Abdurrahman Efendi pe-<br />
derimizin meclisinden kalkınca<br />
Mehmed Ustanın yanına gelerek<br />
Şeyhefendimizin kelamını<br />
ona nakledip hâlinden sormuş.<br />
Mehmed Usta da demiş ki:Evet,<br />
o vakit dersimde müşâhede<br />
açılmıştı. Bir müddet seyrettikten<br />
sonra hemen Şeyhefendimiz<br />
görünüp önüme bir perde çekip<br />
kapattı.Ertesi günü teveccühe<br />
gidince pederimiz sâliklere<br />
bu gibi müşâhedelere meyletmemelerini,<br />
zira bunların bâtın<br />
yollarına mâni olacağını anlatmış.<br />
Bunun gibi vâkıalar çoktur.<br />
Müritlerin dışında halktan pek<br />
çok insan pederimiz hakkında<br />
rüyalarında güzel şeyler görmüşlerdir.<br />
Onun nasîhatleriyle<br />
hâllerini ıslah edenlerin sayısı<br />
sayılmayacak kadar çoktur. Hemen<br />
her evde pederimizin bir<br />
kelâmı söylenir ve hâlleri anılırmış.<br />
Maddî ve mânevî derdi<br />
olanlar ona koşarlar dertlerine<br />
devâ bulurlarmış. Çarşıya çıksa<br />
insanlar saf saf selâma dururlarmış.<br />
Pederimiz beş defa hacca<br />
gitmiştir. Her defasında birkaç<br />
ay Hicaz topraklarında<br />
kalmıştır. İlk haccında - ki o zaman<br />
Çorumlu Şeyhefendimiz<br />
(k.s.) hayattaymış - Mekke-i<br />
Mükerreme’de Çorumlu Şeyhefendimizin<br />
şeyhi Yahya (k.s.)<br />
Efendimizin oğlu Şeyh Halil<br />
Paşa Hazretlerini ziyaret etmiş.<br />
Halil Paşa Hazretleri pederimize<br />
teveccüh etmiş ve buyurmuş<br />
ki: Sizin letâifiniz pek kuvvetlenmiş,<br />
size teveccüh tesir ettiremedim.<br />
Sonra pederimize kendisi<br />
de hilâfet vermiştir. Her ne za-<br />
man pederimiz orada hazır bulunsa<br />
hatim okutup ihvâna teveccüh<br />
etmeyi ona terk edermiş.<br />
Çorumlu Şeyhefendimize yazmış<br />
ki:<br />
Siz Tokatlı Hacı Mustafa<br />
Efendiyi pek güzel terbiye edip<br />
mükemmel olarak yetiştirmişsiniz.<br />
Size ve ona gıpta edip<br />
ben de ona hilâfet verdim.<br />
Pederimiz ikinci haccını<br />
Çorumlu Efendimizle beraber<br />
yapıp onun Medîne’de kalması<br />
üzerine kendisi dönmüştür.<br />
Diğer üçüncü haccı irşâd<br />
vazîfesine başladıktan sonra<br />
gerçekleşmiştir.<br />
Sultan Abdulhamid’in son<br />
zamanlarında Tokat halkı pederimizi<br />
meb’us seçmesinin<br />
ardından diğer iki meb’usla 2<br />
beraber İstanbul’u teşrif etti. 3<br />
Bu bağlamda mânevî işaret<br />
de görmüş olduğu için buna<br />
icâbet etti. Meb’usluğu müddetince<br />
almış olduğu maaşı<br />
zarûrî ihtiyaçlarını temin, fakirlere<br />
ve misâfirlere ikram,<br />
infâk şeklinde harcamıştır.<br />
Bu sebeple vefatında geriye<br />
ne para ne de mal bırakmıştır.<br />
Meb’usluğu devam ettiği<br />
süre zarfında ibadet ve tâatını<br />
artırmıştır. Dört yılın sonunda<br />
Tokat halkı kendisini tekrar<br />
meb’us yapmak istedilerse<br />
de kabul etmemiştir. Sonra<br />
İstanbul’da ikâmet etmeği tercih<br />
etmiştir. Meşîhat tarafından<br />
kendisine İsmet Efendi<br />
Dergâhı tevcih edildiğinden<br />
orada oturup namazları Fatih<br />
Camii’nde edâ etmiştir.<br />
*. Doç. Dr.<br />
1 Bahaddin Efendinin kaydettiği notlar Osmanlı<br />
Türkçesi harfleri ve dönemin üslubuyla yazılmıştır.<br />
Bu sebeple metni günümüz Türkçesine aktarırken<br />
genel olarak metnin içeriğine sadık kalmakla birlikte<br />
olduğu gibi aktarmayıp okuyucuların metni okuma<br />
ve anlamasını kolaylaştırmak amacıyla üslupta<br />
sadeleştirme, kelime ekleme veya çıkarma gibi bazı<br />
tasarruflarda bulunduk.<br />
2 1908’de seçilen diğer iki Tokat mebusu Mustafa<br />
Sabri Efendi ve Hattatzâde İsmail Paşa’dır.<br />
3 Mustafa Haki Efendinin meb’usluğu 4 Aralık<br />
1908’den 3 Ocak 1912’ye kadar 4 yıl (49 ay) sürmüştür.<br />
44 Nisan <strong>2013</strong><br />
45<br />
Dipnot
Edebiyat<br />
Cihan OKUYUCU*<br />
GÜZELLERİN<br />
EN GÜZELİ<br />
46<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim<br />
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim<br />
Divân-i ilâhîde ser-âmedsin efendim<br />
Menşûr-ı ‘le-amrük’le müeyyedsin efendim<br />
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />
Merhum Şeyh Galib’in âşıkane bir üslûpla yazdığı<br />
Müseddes Na’tı bu vadide yazılan şiirlerin en güzellerindendir.<br />
Biz de nefesimizi onun nefesine uydurarak<br />
ve dikkati lâfızdan ziyade mânâya tevcîh suretiyle<br />
serbest bir tercümeyle deriz ki:<br />
Ey Allah’ın Rasûlü! Ey soyu pak Sultân! Ey kutlu<br />
Efendimiz! Sana nasıl ‘Efendimiz’ demem ki sen<br />
Seyyidü’l-beşer (insanlığın efendisi) sıfatına bihakkın<br />
lâyıksın. Sana, “Peygamberler zincirinin<br />
ser-halkası ve o kutlu kafilenin serdârı” desem çok<br />
mu* Değil mi ki ‘Seyyidü’l-beşer’ lâfzı ‘Seyyidülmürselin’i<br />
de şâmildir. Gerçi sen o eşsiz inceliğinle,<br />
Yahudi muarızına karşı senin Hz. Mûsâ’ya üstünlüğünü<br />
haykıran bir arkadaşını bundan men etmiş ve<br />
“Benim Mûsâ’dan daha iyi olduğumu söyleme!” 1 buyurmuştun.<br />
Bazıları bu tavırdaki inceliği ve Kelâm-ı<br />
Kadîm’in mü’minlere talim buyurduğu; “Onun peygamberlerinden<br />
hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.”<br />
2 düsturunu yanlış anladılar. Oysa sen şeksiz<br />
şüphesiz rasûller arasında da en baştasın.<br />
Ey Yüce Sultân! Sultânlık ya soy cihetiyle olur, ya<br />
ahlâktaki kemâlle. Sen ise her iki cihetle de bütün insanlara<br />
faiksin. Senin büyük ahlâkın nass-ı kat’î ile<br />
tasdîk ve teyîd edildikten ve, “Hiç şüphesiz sen büyük<br />
bir ahlâk üzerinesin.” 3 dendikten sonra beşer lisanına<br />
söyleyecek söz mü kalır.<br />
Soy bakımından da beşer hilkati ta başından<br />
beri süzüle süzüle saflaşmış ve kemâl noktasında<br />
seni bulmuştur. “Övünmek yok” inceliğiyle bu üstünlüğünü<br />
sen de kabul buyurdun. Ey iki âlemin<br />
Sultânı! Sultânlıktan sultânlığa ne büyük fark var.<br />
Hiç avâmm-ı nâsa şâh olmakla her biri bir ümmetin<br />
rehberi olan seçkin nebîler kâfilesinin şahı olmak<br />
bir mi? Her bîçâre ve düşkün başı sıkışınca kendi<br />
sultânına ilticâ eder, ondan medet umar. Ne var<br />
ki bu ilticâ ve ilticâdan umulan fayda, ömrü bir tayfa<br />
benzeyen dünya hayatı ile sınırlı. Üstelik ken-<br />
disi de sâiri kadar muhtaç biri başkasına ne verebilir<br />
ki. Bir kemâl ehlinin kendisine yardım teklif<br />
eden bir sultâna söylediği gibi: “Ey bîçâre! Beni başıma<br />
üşüşen sineklerden bile korumaya gücün yetmezken<br />
senden ne isteyeyim. Görüyorum ki sen de<br />
benim kadar aciz ve muhtaçsın.” Ama ey şanı yüce<br />
Sultân! Şüphesiz ki senin hükümranlığın iki cihâna<br />
da şâmil, iki âlemde de bâkî. Sana sığınan çâresizlere<br />
bu dünyada da el uzatırsın, o âlemde de. Bu dünyadaki<br />
saltanatın başkalarınınkine hiç benzemedi: Yetimin<br />
başı ilk senin kutlu zamanında okşandı, yoksulun<br />
beli senin devrinde doğruldu ve kadının da bir<br />
insan olduğu ancak o saadet asrında hatırlandı. Sade<br />
bu dünyada değil, yarın kurulacak İlâhî divanda da<br />
-herkes makam ve mansıbına göre bir yer ihrâz ettiğinde-<br />
senin yerin yine en başta olacak. Nasıl öyle olmasın<br />
ki Kitab-ı Mübîn’de Yüce Allah, kulları içinde<br />
bir senin ömrüne yemin etti. “La-amrük” 4 hitabına<br />
mazhar olmuş bir ömür bereketlenmez mi, sermed<br />
olmaz mı? Elinde böyle bir fermân-ı ilâhî bulunurken<br />
hükmün zevâl bulur mu hiç.<br />
Adı Güzel Kendi Güzel Efendim<br />
Ey benim adı güzel kendi güzel Efendim! Sen<br />
her cihetle insanların en güzeli olduğun gibi isimlerin<br />
de isimlerin en seçkini. Bir adın Ahmed, öbürü<br />
Mahmûd, bir diğeri Muhammed. Hangi fânînin ismi<br />
Ahmed isminden daha güzel olabilir. Bu isim ezel<br />
defterinde senin için saklanmış ve daha sen doğmadan<br />
adın annenin kulağına fısıldanmıştı. Oysa senden<br />
önce kavmin arasında bu ismi kullanan yoktu.<br />
Senden sonra da insanlar uzun yıllar edeben bu<br />
ismi sırf sana tahsis ettiler. Nasıl tahsis etmesinler<br />
ki; bu isim sana mahsus iki mazhariyeti kendisinde<br />
topluyor. Sen hem övmede, hem övülmede baştasın!<br />
Kendisini tesbîh eden birçok dudak arasında<br />
Hak Teâlâ senin tesbîhini ve övmeni kendisine lâyık<br />
buldu. Bu bahtiyarlık başka kime nasip olmuştur.<br />
Lâkin sen övülme bahsinde de biriciksin. Zira birçok<br />
insanın yücelttiği birçok sultânın yıldızı çoktan battı.<br />
Ama senin her asırda insanlığın umûmî hayranlığına<br />
mazhar olan güneşin batmadı, batmayacak.<br />
Beşerin hayranlığı bir yana bizzat Cenâb-ı Hak<br />
seni beğendi ve övdü. O övdükten sonra farzımuhal<br />
bütün beşeriyet seni zemmetse şanına halel mi gelir?<br />
47
Ey Ahmed, Ey Mahmûd ve Ey Muhammed! Senin<br />
diğer isimlerin de bu mânâyla irtibatlı. Ey ilâhî bir<br />
destekle desteklenmiş Peygamber! Sen bizim desteğimiz,<br />
dayanağımız, sultânımızsın.<br />
Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda<br />
Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda<br />
Gülbang-i kudûmün çekilir arş-ı Hudâ’da<br />
Esmâ-i şerîfin anılır arz ü semâda<br />
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />
Yüce Sultanım<br />
Ey Yüce Efendim! Dünya sultânlarının hüküm<br />
alâmetlerinden biri de kendisine hutbe okunması,<br />
adının o hutbede ululanmasıdır. Ama bir<br />
müddet sonra ne o sultândan, ne de o isimden bir<br />
eser kalır. Oysa asırlardır bütün kıt’alarda sayısız<br />
minberde okunan her hutbede senin ism-i şerîfin,<br />
nâm-ı celîlin vardır. Ama asıl şeref şurada ki, senin<br />
mübârek adın ölümün öldüğü, bakâ âleminde<br />
de hükümfermâ. Nasıl öyle olmasın ki haşir-neşir<br />
gününün; nice yüzlerin ay gibi parlayacağı, nice<br />
yüzlerinse kararacağı o dehşetli mahkemenin başkadısı<br />
sensin. Dünyada ölçüler, tartılar, teraziler<br />
çeşit çeşittir. Her kadı iyiyi, kötüyü kendi çürük<br />
terazisinde tartar. Oradaysa geçerli tek ölçü senin<br />
ölçün, tek tartı senin tartındır. Kimin batıp gittiği<br />
ve kimin kurtulduğu orada belli olacak. Şüphesiz<br />
kurtulanlar ancak sana uyanlardır, batanlarsa<br />
o saâdetten mahrum kalanlar. Âdettir ya, sultân<br />
bir yere ayak bastığında onun şerefine mehter çalınır,<br />
adına gülbang okunur. Gözlerin bir kurtarıcı<br />
ümidiyle yollara dikileceği o korkulu günde,<br />
kutlu ayağın mahşer meydanını şereflendirdiğinde<br />
duyulacak tek gülbang senin gülbangındır. Değil<br />
mi o kutlu ayak Arş-ı A’zam’a kadar uzanmış,<br />
“Kâbe kavseyn” 5 sırrına mazhar olmuştur. Bu saltanat<br />
ve devlet karşısında senin şerefli isimlerin,<br />
yerde beşerin, Arş-ı A’zam’da ise meleklerin dilinde<br />
tesbîhtir o gün. Cenâb-ı Hak, Kitâb-ı Celîl’inde<br />
seni Muhammed isminle dört kere anmadı mı!<br />
Ey Yüce Efendim! Sen Ahmed’sin, sen<br />
Mahmûd’sun, sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın<br />
tayin ettiği, desteklediği Sultânımızsın bizim.<br />
Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân<br />
‘Nefsî’ deyü dehşetle kopa cümleden efgân<br />
Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân<br />
Destûr-ı şefaâtla senindir yine meydân<br />
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />
Aman Allah’ım! O gün ne büyük, ne dehşetli bir<br />
gündür. Öyle ki Hak katında naz, niyâz sahibi nice<br />
ulu veliler ve peygamberler bile bu dehşetle kendilerinden<br />
geçecek, şaşırıp kalacaklar. Kimsenin kimseyi<br />
düşünmeye tâkati ve el uzatmaya mecâli kalmayacak.<br />
O can pazarında herkes kendi derdinde kendi<br />
telâşındadır. Duyulacak tek çığlık; “Nefsî, nefsî” (Benim<br />
halim ne olacak, bana kim el uzatacak!) çığlığıdır.<br />
Peki, ama o ulu zevatın hali böyle olursa<br />
günahkâr ve âsîler kendi kendinden ümidi kesmesin<br />
de ne yapsın. İşte bu dehşetli anda o meydanda insanlara<br />
uzanacak şefkat eli Allah’ın izniyle 6 yine senin<br />
elindir. O gün nice eller nice ulu peygamberin<br />
kapısını çalacak ve şefaat dilenecek. Ama o gün senin<br />
kapından başka melce yoktur. Her kapıdan boş<br />
dönen eller senin kapına yapışacaktır o gün. Ey bir<br />
adı Mahmûd olan! O gün Allah sana, seni râzı edene<br />
kadar verecek, verecek, verecek ve seni makâm-ı<br />
Mahmûd’a erdirecektir. 7 Bir Hak erinin semerât-ı<br />
fuâdı olan olan şu mısralarda ifade edildiği gibi:<br />
Yusuf Coşkun BENEFŞE<br />
Ey menba-ı lutf u cûd<br />
Yerin makâm-ı Mahmûd<br />
Aziz Mahmûd Hüdayi<br />
Ve kalbinde hardal tanesi kadar iyilik olan hiç<br />
kimse o övülmüş kapıdan boş döndürülmeyecek.<br />
Mademki sen ‘Şefîü’l-müznibîn’sin ve mademki,<br />
“Benim şefâatim ümmetimden büyük günah işleyenler<br />
içindir.» 8 buyurdun; o halde ben de bu şefâati<br />
ümit etmekten geri kalmam.<br />
Ey Yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />
sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />
Sultânımızsın bizim.<br />
Bir gün ki dalup bahr-ı gama fikrete gitdim<br />
İlden yitürüp kendümi bî-hôdlıga yitdim<br />
İşyânım anıp âkıbetimden hazer etdim<br />
Bu matlaı yâd eyledi bir seyyid işitdim<br />
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />
Ey Kutlu Efendim<br />
Ey Kutlu Efendim! Bir gün başımı elime aldım,<br />
günahlarımı düşündüm. Baktım ki tutar tarafım<br />
yok; zarurî olarak bir gam denizine düştüm. Öyle ki<br />
elden ayaktan çıktım ve kendimi kaybettim. İrtikâb<br />
ettiğim günahları bir bir hatırladıkça bende yarına<br />
ait bir ümit kalmadı. İşte bu sırada senin pak soyundan<br />
gelen bir zatın andığı şu matlaı işiterek tesellî<br />
buldum:<br />
Ey yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />
sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />
Sultânımızsın bizim..<br />
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz<br />
Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz<br />
Bâbın koyup agyâre penâh eylemeyiz biz<br />
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz<br />
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />
Bu matlaı işitince kendime geldim ve dedim ki:<br />
Çok şükür bizim ümidimiz var. Bu ümidi bırakıp ah<br />
vah eylemeyiz biz. Değil mi ki, “Allah’ın rahmetin-<br />
den umudunuzu kesmeyiniz.” 9 buyurulmuştur ve<br />
değil mi ki ümidi kesmek imanı yele vermektir. O<br />
halde biz, bunca kusurumuza rağmen o yüce kapının<br />
bağışından asla ümidimizi kesmeyiz, yeis çukuruna<br />
düşmeyiz. Ey Yüce Efendim! Senin bunca bağışın<br />
varken bizim günahımızın sözü mü olur. Hem senin<br />
kapını bırakıp biz nereye gidelim. Değil mi ki sen bizim<br />
hesap-kitap gününde de sığınağımız, dayanağımızsın.<br />
Çok şükür, sana mensubuz ve mademki<br />
mahşer gününde senin kutlu gölgen altındayız, başkasına<br />
ihtiyacımız yok. Sen dururken bir başkasına<br />
göz ucuyla dahi olsa bakmak ve medet ummak hiç<br />
yakışık alır mı?<br />
Ey Yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />
sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />
Sultânımızsın bizim.<br />
Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma<br />
Dest-i red urup hasret ile dûzaha yakma<br />
Rahm eyle amân âteş-i hicrânına yakma<br />
Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma<br />
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />
Ey Yüce Peygamber<br />
Ey Yüce Peygamber! Acz ve kusur kulluğun gereği.<br />
Sen bîçâre ümmetlerinin hasbe’l-beşer işledikleri<br />
isyanlarına bakma, onları bağışla. Eğer bu isyanları<br />
yüzünden onlardan yüzünü çevirir, elini çekersen,<br />
onları hasret ateşine yakarsın. Ne olur, sende temerküz<br />
eden o engin merhametin icabı onlara acı; onları<br />
ayrılığın ateşine atma ve kendinden mahrum eyleme.<br />
Değil mi ki “Rahmeten li’l-âlemîn» 10 olarak<br />
gönderildin, o rahmetten bizleri de mahrum eyleme.<br />
Bu muhtâc-ı himmet zavallılar arasında lütfen ve keremen<br />
mücrim kölen Galibi de unutma.<br />
Ey Yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />
sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />
Sultânımızsın bizim.<br />
Dipnot<br />
* Prof. Dr.<br />
1 Buhârî, 55<br />
2 2/Bakara, 285<br />
3 68/Kalem, 4<br />
4 15/Hicr, 72<br />
5 53/Necm, 8<br />
6 3/Âl-i İmrân, 159<br />
7 17/İsrâ, 79<br />
8 Tirmizî<br />
9 39/Zümer, 53<br />
10 21/Enbiyâ, 107<br />
48 Nisan <strong>2013</strong><br />
49
Fıkıh<br />
Abdullah KAHRAMAN*<br />
50<br />
İslâm Mİras Hukukunda<br />
Kadın<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
İslâm’dan önce<br />
Araplar kız çocuklarınamirastan<br />
hisse vermezlerdi. Miras<br />
erkek çocuklara kalırdı. Bunun<br />
dışında birisine veya başka<br />
bir yakınına mal bırakmak<br />
istenen kimseler vasiyette bulunurlardı.<br />
Rivayet edildiğine<br />
göre, Sa’d b. Rebi’ (r.a.), Uhud<br />
Savaşında şehid düşmüştü.<br />
Geride iki kız evlat, bir erkek<br />
kardeş ve bir de hanımını bırakmıştı.<br />
Malının tamamını<br />
kardeşi almıştı. O gün bir ailenin<br />
gelir kalemlerinin başında<br />
savaştan sonra alınan ganimetler<br />
ve kan bedeli denilen<br />
diyet geliyordu. Bu sebeple sadece<br />
erkekler mirasçı olabiliyor,<br />
eli silah tutmayan, savaşta<br />
yararlılık göstermeyen ve<br />
evin bütçesine doğrudan katkı<br />
sağlamadıkları için çocuklar ve<br />
kadınlar mirastan bir şey alamıyorlardı.<br />
Hatta miras âyeti<br />
inip kadına belirlenen pay verildiğinde<br />
mü’minlerin annesi<br />
Ümmü Seleme şöyle demişti:<br />
“Erkekler savaş yapıyorlar fakat<br />
kadınlar savaşamıyor; sonuçta<br />
bize de mirasın ancak<br />
yarısı düşüyor.” Bunun yanında<br />
Kur’ân’ın yarım pay vermesini<br />
bile hazmedemeyenlerden<br />
biri Rasûl-i Ekrem’e gelip<br />
şöyle demişti: “Yâ Rasûlallah!<br />
Kıza yarım pay mı vereceğiz?<br />
Halbuki o, ata binemez ve savaşamaz.”<br />
Her ne olursa olsun<br />
ortada ciddî bir mağdûriyet<br />
ve zâlimce bir anlayış ve uy-<br />
gulama vardı. Bunun üzerine<br />
Sa’d’ın hanımı Rasûlullah<br />
(s.a.v.)’a gelip şöyle demişti;<br />
“Ya Rasûlallah! Şunlar Uhud<br />
harbinde şehid düşen Sa’d’ın<br />
iki kızıdır. Babalarından kalan<br />
malın tamamını amcaları aldı.<br />
Malları olmadan da kimse bunlarla<br />
evlenmez.” Bunun üzerine<br />
Rasûlullah (s.a.v.) da ona;<br />
“Dön bakalım. Umarım ki, bu<br />
mes’ele hakkında Allah (c.c.)<br />
hüküm verecektir.” buyurdu.<br />
Bu hanım sahâbînin feryadı<br />
ulaşması gereken makama,<br />
yani Dergâh-ı İlâhî’ye ulaşmış,<br />
asırların hukuksuzluğuna son<br />
verecek miras hükmünü bildiren<br />
âyetler 1 nazil olmuştu. Bu-<br />
nun üzerine Rasûlullah (s.a.v.)<br />
o iki kızın amcalarına haber salarak;<br />
“Malın üçte ikisini o iki<br />
kıza, sekizde birini annelerine<br />
ver. Kalanı da senin olsun.” bu-<br />
“Erkek; kendisinin, hanımının, çocuklarının, hatta<br />
gerektiğinde yakın akrabalarının nafakasını teminle<br />
mükelleftir. Kadın ise evli olsa ve kendi malı bulunsa<br />
bile, her hangi birinin geçimini sağlamak ve hatta kendi<br />
nafakasını ödemekle yükümlü değildir.”<br />
yurdu ve bu İslâm tarihinde taksim<br />
edilen ilk miras oldu. 2<br />
Mirasla İlgili<br />
Hükümler<br />
İslâm miras hukukunda erkek<br />
kardeşe iki kız kardeş kadar<br />
pay, kocaya da karısının<br />
aldığı payın bir kat fazlasının<br />
verilmesi Kur’ân’ın emridir. 3<br />
Asr-ı saâdetten itibaren Müslümanlar<br />
bu hükmü kabul etmiş,<br />
buna gönülden iman etmiş,<br />
bunu da olduğu gibi<br />
uygulamış ve değiştirilmesini<br />
akıllarından geçirmemişlerdir.<br />
Mirasla ilgili hükümler, aksine<br />
yorumlar bulunmakla bir-<br />
51
likte, Kur’ân’ın kesinlik ifade<br />
eden değiştirilemez hükümleri<br />
arasındadır. Bu sebeple tarih<br />
boyu İslâm âlimleri bunları<br />
içtihada kapalı tutmuşlardır.<br />
Dinin değişmezleri arasında<br />
olan bu hükmün ancak farklı<br />
hikmetleri üzerinde durmuşlardır.<br />
Buna göre söz konusu<br />
hükmün şu şekilde bir takım<br />
hikmetleri olabilir:<br />
1. Erkek; kendisinin, hanımının,<br />
çocuklarının, hatta gerektiğinde<br />
yakın akrabalarının<br />
nafakasını teminle mükelleftir.<br />
Kadın ise evli olsa ve kendi<br />
malı bulunsa bile, her hangi<br />
birinin geçimini sağlamak<br />
ve hatta kendi nafakasını ödemekle<br />
yükümlü değildir.<br />
2. Erkek hem cihat ile hem<br />
de akrabalarından birinin hata<br />
yoluyla öldürdüğü bir kimseye<br />
ödemek durumunda olduğu<br />
diyete (kan bedeli) katılmakla<br />
mükelleftir. Kadının böyle bir<br />
yükümlülüğü yoktur.<br />
3. Kadın malını artırmak<br />
için ticaret, ziraat vb. meşru<br />
yollara başvurma hakkına sahiptir.<br />
4. İslâm, hiç miras kaleminde<br />
anılmayan kadını ve kızı ilk<br />
defa bu kaleme dâhil etmiştir.<br />
5. İslâm miras hukukunda<br />
40 hal kanunu vardır. Ölen<br />
kimseye yakınlık derecesine<br />
göre yapılan bu hesaplamaya<br />
göre kız ve kadın her zaman<br />
erkeğin yarısı kadar pay almaz,<br />
erkekten fazla aldığı durumlar<br />
da vardır. Fakat erkek<br />
52<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
kardeş ile bulunduğunda yarı<br />
pay alır. Ancak özellikle Hanefiler<br />
rızâî taksim diye bir<br />
usulden bahsederler. Buna<br />
göre mirasçılar aralarında anlaşarak<br />
daha mağdur olana<br />
fazla pay verebilirler. Şayet<br />
anlaşamazlarsa kazâî taksim<br />
(yani İslâm mahkemesinin<br />
Kur’an’a göre yapacağı taksim)<br />
geçerli olur. Bu gün bu<br />
görüşten yararlanmak mümkündür.<br />
6. Karı koca arasındaki farka<br />
gelince; günümüzde çalışan<br />
kadınları düşündüğümüz<br />
zaman, evlilik esnasında edinilmiş<br />
olan mallarda “mal ortaklığı”<br />
rejimi vardır. Dolayısıyla<br />
kocası ölen kadın zaten<br />
maldan kendisine ve payına<br />
düşeni alır 4 , kocanın payından<br />
da ¼ veya 1/8 oranında<br />
hisse alır.<br />
7. Hayatın diğer alanlarıyla<br />
ve İslâm’ın hükümleri bütün<br />
halinde düşünüldüğü zaman<br />
ciddî bir problem olmaz.<br />
Babadan kalan şey sadece terekeden<br />
yani miras malından<br />
ibaret de değildir. Baba hayatında<br />
iken mağdur kızına dilediği<br />
kadar yardım edebilir.<br />
Koca da karısına aynı şekilde<br />
ölmeden önce istediği kadar<br />
mal bağışlayabilir. Miras taksimi<br />
ölen kimsenin defin masrafları,<br />
borçları ve 1/3 oranında<br />
vasiyeti yerine getirildikten<br />
sonra geriye kalan mal üzerinden<br />
yapılır. Şayet baba veya<br />
koca sağlığında mallarını taksim<br />
etmiş ve geriye yüklü bir<br />
şey de bırakmamışsa fazla bir<br />
problem de yaşanmaz.<br />
Mirastan Alınacak<br />
Paylar<br />
Şu şekilde yorumlar da vardır:<br />
“Miras hisselerinin farklı<br />
olduğu elbette doğrudur.<br />
Ancak bu farklılık hukuk bakımından<br />
bir farklılık değil, paylaşım<br />
farklılığıdır.<br />
Hukuk insanların ehliyetlerine<br />
göre olur; ama paylaşım,<br />
ihtiyaçlarına göre olur. Farklı<br />
vazifelere göre ihtiyaçlar da<br />
farklılık arzederse mirastan<br />
alınacak payların da farklı olması<br />
zorunlu olur. Farklı ihtiyaçlara<br />
rağmen eşit pay alınırsa,<br />
bu, adalet olmaz, belki<br />
büyük bir zulüm olur.<br />
Miras hisselerindeki farklılık<br />
(veya eşitsizlik) hukuk<br />
farklılığı değil, belki ihtiyaçların<br />
farklılığıdır. İhtiyaçların<br />
farklılığını (ve bu ihtiyaçlara<br />
göre paylaşım farklılığını) hukuk<br />
veya ehliyet farklılığına atfetmek<br />
elbette büyük bir hata<br />
olur.<br />
Miras hisselerindeki farklılık,<br />
gerçekliğe uygun bir zorunluluktur.<br />
Erkeklerin de hiçbiri<br />
paylaşım bakımından bir diğerine<br />
eşit değildir. Ancak herkes<br />
hukuk bakımından eşittir.<br />
Buna göre, mülkiyet hakları<br />
bakımından herkes eşit ise<br />
de mülkiyet paylaşımı her yerde<br />
farklılık arzeder. Bu hem<br />
erkekler hem de kadınlar için<br />
böyledir.” 5<br />
İslâm, böyle bir süreçten<br />
sonra hükmünü vermiş, hak-<br />
kı yok kabul edilen kadını miras<br />
kalemine dâhil etmiş ve<br />
onu hak sahibi kılmıştır. Tarih<br />
boyu ve bugün kadınlar,<br />
Kur’ân’ın verdiği payın azlığından<br />
çok, kendilerine sırf kadın<br />
oldukları için pay verilmemesinden<br />
muzdariptirler. Özellikle<br />
bazı yörelerde kadına asla<br />
miras payı verilmediği veya<br />
çok sembolik şeyler verildiği<br />
için kadınlar ve kızlar Allah’ın<br />
takdir ettiği haktan da mahrum<br />
bırakılmaktadırlar.<br />
Miras Meselesinde<br />
Şer’î Hukuka<br />
Mürâcaat<br />
Günümüzde özellikle miras<br />
taksimi noktasında medenî<br />
hukuk ve şer’î hukuk arasında<br />
ikilem yaşanmaktadır. Genelde<br />
kadınlar medenî taksimi<br />
tercih etmektedirler. Erkek-<br />
ler ise, dinin diğer hükümlerinde<br />
hassas olmasalar bile,<br />
miras meselesinde şer’î hukuka<br />
mürâcaat etme yoluna gitmektedirler.<br />
İnsanların içinde<br />
bulunduğu ekonomik durumlar,<br />
ana-babayla olan münasebetleri<br />
farklılık arzetmektedir.<br />
Mesela, ana-babasına hastalığında<br />
hiç bakmayan veya gerektiği<br />
gibi ilgilenmeyen erkekler<br />
var. Ancak bunların tam<br />
aksine, hayatı boyunca anababasına<br />
bakan, özellikle hastalığında<br />
kendi rahatını onlara<br />
feda eden kızların bulunduğu<br />
da bir gerçek. Böylesi dengesiz<br />
durumlar Kur’ân temelli taksimin<br />
bazı kimseler tarafından<br />
sorgulanmasına sebep olmaktadır.<br />
Burada hukuk ve ahlak<br />
arasında bir çatışma meydana<br />
gelmektedir. Elbette hukuk<br />
duygusal durumu değil, gerçek<br />
durumu dikkate alır. Bu-<br />
rada kız ve erkeğin payı nasıl<br />
belirlenmişse hukuk ona göre<br />
hüküm vermek zorundadır.<br />
Ancak bu taksim böyle özel durumu<br />
olan kadınları tam olarak<br />
tatmin etmemektedir. Sonuçta<br />
mesele imanla alakalı<br />
olduğu için buna teslim olanlar<br />
olmaktadır. Özellikle medenî<br />
kanun alternatifini dikkate<br />
alarak sorgulayanlar da gittikçe<br />
artmaktadır. İşte böylesi<br />
bir durumda, baba veya kocanın<br />
hayatında iken kızına veya<br />
hanımına bulunacağı bağışlarla<br />
bunu çözme imkânı vardır.<br />
Hayatında bunu yapamayanların<br />
rızâî taksimi tavsiye etmeleri<br />
de mümkündür.<br />
Dipnot<br />
*Prof. Dr.<br />
1 4/Nisâ, 11-12.<br />
2 Buhârî, “Vasâyâ”, 6; Tirmizî, “Ferâiz”, 3.<br />
3 4/Nisâ, 11-12.<br />
4 4/Nisâ, 32.<br />
5 Bk. Musa Carullah, Hatun.<br />
53
Kadın ve Aile<br />
Rukiye KARAKÖSE<br />
54<br />
GÜRÜLTÜ ve<br />
PSİKOHİJYEN<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Gürültü, ilk bakışta<br />
önemsiz gibi<br />
görünse de, günlük<br />
hayatımızda en yoğun olarak<br />
karşı karşıya kaldığımız<br />
kirlilik türlerinden biridir ve<br />
psikohijyene direkt olumsuz<br />
etki eder. Ruh sağlığı üzerinde<br />
tehdit oluşturan çok ciddi bir<br />
problemdir. Gürültü, “gelişigüzel<br />
bir yapısı ve ses spektrumu<br />
olan, istenmeyen ses” olarak tanımlanır.<br />
Psikohijyen, genel hijyenin<br />
bir alt bölümüdür ve ruh sağlığının<br />
muhafazası ve sağlamlaştırılması<br />
konuları ile ilgilenir.<br />
Bu yöntem, çalışma ortamının,<br />
geçim şartlarının ve çevrenin<br />
bireyin ruh sağlığına etkisini<br />
araştırır. Çevrenin ruh sağlığına<br />
olumsuz etkilerinin ortadan<br />
kaldırılması en temel amacıdır.<br />
İnsanların refah seviyesinin,<br />
bu çerçevede yaşadığı konutun<br />
şartlarının ve seviyesinin daha<br />
da iyileştirilmesi için gerekli<br />
tüm tedbirleri almak, aynı zamanda<br />
ruh sağlığını temin eden<br />
gerekli temel yapıtaşlarıdır.<br />
Somatik hastalıkların meydana<br />
çıkmasında, ruh sağlığının<br />
rolünü unutmamak gerekir. Ge-<br />
“Gürültü, ilk bakışta önemsiz gibi görünse de,<br />
günlük hayatımızda en yoğun olarak karşı<br />
karşıya kaldığımız kirlilik türlerinden biridir ve<br />
psikohijyene direkt olumsuz etki eder.<br />
Ruh sağlığı üzerinde tehdit oluşturan<br />
çok ciddi bir problemdir.”<br />
nel hijyen, çalışma şartlarının ve<br />
yaşam standartlarının yükseltilmesi,<br />
dinlenmenin, spor uğraşlarının<br />
temininin yanı sıra alkol,<br />
madde bağımlılığı ve zührevi<br />
hastalıklarla ortaya çıkabilen<br />
durumlarda da zihnin sağlamlığı<br />
ve hijyeni de korunmalıdır.<br />
Öyle ki, öğrencilerin, beyni ile iş<br />
yapan bilim adamlarının ve ruh<br />
sağlıkçılarının iş süreleri ve tatillerinin<br />
düzgün şartlarda belirlenmesi<br />
de psikohijyenin problemlerindendir.<br />
Gürültü Nedir?<br />
Gürültü, ilk bakışta önemsiz<br />
gibi görünse de, günlük hayatımızda<br />
en yoğun olarak karşı<br />
karşıya kaldığımız kirlilik türlerinden<br />
biridir ve psikohijyene<br />
direkt olumsuz etki eder. Ruh<br />
sağlığı üzerinde tehdit oluşturan<br />
çok ciddi bir problemdir.<br />
Gürültü, “gelişigüzel bir yapısı<br />
ve ses spektrumu olan, istenmeyen<br />
ses” olarak tanımlanır.<br />
Bir başka tanımda gürültü, zaman<br />
içerisinde bir sesin tayfsal<br />
yapısında (sesin frekans özelliğinde)<br />
gelişigüzel düzensizliklerin<br />
olması olarak açıklanır. Genel<br />
olarak ise beğenilmeyen,<br />
hoşa gitmeyen veya dinlenilme-<br />
sine tahammül edilemeyen kısaca<br />
herhangi bir değeri olmayan<br />
sese veya seslere gürültü deriz.<br />
Hoşa giden rahatlatıcı seslere<br />
insanların ihtiyacı vardır. Sesin<br />
uyumsuz, düzensiz olması, kabul<br />
edilebilir olmaması ve istenen<br />
düzeyden yüksek çıkması o<br />
sesin gürültü olarak tanımlanması<br />
için yeterlidir.<br />
Özellikle büyük kentlerimizde<br />
gürültü yoğunlukları yüksek<br />
seviyede olup, Dünya Sağlık<br />
Örgütü’nce belirlenen ölçülerin<br />
üzerindedir. Bu nedenle İşyerleri<br />
Tüzüğü ve Kazalardan Korunma<br />
Yö<strong>net</strong>meliğinin “Gürültü” ile<br />
ilgili bölümleri, belirli aralıklarla<br />
kontrol muayenelerini ya da<br />
diğer bazı önlemleri öngörmektedir<br />
Kent gürültüsünü artıran sebeplerin<br />
başında trafiğin yoğun<br />
olması, sürücülerin yersiz<br />
ve zamansız klakson çalmaları<br />
ve belediye içerisinde bulunan<br />
endüstri bölgelerinden çıkan<br />
gürültüler gelmektedir. Meskenlerde<br />
ise televizyon ve müzik<br />
aletlerinden çıkan yüksek sesler,<br />
zamansız yapılan bakım ve<br />
onarımlar ile bazı işyerlerinden<br />
kaynaklanan gürültüler insanla-<br />
55
ın işitme sağlığını ve algılamasını<br />
olumsuz yönde etkilemekte,<br />
fizyolojik ve psikolojik dengesini<br />
bozmakta, iş verimini azaltmaktadır.<br />
Gürültünün<br />
Olumsuz Etkileri<br />
Yüksek gürültü düzeyi; rahatı,<br />
emniyet hissini ve dolaylı<br />
olarak da çalışma verimliliğini<br />
etkiler. Gürültünün giderek<br />
artması kişiler üzerinde önce<br />
rahatsızlık duygusuna neden<br />
olmakta, arkasından konuşmayı<br />
zorlaştırmakta ve en sonunda<br />
da işitme gücünü azaltmaktadır.<br />
Düzeyi yüksek gürültü içinde<br />
uzun süre çalışmanın veya<br />
bulunmanın, işitme gücü üzerinde<br />
olumsuz ve onarılamayacak<br />
sonuçlar doğurduğu bilinmektedir.<br />
Gürültünün kronik baş ağrısı<br />
yaptığı, insanı alınganlaştırdığı<br />
ve öfkeli yaptığı da yapılan<br />
araştırmalarla tespit<br />
edilmiştir. Gürültünün insan<br />
üzerindeki olumsuz etkileri kısaca<br />
şöyledir:<br />
• Fizyolojik etkiler,<br />
• Performans değişimleri,<br />
• Psikolojik rahatsızlıklar,<br />
• İşitme kayıpları<br />
Gürültüye maruz kalan insanların<br />
uyku saatleri bozulur,<br />
iş verimleri düşer. Konuşulanların<br />
anlaşılamaması, işitme duyarlılığında<br />
geçici olarak azalma,<br />
yorgunluk, bezginlik gibi<br />
psikolojik problemler orta-<br />
ya çıkmaktadır. Ani gürültüye<br />
maruz kalan insan vücudunda<br />
ani bir kas gerilmesi oluşur<br />
ve böylesi bir refleksin önlenmesi<br />
mümkün değildir. Dolayısıyla<br />
gürültülü bir ortamda bu-<br />
lunan canlıların rahat etmesi<br />
mümkün değildir. Aynı zamanda<br />
fizikî dayanıklılığı da olumsuz<br />
etkilediğinden, gürültü vücut<br />
direncini de azaltır.<br />
Gürültünün bir diğer zararı<br />
da insan kalbine verdiği rahatsızlıktır.<br />
Araştırmacılar gürültünün<br />
kalp atışlarını düzensizleştirdiğini,<br />
kanı koyulaştırdığını ve kan<br />
damarlarının kasılmasına sebep<br />
olduğunu ispatlamışlardır.<br />
Gürültüye maruz kalma<br />
süresi ve gürültünün şiddeti,<br />
insana vereceği zararı etkiler.<br />
Endüstri alanında yapılan<br />
araştırmalar göstermiştir ki,<br />
işyeri gürültüsü azaltıldığında<br />
işin zorluğu da azalmakta, verim<br />
yükselmekte ve iş kazaları<br />
azalmaktadır.<br />
Çalışma ve Sosyal Güvenlik<br />
Bakanlığı verilerine göre;<br />
meslek hastalıklarının %10’u,<br />
gürültü sonucu meydana gelen<br />
işitme kaybı tespit edilmiştir.<br />
Meslek hastalıklarının pek<br />
çoğu tedavi edilebildiği halde,<br />
işitme kaybının tedavisi yapılamamaktadır.<br />
Gürültünün<br />
Psikolojik Zararları<br />
Gürültünün insan üzerindeki<br />
geçici ve kalıcı zararları bir yana<br />
bırakılsa bile sıkıntı, gerginlik,<br />
isteksizlik bile yeterince olumsuz<br />
etkilerdir. Gürültüden duyulan<br />
rahatsızlık, dinleyicilerin bir<br />
tepkisi olarak bilinmektedir ve<br />
zamana, zemine, gürültünün türüne<br />
göre yarattığı rahatsızlığın<br />
şiddeti de değişmektedir. Mesela,<br />
gece saatlerinde duyulan<br />
bir ses, insanı gündüz saatlerinde<br />
duyulandan daha fazla rahatsız<br />
etmektedir veya düzensiz bir<br />
yapıya sahip ses, kişileri düzenli<br />
yapıya sahip olan sesten daha<br />
fazla rahatsız etmektedir. Ayrıca<br />
anlamsız olduğuna inanılan<br />
sesler de yine rahatsızlık unsuru<br />
olma özelliğine daha yatkındırlar.<br />
Bir diğer örnek ise, kaynağını<br />
görebildiğimiz nitelikteki<br />
gürültüler, kaynağını göremediğimiz<br />
gürültülerden daha fazla<br />
rahatsızlık verici niteliktedir.<br />
Gürültü psikolojik olarak sürekli<br />
gerilim, sinirlilik, şüphecilik<br />
gibi durumlara neden olur.<br />
Morali etkiler ve verimi azaltır.<br />
Gürültünün verdiği bu rahatsızlıklar<br />
kişilere ve durumlara<br />
göre değişebilir. Aniden meydana<br />
gelen gürültü insanların<br />
korkmasına ve kızgın hissetmesine<br />
neden olabilir. Gürültü bazı<br />
durumlarda iş basamaklarını da<br />
etkiler. Mesela, doğru bir ritim<br />
varsa işçiler ritimlerini veya hızlarını<br />
bu gürültüye göre ister istemez<br />
değiştirebilirler.<br />
Gürültü; dinlenmeye engel<br />
olarak uykuyu da aksatır. Uyku<br />
problemi ise günümüzde son<br />
derece ciddiye alınması gereken<br />
bir rahatsızlıktır. Modern<br />
çağın insanının başı kronik uykusuzlukla<br />
derttedir. Araştırmalarda<br />
uykuya dalma güçlüğü,<br />
uykuyu sürdürme güçlüğü,<br />
sabah erken uyanma ya da toplam<br />
uyku süresinin kısa olması<br />
gibi durumlardan birinin<br />
varlığı uykusuzluk olarak kabul<br />
edilmektedir. Kesitsel araştırmalarda<br />
“son bir hafta içinde”<br />
erişkin toplumun yaklaşık<br />
1/3’ünde uykusuzluk yakınması<br />
bildirilmektedir. Şiddetli uykusuzluk<br />
yakınması ise %4 olarak<br />
bulunmuştur. Şiddetli uykusuzluğu<br />
olan hastaların yaşam kalitesi<br />
önemli oranda azalmakta;<br />
buna karşın tedavi amacıyla<br />
doktora başvuru oranı düşük<br />
kalmaktadır. Şiddetli uykusuzluk<br />
yakınması olan hastaların<br />
%55’inin doktorundan bu konuda<br />
yardım istediği belirlenmiştir.<br />
İzleme araştırmaları<br />
ağır uykusuzluk oranının yıllar<br />
içinde giderek arttığı ve kronikleşme<br />
eğilimi gösterdiğini desteklemektedir.<br />
Kronik uykusuzluk<br />
yakınmaları toplumun<br />
%5’inde görülmektedir.<br />
Uykusuzluğun<br />
Sonuçları:<br />
• Yargı kabiliyetini zayıflatır.<br />
• Ruh halini değiştirir.<br />
• Sıkıntı verici ve sinir bozucudur.<br />
• Konsantrasyonu zayıflatır.<br />
• Yüksek kan basıncı, kalp rahatsızlıkları,<br />
performans yetersizlikleri<br />
gibi ciddi sonuçları<br />
olabilir.<br />
Gürültü kirliliğinin sadece<br />
kronik uykusuzluğa sebep olarak<br />
bile psikohijyene ne kadar<br />
zarar verdiği açıktır. Oysa psikohijyenin<br />
bozulmasında tek<br />
etken gürültü de değildir. Günümüzde<br />
yaygın görülen, haz<br />
kültürünün teşvik ettiği alkol,<br />
sigara, madde tüketimi, yalan<br />
söylemek, dedikodu yapmak,<br />
aşırı dünyalık hırsı taşımak<br />
gibi insanı özünden uzaklaştıran<br />
ne varsa varoluş ekolojimizi<br />
zehirlemektedir. İstemesek<br />
de radyoaktif serpinti gibi<br />
bu etkiye maruz kalıyoruz. Aldığımız<br />
nefes gibi, içinde yaşadığımız<br />
bu haz kültürü de ister<br />
istemez bizi şekillendiriyor ve<br />
maalesef kirletiyor.<br />
Korunmak İçin<br />
Ne Yapılabilir?<br />
Psikohijyenle ilgili farkındalık<br />
geliştirmek, manevî korunma<br />
yollarından faydalanmak<br />
ilk adımlar olabilir. İnsanı<br />
yaratan ve sistemini en iyi bilen<br />
yaratıcı, bizi nelerin kirleteceğini<br />
ve aşağıların aşağısına<br />
düşüreceğini bildirmiş. Nelerin<br />
arındırıp yukarılara çıkaracağını<br />
da açıklamış. Bize düşen<br />
belki de kulak vermek… Özümüze<br />
sadık kalıp varoluşumuzu<br />
kirletmemek bile yetecek<br />
aslında. İnsan olabilmek, dahası<br />
insan kalabilmek için bile<br />
bu zor zamanda epey çaba gerekiyor.<br />
Zor olsa da buna değmez<br />
mi?<br />
Dr. Tahir Özakkaş, “Azerbaycanda Psikohijyen Ve<br />
Psikoprafilaksi”, 36. Ulusal Psikiyatri Kongresi, Türkiye<br />
Sosyal Psikiyatri Derneği Özet Kitabı.<br />
Yard. Doç. Dr. Yaşar Avşar, Gürültü Kontrolü Ders<br />
Notları, YTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü.<br />
56 Nisan <strong>2013</strong><br />
57<br />
Kaynakça
Tarih<br />
İsmail ÇOLAK<br />
MEDENİYETİMİZİN NURU<br />
MUKADDES<br />
58<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
GELENEKLER<br />
Osmanlı’nın temellerindeki en mukaddes<br />
harçların; padişahların asırlarca<br />
“baş tacı” ettiği değerlerin başında,<br />
“Peygamber sevgisi” gelmiştir. Osmanlı,<br />
Peygamber Efendimize (s.a.v) ve onun kutsal beldesine<br />
karşı derin muhabbet, hürmet ve sadakatini<br />
sonsuz bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve<br />
devletinin en muhkem kaidelerinden biri hâline<br />
getirmiştir. Söz konusu asil duygularını her zaman<br />
ve mekânda açığa vurmayı, hatta devlet çapında<br />
bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet<br />
bilmişlerdir. Tarih, bunu izah eden birbirinden<br />
muhteşem misallerle doludur:<br />
Mevlid Alayı Merasimi<br />
Osmanlı Padişahlarının, Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’e hürmet ve muhabbetlerinin en güzel göstergelerinden<br />
biri de, onun kutlu doğum gününde<br />
asırlar boyunca aksatmadan tertipledikleri “Mevlid<br />
Alayı Merasimi”dir.<br />
Osman Gazi devrinde bile mevcut olduğunu<br />
tespit ettiğimiz bu âdet, Sultan II. Selim ve I. Ahmed<br />
dönemlerinde yapılan ilavelerle resmî bir<br />
merasime dönüşmüştür. Önceleri doğum gecesinde,<br />
padişahın huzurunda birtakım naat, münacat<br />
ve kasideler okunması söz konusuyken, Orhan<br />
Gazi zamanında, Emir Sultan’ın müridi, Ulu Camii<br />
İmamı Süleyman Çelebi’nin “Mevlid-i Şerif”i<br />
kaleme almasından sonra hem sarayda hem de<br />
cami, mescit ve evlerde, gündüz ve gece mevlid<br />
okutulması âdeti yaygınlaşmıştır.<br />
1909’da kurulan Encümen-i Tarih-i Osmanî<br />
üyesi tarihçi Ali Seydi Bey, “Teşrîfat ve Teşkilât-ı<br />
Kadîmemiz” isimli eserinde sarayda tatbik ettikleri<br />
Mevlid Alayı Merasimi’ni ana hatlarıyla şöyle<br />
anlatmıştır:<br />
“Peygamberimizin doğum gününden birkaç<br />
gün önce şeyhülislam, merasimde bulunması gerekli<br />
kişilerin isimlerini tespit edip bir defter halinde<br />
reisülküttap efendiye gönderirdi. Daha sonra<br />
bu defterde isimleri bulunan vezirlerle sair<br />
erkân ve rüesaya mevlid günü, saati birer tezkereyle<br />
bildirilirdi. O gün davetlilerin hepsi resmî<br />
elbiselerini giymiş olarak çoğu zaman Sultan Ahmed<br />
Camiine gelirlerdi. Başka vakitlerde camide<br />
mevki, rütbe ve mesleğe göre saf ve yer ayrılmazken,<br />
bu Mevlid Alayı’nda teşrifat gerekli idi. Padişahın,<br />
Mahfel-i Hümâyûn’a (padişahlara ayrılmış<br />
hususî yer) geldiği cemaate özel bir işaretle<br />
bildirilince, camidekiler hep birden ayağa kalkar<br />
ve yine işaret üzerine otururlardı. Mevlidin okunup<br />
bitmesinden sonra padişah, vükelaya, kürsi<br />
şeyhlerine, mevlid okuyanlara, müezzinlere ve diğer<br />
icap edenlere hil’atler (Padişah hediyesi kaftan/elbise)<br />
giydirir, şeker ve şerbetler dağıtılırdı.<br />
Bu merasimin tamam olabilmesi için gerekli<br />
bir işlem daha vardı: Her sene Mekke-i Mükerreme<br />
emiri tarafından, sadakatini bildiren mektubun,<br />
reisülküttap tarafından padişaha verilmesiydi.<br />
Mektup, hususî merasimle açılarak okunur ve<br />
bunu emir tarafından gönderilen nefis hurmaların,<br />
camide bulunanlara dağıtılması takip ederdi.”<br />
Hırka-i Saadet’te Asırlarca Süren<br />
Kur’an Tilâveti<br />
Yavuz Sultan Selim, ondan ümmetine yadigâr<br />
kalan, hiçbir kıymetle ölçülemeyecek kadar paha<br />
biçilmez olan “Mukaddes Ema<strong>net</strong>leri”, Mısır Seferi<br />
dönüşünde Topkapı Sarayı’na getirip, Hırka-i<br />
Saadet Dairesi’ne koymakla bizi şereflerin en yücesine<br />
eriştirmiştir.<br />
Yavuz’dan itibaren tatbik edilen güzel bir âdet<br />
de, Hırka-i Saadet Dairesi önünde, asırlar boyunca<br />
kırk hafıza 24 saat nöbetleşe okutulan Kur’an<br />
tilâvetidir. Bu uygulama, 1517’den 3 Mart 1924<br />
Halifeliğin ilgasına kadar sürmüş; ancak 67 yıl<br />
aradan sonra 15 Mart 1991’de yeniden başlatılmıştır.<br />
Halit Ziya Uşaklıgil, bu güzel uygulamanın<br />
Osmanlı insanı üzerindeki derin tesir ve yansımaları<br />
hakkında şu ilginç müşahedeleri nakletmektedir:<br />
“Uzaktan, yakından gelmiş vezir, vüzera,<br />
avamdan insanların, minareden duyulan<br />
ezan, huzurda okunan Kur’an-ı Kerim tilâvetleri,<br />
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hırkasını uzaktan gören,<br />
bir imkânını bulup yüzünü hırkaya sürebilen<br />
gözü yaşlı, gönlü huzur ve huşu dolan insanların<br />
59
manevî heyecanını gördüm. Kendimde, fena duygulardan<br />
arındığımı, ruhanî bir zevkle dolduğumu<br />
hissettim.”<br />
Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Aziz İstanbul” isimli<br />
eserinde, daha da ileri gidip bu hususta vardığı hüküm<br />
ise, tüm ruhumuz ve benliğimizle tasdik edeceğimiz<br />
ebedî bir hakikattir: “Gezintilerimde bir<br />
hakikati keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli<br />
vardır: Fatih’in, Ayasofya minaresinden okuttuğu<br />
ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in, Hırka-i Saadet<br />
önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!”<br />
60<br />
Ramazan’ın 15’inde<br />
Hırka-i Şerif’i Ziyaret<br />
Osmanlı’nın asırlar boyunca uyguladığı güzel<br />
manevî adetlerden biri de, ilk defa Yavuz Sultan<br />
Selim tarafından başlatılmış olan, her Ramazan<br />
ayının 15. gününde başta padişah olmak üzere,<br />
devlet erkânı, şehzadeler, hanım sultanlar, kadın<br />
efendiler, ikballer ve ustaların, en güzel elbiselerini<br />
giyerek büyük bir alay eşliğinde Hırka-i Saadet Dairesini<br />
ziyaret etmeleriydi. Harem, 1854’te Topkapı<br />
Sarayı’ndan Dolmabahçe’ye taşınınca bu merasim<br />
daha çok önem kazandı.<br />
Sultan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe<br />
Osmanoğlu’nun ve diğer saraylıların hatıralarında<br />
naklettiklerine göre, arabalarla Topkapı’ya gelen<br />
harem halkını burada Harem Ağası karşılardı.<br />
Hırka-i Saadet’in kapısı açılınca, kadınlar rütbe sırasına<br />
göre dizilerek Hırka-i Saadet’e doğru ilerlerdi.<br />
Her tarafta buhurdanlarda yanan buhurun kokusu<br />
hissedilir, perdelerin arkasından çok güzel<br />
sesli bir müezzinin okuduğu Kur’an-ı Kerim duyulurdu.<br />
Daha sonra, büyük gümüş sandık içinde saklı<br />
bulunan altın anahtarla, hırkanın içinde saklı bulunduğu<br />
altın sandık, padişah tarafından açılır ve<br />
içerisinden büyük bir tazimle çıkarılan Hırka-i Şerif,<br />
önceden hazırlanan hususî bir masa üzerine konurdu.<br />
Hırka-i Şerif’e yüz sürüldükten ve padişah<br />
selamlandıktan sonra tekrar Harem’e dönülürdü.<br />
Bu bilgileri, III. Selim, IV. Mustafa, II. Mahmud<br />
ve Abdülmecid dönemlerinde çeşitli devlet kademelerinde<br />
görev almış ve Osmanlılarda törenlerle<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
ilgili “Teşrifât-ı Kadîme” ismiyle eser kaleme almış<br />
Esad Efendi (1790-1848) de teyit etmektedir:<br />
“Ziyaret günü, sözü edilen devlet adamları,<br />
öğle namazını kıldıktan sonra Bâbü’s-Saade önüne,<br />
yani Kubbe-i Hümâyûn tarafına gelip, sağ tarafa<br />
vezirler ve ulema, sol tarafa ocak ağaları ile<br />
diğer devlet adamları oturup, sadrazamın gelmesini<br />
beklerler. Reisü’l-küttab’ın, şeyhülislamı<br />
evinden alıp Ayasofya Cami’ine götürdüğü haberi<br />
geldiğinde, sadrazam maiyetiyle birlikte camiye<br />
gider ve burada öğle namazını kılar. Bu sırada<br />
haberci çavuş, davetlilerin Bâb-ı Hümâyûn denilen<br />
kapıdan girmeye başladıklarını bildirir. Bunun<br />
üzerine sadrazam, maiyetini ve şeyhülislamı<br />
alarak Topkapı Sarayı’na gelir.<br />
Hep birlikte Bâbü’s-Saade’ye doğru yürürler.<br />
Hepsi birden Bâbü’s-Saade’den girerek Hırka-i Şerif<br />
Odasına gelirler. Birinci ve İkinci imam efendiler,<br />
Hırka-i Şerif’in konduğu sandığın önünde<br />
oturur ve bir miktar Kur’an okurlar. Kur’an okunduktan<br />
sonra padişahın kendisi sandığı açar ve<br />
Hırka-i Şerif’e yüz sürülmesine izin verir. İlk kez<br />
sadrazam yüzünü sürer. Yüz sürme işlemi, devlet<br />
adamlarının rütbelerine göre sırayı izler. Bu işlem<br />
bittikten sonra şeyhlerin her biri sandığın önüne<br />
gelir, önce dua eder, yüz sürer ve yerlerine dönerler.<br />
Sonra padişah dönüş için izin verir. Herkes dışarı<br />
çıkar... Ziyaret gününde yeniçeri ve diğer ocak<br />
erlerine baklava vermek gelenek olmuştur. Hırka-i<br />
Şerif’e yüz sürüldükçe, sadrazam ve silahtar, tülbent<br />
ile silip, yüz sürene bu tülbendi verirler. Yüz<br />
sürme işi bittikten sonra bu kısım altın maşrapa<br />
içinde yıkanır. Yıkanan yer nemli olduğundan öd<br />
ve anber yakılarak kurutulur.”<br />
Ali Seydi Bey’in “Teşrîfat ve Teşkilât-ı<br />
Kadîmemiz”inden öğrendiğimize göre padişahların,<br />
bayramın birinci günü sabah namazını Hırka-i<br />
Saadet Dairesinde kılmaları ve bayramla merasimini<br />
burada yapmaları; padişahların tahta çıkışlarının<br />
15. günü burayı ziyaret etmeleri; padişahın<br />
tahta çıkış merasimi tamamlandıktan sonra ölen<br />
padişahın naşının, tekfin işlerinin tamamlanmasını<br />
müteakip aynı daire önünde bekletilmesi de âdet<br />
olmuştu.<br />
Adı : Bilâl b. Rebâh<br />
Künyesi : Ebû Abdullâh (Ebû Abdukerîm,<br />
Ebû Abdurrahmân veya Ebû Amr)<br />
Nisbesi : Habeşî<br />
Doğum yılı : Hicretten 40 yıl evvel (M. 581)<br />
Doğum yeri : Arabis tan’ın batısındaki Serât<br />
veya Mek ke’de Cumah kabilesi<br />
Baba adı : Rebâh (köle idi)<br />
Anne adı : Hamâme (cariye idi)<br />
Eş(ler)i : Hind el-Havlâniyye<br />
Akrabaları : Hâlid adlı bir kardeşiyle Gufre<br />
veya Gufeyre adında bir kız kardeşi var.<br />
Oğulları : Tespit edilemedi.<br />
Kızları : Tespit edilemedi.<br />
Kabilesi : Habeşli<br />
İslâm’a girişi : İlk günlerde<br />
Sohbet süresi: 23 sene<br />
Rivayeti : 44<br />
Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Şam<br />
Mesleği : Müezzinlik, Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.)’e yakın hizmet<br />
Hicreti : Medine<br />
Savaşları : Hz. Peygamber (s.a.v.) ile bütün<br />
savaşlara katıldı<br />
Görevleri : Müezzinlik, hazinadârlık, bekçilik,<br />
hizmetçilik<br />
Fizikî yapı : Uzun boylu, zayıf ve kuru yüzlü,<br />
kam burca, gür ve kır saçlı, siyah tenli.<br />
Mizacı : Azimli, sabırlı, kararlı, istikrarlı,<br />
duygusal.<br />
Sahabe Albümü<br />
Bünyamin ERUL*<br />
BİLAL B. RABÂH (r.a)<br />
Ayrıcalığı : İlk Müslüman olan köle ve ilk<br />
ezan okuyan müezzindir.<br />
Ömrü : 60-70 arası yaşlarda<br />
Ölüm yılı : H. 20.<br />
Ölüm yeri : Şam’da vefat etmiş ve orada<br />
medfundur.<br />
Ölüm sebebi : Hastalık olmalı<br />
Hakkında : Bir defasında Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.) Bilal’e: “Bu gece cen<strong>net</strong>te, önümde senin<br />
nalınla rının tıkırtısını duydum.” diyerek bunu<br />
hangi ameliyle elde ettiğini sormuş, o da her abdest<br />
aldıktan sonra “Allah Teâlâ’nın nasip ettiği<br />
kadar” nafile namaz kıldığından söz etmişti.<br />
Hz. Ömer: “Ebû Bekir efendimizdir; efen dimizi<br />
(Bilâl’i) azat etmiştir” derdi.<br />
Hadisleri : “Ömer hoşlanmadığı ve seni kıskandığı<br />
halde Sabah ve Yatsı namazlarını mescitte<br />
cemaatle kılıyorsun?’ diye sorulunca o: ‘Onu<br />
beni bundan men etmekten alıkoyan nedir (bilir<br />
misin)? Onu Peygamberimizin ‘Allah’ın hanım<br />
kullarını Allah’ın mescitlerinden men etmeyin!’<br />
hadisi engelledi.” demiştir. Hz. Ömer namazda<br />
hançerlendiğinde o da oradaydı.<br />
Kaynaklar: İstîâb, I. 54-55; İsâbe, I. 326; Üsd, I.<br />
129-131, 1423; DİA, VI. 152-153; Müsned, VI, 12-<br />
14; İbn Sa’d, Tabakât, III. 232-239.<br />
*Prof. Dr.<br />
61
Kültür<br />
Fatih ÇINAR<br />
62<br />
20. yüzyılda<br />
‘Vahdet’<br />
Neşvesİyle Parlayan Bİr Sİlsİle<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
birliği’ şeklinde anlaşılan<br />
‘Vahdet-i Vücûd’ düşüncesi<br />
‘Varlığın<br />
Anadolu’da meşhur sûfî İbnü’l-<br />
Arabî ve talebesi Sadreddin Konevî ile büyük<br />
yankı bulmuş bir düşünce sistemidir. Bu düşünce<br />
sistemine göre, Allahu Teâlâ’nın dışındaki bütün<br />
varlıklar ‘gölge’ varlıklar hükmündedir. Gerçek<br />
anlamda ‘var’ olan Allahu Teâlâ’nın zatıdır.<br />
Kâinat, insan ve diğer varlıklar Allahu Teâlâ’nın<br />
tecelligâhıdır. Allahu Teâlâ’nın ilk olarak Hz. Muhammed<br />
(s.a.v.)’in nurunda (Nûr-i Muhammedî)<br />
tecelli etmesi ise bu sistem içerisinde insana verilen<br />
değerin bir göstergesi niteliğindedir. Vahdet<br />
fikrini benimseyen sûfîlerin düşünce sistemlerinde<br />
‘Dünya sevgisini kalpten çıkarma ve sadece Allahu<br />
Teâlâ’nın sevgisini kalbe hâkim kılma’ ilkesi<br />
çok önemli bir yer tutmaktadır. 1<br />
Bu düşüncenin yirminci yüzyıl Anadolu’sundaki<br />
önemli temsilcileri arasında Mustafa Çorumî<br />
(k.s.), Tokatlı Mustafa Hâkî (k.s.), Sivaslı Mustafa<br />
Takî (k.s.), Sivaslı İsmail Hakkı Toprak (k.s.)<br />
ve Darendeli Hulûsi Efendi(k.s.)’nin de yer aldığı<br />
Nakşî-Halidî silsilesine mensup sûfîler önemli bir<br />
yer tutmaktadır. 2 Yakın tarihimizin, siyasî, sosyal,<br />
ekonomik ve manevî cepheleri üzerinde son derece<br />
etkili olan bu isimler, tasavvufî kişilik/kimliklerini<br />
‘Vahdet’ fikri üzerine inşa etmişlerdir. Çalışmamızda,<br />
yakın tarihimizin gönül kahramanları olan<br />
bu sûfîlerin düşünce sistemlerinin merkezinde yer<br />
alan vahdet telakkilerini ve bu düşüncelerinin günlük<br />
hayatlarına yansımalarını incelemek istiyoruz.<br />
“Vahdet fikrinin en belirgin özelliklerinden birisi<br />
olan dünyanın geçici olduğu fikrine yer vererek<br />
sözlerine başlayan Çorumî, sonrasında Allah’tan<br />
başka bir şey/ağyar ile ülfet etmeyi büyük bir<br />
hata olarak kabul ettiğini ifade etmiştir.”<br />
Mustafa Çorumî, Mustafa Hâkî<br />
Efendi ve Vahdet Düşünceleri<br />
Ahmet Ziyâüddîn Gümüşhanevî, Abdullah<br />
Mekkî ve Yahya Dağıstanî gibi büyük isimlere<br />
hizmet eden ve onların manevî işaretleri<br />
ile Anadolu’ya gelerek tekkesini kuran Mustafa<br />
Çorumî, en çok varlığın birliği fikrinden hareketle<br />
halkı irşat etmeye çalışmıştır. O, şu şiirinde vahdet<br />
anlayışını açıkça ifade etmiştir:<br />
El çekmişem fânilere/ Menzil olan viraneden<br />
Lâhut eli menzil bana/Hâki diyarı neylerem<br />
Bülbül niçin verdin gönül/<br />
Rengi solan bir goncaya<br />
Solmaz benim nazlı gülüm/Fani baharı neylerem<br />
Ağyâr ile yok ülfetim/Bigânedir dünya bana<br />
Canan ile vahdet gerek/ Kesrette yâri neylerem 3<br />
Vahdet fikrinin en belirgin özelliklerinden<br />
birisi olan dünyanın geçici olduğu fikrine yer<br />
vererek sözlerine başlayan Çorumî, sonrasında<br />
Allah’tan başka bir şey/ağyar ile ülfet etmeyi<br />
büyük bir hata olarak kabul ettiğini ifade etmiştir.<br />
Kesreti yani Allah’ın dışındaki varlıklar<br />
ile birlikte olmayı manevî ilerleme açısından<br />
tehlikeli bir nokta olarak gören Çorumî, ‘Cân’<br />
diye ifade ettiği Allahu Teâlâ ile ‘Vahdet’ şuuruna<br />
erebilmeyi hedef olarak benimsediğini anlatmıştır.<br />
63
Çorumî’den sonra irşat makamına geçerek insanlara<br />
istikamet ve sevgi pusulası ile yön gösteren<br />
Mustafa Hâkî Efendi de üstadı gibi düşünce<br />
sisteminin merkezine ‘Vahdet’ anlayışını yerleştirerek<br />
hareket etmiştir:<br />
Hem de bak yine yemiş laklakayı çokça demiş<br />
Men arafe 4 bilememiş mayesi bi-pak dediler<br />
Dünyayı bir yana koyup hali kanaate doyup<br />
Varlığını cümle soyup kalmalı çıplak dediler<br />
Menzilini buldu bulan var yürü sen böyle dolan<br />
Gördü beni arif olan kupkuru kavlak dediler<br />
Sıdk ile gûş eyle cevap işte budur râh-ı sevap<br />
Mahlemiz oldu turap ahiri toprak dediler 5<br />
Üstadı gibi şiirinde dünyanın geçiciliği üzerinde<br />
duran Hâkî Efendi, nefsinin, dünyanın geçiciliğini<br />
anlamaktan uzak, kemale eremeyen bir nefs<br />
olduğundan bahsetmiştir. Dünya için, çok uğraş<br />
vermenin ne denli yanlış bir davranış olduğunu<br />
belirten Hâkî Efendi, dünya hayatında önemli<br />
olanın, bireyin Hak yolunda canla başla çalışması<br />
olduğunu belirtmiştir. Bundan sonra Hâkî Efendi,<br />
Hakk’a vâsıl olmak isteyen kimseler için yapılması<br />
zorunlu olan ilkeleri sıralamaya başlamıştır.<br />
Buna göre, Hakk’a ulaşmak isteyen kimse, dünyaya<br />
değer vermemeli, kanaat sahibi olmalı ve benliğinden<br />
vazgeçmelidir.<br />
Mustafa Takî Efendi ve<br />
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak<br />
Efendi’de Vahdet Düşüncesi<br />
Mustafa Hâkî Efendi’nin vefatından sonra irşat<br />
makamına geçen Mustafa Takî Efendi de üstatları<br />
gibi ‘Vahdet’ eksenli hizmet anlayışına hız<br />
kesmeden devam etmiştir. O;<br />
Vahdeti ehadiyyettir diyarları bir bir<br />
Hep seyri güzar ettirilir sâlike bir bir<br />
mısralarında vahdet fikrinin, kendisini Allahu<br />
Teâlâ’ya adayanlara süratli bir ilerleme kazandıracağını<br />
açıkça ifade etmiştir. 6 Yine Takî Efendi’den<br />
sonra gönüllere yön veren İsmail Hakkı Toprak<br />
Efendi ise;<br />
Gel beri gel mâsivâdan uzlet et<br />
Ba’dehu Mevlâ ile var sohbet et<br />
Sivâ kaydından azâd olmaya sa’y eyle erkenden<br />
Ki zira râh-ı ıtlak içim mâni’dir kuyûd ey dil 7<br />
dizeleri ile ancak Allahu Teâlâ’nın dışındaki her<br />
şeyden vazgeçme suretiyle Mevlâ’ya vasıl olunacağını<br />
ve bu engelin aşılması gereken önemli bir<br />
engel olduğunu belirtmiştir.<br />
Hulusî Efendi ve Vahdet Anlayışı<br />
Bu silsilenin son halkası olan Darendeli Hulûsi<br />
Efendi de<br />
Bu âlem-i kesretde gizli halvete erip<br />
Vahdet ile bir olup ol bî-nisân olaydı.<br />
Görünen ol, gören ol, aralıkta kimse yok.<br />
Yokluk ilinde varlık, cümle canan olaydı 8<br />
dizeleri ile üstatları ile aynı olan kanaatini dile<br />
getirmiştir. O, açık bir şekilde her şeyde Allahu<br />
Teâlâ’nın görüldüğünü O’ndan başka bir şeyin<br />
gerçek anlamda var olmadığını ve var olmak için<br />
yok olmak gerektiğini kendine has üslubu ile dile<br />
getirmiştir. Ardından;<br />
Kim daldı vahdet bahrına, ere hakîkat şehrine.<br />
Yârın muhabbet bezmine, cânını kurbân eyledi 9<br />
ifadeleri ile ancak vahdet denizine dalan kimselerin<br />
yani Hak’tan başka hiçbir şeye varlık izafe etmeyenlerin<br />
hakikat şehrine varabileceklerini belirtmiştir.<br />
Sonuç<br />
Daha birçok söz ve şiirleri ile vahdet anlayışlarını<br />
dile getirmemiz mümkün olan bu gönül insanlarının<br />
vahdet düşüncelerine genel olarak baktığımızda<br />
dünya sevgisini kalpten çıkarıp Allah<br />
sevgisi ile kalbi doldurabilmenin endişesine sahip<br />
olduklarını görürüz. Onlara göre fani olana gönül<br />
“Hulûsi Efendi (k.s.) vahdet<br />
denizine dalan kimselerin<br />
yani Hak’tan başka hiçbir<br />
şeye varlık izafe etmeyenlerin<br />
hakikat şehrine varabileceklerini<br />
belirtmiştir.”<br />
vermek doğru bir davranış değildir. Yine onlara<br />
göre dünya gönülden çıkarılıp Allah sevgisi gönlü<br />
kaplayınca eşyaya, insana ve bütün yaratılmışlara<br />
kişinin bakışı değişecektir. Allah sevgisi ile hareket<br />
eden bir kimse yaratılmışa hizmeti Yaratan’a<br />
hizmet olarak görecek ve bu şuur ile dünya-ahiret<br />
dengesini gözeterek hayatını anlamlı kılmaya<br />
çalışacaktır. Bütün yaratılmışlara ilahi tecellilere<br />
mazhar olması yönüyle bakıp şefkat ve merhamet<br />
penceresinden onları değerlendirecektir. Dolayısıyla<br />
adalet, birlik ve beraberlik, aşk, sevgi ve saygı<br />
gibi birçok değer ve ilerleme aşamalarını hayatında<br />
başarıyla gerçekleştirecektir.<br />
Bu zikredilen hasletlerden dolayı olsa gerek<br />
parçalanmış bir toplumda Mustafa Çorumî’nin<br />
gerçekleştirmeye çalıştığı birlik projesi; Mustafa<br />
Hakî Efendi’nin Tokat Ali Paşa Cami imam-hatipliği<br />
ve Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ndeki birlik-beraberlik<br />
gayretleri; Mustafa Takî Efendi’nin<br />
öğretmenlik ve ilk TBMM’deki mebusluk sürecinde<br />
vatan, millet ve maneviyat uğrunda can verecek<br />
seviyede bir kardeşliği tesis etme çabaları; İsmail<br />
Efendi’nin cami, yol, köprü yapımı ve gönül<br />
kazanmaya yönelik hizmet felsefesini hayata geçirerek<br />
sergilediği birlik-beraberlik heyecanı ve<br />
Hulûsi Efendi’nin kütüphanesi, imam-hatiplik<br />
hizmetleri ve vakıf faaliyetleri çerçevesinde oluşturduğu<br />
birlik ve kardeşlik ruhu varlığın özünde<br />
gördükleri birlik/vahdet fikrinin maddî âlemdeki<br />
karşılığını elde etmeye yönelik faaliyetlere dönüşmüştür.<br />
Onlar, sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü,<br />
sabır, tevazu ve daha birçok güzel ahlak ilkesi ile<br />
varlığın özündeki birliği inanan gönüllere hatırlatarak<br />
tefrika, kargaşa ve ayrılıktan uzak durmanın<br />
önemini anlatmaya çalışmışlardır.<br />
Her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe<br />
ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde varlığın<br />
özünde görülen birliği inanan gönüllerde de görebilmek<br />
ümidi ile…<br />
1 Sadreddin Konevî, en-Nusûs fî tahkîki tavri’l-mahsûs, (Vahdet-i Vücûd ve Esasları),<br />
Çev: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 20<strong>04</strong>, s.7-108.<br />
2 Çorumî 1906, M. Hâkî 1921, M. Takî 1925, İsmail Efendi 1969 ve Hulusî Efendi<br />
1991 yılında vefat ettikleri için ‘yirminci yüzyılda bu silsile içerisinde yer alanların<br />
vahdet fikri’ şeklinde çalışmamızı şekillendirdik.<br />
3 Hamdi Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, Türk Kültüründe İz Bırakan İskilipli<br />
Âlimler Sempozyum Bildirileri, TDV Yay., Ankara 1998, s.409-410; Fatih<br />
Çınar, ‘İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak’ın Tokatlı Üstadı: Mustafa Hâkî Efendi’,<br />
Bir Gönül Eri: İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak, Buruciye Yay., Sivas 2010, s.78.<br />
4 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.262 (Hadis No:2532).<br />
5 Mehmet Fatsa, Tasavvufta Mekkî Kol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2000, s.119.<br />
6 Çınar, Mustafa Hâkî Efendi’, s.93.<br />
7 H. İbrahim Şimşek, ‘İsmail Hakkı Toprak’ın Bazı Tasavvufî Görüşleri’, Bir Gönül<br />
Eri: İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak, Buruciye Yay., Sivas 2010, s.284.<br />
8 Osman Hulusi Ateş, Divan-ı Hulusi-i Dârendevî, haz. Mehmet Akkuş ve Ali Yılmaz,<br />
Nasihat Yayınları, İstanbul 2006, s.290.<br />
9 Ateş, Divan, s.300.<br />
64 Nisan <strong>2013</strong><br />
65<br />
Dipnot
Edebiyat<br />
Vedat Ali TOK<br />
66<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
HİLYE-İ<br />
HÂKÂNÎ<br />
Edebiyatımızda Peygamber Efendimizin<br />
fizikî ve rûhî güzelliklerini anlatan<br />
pek çok eser yazılmıştır. Hilyelerin<br />
mensur ya da manzum olma şartı yoktur. “Yâ<br />
Ali, hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek, beni görmek<br />
gibidir.” mealindeki hadîs, şairlerimiz arasında<br />
revaç bulmuştur. Yazarların ve şairlerin bu<br />
husustaki en büyük kaynakları da Hz. Ali’nin Peygamber<br />
Efendimiz ile ilgili söyledikleri olmuştur.<br />
Türk edebiyatında hilye türünün ilk örneğini<br />
Hâkânî Mehmed Bey (?-1606) vermiştir. “Hilye-i<br />
Hâkânî” diye bilinen eserin tamamı 712 beyittir.<br />
Bu esere daha sonra, çok sayıda nazîre yazılmıştır.<br />
Eser mesnevi şeklinde yazılmış olup, dili ve anlatımı<br />
yalındır. Şair, Peygamber Efendimizin yüzü<br />
ile ilgili hususları dile getiriyor.<br />
1 İttifak itdi bu mânâda ümem<br />
Ezherü’l-levn idi fahr-i âlem<br />
(Bütün ümmet Peygamber Efendimizin yüzünün<br />
aydınlık, parlak olduğu hususunda birleşmiştir.)<br />
2 Yüzünün hâli idi ağı katı<br />
Ruhların sâf idi sâfî sıfatı<br />
(Yüzünün akı lekesiz bembeyazdı, yanakları da<br />
yüzü gibi tertemizdi.)<br />
3 Reng-i rûyu gül ile yek-dil idi<br />
Gül gibi kırmızıya mâ’il idi<br />
(Yüzünün rengi gül rengiydi. Yani gül gibi kırmızıya<br />
çalıyordu.)<br />
4 Kaplamışdı yüzünü nûr-ı sürûr<br />
Sûre-i nûr idi yâ matla’-ı nûr<br />
(Onun yüzünü sevinç nûru kaplamıştı. Çünkü<br />
o yüz yâ Nûr Sûresi, ya da güneşin doğuş yeriydi.)<br />
Bu beyitte Peygamber Efendimizin yüzünün<br />
parlaklığına temas edilirken aynı zamanda Nûr<br />
Sûresine de telmihte bulunuluyor ki Peygamberi-<br />
mizin yüzü daima Nûr Sûresine teşbih edilir. Saçları<br />
ise siyahlığından dolayı “Velleyl” ile tarif edilir.<br />
5 Mushaf-ı hüsn idi ol vech-i cemîl<br />
Hatt-ı ruhsâresi nass-ı tenzîl<br />
(O gül yüz, güzellik mushafıydı, yanağındaki<br />
yazıyı andıran tüyler, indirilen Kur’ân’ın gerçek<br />
deliliydi.)<br />
Burada Peygamber Efendimizin yüzü Kur’an<br />
sayfasına, yüzündeki tüyler ise yazılara (âyetlere)<br />
benzetiliyor. “Hat” kelimesi hem yazı hem de yüzdeki<br />
tüyler anlamındadır. Şair bu kelimeyi tevriyeli<br />
olarak kullanıyor.<br />
6 Gün yüzünden utanıp âb-ı hayât<br />
Meskenin etdi verâ-yı zulumât<br />
(Ölümsüzlük suyu, güneş gibi parlayan yüzünden<br />
utandığı için karanlıklar ötesinde yerleşti.)<br />
Bu beyitte “âb-ı hayât” (ölümsüzlük suyu)<br />
mazmununa işarette bulunuluyor. Âb-ı hayât, efsaneye<br />
göre karanlıklar ülkesinde bir yerdedir.<br />
Şair bu durumu bildiği halde, âb-ı hayatın karanlıklar<br />
ötesinde bulunma sebebini, suyun Peygamber<br />
Efendimizin parlak yüzünü görüp, kendi parlaklığından<br />
utanmasına bağlıyor, böylece hüsn-i<br />
talil sanatı yapıyor.<br />
7 Vech-i berrâkının ashâb-ı safâ<br />
Humreti gâlib idi der hattâ<br />
(Ashap, Peygamber Efendimizin aydınlık yüzünün<br />
biraz fazlaca kırmızı olduğunu söylerdi.)<br />
8 Gökde olmuşdu o rûy-ı rengîn<br />
Şem’-i cem’-i harem-i illiyyîn<br />
(O parlak yüz, gökte gizli ve mukaddes yerlere<br />
ait toplantıların mumuydu.)<br />
Şair, Peygamber Efendimizin yüzünün parlaklığını<br />
güneşe benzetmektedir.<br />
67
9 Ana vermişdi kemâl-i zî<strong>net</strong><br />
Kâtib-i çehre-guşâ-yı fıtrat<br />
(O’na, yaratılış çehresine şekil veren Kâtib,<br />
bütün güzelliği vermişti.)<br />
10 Arak-âlûd olıcak ol sultân<br />
Gül-i pür jâleye benzerdi hemân<br />
(O sultan tere bulanınca üzerine çiğ düşmüş<br />
güle benzer.)<br />
Peygamber Efendimizin terlerinin gül gibi<br />
kokmasına telmihte bulunulurken, ayrıca güzel<br />
bir tasvirde de bulunuyor.<br />
11 Hem demişler dürür eşrâf elhâk<br />
Ârız-pâk arak-nâk olıcak<br />
(Ayrıca, büyükler, “Doğrusu temiz yanağı terleyince,)<br />
12 Dâne-i dürr gibi rûyında teri<br />
Hoş-nümâ eyler idi ol güheri<br />
(Yüzünde inci tanesi gibi duran ter, o cevheri<br />
güzelleştirir” derler.)<br />
13 Şem’-i ruhsârı dönerdi mâha<br />
İki kandîl idi arş-ı ilâha<br />
(Yanaklarının mumu aya benzerdi ve sanki<br />
kutsal arş’ın iki mumuydu.)<br />
14 Itr-ı hûbıyla pür olurdu meşâm<br />
Bûy-ı misk idi yâhûd anber-fâm<br />
(Burunlar, onun amber veya misk kokusunu<br />
andıran güzel kokusuyla dolardı.)<br />
15 Terlese ol gül-i gülzâr-ı sürûr<br />
Cûş ederdi sanasın kulzüm-i nûr<br />
(O mutluluk bahçesinin gülü terlediği zaman,<br />
nûr denizi dalgalandı sanırsın.)<br />
16 Nitekim şu’le-i şem’-i hâver<br />
Berk ururdu ruh-ı pâkinde o ter<br />
(Nitekim gün doğusu mumunun ışığı olan o<br />
tertemiz yanağında şimşek gibi parlardı.)<br />
17 Olup envâr-ı ruhı iki alev<br />
Der ü dîvâra salardı pertev<br />
(İki aleve benzeyen iki parlak yanağı her yanı<br />
aydınlatırdı.)<br />
18 Berg-i gül gibi o rûy-ı nîgû<br />
Terlediğince olurdu hoş-bû<br />
(O güzel yüz, gül yaprağı gibi terledikçe daha<br />
hoş kokular saçardı.)<br />
19 Gördü Kevser arak-ı gül-bûyın<br />
Nice akmasın ağzı suyın<br />
(Cen<strong>net</strong>teki Kevser ırmağı onun gül kokan terini<br />
gördü, nasıl ağzının suyunu akıtmasın.)<br />
20 Dahî sîmâ-yı şerîfinde anun<br />
Bilinürdi garazı ol cânun<br />
(Ayrıca onun şerefli yüzünde, niyetinin ne olduğu<br />
sezilirdi.)<br />
21 Nûr idi âyine-i vech-i Nebî<br />
Zâhir olurdu rızâ vü gazabı<br />
(Peygamber Efendimizin yüzünün aynası<br />
nûrdu; onda rızâ ve gazap açıkça görünürdü. (Kalbinde<br />
olan yüzüne yansırdı.))<br />
22 Kendi nefsi içün ol pâk-neseb<br />
Etmedi kimseye ömründe gazab<br />
(O soyu temiz, kendisi için ömrü boyunca kimseye<br />
gazap etmedi.)<br />
23 Olmadı hergiz o la’l-i nâ-yâb<br />
Hiç kimseyle cihânda şeker-âb<br />
(O, eşsiz yâkut dudaklı, dünyada kimse ile kırgın<br />
olmadı.)<br />
DURUP O’NA DÖNMELİYİM<br />
Arif bir temennayla selama dursun cismim<br />
Arza değsin başım, araza sığsın sesim<br />
Göğsümde birleştirip avuçlarımı<br />
Güzel huylu, tatlı dilli olmak ne iyi<br />
Yine de en güzeli kendi dilimden dinlemek<br />
O nebevi türküyü<br />
Baksana âlem hakikat dönüyor<br />
Döndükçe bu âlem, eşya kanıyor<br />
“Sus!” dedi bana Tebrizli bir münzevi<br />
“Derdinin dermanı daha çok lâle yakın değil mi?”<br />
Yıpratılmış bir hazan<br />
Göz istemez açılmayı bazen<br />
Bir sancı harelenir<br />
Yüreğinde sudan da ince<br />
Oysa şahitlik lazım feleklerin<br />
Kaygısız raks edişine<br />
Kordan kadeh kırıldı çoktan<br />
Badesi zemine yâr oldu belli<br />
Bir yanı toprağın altında<br />
Bir parçası üstünde sözün<br />
Kırılgan, kımıltısız ve sitemli<br />
Her gelin gidecek<br />
Her düğün kalacak bir gün<br />
Ağlamak gereksiz<br />
Bilirim bu da geçer<br />
Bir çift yıldız müjde verir<br />
Ne zaman kalsam naçar<br />
Aklımın zümrütten sahilinde<br />
“Subhanallah” diyen yanım<br />
Durup yalnız O’na dönmeliyim<br />
Hatice EĞİLMEZ KAYA<br />
68 Nisan <strong>2013</strong><br />
69
Tarih<br />
Resul KESENCELİ<br />
SULTAN<br />
ABDÜLAZİZ<br />
70<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Sultan Abdülaziz,<br />
1861 yılında 32. Osmanlı<br />
Padişahı olarak<br />
tahta çıktığında henüz 31 yaşındaydı.<br />
Şehzadelik yıllarında,<br />
mütevazı bir hayat tarzı benimseyeceğini,<br />
israfa karşı politikalar<br />
uygulayacağını söyleyip insanların<br />
takdirini toplamış ve<br />
nitekim sözlerinde de durmuştur.<br />
Nihayetinde Sultan Abdülaziz<br />
hem mâlî açıdan Avrupa’ya<br />
karşı borç içinde bir Osmanlı<br />
Devleti teslim almış, hem de saltanat<br />
hususunda sorunları beraberinde<br />
getiren yeni bir dönemi<br />
yö<strong>net</strong>mek durumunda tahta<br />
oturmuştur.<br />
Sultan Abdülaziz’in<br />
Avrupa Seyahati<br />
Sultan Abdülaziz, Avrupa’yı<br />
sadece seyahat ve ikili ilişkiler<br />
kurmak amacıyla ziyaret<br />
eden ilk Osmanlı padişahıdır.<br />
Seyahat 46 gün sürmüştür.<br />
İlk davet Fransa İmparatoru<br />
III. Napolyon’dan, onur konuğu<br />
sıfatıyla gelmiş, daha sonra<br />
İngiltere Kraliçesinin daveti<br />
bunu takip etmiştir. 1 Elli altı kişiden<br />
oluşan bir heyet şeklinde<br />
Avrupa’ya seyahat etmişlerdir.<br />
Bu seyahat Osmanlı Devleti’nde<br />
bir ilk ve son olmuştur. Bu gezi<br />
<strong>net</strong>icesinde birçok yenilik ve<br />
ilerlemeye öncülük edecek fikirler<br />
edinilmiştir. Bir Osmanlı padişahı<br />
olarak Avrupa’ya seyahat<br />
davetinden sonra Sultan Abdülaziz<br />
bu davete olan cevabı vermekteki<br />
zorluğunu Başmabeyin-<br />
cisi Mehmet Bey’e şöyle aktarır:<br />
“Zaman zaman ne isterdim, bilir<br />
misin? Ya Kapalıçarşı’da, ya<br />
Asma altında küçük bir dükkân<br />
olan esnaf, ya bir zanaatkâr olayım,<br />
sabah evimden çıkayım,<br />
işime geleyim, akşam Allah ne<br />
verdi ise onunla çoluk çocuğumun<br />
nafakasını alayım… Şu Ali<br />
ile Fuad ille de Frengistan’a gitmeli<br />
derlerken de ne isterdim<br />
bilir misin? Cebinde harçlığı<br />
olan hali vakti yerinde unvansız,<br />
makamsız kişi olarak Avrupa’ya<br />
gitmek… Ben de istemez miyim<br />
oraları görmek? Amma gel gelelim,<br />
bu koskoca ülkenin padişahısın,<br />
cümle âlemin gözleri<br />
senin üzerinde… Neylersin ki<br />
bu tac u tahtın da esareti var…” 2<br />
Ayrıca Sultan Abdülaziz 3 Nisan<br />
1863 senesinde Mısır’a, Yavuz<br />
Sultan Selim’den sonra ayak basan<br />
ilk Osmanoğlu olarak tarihe<br />
geçmiştir. Bu ziyaret esnasında<br />
at üzerinde Kahire’yi gezen padişaha<br />
halk yoğun şekilde sevgi<br />
gösterilerinde bulunmuştur. 3<br />
Sultan Abdülaziz’in<br />
Katline Doğru<br />
Osmanlı Devleti Batı’ya karşı<br />
imajını yenilemiş, donanmasını<br />
güçlendirmiş yeniden cihan<br />
devleti olma yolunda ilerlerken<br />
içeriden ve dışarıdan müdahalelerle<br />
tekrar boyunduruk altına<br />
alınmak istenmiştir. Bu sürece<br />
giden yolda devlet bürokrasisi<br />
ve sıkıntılı siyasî yapı 1871 senesinde<br />
sadrazam Ali Paşa’nın vefatıyla<br />
başlamıştır. Maalesef bu<br />
kadar büyük bir cihan devletinin<br />
yö<strong>net</strong>ilmesi kolay değildi. Güçlenen<br />
Osmanlı Devleti içerde, yetkileri<br />
Tanzimat’la birlikte artan<br />
hırslı ve kötü niyetli bürokrat<br />
ve paşaların ortaya çıkması ile<br />
padişahın otorite boşluğundan<br />
faydalanarak har vurup harman<br />
savurmuşular, dışarıda ise güçlenen<br />
Osmanlı’nın artan düşmanları,<br />
bu paşaları kullanarak<br />
doğrudan ya da dolaylı müdahaleleriyle<br />
Osmanlı Devleti’nin<br />
eski günlerine dönmesine müsaade<br />
etmemişlerdir. 1876 darbesi<br />
ve Sultan Abdülaziz’in katline<br />
giden yolda ülkedeki siyasî<br />
istikrarsızlık ana sebeplerden<br />
biriydi. 1871 senesinden sonra,<br />
yani 11 sene içinde1882’ye kadar<br />
tam 24 hükümet değişmiş<br />
durumdaydı. 4 Padişah üzerinde<br />
çok önemli bir etkisi olan Tanzimat<br />
hükümetlerinin bu denli istikrarsız<br />
ve farklı oyunlar içinde<br />
olması Osmanlı Devleti’nin<br />
sonunu getiren bu elem verici<br />
hadiseye 1876 askerî darbesi ve<br />
Sultan Abdülaziz’in öldürülmesine<br />
giden acı olay zemin hazırlamıştır.<br />
Bu siyasî istikrarsızlıklara<br />
ek olarak isyanların çıkması<br />
Osmanlı’yı zor duruma düşürmüştür.<br />
Karadağ isyanı,<br />
Sırp isyanı, Eflak-Boğdan olayları,<br />
Bosna Hersek isyanı, Bulgar<br />
isyanı, Girit isyanı, Yemen<br />
isyanı, Lübnan olayları ve Mısır’daki<br />
veraset sorunu Osmanlı<br />
Devleti’nde bazı iç karışıklıklara<br />
ve otorite kaybına yol açmıştır.<br />
71
Özellikle Mısır’daki veraset sorunu<br />
Osmanlı Devleti’nde padişahın<br />
otoritesini sarsan önemli<br />
bir olaydır. 1863 senesinde<br />
Yavuz Sultan Selim’den sonra<br />
Mısır topraklarına ayak basan<br />
ilk Osmanoğlu olan Sultan<br />
Abdülaziz’in tek amacı Mısır’a<br />
sahip çıkmak ve merkeze olan<br />
bağlılığını güçlendirmekti. Oysaki<br />
1867 senesinde Mısır valiliği<br />
babadan oğula geçerek, Mısır<br />
valilerine “Hıdiv” unvanı verilmiş,<br />
Mısır Hıdivleri iç işlerinde<br />
tam yetkiye kavuşmuştur. Bu<br />
olay çok derin bir otorite yıkımına<br />
neden olmuştur. 5<br />
72<br />
1876 Darbesi<br />
Gerçekleşiyor<br />
Darbe 31 Mayıs 1876 tarihinde<br />
yapılacaktı. Veliaht Murad<br />
askerin gelip kendisini dışarı<br />
çıkarmasını emretti. Darbe<br />
başarı kazanmazsa, amcasına<br />
karşı masum olduğunu iddia<br />
edecekti. Ancak Süleyman<br />
Paşa’nın Hüseyin Avni Paşa ile<br />
görüşmesi <strong>net</strong>icesinde darbenin<br />
bir gün öncesine, 30 Mayıs sabahına<br />
alınması, veliahda haber<br />
verilmedi. Hüseyin Avni, Midhat<br />
ve Rüşdü Paşalarla Hayrullah<br />
Efendi, darbenin öğle vakti<br />
yapılmasında çok ısrar ettiler.<br />
Çünkü o sırada dördü de kabine<br />
toplantısında, Bab-ı Ali’de bulunacaklardı.<br />
Darbe başarılamadığı<br />
takdirde, suçu Süleyman Paşa<br />
ile Harbiye öğrencilerinin üzerine<br />
atıp kendi şahıslarını sigortalamak<br />
istiyorlardı. Süleyman<br />
Paşa ise eylemin sabaha karşı<br />
gerçekleştirilmesi gerektiğini<br />
bildirdi. 300 harbiye talebesi ve<br />
Türkçe bilmeyip İstanbul’a yeni<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
gelen Suriyeli Arap bölükleri<br />
ile Dolmabahçe Sarayına geldi.<br />
Bunlara, düşmanlara karşı padişahı<br />
korumak için sarayın muhasara<br />
edileceği söylenmişti. 6<br />
Nitekim darbe gerçekleşmiş<br />
ve Sultan Abdülaziz tahtından<br />
indirilmişti. Daha sarayda iken<br />
Sultan Murad’ın cülus toplarının<br />
seslerini işitmiş ve kaderine razı<br />
olarak darbeyi bizzat gerçekleştiren<br />
Süleyman Paşa’ya refakat<br />
ederek kayıklara binmeye doğru<br />
yol almıştır. 30Mayıs 1876<br />
yılında gerçekleştirilen bu darbe<br />
şeyhülislâmın fetvası ile halka<br />
duyurulacak ve yeni padişah<br />
ilan edilecekti. Bu nokta da Şeyhülislam<br />
Hayrullah Efendi’nin<br />
bu darbedeki önemi artmaktadır.<br />
Hayrullah Efendi ise istenilen<br />
fetvayı yayımlar. 7<br />
“Halife olan kişi, deli ve politikadan<br />
anlamaz olup, devlet hazinesini<br />
milletin takat ve tahammül<br />
edemeyeceği mertebede<br />
şahsî masraflarına sarf etmekle,<br />
din ve dünya işlerini karıştırmakla<br />
yani dinden sapmakla<br />
makamında kalmış olsa, tahttan<br />
indirilmesi lazım olur mu?<br />
Cenab-ı Hak bilir ki, olur.”<br />
Fetvada belirtildiği gibi bir<br />
padişahın tahttan indirilmesi<br />
için bir padişahın hem aklen,<br />
hem de dinen kusurlu olması<br />
gerekir. Halk üzerinde bu sözlerin<br />
tesiri çok büyüktür. Bu fetvayı<br />
yazması için önce Peygamber<br />
Efendimiz ’in torunlarından<br />
Şerif Abdülmuttalib Efendi ile<br />
irtibata geçildi. Ancak Abdülmuttalib<br />
Efendi buna rıza göstermedi.<br />
Sultan Abdülaziz<br />
Cinayeti<br />
Abdülaziz’in Topkapı<br />
Sarayı’ndan Feriye Sarayı’na taşınışının<br />
ikinci günü (4 Haziran<br />
1876) Osmanlı tarihinin en<br />
acı vakalarından biri yaşandı.<br />
O sabah Abdülaziz abdest alarak<br />
sabah namazına durmak<br />
amacıyla odasından dışarı çıktı.<br />
Daha sonra sarayda görevli Fahri<br />
Bey ile karşılaşıp selamlaştıktan<br />
sonra odasına dönüp sakalını<br />
düzeltmek için bir ayna ve<br />
makas istediğini iletti. Saraydaki<br />
diğer nöbetçiler eski Sultanı<br />
kontrol ettikten sonra durumu<br />
Valide Sultan’a bildirdiler. Valide<br />
Sultan durumu kendi gözleri<br />
ile görmek için Abdülaziz’in yanına<br />
giderken kapının içeriden<br />
kitlendiğini gördü. Ayrıca içeriden<br />
de birtakım iniltiler işittiler.<br />
Kapı kırılıp içeri girildiğinde<br />
manzara gerçekten feciydi. Abdülaziz<br />
kolu sıvalı, başı açık olarak<br />
odanın yan minderi üzerinde<br />
yan tarafına yatmıştı. İki bileklerinden<br />
de kanlar fışkırıyor ve<br />
son nefesini vermek üzereydi.<br />
Yanı başında rahlenin üzerinde<br />
sayfası açık biçimde Kur’an-ı<br />
Kerim duruyordu. Durumu haber<br />
alan Hüseyin Avni Paşa kayığına<br />
atlayarak 20 dakika gibi<br />
bir sürede olay yerine ulaşır ve<br />
Sultan Abdülaziz’in cansız bedenini<br />
olay yerinden uzaklaştırır.<br />
Cenazenin otopsisi yapılması<br />
için Dr. Marko Paşa olay<br />
yerine gelen ilk doktorlardandır.<br />
Detaylı bir inceleme yapılmadan<br />
Hüseyin Avni Paşa’nın<br />
isteği doğrultusunda bir rapor<br />
hazırlanır. Raporda imzası olan<br />
19 doktordan yalnızca bir kaçı<br />
Abdülaziz’in kesik bileklerini inceleme<br />
fırsatı bulduğu söylenebilir.<br />
Cenazeyi görmeden rapora<br />
imza atmayan bazı doktorların,<br />
Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından<br />
rütbelerinin söküldüğü<br />
belgelerle sabittir. Rapor birçok<br />
açıdan yanlışlıklarla dolu olmasına<br />
rağmen, kesinlik belirten<br />
bir intihar vakası olduğuna<br />
dair bir cümle de yer almamıştır.<br />
Birçok adlî tıp uzmanı bir kişinin<br />
iki bileğini kesme ihtimalinin<br />
olmadığı görüşünde<br />
birleşmiştir.<br />
II. Abdülhamid döneminde<br />
kurulan Yıldız Mahkemesi<br />
sorgularında ve sonuçlarında<br />
bu vakanın intihar vakası olmadığı,<br />
aksine bizzat cinayet<br />
olduğu ispatlanmıştır. Feriye<br />
Sarayı’nda göreve başlayan<br />
üç bahçıvan Cezayirli Mustafa<br />
Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan<br />
Mustafa Çavuş ve Boyabatlı<br />
Hacı Mehmet Pehlivan<br />
Çavuş; Hüseyin Avni Paşa tarafından<br />
görevlendirilmişler<br />
ve Sultan Abdülaziz’in katilleri<br />
olduğu mahkeme kararlarıyla<br />
sabitlenmiştir. Sultan<br />
Abdülaziz’in çıplak bedenini görebilen<br />
Sultan Ahmet Camii vaizi<br />
ve başimamı Ömer Efendi’dir.<br />
Ömer Efendi padişahın cenazesini<br />
yıkamış ve Abdülaziz’in kalbi<br />
üzerinde mor ve büyük bir<br />
leke olduğunu yeminle beyan<br />
etmiştir. Mahkemede teşhir edilen<br />
padişahın hırkasının kalbin<br />
üzerine isabet eden kısmındaki<br />
delik ise meseleyi daha da ciddi<br />
bir konuma getirmiştir. İşte bu<br />
ifade olayın cinayet olduğu şüphesini<br />
daha da kuvvetlendirmiştir.<br />
Olayın bir intihar değil cina-<br />
yet olduğunun anlaşılması ise II.<br />
Abdülhamid döneminde kurulan<br />
Yıldız Mahkemesi sonucunda<br />
ortaya çıkacaktır. 8<br />
İntikamın Alınması<br />
Sultan Abdülaziz ve ailesi<br />
saraydan kayıklarla Topkapı<br />
Sarayı’na götürülürken padişahın<br />
hanımlarından Neş’erek Kadın<br />
Efendi’nin omzundaki şal da çe-<br />
kilmiş ve geri verilmemişti. Sağanak<br />
yağmurlu bir havada bu muameleye<br />
maruz kalan Neş’erek<br />
Kadın Efendi, daha sonra rahatsızlanarak<br />
Abdülaziz’den bir<br />
hafta sonra vefat etmiştir. Sultan<br />
Abdülaziz’in tahttan indirilmesi,<br />
ardından katledilmesi ve<br />
Neş’erek Kadın Efendi’nin vefatı<br />
dönülmez intikam hislerinin<br />
oluşmasına neden olmuştu.<br />
İntikam fikrindeki kimse<br />
Abdülaziz’in kayın biraderi olan<br />
Neş’erek Sultan’ın kardeşi Çerkez<br />
Hasan Bey’dir. Bu olaylara<br />
sebep olan darbeci paşalar ve diğer<br />
askerlere karşı intikam duygusuyla<br />
15 Haziran 1876 günü<br />
Mithat Paşa’nın konağını basmaya<br />
karar verir. Konakta toplantı<br />
yapılmaktadır. Toplantıya<br />
Mithat Paşa başta olmak üzere<br />
toplam 13 kişi katılmıştı. Konağa<br />
silahla baskın yapan Çerkez<br />
Hasan, Hüseyin Avni Paşa<br />
ve Raşid Paşa olmak üzere 5 kişiyi<br />
öldürmüş 10 a yakın kişiyi<br />
de yaralamıştır. Kendisi<br />
ise 17 Haziran 1876 günü<br />
sabah namazından sonra<br />
Bayezid Meydanındaki<br />
Serasker Kapısı’nın önündeki<br />
dut ağacına asılarak<br />
idam edilmiştir. Cesedi iki<br />
gün teşhir edildikten sonra<br />
Edirnekapı Mezarlığına<br />
defnedilmiştir. Korkusuzca<br />
hareket etmiş, hunharca<br />
öldürülen kayınbiraderi,<br />
Abdulaziz Han’ın öcünü almış<br />
sonra da direnmeyerek<br />
teslim olup idam edilmiştir.<br />
Abdülhamid Han tahta<br />
geçince Çerkez Hasan’a<br />
bir mezar yaptırıp kitabesini<br />
yazdırmıştır. 9<br />
Dipnot<br />
1 Nejdet Gök, Mütercim Halim Efendi’nin Notları<br />
Çerçevesinde Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati<br />
ve Sonuçları, Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar<br />
Dergisi, 2012, S, 7<br />
2 Cemal Kutay, Avrupa’da Sultan Aziz, Şile Matbaası,<br />
İstanbul 1970.<br />
3 Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.7, Ötüken<br />
Yayınevi, İstanbul 1978.<br />
4 Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, Babıali<br />
Kültür Yay. , İstanbul 2010.<br />
5 Abdullah Özkan, Osmanlı Tarihi, Boyut Yay. ,İstanbul<br />
2009.<br />
6 Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, Babıali<br />
Kültür Yay. , İstanbul 2010.<br />
7 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Sultan Abdülaziz<br />
Vak’asına Dair Vakanüvüs Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi,<br />
C.LI, 1943.<br />
8 Ramazan Balcı, Beyaz Atlının Ölümü Sultan Abdülaziz,<br />
Nesil Yay., İstanbul 2007.<br />
9 Aziz Üstel, Abdulaziz Han’ın Öcünü Alan Çerkez<br />
Hasan Bey, Tımeturk, 31 Mayıs 2012.<br />
73
Kitap<br />
Muharrem AKIN<br />
ASHAB-I BEDİR<br />
Nasihat Yayınları<br />
<strong>2013</strong>’ün ilk<br />
ayında yeni bir yayını okurlarıyla<br />
buluşturdu: Ashab-ı<br />
Bedir’in İsimleri ve Fazileti.<br />
Eseri yayına hazırlayanlar<br />
Prof. Dr. Ünal Kılıç ve Hattat<br />
Cafer Kelkit.<br />
Kitap, Takdim yazısıyla<br />
başlıyor. Sonraki bölümlerin<br />
başlıkları şöyle:<br />
Bedir Gazvesi’nin<br />
Önemi ve Ashab-ı<br />
Bedir’in ISBN: 978-9944-774-27-7 Fazileti<br />
Bedir Ashabını Anmanın<br />
Fazileti<br />
Ashab-ı Bedir’in İsimleri (Latin Alfabesi ile)<br />
Ashab-ı Bedir’in İsimleri (Arap Alfabesi ile)<br />
Takdim yazısında şöyle deniyor:<br />
74<br />
“Bedir Gazası’na katılan sahabelerin esrarı, isimlerini okumanın<br />
faziletleri hakkında bu güne kadar birçok müstakil eser ve çeşitli<br />
yazılar kaleme alınmıştır.”<br />
9 789944 774277<br />
Ay yüzlü Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Ashab-ı Bedir’inİsimleri ve Fazileti<br />
Ashab-ı Bedir’in<br />
İsimleri ve Fazileti<br />
Prof. Dr. Ünal KILIÇ Hattat Cafer KELKİT<br />
Mekke’den Medine’ye hicret<br />
ettiğinde Medineli çocuklar<br />
ve gençler “Taleal<br />
bedru aleyna /Ay doğdu<br />
üzerimize” nidalarıyla onu<br />
karışlamışlardı. Hicret;<br />
Allah’a ortak koşanlara<br />
karşı mü’minlerin açtığı<br />
çetin mücadelenin bir<br />
çıkış hareketi ve zaferidir.<br />
Hicret; İslâm kardeşliğinin<br />
temelinin atıldığı en mükemmel<br />
hadisedir. Hicret<br />
Müslümanların bir araya<br />
gelerek teşkilatlanıp devletleştiği<br />
en önemli harekettir.<br />
Kitabı yayına hazırlayan<br />
yazarlardan Prof. Dr. Ünal<br />
Kılıç Bedir Gazvesi ile ilgili şu görüşlere yer veriyor:<br />
Bedir Gazvesi’ni önemli kılan husus onun<br />
İslâm tarihi açısından adeta bir dönem noktası ol-<br />
masıdır. Aslında barış ve esenlik kökünden<br />
gelen ve savaş yerine barışı asıl olarak<br />
benimseyen İslâmiyet daha çok güler yüz,<br />
güzel söz ve hikmetli söylemlerle kendisini<br />
kabul ettirmiş, ona inananların da temel<br />
özellikleri bu doğrultuda şekillenmiştir.<br />
Aslında son derece sıradan bir savaş<br />
gibidir bu haliyle Bedir Gazvesi. Dolayısıyla<br />
da üzerinde fazla durmaya değmez<br />
gibi görünmektedir. Oysa Bedir Gazvesi ve<br />
bu gazvede Hz. Peygamber (s.a.v.)’le birlikte<br />
mücadele eden Müslümanlar, hem<br />
Kur’ân hem de hadislerde kapsamlı bir<br />
şekilde ele alınmış, Bedir Mücahitleri’nin<br />
sahâbîler arasında ayrıcalıklı bir konumlarının<br />
olduğu ifade edilmiştir.<br />
Hattat Cafer Kelkit de Bedir Gazasına<br />
katılan sahabelerin isimlerini okumanın<br />
faziletleri ilgili şu cümlelere yer veriyor<br />
eserde:<br />
Bedir Gazası’na katılan sahabelerin esrarı,<br />
isimlerini okumanın faziletleri hakkında<br />
bu güne kadar birçok müstakil<br />
eser ve çeşitli yazılar kaleme alınmıştır.<br />
Bu çalışmaların genelinde Bedir ashabının<br />
isimleri anılarak yapılan duaların kabul<br />
olunacağı, bu mübarek isimleri anan<br />
mü’minleri, ilahi rahmetin, bereketin kuşatacağı,<br />
bu isimleri okuyarak hacette bulunanın<br />
dileği mutlaka yerine getirileceği<br />
gibi birçok husus dile getirilmiştir.<br />
Buhari’de Bedir Gazâsı’na katılan sahabelerden<br />
Rifâa b. Râfi ez-Zerkâ (r.a.) şöyle<br />
rivayet etmiştir: “Cebrail (a.s.) Peygamberimiz<br />
(s.a.v.)’e gelerek şöyle demiştir: “Siz<br />
aranızda Bedir Gazâsı’na katılanları nasıl<br />
sayarsınız?” Rasûlullah “Müslümanların<br />
en üstünleri olarak sayarız.” dedi. Cebrail<br />
de: “Biz de Bedir Gazâsı’na katılan melekleri<br />
de öyle kabul ederiz.” dedi.”<br />
Kitapta Bedir Savaşına katılan 319<br />
sahâbinin ismi zikrediliyor. Bu isimler Latin<br />
ve Arap alfabeleri ile ve güzel bir hat ile<br />
yazılmıştır.<br />
Nasihat Yayınları (422) 615 15 54<br />
KİTAPLIK<br />
Anadolu’nun Kalbi<br />
Harakâni<br />
Yavuz Selim Uzgur<br />
Sufi Kitap<br />
Tel: 0212 511 24 24<br />
Açıklamalı Osmanlı<br />
Fetvâları II<br />
H.Necâti Demirtaş<br />
Kubbealtı Yayınları<br />
Tel: 0212 516 23 56<br />
Hacı Bayram ı Veli<br />
Anadolu’yu<br />
Aydınlatan Işık<br />
Abuzer Kalyon<br />
Akçağ Yayınları<br />
Tel: 0312 432 17 98<br />
Dünyaya Bilimi Öğreten<br />
İslam Alimleri<br />
Anne Blanchard,<br />
Emmanuel Cerisier<br />
Kaknüs Yayınları<br />
Tel: 0216 341 08 65<br />
İslam Âlimlerinden<br />
Gençlere Sesleniş<br />
Mehmed Paksu<br />
Nesil Yayınları<br />
Tel: 0212 551 32 25<br />
75
Kültür<br />
Enbiya YILDIRIM*<br />
76<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
ÜMMET<br />
BİLİNCİ<br />
Hz. Peygamber<br />
(s.a.v.) İslâm’ı<br />
tebliğ etmeye<br />
başladığı andan itibaren davet<br />
ettiği kitlelere hitap ederken,<br />
“Ey Araplar” şeklindeki bir<br />
hitap tarzını benimsememiştir.<br />
Bunun yerine, onun seslenme<br />
şekli bütün insanları veya bütün<br />
mü’minleri kuşatıcıdır. Bu<br />
yüzden “ey mü’minler” ve “ey<br />
insanlar” gibi hitap ifadelerini<br />
özellikle kullanırdı. Peygamberimizin<br />
yaşamış olduğu dönemde<br />
davet ettiği kitlenin büyük<br />
kısmının Arap olmasına bakacak<br />
olursak, “ey Araplar” ifadesini<br />
çoğunlukla kullanması gerektiğini<br />
düşünebiliriz ve bunu<br />
belki makul de görebiliriz. Oysa<br />
İslâm, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />
tebliğe başladığı ilk günden itibaren<br />
“evrensel bir din” olduğunu<br />
belirtmiş ve Hz. Allah yanında<br />
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />
kendisi de İslâm’ın evrenselliği<br />
vurgusunu yapmıştır. Şüphesiz<br />
bu gerçek ve diğer hikmetler<br />
Kur’an gibi onun da herkesi<br />
kuşatan bir dil kullanmasına sebebiyet<br />
vermiştir. Çünkü İslâm,<br />
Arapların mahallî bir dini değildi<br />
ve öyle olmadı da. Bu yüzden<br />
de Allah Rasûlü insanlara konuşurken<br />
sanki karşısında her milletten<br />
insan varmış gibi bütün<br />
insanlığı içine alan bir dil kullanırdı.<br />
Vedâ haccındaki şu sözleri bu<br />
yaklaşımın belki de son kez kuvvetli<br />
bir şekilde vurgulanmasıydı:<br />
“Ey insanlar! Dikkat ediniz!<br />
Rabbiniz tektir. Babanız aynıdır.<br />
Arabın Arap olmayana,<br />
Arap olmayanın Araba, kırmızının<br />
siyaha, siyahın kırmızıya<br />
hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz<br />
Allah Teâlâ katında en üstününüz,<br />
ondan en çok korkanınızdır.”<br />
(Müsned, 38/474).<br />
“Sizin şu soyunuz-sopunuz kimseye<br />
üstünlük ve kibir taslamaya<br />
vesile olacak şey değildir.<br />
Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.<br />
Hepiniz bir ölçek içindeki birbirine<br />
eşit buğday taneleri gibisiniz.<br />
Hiç kimsenin kimseye<br />
din ve takva dışında üstünlüğü<br />
yoktur.” (Müsned, 28/548).<br />
Bu hitap tarzı herkesi “kardeşlik”<br />
potasında tek vücut yapmayı<br />
hedefleyen son dinin ne<br />
kadar hassas ve nâzik bir dil kullandığının<br />
da delilidir. Bu yolla<br />
Araplar yanında zenci veya diğer<br />
ırklardan İslâmı benimsemiş<br />
olanlar da İslâm şemsiyesi<br />
altına alınmıştır. Milliyetçilik<br />
özellikle de kabilecilik anlayışının<br />
en üst sınırda olduğu bir<br />
zaman diliminde ve coğrafyada<br />
kuşatıcı bir dil kullanmak<br />
son derece önemlidir ve bu gerçek<br />
İslâm’ın yüceliği hakkında<br />
ipucu vermektedir. Böylece hak<br />
dini benimsemiş olanlarda bir<br />
ümmet ve kardeşlik bilinci oluşturulmaya<br />
çalışılıyor, herkes<br />
İslâm nazarında eşit bir düzlemde<br />
tutulmuş oluyordu.<br />
Burada ashabın büyük<br />
fedakârlığını da göz ardı etmememiz<br />
gerekmektedir. Asabiye-<br />
tin insanların bütün hücrelerine<br />
işlediği bir ortamda bundan<br />
fedakârlık etmek ve İslâm kardeşliğini<br />
öne çıkararak İranlı<br />
da olsa, Afrikalı da olsa İslâm’ı<br />
benimsemiş olan herkesi “ana<br />
baba bir kardeş” gibi görmek<br />
takdir ifadelerinin yetersiz kalacağı<br />
bir civanmertliktir. Bu yüzden<br />
de ashab hem Allah hem de<br />
son elçisi tarafından övülmeyi<br />
fazlasıyla hak etmekteydiler.<br />
Şu bir gerçektir ki: İslâm’ın,<br />
inanan herkesi kucaklayan ve<br />
din potasında kardeş sayan kabulü,<br />
bu dinin Arap coğrafyası<br />
dışında da hızlı bir şekilde yayılmasında<br />
çok etkili olmuştur.<br />
Çünkü aziz dini benimseyecek<br />
olanlar, kendilerinin de birinci<br />
sınıf insanlar olarak kabul göreceklerini<br />
anladıklarından, onu<br />
benimsemekte zorlanmıyorlardı.<br />
Günümüzde de durum aynıdır.<br />
Kur’an’ın ve hadislerin<br />
kullanmış olduğu evrensel dil<br />
İslâm’ın gönül hoşluğuyla kabul<br />
görmesini sağlamaktadır.<br />
Kâbe’nin etrafında dönen her<br />
renkten insan bunun şâhididir.<br />
Çünkü İslâm; sıfatı, konumu ve<br />
ırkı ne olursa olsun, hiç kimseye<br />
ikinci sınıf insan muâmelesi<br />
yapmamakta, “Müslümanım”<br />
demeyi yeterli görmektedir. Düşünsenize<br />
aynı safta çekik gözlükısa<br />
boylu bir Japon, yanında iki<br />
metreye yaklaşan boyuyla simsiyah<br />
bir Afrikalı, onun yanında<br />
sarı saçlı-mavi gözlü bir Avrupalı,<br />
hemen yanında da buğday<br />
tenli bir İranlı. Milletler karması<br />
77
ir araya toplanmış gibi bir durum.<br />
Ve hepsi birden namazın<br />
ardından birbirleriyle tokalaşıp<br />
“tekabbelellâh” diyorlar.<br />
Sözünü ettiğimiz İslâm kardeşliğinin,<br />
bir başka ifadeyle<br />
ümmet bilincinin günümüzde<br />
gönüllerde iyice hissedilebilmesi<br />
için İslâm’ın toplum içinde<br />
derinlikli olarak yaşanmasına,<br />
dinin sosyal hayatta hissedilmesine<br />
ihtiyaç vardır. Bir başka<br />
ifadeyle, toplum içinde insan,<br />
İslâmî havayı teneffüs edebilmelidir.<br />
Bu hava teneffüs edilmediğinde,<br />
insanın yeryüzünde<br />
yaşayan diğer Müslümanlara<br />
bakışında zayıflıklar söz konusu<br />
olabilir. Mü’minleri yaşadığı ülkenin<br />
sınırları içinde yaşayanlarla<br />
sınırlandırabilir, hududun<br />
ötesinde kalanlara karşı hassasiyeti<br />
azalabilir. Hatta onların<br />
çektikleri sıkıntılar ile uğradıkları<br />
zulümler sıradan bir haber<br />
gibi gözünün önünden geçip gidebilir.<br />
Bunun da ötesinde, ülke<br />
dışındaki Müslümanlara yapılan<br />
yardımlar için, “Yurdumuzdakiler<br />
dururken onlara ne diye<br />
yardım ediliyor.” bile denilebilir.<br />
İslâm’ın istediği kardeşlik<br />
anlayışının ve özellikle de<br />
Türkiye’den beklentilerin ne kadar<br />
yüksek olduğu göz ardı edildiği<br />
zaman böylesi isabetsiz sözler<br />
dile getirilebilir.<br />
Bunun yanında, günümüzde<br />
yeryüzüne göz attığımızda, çeşitli<br />
yerlerde Müslümanların zulme<br />
uğradığını görüyoruz. Çile<br />
çekenlere yardım etme, dertleriyle<br />
ilgilenme noktasında günümüz<br />
Müslümanlarının önemli<br />
bir kısmının ne kadar duyarsız<br />
78<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
olduğuna şahidiz. Durum böyle<br />
olmamış olsa, çekilen sıkıntıların<br />
önemli bir kısmının asla gerçekleşmeyeceği<br />
elbette sır değil.<br />
Bunun yanında kendi iç sorunlarıyla<br />
boğuşmakta ve birbirlerini<br />
boğazlamakta olan aynı dünyanın<br />
dışarıya başını uzatıp,<br />
“Diğer kardeşlerimiz ne durumda<br />
acaba?” diyecek halinin kalmadığı<br />
da malumumuz. Çünkü<br />
şu anki haliyle Müslümanların<br />
bir ümmet olduğunu söylemek<br />
neredeyse imkânsızdır.<br />
Söz konusu olumsuzluğu kırmak<br />
için (idarecilerin atabilecekleri<br />
adımlar yanında) farklı<br />
İslâm ülkelerine gitmek, diğer<br />
mü’min kardeşlerle aynı yerlerde<br />
secdeye alnı koymak, kısa süreli<br />
de olsa onlarla birlikte yaşamak<br />
son derece faydalı olur.<br />
Bu yapıldığında Malezyalısından<br />
Afrikalısına varıncaya kadar<br />
her bir Müslümana karşı<br />
kalpte çok farklı bir sevgi oluşur.<br />
Bunun en güzel etkisini hacca<br />
ve umreye giden kardeşlerimizde<br />
görebilmekteyiz. Kutsal<br />
mekânlara giden insanlarımızda<br />
ümmet bilinci zirve yapmakta,<br />
dillerini anlamasalar bile ümmetin<br />
fertlerine karşı derin bir<br />
sevgi kuşanmış olarak memleketlerine<br />
dönmektedirler. Hatta<br />
karşılıklı selamlaşmanın dışında<br />
birbirlerini anlamak için<br />
kullanabilecekleri tek bir cümle<br />
olmamasına rağmen, hactan<br />
veya umreden döndükten sonra<br />
mü’min kardeşleriyle ilgili anlatacak<br />
o kadar çok mâcerâları<br />
olur ki, dinlerken hayret edersiniz.<br />
Gözlerinden yaşlar boşanarak<br />
size karşılaştıkları, sarıldıkları<br />
din kardeşlerinden<br />
bahsederler, sınırları gözünüzün<br />
önünde kaldırırlar. İslâm’ın ümmet<br />
kavramının tecellîsi işte budur<br />
dersiniz.<br />
Ümmet bilinci öyle bir güzelliktir<br />
ki, insana yapacağı ve söyleyeceği<br />
her şeyde çeki düzen<br />
verdirir. Özellikle din alanında<br />
konuşanların, ümmetin vahdaniyetine<br />
ve ortak değerlerine hasar<br />
verdirebilecek konuşmalardan<br />
kaçınmalarını sağlar. Çünkü<br />
yapıp ettikleriyle İslâm coğrafyasında<br />
ortaklaşa icra edilen değerlere<br />
kötülük edebileceğini, vahdeti<br />
zedeleyebileceğini çok iyi<br />
bilir. Bu nedenle de konuşmadan<br />
önce iki kez düşünür. “Önce nefsim”<br />
yerine “önce ümmet” der.<br />
Yeryüzündeki Müslümanları<br />
tekrar bir araya getirecek, Hz.<br />
Peygamber (s.a.v.)’in buyurduğu<br />
üzere bir binanın tuğlaları<br />
misali birbirlerine ke<strong>net</strong>lenecekleri,<br />
vücudun bir yanında<br />
ağrı olduğunda diğer azalar nasıl<br />
bunu paylaşıyorsa aynı şekilde<br />
birbirlerini destekleyecekleri<br />
günlerin özlemi içindeyiz. Bunun<br />
tek yolu mü’minlerin vahdetini<br />
sağlamak ve onları bir<br />
ümmet haline getirmektir. Bu<br />
gerçekleştiği zaman “Müslümanlara<br />
zulüm” yeryüzünden<br />
neredeyse tamamen silinecektir,<br />
bu büyük güçten korkulacak<br />
ve Müslümanlar her zamankinden<br />
daha onurlu yaşayacaklardır.<br />
Çünkü rabbimiz bizi şöyle<br />
tarif etmişti: “Siz, insanların<br />
iyiliği için ortaya çıkarılmış<br />
en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği<br />
emreder, kötülükten meneder<br />
ve Allah’a inanırsınız.” (3/Âl-i<br />
İmrân, 110). *. Prof. Dr.<br />
TOKAT GÜZELLEMESİ<br />
Tokat gönül nikâhım, gördüğüm lâtif düştür<br />
Yeşilırmak misali akasım var Tokat’ım!...<br />
Suretin dudaklardan yansıyan bir gülüştür<br />
Çamlıbel Tepesi’nden bakasım var Tokat’ım!...<br />
Osman Paşa’nın yurdu, kahramanlar yatağı<br />
Molla Hüsrev, Tokadî; âlimlerin otağı<br />
Turhal, Niksar ovası; Akdağ, Dumanlı dağı<br />
Kalbine zafer takı çakasım var Tokat’ım!...<br />
Eşsiz güzelliğinle şaire oldun esin<br />
İçimizi ısıtır o sımsıcak nefesin<br />
Gönlümün dergâhında yankılanıyor sesin<br />
Saçına gonca güller takasım var Tokat’ım!...<br />
Sulusokak Caddesi zamana meydan okur<br />
Genç kızlar tezgâhlarda hayallerini dokur<br />
Hasret yürekte kaynar, kaynar da fokur fokur<br />
Ayrı düşene ağıt yakasım var Tokat’ım!...<br />
Nice gizemler taşır Ballıca Mağarası<br />
Büyülü coğrafyadır Zile-Niksar arası<br />
Oyun havalarıyla silinir yürek pası<br />
Saz çalınca meydana çıkasım var Tokat’ım!...<br />
Ali Paşa Camii mâziyi hâl’e taşır<br />
Uhrevî hissiyatı yürek yürek dolaşır<br />
Sılayı özleyenler bir gün sana ulaşır<br />
Aradaki engeli yıkasım var Tokat’ım!...<br />
Bereketli toprağın kamaştırır gözleri<br />
Gurbete düşenleri yakar hasret sözleri<br />
Mevlevihanende var Mevlâna’nın izleri<br />
Bahçende gül misali kokasım var Tokat’ım!...<br />
M. Nihat MALKOÇ<br />
79
Psikoloji<br />
GAZALÎ’YE GÖRE<br />
KİBİRLİ İNSAN<br />
M. Doğan KARACOŞKUN*<br />
Kibir; büyüklenme, kendini olduğundan<br />
fazla görme ve sahip oldukları<br />
nedeniyle kendini başkalarından<br />
üstün tutma gibi anlamlara gelen bir<br />
kelimedir. İslâm dini kibri günah olarak görür ve<br />
yasaklar. Genellikle kibirle birlikte anılan bir diğer<br />
ifade de ucb yani kendini beğenmedir. Çoğunlukla<br />
ortak veya benzer duygulara karşılık gelen<br />
bu iki kavram birbirinin eşanlamlısı olmayıp, belki<br />
tamamlayıcısı gibi görülebilir.<br />
80<br />
Din psikolojisinin öncüsü diyebileceğimiz<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Gazâlî, çalışmalarında insanın olumlu ve olumsuz<br />
pek çok karakter özellikleri, tutum ve davranışlarına<br />
geniş yer ayırmıştır. Bu bağlamda ele aldığı<br />
konular arasında kibir ve kendini beğenme<br />
de çalışmalarında önemli bir yer işgal eder. O, birçok<br />
çalışmasında bu kavramların insan psikolojisi<br />
üzerindeki etkilerini ve psikososyal açılardan algı<br />
ve işlev farklılıklarını ortaya koyma gayretinde olmuştur.<br />
Gazâlî, öncelikle ve temelde kibri, Allah’a düşmanlık<br />
yapmak olarak yorumlar. Çünkü büyüklük<br />
yalnızca Allah’a ait olup, âciz olan insanın büyüklenmesi<br />
Allah’a karşı düşmanlık anlamına gelir.<br />
Gazâlî, aynı zamanda kibir ve kendini beğenme<br />
yaşantılarına psikolojik yorumlarda bulunur. Ona<br />
göre kibir ve kendini beğenme, insandaki erdemleri<br />
yok eder ve onu olumsuz karakter ve yaşantılara<br />
sürükler. Çünkü kibir ve kendini beğenmeyi<br />
kişiliğinin bir parçası haline getiren kimseler, aynı<br />
zamanda bunlarla erdemli yaşantılara set çekmiş<br />
olurlar. Gazâlî, bu anlamda kibir ve kendini beğenmeyi,<br />
olumlu karakter özellikleri ve davranışlara<br />
yönelmeyi engelleyici bir perde olarak görür.<br />
Bu perde, dışarıdan gelecek her türlü olumlu eğitim<br />
ve öğütlere karşı kişiyi duyarsız kılar.<br />
Kibrin Davranışlara<br />
Yansıyan Yönü<br />
Gazâlî kibrin iki yönü olduğuna dikkat çeker.<br />
Birincisi, bâtınî kibir olup, kişilikte veya nefste<br />
söz konusudur. Diğeri ise, tutum ve davranışlarla<br />
görünen zâhiri kibirdir. Yani kibrin davranışlara<br />
yansıyan yönüdür. Gazâlî, konuyu tutum oluşumu<br />
süreçlerine benzer bir şekilde açıklar. Ona göre<br />
görünen davranışlar, içsel süreçlerin sonucudur.<br />
Yani kibirli davranışlara sahip olan bir insanın,<br />
bu tutumunun gerisindeki bilişsel ve duygusal süreçler<br />
ile davranış eğilimleri asıl güdüleyicilerdir.<br />
Kendini başkalarından üstün görme isteği içindeki<br />
bir insan, kibirli tutum sahibi olup, ona uygun<br />
davranışlar sergiler.<br />
Gazâlî, kibir ve kendini beğenme ifadelerinin<br />
sosyopsikolojik işlevlerine dikkat çeker. Ona göre<br />
kibir, insanlar arası ilişkilerde söz konusu olur.<br />
Bir insanın başkalarıyla kendini karılaştırarak onlardan<br />
üstün olduğunu düşünmesi veya öyle davranması<br />
durumunda kibirden söz edilebilir. Oysa<br />
kendini beğenme, insan bir başına olduğunda da<br />
mümkün olabilir. Gazâlî, kibrin işlevsel olabilmesi<br />
veya kibirden söz edebilmek için üç şeyin birleşmesi<br />
ve bir araya gelmesi gerektiğini belirtir.<br />
İlk olarak bireyin kendine bir konum belirlemesi<br />
gerekir. Daha sonra başkaları için de konum belirlemesi<br />
gerekecektir. Yani hem kendisi, hem de<br />
başkaları için belirlenmiş mevki yahut konumlara<br />
ihtiyaç vardır. İşte kibir davranışı için bu ikisinin<br />
bireyde olması yanında, bunlar arasında karşılaştırmaya<br />
da gerek olacaktır. Yapılacak karşılaştırma<br />
yahut mukayese sonucunda kendini başkalarından<br />
üstün görme kanaatiyle birlikte kibir<br />
karakteri, kişilikte belirir. Böylece tutum ve davranışlar<br />
üzerinde etkide bulunarak, başkalarınca<br />
da kibirli insan nitelemesi yapılabilecektir.<br />
Kendini Beğenen Kimse<br />
Kibirli olmak, kendini beğenme ile birebir aynı<br />
şey değil, ama ilgili bir yaşantı olarak görülebilir.<br />
Nitekim az önceki açıklamalarda görüldüğü gibi,<br />
kibirde bir mukayese gerekirken, kendini beğenme<br />
daha çok kişinin kendi iç dünyasında yaşanan<br />
bir süreçtir. En azından kişinin oluşumu itibarıyla<br />
kendi iç dünyasıyla ilgili bir yaşantı olarak gözükmektedir.<br />
Gazâlî’ye göre, kendini beğenen kimse,<br />
sahip olduğu mal-mülk, ilim, para, ahlak vb. ne<br />
tür özellikler varsa, bunların Allah’ın lütfu olduğunu<br />
unutup kendine mal edendir. Hatta bu çerçevede<br />
kendini beğenen kimseler, her şeyi kendilerinden<br />
bilip ya da kendilerinin olduğu vehmine<br />
kapılıp, başkalarına verdiği şeyleri çok görür ve<br />
onları min<strong>net</strong> altına almaya kalkışırlar.<br />
Gazâlî bazı durumlarda kendini beğenme olarak<br />
görülebilecek halleri sakıncalı görmez. Sahip<br />
olduğu ilim, amel ve bazı olumlu niteliklerin yok<br />
olmasından korkmanın problem oluşturmayacağına<br />
inanır. Burada önemli olan Allah’tan, olumlu<br />
sıfatlara, ahlakî özelliklere ve ilme sahip olmayı<br />
dilemek, var olanları korumayı istemek ve bunları<br />
sadece Allah’tan bilmektir.<br />
Sonuç olarak Gazâlî’ye göre kibir, sosyopsikolojik<br />
işlevleriyle gerçekleşen olumsuz bir karakter<br />
özelliğidir. Kendini beğenme ise, psikolojik yönü<br />
daha ağır basan, bireyin kendisinde başlayan ama<br />
kibri besleyen ve destekleyen hastalıklı bir karakter<br />
özelliğidir. İnsan, her ikisinden de sakınmalıdır.<br />
Çünkü kendini beğenme ve kibirle gelişen<br />
karakter özellikleri, narsistik kişiliğin insandaki<br />
zemini olacaktır. Narsizm denilen kendini abartılı<br />
olarak algılama şeklindeki sorunlu kişilik özelliğinin<br />
sonucu ise, psikolojik ölümden başkası değildir.<br />
* Doç. Dr.<br />
81
Behrullah Efendi, son Osmanlı<br />
dönemi velilerden olup Tokat<br />
ili Erbaa ilçesine bağlı<br />
Eksel (Koçak) köyündendir. İlk önceleri ilim tahsilini<br />
Tokat›ta yaptı. Bir gün Tokat’ta kaldıkları<br />
eve gelen bir misafirin gece boyu uyumayıp ilimle,<br />
zikirle meşgul olduğunu görünce, kendisinden<br />
nasip almak istediğini söyleyerek, «Efendim<br />
bu gece hiç uyumadınız, ilminizden biz de istifade<br />
etsek.» dedi. O zat da: «Evladım! Senin ilmî<br />
nasibin İstanbul›daki Yanyalı İsmetullah Efendiden<br />
olacaktır. Sende onun kokusu var» buyurdu.<br />
Bunun üzerine Behrullah Efendi, köyüne dönüp<br />
ağabeyinden izin aldıktan sonra İstanbul›a gitti.<br />
Bu arada İsmet Efendi de o günlerde, sık sık<br />
talebelerine; “Anadolu›dan bir er gelecek. Benim<br />
İstanbul›a gelmemin asıl sebebi hocamın isteği<br />
ile bu eri yetiştirmektir.” derdi. Otuz yıl kadar<br />
İsmetullah Efendinin dersini takip ederek ondan<br />
ilim ve marifet tahsil eden Behrullah Efendi bütün<br />
ilimlerde ve özellikle de tasavvuf yolunda yetiştikten<br />
sonra, hocası tarafından kendi köyüne,<br />
insanlara doğru yolu anlatıp irşad etmekle görevli<br />
olarak gönderildi.<br />
İlk günlerde onu kimse anlamadı ve tanımadı<br />
da. Bu sebeple de köylüler ona “Garip Mehmet»<br />
diyorlardı. Bu günlerde Sivas›tan kendisini ziyarete<br />
gelen Memduh Paşa, kimsenin onun ilmine<br />
82<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Örnek Hayat<br />
Yusuf HALICI Ali Osman<br />
Efendi<br />
TOKAT<br />
VELÎLERİ<br />
değer vermediğini anlayınca köylülere:<br />
Behrullah gibi cihâna gelmez bir veli<br />
Bulan buldu, bulmayan mutlak deli<br />
beytini okudu ve “Şayet siz bu zatın kıymetini bilmez<br />
iseniz, elinizden çıkar.” dedi. Durumun ehemmiyetini<br />
anlayan insanlar Behrullah Efendiden ilim<br />
öğrenmeye koştular. Memduh Paşa’nın başkanlığında<br />
yapılan dergâhta Behrullah Efendi, akın akın gelip<br />
kendisinden yararlanmak için gayret gösteren taliplerine<br />
ders vermeye başladı.<br />
Behrullah Efendi herkese şefkatli, sevecen ve<br />
güler yüzlü davranırdı. Sokakta karşılaştığı çocukların<br />
başını okşayıp, onlara çeşitli hediyeler vererek<br />
gönüllerini alırdı. Kendisine gönderilen hediyelere<br />
el sürmeden fakirlere dağıtırdı. Sık sık Allahu<br />
Teâlâ’nın merhametinden bahseder; “Biz insanlar<br />
da merhametli olmalıyız.” derdi.<br />
Kendisi “Biz kuşlar kadar bile olamıyoruz. Onlar<br />
Allahu Teâlâ’yı devamlı zikrediyorlar. Biz ise yatıyoruz<br />
ve gafletteyiz.” buyururdu. Yine “Dinin emir ve<br />
yasaklarını bilmezseniz, bu yolda hiç meşale kat edemezsiniz.”<br />
buyururdu.<br />
Behrullah Efendi 1915 yılında doğduğu köy<br />
Eksel’de vefat etti. Kalabalık bir cemaatle kılınan cenaze<br />
namazından sonra köy kabristanına defnedildi.<br />
Tokat’ın Erbaa ilçesi<br />
Holay Köyünde 1877 yılında<br />
doğan Ali Osman Efendi son devir<br />
Anadolu velilerindendir. Köyünde<br />
tamamladığı ilk tahsilinden sonra saatçilik<br />
yapmaya başladı. Bir gün Eksel köyünden<br />
büyük veli Behrullah Efendinin saati bozuldu.<br />
Talebelerine tamir edilmesini söyleyince talebeleri<br />
de Ali Osman Efendiye giderek Eksel Köyüne<br />
gelmesini sağladılar. Ali Osman Efendi saati<br />
tamir edip duvara astı. Behrullah Efendiye «Tamam<br />
çalışıyor efendim.»<br />
dedi. Behrullah Efendi saate<br />
bakınca çalışan saat durdu.<br />
Ali Osman Efendi tekrar<br />
tamir edip duvara astı.<br />
Behrullah Efendi saate bakınca,<br />
saat yine durdu. Ali<br />
Efendi hayretler içinde tekrar<br />
yaptı. Behrullah Efendi<br />
saate tekrar bakınca,<br />
saat yine durdu. Ali Osman<br />
Efendi o an huzurunda bulunduğu<br />
zatın bir evliya olduğunu<br />
anladı ve kendisini kabul etmesini istedi.<br />
Behrullah Efendinin sohbetlerine devam eden<br />
Ali Osman Efendi Arapça, Farsça ve kalp ilimleri<br />
de dâhil bütün ilimleri Behrullah Efendiden öğrendi.<br />
Behrullah Efendi vefatına yakın; «Bende<br />
ne varsa Ali Osman Efendi aldı götürdü. Bende<br />
bir şey bırakmadı.» buyurdu.<br />
Köy köy dolaşarak insanlara doğru yolu anlatan<br />
Ali Osman Efendi bu işi yaparken gayet<br />
yumuşak davranır, arada bir de nükte yaparak<br />
insanları tebessüm etmelerini sağlardı. Sohbetlerinde<br />
ağırlıklı olarak güzel ahlak üzerinde durur,<br />
güzel ahlakın bulunmaz bir hazine olduğunu<br />
söylerdi. Siyaset ve devlet işlerine hiç karışmazdı.<br />
Bir gün yine talebeleri ile birlikte Lâdik’e ders<br />
vermek için gidiyordu. Talebelerinden birinin<br />
kalbine vesvese gelip<br />
hocası için; “Bu da insan<br />
biz de insanız.” gibi<br />
bir düşünce geldi. Yolları bir<br />
ormandan geçiyordu. Bu sırada<br />
bir kurt, Ali Osman Efendinin<br />
önüne gelip iki ön ayaklarını havaya<br />
kaldırıp, iki arka ayağı üzerine durunca;<br />
“Dağ ve taşlardaki hayvanlar inandı<br />
da bazıları hâlâ anlayamadı.” buyurdu.<br />
O talebesi kalbine gelen vesvesesinden dolayı<br />
hemen tevbe etti.<br />
Dinî görevleri yerine getirmede oldukça sıkıntı<br />
çekilen dönemlerde Ali<br />
Osman Efendi talebeleriyle<br />
bir köyde sohbet halinde<br />
iken jandarmalar köyü<br />
bastı ve Ali Osman Efendiyi<br />
tutuklayarak önce Vezirköprü<br />
daha sonra da Samsun<br />
cezaevine gönderdiler.<br />
Samsunda bir hücreye konan<br />
Ali Osman Efendinin<br />
namaz kıldığını görünce,<br />
abdest alamasın da namaz<br />
kılmasın diye su vermediler.<br />
Su olmamasına rağmen onun yine namaz kıldığını<br />
gördüler. Mahkeme sırasında savcı kendisine<br />
çok ağır hakaretlerde bulundu. Ali Osman<br />
Efendi de cevaben; “Savcı bey, biz insanlara namaz<br />
kılın, ahirete hazırlanın dedik. Söylediklerimizin<br />
hepsi bu kadar.» dedi. Bu duruma daha da<br />
hiddetlenen savcı ertesi gün geçirdiği bir kalp krizi<br />
sonucu öldü, bir süre sonra da mahkeme Ali<br />
Osman Efendiyi serbest bıraktı.<br />
Talebelerine sık sık; “Hiç kimse ile münakaşa<br />
etmeyiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim<br />
öz oğlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiş<br />
olursunuz. Aranızda dargınlık olmasın.” diye nasihati<br />
ederdi.<br />
1942 yılında vefat eden Ali Osman Efendi kendi<br />
köyü Holay’ın kabristanlığına defnedildi.<br />
83
Sağlık<br />
Akın DİNDAR<br />
84<br />
SİVİLCE<br />
HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Toplumda daha<br />
çok ‘sivilce’ olarakadlandırılan<br />
“Akne vulgaris” hastalığı,<br />
cilt sorunlarının en sık görülenleri<br />
arasında yer alıyor. Yapılan<br />
araştırmalara göre her 100 kişiden<br />
85’i yaşamında bu sorunla<br />
3-5 kez karşılaşıyor.<br />
Deri Hastalıkları Uzmanı Dr.<br />
Ayşe Ferzan Aytuğ, aknenin ciltteki<br />
yağ bezlerinin ve kil yapısının<br />
iltihaplanması olduğunu,<br />
fazla sebum üretimi ile gözeneklerin<br />
kapanması ve bir bakterinin<br />
(p.acnes) mevcut ortam bulması<br />
nedeniyle sorunun ortaya<br />
çıktığını belirtiyor. Akne yaygın<br />
bir sorun olduğu için bu konuda<br />
birçok yanlış bilginin ortada<br />
dolaştığına değinen Dr. Ayşe<br />
Ferzan Aytuğ, akne konusunda<br />
yanlış bilinen noktalar hakkında<br />
bilgiler veriyor:<br />
1- Akne kalıtsal değildir:<br />
Akne çoğunlukla ge<strong>net</strong>ik bir<br />
hastalıktır. Ayrıca ge<strong>net</strong>iğin etkisiyle<br />
oluşmayanları da vardır.<br />
2- Akneyi sıkarsan kurtulursun:<br />
Aksine akne sıkılmamalıdır.<br />
Çünkü sıkılırsa aknenin<br />
içinde bulunan enfeksiyonu<br />
ve inflamasyonu da dağıtmış<br />
oluyorsunuz, bunun sonucunda<br />
hem yüzde iz oluşuyor, hem<br />
daha da büyüyor.<br />
3- Aknenin nedeni tektir: Kişinin<br />
cildinde akne oluşmasında<br />
birçok faktör etkilidir. Bunlar<br />
arasında hormonlar, ge<strong>net</strong>ik<br />
nedenler, yağ bezlerindeki hüc-<br />
resel bozukluklar, bakteri çoğalmaları<br />
etkili oluyor.<br />
4- Akneli cilt sık sık yıkanmalıdır:<br />
Her şeyin fazlası nasıl<br />
zararlıysa burada da aynı prensip<br />
geçerlidir. Yüzü çıplak elle,<br />
yıpratıcı, tahriş edici maddeler<br />
kullanmadan, sabah ve akşam<br />
iki defa olmak üzere yıkamak<br />
yeterlidir. Yüzü sürekli yıkamak,<br />
silmek, asit oranı yüksek<br />
ürün kullanmak sivilceleri daha<br />
da kötüleştirmekten başka bir<br />
şeye yaramaz.<br />
5- Bir ergenlik sorunudur:<br />
Akne ergenlik döneminde başlar<br />
ama ömür boyu da sürebilir,<br />
bu nedenle ergenlikte başlayan<br />
ama her yaşta da görülebilen bir<br />
sorundur. Bu yüzden ergenlik<br />
döneminde sık yapılan bir hatayla<br />
bekle-gör politikasını izlemek<br />
yanlıştır. Sivilcelerin kendi<br />
kendine geçmesini beklemek yerine<br />
bir uzmandan yardım alınmalıdır.<br />
Sivilceler çıkar çıkmaz,<br />
sorun büyümeden önlem almak<br />
en doğru yaklaşım olacaktır.<br />
Çünkü bu sayede iz riski de<br />
azaltılmış olur.<br />
6- Stresten olur: Günümüzde<br />
stres birçok hastalığın dolaylı<br />
faktörü oluyor. Stres akneyi<br />
alevlendirebilir. Aknenin varlığı<br />
da stresi artırabilir. Ayrıca kişinin<br />
kullanmış olduğu antidepresan<br />
ilaçlar da akneyi artırabiliyor<br />
veya akneye yol açabiliyor.<br />
8- Sadece sivilce üzerine ilaç<br />
uygulanmalıdır: Akne tedavisi<br />
çok çeşitli ve kişiye özgü olmak<br />
zorundadır. Bu nedenle iyi araştırılıp<br />
tedavi edilmelidir. Sadece<br />
sivilce üzerine ilaç sürmek etkili<br />
değildir. Göz, dudak ve burun<br />
kenarı hariç tüm yüze uygulanmalıdır.<br />
Noktasal uygulama yapılması<br />
yanlıştır.<br />
9- Bazı yiyecekler akneye yol<br />
açar: Hiçbir gıdanın bu konudaki<br />
etkisi tam olarak kanıtlanmış<br />
değildir. Bazı araştırmalar fazla<br />
süt ve süt ürünü akne yapabilir<br />
diyorsa da, <strong>net</strong> değildir. Ama<br />
kişi bir yiyeceği çok tükettiğinde<br />
ardından sivilcelerinin arttığını<br />
farkediyorsa daha az yemeyi deneyebilir.<br />
11- Çok terleyince akne çıkar:<br />
Burada da aynı şey söz konusudur,<br />
her çok terleyen kişide akne<br />
çıkmaz. Ancak çok fazla spor yapılınca,<br />
sıcaklık ve terlemenin<br />
etkisiyle ciltte yağlanma artabilir.<br />
Bazı kişilerde bu yağlanma<br />
akneye yol açabilir. Bu nedenle<br />
spor yaparken yüzde yüz pamuklu<br />
geniş giysiler tercih edilmeli,<br />
terli kalmadan hemen duş<br />
alınmalıdır. Terleme ve akneye<br />
meyilli kişiler yüzme sporunu<br />
tercih etmelidir. Hamam, sauna,<br />
buhar odası kullanımı sivilceyi<br />
artırabiliyor.<br />
12- Güneş sivilceye iyi gelir:<br />
İlk aşamada yağlanmayı kısa süreli<br />
olarak baskılayabiliyor. Ancak<br />
uzun süreli güneşle temas<br />
cildin soyulmasına, ölü hücrelerin<br />
gözenekleri kapatmasına<br />
ve sivilcenin tetiklenmesine yol<br />
açıyor. Lekelenme, deri kanseri<br />
ve iz riski de artıyor.<br />
85
Şifalı Bitkiler<br />
Dereotu<br />
Maydanozgillerden iplik biçiminde<br />
yaprakları olan güzel<br />
kokulu bir bitkidir. Sarı renkte<br />
çiçekler açar. İçerisinde sabit ve<br />
uçucu yağlar, tanen, pektin, reçine<br />
vardır.<br />
Salata, çorba, sos, balık ve<br />
et yemeklerinde kullanılan dereotunun<br />
tam bir şifa kaynağıdır.<br />
Gaz söktürücü, yatıştırıcı<br />
ve hazmettirici özellikleri bulunan<br />
dereotunun nefes açmak<br />
ve kötü ağız kokulardan arınmak<br />
için yarım ya da bir çay kaşığı<br />
tohumunun çiğnenmesinin<br />
yeterlidir. Mide krampları<br />
ve spazmlarında da oldukça etkili<br />
olan dereotu, tohumlarının<br />
kusma, hıçkırık ve karın şişmesi<br />
gibi rahatsızlıklara da iyi gelmektedir.<br />
Tohumlarından yapılan çay,<br />
bağırsak yanmaları, karın ağrıları<br />
ve idrar yapamama gibi durumlarda<br />
fayda sağlamaktadır.<br />
Yine tohumları, sindirim sisteminde<br />
ishale neden olan birçok<br />
bakteriye karşı vücudu koruyor.<br />
Hayvanlar üzerindeki denemelerde,<br />
damarlarda genişlemeyi<br />
arttırdığı ve kan basıncını düşürdüğü,<br />
solunumu teşvik et-<br />
tiği ve kalp atış hızını azalttığı<br />
belirlenmiştir. Yine fareler üzerinde<br />
yapılan denemelerde, dereotu<br />
yapraklarından çıkarılan<br />
coumarin (vanilyaya benzeyen<br />
koku) 14 günlük kürü ile farelerin<br />
kan serumunda trigliserit<br />
seviyesinde yüzde 50, toplam<br />
kolesterol seviyesinde ise yüzde<br />
20 azalma belirlenmiştir.<br />
Aynı zamanda sindirime yardımcı<br />
ve idrar söktürücü özelliği<br />
de bulunan dereotu düzenli<br />
tüketilmesi durumunda, emzikli<br />
kadınların sütünü arttırmaktadır<br />
Gönülden İkramlar Mesude SARI<br />
Erişteli Tavuk<br />
Terbiyesi İçin Malzemeler<br />
1 tüm tavukgöğsü<br />
1 tutam biberiye<br />
1 çay bardağı zeytinyağı veya sıvıyağ<br />
Toz karabiber, tuz<br />
Erişte İçin Malzemeler<br />
1 paket erişte<br />
Eriştenin Sosu İçin<br />
2 diş sarımsak<br />
2 yeşilbiber<br />
2 domates<br />
1 çay kaşığı domates salçası<br />
Tuz, su, sıvıyağ/tereyağı<br />
Hazırlanışı<br />
Tavukgöğsünü ince ince dilimliyoruz. Bir kap içerisine alıp<br />
üzerine ince doğranmış biberiyeyi, limon kabuğunun ren-<br />
desini ve suyunu, tuzu, karabiberi, zeytinyağı ya da sıvıyağı<br />
döküp iyice karıştırıyoruz.<br />
Tavuklar bu şekilde beklerken diğer tarafta eriştemizi hazırlıyoruz.<br />
Bir tencereye eriştemizi döküp, üzerine sıcak su<br />
ilave edip kaynatarak pişiriyoruz. Vitamin kaybı olmaması<br />
için eriştemizin suyunu dökmeyeceğimizden su miktarına<br />
dikkat ediyoruz.<br />
Erişte pişerken sosumuzu hazırlıyoruz. Büyük bir tavaya sıvıyağ<br />
(veya tereyağı) döküp sarımsağı, yeşilbiberi alıp kavuruyoruz.<br />
Üzerine domates salçasını, doğranmış domatesleri,<br />
tuzu koyup pişirmeye devam ediyoruz. Tuzunu ilave<br />
edip sos kıvamına getiriyoruz.<br />
Suyunu çektirerek pişirdiğimiz erişteleri tavanın içine alıp<br />
sosla karıştırıyoruz. Teflon tavada veya ızgarada yüksek<br />
ateşte tavukları cız bız yapıyoruz. Erişteleri servis tabağına<br />
alıp üzerine tavukları dizip hiç bekletmeden servis ediyoruz.<br />
Afiyet olsun.<br />
86 Nisan <strong>2013</strong><br />
87<br />
Bekir SARI
Adı / Soyadı:<br />
Kurum Adı:<br />
Ünvan:<br />
88<br />
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010<br />
Dergi Teslim Adresi:<br />
Nisan <strong>2013</strong><br />
Yl: 4 Say: 37<br />
Posta Kodu: Şehir:<br />
Telefon: ( )<br />
Faks: ( )<br />
E-posta: @<br />
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da<br />
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.<br />
Onların da abone olmasını sağlayın.<br />
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.<br />
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte<br />
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan<br />
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze<br />
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o<br />
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve<br />
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak<br />
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de<br />
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek<br />
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kimseyi<br />
söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini<br />
indirir.” buyuruyor.<br />
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun<br />
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söylemeleri<br />
icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygamberimiz:<br />
“İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde<br />
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”<br />
buyuruyor.<br />
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />
Visan İktisadi İşletmesi<br />
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya<br />
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />
Dergisi Hediyesi...<br />
16<br />
Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir.<br />
115<br />
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />
Tarihte İstanbul<br />
Kuşatmalar ve Fatih<br />
38<br />
Ümitvâr<br />
Olmak<br />
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009<br />
Fiyat: 7 TL MAYIS 2010<br />
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.<br />
Yl: 3 Say: 36<br />
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD<br />
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım.<br />
Dekont İlişiktedir.<br />
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />
IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />
Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />
TR <strong>04</strong> 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />
Faturayı şirket adına kesiniz<br />
Vergi Dairesi:<br />
Vergi No:<br />
Abone Başlangıç Tarihi:<br />
İmza<br />
Faturayı adıma kesiniz<br />
2012 Yılı<br />
Çocuk ekiyle birlikte<br />
yıllık abone bedeli<br />
85
100. Doğum Yılında<br />
Es-Seyyİd Osman<br />
Hulûsİ Efendİ<br />
(1914-2014)<br />
2014 UNESCO HULÛSİ EFENDİ YILI<br />
Başvurusu Yapıldı<br />
#2014UnescoHulusiEfendiYılı HulusiEfendiVkf<br />
NASİHAT YAYINLARI’NDAN<br />
YENİ ESERLER<br />
ÇIKTI ÇIKTI<br />
ÇIKTI ÇIKTI<br />
ÇIKTI<br />
ÇIKTI<br />
Online sipariş ve satış <strong>www</strong>.nasihatyayinlari.com