03.04.2013 Views

www.somuncubaba.net-2013-04-0150

www.somuncubaba.net-2013-04-0150

www.somuncubaba.net-2013-04-0150

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ NİSAN <strong>2013</strong> 150<br />

Dergisi Hediyesi...<br />

150<br />

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />

18 Tokat<br />

Bir Bağ İçinde!<br />

46<br />

Güzellerin<br />

En Güzeli<br />

Fiyatı: 8<br />

NİSAN <strong>2013</strong>


Başyazı Sebahaddin ATEŞ<br />

YEŞİLLİKLER YURDU: TOKAT<br />

Yeşillikleriyle ünlü ilimiz Tokat; geniş ve sulak vadilerle bunlar arasındaki geçitlerden oluşan bereketli<br />

alanların orta yerinde bulunmaktadır. Selçuklu Türklerinin Anadolu’da kurduğu, özü güzellik ve<br />

sabır olan bu uygarlığın kültür, sanat, mimarlık, bayındırlık eserleri ile Tokat’ta hemen yüz yüze gelinir.<br />

14. yüzyıl sonunda Osmanlı egemenliğine giren Tokat, yükselme döneminde bölgenin tarım ve sanayi<br />

merkezlerinden biri olmuştur. Evliya Çelebi’nin uzun uzun anlattığı gibi “Tokat’ın bağ, bahçe ve<br />

ovaları Osmanlı Ordularının konaklama ve gıda ambarı olmuş, bakırcılık, ipekçilik, pamuklu dokuma<br />

ile çeşitli sanayi ve el sanatları gelişmiş, iş hanları ve çarşıları Bağdat, Bursa ve Halep’tekiler ile kıyaslanır<br />

olmuştur.” ifadeleri bunun kanıtıdır.<br />

Yüzyıllardır bozulmadan günümüze ulaşan gelenek ve görenekleri, yemek ve giyim kültürü, folklorik<br />

değerleri, bakırcılık, yazmacılık, halı kilim ve kumaş dokumacılığı günümüzde de aynı disiplin ve<br />

aynı hevesle yapıla gelmektedir. Günümüzde yeni bir teknoloji ve şehir kültürünün hızla gelişmiş olduğu<br />

çağımızda, ilimizde hala Orta Asya kültürünün gelenek ve göreneklerinin bozulmadan devam ediyor<br />

olması önemli bir olgudur. Düğün geleneği, oda oyunları, maniler, orta oyunları, batıl inançlar, sosyal<br />

ve toplumsal dirliğin ayakta kalmasını sağlayan ahlakî ve insanî âdetler hala sosyal hayatımıza yön<br />

vermektedir.<br />

Almus, Artova, Başçiflik, Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, Zile ilçeleri<br />

bir gerdanlık gibi Tokat’ın güzellikler ziy<strong>net</strong>idir. Gazi Osman Paşa’nın ismini yaşatan üniversite şehrin<br />

kültürel kimliğine fevkalade büyük bir katkıdır. Geçtiğimiz yıllarda Tokat iline ve özellikle Niksar<br />

ilçesine bir ziyarette bununa Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız. H. Hamidettin Ateş Efendi, Niksar’da<br />

bulanan maneviyat önderlerinden Hacı Ahmet Niksarî Hazretlerinin kabri şerifinin ve çevre düzenlemesinin<br />

yapılması için proje ve teknik yardım ekibi hazırlatmıştır. Görüşmeler <strong>net</strong>icesinde Niksar Belediyesince<br />

bu ihya hizmeti vakfımızın destekleriyle gerçekleşmektedir.<br />

Kıymetli Dostlar! Yolunuz bir gün Tokat’a düşerse; nefes darlığı çekenlere bir şifa kaynağı olan<br />

Ballıca Mağarasını gitmeden, Gökmedrese, Latifoğlu Konağı, Taşhan, Ali Paşa Camii ve Hamamını,<br />

Meydan Camiini, Hıdırlık Köprüsünü görmeden, tahta baskı yazma almadan, Tokat yemeklerinden,<br />

özellikle Tokat kebabından yemeden, Vakfımızın Kurucusu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin çok<br />

beğendiği ve içilmesini tavsiye ettiği dünyaca ünlü Niksar Ayvaz Suyunu kaynağından içmeden, dönmeyin.<br />

Somuncu Baba’ya gönül veren dostlara selâm ile…<br />

HOME OF THE GREENS: TOKAT<br />

As Evliya Chelebi (an Ottoman Turkish traveler) mentioned in detail in his book: “Vineyards, orchards and<br />

plains of Tokat have become the staging area and food storehouse of the Ottoman Army. Coppersmith, sericulture<br />

,cotton textile industry, crafts and some other industries have developed. The commercial buildings and the<br />

bazaars have become as good as the ones in Bağdat, Bursa and Halep.” The districts Almus, Artova, Başçiflik,<br />

Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, and Zile are like a necklace and seen as the jewels<br />

of Tokat. The university named as Gazi Osman Paşa, which also perpetuates the name of the commander Gazi<br />

Osman Paşa, remarkably contributes to the cultural identity of the city. In recent years, the president of the board<br />

of trustee H. Hamidettin Ateş Efendi visited Niksar in Tokat and also visited the tomb of one of the spiritual<br />

leaders Hacı Ahmet Niksari. There, he had a project and technical assistance team for the landscaping of the<br />

tomb and its environment organized. As a result of the negotiations, lanscaping works have been being done by<br />

Niksar Municipality and via the support of our foundation.


Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın<br />

Yayın Organıdır<br />

Kurucusu<br />

A. Şemsettin ATEŞ<br />

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803<br />

Yıl: 19 Sayı: 150 Nisan <strong>2013</strong><br />

Basım Tarihi: 01 Nisan <strong>2013</strong><br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına<br />

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yö<strong>net</strong>meni<br />

Sebahaddin ATEŞ<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Hulûsi YAYLA<br />

Yayın Editörleri<br />

Yrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR<br />

Musa TEKTAŞ<br />

Yayın Kurulu<br />

Prof. Dr. Nihat ÖZTOPRAK<br />

Prof. Dr. Ali YILMAZ<br />

Prof. Dr. Sebahat DENİZ<br />

Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ<br />

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN<br />

Prof. Dr. Ali AKPINAR<br />

Danışma Kurulu<br />

Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ<br />

Prof. Dr. Sinan YALÇIN<br />

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />

Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL<br />

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE<br />

Prof. Dr. Mahmut YEŞİL<br />

Yapım<br />

ARTWORKS<br />

<strong>www</strong>.artworks-tr.com<br />

Genel Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />

İlhan SOYLU<br />

Sanat Yö<strong>net</strong>meni<br />

Ali GÜRSOY<br />

Yö<strong>net</strong>im Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama<br />

VİSAN İktisadi İşletmesi<br />

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71<br />

44700 Darende / MALATYA<br />

Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79<br />

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong> - bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

Dağıtım<br />

Kültür Dergi Dağıtım<br />

Baskı & Üretim<br />

Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.<br />

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4<br />

Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70<br />

Kurum Abone : 140<br />

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO<br />

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />

IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />

Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />

TR <strong>04</strong> 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra<br />

lütfen (<strong>04</strong>22) 615 15 54’ü arayınız.<br />

Adana 0 322 334 00 65<br />

Amasya 0 533 681 33 82<br />

Ankara 0 312 324 40 75<br />

Antalya 0 242 339 60 57<br />

Bartın 0 278 228 69 41<br />

Bolu 0 374 270 38 14<br />

Bursa 0 224 331 71 11<br />

Denizli 0 258 371 09 28<br />

Düzce 0 542 661 90 08<br />

Elazığ 0 424 224 46 46<br />

Elbistan 0 344 415 01 88<br />

Erzurum 0 442 329 03 10<br />

Gaziantep 0 342 321 43 34<br />

Hatay 0 505 921 18 06<br />

İstanbul 0 216 472 08 92<br />

İzmir 0 232 435 90 91<br />

K. Maraş 0 535 518 47 23<br />

/SomuncuBabaDergisi<br />

Karabük 0 542 240 67 63<br />

Karaman 0 338 214 28 92<br />

Kayseri 0 352 311 30 76<br />

Kocaeli 0 262 426 12 72<br />

Konya 0 332 233 38 74<br />

Malatya 0 422 321 66 64<br />

Manisa 0 236 412 37 80<br />

Mersin 0 324 336 31 09<br />

Niğde 0 388 232 32 01<br />

Osmaniye 0 328 846 21 39<br />

Sakarya 0 264 339 23 65<br />

Samsun 0 362 431 44 55<br />

Sinop 0 368 671 24 50<br />

Sivas 0 346 222 48 46<br />

Şanlıurfa 0 414 312 41 24<br />

Tokat 0 541 845 75 12<br />

Zonguldak 0 372 253 24 74<br />

MUSTAFA<br />

HAKİ EFENDİ (K.S.)<br />

Şiranlı (ikamet yerine nispetle Çorumlu)<br />

Şeyh Hacı Mustafa (k.s.) Hazretlerinin<br />

halîfesi olan Mustafa Hakî Tokadî1,<br />

Nakşıbendî silsilemizde otuzdördüncüdür.<br />

Yüz yılın müceddidi olup bu kitabı tertip<br />

eden âcizin pederidir.<br />

Abdullah KAHRAMAN<br />

40 50 62<br />

PEYGAMBERİMİ SEVERİM - Bekir OĞUZBAŞARAN (9)<br />

EHL-İ AŞKIN YOL HARİTASI - Hüseyin ALPSOY (10)<br />

MUHYÎ VE MÜMÎT - Ramazan ALTINTAŞ (14)<br />

SUDAKİ AY GİBİ GÖNLÜME DÜŞTÜN - Mürsel GÜNDOĞDU (17)<br />

KUTLU BİR GÜN - Bilal KEMİKLİ (22)<br />

PENCERE - Celalettin KURT (29)<br />

SOHBET YOLUNDA - Musa TEKTAŞ (30)<br />

NEYLEYİM? - Mustafa AKGÜN (35)<br />

PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLER - Mehmet DERE (36)<br />

GÜZELLERİN EN GÜZELİ – Cihan OKUYUCU (46)<br />

GÜRÜLTÜ ve PSİKOHİJYEN - Rukiye KARAKÖSE (54)<br />

HAYATI DA<br />

ÖLÜMÜ DE GÜZEL<br />

PEYGAMBER!<br />

Ali AKPINAR 06<br />

Allah güzeldir, güzel olanı sever.”1 diyen<br />

bir peygamberimiz var. Gerçekten O, iyi ve<br />

güzel olan, iyilik ve güzellik yapanları seven<br />

Rabbimizin kulu ve seçkin peygamberi olarak<br />

hep iyi oldu, iyilikler yaptı, iyi insanlar yetiştirdi.<br />

İSLÂM MİRAS<br />

HUKUKUNDA<br />

KADIN<br />

İslâm’dan önce Araplar kız çocuklarına<br />

mirastan hisse vermezlerdi. Miras<br />

erkek çocuklara kalırdı. Bunun dışında<br />

birisine veya başka bir yakınına mal<br />

bırakmak istenen kimseler vasiyette<br />

bulunurlardı.<br />

18<br />

TOKAT BİR<br />

BAĞ İÇİNDE!<br />

Meryem Aybike SİNAN<br />

Etrafı dağlarla çevrili Tokat,<br />

eteklerini toplayıp gül bahçesine<br />

oturan bir güzeller güzelidir<br />

Karadeniz yollarında. Dağlar ve<br />

tepeler uzaktan uzağa şehrin<br />

üzerine gülümser...<br />

H. İbrahim ŞİMŞEK Fatih ÇINAR<br />

20. YÜZYILDA<br />

‘VAHDET’<br />

NEŞVESİYLE PARLAYAN<br />

BİR SİLSİLE<br />

‘Varlığın birliği’ şeklinde anlaşılan<br />

‘Vahdet-i Vücûd’ düşüncesi<br />

Anadolu’da meşhur sûfî İbnü’l-<br />

Arabî ve talebesi Sadreddin<br />

Konevî ile büyük yankı bulmuş<br />

bir düşünce sistemidir.<br />

24<br />

MEDENİYETİMİZİN NURU MUKADDES GELENEKLER - İsmail ÇOLAK (58)<br />

BİLAL B. RABÂH (r.a) - Bünyamin ERUL (61)<br />

HİLYE-İ HÂKÂNÎ - Vedat Ali TOK (66)<br />

DURUP O’NA DÖNMELİYİM - Hatice EĞİLMEZ KAYA (69)<br />

SULTAN ABDÜLAZİZ - Resul KESENCELİ (70)<br />

ASHAB-I BEDİR - Muharrem AKIN (74)<br />

ÜMMET BİLİNCİ - Enbiya YILDIRIM (76)<br />

TOKAT GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (79)<br />

SİVİLCE HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR - Akın DİNDAR (84)<br />

DEREOTU - Şifalı Bitkiler (86)<br />

GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)<br />

NEFSİ KINAMA<br />

GELENEĞİ OLARAK<br />

MELÂMET<br />

Kadir ÖZKÖSE<br />

Zühd hayatı Müslümanlar<br />

arasında ortaya çıkıp yayıldıktan<br />

sonra bazı davranış biçimleri ve<br />

şekilleri de beraberinde geldi.<br />

Tasavvuf tarihinde buna “âdâb<br />

ve erkân” adı verilmektedir.<br />

3


Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî<br />

4<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />

Âfitâb-ı hüsnüne hayrân olan gönlüm şehâ<br />

Âfitâb-ı pertev-i hüsnünle oldu âfitâb<br />

Zülfünü yüzden götür esrâr-ı hattı zâhir et<br />

Âyet-i hüsnünü uşşâka okut çekme nikâb<br />

Gamzene gaddâr demiş cevre tahammül kılmayan<br />

Cevr odur kim tîğ-ı gamzenden cüdâ çeke azâb<br />

Mest midir la’lden öz lebine şarâbın mestleri<br />

Mest-i gül-fâm-i lebinden özgeden içmez şarâb<br />

Mest ü ser-gerdânlığım sanma şarâb-ı gayr ile<br />

Nergis-i mest gözlerin kıldı beni mest-i harâb<br />

Ey Hulûsî ol melâhat mülkünün mahbûbuna<br />

Bağlanan görmez yarın haşr u neşir Yevmü’l-Hesâb<br />

5


İlim ve Hayat<br />

Ali AKPINAR*<br />

HAYATI DA ÖLÜMÜ DE<br />

GÜZEL<br />

PEYGAMBER!<br />

Bekir SARI<br />

Allah güzeldir,<br />

güzel olanı sever.”<br />

1 diyen<br />

bir peygamberimiz var. Gerçekten<br />

O, iyi ve güzel olan, iyilik ve<br />

güzellik yapanları seven Rabbimizin<br />

kulu ve seçkin peygamberi<br />

olarak hep iyi oldu, iyilikler yaptı,<br />

iyi insanlar yetiştirdi. Yaratılış<br />

itibarı ile dünya güzeli olan<br />

Hz. Muhammed (s.a.v.), fizikî<br />

güzelliğini hep korudu. Beslenmesine<br />

dikkat etti, vücudunun<br />

hakkını gözetti, asla kilo almadı,<br />

güzelliğinden hiçbir şey kaybetmedi.<br />

Vefatında yakın dostu Hz.<br />

Ebu Bekir’in dediği gibi “O, hayatında<br />

da güzeldi, ölümünde de<br />

güzeldi.” 2<br />

O iki dünyaya birden talip olduğu<br />

gibi, iki güzelliğe birden<br />

talipti. Sürekli okuduğu dualarında<br />

O, “Rabbimiz, bize dünyada<br />

iyilik güzellikler ihsan et;<br />

ahrette de bize iyilik güzellikler<br />

ihsan et. ”3 derdi. Aynı şekilde o,<br />

aynaya bakarken okuduğu dualarında<br />

şöyle derdi:<br />

“Elhamdülillâh. Allâhümme<br />

kemâ hassente halkî fe hassin<br />

hulukî. / Hamdolsun Allah’a,<br />

Allah’ım yaradılışımı güzel kıldığın<br />

gibi ahlâkımı da güzelleştir.” 4<br />

O’nun bu dualarında maddî<br />

güzellikle birlikte manevî güzelliğe<br />

de önem verdiğini görmekteyiz.<br />

O’nun bu özlü duasında şu hususlar<br />

dikkatimizi çekmektedir:<br />

İslâm gösteriş ve şekilci bir<br />

din değildir. Ne var ki O, şekil ve<br />

görüntülerin güzel olmasına da<br />

özen göstermiştir. Peygamberimiz<br />

bir hadislerinde bu konuya<br />

şöyle açıklık getirmiştir: “Allah<br />

kullarının mallarına, dış görünüş<br />

ve şekillerine değil; onların<br />

kalplerine, iç dünyalarına, niyetlerine<br />

ve amellerine bakar.” 5<br />

Ancak bu anlayış, asla Müslümanın<br />

dış görünüşüne özen göstermeyen<br />

plansız, pasaklı, kirli<br />

ve düzensiz olduğu anlamına<br />

gelmez. Zira Allah güzeldir, güzeli<br />

sever. Zaten dış görünüş, iç<br />

dünyanın aynasıdır. Onun için<br />

kişinin fikri, zikrine, zikri de fikrine<br />

yansır. Bunun için “Dervişin<br />

fikri neyse zikri de odur.” denilmiştir.<br />

Bu söz, iç dünyanın<br />

dış dünyaya yansıdığını ifade etmektedir.<br />

Cihadda ve namazda ke<strong>net</strong>lenmiş<br />

bir yapı gibi saf bağlamak<br />

6 , namazda her rüknü yerli<br />

yerince şeklen de güzel yapmak<br />

(=ta’dil-i erkân), kıyafetin temiz<br />

ve intizamlı olması, saç sakalın<br />

bakımını yapıp taramak,<br />

hayırlı-güzel işlere sağdan başlamak,<br />

hayırlı yerlere sağ ayakla<br />

girip sol ayakla çıkmak,<br />

sağından giyinip solundan çıkarmak,<br />

sağ elle yemek, sol elle<br />

sümkürmek ve taharetlenmek,<br />

hacda hervele-ızdıba-remle<br />

yapmak 7 , kabri kıbleye yönelik<br />

ve düzgün kazmak vb. şeyler<br />

İslâm’ın üzerinde durduğu<br />

şekil disiplini cümlesindendir.<br />

Bizim ilmihâl kitaplarımız<br />

özellikle bu şekil düzgünlüğünü<br />

sağlayan esaslar/rukünler<br />

üzerinde ayrıntılı dururlar. Elbette<br />

bunlara takılıp kalmak,<br />

bunlarla uğraşırken ibadetin<br />

ruhunu ihmal etmek istenen<br />

bir şey değildir. Ancak bu şeklî<br />

kurallar, ruha ermenin bir aşamasıdır.<br />

Aynanın karşısında durmak<br />

da şekil ve görüntü güzelliğini<br />

sağlamaya yöneliktir. Aynaya<br />

bakarken Rabbimizin bize<br />

lutfettiği bir büyük nimetle karşı<br />

karşıya kalırız: Her şeyi yerli<br />

yerince monte edilmiş, birbiriyle<br />

uyumlu ve düzenli çalışan<br />

vücut nimeti. Gözümüz kaşımız,<br />

saçımız sakalımız, ağzımız<br />

burnumuz ve diğer güzelliklerimiz…<br />

Tüm özellik ve güzellikleriyle<br />

bize bakan bu nimeti görüp<br />

sahibini hatırlamamak, O’na teşekkür<br />

etmemek ne mümkün!<br />

İşte dua ederken bu vesile ile O<br />

nimet sahibi yüce kudreti hatırlıyor,<br />

şükrümüzü O›na has kılıyor;<br />

saçımızı, başımızı düzelterek<br />

şeklî düzensizliklerimize bir<br />

son veriyoruz. Ama şeklî güzelliklerin<br />

yeterli olmadığını, şeklî<br />

güzelliğin ahlâkî güzellikle bütünleştiğinde<br />

bir anlam ifade<br />

ettiğini düşünüyor ve duamızı<br />

okuyoruz. Rabbimizden yaratılış<br />

güzelliği yanında ahlâkî güzelliği<br />

de istiyoruz. Tabi ki O’ndan<br />

istediğimiz ahlâkî güzellik ve<br />

Kur’ânî hayat. Örnek insan Peygamber<br />

(s.a.v.)’in ahlâkı olan<br />

Kur’ân ahlâkı. Yoksa doğrulukdürüstlük<br />

gibi bir kaç kelime ile<br />

sınırlanmış, yalnızca vicdan güzelliği<br />

değil muradımız. Doğuştan<br />

irade dışı olarak getirdiklerimizi<br />

değiştirmek mümkün<br />

olmayabilir, ama huyumuzu değiştirebilir,<br />

ıslah edebiliriz. Bunun<br />

için gayret etmeliyiz.<br />

Aynada gördüğümüz şeklî<br />

düzensizlikler gibi, Kur’ân aynasına<br />

bakıp ahlâkî düzensizlikleri<br />

de tespit edip, düzeltmek için<br />

seferber olduğumuz an en güzeli<br />

yakalamış olacağız ancak. Gü-<br />

6 Nisan <strong>2013</strong><br />

7


zel ve yakışıklı olma konusundaki<br />

titizliğimizi, iman ve amelî<br />

güzellikler için de gösterdiğimiz<br />

zaman Yüce Allah’ın sevdiği güzel<br />

insanlardan olabiliriz.<br />

Elbette Peygamberimizin<br />

güzellikleri fizikî güzelliklerden<br />

ibaret değildi ve O yalnızca<br />

fizikî güzelliklere özen göstermezdi.<br />

Ancak fizikî güzellikler<br />

sahibini manevî güzelliklere taşır,<br />

onlara hazırlar. İki güzellik,<br />

birbirini tamamlayarak kemale<br />

ulaştırır. Bu yüzden diyoruz ki<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.), son derece<br />

düzenli ve disiplinli bir hayatın<br />

adamı idi. O’nun izlediği<br />

ve bizlere örnek sunduğu disiplin<br />

ve düzen, asla yapmacık<br />

ve zorlama değildi. Son derece<br />

tabiî ve fıtrî idi. O’nun yemesi,<br />

içmesi, giyim kuşamı, hal ve<br />

hareketleri belli bir düzen içerisindeydi.<br />

Rasgele ve başıboş,<br />

anlamsız ve gayesiz davranışlar<br />

O’nun hayatında yoktu.<br />

Sözgelimi O, sağından giyinirdi.<br />

Gömleğini giyerken önce<br />

sağ kolunu, sonra sol kolunu<br />

giyerdi. Çıkarırken önce solunu<br />

çıkarır, sonra sağını çıkarırdı.<br />

Sağ eliyle yer içerdi. Evine,<br />

mescidine sağ adımıyla girer,<br />

sol adımı ile çıkardı. Abdest<br />

alırken önce sağ kolunu sonra<br />

sol kolunu yıkardı. Ayaklarını<br />

yıkamaya da sağından başlardı.<br />

Namazda önce sağ tarafına<br />

sonra sol tarafına selam verirdi.<br />

O’nun davranışlarında devamlılık<br />

ve düzen vardı. Ve O, bu disiplin<br />

ve prensipli anlayışını hiç<br />

bozmadan sürdürdü. 8 Günlük<br />

beş vakit namazı, gece namazı<br />

ve diğer mutad kıldığı nafile na-<br />

8<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

mazları ve ibadetleri hep O’nun<br />

ne kadar nizam insanı olduğunun<br />

açık göstergesidirler. Cemaatle<br />

namaz kılarken safların<br />

düzenine büyük önem verir,<br />

“Saflarınızı düzeltin ki kalpleriniz<br />

düzelsin.” buyururdu. O,<br />

bu sözleriyle şeklî düzen ve güzelliğin,<br />

manevî düzen ve güzelliği<br />

sağlayacağını söylüyordu.<br />

Gerçekten de dış görünüşünü<br />

düzeltemeyen kişilerin, iç dünyalarını<br />

düzeltmeleri çok daha<br />

zor olacaktı.<br />

Oğlu İbrahim, küçük yaşta<br />

vefat etmiş, onu Medine kabristanına<br />

defnederken, kabrinde<br />

küçük bir delik gördüğünde,<br />

o deliğin toprakla kapatılıp<br />

düzeltilmesini istemişti. Orada<br />

bulunanlar, sonuçta burası<br />

bir mezar, cesedi koyup üzerine<br />

toprak örtüp gideceğiz ey<br />

Allah’ın Rasûlü, diyenlere şöyle<br />

diyerek her konuda estetiğe<br />

önem verdiğini açıklıyordu:<br />

“Sizden biriniz, bir iş yaptığınız<br />

zaman, onu içe sinecek biçimde<br />

yapsın! Çünkü öyle yapmak,<br />

musibete uğrayanın içini<br />

yatıştırır. Gerçi, bunun ölüye<br />

ne zararı, ne yaran olur; fakat<br />

bu, dirinin gözünü aydınlatır!”<br />

9 Nitekim O, “Allah sanatını<br />

en güzel şekilde icra eden<br />

kulunu sever.” 10 derken de aynı<br />

noktaya temas ediyordu.<br />

O, getirdiği din ile sesi, yürüyüşü<br />

ölçülü ve düzenli kullanmayı<br />

emrediyordu. Sesin<br />

frekansını değil, kalitesini yükseltmeyi<br />

istiyor; Müslümanın<br />

onurlu duruşu ve vakarlı yürüyüşü<br />

ile örnek olmasını istiyordu.<br />

O’nun nizamında ikti-<br />

sat/ölçülü olma yalnızca mâlî<br />

harcamalarda değil, her alanda<br />

ölçülü/dengeli olmak esastı<br />

ve O’nun şiarıydı. Şu ayetlerde<br />

bunu görmemiz mümkündür:<br />

“Yürüyüşünde tabii ol; sesini<br />

kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz<br />

merkeplerin sesidir.” 11<br />

“Yeryüzünde böbürlenerek<br />

yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir<br />

ve ne de boyca dağlara<br />

ulaşabilirsin.” 12<br />

“Rahman’ın kulları yeryüzünde<br />

mütevazı yürürler.” 13<br />

O halde ona yaraşır ümmet<br />

olabilmek için, Rahman’ın has<br />

kullarından olabilmek için içimiz<br />

ve dışımızla, özümüz ve sözümüzle,<br />

duruşumuz ve yürüyüşümüzle<br />

intizamlı olmalı, bu<br />

düzenliliği sürekli olarak ve hayatımızın<br />

her alanına yansıtarak<br />

sürdürmeliyiz. Tüm güzelliklerin<br />

temsilcisi, denge insanı<br />

Müslüman, Yüce Allah’ın rızasını<br />

kazanma adına sergileyeceği<br />

güzelliklerle herkese örnek<br />

olan insandır.<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 264.<br />

2 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 285-286.<br />

3 2/Bakara, 201.<br />

4 En-Nevevi, el-Ezkar, s, 270.<br />

5 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 395.<br />

6 “Doğrusu Allah, kendi uğrunda, ke<strong>net</strong>lenmiş bir duvar<br />

gibi, sıra halinde savaşanları sever.” 61/Saf, 4.<br />

7 Tavafta ihramlı iken sağ omuzu açık bırakıp ilk üç<br />

şavtta erkeklerin koşarak ve omuzlarını silkerek<br />

yürümeleri, sa’y yaparken ilk üç şavtta yeşil direkler<br />

arasında koşarak ilerlemek hep şeklî/sembolik<br />

şeylerdir. Haccın pek çok rüknü de semboliktir.<br />

8 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 440-443.<br />

9 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 489-491 (İbn Sa’d, I,<br />

142)<br />

10 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 355.<br />

11 31/ Lokman, 19.<br />

12 17/İsra, 37.<br />

13 25/Furkân, 63.<br />

PEYGAMBERİMİ<br />

SEVERİM<br />

İçim dışım birdir benim<br />

Peygamberimi severim<br />

Samimiyettir madenim<br />

Peygamberimi severim<br />

İster erkek, ister dişi<br />

Sevdiği iledir kişi<br />

Rengine boyanmak işi<br />

Peygamberimi severim<br />

O’na lâyık olmasam da<br />

Sün<strong>net</strong>iyle dolmasam da<br />

İbâdetle solmasam da<br />

Peygamberimi severim<br />

O’na varır bütün yollar<br />

O’na muhtaç bütün kullar<br />

Öksüzler, yetimler, dullar<br />

Peygamberimi severim<br />

Dağda, yaylada, ormanda<br />

Yeryüzünde, âsumanda<br />

Her mekânda, her zamanda<br />

Peygamberimi severim<br />

Madde ile, mânâ ile<br />

Câhil ile dânâ ile<br />

Her dem gül-i rânâ ile<br />

Peygamberimi severim<br />

Ateş ve su, hava, toprak<br />

Çiçek çiçek, yaprak yaprak<br />

Tâ yürekten haykırarak<br />

Peygamberimi severim<br />

Seven kalbim O’nu ara<br />

Doğduğun günden mezara<br />

Ellerim boş, yüzüm kara<br />

Peygamberimi severim<br />

Tüm rûhunu O’na bağla<br />

Kalbini aşkıyla dağla<br />

Şefâate kadar ağla<br />

Peygamberimi severim<br />

Oruç ile, namaz ile<br />

Duâ ile, niyaz ile<br />

Siyah ile, beyaz ile<br />

Peygamberimi severim<br />

O, Allah’ın Sevgilisi<br />

İlmi Hak’tan vergilisi<br />

Kâinâtın övgülüsü<br />

Peygamberimi severim<br />

Varlıklar O’nun yüzünden<br />

Hikmet fışkırır sözünden<br />

Rabbim ayırma izinden<br />

Peygamberimi severim<br />

Oğuz, gönlü Habîb’e ver<br />

O’nu en çok Allah sever<br />

Yüce Kitâbı’nda över<br />

Peygamberimi severim…<br />

Bekir OĞUZBAŞARAN<br />

9


Hulûsi Kalb’den<br />

Hüseyin ALPSOY<br />

EHL-İ<br />

AŞKIN<br />

YOL HARİTASI<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin<br />

gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi<br />

şiir yüklüdür. Tasavvufu, düşünce<br />

dünyasından ötede hâl dünyasında da yaşamış ve<br />

hissettiği Rahmet tecellilerini ‘doğuş’ adıyla sevenleriyle<br />

paylaşmıştır. Hulûsi Efendi’nin ilham<br />

kaynaklı sözleri şiir olmaktan öte irşad vazifesi de<br />

gören birer ders niteliğindedir. Çünkü mutasavvıf<br />

şaire göre şiir, duygu hâlinden öte, insana varoluşunu<br />

sorgulamasını ve kendi varlığının farkına<br />

varmasını öğütleyen “Mutlak Hakikati” arama<br />

işidir. Seçmiş olduğumuz şiir, Hulûsi Efendi’nin<br />

kalbine yansımış olan hakîkat tecellilerinden bir<br />

numunedir.<br />

Senin şem’-i cemâlin olmasa pervânen olmazdım<br />

Senin “Ve’l-Leyl” zülfün olmasa dîvânen olmazdım<br />

(Senin cemâlinin mumu olmasaydı pervâne olmazdım<br />

(ve) senin vel’leyl (gibi olan siyah) saçın<br />

olmasaydı dîvâne olmazdım.)<br />

Mum Sevgili Pervâne İse Âşıktır<br />

Birinci mısrada geçen şem ve pervâne kelimeleri<br />

Dîvân edebiyatı geleneğinde birlikte kullanılan<br />

kavramlardır. Bu iki kavram birlikte kullanıldığı<br />

zamanlarda sevgili ve âşık kastedilmektedir.<br />

Zira mum sevgili pervâne ise âşıktır. Eski zamanlarda<br />

meclislerde mum yakılırdı. Gece karanlığında<br />

bu mumun etrafında pervâneler bulunurdu.<br />

Pervâne mum ışığında döner döner ve öyle bir an<br />

gelir ki kendini ateşe atarak yakar. Bu hayâli, şairler<br />

sevgilinin etrafında pervâne olmak ifadesiyle<br />

kullanmışlardır. Ancak bu hayal mutasavvıf şairlerin<br />

dünyasında başka mânâlar ifade etmektedir.<br />

“Tasavvuf edebiyatında; harâbât tekkeyi, şarab<br />

irfan ve Allah aşkını, sâkî ise mürşidi temsil<br />

etmektedir. Beyite bu penceren bakınca anlam<br />

bir öncekinden tamamen farklı bir noktaya<br />

gelmektedir.”<br />

Sâlik’in aşkı beyitte şem’-i cemâl şeklinde ifade<br />

edilmiştir. Çünkü onun için cemâl sahibi tek zât<br />

Allah’tır. Âlemde cemâlden gayrı bir şey yoktur.<br />

Çünkü Allah, âlemi kendi sûretinden başka bir<br />

sûrette yaratmamıştır. O güzeldir, o hâlde âlem<br />

bütünüyle güzeldir. Âşığın pervâne olması bu eşiz<br />

güzelliği müşahede etmesi anlamına gelmektedir.<br />

Tasavvufta cemal müşahedesi, kalblere nurların,<br />

sırların, lezzetli sözlerin, dostane ifadelerin tecelli<br />

etmesi ve Allah’a yakınlık durumudur. Cemâl,<br />

ilâhî rahmet cinsinden lütuf ve merhamet vasıflarıdır.<br />

Hâl böyle olunca pervâne misali âşığın kendini<br />

ateşe atması ise bu ilâhi kaynağa yani vahdete<br />

erişmesidir.<br />

İkinci mısrada âşıklığın bir başka hâli anlatılmıştır.<br />

Sevgilinin saçı, gece ve karanlık gibi simsiyahtır.<br />

Bu nedenle sevgilinin saçı kara siyah anlamına<br />

gelen Kur’an-ı Kerim’in doksan ikinci sûresi<br />

olan ‘Ve’l-leyl’ tâbiriyle ifade edilmiştir. Âşıkların<br />

gönlü her daim sevgilinin saçına bağlıdır. Saçları<br />

tarafından adeta zincire vurulmuştur. Eski zamanlarda<br />

akıldan âzâde dîvâne kişileri zincire<br />

vurarak tedavi ederlermiş. Bu nedenle âşık kendini,<br />

sevgilinin saçları tarafından zincire vurulmuş<br />

dîvâne olarak nitelendirmektedir. Aynı zamanda<br />

sevgilinin saçının kokusu ve rengi de aşığın aklını<br />

başından almaktadır.Tasavvufta zülf, hiç kimsenin<br />

ulaşamadığı gaybî hüviyeti temsil eder. Zülf,<br />

Hakk’ın zâtı ve künhüdür. Sâlik vecd halinde iken<br />

akıl ve hislerle izah edemediği bazı gaybî hallere<br />

şahit olur. Bu nedenle Hulûsi Efendi kendini<br />

dîvâne olarak nitelendirmektedir.<br />

Karârın gönlümün ger almasaydı hüsn-i tâbânın<br />

Şarâb-ı la’lininûş eyleyip mestânen olmazdım<br />

10 Nisan <strong>2013</strong><br />

11


(Eğer parlak güzelliğin gönlümün kararını almasaydı,<br />

dudağının şarabını içip sarhoş olmazdım.)<br />

Hüsn-i tâbân ile yalnız Hakk’ın zâtında bulunan<br />

kemâl ifade edilmek istenmiştir. Âlemdeki<br />

bütün güzellikler, O’nun güzelliğindendir. Beyitte<br />

ifade edilen Hüsn, ilâhî güzelliktir.Bu güzelliğin<br />

gönlün kararını alması ise tasavvuftaki hâl<br />

mertebelerinden olan vecde işarettir. Zira vecd<br />

mertebesi ezeli nurun parıltısının kalbe yansıdığı<br />

ve hakiki cezbenin ruhu uyandırdığı makamdır.<br />

Hakk’ın vechinin ve ezeli zatının nurunun parıltısıyla<br />

meydana gelen vecd, akıl veya his ile kavranabilecek<br />

bir hal değildir.<br />

İkinci mısrada, Hulûsi Efendi (k.s.) vecd<br />

hâlinden hayret makamına geçişini bazı sembollerle<br />

anlatmıştır. Âşığın temel gayesi aşk şarabı<br />

içmektir. Ancak bu şarap öylesine bir şarap değil<br />

sevgilinin la’l gibi kırmızı dudağının şarabıdır.<br />

Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak,<br />

şarap, kâse, sâkî gibi mecazlı kullanımlar, tamamen<br />

sûfinin geçirdiği, yaşadığı hâllerin veya bazı<br />

tâbirlerin sembolüdür. Mısrada la’l ile ifade edilen<br />

dudak ise tasavvufta vahdeti simgeler. Gönül<br />

aşk şarabıyla sarhoş olmuş ve hayret makamına<br />

ermiştir.<br />

Harâbât Tekke,<br />

Sâkî İse Mürşiddir<br />

Bi-hamdi’llâh düşürdün râhımı semt-i harâbâta<br />

Velî yoksa ne mümkün sâlik-i mey-hânen olmazdım<br />

(Hamd olsun yolumu meyhânelerin semtine<br />

düşürdün, yoksa ne mümkün mey-hânenin sâliki<br />

olmazdım.)<br />

Eski zamanlarda meyhânelerin bulunduğu<br />

semtlere semt-i hârâbat adı verilirdi. Yolu bu semtlere<br />

düşenler ise hiç şüphesiz o meyhânelerden birinin<br />

müdâvimi olur ve kendi de o harâb-hâneler<br />

gibi harâb olurdu.<br />

Ancak Hulûsi Efendi’nin hârâbâtdan ve<br />

meyhâneden kastının bu olmadığı bilinmektedir.<br />

Çünkü mutasavvıf bir şair için, bir önceki beyit vesilesiylede<br />

izah ettiğimiz gibi, semboller hâlini anlatmakta<br />

yardımcı unsurlardır. Tasavvuf edebiyatında;<br />

harâbât tekkeyi, şarab irfan ve Allah aşkını,<br />

sâkî ise mürşidi temsil etmektedir. Beyite bu penceren<br />

bakınca anlam bir öncekinden tamamen<br />

farklı bir noktaya gelmektedir.<br />

Ancak beyitte anlatılmak istenen bir üçüncü anlam<br />

daha vardır. Hârâbat tabiri, sûfinin, maddî ve<br />

nefsî dediğimiz yönünü yıkması ve kendisinde dünyalık<br />

bir şey kalmaması anlamında kullanılmıştır.<br />

Meyhâne kelimesi de aynı mânâyı ifade için kallanılır.<br />

Hak âşığı sâliklerin dünyalarını harap etmeleri,<br />

ahireti imâr içindir. Zira âyetlerde, dünyanın<br />

bir oyun yeri olduğu, ahiretin dünyadan daha hayırlı<br />

bulunduğu anlatılmaktadır. Harabelik, yıkık<br />

yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa onarılsın,<br />

bir türlü mamur hâle gelmeyen, bir çeşit sarhoş<br />

olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünyadır.<br />

Zira Allah›ın vechinin haricinde olan her şey<br />

fânidir, yok olucudur, helak olucudur. (55/Rahman,<br />

26-27) Hulûsi Efendi (k.s.) Rabbine bu hali<br />

kendisine ihsan ettiği için hamd etmektedir. Çünkü<br />

Allah’ın ihsânı ve keremi olmasa kulun doğru<br />

yolu bulması mümkün değildir.<br />

O günde rûhumuvaslın demiyle etmesen sîr-âb<br />

Bugün bezm-i gamında tâlib-i peymânen olmazdım<br />

(O gün, ruhumu vuslat şarabıyla doyurmasaydın,<br />

bu gün gam meclisinde kadehinin tâlibi olmazdım.)<br />

Beytin genel anlamına bakıldığında Hulûsi<br />

Efendi (k.s.)’nin ‘O gün’ ifadesi ile ‘Bezm-i Elest’i<br />

ifade ettiğini anlarız. Bezm-i Elest, Farsça ve Arapça<br />

iki kelimeden oluşmuş “Elest Toplantısı” anlamında<br />

bir tabir. A’raf Suresi’nin 172. âyetinde Allah<br />

ruhlara “Elestübi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz<br />

değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar “Belâ”<br />

(Evet) dediler. İşte bu toplantı, ruhlar bedene girmeden<br />

yapılmış, Allah ile ruhlar arasında “misak”<br />

(sözleşme) vuku bulmuştu. Orada verilen sözün<br />

doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları bu<br />

imtihan dünyasına gönderdi. İşte Allah ile ruhlar<br />

arasındaki sözleşmenin meydana geldiği bu top-<br />

lantıya, ayete telmihte bulunularak ‘Bezm-i Elest’<br />

denmiştir. Bezm-i Elest, Dîvân edebiyatında şairlerin<br />

sıklıkla başvurdukları bir ifadedir. Zira şairler<br />

âşıklıklarını bezm-i eleste dayandırmaktadırlar.<br />

Ve ‘Evet’ anlamına gelen ‘Belâ’ ifadesiyle cinas yaparak,<br />

alınlarına belâ yazıldığını ve aşkın belâsına<br />

düştüklerini ifade ederler.<br />

İlk mısrada Hulûsi Efendi şarab kadehinin tâlibi<br />

olmasını birinci mısrada ruhunun vuslat şarabına<br />

doyurulmasıyla ifade etmiştir. İlk mısradaki ‘vaslın<br />

demi’ ifadesini kavuşma anı olarakda düşünülmemelidir.<br />

Çünkü ardından gelen ‘Sîr-âb (suya doymuş,<br />

kanmış)’ ifadesi ‘dem’in şarap anlamında kullanıldığını<br />

göstermektedir. Zaten ikinci mısradaki<br />

‘tâlib-i peymâne’ ifadesi de bu anlamı kuvvetlendirmektedir.<br />

Hakk’ın Kapısının Eşiğine<br />

Yüz Sürmek<br />

Hulûsi Efendi dünyayı gam meclisi olarak adlandırmaktadır.Dünya<br />

ehl-i kalb için bir gam meclisidir.<br />

Ancak bu mecliste huzur tâlib-i peymâne olmak<br />

ile bulunabilir. Çünkü aşk şarabına kavuşmanın ilk<br />

mertebesi kadehe tâlib olmaktır. Zira tasavvufta hedefe<br />

ulaşmak için dört mertebe vardır. Bunlar; tâlib,<br />

mürid, sâlik, vâsıldır. Diğer makamlara ulaşmak ve<br />

murada vasıl olmak için önce tâlib olmak gerekir. Bu<br />

sebeple, «Men talebe ve cedde vecede» (İsteyen ve<br />

bu isteğinde ciddî olan hedefe ulaşır.) denmiştir.<br />

Hulûsîkemteri dergâha lutfun etmese bende<br />

Koyup yüz âsitâna âşık-ı ferzânen olmazdım<br />

(Eğer lütfun kemter Hulûsi’yi dergâha kul,<br />

köle etmese, eşiğine yüz koyup nefsinden sıyrılmış<br />

âşık olamazdım.)<br />

Bir önceki beyitlerde ifade edilen doğru yolun<br />

lütuf ile mümkün olması bu beyitde de tekrar edilmiştir.<br />

Zira kul sahip olduğu hasenâtı Allah’tan,<br />

işlediği seyyiâtı nefsinden bilmelidir. Bu kâideye<br />

binâen Hulûsi Efendi de Allah’ın lütfunu çokça<br />

ifade etmektedir. Bu lütuf sayesinde Hulûsi Efendi<br />

Hakk’ın kapısının eşiğine yüz sürerek nefsinden<br />

sıyrılmış bir âşık olma imkânı bulmuştur.<br />

İkinci mısrada ifade edilen eşiğe yüz sürmek<br />

ve nefsinden sıyrılmak tabirleri beytin anlamını<br />

tam kavramak açısından önemlidir. Doğu toplumlarında<br />

eşik kutsal sayılmış ve yüce kişilere<br />

saygının ifadesi olarak eşiklerine yüz sürülmüştür.<br />

Beyitte bu durum ‘âsitân (yüz koymak eşiğe<br />

secde etmek)’ kelimesiyle anlatılmıştır. Divan<br />

edebiyatında sevgilinin eşiği âşığın secdegâhıdır.<br />

Eşik tasavvufta ise mahviyeti simgeler. Mürid<br />

şeyhinin kapısının eşiğini öpmesi, eşiğe yüz sürmek<br />

olarak ifade edilir. Eşiğe baş koymak bağlılığı<br />

ifade eder. Dergâhın eşiği müridi zahirden batına,<br />

mecazdan hakikate götüren kapının parçası<br />

olması sebebiyle kutsal sayılmıştır. Ayrıca âsitan<br />

kelimesinin dergâh ve tekke anlamına gelmesi anlamı<br />

daha da derinleştirmektedir.<br />

Görüldüğü üzere her şiirinde bizlere aşk bahçesinin<br />

farklı farklı güzelliklerini gösteren Hulûsi<br />

Efendi, bu gazelinde de bize gönlünde duyduğu<br />

tecelli yansımalarını ifade etmiştir. Gazel ilk<br />

beyitten itibaren adeta aşk yolunda aşılması gereken<br />

vadileri ve hâlleri bizlere göstermektedir.<br />

Vecd halinden hayret makamına, vuslatdan mahviyete<br />

kadar ehl-i aşkın yol haritasını çizmektedir.<br />

Ele aldığımız gazel, gerçek makamın sahibi olmak<br />

için çok yol katetmek zorunda olan sâlikler için<br />

özet bir tarif niteliği taşımaktadır.<br />

12 Nisan <strong>2013</strong><br />

13


Güzel İsimler<br />

Ramazan ALTINTAŞ*<br />

Yaşatan, hayat veren ve canlının<br />

hayatına son veren:<br />

MUHYÎ VE MÜMÎT<br />

14<br />

“Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca bütün insanlığı meşgul etmiş bir konudur.<br />

İşte bu açıdan “ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji ve felsefe disiplinleri<br />

yönünden ele alınıp değerlendirilmesi, günümüzün çağdaş toplumları açısından<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

da büyük önem taşımaktadır.”<br />

Muhyî, “diri,<br />

canlı olmak<br />

ve yaşamak”<br />

anlamındaki ‘hayat’ kökünden<br />

türemiş bir sıfat olup<br />

“yaşatan ve dirilten” demektir.<br />

“Ölmek” manasına gelen ‘mevt’<br />

kökünden türeyen “mümît” ise,<br />

“canlının hayatına son veren,<br />

ölümünü gerçekleştiren” anlamını<br />

taşır. 1 Her iki isim de Yüce<br />

Allah’ın güzel isimleri arasında<br />

yer alır.<br />

Muhyî, yoktan bir şeyi îcâd<br />

etmek, yaratmaktır. Eğer var kılınan<br />

şey, can verme ise, o zaman<br />

îcâd işini yapan kimsenin bu eylemine<br />

ihyâ/diriltme; eğer meydana<br />

getirilen ölümse, bu işi yapanın<br />

bu fiiline, imâte/öldürme<br />

denir. Ölümü de dirimi de yaratan<br />

Yüce Allah’tır. O’ndan başka<br />

öldüren ve dirilten yoktur. Bu<br />

konuda Kur’an-ı Kerim’de birçok<br />

âyet vardır: “O, hanginizin<br />

daha güzel amel yapacağını sınamak<br />

için ölümü ve hayatı yaratandır.<br />

O, mutlak güç sahibidir,<br />

çok bağışlayandır.” 2<br />

Görüldüğü gibi bu âyette,<br />

Allah’ın kudret ve tasarrufunu<br />

en açık bir şekilde gösteren deliller<br />

anlatılmakta, kimlerin O’nun<br />

emir ve yasaklarına uyarak daha<br />

güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak<br />

için hayatı ve ölümü yarattığı<br />

bildirilmektedir. Aynı<br />

âyette geçen, Allah’ın imâte ve<br />

ihyâ/öldürme ve diriltme fiille-<br />

rine dikkatleri çekmenin ötesinde,<br />

önce ölümü, sonra da hayatı<br />

yarattığının vurgulanmış olması<br />

anlamlıdır. Ölümün önce zikredilmesinin<br />

mânâsı, dünya hayatından<br />

âhiret hayatına geçiş hali,<br />

hayattan maksatsa, âhiret hayatıdır.<br />

Bir başka açıdan, ölümle,<br />

dünya hayatından âhiret hayatına<br />

geçiş, hayatla da dünya hayatı<br />

kastedilmektedir. Zira hayat<br />

da ölüm de imtihan için yaratılmıştır;<br />

imtihan yeri ise âhiret<br />

değil, dünyadır. Çünkü dünya,<br />

teklifler yurdu, âhiret ise,<br />

ödül ve cezâ yeridir. Her ikisinin<br />

de bu dünyada olması amaca<br />

daha uygun görünmektedir. Hayat,<br />

ölümden önce olduğu halde<br />

âyette sonra gelmesi bize, eşyada<br />

asıl olanın yokluk olduğunu,<br />

varlık ve hayatın sonradan verildiğini<br />

hatırlatmaktadır.<br />

Ölüm, Ciddi Bir<br />

Uyarıcıdır<br />

Bizim kanaatimize göre ölüm<br />

olgusu, âyette, insanlara hayatın<br />

sorumluluğunu hatırlattığı, onları<br />

iyi işler yapmaya teşvik ettiği<br />

ve bir uyarıcı olduğu, nihâyet<br />

insan hayatında “imtihan” sorumluluğunu<br />

daha canlı tuttuğu<br />

için önce zikredilmiştir. Bir<br />

Müslüman için dünya hayatı hayırlı<br />

faaliyetler alanı, ölüm ise bu<br />

faaliyetlerin karşılığının verileceği<br />

ebedî varlık sahnesine geçişi<br />

sağlayan dönüm noktasıdır. Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.)’in de belirtti-<br />

ği gibi ölüm, ciddi bir uyarıcıdır.<br />

Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca<br />

bütün insanlığı meşgul etmiş<br />

bir konudur. İşte bu açıdan<br />

“ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji<br />

ve felsefe disiplinleri yönünden<br />

ele alınıp değerlendirilmesi,<br />

günümüzün çağdaş<br />

toplumları açısından da büyük<br />

önem taşımaktadır. Çünkü ölüm<br />

sonrası yaşam, ölüm kaygısı<br />

ve dindarlık düzeyleri arasındaki<br />

ilişki, egzistansiyel bir değer<br />

ifade etmektedir. Bu sebeple<br />

Kur’an’da önce ölümün sonra da<br />

hayatın zikredilmesi anlamlıdır.<br />

Niçin Önce Hayat<br />

Değil de Ölüm Başa<br />

Alınmıştır?<br />

Aslında hayata anlam katan,<br />

hayatı yaşanılır kılan<br />

ölüm duygusudur. Ölüm olgusunu<br />

içselleştiren bir birey,<br />

hayatını disipline eder, amaçlı<br />

yaşar. Ölüm, insan hayatına<br />

anlam katar, insanda sorumluluk<br />

duygusunu canlı tutmak<br />

suretiyle ahlâkî gelişime büyük<br />

katkı sağlar. Dolayısıyla ölüm<br />

olgusuna tasavvuf geleneğimizde;<br />

sevgiliye kavuşma, ten<br />

kafesinden kurtuluş, mekân<br />

değiştirme, sırlanma gibi anlamların<br />

yüklenmiş olması,<br />

ölüm korkusunu yenmekle kalmaz,<br />

ölüm düşüncesinin insan<br />

psikolojisi üzerinde yıkıcı etkisini<br />

de asgari düzeye indirir.<br />

15


Diğer taraftan âhiret inancı<br />

ve ölüm duygusu, ‘Allah’a<br />

rağmenliği’ besleyen duyguların<br />

etkisinde gelişen negatif<br />

dünyevîleşmeyi aşmada, insana<br />

yardımcı olur. Ebedîlik düşüncesinin<br />

buraya, şimdi’ye değil,<br />

“öte”ye ait olduğunu insan bilincinde<br />

sürekli yaşatır. Bu inanç,<br />

insan yaşamını altüst edecek acı<br />

ve ıstırapları, gönül huzuruna<br />

çevirir, insanı kendisiyle, çevresi<br />

ve toplumuyla barışık hale getirir.<br />

Güçlü âhiret inancı ve ölüm<br />

duygusu, yüce hedeflere ulaşmayı<br />

arzu eden insana, yaşama sevinci<br />

kazandırmakla kalmaz, hayatında<br />

karşılaşabileceği tüm<br />

olumsuzluklara karşı, direnme<br />

gücüne kuvvet katar.<br />

Yaşadığımız modern zamanlarda<br />

her türlü ahlâkî ilkeleri<br />

ve toplumsal kuralları bir bariyer<br />

olarak algılayan; çalışmayan,<br />

üretmeyen sadece eğlenceye ve<br />

cinsel yaşama odaklanan hedonist<br />

yaşam tarzları, felsefî bir<br />

anlayış olarak “ölümden kaçış”<br />

üzerine kuruludur. İnsan neden<br />

maddî hazza bu kadar müptelâ<br />

olur da insânî değerleri hiçe sayar?<br />

Çünkü ölüm olgusu, onun<br />

hayatına yapıcı bir kuvvet olarak<br />

girememektedir. Zaten Batı<br />

uygarlığının temel kabullerinden<br />

biri de budur. Batı medeniyeti<br />

ölümün inkârı üzerine kuruludur.<br />

Eğer bu hayata ölüm ışık<br />

tutmuyorsa, bu hayatı aydınlatmıyorsa,<br />

bu hayat neyle aydınlatılır?<br />

16<br />

Zafer İçin Sefer<br />

Aslında pek çok şey, hayata<br />

bakış açımızla alâkalıdır. Siz<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

hayatın içinde saklı olan küçük<br />

mucizeleri, detayları, sürprizleri<br />

görmeye ayarlamışsanız bilincinizi,<br />

size bir çiçeğin açışı,<br />

bir bebeğin yürüyüşü, bir kuşun<br />

ötüşü, bir kar taneciği, mevsimlerin<br />

değişmesi, gecenin gündüze<br />

inkılâp etmesi… Bütün bunlar,<br />

mânevî hazlar verir. Önemli<br />

olan, insanın aşkınlığı yakalayabilmesidir.<br />

Bu da ancak insanın<br />

“kendini aşma”sıyla gerçekleşebilir.<br />

Kendini aşma, kendi<br />

benliğinin üstünde anlamlara<br />

yönelebilmek, öteyi aramak demektir.<br />

Bu kişiler için hayat biraz<br />

da “zafer” değil, “sefer”dir.<br />

İnsan özgür iradeye dayalı yaratılış<br />

gereği, bir yerden daha iyi<br />

bir yere yolculuk edebilen bir<br />

varlıktır. Zaferi önemseyen insanlar,<br />

maddî olanın peşinde<br />

koşarlar. Seferi önemseyen insanlar,<br />

mânevî olanın, mânevî<br />

hazzın, oluş ve tekâmülün peşinde<br />

koşarlar. İnsanı insan kılan<br />

şey, yolda olduğunun bilincinde<br />

olması, hayatı bir<br />

bütünlük duygusuyla yaşaması,<br />

maddî olanı bütünüyle elinin<br />

tersiyle itmemesi, ama asıl olanın<br />

ruhun arayışı olduğunu fark<br />

etmesidir. 3<br />

“Öldüren ve dirilten<br />

Allah’tır.” 4 Kur’an’da “ihyâ” fiilinin<br />

geçtiği birçok âyette “imâte”<br />

fiili de geçer. Genel anlamda diriltme<br />

ve öldürme fiillerinin<br />

Allah’a nispet edildiği alanda;<br />

can verme, öldükten sonra diriltme,<br />

tabiattaki bütün canlılara<br />

kendisinin koyduğu kurallar<br />

çerçevesinde hayat verip yaşatma<br />

mânâsı mevcuttur. 5 Ayrıca<br />

Kur’an’da mecâzî anlamda ihyâ,<br />

hidâyet verme; imâte de kâfir<br />

olma mânâsında kullanılır:<br />

“Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden<br />

ölüyü çıkarırsın.” 6 Nitekim<br />

bu âyeti ünlü Kur’an yorumcusu<br />

İbn Kesir; “Kâfirden mü’mini;<br />

mü’minden kâfiri çıkarmak”<br />

olarak yorumlamıştır. 7 Gerçekten<br />

de öyledir. Tarihe baktığımız<br />

zaman ve hatta günümüzde<br />

nice hidâyet öykülerinde, küfürde<br />

iken ihtida edenler, imanda<br />

iken irtidâd edenler vardır. Hatta<br />

kâfir olan nice babaların çocukları<br />

Müslüman, az da olsa,<br />

nice babaları Müslüman olanların<br />

çocukları da din değiştirmiş<br />

ve tanrıtanımaz olmuşlardır.<br />

Sonuç olarak, varlık alanında,<br />

ihyâ/diriltme ve imâte/öldürme,<br />

her şeyde kendisini<br />

gösterir. Bu konuda her türlü<br />

tasarruf yetkisi Allah’a aittir. O,<br />

nice bedenleri ruhla, nice ruhları<br />

gaybî yardımlarıyla diriltir.<br />

İnsan, Allah’ı ne kadar çok zikrederse,<br />

kalbi o kadar diri olur,<br />

ne kadar Allah’ı zikirden kaçarsa,<br />

kalbi o kadar ölür. Onun için<br />

insan, varlığın başlangıç ve sonucunu<br />

iyi düşünmeli, hayattan<br />

sonra ölümü asla aklından<br />

çıkarmamalıdır. “Gerçek ârifler<br />

ölmez, ölenler hayvan imiş.” dediği<br />

gibi Yûnus’un, daima iman<br />

üzere olmak ve o şekilde Allah’a<br />

kavuşmak O’nun ihya isminden<br />

hisselenmek mânâsına gelir.<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 El-İsfehani, el-Müfredât, s. 197-98.<br />

2 67/Mülk, 2.<br />

3 Ömer Baldık, Dr. Kemal Sayar’la “Hazcılık” Üzerine<br />

Bir Söyleşi”, Zafer Dergisi, Ağustos, 2006.<br />

4 2/Bakara, 28.<br />

5 Bkz. 57/Hadîd, 17; 21/Enbyâ, 30; 41/Fussilet, 39; 6/<br />

En’âm, 122.<br />

6 3/Âl-i İmrân, 27.<br />

7 Krş. İbn Kesîr, M. Tefsir, tahk. M. Ali es-Sâbûnî,<br />

Beyrut, 1981, I, 275<br />

SUDAKİ AY GİBİ<br />

GÖNLÜME DÜŞTÜN<br />

Sudaki ay gibi gönlüme düştün<br />

Senden başkasına bakmayacağım.<br />

Karanlık ruhuma bir ışık saçtın<br />

Gayrı hüzünleri takmayacağım.<br />

Elinde mahkûma dönse de canım<br />

Azapla hicranla dolsa her yanım<br />

Gözümden süzülüp aksa da kanım<br />

Ben seni sevmekten bıkmayacağım.<br />

Sevda yağmurları yağsa üstüme<br />

Gökteki yıldızlar kaysa gözüme<br />

Sel olsa dağların karı gönlüme<br />

Artık yüreğinden akmayacağım.<br />

Gönlüm susuzluktan yanıp kavrulsa<br />

Bin bir çeşit iksir bana yoğrulsa<br />

Bütün zalim oklar gönle doğrulsa<br />

Senden başkasını sokmayacağım<br />

İçimdeki dertler şavkınla dindi<br />

Kararan geceler mehtaba döndü<br />

Seninle kalbimin hicranı söndü<br />

Bir daha gönlümü yakmayacağım.<br />

Mürsel GÜNDOĞDU<br />

17


Şehir Güzellemesi<br />

Meryem Aybike SİNAN<br />

TOKAT<br />

BİR BAĞ İçinde!<br />

Sivas’tan öteye Tokat vardır!<br />

Etrafı dağlarla çevrili Tokat, eteklerini toplayıp gül<br />

bahçesine oturan bir güzeller güzelidir Karadeniz yollarında.<br />

Dağlar ve tepeler uzaktan uzağa şehrin üzerine<br />

gülümser gibidir müstehzi nazarlarla. Yeşilin bin türlüsünü<br />

kuşanmış Tokat, bahçelerin serinliği ve derinliği<br />

içinde kadim düşüncelere dalmış, bir efsunlu destanı<br />

düşlemektedir!<br />

Mustafa Hâkî Efendi ve Niksarlı Hacı Ahmet<br />

Efendi’nin maneviyat yurdunda bir erenler faslına yolunuz<br />

düşmüş gibidir…<br />

Yürüdüğünüz yollar dervişane fısıldarlar kulağınıza:<br />

Amasya’dan öteye Tokat’a gidilir!<br />

Tokat’tan mı geliyon da/Kız sen Almuslu’musun<br />

Ben sana varacağım da/Söyle namuslu musun?<br />

Namus duygusuna vurgu yapan bu türküsü düşüyor<br />

hatıralarıma. Mihrican Bahar söylerdi, Tokat’ı o zaman<br />

bildik. Şehrin ruhunu bu türküyle anladık, tanıdık. Tokat<br />

bize türkülerle geldi, efsunlu bir iklimin içinden süzüldü,<br />

tertemiz olarak ruhumuza misafir oldu.<br />

Dağlarının Ardından<br />

Yine Dağlar Olsa da<br />

Tokat bir meyve bahçesi, bir huzur durağı ve bir güzellikler<br />

geçididir. Her ilçesi en az Tokat kadar özel ve<br />

güzeldir. Dağlarının ardından yine dağlar olsa da sanki<br />

her dağın ardını aştığımızda bizi bir büyülü tevafuk karşılayacakmış<br />

kabilinden bir heyecanın girdabına düşer<br />

mahrem-i esrarımız.<br />

Tokat ruh hanemize minare minare düşen bir beş<br />

vakit duraktır.<br />

Tokat, Horasan erenlerinin bağdaş kurup oturdu-<br />

18 Nisan <strong>2013</strong><br />

19


ğu bir sümbüllü bağdır ıtır kokulu. Kültürden irfana<br />

yürüyüşü her anlamda sürdüren desen desen<br />

Türkistan ve Horosan’ı anımsatan bir destansı yürüyüştür<br />

yola revan olduğumuz. Dünden bugüne<br />

gelen, her adım toprağında geçmişin fısıltılı güzelliğini<br />

bulduğunuz, duyduğunuz, hatırladığınız<br />

bir Hacı Bektaş keha<strong>net</strong>inin hikâyesidir dinlemeye<br />

doymadığınız.<br />

Zile, Reşadiye, Erbaa, Turhal, Niksar gibi ilçeleriyle<br />

zaman, durak bilmeden dünden bugüne<br />

tarihî serüvenini an be an hatırlatan Tokat, amansız<br />

mücadelelerin yiğit adresidir!<br />

Tokat’tan Öteye Yozgat Ses Verir!<br />

Tokat akarsular geçidir Karadeniz’e yol veren!<br />

Tokat, Allah vergisi güzelliğini gelene geçene<br />

sunan bir cömert eldir tuttuğumuz. Bir yayla-<br />

lar cen<strong>net</strong>idir göklere yükselen. Duman duman<br />

yaylalara yürüyen aklımız, buldukları, gördükleri<br />

ve yaşadıkları karşısında sessiz kalır! Batmanlaş<br />

Yaylası, Akbelen Yaylası, Selemen Yaylası, Dumanlı<br />

Yaylası, Çamiçi Yaylası sıcak yaz aylarının<br />

serin duraklarıdır geleni geçeni buyur eden.<br />

Göller, irili ufaklı göller Tokat ovasını, bağ ve<br />

bahçelerini doyasıya sular, emzirir, büyütür. Zinav<br />

Gölü, Düden Gölü, Kaz Gölü, Göllüköy Gölü<br />

Tokat’ın kıymetlileridir paha biçilmez.<br />

Gıj Gıj tepesine serinlemek için çıkılır<br />

Tokat’ta.<br />

Tokat’ın dağları vardır çimenli. Dumanlı<br />

Dağları, Çamlıbel, Boğalı Dağı, Akdağ, Deveci,<br />

Yaylacık, Mamu Dağı zirvesi dumanlı sarp geçitler<br />

olsa da Tokat’ı çepeçevre kuşatmış ve korumaya<br />

almışlardır Akıncı misali.<br />

Tokat dört dağ içinde olsa da çıkış Samsun’adır.<br />

Tokat bir mutfak zenginidir her geleni buyur<br />

eden. Ayran aşı çorbası, keş, oğmaç çorbası, helle<br />

çorbası, bütün çorba, püşürük çorba, kelem çorbası,<br />

keşbo çorba, kamalı çorba, bacaklı çorba,<br />

meşhur Tokat Keşkeği, bat, basta, büryan, karışık<br />

yahni, etli bakla dolması, ferfene, dolma köfte,<br />

Tokat kebabı, coştu yemeği, baldıran, madımak,<br />

bakla dolması, nivik, pakali, ısırgan yağlı aşı,<br />

gelinparmağı Bişi, papa, siron, kulak, cadı, şipsi,<br />

tülü köfte, kavlak börek, mısır böreği, pırasa böreği,<br />

yaş börek, hamba, Almus böreği, taş ekmeği,<br />

çarşaf böreği, hasuda, sini, kumak, güdül...<br />

Geçmişin Mührü Kalbinde<br />

Tokat tarihî eserleriyle geçmişin mührünü<br />

kalbinde taşır gibidir.<br />

Tokat’ın manevî süsü olan, Ali Paşa Camii,<br />

Takyeciler Camii, Ulu Camii, Çöreğibüyük Camii,<br />

Silahtar Ömer Paşa Camii, Elbaşoğlu, Hatuniye,<br />

Meydan Camiidir. Çukur Medrese, Gökmedrese,<br />

Mevlevihane gibi eserlerle kadim<br />

zamanlara sefere çıkarsınız!<br />

Tokat bir ipeksi bedastan gibidir. İçerisinde<br />

çeşitli dükkânlar ve kafeteryalar bulunan Taşhan,<br />

Bedestenler Hanı, Yazmacılar Hanı ve yaz<br />

kış yerel Tokat yemeklerini tadabileceğiniz Mahperi<br />

Hatun Kervansarayı hala ağır ağır misafir<br />

ağırlamaktadır.<br />

“Hey On beşli, Niksar’ın fidanları, Tokat<br />

yaylası” türküleriyle Tokat türkülerin diliyle<br />

geçmişe uzanmakta ve kadim kültürün çırasını<br />

yakmaktadır ruhumuzda. Tokat dil hanemizin<br />

gül bahçesidir, tarihi çehresi ve uhrevi lehçesidir.<br />

Tokat’tan öteye sonsuzluk vardır…<br />

20 Nisan <strong>2013</strong><br />

21


Edebiyat<br />

Bilal KEMİKLİ*<br />

22<br />

“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rahmettir, zevktir, safadır. Nebi olarak,<br />

mübelliğ olarak risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.”<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Efendim, kutlu bir gündeyiz… Söze bu kutlu<br />

günü destanlaştıran bir büyük ruhun dizeleriyle<br />

başlamak lazım…<br />

Allah adın zikredelim evvela<br />

Vâcib oldur cümle işte har kula<br />

Bugün, “Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim.”<br />

buyuran Kerem Denizinin veladet günü; kerem<br />

günü, cömertlik günü. Bugün, Mevlid Günü, diriliş<br />

günü, kendimize geliş ve kendimiz oluş günü;<br />

içimizdeki Kisra Saraylarının çöküş günü, içimizdeki<br />

Sâve Göllerinin kuruduğu gün, gönül<br />

Kâbe’mizi işgal eden putların birer birer devrildiği<br />

gün.<br />

Bugün, Muhammedî doğuş günü; Mustafa oluş<br />

günü, Ahmed’e eriş günü. Bugün, tevhid günü;<br />

Kur’an günü… Kur’an’la buluşma günü. Bugün<br />

Muhammed yolunun toprağı olma günü. Toprağa<br />

eriş günü.<br />

Bu gün, “Işık saçan bir kandil”e eriş günü. Aydınlanma,<br />

nur olma günü. Bugün, muhabbet<br />

günü. Bugün Muhammed günü.<br />

Yâ Nebiyyallah Cenab-ı Hak seni kılmış Habîb<br />

Ol sebepten bağ-ı vahdette sen oldun andelib<br />

Ketencizade Mehmed Rüşti<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.), vahdet bağının bülbülüdür.<br />

O, bülbülün tulu’ ettiği gün… O sese aşina<br />

Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,<br />

Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,<br />

Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,<br />

Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,<br />

Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.<br />

olma günü. Bugün, rahmete eriş günü.<br />

Bir tanedir<br />

Bir sümbül bir tanedir<br />

Peygamberler içinde<br />

Muhammed bir tanedir<br />

Anonim mani<br />

Biricik, bir tanecik olan Hz. Fahr-i kâinatın doğuş<br />

günü.<br />

Kudûmun rahmet u zevk u safâdır ya<br />

Rasûlallah!<br />

Zuhurun derd-i âşıka devâdır ya Rasûlallah!<br />

Hudâî<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rahmettir,<br />

zevktir, safadır. Nebi olarak, mübelliğ olarak<br />

risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.<br />

Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,<br />

Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,<br />

Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,<br />

Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,<br />

Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.<br />

Bugün, kurban olma, yakın, daha da yakın olma<br />

günü. Bugün, İbrahim nesline, insanlığa Allah’ın<br />

ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten ve onları<br />

tezkiye eden el-Muallim’in, el-Beşîr’in, el-Emîn’in,<br />

es-Sâdık ve el-Mübelliğ’in doğuş günü. Efendim, bu<br />

kutlu güne erdiren Rabb’e şükür! *. Prof. Dr.<br />

23


Sûfi Perspektif<br />

Kadir ÖZKÖSE*<br />

NEFSİ KINAMA GELENEĞİ OLARAK<br />

MELÂMET<br />

24<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Zühd hayatı Müslümanlararasında<br />

ortaya çıkıp yayıldıktan<br />

sonra bazı davranış<br />

biçimleri ve şekilleri de beraberinde<br />

geldi. Tasavvuf tarihinde<br />

buna “âdâb ve erkân” adı verilmektedir.<br />

Zâhidlere has bir<br />

kıyâfet, sûfîlere has ibadet ve zikir<br />

çeşitleri, onlara ait yapılar<br />

ve dergâhlar gibi unsurların zamanla<br />

çoğalması ve bünyeleşmesi<br />

<strong>net</strong>icesinde çıkış itibariyle<br />

ruhânî ve mânevî bir hüviyete<br />

sahip olan tasavvuf cereyanı hızla<br />

müesseseleşmeye doğru kaymaya<br />

başladı. Taç ve hırka gibi<br />

kıyâfetlerin yanında âdâb ve<br />

erkân başlığı altında seyr u sülûk<br />

için pek çok kâide ve prensip<br />

ortaya çıktı ve tasavvufî hayat<br />

bunlarla yürür hâle geldi. Dışa<br />

vuran bu şekil ve davranışlar giderek<br />

riya ve gösteriş için müsait<br />

bir zemin hazırladı. Diğer taraftan<br />

sonu gelmeyen halvet ve<br />

uzlet hayatı insanları cemiyetin<br />

dışına itmeye, hatta dilenerek<br />

geçinmeye sürükledi, pek<br />

çok insan da çalışmadan tekke<br />

ve zaviyelerin gelirleriyle hayatını<br />

devam ettirme yollarını aramaya<br />

başladı. Bütün bunlarla<br />

beraber “kerâmet göstermek”te<br />

odaklaşan bir rol ve gösteri hareketi<br />

de tekke muhitlerini derinden<br />

etkilemeye başlamıştı.<br />

İşte bu tarz tavır ve fikirlere karşı,<br />

yine tasavvufî muhitin içinden<br />

doğan alternatif harekete<br />

melâmetiyye adı verilmektedir. 1<br />

Bu yol sûfîlerin taçlarına, hırkalarına,<br />

iktidara satılıp vakıftan<br />

geçinmelerine, büyüklerden<br />

saygı görmelerine, halka büyük<br />

görünmelerine karşı tasavvufun<br />

içinden patlayan bir reak-<br />

siyondur. Tasavvuf ehlinin pîri<br />

kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî;<br />

“Tasavvuf ehli geçip gitti; tasavvuf,<br />

tesbih, hırka, seccade, bağırıp<br />

çağırmak olup çıktı.” 2 diyerek<br />

zamanın tasavvuf ehlini<br />

kınamıştır.<br />

Kınamak, ayıplamak, azarlamak,<br />

serzenişte bulunmak,<br />

korkmak, rüsvaylık anlamına<br />

gelen melâmet mastar bir kelime<br />

olup, melâmetî ise kınanmaya<br />

konu olan; ululuktan, davadan,<br />

kendini göstermekten,<br />

halkın sevgi ve saygısını kazanmak<br />

kaydından geçen; kendini<br />

herkesten aşağı, herkesi<br />

kendinden üstün gören; giyim<br />

kuşam özelliğiyle, tekkeyle, vakıftan<br />

hazır yemekle, zikirle, bağırıp<br />

çağırmayla kendisini göstermeye<br />

çalışmayan, halktan<br />

hiçbir suretle ayrılmayan, kendi<br />

kazancıyla geçinen, iç yüzden<br />

Hak’la, dış yüzden halkla beraber<br />

olan, hatta halkın saygısını,<br />

sevgisini bir kayıt bildiğinden<br />

farz ibadetlerini bile gizleyen,<br />

halka kendisini kötü gösteren<br />

kişi, demektir. Melâmîler, dini<br />

Allah’tan başka hiç kimsenin<br />

hatta bizzat kendilerinin bile<br />

muttali olamayacağı bir sır olarak<br />

görmektedir. Ayrıca onların<br />

meşrebine göre insanın, yaptıklarını<br />

görmesi, (bir şey yaptığını<br />

düşünmesi) bu fiilleri iptal<br />

eder. Melâmîler, insanlara hayırlı<br />

yanlarını göstermez ve itaatleri<br />

bulunduğunu iddia etmezler.<br />

Bu sebepledir ki, melâmîler<br />

birçok öğretileri ve âdetleri bakımından<br />

diğer sûfîlerden farklı<br />

olmuşlardır. Mesleâ sûfî hırkası<br />

giymemiş, semâ’ meclislerinde<br />

bulunmamış; müritlerine vecde<br />

gelmeyi; cezbeye tutulmuş olarak<br />

görülmeyi ya da daha genel<br />

bir tabir ile iddia kokan, şöhrete<br />

sebebiyet veren hiçbir tavır ve<br />

görünümü mübah görmemişlerdir.<br />

Bunun temelinde hallerini<br />

gizleme kaygısı bulunmaktadır. 3<br />

Birinci kuşak<br />

melâmetîlerinden Ebû Hafs<br />

Ömer b. Mesleme el Haddâd’ın<br />

ifadesiyle melâmîlik; “Hak Teâlâ<br />

ile beraber olmak için sırrını gizlemek,<br />

yakınlık ve kulluk adına<br />

kendini kınamak, halka yalnız<br />

kusur ve kabahatlerini gösterip<br />

iyiliklerini gizlemek suretiyle kınamasını<br />

celbetmektir.” 4<br />

Gösteriş Olur<br />

Endişesiyle Gizlemek<br />

Melâmet; kişinin yaptığı iyilikleri<br />

gösteriş olur endişesiyle<br />

gizlemek, kötülükleri ve işlediği<br />

günahları ise nefsiyle mücadele<br />

etmek için açığa vurmaktır.<br />

Bu tanımdan da anlaşılacağı<br />

gibi, melâmetin temel vasfı riyadan<br />

kaçınmak amacıyla gizlilik<br />

ve şöhretten sakınma olarak<br />

tezâhür etmektir. 5 Yapılan<br />

melâmet tanımlarında, kelimelerin<br />

literal anlamı korunarak,<br />

iddia sahibi olmama, riyadan<br />

sakınma, şöhretten uzak durma,<br />

nefsi itham ederek onun ayıpları<br />

ile meşgul olma, amelleri görmeme,<br />

şeklinde ifade edilmiş<br />

ve bu hareket, anılan anlamları<br />

kasten “Melâmetîlik” veya kurucusu<br />

Hamdun Kassâr’a nispetle<br />

“Kassârîlik” şeklinde isimlendirilmiştir.<br />

Melâmetîlik, dış görünüşlerinden<br />

iç hallerine intikal<br />

edilmeyecek hal, fiil, davranış ve<br />

sözleri seçerek avam ile avam,<br />

25


havas ile havas olmuşlar: gerçek<br />

durumlarını sezdirmemeyi,<br />

toplum içerisinde kıyâfet ve<br />

görünüşte ayırt edilmemeyi anlayışlarının<br />

esası olarak belirlemişler,<br />

sırlarının açığa çıkmasından<br />

korktukları ve insanların<br />

övmelerine sebebiyet verecek<br />

bir hal ortaya çıkınca nefislerinin<br />

gururlanmasından çekindikleri<br />

için bir taraftan bu halleri<br />

gizlemeye çalışmışlar, diğer<br />

taraftan nefislerini kırmak için<br />

halkın öfke ve tepkisini çekecek,<br />

hatta zaman zaman kınama ve<br />

azarlamalarına neden olacak fiiller<br />

işlemişlerdir. 6<br />

Gerçekte melâmîlik, İslâm<br />

tasavvufundaki özel bir eğilimi<br />

ve bakışı temsil etmektedir.<br />

Bu bakış, beşerî nefse, nefsin<br />

amellerine, bu amellerin değerlendirmesine,<br />

zühd ve zühdün<br />

tezâhürlerine dairdir. Sülemî,<br />

ister melâmîlerin ya da başkalarının<br />

bir ifadesi, ister bir âyet<br />

veya bir hadis olsun, bu eğilimin<br />

esası olmaya uygun olan her şeyi<br />

melâmîliğin bir esası zikretmiştir.<br />

7<br />

Muhabbetin hâlis olmasında<br />

melâmetin büyük bir tesiri<br />

ve tam bir meşrebi mevcuttur.<br />

Allah (c.c.), mü’minlerin sıfatlarından<br />

bahsederken, “Onlar,<br />

kınayanların kınamalarından<br />

korkmazlar. Bu Allah’ın bir lütfüdür<br />

ki, onu dilediğine verir.<br />

Allah her şeyi kuşatandır, bilicidir.”<br />

8 buyurmuştur.<br />

Bir melâmînin uzak durması<br />

gereken özellikler, bezenmesi<br />

gerekenlerden, terk etmekle<br />

mesul olduğu fiiller, yerine ge-<br />

tirmesi istenilen fiillerden daha<br />

fazladır. Melâmîlerin müritleri<br />

için şart koştuğu öğretiler,<br />

neredeyse şu veya bu şeyin kerih<br />

görülmesi veya yasaklanması<br />

veya bir şeyin reddedilmesine<br />

dair bir yasaklar silsilesini<br />

taşımaz. Meselâ melâmî, ibadetini,<br />

takvasını, zühdünü, ilmini<br />

veya halini izhar etmemekle sorumludur.<br />

Bir melâmî, ihlâsın<br />

zıddı olan riyadan bahsettiği<br />

kadar, ihlasın kendisinden bahsetmez;<br />

nefsin âfetleri, ayıpları<br />

ve kirlerinden bahsettiği kadar,<br />

fazîletlerinden ve olgunluklarından<br />

bahsetmez. Nefsi suçlamak,<br />

küçümsemek ve bütün istek ve<br />

arzularında onu hesaba çekmek<br />

gibi kendisine farz kıldığı şeyler<br />

kadar, nefsi güçlendiren ve süsleyen<br />

şeylerle kendisini sorumlu<br />

tutmaz.<br />

Noksanlıklarından<br />

Bahsedilmesini Sever<br />

Melâmî, amellerinin noksanlıklarından<br />

ve günahlarından<br />

bahsetmeyi, güzelliklerinden ve<br />

övgülerinden bahsetmeye tercih<br />

eder. 9 Dünyanın kınanması,<br />

melâmîliğin sisteminde hiçbir<br />

şekilde yer almaz, çünkü<br />

onların öğretilerinde dünyanın<br />

zemmi yasaktır. Ebu Hafs<br />

en-Nişaburî; “Gizlemen gereken<br />

şeyi izhar ettin, artık bizimle<br />

oturma ve arkadaşlık etme!” 10<br />

diyerek iddiada bulunmaktan<br />

kaçmayı öğütlemektedir. Çünkü<br />

melâmîler, nefisleri ile mutmain<br />

olmazlar. Melâmî Allah<br />

ile arasında gerçekleşen ilişkiyi<br />

sır olarak düşünür, başkasının<br />

bu ilişkiyi bilmesini istemez. Bu<br />

durum onların diliyle şu şekil-<br />

de dile getirilmiştir: “Melâmîler,<br />

halk için birtakım kötü fiilleri,<br />

amelleri ve tabiatın <strong>net</strong>icesi olan<br />

huyları işlemişlerdi. Hak için<br />

ise, onun gizli ema<strong>net</strong>lerini yerine<br />

getirmişlerdir.” 11<br />

Sülemî’ye göre sûfî ile<br />

melâmî arasındaki temel fark<br />

şudur: Sûfînin zâhiri, bâtınını<br />

anlatır ve sırlarının nuru fiil ve<br />

sözlerinde zâhir olur. Bunun<br />

için sûfî, Hallâc ve benzerlerinin<br />

yaptığı gibi, iddialarda bulunmaktan<br />

veya Allah’ın kendisine<br />

keşfettiği gaybî sırları açıklamaktan<br />

veya Allah’ın onun eliyle<br />

gerçekleştirdiği kerâmetleri insanlara<br />

göstermekten çekinmez.<br />

Melâmî ise, Allah’ın sırrının<br />

emînidir; kendisiyle Rabbi<br />

arasındaki hali kendisine saklar.<br />

Ayrıca melâmî, hiçbir iddia<br />

sahibi değildir; çünkü ona<br />

göre iddia, bir çeşit câhillik ve<br />

münâsebetsizlikten ibarettir ve<br />

eksiklikten kurtulamayışın delilidir.<br />

Melâmî kerâmet göstermez;<br />

bu kerâmetle Allah’ın nefis<br />

gururunu ve kendisini beğenmesini<br />

imtihan etmesinden, insanların<br />

bu kerâmetle fitneye<br />

düşmesinden korkar. 12 Bununla<br />

birlikte sûfî ile melâmî arasında<br />

mukayesede bulunan Ebu Hafs<br />

Ömer es-Sühreverdî, sûfîleri<br />

daha üstün görmekte ve mânevî<br />

hayatta sûfîleri melâmîlerin üstünde<br />

bir mertebeye yerleştirmektedir.<br />

13<br />

İbnü’l-Arabi ise melâmîleri,<br />

bütün zaman ve mekânlarda yaşayan,<br />

kendilerine özgü nitelikleri<br />

olan ve ortaya çıktıkları<br />

vaktin durumuna göre sayıları<br />

artan veya eksilen ehlullahtan<br />

bir grup şeklinde tanıtır. İbnü’l-<br />

Arabî’nin ifadesi ile onların vatanları,<br />

ne Horasan ve ne de<br />

Nişabur’dur. Pîrleri ne Hamdun<br />

el-Kassâr ne Ebû Hafs el-<br />

Haddâd ne de Ebû Osman el<br />

Hîrî’dir. İbnü’l-Arabî, bu makama<br />

ulaşanlar arasında, farklı<br />

tabaka ve bölgelere mensup<br />

Ebû Said el-Harrâz, Abdülkadir<br />

Geylânî, Ebû Yezid el-Bistâmî,<br />

Ebussuûd b. Şiblî gibi isimler<br />

yanında, başta Hamdun el-<br />

Kassâr olmak üzere Nişabur<br />

pîrlerinden melâmîlik makamına<br />

ulaşmış kimseleri de zikretmiştir.<br />

İbnü’l-Arabî sâlikleri üç<br />

kısma ayırır:<br />

Birincisi, âbidlerdir. Bunlarda<br />

zühd hâli, iyi fiiller ve nefsi<br />

kötü amellerden temizlemek<br />

gibi davranışlar hâkimdir. Bu<br />

insanların hâller, makamlar,<br />

ledünnî ilimler ve sırlar hakkında<br />

hiçbir bilgileri yoktur.<br />

Bunlardan birisi bir şey okumaya<br />

kalksa, okuyacağı şey<br />

Muhâsibî’nin er-Riâye’si veya<br />

onun yerine geçecek bir eserdir.<br />

İkinci sınıf ise, bütün fiillerin<br />

Allah’a ait olduğunu ve kendilerinin<br />

hiçbir şekilde fiil sahibi<br />

olmadığını müşahede eden<br />

sûfîlerdir. Bu insanlar takvâda,<br />

zühdde ve tevekkülde âbidler<br />

gibi ahlâk ve fütüvvet mensuplarıdırlar.<br />

İnsanlara nâil oldukları<br />

kerâmet ve hârikaları gösterir,<br />

onların Allah katındaki<br />

derecelerini bilmelerine sebep<br />

olacak herhangi bir şeyi izhâr<br />

etmekten çekinmezler. Çünkü<br />

onlar Allah’tan başkasını görmezler.<br />

Bunlar melâmîlere nispetle,<br />

nefis ve arzu sahipleridir.<br />

Üçüncü sınıf ise melâmîlerdir.<br />

Bunlar, Allah’ın kendisine yönelttiği<br />

bir sınıftır. Allah, onları<br />

kendilerine bir göz ilişir<br />

de, kendilerinden alıkoyar kıskançlığıyla<br />

muhafaza etmiştir.<br />

İbnü’l–Arabî melâmîlerin sahip<br />

olduğu özellikleri şu şekilde<br />

sırlamaktadır: Melâmîler,<br />

Allah’ın emirlerini yerine getiren<br />

diğer mü’minlerden fazladan<br />

bildikleri bir hâlden dolayı<br />

ayrılmazlar. Onlar, farz<br />

“Bir melâmînin uzak<br />

durması gereken<br />

özellikler, bezenmesi<br />

gerekenlerden, terk<br />

etmekle mesul olduğu<br />

fiiller, yerine getirmesi<br />

istenilen fiillerden<br />

daha fazladır.”<br />

namazlara sadece nâfileleri ilave<br />

eder, sokaklarda yürür, insanlarla<br />

konuşur; farzları insanlarla<br />

beraber îfâ eder, her<br />

beldeye o beldenin insanlarının<br />

kıyâfetleri ile girerler.<br />

Melâmîlerden hiçbirisi, mescidi<br />

mesken edinmez; insanlar<br />

arasında kaybolmak için Cuma<br />

namazının kılındığı mescitlerdeki<br />

mekânları değişiktir. Konuştukları<br />

zaman, kelamlarında<br />

Allah’ı murâkabe ederler.<br />

Kimse onları fark etmesin diye<br />

komşularının dışındaki insanlarla<br />

fazla haşir ve neşir olmazlar.<br />

Her türlü ihtiyaçlarını kendileri<br />

karşılarlar. Allah’ın râzı<br />

olacağı şekilde çoluk çocukları<br />

ile şakalaşır ve sadece gerçeği<br />

söylerler. 14 İbnü’l-Arabî<br />

melâmet ehlini, bu vasıflarından<br />

dolayı “ümenâ” olarak nitelendirdikten<br />

sonra, “Onlar<br />

bâtınlarında olanı zâhirlerine<br />

yansıtmayan, sûfîlerin en üst<br />

tabakasında bulunan kimselerdir.”<br />

15 demektedir.<br />

İnsanın en büyük düşma-<br />

26 Nisan <strong>2013</strong><br />

27


nı olan nefis ile mücadeleleri<br />

uğrunda melâmîler, riyâya yorumlanabilecek<br />

her türlü tavra<br />

karşı çıkmışlardır: Meselâ hem<br />

kendilerine hem de tâbîlerine<br />

sûfîlerin alâmet-i fârikası ve fakirin<br />

nişânesi olan yamalı elbise<br />

giymeyi yasaklamışlardır. Zira<br />

onlara göre yamalı elbise giymek,<br />

sûfînin kendini ispatlamasının<br />

göstergesidir. Aynı şekilde<br />

verâ’, takvâ ve îsâr gibi görüntülerle<br />

ortalıkta dolaşmayı kendi<br />

kendilerine yasaklamışlardır.<br />

Başka bir ifadeyle, bu ekol<br />

sahipleri amel, hal ve ilim boyutunda<br />

riyâyı yasaklamış, bütün<br />

bunlarda nefsin kınanması<br />

gerektiğini savunmuş ve itâat<br />

adına nefisten sadır olan her eylemde<br />

kusur arama yoluna gitmişlerdir.<br />

16 Melâmîler, halkın<br />

kendilerini hor ve hakir görme<br />

yolu ile nefislerini edeplendirmişlerdir.<br />

Bu zümrenin geçirdikleri<br />

en hoş zaman, nefislerini<br />

belâ ve zillet içinde buldukları<br />

vakittir. Bu durumun örneği İbrahim<br />

b. Edhem’dir. İbrahim<br />

b. Edhem’e; “Nefsinin muradına<br />

nâil olduğunu hiç gördün<br />

mü?” diye sorulunca, şu cevabı<br />

vermiştir: “Evet bunu iki defa<br />

28<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

gördüm. Bir kere bir gemiye<br />

binmiştim. Oradakilerden hiçbiri<br />

beni tanımıyordu. Üzerimde<br />

eski bir elbise vardı. Saçlarım<br />

da uzamıştı. Gemideki ahalinin<br />

benimle alay etmeye ve dalga<br />

geçmeye müsait bir hâlde idim.<br />

Gemide yolcuların yanında<br />

“Onlar toplum içinde ârif bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine,<br />

sıradan bir insan gibi davranmayı tercih ederler. Gösterişten<br />

kaçındıkları için kerâmetlerini gizlerler. Sema meclislerinde<br />

vecde gelip raksetmekten, yüksek sesle (cehrî) zikir<br />

yapmaktan, tarikat mensubu olduklarını gösterecek özel bir<br />

kıyâfet giymekten, hatta tekke kurmaktan kaçınırlar.”<br />

maskaralık yapan biri vardı. Bu<br />

kişi her zaman bana gelir, saçlarımı<br />

çeker, sakalımı yolar ve dalga<br />

geçmek için beni hafife alırdı.<br />

İşte o an nefsimi murâdına<br />

nâil olmuş bir hâlde bulur, nefsimin<br />

zillet içinde olmasına sevinirdim.<br />

Nihayet günün birinde<br />

maskaralık yapan kişi kalkıp<br />

üzerime bevledince sevincim<br />

son haddine ulaşmış oldu. Başka<br />

bir seferinde, bardaktan boşanırcasına<br />

yağan yağmur altında<br />

bir kasabaya varmıştım. Kışın<br />

soğuğu iliklerime kadar işlemişti.<br />

Üzerimdeki abâ ıslanmıştı.<br />

Mescide vardım fakat içeri girmeme<br />

müsaade edilmedi. İkinci,<br />

üçüncü mescide vardım, yine<br />

aynı durumla karşılaştım. Nihayet<br />

âciz kaldım. Soğuk vücuduma<br />

iyice tesir etmişti. Gittim<br />

bir hamamın külhanına girdim.<br />

Abamı ateşin karşısına serdim.<br />

Altımdan çıkan duman elbise-<br />

mi ve yüzümü simsiyah hâle getirmişti.<br />

Bir de o gece muradıma<br />

nâil olmuştum.” 17<br />

Özetle onlar toplum içinde ârif<br />

bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine,<br />

sıradan bir insan gibi davranmayı<br />

tercih ederler. Gösterişten kaçındıkları<br />

için kerâmetlerini gizlerler.<br />

Sema meclislerinde vecde<br />

gelip raksetmekten, yüksek sesle<br />

(cehrî) zikir yapmaktan, tarikat<br />

mensubu olduklarını gösterecek<br />

özel bir kıyâfet giymekten, hatta<br />

tekke kurmaktan kaçınırlar. Tarikat<br />

merasimlerine önem vermezler,<br />

görkemli türbeler yapmaz<br />

ve kendilerine yapılmasını<br />

istemezler. Fütüvvet neş’esinde<br />

fedakâr ve cömert insanlardır.<br />

El emeği ile çalışıp kazanmaya<br />

önem verirler. 18<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 Kara, Mustafa, Dervişin Hayatı, Sûfînin Kelâmı Hal<br />

Tercümeleri-Tarikatlar-Istılahlar, s. 97-98, Dergâh<br />

Yayınları, İstanbul 2005.<br />

2 El-Kuşeyrî, Ebü’l-Kâsım Abdülkerim, er-Risâletü’l-<br />

Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik ve Ali<br />

Abdulhamid Baltacı, s. 314, Darü’l-Hayr, Beyrut<br />

1993.<br />

3 Afîfî, Ebü’l-Alâ, Tasavvuf İslam’da Manevi Devrim,<br />

ter. H.İbrahim Kaçar-Murat Sülün, s. 138, Risale<br />

Yayınları, İstanbul 1996.<br />

4 Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda<br />

Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, s, 113, TTK. Yay., Ankara,<br />

1999.<br />

5 Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı, Görüşleri,<br />

Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.<br />

Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.<br />

6 Bolat, Ali, Melâmetîlik, s. 15-16, İnsan Yay., İstanbul<br />

20<strong>04</strong>.<br />

7 Afîfî, Ebü’l-Alâ, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler,<br />

s. 159, ter. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul<br />

2000.<br />

8 5/Mâide, 54.<br />

9 Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 138.<br />

10 Afifî, age., s. 140.<br />

11 Afifî, age., s. 140-141.<br />

12 Afifî, age., s. 144.<br />

13 Afifî, age., s. 146.<br />

14 Afifî, age., s. 144-146.<br />

15 Addas, Claude, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, Sufi Kitap<br />

Yay., İstanbul 2010, s. 81-82.<br />

16 Afifi, Tasavvuf, s. 311-313.<br />

17 Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi),<br />

s. 151, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996, II.<br />

Baskı, Dergâh Yayınları.<br />

18 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.<br />

PENCERE<br />

Boynunu büken gülün<br />

Susuzluğu var dilimde<br />

Ah! Yanmışım yalaz yalaz<br />

Sahralara dönmüşüm<br />

Düşmüşüm hasretine<br />

Bir katre sevda suyunun<br />

Oy yürek yakanım<br />

Seni ne kadar<br />

Ne kadar çok sevmişim<br />

Bir damla suya hasret<br />

Göklere uzattığım ellerim<br />

Bu mevsim çok aykırı<br />

Bu mevsim bahtıbaranlar bile yok<br />

Bilmem ki neyleyeceğim bu mevsim<br />

Ayrılığın elinden<br />

İstemem senden<br />

Gün solgunu, gün çalgını ışıklar<br />

Üstüme saçacaksan<br />

Gül sürgünü saç ışıklar<br />

Diyorsan ki açarım<br />

Gel bahtımın dehlizlerine<br />

Küçük küçük pencereler aç<br />

Seni ne çok sevmişim meğer<br />

Tarifi var mı bunun<br />

Ama böyle geçmez<br />

Ki aşkın vardiyası<br />

Ağıtlı, acılı, pür-matem<br />

De haydi yürek yakanım<br />

Bu aşka bir dermân buyur<br />

Derman buyurmazsan<br />

İçim kandır dışım kan<br />

Çağır gözlerinin<br />

Büyüsüne kapılayım<br />

Ekileyim toprağına<br />

Ihlamur fidanlarınca<br />

Oy yürek yakanım<br />

Gülüm, gülşenim<br />

Seni ne kadar<br />

Ne kadar çok sevmişim<br />

Celalettin KURT<br />

29


Edebiyat<br />

Musa TEKTAŞ<br />

sohbet<br />

yolunda<br />

30<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Çok mütevazı bir hayat<br />

yaşayan Hâce<br />

Bahâeddîn Şah-ı<br />

Nakşbend Hazretleri haramlardan<br />

titizlikle sakınır, ruhsat<br />

yolundan çok, azimet<br />

yolunu seçerdi. Misafirlere ikramdan<br />

hoşlanır, hediyeye hediye<br />

ile mukabele etmeye çalışırdı.<br />

Mahlûkatın tümüne şefkat<br />

nazarıyla bakardı. 1 Misafirlerine<br />

çok saygı gösterir, ona uymak<br />

maksadı ile gerekirse (farz olmayan<br />

bir) orucu bozmanın bile<br />

caiz olacağını söylerdi. 2<br />

Şah-ı Nakşbend Hazretlerinin<br />

yolunu sıkı sıkıya takip eden<br />

H. Hamidettin Ateş Efendi de<br />

misafire ikramda fevkalade cömert<br />

davranır, ikramlarda bulunur.<br />

Bir sohbetlerinde misafirle<br />

ilgili şöyle buyurmuştur:<br />

“İman sahibi her mü’min misafirine<br />

ikram etmelidir. Ahirette<br />

kendine verilen malın ve diğer<br />

imkânların hesabını kolay verebilmek<br />

maksadıyla Allah rızası<br />

için paylaşmayı, mü’min kardeşlerine<br />

ikram etmeyi severek<br />

yapması gerekir. Yakınlarıyla<br />

ilişkilerinde kardeşine iyi duygularla<br />

davranmalı, iyiliklerde<br />

bulunmalıdır. Yine inanan insan<br />

ağzından çıkana dikkat etmeli,<br />

yararlı bir kelam edip etmediğini<br />

kontrol etmelidir. Çoğu zaman<br />

susmak konuşmaktan daha<br />

faydalıdır. Çünkü sükût kalp huzurunu,<br />

kalp huzuru da toplum<br />

huzurunu oluşturur.<br />

Misafir evin bereketi, gönlümüzün<br />

sürurudur. Misafir girmeyen<br />

hanede bereket, huzur<br />

yoktur, o hanede oturanlar mutsuzdurlar.<br />

Allah misafirleri geldiği zaman<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi<br />

Efendi Hazretleri kapıda karşılar,<br />

onları evimizin en güzel köşelerinden<br />

birine oturtur, yemek<br />

yesinler veya yemesinler,<br />

mutlaka onlara ikramda bulunur,<br />

tüm ihtiyaçlarını karşılar,<br />

öylece onları huzurlu bir şekilde<br />

yolcu ederdi. Misafir ağırlamak<br />

devlethanede, bir itina, bir gelenek,<br />

geçmişten gelen bir coşku<br />

ve bir kültür idi. Bizim hanemizde<br />

misafirsiz günümüz<br />

geçmezdi, misafir olmadığı günler<br />

komşu ve yoldan geçenler<br />

davet edilirdi, herhalde Efendi<br />

Hazretlerinin misafire verdiği<br />

önemin bir göstergesi olsa gerektir.<br />

Bu davranış Peygamberî<br />

emre mûti olabilmek için onun<br />

sün<strong>net</strong>ine uygun bir davranıştır.<br />

Gönüller de, Allah ve<br />

Rasûlü ile onların dostlarının<br />

mekânıdır. Bu müstesna<br />

mekâna başka şeyleri sokmamak,<br />

eğlememek gerekir. Kişi<br />

gönlünü neye hasrettiğini iyi bil-<br />

meli, iyilerle beraber olmalıdır.<br />

Aşk ve muhabbetle yüreği çarpanlar<br />

sevdikleri misafir geldiği<br />

zaman kurban keserler. Hatta<br />

öyle ileri derecede sevda ehilleri<br />

vardır ki, onlar canlarından bile<br />

geçerler.” 3<br />

Hulûsi Efendi<br />

(k.s.)’nin<br />

Misafirperverliği<br />

Hulûsi Efendi Hazretleri,<br />

Müftü Vekili olduğu bir sırada<br />

ziyaretine gelen aynı zamanda<br />

görevli imam olan Mustafa<br />

Kaygusuz ile öğle namazını<br />

kılmak için Şeyh Hamid-i<br />

Velî Camii’ne gelirler. Namaz<br />

çıkışında yemek için Mustafa<br />

Hoca’yı Osman Hulûsi Efendi<br />

eve davet eder. Mustafa Hoca<br />

gönlünden; “Efendi Hazretleri<br />

yeni benimle müftülükten geldi.<br />

Eve misafir olduğunu haber<br />

vermedi. Belki yemek hazırlığı<br />

olmaz da mahcup olur.”<br />

diye düşünür. O hiç bir şey<br />

söylemeden, Hulûsi Efendi;<br />

“Bizim söylediğimiz şeyde Allah<br />

bizi reddetmez.” yukarı çıkalım<br />

buyurur. Yukarı çıkılır<br />

ki, sofra hazırlanmış ve kurulmuş,<br />

bu defa o mahcup olur.<br />

Onun sofrası herkese açıktı<br />

ve her zaman misafir gelir giderdi.<br />

Allah’ın bu kapıya lütfu<br />

hâlen aynı şekilde devam etmektedir.<br />

31


Hulûsi Efendi (k.s.)’ye göre;<br />

insanlar için bu kapı, yalnızca<br />

tarikat kapısı değil, Hakk misafiri<br />

olarak kabul edilip, yardım,<br />

sulh, arabuluculuk temin edecekleri<br />

bir kapıdır. Bir kısım insanlar<br />

için ise, onun ilmi ve ışığıyla<br />

aydınlanacakları bir okul<br />

ve kalp hastalıklarından kurtulacakları<br />

bir şifahanedir.<br />

Şah-ı Nakşbend Hazretleri<br />

müridlerine dinî kaidelere<br />

uymayı, takvayı ısrarla tavsiye<br />

eder ve velîlik derecelerine bu<br />

şekilde ulaşılabileceklerini söylerdi.<br />

Tarikatını, Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’in sün<strong>net</strong>ine ve ashabının<br />

sözlerine tâbî olmak diye<br />

özetleyen Şâh-ı Nakşbend, ilme<br />

ve âlimlere karşı son derece saygılıydı.<br />

Bu yüzden birçok âlim<br />

kendisine intisap etmişti. Kendisi<br />

de iyi bir hadis eğitimi gördüğü<br />

için sohbetlerinde bazen<br />

hadisleri izah eder, tasavvufî<br />

şerhler yapardı.<br />

32<br />

İleri Ufuklara<br />

Bakmak<br />

O, ileri ufuklara bakmayı,<br />

daima yükselmeyi öğütleyen<br />

bir mânâ sultanıydı. Müridlerine,<br />

“Eğer himmetinizi<br />

yüksek tutmaz, oyununuzu büyük<br />

oynamazsanız, size hakkımı<br />

helâl etmem. Üstün himmetle<br />

öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla<br />

başıma basmalısınız. Yani sizin<br />

mânevî dereceniz, benden<br />

daha yukarılara ulaşmalı.” 4 diye<br />

öğüt verirdi. Diğer yandan Şâh-ı<br />

Nakşbend (k.s.)’e göre, müridin<br />

üzerinde meydana gelen tüm sıfat<br />

ve güzellikler, aslında şeyhin,<br />

lütuf merdivenleri sayesinde<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

gerçekleşmektedir. Çünkü mürşidin<br />

himmeti, müridin himmet<br />

burağına bindirilmiş hâli gibidir.<br />

5<br />

Şah-ı Nakşbend Hazretleri<br />

fütüvvet neşesine sahip olduğu<br />

için çok cömerttir. Fütüvvet neşesinin<br />

gereği olarak el emeği ile<br />

çalışıp kazanmaya çok önem verir,<br />

işsiz insanları müridliğe kabul<br />

etmez. Kendisi de arpa, burçak<br />

ve kayısı yetiştirerek ziraatla<br />

geçimini temin etmektedir. Bu<br />

konuda: “Tevekkül sahibi nefsini<br />

görmemeli ve tevekkülünü<br />

çalışarak gizlemelidir.” buyurmuştur.<br />

Onun prensibi, dünyevî<br />

işlerde çalışıp kazanmak ve kimseye<br />

yük olmamak, ancak çalışırken<br />

de Hak Teâlâ’dan da gafil<br />

olmamaktır. Hacca gittiğinde<br />

Mekke’de biri himmet ve kalbî<br />

ilgileri bakımından düşük, diğeri<br />

ise gayet yüksek iki kişi görmüştür.<br />

Himmeti düşük olan kişi<br />

Kâbe kapısının halkasına yapışmış<br />

dünyalık istemektedir. Yüksek<br />

olan kişi ise çarşı ve pazarda<br />

(Mina Pazarı’nda) dolaşıp<br />

ticaret yapmakta, binlerce altınlık<br />

mal satın almasına rağmen<br />

bir an bile Hak Teâlâ’dan gafil<br />

bulunmamaktadır. Bu manzarayı<br />

gören Nakşbend Hazretleri,<br />

himmeti yüksek olan karşısında<br />

duygulandığını ve yüreğini kan<br />

bastığını söyler. 6<br />

“Yolumuz Sohbet<br />

Yoludur”<br />

Şah-ı Nakşbend Hazretleri tarikatını<br />

sohbet esası üzerine kurmuştur.<br />

Abdulhalik Gucdevânî<br />

Hazretleri’nin “Halvet der encümen”<br />

yani halk içinde Hak ile<br />

olmak prensibini esas alır. Pirimiz<br />

sohbet hususunda şöyle buyurur:<br />

“Yolumuz sohbet yoludur,<br />

halvette şöhret, şöhrette de âfet<br />

vardır. Hayır cemiyettedir. Cemiyet<br />

de dostların birbirini<br />

nefy şartıyla sohbettedir. ‘Geliniz<br />

bir an iman edelim.’ sözünün<br />

anlamı şudur: ‘Eğer bu tarikatın<br />

taliplerinden bir cemaat<br />

sohbet ederlerse hayır ve bereket<br />

çokça olur. Buna devam ve<br />

ısrar ise hakiki imana ulaşmaya<br />

vesile olabilir.’ Bizim tarikatımız<br />

urve-i vüska/kopmayan<br />

kulptur. Peygamberimizin eteğine<br />

sarılmaktır. Sahabe-i kiramın<br />

sözlerine uymaktır. Bu tarikatta<br />

az amel ile çok fetihler<br />

hâsıl olur. Fakat sün<strong>net</strong>e uyup<br />

onu gözetmek büyük bir iştir.<br />

Hak dostlarından biriyle sohbet<br />

eden sâlike düşen, kendi<br />

hâline vakıf olmak, sohbet zamanı<br />

ile önceki zamanı mukayese<br />

etmek, arada fark bulursa<br />

‘İsabet ettin, sakın bundan ayrılma.’<br />

hükmüyle o şeyhin sohbetini<br />

ganimet bilmektir.” 7 diyen<br />

Bahâeddîn Nakşbend (k.s.),<br />

sohbeti genel anlamda ve halvetin<br />

zıttı olarak kullanmıştır.<br />

Bahâeddîn Nakşbend’in bu konuda<br />

şöyle söylediği nakledilir:<br />

“Bizim sohbetimize gelenlerin<br />

bazısının gönlünde muhabbet<br />

tohumu vardır, dünyevî<br />

alâkaların dikenleri arsasında<br />

bu tohum gelişememiştir. Bu<br />

durumda bizim vazifemiz o dikenleri<br />

temizlemektir. Bazılarının<br />

gönlünde ise muhabbet tohumu<br />

yoktur. Burada vazifemiz<br />

tohum oluşturmaktır.” 8<br />

Sohbet ve Zikir<br />

Meclisleri<br />

H. Hamidettin Ateş Efendi<br />

sohbetin önemine işaretle şöyle<br />

buyurmuşlardır:<br />

“Hulûsi Efendi Hazretleri bir<br />

sohbetlerinde: ‘Bizim sohbetlerimize<br />

nefis iştirak edemez.’ demiştir.<br />

Samimi gönüllü muhibbanın<br />

manevî eğitimi sohbet<br />

vesilesiyle gelişmektedir. İnsanlar<br />

sohbetlere iştirak etmekle,<br />

kötülüklerden uzaklaştır,<br />

ruhunu güçlendirir, mü’min<br />

kardeşleriyle kalpleri birbirine<br />

yakınlaşır. Gafletten uzaklaşarak<br />

zikrullah aydınlığına<br />

kavuşur. Dünyalık bir beklenti<br />

olmaksızın Allah rızası için,<br />

sohbet, muhabbet maksadıyla<br />

bir yerde toplanan insanların<br />

meclisine, meleklerin de iştirak<br />

ettiklerini tasavvuf büyükleri<br />

çeşitli sohbetlerinde beyan buyurmuşlardır.<br />

Sohbetlerde çoğunlukla hal<br />

eğitimi ve manevî yansıma olmakla<br />

birlikte, zaman zaman<br />

sözlü eğitim ve öğretim de yapılmaktadır.<br />

Mürşid-i kâmil nazarıyla<br />

birlikte, gönüllere hitap<br />

eden ilahîlerin sözleri can kulağıyla<br />

dinlenmektedir. Ayet ve<br />

hadislerin yanı sıra, büyüklerin<br />

menkıbelerinin anlatılmasına<br />

önem verilir. Böylece muhabbet<br />

artar, ibret alınır ve anlatılanlar<br />

güzel örnekler olarak hatırda<br />

kalır. Sohbet vesilesiyle<br />

cemaat birbirinden görerek, yaşayarak,<br />

edep, erkân öğrenir.<br />

Dinî nezaket, sevgi, şefkat, hizmet,<br />

fedakârlık gibi olgun ahlâkî<br />

özellikleri içine sindirir. Kar-<br />

deşlik duygusu bizzat yaşanarak<br />

pekiştirilir. Sohbet ve zikir meclisleri,<br />

ilâhî rahmet ve seki<strong>net</strong>in<br />

sağanak sağanak yağdığı, dünyadaki<br />

cen<strong>net</strong> bahçeleridir. Bu<br />

gül bahçesinden güzel kokular<br />

alabilenlere ne mutlu…” 9<br />

Şâh-ı Nakşbend (k.s.)’e göre,<br />

gerçek sevgili kalpte ortak istemez.<br />

Ortak yapılan işleri de<br />

sevmez. İşte bu yüzden sevgililer,<br />

başkalarının ortak edildiği<br />

amelden ve başkasına yönelen<br />

kalpten bir şey elde etmezler. 10<br />

H. Hamidettin Ateş Efendi<br />

buna benzer bir ifadeyi “Çatal<br />

kazık yere batmaz” atasözünü<br />

sıkça kullanarak zaman zaman<br />

hatırlatır ve şöyle buyurur: “Kişi<br />

bağlandığı ve sevdiği kapıya gönülden<br />

bağlanmalı, başka bir<br />

yere meyletmemelidir. Gönülde<br />

sultan bir gerek.”<br />

“Biz Keramete Değer<br />

Vermeyiz”<br />

Melâmet neşesinin bir gereği<br />

olarak keramete önem vermez<br />

ve onu gizlemeye çalışırdı. Onun<br />

nezdinde en büyük keramet,<br />

kerametin gizlenmesiydi.<br />

Çünkü Allah (c.c.) bazen<br />

velî kulunu kerametle taltif<br />

ederek kendisi ile keramet<br />

arasında muhayyer bırakarak<br />

imtihan eder. Kul, gayenin<br />

keramet değil, istikamet ve<br />

Hak rızası olduğunu anlarsa<br />

kurtulur; değilse ayağı sürçer<br />

ve tökezler. Maneviyat yolunun<br />

en tehlikeli geçidi burasıdır. 11<br />

Kendisinden keramet<br />

göstermesi istendiğinde; ‘Bizim<br />

kerametimiz açıktır. Zira<br />

bunca günahla yeryüzünde<br />

yürüyebiliyoruz.’ 12 diye<br />

cevap vermişti. Yine keramet<br />

konusunda şöyle dediği<br />

33


nakledilmektedir: ‘Bir kimse<br />

bir bahçeye girse ve her ağaç ile<br />

yaprağın, ey Allah (c.c.)’ın velîsi<br />

diye seslendiğini duysa, zâhir ve<br />

bâtını o sese hiç iltifat etmemeli,<br />

aksine kulluktaki çabası<br />

artmalıdır.’ Bazı müridleri Şah-ı<br />

Nakşbend’e kendisinde gördükleri<br />

kerametlerden bahsettiklerinde:<br />

‘Onlar müridlerin kerametleridir.’<br />

diyerek tevazu göstermişti.<br />

Hâce Bahâeddîn henüz<br />

hayatta iken onun söz ve<br />

menkıbelerini derleyip yazmak<br />

isteyen müridi Hüsâmeddîn<br />

Hâce Yûsuf’a müsaade<br />

etmemesi de onun tevazuunu<br />

gösteren önemli bir hadisedir. 13<br />

İsmail Hakkı Toprak Hazretleri,<br />

keramete itibar etmezlerdi<br />

ve Allah’ın ihsanı büyüklerin<br />

duasının bir tecelliyatı olarak<br />

değerlendirir, kendini gizlerdi.<br />

İhramcızâde’den sayısız kerametler<br />

zuhur etmiştir. Bir hadiseyi<br />

bir arkadaş şöyle anlatıyor:<br />

“Bir Çarşamba günü vekalede<br />

sohbette oturan İhramcızâde<br />

Hazretlerinin yanına ihtiyaçlı<br />

34<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

olan üç kişi geldi. İhramcızâde<br />

Hazretlerini elini oturduğu<br />

minderin altına sokarak oradan<br />

para çıkarıp üç ayrı şahsa<br />

da verip, ihtiyaçlarını gördü.<br />

Öğle namazı yakın olduğu<br />

için abdeste kalktılar. Ben merak<br />

edip, bu minderin altında<br />

para mı var diyerek minderi<br />

kaldırıp iyice araştırdım, ama<br />

para göremedim. Abdestten<br />

sonra tekrar yerine oturan Pir<br />

Efendimizin yanına hastanede<br />

yatan bir hastası olan ihtiyaçlı<br />

bir zat daha geldi. Tekrar<br />

İhramcızâde Hazretleri elini<br />

minderin altına sokup bir miktar<br />

para çıkarıp, o kişiye verdi.<br />

Ben gönlümden tereddütle<br />

kendi kendime orayı kontrol<br />

ettiğimi, para göremediğimi<br />

geçirince, İhramcızâde İsmail<br />

Toprak Efendimiz; ‘Gardaşlarım,<br />

bir tarihte hapse düşmüştük.<br />

Şeyhim Mustafa Haki<br />

Efendim beni kader arkadaşımız<br />

Arap Şeyhi’ne ema<strong>net</strong> etti.<br />

Hapishaneden çıkacağım zaman<br />

Arap Şeyhi’nin yanına gidip<br />

elini öptüm, günlerden Çarşamba<br />

idi. Arap Şeyhi; ‘Oğlum<br />

İsmail, elini nereye atarsan Allahu<br />

Teâlâ seni boş çevirmesin,<br />

bugün Çarşamba olduğu için<br />

o zatın duasıyla, Allahu Teâlâ<br />

bizi boş çevirmez.’ buyurdular.<br />

Ben mahcup bir şeklinde elini<br />

öpüp, tebessümlerine mazhar<br />

oldum.” 14<br />

Tasavvufta kerametin değil<br />

istikametin büyük önem taşıdığını<br />

iyi bilen, binlerce insan<br />

tarafından kerametlerine rastlandığı<br />

halde istikameti tavsiye<br />

eden, âbide bir şahsiyet<br />

olan Hulûsi Efendi Hazretlerinin<br />

şu kelamlarıyla yazımızı<br />

taçlandıralım:<br />

“Biz keramete değer vermeyiz.<br />

Keramet göstermek yanlıştır.<br />

Kerameti değil, doğruluğu<br />

ister olmak lazımdır. Nefis<br />

sizden keramet ister. Lakin<br />

kalbiniz sizden doğruluk ister.<br />

En büyük keramet nefsinizi<br />

Müslüman etmenizdir.” 15<br />

Dipnot<br />

1 Yılmaz, H. Kâmil, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İstanbul<br />

1994, s. 114.<br />

2 Yazıcı, Tahsin, “Nakşibend”, İslâm Ansiklopedisi,<br />

Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1993, c. IX, s. 53.<br />

3 H. Hamidettin Ateş Efendi’nin sohbetlerinden.<br />

4 Hâce Ahmed b. İbrahim b. Allân es-Sıddıkî el-<br />

Malikî, Şah-ı Nakşbend –Sohbetlerinden Bir Güldeste-,<br />

Semerkand Yayınları, İstanbul 2001, s. 35;<br />

Yılmaz, Altın Silsile, s. 115.<br />

5 El-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 36.<br />

6 Tosun, Necdet, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî:<br />

Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, İnsan Yay.,<br />

İstanbul 2005, s. 113.<br />

7 Câmî, Molla Abdurrahman, Nefahâtü’l-üns -Evliya<br />

Menkıbeleri-, çev.: ve şerh. Lâmiî Çelebi, haz. Süleyman<br />

Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yayınları,<br />

2. Baskı, İstanbul 1998, s. 533.<br />

8 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 323.<br />

9 H. Hamidettin Ateş, Gönülden Gönüle Sohbetler<br />

kitabı takdim bölümü,<br />

10 El-Malikî, Şah-ı Nakşbend, s. 58.<br />

11 Yılmaz, Altın Silsile, s. 115-116.<br />

12 Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 533.<br />

13 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 114.<br />

14 Alıcı, Lütfi, İhramcı-zâde İsmail Hakkı Toprak Efendi,<br />

Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Vakfı Yay.,<br />

Ankara 2001, s. 75.<br />

15 Palakoğlu, İsmail, Gönüller Sultanı es-Seyyid Osman<br />

Hulûsî Efendi, Somuncu Baba Araştırma ve<br />

Kültür Merkezi Yay., 2.bs., Ankara 2005, s.<br />

NEYLEYİM?<br />

Peygamberim!... Seni Allah medh etmiş<br />

Seni medh etmeyen dili neyleyim?<br />

Salat ü selâmın ne güzel virddir<br />

Boş sözleri kîl ü kâli neyleyim?<br />

Herkesin yolu bir yerlere çıkar<br />

Ravzana çıkmayan yolu neyleyim?<br />

Niceleri hırka, şallar bürünmüş<br />

Riya kokan hırka, şalı neyleyim?<br />

Sevdalı gönüller yanar da yanar<br />

Sevdanla yanmayan gönlü neyleyim?<br />

Aşkınla her şey yanar, kavrulur<br />

Yanıp kavrulmayan çölü neyleyim?<br />

Ruhumu aşkının tadı sarınca<br />

Artık şekerleri, balı neyleyim?<br />

Yadınla canlanır bütün ağaçlar<br />

Sen’le yeşermeyen dalı neyleyim?<br />

Fani dünya türlü renklerle dolu<br />

Sensiz mavi, yeşil, alı neyleyim?<br />

Şu gönül bahçemde açıver artık<br />

Sensiz başka gonca gülü neyleyim?<br />

Açmış çiçekleri nasıl dererler?<br />

Senden gül dermeyen eli neyleyim?<br />

Nice yeller eser divane gönle<br />

Ravzan’dan esmeyen yeli neyleyim?<br />

Nice cânlar feda olmuş yoluna<br />

Feda olmayan cân, malı neyleyim?<br />

Lutf et bu kul kurban olsun yoluna<br />

Kurbanın olmayan kulu neyleyim?<br />

Mustafa AKGÜN<br />

35


Eğitim<br />

Mehmet DERE<br />

PEYGAMBERİMİZ VE<br />

GENÇLER<br />

36<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Yüce Allah insanı her bakımdan<br />

diğer canlılardan üstün kılmış,<br />

kâinatın en seçkin ve şerefi<br />

varlığı olarak yaratmıştır. İnsanın en verimli<br />

olduğu dönem ise gençlik çağıdır. Gençlik Yüce<br />

Allah’ın bizlere ihsan ettiği çok önemli nimetlerden<br />

biri olan gençlik dönemi çok iyi ve verimli bir<br />

şekilde değerlendirilmelidir. Nitekim Peygamberimiz<br />

(s.a.v.): “İnsanoğlu kıyamet gününde beş<br />

şeyden sorguya çekilmedikçe bir yere ayrılamaz.<br />

Bu beş şeyden biri de gençliğini nerede ve nasıl<br />

geçirdiğidir.” 1 buyurarak gençlik dönemine dikkat<br />

çekmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.v.), dinin<br />

en iyi gençlikte yaşanacağına, makbul olan ibadetin<br />

gençlikte yapılan ibadet olduğuna işaret ederek,<br />

kıyamet gününde arşın gölgesi<br />

altında mutlu olacak yedi<br />

sınıf insandan birinin de “Gönlü<br />

Allah’a bağlı ve Allah’a ibadet<br />

ederek yetişen gençler.” olduğunu<br />

bildirmiştir. 2<br />

Gençlik, Yüce Allah’ın bizlere<br />

ihsan ettiği çok önemli nimetlerin<br />

başında gelir demiştik.<br />

Çünkü gençlik, Allah’a ibadet<br />

etme, çalışıp üretime katkıda<br />

bulunma/rızık kazanma, evlenip<br />

aile kurma, topluma faydalı olma vb hususlar<br />

açısından hayatın en verimli çağıdır. Bunun için<br />

her insan, gençlik çağını her açıdan çok iyi ve doğru<br />

bir şekilde değerlendirmeli, dünyasını ve ahiretini<br />

huzura ve kurtuluşa kavuşturmalıdır.<br />

Ruhen Çok Zinde ve Aktif<br />

Gençlik, her yönden gelişme ve olgunlaşmanın<br />

yaşandığı bir dönemdir. Bu dönem; hayallerin,<br />

tutkuların ve ideallerin yaşandığı, yakın arkadaş-<br />

lıkların ve dostlukların kurulduğu, kendini ispatlama<br />

çabalarının yoğun olduğu, zaman zaman da<br />

uyumsuzlukların ve çatışmaların yaşandığı bir<br />

dönemdir. Bu dönem olumlu ve olumsuz pek çok<br />

duygunun yoğun bir şekilde yaşandığı, gençlerin<br />

her türlü etkiye ve olumsuz yönlendirmeye açık<br />

olduğu bir dönemdir. Çünkü gençler bu dönemde,<br />

genellikle iyi niyetli ve önyargıdan uzaktırlar.<br />

Yine gençler bu dönemde bedenen ve ruhen çok<br />

zinde ve aktiftirler. Gençlerin bu yönünün olumlu<br />

ve doğru yönde kullanılması gerekir. Bu konuda<br />

başta aileler olmak üzere, eğitimcilere, din görevlilerine,<br />

medya organlarına, sivil toplum kuruluşlarına<br />

kısacası bütün bir topluma büyük görevler<br />

ve sorumluluklar düşmektedir.<br />

“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de mübarek hayatı<br />

boyunca gençliğe her alanda gereken önemi fazlasıyla<br />

vermiş, İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliklere açık,<br />

idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük<br />

ölçüde destek ve yardım almıştır. “<br />

Günümüzde bazı gençlerimizin enerjilerini<br />

olumlu yönde kullanmadıklarını üzüntüyle görmekteyiz.<br />

Başta zararlı alışkanlıklar olmak üzere<br />

birçok olumsuz tutum ve davranışlar, bir kısım<br />

gençler arasında yaygınlaşmış, hatta sıradan eylemler<br />

halini almıştır. İşte burada devreye gençlerimizin<br />

dinî, millî ve evrensel değerlerle yetiştirilmesi<br />

girmektedir. Gençlik sürecinde dinin, çok önemli<br />

bir rolü vardır. Gençlerimizin sağlam bir karaktere<br />

ve kişiliğe, güzel ahlaka sahip olmasında doğru bir<br />

din anlayışının çok önemli bir rolü vardır.<br />

37


Gençlik, sağlam ve temiz bir toplumun vazgeçilmez<br />

bir unsurudur. Toplumların yaşadığı iyiliklerin<br />

ve güzelliklerin temelinde sağlam karakterli<br />

ve kişilikli, güzel ahlaklı gençler olduğu gibi; yaşanan<br />

toplumsal huzursuzlukların ve kötülüklerin temelinde<br />

de ihmal edilmiş, iyi yetiştirilmemiş gençliğin<br />

olduğu görülmektedir. Yarınlarımızı ema<strong>net</strong><br />

edeceğimiz gençlerimizi ne kadar iyi ve doğru yetiştirir;<br />

dinine, ailesine, vatanına, tarihine, şanlı<br />

mazisine bağlı olmasını sağlarsak geleceğimizden<br />

de o kadar çok emin olabiliriz. Ayrıca bu bağlamda<br />

gençlerimizi içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş, sigara<br />

vb zararlı alışkanlıklardan ve ateizm, satanizm vb<br />

zararlı akımlardan da özenle korumalıyız.<br />

En Fazla Katılım Gençlerden<br />

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de mübarek hayatı<br />

boyunca gençliğe her alanda gereken önemi fazlasıyla<br />

vermiş, İslâm’ı tebliğ ederken toplumun yeniliklere<br />

açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan<br />

gençlerden büyük ölçüde destek ve yardım almıştır.<br />

Bir anlamda İslâm, “gençlik hareketi” olmuştur.<br />

Nitekim İslâm’ın başlangıcından itibaren en<br />

fazla katılımın gençlerden olduğu tespit edilmiştir.<br />

İlk Müslümanlardan birkaç kişi elli yaş civarında,<br />

birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk<br />

ise otuz yaşın altında bulunuyordu. Mesela,<br />

genç yaşta İslâm’ı kabul edenlerden Hz. Ali 10,<br />

Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ud ve Zübeyr<br />

b. Avvam 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman<br />

b. Avf, Erkam b. Ebi’l-Erkam ve Sa’d b. Ebî Vakkas<br />

17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Abdullah b. Ömer<br />

13, Câfer b. Ebî Tâlib 22, Osman b. Huveyris, Osman<br />

b. Affan, Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Hz. Ömer<br />

25-31 yaşlarındaydılar. Bunların dışında genç yaşta<br />

İslâm’ı kabul eden daha pek çok şahıs mevcuttur.<br />

Bunlar arasından İslâm’ın Mekke ve Medine<br />

dönemlerinde ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vefatından<br />

sonraki dönemlerde çok önemli fonksiyonlar<br />

üstlenen şahsiyetler yetişmiştir. İçlerinden devlet<br />

başkanları, âlimler, valiler, hâkimler ve ülkeler fetheden<br />

komutanlar çıkmıştır.<br />

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) gençlerin dinî,<br />

ahlakî, ilmî vb açılardan gelişimleri için onlara özel<br />

bir önem vermiştir. Vahiy kâtiplerini genellikle<br />

gençler arasından seçmiş, İslâm’a davet mektuplarını<br />

genellikle gençlere yazdırmış, davetçileri/mürşidleri<br />

genellikle gençler arasından seçmiş, gençlerin<br />

fetva vermelerine izin vermiş, onlardan kadı ve<br />

muallim atamış, gençleri çoğu yaşlı ve önde gelen<br />

sahabelerden (Allah cümlesinden razı olsun) oluşan<br />

ordulara komutan olarak tayin etmiştir.<br />

Burada ilginç bir anekdot olarak şunu aktarmak<br />

istiyorum: Hz Peygamber (s.a.v.), Suriye<br />

üzerine gönderdiği ordunun başına on sekiz yaşındaki<br />

Üsame b. Zeyd (r.a.)’i atamıştır. Ordunun<br />

içinde Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz.<br />

Osman (r.a.), Hz. Sa’d b. Ebû Vakkas (r.a.), Hz.<br />

Ebû Ubeyde b. Cerrah (r.a.) gibi önde gelen sahabeler<br />

de bulunuyordu. Peygamberimiz (s.a.v.),<br />

Üsame b. Zeyd’i överek ve ona bazı tavsiyelerde<br />

bulunarak sancağı ona teslim etmiştir.<br />

Genç Komisyon Başkanı<br />

Konumuzla ilgili olarak bize örnek teşkil edecek<br />

çok sayıda genç sahabe vardır. Biz bunlardan<br />

ikisini konumuzun daha iyi anlaşılması için anlatmak<br />

istiyoruz:<br />

Bunlardan birincisi Zeyd b. Sabit (r.a.)’tir. Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.) tarafından komşu hükümdar,<br />

emir ve Arap kabilelerine gönderilen mektupların<br />

birçoğu Zeyd b. Sabit (r.a.)’in kaleminden<br />

çıkmıştır. Zeyd b. Sabit komşu ülkelerden<br />

gelen mektupları tercüme etmek ve cevap yazmak<br />

için Hz. Peygamber (s.a.v.)’in emriyle İbranice<br />

ve Süryanice öğrenmiştir. İyi bir miras bölüştürücüsü<br />

olduğu için savaşlarda ele geçen<br />

ganimetlerin taksimine memur edilmiştir. Vahiy<br />

kâtipleri arasında yer almıştır. Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.) vefat ettiğinde yaşı 21 civarında idi.<br />

Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’an-ı Kerim’i cem’<br />

eden komisyonun başkanı idi. Bugün elimizde<br />

bulunan Kur’an-ı Kerim’i cem’ eden komisyonun<br />

başkanının bu faaliyeti gerçekleştirdiği sıralarda<br />

22 yaş civarında olması, İslâm’ın ilk döneminde<br />

gençlerin ne derece büyük rol oynadığını ortaya<br />

koymaktadır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) Tebük<br />

Seferi’nde sancağı Zeyd b. Sabit’e verdiğinde,<br />

Zeyd b. Sabit 20’li yaşlardaydı.<br />

Bahsedeceğimiz diğer bir önemli şahsiyet<br />

ise Muaz b. Cebel (r.a.)’dir. Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.), onu 26-27 yaşlarındayken Yemen<br />

(Cened)’e kadı ve muallim/mürşid<br />

olarak göndermiştir. Peygamberimiz (s.a.v.)<br />

Muaz b. Cebel’e, kendisine bir dava getirildiği<br />

zaman neye göre hüküm vereceğini sorar.<br />

Muaz: “Allah›ın kitabına göre hüküm veririm.”<br />

der. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Onda bir<br />

hüküm olmazsa neye göre verirsin?” diye sorar.<br />

Muaz: “Rasûlullah’ın sün<strong>net</strong>ine göre hü-<br />

küm veririm.” der. Hz. Peygamber (s.a.v.):<br />

“Eğer Rasûlullah’ın sün<strong>net</strong>inde de hüküm bulamazsan<br />

ne yaparsın?” deyince, Muaz: “Kendi<br />

görüşüme göre hüküm veririm.” der. Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.), onun bu cevabından son<br />

derece memnun olur. 3<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, kadılık ve muallimlik<br />

gibi büyük bir sorumluluk gerektiren<br />

bir işi 26-27 yaşındaki genç bir insana vermesi,<br />

Peygamberimizin gençlere ne kadar büyük<br />

bir önem verdiğinin sayısız örneklerinden sadece<br />

bir tanesidir.<br />

Yine Peygamberimiz (s.a.v.), Muaz b. Cebel<br />

hakkında: “Ümmetim içinde haramı ve helali<br />

en iyi bilen Muaz’dır.” 4 , “Kur’an’ı şu dört kişiden<br />

öğreniniz. Bunlardan birisi de Muaz<br />

b. Cebel’dir.” 5 , “Muaz b. Cebel, kıyamet günü<br />

âlimlerin önünde yürüyecektir, onların önderidir.”<br />

6 buyurmuşlardır.<br />

Sonuç olarak söylemek gerekirse; İslâm<br />

dini hayatın dönüm noktasını oluşturan gençliğe<br />

büyük bir önem vermiş, gençliğin her açıdan<br />

iyi ve doğru bir şekilde yetiştirilmesi için<br />

gereken ilkeleri belirlemiştir.<br />

Gençlerimizin dinî, millî ve evrensel değerlerle<br />

yetiştirilmesi, yarınlara güvenle bakmamızı,<br />

güçlü ve sağlam bir toplum olmamızı<br />

sağlayacaktır. Bu hususta başta anne babalar<br />

olmak üzere eğitimcilere, din görevlilerine,<br />

medya organlarına, sivil toplum kuruluşlarına<br />

kısacası bütün bir topluma büyük görevler ve<br />

sorumluluklar düşmektedir.<br />

Kaynakça ve Dipnot<br />

-Arı, Mehmet Salih, “Üsâme b. Zeyd”,<br />

Diya<strong>net</strong> İslâm Ansk., c. 42, TDV. Yay.,<br />

İstanbul 2012.<br />

-Aydın, Mehmet, “Gençlik ve Din”,<br />

Gençlik ve Din, TDV. Yay., Ankara 1998.<br />

-Erboğa, Halid, “Zeyd b. Sabit” maddesi,<br />

Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 8, Dergâh<br />

Ofset, İstanbul 2000.<br />

-Hökelekli, Hayati, “Hz. Peygamber’in<br />

Çocuk ve Gençlere Yaklaşımı”, Hz. Muhammed<br />

ve Gençlik, TDV. Yay., Ankara<br />

1995.<br />

-Kandemir, M. Yaşar, “Muaz b. Cebel”,<br />

Diya<strong>net</strong> İslâm Ansk., c. 30, TDV. Yay.,<br />

İstanbul 2005.<br />

-Köksal, Asım, İslâm Tarihi, c. 11, Şamil<br />

Yay., İstanbul 1981.<br />

-Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve<br />

Evrensel Mesajı, DİB. Yay., 4. basım, Ankara<br />

2005.<br />

1 Tirmizî, Kıyamet, 1<br />

2 Buhârî, Ezan, 36<br />

3 Tirmizî, Ahkâm, 3<br />

4 Tirmizî, Menâkıb, 32<br />

5 Buhârî, Fezâilü’l Kur’an, 8<br />

6 Buhârî, Fezâilü’l Kur’an, 8<br />

38 Nisan <strong>2013</strong><br />

39


Kültür<br />

H. İbrahim ŞİMŞEK*<br />

MUSTAFA HAKİ<br />

40<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

OĞLU MEHMET BAHATTİN EFENDİ’NİN NOTLARINDA<br />

EFENDİ (K.S.)<br />

Ahmed GENCAL<br />

“Mustafa Hâkî Tokadî Hazretlerinin<br />

oğlu Mehmet Bahattin Efendi<br />

(1902–1964)’nin “Tasavvuf ve Menâkıb”<br />

adlı yazma eserinin orijinal nüshası<br />

evlatları tarafından,<br />

H. Hamidettin Ateş Efendi’ye takdim<br />

edilerek, Darende H. Hulusi Ateş<br />

Şeyhzadoğlu Özel Kitaplığının yazmalar<br />

bölümüne konulmuştur. Bu çalışma o<br />

eserin ilgili kısmının sadeleştirilerek yayına<br />

hazırlanmıştır.”<br />

Şiranlı (ikamet yerine nispetle Çorumlu)<br />

Şeyh Hacı Mustafa (k.s.)<br />

Hazretlerinin halîfesi olan Mustafa<br />

Hakî Tokadî 1 , Nakşıbendî silsilemizde otuzdördüncüdür.<br />

Yüz yılın müceddidi olup bu kitabı<br />

tertip eden âcizin pederidir. Nesebi Hz. Hasan<br />

(r.a.) soyundan Şeyh Abdusselâm b. Meşiş (k.s.)’e<br />

(Trablusgarb’da) dayanmaktadır.<br />

Pederimiz 1281/(1864) tarihinde Tokat’ın Soğukpınar<br />

Mahallesi’nde doğmuştur. Gençliğinde<br />

mâneviyâta arzulu olduğu için rüyasında Hz.<br />

Şâh-ı Nakşıbend’i görüp iltifâtına mazhar olurmuş.<br />

Dokuz yaşında Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip<br />

şer’î ilimleri tahsil etmeğe yönelmiştir. Esasen<br />

dedemiz Hoca Abdullah Efendi muttaki<br />

âlimlerden olduğu için pederimizin dinî terbiyesine<br />

îtinâ göstermiştir.<br />

Tokat’ta yaşayan ârif kimseler pederimizin<br />

istîdâdını o vakit anlayıp ileride büyük bir zât<br />

olacağını sezerlermiş. Hatta dedemiz onun bazı<br />

mânevî sözlerini işitince ağlar ve gıyabında, “Bizim<br />

Mustafa büyük bir insan olacak.” dermiş.<br />

Filhakîka pederimiz aşk ve şevk ile kendini<br />

yetiştirmiş. Bazen mânevî aşkı yoğunlaşıp geceleyin<br />

kendine has latif sesiyle kasîdeler okur ve<br />

komşular onu dinlemek için pencerelere koşarlarmış.<br />

41


Bir taraftan ilim tahsiline<br />

çalışan pederimiz daha sonra<br />

Çorum’a gidip Çorumlu Şeyhefendimize<br />

intisap etmiş ve tahsil<br />

için oradaki tedris halkasına<br />

oturmuş. Çorumlu Şeyhefendimiz,<br />

“Hafız Mustafa geldiği ilk<br />

gün onun büyük adam olacağını<br />

anladım.” Filhakîka pederimiz<br />

(k.s.) az zamanda akranlarını<br />

geçerek hem zâhir ilim hem<br />

de bâtın ilimde ilerlemiştir.<br />

Yaz günleri geldikçe Tokat’a<br />

döner ve kışları Çorum’a gidermiş.<br />

O sırada seyr ü sülûk görüp<br />

kemâl derecede muvaffakiyet<br />

zuhûr etmiş ve Şeyhefendimiz<br />

Hazretleri ona teveccüh ve nazar<br />

ederek az bir müddette zâhir<br />

derslerini tamamladığı gibi<br />

bâtınında da fevkalade ilerlemeler<br />

ve kemâller zuhûr ettiği<br />

için henüz 18 yaşındayken Şeyh<br />

Hazretleri pederimize hilâfet<br />

vermiştir.<br />

42<br />

Mehmet Bahattin Efendi<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Sonra pederimiz 25 sene<br />

daha Çorumlu Şeyhefendimizin<br />

sohbetine devam edip hizmetinde<br />

bulunmuştur. Kendisine<br />

bazı zuhûrât olduğunda onları<br />

Çorumlu Şeyhefendimize arz<br />

edince, “Size nasıl zuhûrât olursa<br />

öyle hareket edersiniz. Sizin<br />

dereceniz benden daha yüksek<br />

ve bâtınınız benden kuvvetli<br />

olup zamanınızın müceddidi<br />

olursunuz. Siz sâliklere kolaylıkla<br />

yol verirsiniz. Biz bütün<br />

bâtınî vazîfelerimizi size devrettik.<br />

Tokat’a gidip tâliplere seyr<br />

ü sülûk ettiriniz ve kendinize<br />

râbıta yaptırınız.” buyurmuş-<br />

“Size nasıl zuhûrât<br />

olursa öyle hareket<br />

edersiniz. Sizin<br />

dereceniz benden<br />

daha yüksektir.”<br />

Tasavvuf ve Menâkıb Adlı Eserin İlk Sayfası<br />

tur. Fakat pederimiz hazretleri<br />

kemâl-i edep ve tevâzuunda<br />

buna cür’et etmeyip yine<br />

tâlipleri Çorum’a gönderirmiş.<br />

Hâlbuki Çorumlu Şeyhefendimiz<br />

de tâlipleri pederimize gönderirmiş.<br />

Ne zaman ki Çorumlu<br />

Şeyhefendimiz Medîne-i<br />

Münevvere’de vefat edip pederimiz<br />

Tokat’a dönünce her taraftan<br />

tâlipler ve sâlikler artık<br />

Tokat’a gelmişler. O sene sülûk<br />

açılıp sâliklerde azîm tesirler ve<br />

şaşırtıcı ilerlemeler zuhûr etmiştir.<br />

Bu aciz o sene doğmuşum.<br />

Pederin sâliklerde meydana<br />

getirdiği bâtınî tesirler ve<br />

sün<strong>net</strong>-i şerîfe üzere istikâmeti<br />

etrafta duyulup yayılınca insanlar<br />

onu mânevî açıdan yönelecek<br />

rehber edinerek her taraftan<br />

Tokat’a teveccüh etmişlerdir.<br />

Pederimiz sofrasını misafirlere<br />

açmış ve sün<strong>net</strong>-i şerîfeye<br />

uyup bid’atlerden kaçınmıştır.<br />

Sessiz zikri (hafî) emredip sesli<br />

zikri (cehrî) tercih etmemiştir.<br />

Kadınların kendi etrafında<br />

toplanmalarını yasaklamıştır.<br />

Onlardan ancak sâliha olanlara<br />

eşlerinden izin almaları kaydıyla<br />

vâlidemiz vasıtasıyla zikir<br />

ve sülûk dersleri tarif etmişlerdir.<br />

Pederimiz meyli olmadığı<br />

halde bazı kerâmetleri de zuhûr<br />

etmiştir. Biz burada onlardan<br />

bahsetmeyeceğiz. Kendisi şöyle<br />

buyurmuştur:<br />

Bizim elimizden zuhûr eden<br />

o şeylerden biz mahçûbuz. Zira<br />

bizden istenen kulluktur.<br />

Pederimizin en büyük<br />

kerâmeti sâliklerde görülen<br />

mânevî tasarrufudur. Onlardan<br />

bir nebze hatırlatmak isterim.<br />

Pederimizin halîfelerinden merhum<br />

Menteşeli Hoca Hüseyin<br />

Efendi nakletti: “Tokat’ta medrese<br />

odasında sülûk dersleriyle<br />

meşgulken başıma felç inerek<br />

yüzüm şişip muzdarip oldum.<br />

Tokatlı Şeyhefendimiz beni o<br />

halde görünce:<br />

Hüseyin Efendi! Falan ilaçları<br />

alıp yüzüne sür ve yarın teveccühe<br />

gelme. Odanda sabah namazından<br />

sonra bekle. Ben sana<br />

özel teveccüh ederim, dedi.<br />

Ben de emrettiği gibi yaptım.<br />

Teveccüh vakti odamda bekledim.<br />

O sırada karşımda güneş<br />

gibi bir nur göğsüme doğdu.<br />

Bende büyük bir iç huzûr meydana<br />

geldi. Ertesi gün teveccühe<br />

gittim. Teveccühten sonra Şey-<br />

hefendimiz halimi sordu ve şöyle<br />

buyurdu:<br />

Sana ettiğim teveccühü duydun<br />

mu?<br />

Dedim ki:<br />

Evet Efendim. Her gün böyle<br />

lütfetseniz min<strong>net</strong>tar olurum.<br />

Buyurdu ki:<br />

Bu husûsiyet daima olmaz.”<br />

Darende eski müftüsü Hoca<br />

Abdurrahman Efendi merhum<br />

hikâye etti: “Tokat’a gelip<br />

ilk ders aldığım zaman medrese<br />

odasında dersimi yaptım ve<br />

hediye kısmında Hz. Ebu Bekir<br />

(r.a.)’in ismini andıktan sonra<br />

Hz. Ali (r.a.)’yi de zikrettim.<br />

Kuşluk vakti olunca Şeyhefendimiz<br />

odayı teşrif etti ve oturduktan<br />

sonra şöyle buyurdu:<br />

Müftü! Sende Kızılbaşlığa<br />

meyil var mı?<br />

Ben utanarak dedim ki:<br />

Hayır Efendim. Ehl-i sün<strong>net</strong><br />

ve’l cemaat akîdesindenim.<br />

Buyurdu ki:<br />

Ya niçin dersinde Hz. Ebu<br />

Bekir (r.a.)’den sonra Hz. Ali<br />

(r.a.)’yi andın?<br />

Dedim ki:<br />

Büyüklüğü için.<br />

Buyurdu ki:<br />

Niçin Hz. Ömer (r.a.) ve Hz.<br />

Osman (r.a.)’ı da anmadın? Onlar<br />

da büyük değiller miydi?<br />

Bu sualine cevap veremedim.<br />

Buyurdu ki:<br />

Bizim silsilemiz Hz. Ebu Bekir<br />

(r.a.)’de sonlanır. Onun ismini<br />

anar ve diğer ashâbı umûmî<br />

olarak zikrederiz. Mürit, mürşidinin<br />

emir ve tertibine bir şey<br />

katmamalıdır.<br />

Şeyhefendimizin bu sözüyle<br />

kendi dersimi ne şekilde yaptığıma<br />

vâkıf olmasından dehşete<br />

düşüp kendisine karşı güven<br />

duygum arttı. Eğer ben Tokatlı<br />

Şeyhefendimize yetişmesey-<br />

43


dim Kızılbaşlığa meylederdim.<br />

Çünkü o kâbiliyet bende vardı.<br />

Onun sohbetinin bereketiyle o<br />

duygu benden silindi.”<br />

Yine Müftü Efendi hikâye etti<br />

ki: “Sülûk etmek için Tokat’a<br />

geldiğim zaman birçok tâlibin<br />

de oraya toplanıp sülûkün açılmasını<br />

beklediğini gördüm. Henüz<br />

Şeyhefendimize bu konuda<br />

zuhûrât olmamış. Hatta onları<br />

geri döndürmeğe niyet etmiş.<br />

Bir gece rüyamda gördüm ki,<br />

nurlu bir sahraya yeşil ve süslü<br />

büyük bir çadır kurulmuş. Birçok<br />

insan toplanmış ve o sırada<br />

Şeyhefendimiz bana görünüp<br />

kendisini takip etmemi emretti.<br />

Gittik, yeşil çadırın kapısına<br />

ulaşınca buyurdu ki: ‘Bu çadırda<br />

Efendimiz (s.a.v.) vardır.’<br />

Kendisi içeriye girdi ve ben kapıda<br />

bekledim. Bir müddet sonra<br />

beni de çağırdı. İçeriye girip<br />

Şeyhefendimizin arkasında dikildim.<br />

Efendimiz (s.a.v.) içeri-<br />

de bir taht üstünde oturuyordu.<br />

Buyurdu ki:<br />

Hacı Mustafa Efendi! Yarın<br />

sülûk derslerine başlayınız ve<br />

müritlere şöyle sülûk ettiriniz.<br />

Sonra dışarı çıktık, uyandım.<br />

Bu rüyamı söylemek için<br />

Şeyhefendimizin nezdine gittim<br />

ki, huzûrunda birkaç zât vardır.<br />

Ben kapıdan girince onlara buyuru<br />

ki:<br />

Peygamber Efendimiz<br />

(s.a.v.)’i göreni görmek isteyen<br />

Müftü’nün yüzüne baksın! Artık<br />

ben bir şey söyleyemedim.<br />

Bana buyurdu ki: İhvâna tebliğ<br />

et, yarın sülûka gireceklerdir.<br />

Sonra sülûka girdik. Bana keşf-i<br />

kubûr vâki oldu. Müşâhedemde<br />

Tokat’ta medfun Şeyhefendimizin<br />

akrabasından Behzad<br />

Velî’nin kabri açılıp içeriye girdim.<br />

Behzad Velî Hazretleri ayağa<br />

kalkıp benimle kucaklaştı ve<br />

dedi ki:<br />

Nakşıbendiyye’den bir mürşid-i<br />

kâmil emrinde kolayca seyr ü<br />

sülûk ettiğiniz için ben size gıpta<br />

ediyorum. Biz bu yolları sıkıntılarla<br />

geçmiştik.<br />

Daha sonra semâvât ve<br />

cen<strong>net</strong> âlemleri keşfolundu.<br />

Nihâyet Şeyhefendimiz bunlar<br />

kapanmadıkça ilerleyemeyeceğimizi<br />

beyan etti. Bunun üzerine<br />

bu gibi keşifler örtüldü.”<br />

Merhum Marangoz Mehmed<br />

Efendi bir gün medrese odasında<br />

sülûkta iken müşâhede âlemi<br />

açılıp seyre dalmış. Pederimiz<br />

Hazretleri de evde merhum Sivaslı<br />

Hoca Abdurrahman Efendi<br />

ve diğerleriyle yemek yiyorlarmış.<br />

Buyurmuş ki:<br />

Muhammed Usta seyre daldı,<br />

bir perde olsa da önüne çeksek.<br />

Hoca Abdurrahman Efendi pe-<br />

derimizin meclisinden kalkınca<br />

Mehmed Ustanın yanına gelerek<br />

Şeyhefendimizin kelamını<br />

ona nakledip hâlinden sormuş.<br />

Mehmed Usta da demiş ki:Evet,<br />

o vakit dersimde müşâhede<br />

açılmıştı. Bir müddet seyrettikten<br />

sonra hemen Şeyhefendimiz<br />

görünüp önüme bir perde çekip<br />

kapattı.Ertesi günü teveccühe<br />

gidince pederimiz sâliklere<br />

bu gibi müşâhedelere meyletmemelerini,<br />

zira bunların bâtın<br />

yollarına mâni olacağını anlatmış.<br />

Bunun gibi vâkıalar çoktur.<br />

Müritlerin dışında halktan pek<br />

çok insan pederimiz hakkında<br />

rüyalarında güzel şeyler görmüşlerdir.<br />

Onun nasîhatleriyle<br />

hâllerini ıslah edenlerin sayısı<br />

sayılmayacak kadar çoktur. Hemen<br />

her evde pederimizin bir<br />

kelâmı söylenir ve hâlleri anılırmış.<br />

Maddî ve mânevî derdi<br />

olanlar ona koşarlar dertlerine<br />

devâ bulurlarmış. Çarşıya çıksa<br />

insanlar saf saf selâma dururlarmış.<br />

Pederimiz beş defa hacca<br />

gitmiştir. Her defasında birkaç<br />

ay Hicaz topraklarında<br />

kalmıştır. İlk haccında - ki o zaman<br />

Çorumlu Şeyhefendimiz<br />

(k.s.) hayattaymış - Mekke-i<br />

Mükerreme’de Çorumlu Şeyhefendimizin<br />

şeyhi Yahya (k.s.)<br />

Efendimizin oğlu Şeyh Halil<br />

Paşa Hazretlerini ziyaret etmiş.<br />

Halil Paşa Hazretleri pederimize<br />

teveccüh etmiş ve buyurmuş<br />

ki: Sizin letâifiniz pek kuvvetlenmiş,<br />

size teveccüh tesir ettiremedim.<br />

Sonra pederimize kendisi<br />

de hilâfet vermiştir. Her ne za-<br />

man pederimiz orada hazır bulunsa<br />

hatim okutup ihvâna teveccüh<br />

etmeyi ona terk edermiş.<br />

Çorumlu Şeyhefendimize yazmış<br />

ki:<br />

Siz Tokatlı Hacı Mustafa<br />

Efendiyi pek güzel terbiye edip<br />

mükemmel olarak yetiştirmişsiniz.<br />

Size ve ona gıpta edip<br />

ben de ona hilâfet verdim.<br />

Pederimiz ikinci haccını<br />

Çorumlu Efendimizle beraber<br />

yapıp onun Medîne’de kalması<br />

üzerine kendisi dönmüştür.<br />

Diğer üçüncü haccı irşâd<br />

vazîfesine başladıktan sonra<br />

gerçekleşmiştir.<br />

Sultan Abdulhamid’in son<br />

zamanlarında Tokat halkı pederimizi<br />

meb’us seçmesinin<br />

ardından diğer iki meb’usla 2<br />

beraber İstanbul’u teşrif etti. 3<br />

Bu bağlamda mânevî işaret<br />

de görmüş olduğu için buna<br />

icâbet etti. Meb’usluğu müddetince<br />

almış olduğu maaşı<br />

zarûrî ihtiyaçlarını temin, fakirlere<br />

ve misâfirlere ikram,<br />

infâk şeklinde harcamıştır.<br />

Bu sebeple vefatında geriye<br />

ne para ne de mal bırakmıştır.<br />

Meb’usluğu devam ettiği<br />

süre zarfında ibadet ve tâatını<br />

artırmıştır. Dört yılın sonunda<br />

Tokat halkı kendisini tekrar<br />

meb’us yapmak istedilerse<br />

de kabul etmemiştir. Sonra<br />

İstanbul’da ikâmet etmeği tercih<br />

etmiştir. Meşîhat tarafından<br />

kendisine İsmet Efendi<br />

Dergâhı tevcih edildiğinden<br />

orada oturup namazları Fatih<br />

Camii’nde edâ etmiştir.<br />

*. Doç. Dr.<br />

1 Bahaddin Efendinin kaydettiği notlar Osmanlı<br />

Türkçesi harfleri ve dönemin üslubuyla yazılmıştır.<br />

Bu sebeple metni günümüz Türkçesine aktarırken<br />

genel olarak metnin içeriğine sadık kalmakla birlikte<br />

olduğu gibi aktarmayıp okuyucuların metni okuma<br />

ve anlamasını kolaylaştırmak amacıyla üslupta<br />

sadeleştirme, kelime ekleme veya çıkarma gibi bazı<br />

tasarruflarda bulunduk.<br />

2 1908’de seçilen diğer iki Tokat mebusu Mustafa<br />

Sabri Efendi ve Hattatzâde İsmail Paşa’dır.<br />

3 Mustafa Haki Efendinin meb’usluğu 4 Aralık<br />

1908’den 3 Ocak 1912’ye kadar 4 yıl (49 ay) sürmüştür.<br />

44 Nisan <strong>2013</strong><br />

45<br />

Dipnot


Edebiyat<br />

Cihan OKUYUCU*<br />

GÜZELLERİN<br />

EN GÜZELİ<br />

46<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim<br />

Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim<br />

Divân-i ilâhîde ser-âmedsin efendim<br />

Menşûr-ı ‘le-amrük’le müeyyedsin efendim<br />

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />

Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />

Merhum Şeyh Galib’in âşıkane bir üslûpla yazdığı<br />

Müseddes Na’tı bu vadide yazılan şiirlerin en güzellerindendir.<br />

Biz de nefesimizi onun nefesine uydurarak<br />

ve dikkati lâfızdan ziyade mânâya tevcîh suretiyle<br />

serbest bir tercümeyle deriz ki:<br />

Ey Allah’ın Rasûlü! Ey soyu pak Sultân! Ey kutlu<br />

Efendimiz! Sana nasıl ‘Efendimiz’ demem ki sen<br />

Seyyidü’l-beşer (insanlığın efendisi) sıfatına bihakkın<br />

lâyıksın. Sana, “Peygamberler zincirinin<br />

ser-halkası ve o kutlu kafilenin serdârı” desem çok<br />

mu* Değil mi ki ‘Seyyidü’l-beşer’ lâfzı ‘Seyyidülmürselin’i<br />

de şâmildir. Gerçi sen o eşsiz inceliğinle,<br />

Yahudi muarızına karşı senin Hz. Mûsâ’ya üstünlüğünü<br />

haykıran bir arkadaşını bundan men etmiş ve<br />

“Benim Mûsâ’dan daha iyi olduğumu söyleme!” 1 buyurmuştun.<br />

Bazıları bu tavırdaki inceliği ve Kelâm-ı<br />

Kadîm’in mü’minlere talim buyurduğu; “Onun peygamberlerinden<br />

hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.”<br />

2 düsturunu yanlış anladılar. Oysa sen şeksiz<br />

şüphesiz rasûller arasında da en baştasın.<br />

Ey Yüce Sultân! Sultânlık ya soy cihetiyle olur, ya<br />

ahlâktaki kemâlle. Sen ise her iki cihetle de bütün insanlara<br />

faiksin. Senin büyük ahlâkın nass-ı kat’î ile<br />

tasdîk ve teyîd edildikten ve, “Hiç şüphesiz sen büyük<br />

bir ahlâk üzerinesin.” 3 dendikten sonra beşer lisanına<br />

söyleyecek söz mü kalır.<br />

Soy bakımından da beşer hilkati ta başından<br />

beri süzüle süzüle saflaşmış ve kemâl noktasında<br />

seni bulmuştur. “Övünmek yok” inceliğiyle bu üstünlüğünü<br />

sen de kabul buyurdun. Ey iki âlemin<br />

Sultânı! Sultânlıktan sultânlığa ne büyük fark var.<br />

Hiç avâmm-ı nâsa şâh olmakla her biri bir ümmetin<br />

rehberi olan seçkin nebîler kâfilesinin şahı olmak<br />

bir mi? Her bîçâre ve düşkün başı sıkışınca kendi<br />

sultânına ilticâ eder, ondan medet umar. Ne var<br />

ki bu ilticâ ve ilticâdan umulan fayda, ömrü bir tayfa<br />

benzeyen dünya hayatı ile sınırlı. Üstelik ken-<br />

disi de sâiri kadar muhtaç biri başkasına ne verebilir<br />

ki. Bir kemâl ehlinin kendisine yardım teklif<br />

eden bir sultâna söylediği gibi: “Ey bîçâre! Beni başıma<br />

üşüşen sineklerden bile korumaya gücün yetmezken<br />

senden ne isteyeyim. Görüyorum ki sen de<br />

benim kadar aciz ve muhtaçsın.” Ama ey şanı yüce<br />

Sultân! Şüphesiz ki senin hükümranlığın iki cihâna<br />

da şâmil, iki âlemde de bâkî. Sana sığınan çâresizlere<br />

bu dünyada da el uzatırsın, o âlemde de. Bu dünyadaki<br />

saltanatın başkalarınınkine hiç benzemedi: Yetimin<br />

başı ilk senin kutlu zamanında okşandı, yoksulun<br />

beli senin devrinde doğruldu ve kadının da bir<br />

insan olduğu ancak o saadet asrında hatırlandı. Sade<br />

bu dünyada değil, yarın kurulacak İlâhî divanda da<br />

-herkes makam ve mansıbına göre bir yer ihrâz ettiğinde-<br />

senin yerin yine en başta olacak. Nasıl öyle olmasın<br />

ki Kitab-ı Mübîn’de Yüce Allah, kulları içinde<br />

bir senin ömrüne yemin etti. “La-amrük” 4 hitabına<br />

mazhar olmuş bir ömür bereketlenmez mi, sermed<br />

olmaz mı? Elinde böyle bir fermân-ı ilâhî bulunurken<br />

hükmün zevâl bulur mu hiç.<br />

Adı Güzel Kendi Güzel Efendim<br />

Ey benim adı güzel kendi güzel Efendim! Sen<br />

her cihetle insanların en güzeli olduğun gibi isimlerin<br />

de isimlerin en seçkini. Bir adın Ahmed, öbürü<br />

Mahmûd, bir diğeri Muhammed. Hangi fânînin ismi<br />

Ahmed isminden daha güzel olabilir. Bu isim ezel<br />

defterinde senin için saklanmış ve daha sen doğmadan<br />

adın annenin kulağına fısıldanmıştı. Oysa senden<br />

önce kavmin arasında bu ismi kullanan yoktu.<br />

Senden sonra da insanlar uzun yıllar edeben bu<br />

ismi sırf sana tahsis ettiler. Nasıl tahsis etmesinler<br />

ki; bu isim sana mahsus iki mazhariyeti kendisinde<br />

topluyor. Sen hem övmede, hem övülmede baştasın!<br />

Kendisini tesbîh eden birçok dudak arasında<br />

Hak Teâlâ senin tesbîhini ve övmeni kendisine lâyık<br />

buldu. Bu bahtiyarlık başka kime nasip olmuştur.<br />

Lâkin sen övülme bahsinde de biriciksin. Zira birçok<br />

insanın yücelttiği birçok sultânın yıldızı çoktan battı.<br />

Ama senin her asırda insanlığın umûmî hayranlığına<br />

mazhar olan güneşin batmadı, batmayacak.<br />

Beşerin hayranlığı bir yana bizzat Cenâb-ı Hak<br />

seni beğendi ve övdü. O övdükten sonra farzımuhal<br />

bütün beşeriyet seni zemmetse şanına halel mi gelir?<br />

47


Ey Ahmed, Ey Mahmûd ve Ey Muhammed! Senin<br />

diğer isimlerin de bu mânâyla irtibatlı. Ey ilâhî bir<br />

destekle desteklenmiş Peygamber! Sen bizim desteğimiz,<br />

dayanağımız, sultânımızsın.<br />

Hutben okunur minber-i iklim-i bekâda<br />

Hükmün tutulur mahkeme-i rûz-ı cezâda<br />

Gülbang-i kudûmün çekilir arş-ı Hudâ’da<br />

Esmâ-i şerîfin anılır arz ü semâda<br />

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />

Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />

Yüce Sultanım<br />

Ey Yüce Efendim! Dünya sultânlarının hüküm<br />

alâmetlerinden biri de kendisine hutbe okunması,<br />

adının o hutbede ululanmasıdır. Ama bir<br />

müddet sonra ne o sultândan, ne de o isimden bir<br />

eser kalır. Oysa asırlardır bütün kıt’alarda sayısız<br />

minberde okunan her hutbede senin ism-i şerîfin,<br />

nâm-ı celîlin vardır. Ama asıl şeref şurada ki, senin<br />

mübârek adın ölümün öldüğü, bakâ âleminde<br />

de hükümfermâ. Nasıl öyle olmasın ki haşir-neşir<br />

gününün; nice yüzlerin ay gibi parlayacağı, nice<br />

yüzlerinse kararacağı o dehşetli mahkemenin başkadısı<br />

sensin. Dünyada ölçüler, tartılar, teraziler<br />

çeşit çeşittir. Her kadı iyiyi, kötüyü kendi çürük<br />

terazisinde tartar. Oradaysa geçerli tek ölçü senin<br />

ölçün, tek tartı senin tartındır. Kimin batıp gittiği<br />

ve kimin kurtulduğu orada belli olacak. Şüphesiz<br />

kurtulanlar ancak sana uyanlardır, batanlarsa<br />

o saâdetten mahrum kalanlar. Âdettir ya, sultân<br />

bir yere ayak bastığında onun şerefine mehter çalınır,<br />

adına gülbang okunur. Gözlerin bir kurtarıcı<br />

ümidiyle yollara dikileceği o korkulu günde,<br />

kutlu ayağın mahşer meydanını şereflendirdiğinde<br />

duyulacak tek gülbang senin gülbangındır. Değil<br />

mi o kutlu ayak Arş-ı A’zam’a kadar uzanmış,<br />

“Kâbe kavseyn” 5 sırrına mazhar olmuştur. Bu saltanat<br />

ve devlet karşısında senin şerefli isimlerin,<br />

yerde beşerin, Arş-ı A’zam’da ise meleklerin dilinde<br />

tesbîhtir o gün. Cenâb-ı Hak, Kitâb-ı Celîl’inde<br />

seni Muhammed isminle dört kere anmadı mı!<br />

Ey Yüce Efendim! Sen Ahmed’sin, sen<br />

Mahmûd’sun, sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın<br />

tayin ettiği, desteklediği Sultânımızsın bizim.<br />

Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân<br />

‘Nefsî’ deyü dehşetle kopa cümleden efgân<br />

Ye’s ile usâtın ola ahvâli perîşân<br />

Destûr-ı şefaâtla senindir yine meydân<br />

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />

Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />

Aman Allah’ım! O gün ne büyük, ne dehşetli bir<br />

gündür. Öyle ki Hak katında naz, niyâz sahibi nice<br />

ulu veliler ve peygamberler bile bu dehşetle kendilerinden<br />

geçecek, şaşırıp kalacaklar. Kimsenin kimseyi<br />

düşünmeye tâkati ve el uzatmaya mecâli kalmayacak.<br />

O can pazarında herkes kendi derdinde kendi<br />

telâşındadır. Duyulacak tek çığlık; “Nefsî, nefsî” (Benim<br />

halim ne olacak, bana kim el uzatacak!) çığlığıdır.<br />

Peki, ama o ulu zevatın hali böyle olursa<br />

günahkâr ve âsîler kendi kendinden ümidi kesmesin<br />

de ne yapsın. İşte bu dehşetli anda o meydanda insanlara<br />

uzanacak şefkat eli Allah’ın izniyle 6 yine senin<br />

elindir. O gün nice eller nice ulu peygamberin<br />

kapısını çalacak ve şefaat dilenecek. Ama o gün senin<br />

kapından başka melce yoktur. Her kapıdan boş<br />

dönen eller senin kapına yapışacaktır o gün. Ey bir<br />

adı Mahmûd olan! O gün Allah sana, seni râzı edene<br />

kadar verecek, verecek, verecek ve seni makâm-ı<br />

Mahmûd’a erdirecektir. 7 Bir Hak erinin semerât-ı<br />

fuâdı olan olan şu mısralarda ifade edildiği gibi:<br />

Yusuf Coşkun BENEFŞE<br />

Ey menba-ı lutf u cûd<br />

Yerin makâm-ı Mahmûd<br />

Aziz Mahmûd Hüdayi<br />

Ve kalbinde hardal tanesi kadar iyilik olan hiç<br />

kimse o övülmüş kapıdan boş döndürülmeyecek.<br />

Mademki sen ‘Şefîü’l-müznibîn’sin ve mademki,<br />

“Benim şefâatim ümmetimden büyük günah işleyenler<br />

içindir.» 8 buyurdun; o halde ben de bu şefâati<br />

ümit etmekten geri kalmam.<br />

Ey Yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />

sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />

Sultânımızsın bizim.<br />

Bir gün ki dalup bahr-ı gama fikrete gitdim<br />

İlden yitürüp kendümi bî-hôdlıga yitdim<br />

İşyânım anıp âkıbetimden hazer etdim<br />

Bu matlaı yâd eyledi bir seyyid işitdim<br />

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />

Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />

Ey Kutlu Efendim<br />

Ey Kutlu Efendim! Bir gün başımı elime aldım,<br />

günahlarımı düşündüm. Baktım ki tutar tarafım<br />

yok; zarurî olarak bir gam denizine düştüm. Öyle ki<br />

elden ayaktan çıktım ve kendimi kaybettim. İrtikâb<br />

ettiğim günahları bir bir hatırladıkça bende yarına<br />

ait bir ümit kalmadı. İşte bu sırada senin pak soyundan<br />

gelen bir zatın andığı şu matlaı işiterek tesellî<br />

buldum:<br />

Ey yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />

sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />

Sultânımızsın bizim..<br />

Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz<br />

Sermâye-i îmânı tebâh eylemeyiz biz<br />

Bâbın koyup agyâre penâh eylemeyiz biz<br />

Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz<br />

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />

Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />

Bu matlaı işitince kendime geldim ve dedim ki:<br />

Çok şükür bizim ümidimiz var. Bu ümidi bırakıp ah<br />

vah eylemeyiz biz. Değil mi ki, “Allah’ın rahmetin-<br />

den umudunuzu kesmeyiniz.” 9 buyurulmuştur ve<br />

değil mi ki ümidi kesmek imanı yele vermektir. O<br />

halde biz, bunca kusurumuza rağmen o yüce kapının<br />

bağışından asla ümidimizi kesmeyiz, yeis çukuruna<br />

düşmeyiz. Ey Yüce Efendim! Senin bunca bağışın<br />

varken bizim günahımızın sözü mü olur. Hem senin<br />

kapını bırakıp biz nereye gidelim. Değil mi ki sen bizim<br />

hesap-kitap gününde de sığınağımız, dayanağımızsın.<br />

Çok şükür, sana mensubuz ve mademki<br />

mahşer gününde senin kutlu gölgen altındayız, başkasına<br />

ihtiyacımız yok. Sen dururken bir başkasına<br />

göz ucuyla dahi olsa bakmak ve medet ummak hiç<br />

yakışık alır mı?<br />

Ey Yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />

sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />

Sultânımızsın bizim.<br />

Bîçâredir ümmetlerin isyânına bakma<br />

Dest-i red urup hasret ile dûzaha yakma<br />

Rahm eyle amân âteş-i hicrânına yakma<br />

Ez-cümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma<br />

Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim<br />

Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim<br />

Ey Yüce Peygamber<br />

Ey Yüce Peygamber! Acz ve kusur kulluğun gereği.<br />

Sen bîçâre ümmetlerinin hasbe’l-beşer işledikleri<br />

isyanlarına bakma, onları bağışla. Eğer bu isyanları<br />

yüzünden onlardan yüzünü çevirir, elini çekersen,<br />

onları hasret ateşine yakarsın. Ne olur, sende temerküz<br />

eden o engin merhametin icabı onlara acı; onları<br />

ayrılığın ateşine atma ve kendinden mahrum eyleme.<br />

Değil mi ki “Rahmeten li’l-âlemîn» 10 olarak<br />

gönderildin, o rahmetten bizleri de mahrum eyleme.<br />

Bu muhtâc-ı himmet zavallılar arasında lütfen ve keremen<br />

mücrim kölen Galibi de unutma.<br />

Ey Yüce Efendim. Sen Ahmed’sin, sen Mahmûd’sun,<br />

sen Muhammed’sin. Sen Hakk’ın tayin ettiği, desteklediği<br />

Sultânımızsın bizim.<br />

Dipnot<br />

* Prof. Dr.<br />

1 Buhârî, 55<br />

2 2/Bakara, 285<br />

3 68/Kalem, 4<br />

4 15/Hicr, 72<br />

5 53/Necm, 8<br />

6 3/Âl-i İmrân, 159<br />

7 17/İsrâ, 79<br />

8 Tirmizî<br />

9 39/Zümer, 53<br />

10 21/Enbiyâ, 107<br />

48 Nisan <strong>2013</strong><br />

49


Fıkıh<br />

Abdullah KAHRAMAN*<br />

50<br />

İslâm Mİras Hukukunda<br />

Kadın<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

İslâm’dan önce<br />

Araplar kız çocuklarınamirastan<br />

hisse vermezlerdi. Miras<br />

erkek çocuklara kalırdı. Bunun<br />

dışında birisine veya başka<br />

bir yakınına mal bırakmak<br />

istenen kimseler vasiyette bulunurlardı.<br />

Rivayet edildiğine<br />

göre, Sa’d b. Rebi’ (r.a.), Uhud<br />

Savaşında şehid düşmüştü.<br />

Geride iki kız evlat, bir erkek<br />

kardeş ve bir de hanımını bırakmıştı.<br />

Malının tamamını<br />

kardeşi almıştı. O gün bir ailenin<br />

gelir kalemlerinin başında<br />

savaştan sonra alınan ganimetler<br />

ve kan bedeli denilen<br />

diyet geliyordu. Bu sebeple sadece<br />

erkekler mirasçı olabiliyor,<br />

eli silah tutmayan, savaşta<br />

yararlılık göstermeyen ve<br />

evin bütçesine doğrudan katkı<br />

sağlamadıkları için çocuklar ve<br />

kadınlar mirastan bir şey alamıyorlardı.<br />

Hatta miras âyeti<br />

inip kadına belirlenen pay verildiğinde<br />

mü’minlerin annesi<br />

Ümmü Seleme şöyle demişti:<br />

“Erkekler savaş yapıyorlar fakat<br />

kadınlar savaşamıyor; sonuçta<br />

bize de mirasın ancak<br />

yarısı düşüyor.” Bunun yanında<br />

Kur’ân’ın yarım pay vermesini<br />

bile hazmedemeyenlerden<br />

biri Rasûl-i Ekrem’e gelip<br />

şöyle demişti: “Yâ Rasûlallah!<br />

Kıza yarım pay mı vereceğiz?<br />

Halbuki o, ata binemez ve savaşamaz.”<br />

Her ne olursa olsun<br />

ortada ciddî bir mağdûriyet<br />

ve zâlimce bir anlayış ve uy-<br />

gulama vardı. Bunun üzerine<br />

Sa’d’ın hanımı Rasûlullah<br />

(s.a.v.)’a gelip şöyle demişti;<br />

“Ya Rasûlallah! Şunlar Uhud<br />

harbinde şehid düşen Sa’d’ın<br />

iki kızıdır. Babalarından kalan<br />

malın tamamını amcaları aldı.<br />

Malları olmadan da kimse bunlarla<br />

evlenmez.” Bunun üzerine<br />

Rasûlullah (s.a.v.) da ona;<br />

“Dön bakalım. Umarım ki, bu<br />

mes’ele hakkında Allah (c.c.)<br />

hüküm verecektir.” buyurdu.<br />

Bu hanım sahâbînin feryadı<br />

ulaşması gereken makama,<br />

yani Dergâh-ı İlâhî’ye ulaşmış,<br />

asırların hukuksuzluğuna son<br />

verecek miras hükmünü bildiren<br />

âyetler 1 nazil olmuştu. Bu-<br />

nun üzerine Rasûlullah (s.a.v.)<br />

o iki kızın amcalarına haber salarak;<br />

“Malın üçte ikisini o iki<br />

kıza, sekizde birini annelerine<br />

ver. Kalanı da senin olsun.” bu-<br />

“Erkek; kendisinin, hanımının, çocuklarının, hatta<br />

gerektiğinde yakın akrabalarının nafakasını teminle<br />

mükelleftir. Kadın ise evli olsa ve kendi malı bulunsa<br />

bile, her hangi birinin geçimini sağlamak ve hatta kendi<br />

nafakasını ödemekle yükümlü değildir.”<br />

yurdu ve bu İslâm tarihinde taksim<br />

edilen ilk miras oldu. 2<br />

Mirasla İlgili<br />

Hükümler<br />

İslâm miras hukukunda erkek<br />

kardeşe iki kız kardeş kadar<br />

pay, kocaya da karısının<br />

aldığı payın bir kat fazlasının<br />

verilmesi Kur’ân’ın emridir. 3<br />

Asr-ı saâdetten itibaren Müslümanlar<br />

bu hükmü kabul etmiş,<br />

buna gönülden iman etmiş,<br />

bunu da olduğu gibi<br />

uygulamış ve değiştirilmesini<br />

akıllarından geçirmemişlerdir.<br />

Mirasla ilgili hükümler, aksine<br />

yorumlar bulunmakla bir-<br />

51


likte, Kur’ân’ın kesinlik ifade<br />

eden değiştirilemez hükümleri<br />

arasındadır. Bu sebeple tarih<br />

boyu İslâm âlimleri bunları<br />

içtihada kapalı tutmuşlardır.<br />

Dinin değişmezleri arasında<br />

olan bu hükmün ancak farklı<br />

hikmetleri üzerinde durmuşlardır.<br />

Buna göre söz konusu<br />

hükmün şu şekilde bir takım<br />

hikmetleri olabilir:<br />

1. Erkek; kendisinin, hanımının,<br />

çocuklarının, hatta gerektiğinde<br />

yakın akrabalarının<br />

nafakasını teminle mükelleftir.<br />

Kadın ise evli olsa ve kendi<br />

malı bulunsa bile, her hangi<br />

birinin geçimini sağlamak<br />

ve hatta kendi nafakasını ödemekle<br />

yükümlü değildir.<br />

2. Erkek hem cihat ile hem<br />

de akrabalarından birinin hata<br />

yoluyla öldürdüğü bir kimseye<br />

ödemek durumunda olduğu<br />

diyete (kan bedeli) katılmakla<br />

mükelleftir. Kadının böyle bir<br />

yükümlülüğü yoktur.<br />

3. Kadın malını artırmak<br />

için ticaret, ziraat vb. meşru<br />

yollara başvurma hakkına sahiptir.<br />

4. İslâm, hiç miras kaleminde<br />

anılmayan kadını ve kızı ilk<br />

defa bu kaleme dâhil etmiştir.<br />

5. İslâm miras hukukunda<br />

40 hal kanunu vardır. Ölen<br />

kimseye yakınlık derecesine<br />

göre yapılan bu hesaplamaya<br />

göre kız ve kadın her zaman<br />

erkeğin yarısı kadar pay almaz,<br />

erkekten fazla aldığı durumlar<br />

da vardır. Fakat erkek<br />

52<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

kardeş ile bulunduğunda yarı<br />

pay alır. Ancak özellikle Hanefiler<br />

rızâî taksim diye bir<br />

usulden bahsederler. Buna<br />

göre mirasçılar aralarında anlaşarak<br />

daha mağdur olana<br />

fazla pay verebilirler. Şayet<br />

anlaşamazlarsa kazâî taksim<br />

(yani İslâm mahkemesinin<br />

Kur’an’a göre yapacağı taksim)<br />

geçerli olur. Bu gün bu<br />

görüşten yararlanmak mümkündür.<br />

6. Karı koca arasındaki farka<br />

gelince; günümüzde çalışan<br />

kadınları düşündüğümüz<br />

zaman, evlilik esnasında edinilmiş<br />

olan mallarda “mal ortaklığı”<br />

rejimi vardır. Dolayısıyla<br />

kocası ölen kadın zaten<br />

maldan kendisine ve payına<br />

düşeni alır 4 , kocanın payından<br />

da ¼ veya 1/8 oranında<br />

hisse alır.<br />

7. Hayatın diğer alanlarıyla<br />

ve İslâm’ın hükümleri bütün<br />

halinde düşünüldüğü zaman<br />

ciddî bir problem olmaz.<br />

Babadan kalan şey sadece terekeden<br />

yani miras malından<br />

ibaret de değildir. Baba hayatında<br />

iken mağdur kızına dilediği<br />

kadar yardım edebilir.<br />

Koca da karısına aynı şekilde<br />

ölmeden önce istediği kadar<br />

mal bağışlayabilir. Miras taksimi<br />

ölen kimsenin defin masrafları,<br />

borçları ve 1/3 oranında<br />

vasiyeti yerine getirildikten<br />

sonra geriye kalan mal üzerinden<br />

yapılır. Şayet baba veya<br />

koca sağlığında mallarını taksim<br />

etmiş ve geriye yüklü bir<br />

şey de bırakmamışsa fazla bir<br />

problem de yaşanmaz.<br />

Mirastan Alınacak<br />

Paylar<br />

Şu şekilde yorumlar da vardır:<br />

“Miras hisselerinin farklı<br />

olduğu elbette doğrudur.<br />

Ancak bu farklılık hukuk bakımından<br />

bir farklılık değil, paylaşım<br />

farklılığıdır.<br />

Hukuk insanların ehliyetlerine<br />

göre olur; ama paylaşım,<br />

ihtiyaçlarına göre olur. Farklı<br />

vazifelere göre ihtiyaçlar da<br />

farklılık arzederse mirastan<br />

alınacak payların da farklı olması<br />

zorunlu olur. Farklı ihtiyaçlara<br />

rağmen eşit pay alınırsa,<br />

bu, adalet olmaz, belki<br />

büyük bir zulüm olur.<br />

Miras hisselerindeki farklılık<br />

(veya eşitsizlik) hukuk<br />

farklılığı değil, belki ihtiyaçların<br />

farklılığıdır. İhtiyaçların<br />

farklılığını (ve bu ihtiyaçlara<br />

göre paylaşım farklılığını) hukuk<br />

veya ehliyet farklılığına atfetmek<br />

elbette büyük bir hata<br />

olur.<br />

Miras hisselerindeki farklılık,<br />

gerçekliğe uygun bir zorunluluktur.<br />

Erkeklerin de hiçbiri<br />

paylaşım bakımından bir diğerine<br />

eşit değildir. Ancak herkes<br />

hukuk bakımından eşittir.<br />

Buna göre, mülkiyet hakları<br />

bakımından herkes eşit ise<br />

de mülkiyet paylaşımı her yerde<br />

farklılık arzeder. Bu hem<br />

erkekler hem de kadınlar için<br />

böyledir.” 5<br />

İslâm, böyle bir süreçten<br />

sonra hükmünü vermiş, hak-<br />

kı yok kabul edilen kadını miras<br />

kalemine dâhil etmiş ve<br />

onu hak sahibi kılmıştır. Tarih<br />

boyu ve bugün kadınlar,<br />

Kur’ân’ın verdiği payın azlığından<br />

çok, kendilerine sırf kadın<br />

oldukları için pay verilmemesinden<br />

muzdariptirler. Özellikle<br />

bazı yörelerde kadına asla<br />

miras payı verilmediği veya<br />

çok sembolik şeyler verildiği<br />

için kadınlar ve kızlar Allah’ın<br />

takdir ettiği haktan da mahrum<br />

bırakılmaktadırlar.<br />

Miras Meselesinde<br />

Şer’î Hukuka<br />

Mürâcaat<br />

Günümüzde özellikle miras<br />

taksimi noktasında medenî<br />

hukuk ve şer’î hukuk arasında<br />

ikilem yaşanmaktadır. Genelde<br />

kadınlar medenî taksimi<br />

tercih etmektedirler. Erkek-<br />

ler ise, dinin diğer hükümlerinde<br />

hassas olmasalar bile,<br />

miras meselesinde şer’î hukuka<br />

mürâcaat etme yoluna gitmektedirler.<br />

İnsanların içinde<br />

bulunduğu ekonomik durumlar,<br />

ana-babayla olan münasebetleri<br />

farklılık arzetmektedir.<br />

Mesela, ana-babasına hastalığında<br />

hiç bakmayan veya gerektiği<br />

gibi ilgilenmeyen erkekler<br />

var. Ancak bunların tam<br />

aksine, hayatı boyunca anababasına<br />

bakan, özellikle hastalığında<br />

kendi rahatını onlara<br />

feda eden kızların bulunduğu<br />

da bir gerçek. Böylesi dengesiz<br />

durumlar Kur’ân temelli taksimin<br />

bazı kimseler tarafından<br />

sorgulanmasına sebep olmaktadır.<br />

Burada hukuk ve ahlak<br />

arasında bir çatışma meydana<br />

gelmektedir. Elbette hukuk<br />

duygusal durumu değil, gerçek<br />

durumu dikkate alır. Bu-<br />

rada kız ve erkeğin payı nasıl<br />

belirlenmişse hukuk ona göre<br />

hüküm vermek zorundadır.<br />

Ancak bu taksim böyle özel durumu<br />

olan kadınları tam olarak<br />

tatmin etmemektedir. Sonuçta<br />

mesele imanla alakalı<br />

olduğu için buna teslim olanlar<br />

olmaktadır. Özellikle medenî<br />

kanun alternatifini dikkate<br />

alarak sorgulayanlar da gittikçe<br />

artmaktadır. İşte böylesi<br />

bir durumda, baba veya kocanın<br />

hayatında iken kızına veya<br />

hanımına bulunacağı bağışlarla<br />

bunu çözme imkânı vardır.<br />

Hayatında bunu yapamayanların<br />

rızâî taksimi tavsiye etmeleri<br />

de mümkündür.<br />

Dipnot<br />

*Prof. Dr.<br />

1 4/Nisâ, 11-12.<br />

2 Buhârî, “Vasâyâ”, 6; Tirmizî, “Ferâiz”, 3.<br />

3 4/Nisâ, 11-12.<br />

4 4/Nisâ, 32.<br />

5 Bk. Musa Carullah, Hatun.<br />

53


Kadın ve Aile<br />

Rukiye KARAKÖSE<br />

54<br />

GÜRÜLTÜ ve<br />

PSİKOHİJYEN<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Gürültü, ilk bakışta<br />

önemsiz gibi<br />

görünse de, günlük<br />

hayatımızda en yoğun olarak<br />

karşı karşıya kaldığımız<br />

kirlilik türlerinden biridir ve<br />

psikohijyene direkt olumsuz<br />

etki eder. Ruh sağlığı üzerinde<br />

tehdit oluşturan çok ciddi bir<br />

problemdir. Gürültü, “gelişigüzel<br />

bir yapısı ve ses spektrumu<br />

olan, istenmeyen ses” olarak tanımlanır.<br />

Psikohijyen, genel hijyenin<br />

bir alt bölümüdür ve ruh sağlığının<br />

muhafazası ve sağlamlaştırılması<br />

konuları ile ilgilenir.<br />

Bu yöntem, çalışma ortamının,<br />

geçim şartlarının ve çevrenin<br />

bireyin ruh sağlığına etkisini<br />

araştırır. Çevrenin ruh sağlığına<br />

olumsuz etkilerinin ortadan<br />

kaldırılması en temel amacıdır.<br />

İnsanların refah seviyesinin,<br />

bu çerçevede yaşadığı konutun<br />

şartlarının ve seviyesinin daha<br />

da iyileştirilmesi için gerekli<br />

tüm tedbirleri almak, aynı zamanda<br />

ruh sağlığını temin eden<br />

gerekli temel yapıtaşlarıdır.<br />

Somatik hastalıkların meydana<br />

çıkmasında, ruh sağlığının<br />

rolünü unutmamak gerekir. Ge-<br />

“Gürültü, ilk bakışta önemsiz gibi görünse de,<br />

günlük hayatımızda en yoğun olarak karşı<br />

karşıya kaldığımız kirlilik türlerinden biridir ve<br />

psikohijyene direkt olumsuz etki eder.<br />

Ruh sağlığı üzerinde tehdit oluşturan<br />

çok ciddi bir problemdir.”<br />

nel hijyen, çalışma şartlarının ve<br />

yaşam standartlarının yükseltilmesi,<br />

dinlenmenin, spor uğraşlarının<br />

temininin yanı sıra alkol,<br />

madde bağımlılığı ve zührevi<br />

hastalıklarla ortaya çıkabilen<br />

durumlarda da zihnin sağlamlığı<br />

ve hijyeni de korunmalıdır.<br />

Öyle ki, öğrencilerin, beyni ile iş<br />

yapan bilim adamlarının ve ruh<br />

sağlıkçılarının iş süreleri ve tatillerinin<br />

düzgün şartlarda belirlenmesi<br />

de psikohijyenin problemlerindendir.<br />

Gürültü Nedir?<br />

Gürültü, ilk bakışta önemsiz<br />

gibi görünse de, günlük hayatımızda<br />

en yoğun olarak karşı<br />

karşıya kaldığımız kirlilik türlerinden<br />

biridir ve psikohijyene<br />

direkt olumsuz etki eder. Ruh<br />

sağlığı üzerinde tehdit oluşturan<br />

çok ciddi bir problemdir.<br />

Gürültü, “gelişigüzel bir yapısı<br />

ve ses spektrumu olan, istenmeyen<br />

ses” olarak tanımlanır.<br />

Bir başka tanımda gürültü, zaman<br />

içerisinde bir sesin tayfsal<br />

yapısında (sesin frekans özelliğinde)<br />

gelişigüzel düzensizliklerin<br />

olması olarak açıklanır. Genel<br />

olarak ise beğenilmeyen,<br />

hoşa gitmeyen veya dinlenilme-<br />

sine tahammül edilemeyen kısaca<br />

herhangi bir değeri olmayan<br />

sese veya seslere gürültü deriz.<br />

Hoşa giden rahatlatıcı seslere<br />

insanların ihtiyacı vardır. Sesin<br />

uyumsuz, düzensiz olması, kabul<br />

edilebilir olmaması ve istenen<br />

düzeyden yüksek çıkması o<br />

sesin gürültü olarak tanımlanması<br />

için yeterlidir.<br />

Özellikle büyük kentlerimizde<br />

gürültü yoğunlukları yüksek<br />

seviyede olup, Dünya Sağlık<br />

Örgütü’nce belirlenen ölçülerin<br />

üzerindedir. Bu nedenle İşyerleri<br />

Tüzüğü ve Kazalardan Korunma<br />

Yö<strong>net</strong>meliğinin “Gürültü” ile<br />

ilgili bölümleri, belirli aralıklarla<br />

kontrol muayenelerini ya da<br />

diğer bazı önlemleri öngörmektedir<br />

Kent gürültüsünü artıran sebeplerin<br />

başında trafiğin yoğun<br />

olması, sürücülerin yersiz<br />

ve zamansız klakson çalmaları<br />

ve belediye içerisinde bulunan<br />

endüstri bölgelerinden çıkan<br />

gürültüler gelmektedir. Meskenlerde<br />

ise televizyon ve müzik<br />

aletlerinden çıkan yüksek sesler,<br />

zamansız yapılan bakım ve<br />

onarımlar ile bazı işyerlerinden<br />

kaynaklanan gürültüler insanla-<br />

55


ın işitme sağlığını ve algılamasını<br />

olumsuz yönde etkilemekte,<br />

fizyolojik ve psikolojik dengesini<br />

bozmakta, iş verimini azaltmaktadır.<br />

Gürültünün<br />

Olumsuz Etkileri<br />

Yüksek gürültü düzeyi; rahatı,<br />

emniyet hissini ve dolaylı<br />

olarak da çalışma verimliliğini<br />

etkiler. Gürültünün giderek<br />

artması kişiler üzerinde önce<br />

rahatsızlık duygusuna neden<br />

olmakta, arkasından konuşmayı<br />

zorlaştırmakta ve en sonunda<br />

da işitme gücünü azaltmaktadır.<br />

Düzeyi yüksek gürültü içinde<br />

uzun süre çalışmanın veya<br />

bulunmanın, işitme gücü üzerinde<br />

olumsuz ve onarılamayacak<br />

sonuçlar doğurduğu bilinmektedir.<br />

Gürültünün kronik baş ağrısı<br />

yaptığı, insanı alınganlaştırdığı<br />

ve öfkeli yaptığı da yapılan<br />

araştırmalarla tespit<br />

edilmiştir. Gürültünün insan<br />

üzerindeki olumsuz etkileri kısaca<br />

şöyledir:<br />

• Fizyolojik etkiler,<br />

• Performans değişimleri,<br />

• Psikolojik rahatsızlıklar,<br />

• İşitme kayıpları<br />

Gürültüye maruz kalan insanların<br />

uyku saatleri bozulur,<br />

iş verimleri düşer. Konuşulanların<br />

anlaşılamaması, işitme duyarlılığında<br />

geçici olarak azalma,<br />

yorgunluk, bezginlik gibi<br />

psikolojik problemler orta-<br />

ya çıkmaktadır. Ani gürültüye<br />

maruz kalan insan vücudunda<br />

ani bir kas gerilmesi oluşur<br />

ve böylesi bir refleksin önlenmesi<br />

mümkün değildir. Dolayısıyla<br />

gürültülü bir ortamda bu-<br />

lunan canlıların rahat etmesi<br />

mümkün değildir. Aynı zamanda<br />

fizikî dayanıklılığı da olumsuz<br />

etkilediğinden, gürültü vücut<br />

direncini de azaltır.<br />

Gürültünün bir diğer zararı<br />

da insan kalbine verdiği rahatsızlıktır.<br />

Araştırmacılar gürültünün<br />

kalp atışlarını düzensizleştirdiğini,<br />

kanı koyulaştırdığını ve kan<br />

damarlarının kasılmasına sebep<br />

olduğunu ispatlamışlardır.<br />

Gürültüye maruz kalma<br />

süresi ve gürültünün şiddeti,<br />

insana vereceği zararı etkiler.<br />

Endüstri alanında yapılan<br />

araştırmalar göstermiştir ki,<br />

işyeri gürültüsü azaltıldığında<br />

işin zorluğu da azalmakta, verim<br />

yükselmekte ve iş kazaları<br />

azalmaktadır.<br />

Çalışma ve Sosyal Güvenlik<br />

Bakanlığı verilerine göre;<br />

meslek hastalıklarının %10’u,<br />

gürültü sonucu meydana gelen<br />

işitme kaybı tespit edilmiştir.<br />

Meslek hastalıklarının pek<br />

çoğu tedavi edilebildiği halde,<br />

işitme kaybının tedavisi yapılamamaktadır.<br />

Gürültünün<br />

Psikolojik Zararları<br />

Gürültünün insan üzerindeki<br />

geçici ve kalıcı zararları bir yana<br />

bırakılsa bile sıkıntı, gerginlik,<br />

isteksizlik bile yeterince olumsuz<br />

etkilerdir. Gürültüden duyulan<br />

rahatsızlık, dinleyicilerin bir<br />

tepkisi olarak bilinmektedir ve<br />

zamana, zemine, gürültünün türüne<br />

göre yarattığı rahatsızlığın<br />

şiddeti de değişmektedir. Mesela,<br />

gece saatlerinde duyulan<br />

bir ses, insanı gündüz saatlerinde<br />

duyulandan daha fazla rahatsız<br />

etmektedir veya düzensiz bir<br />

yapıya sahip ses, kişileri düzenli<br />

yapıya sahip olan sesten daha<br />

fazla rahatsız etmektedir. Ayrıca<br />

anlamsız olduğuna inanılan<br />

sesler de yine rahatsızlık unsuru<br />

olma özelliğine daha yatkındırlar.<br />

Bir diğer örnek ise, kaynağını<br />

görebildiğimiz nitelikteki<br />

gürültüler, kaynağını göremediğimiz<br />

gürültülerden daha fazla<br />

rahatsızlık verici niteliktedir.<br />

Gürültü psikolojik olarak sürekli<br />

gerilim, sinirlilik, şüphecilik<br />

gibi durumlara neden olur.<br />

Morali etkiler ve verimi azaltır.<br />

Gürültünün verdiği bu rahatsızlıklar<br />

kişilere ve durumlara<br />

göre değişebilir. Aniden meydana<br />

gelen gürültü insanların<br />

korkmasına ve kızgın hissetmesine<br />

neden olabilir. Gürültü bazı<br />

durumlarda iş basamaklarını da<br />

etkiler. Mesela, doğru bir ritim<br />

varsa işçiler ritimlerini veya hızlarını<br />

bu gürültüye göre ister istemez<br />

değiştirebilirler.<br />

Gürültü; dinlenmeye engel<br />

olarak uykuyu da aksatır. Uyku<br />

problemi ise günümüzde son<br />

derece ciddiye alınması gereken<br />

bir rahatsızlıktır. Modern<br />

çağın insanının başı kronik uykusuzlukla<br />

derttedir. Araştırmalarda<br />

uykuya dalma güçlüğü,<br />

uykuyu sürdürme güçlüğü,<br />

sabah erken uyanma ya da toplam<br />

uyku süresinin kısa olması<br />

gibi durumlardan birinin<br />

varlığı uykusuzluk olarak kabul<br />

edilmektedir. Kesitsel araştırmalarda<br />

“son bir hafta içinde”<br />

erişkin toplumun yaklaşık<br />

1/3’ünde uykusuzluk yakınması<br />

bildirilmektedir. Şiddetli uykusuzluk<br />

yakınması ise %4 olarak<br />

bulunmuştur. Şiddetli uykusuzluğu<br />

olan hastaların yaşam kalitesi<br />

önemli oranda azalmakta;<br />

buna karşın tedavi amacıyla<br />

doktora başvuru oranı düşük<br />

kalmaktadır. Şiddetli uykusuzluk<br />

yakınması olan hastaların<br />

%55’inin doktorundan bu konuda<br />

yardım istediği belirlenmiştir.<br />

İzleme araştırmaları<br />

ağır uykusuzluk oranının yıllar<br />

içinde giderek arttığı ve kronikleşme<br />

eğilimi gösterdiğini desteklemektedir.<br />

Kronik uykusuzluk<br />

yakınmaları toplumun<br />

%5’inde görülmektedir.<br />

Uykusuzluğun<br />

Sonuçları:<br />

• Yargı kabiliyetini zayıflatır.<br />

• Ruh halini değiştirir.<br />

• Sıkıntı verici ve sinir bozucudur.<br />

• Konsantrasyonu zayıflatır.<br />

• Yüksek kan basıncı, kalp rahatsızlıkları,<br />

performans yetersizlikleri<br />

gibi ciddi sonuçları<br />

olabilir.<br />

Gürültü kirliliğinin sadece<br />

kronik uykusuzluğa sebep olarak<br />

bile psikohijyene ne kadar<br />

zarar verdiği açıktır. Oysa psikohijyenin<br />

bozulmasında tek<br />

etken gürültü de değildir. Günümüzde<br />

yaygın görülen, haz<br />

kültürünün teşvik ettiği alkol,<br />

sigara, madde tüketimi, yalan<br />

söylemek, dedikodu yapmak,<br />

aşırı dünyalık hırsı taşımak<br />

gibi insanı özünden uzaklaştıran<br />

ne varsa varoluş ekolojimizi<br />

zehirlemektedir. İstemesek<br />

de radyoaktif serpinti gibi<br />

bu etkiye maruz kalıyoruz. Aldığımız<br />

nefes gibi, içinde yaşadığımız<br />

bu haz kültürü de ister<br />

istemez bizi şekillendiriyor ve<br />

maalesef kirletiyor.<br />

Korunmak İçin<br />

Ne Yapılabilir?<br />

Psikohijyenle ilgili farkındalık<br />

geliştirmek, manevî korunma<br />

yollarından faydalanmak<br />

ilk adımlar olabilir. İnsanı<br />

yaratan ve sistemini en iyi bilen<br />

yaratıcı, bizi nelerin kirleteceğini<br />

ve aşağıların aşağısına<br />

düşüreceğini bildirmiş. Nelerin<br />

arındırıp yukarılara çıkaracağını<br />

da açıklamış. Bize düşen<br />

belki de kulak vermek… Özümüze<br />

sadık kalıp varoluşumuzu<br />

kirletmemek bile yetecek<br />

aslında. İnsan olabilmek, dahası<br />

insan kalabilmek için bile<br />

bu zor zamanda epey çaba gerekiyor.<br />

Zor olsa da buna değmez<br />

mi?<br />

Dr. Tahir Özakkaş, “Azerbaycanda Psikohijyen Ve<br />

Psikoprafilaksi”, 36. Ulusal Psikiyatri Kongresi, Türkiye<br />

Sosyal Psikiyatri Derneği Özet Kitabı.<br />

Yard. Doç. Dr. Yaşar Avşar, Gürültü Kontrolü Ders<br />

Notları, YTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü.<br />

56 Nisan <strong>2013</strong><br />

57<br />

Kaynakça


Tarih<br />

İsmail ÇOLAK<br />

MEDENİYETİMİZİN NURU<br />

MUKADDES<br />

58<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

GELENEKLER<br />

Osmanlı’nın temellerindeki en mukaddes<br />

harçların; padişahların asırlarca<br />

“baş tacı” ettiği değerlerin başında,<br />

“Peygamber sevgisi” gelmiştir. Osmanlı,<br />

Peygamber Efendimize (s.a.v) ve onun kutsal beldesine<br />

karşı derin muhabbet, hürmet ve sadakatini<br />

sonsuz bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve<br />

devletinin en muhkem kaidelerinden biri hâline<br />

getirmiştir. Söz konusu asil duygularını her zaman<br />

ve mekânda açığa vurmayı, hatta devlet çapında<br />

bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet<br />

bilmişlerdir. Tarih, bunu izah eden birbirinden<br />

muhteşem misallerle doludur:<br />

Mevlid Alayı Merasimi<br />

Osmanlı Padişahlarının, Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’e hürmet ve muhabbetlerinin en güzel göstergelerinden<br />

biri de, onun kutlu doğum gününde<br />

asırlar boyunca aksatmadan tertipledikleri “Mevlid<br />

Alayı Merasimi”dir.<br />

Osman Gazi devrinde bile mevcut olduğunu<br />

tespit ettiğimiz bu âdet, Sultan II. Selim ve I. Ahmed<br />

dönemlerinde yapılan ilavelerle resmî bir<br />

merasime dönüşmüştür. Önceleri doğum gecesinde,<br />

padişahın huzurunda birtakım naat, münacat<br />

ve kasideler okunması söz konusuyken, Orhan<br />

Gazi zamanında, Emir Sultan’ın müridi, Ulu Camii<br />

İmamı Süleyman Çelebi’nin “Mevlid-i Şerif”i<br />

kaleme almasından sonra hem sarayda hem de<br />

cami, mescit ve evlerde, gündüz ve gece mevlid<br />

okutulması âdeti yaygınlaşmıştır.<br />

1909’da kurulan Encümen-i Tarih-i Osmanî<br />

üyesi tarihçi Ali Seydi Bey, “Teşrîfat ve Teşkilât-ı<br />

Kadîmemiz” isimli eserinde sarayda tatbik ettikleri<br />

Mevlid Alayı Merasimi’ni ana hatlarıyla şöyle<br />

anlatmıştır:<br />

“Peygamberimizin doğum gününden birkaç<br />

gün önce şeyhülislam, merasimde bulunması gerekli<br />

kişilerin isimlerini tespit edip bir defter halinde<br />

reisülküttap efendiye gönderirdi. Daha sonra<br />

bu defterde isimleri bulunan vezirlerle sair<br />

erkân ve rüesaya mevlid günü, saati birer tezkereyle<br />

bildirilirdi. O gün davetlilerin hepsi resmî<br />

elbiselerini giymiş olarak çoğu zaman Sultan Ahmed<br />

Camiine gelirlerdi. Başka vakitlerde camide<br />

mevki, rütbe ve mesleğe göre saf ve yer ayrılmazken,<br />

bu Mevlid Alayı’nda teşrifat gerekli idi. Padişahın,<br />

Mahfel-i Hümâyûn’a (padişahlara ayrılmış<br />

hususî yer) geldiği cemaate özel bir işaretle<br />

bildirilince, camidekiler hep birden ayağa kalkar<br />

ve yine işaret üzerine otururlardı. Mevlidin okunup<br />

bitmesinden sonra padişah, vükelaya, kürsi<br />

şeyhlerine, mevlid okuyanlara, müezzinlere ve diğer<br />

icap edenlere hil’atler (Padişah hediyesi kaftan/elbise)<br />

giydirir, şeker ve şerbetler dağıtılırdı.<br />

Bu merasimin tamam olabilmesi için gerekli<br />

bir işlem daha vardı: Her sene Mekke-i Mükerreme<br />

emiri tarafından, sadakatini bildiren mektubun,<br />

reisülküttap tarafından padişaha verilmesiydi.<br />

Mektup, hususî merasimle açılarak okunur ve<br />

bunu emir tarafından gönderilen nefis hurmaların,<br />

camide bulunanlara dağıtılması takip ederdi.”<br />

Hırka-i Saadet’te Asırlarca Süren<br />

Kur’an Tilâveti<br />

Yavuz Sultan Selim, ondan ümmetine yadigâr<br />

kalan, hiçbir kıymetle ölçülemeyecek kadar paha<br />

biçilmez olan “Mukaddes Ema<strong>net</strong>leri”, Mısır Seferi<br />

dönüşünde Topkapı Sarayı’na getirip, Hırka-i<br />

Saadet Dairesi’ne koymakla bizi şereflerin en yücesine<br />

eriştirmiştir.<br />

Yavuz’dan itibaren tatbik edilen güzel bir âdet<br />

de, Hırka-i Saadet Dairesi önünde, asırlar boyunca<br />

kırk hafıza 24 saat nöbetleşe okutulan Kur’an<br />

tilâvetidir. Bu uygulama, 1517’den 3 Mart 1924<br />

Halifeliğin ilgasına kadar sürmüş; ancak 67 yıl<br />

aradan sonra 15 Mart 1991’de yeniden başlatılmıştır.<br />

Halit Ziya Uşaklıgil, bu güzel uygulamanın<br />

Osmanlı insanı üzerindeki derin tesir ve yansımaları<br />

hakkında şu ilginç müşahedeleri nakletmektedir:<br />

“Uzaktan, yakından gelmiş vezir, vüzera,<br />

avamdan insanların, minareden duyulan<br />

ezan, huzurda okunan Kur’an-ı Kerim tilâvetleri,<br />

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hırkasını uzaktan gören,<br />

bir imkânını bulup yüzünü hırkaya sürebilen<br />

gözü yaşlı, gönlü huzur ve huşu dolan insanların<br />

59


manevî heyecanını gördüm. Kendimde, fena duygulardan<br />

arındığımı, ruhanî bir zevkle dolduğumu<br />

hissettim.”<br />

Yahya Kemal Beyatlı’nın, “Aziz İstanbul” isimli<br />

eserinde, daha da ileri gidip bu hususta vardığı hüküm<br />

ise, tüm ruhumuz ve benliğimizle tasdik edeceğimiz<br />

ebedî bir hakikattir: “Gezintilerimde bir<br />

hakikati keşfettim. Bu devletin iki manevî temeli<br />

vardır: Fatih’in, Ayasofya minaresinden okuttuğu<br />

ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in, Hırka-i Saadet<br />

önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!”<br />

60<br />

Ramazan’ın 15’inde<br />

Hırka-i Şerif’i Ziyaret<br />

Osmanlı’nın asırlar boyunca uyguladığı güzel<br />

manevî adetlerden biri de, ilk defa Yavuz Sultan<br />

Selim tarafından başlatılmış olan, her Ramazan<br />

ayının 15. gününde başta padişah olmak üzere,<br />

devlet erkânı, şehzadeler, hanım sultanlar, kadın<br />

efendiler, ikballer ve ustaların, en güzel elbiselerini<br />

giyerek büyük bir alay eşliğinde Hırka-i Saadet Dairesini<br />

ziyaret etmeleriydi. Harem, 1854’te Topkapı<br />

Sarayı’ndan Dolmabahçe’ye taşınınca bu merasim<br />

daha çok önem kazandı.<br />

Sultan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe<br />

Osmanoğlu’nun ve diğer saraylıların hatıralarında<br />

naklettiklerine göre, arabalarla Topkapı’ya gelen<br />

harem halkını burada Harem Ağası karşılardı.<br />

Hırka-i Saadet’in kapısı açılınca, kadınlar rütbe sırasına<br />

göre dizilerek Hırka-i Saadet’e doğru ilerlerdi.<br />

Her tarafta buhurdanlarda yanan buhurun kokusu<br />

hissedilir, perdelerin arkasından çok güzel<br />

sesli bir müezzinin okuduğu Kur’an-ı Kerim duyulurdu.<br />

Daha sonra, büyük gümüş sandık içinde saklı<br />

bulunan altın anahtarla, hırkanın içinde saklı bulunduğu<br />

altın sandık, padişah tarafından açılır ve<br />

içerisinden büyük bir tazimle çıkarılan Hırka-i Şerif,<br />

önceden hazırlanan hususî bir masa üzerine konurdu.<br />

Hırka-i Şerif’e yüz sürüldükten ve padişah<br />

selamlandıktan sonra tekrar Harem’e dönülürdü.<br />

Bu bilgileri, III. Selim, IV. Mustafa, II. Mahmud<br />

ve Abdülmecid dönemlerinde çeşitli devlet kademelerinde<br />

görev almış ve Osmanlılarda törenlerle<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

ilgili “Teşrifât-ı Kadîme” ismiyle eser kaleme almış<br />

Esad Efendi (1790-1848) de teyit etmektedir:<br />

“Ziyaret günü, sözü edilen devlet adamları,<br />

öğle namazını kıldıktan sonra Bâbü’s-Saade önüne,<br />

yani Kubbe-i Hümâyûn tarafına gelip, sağ tarafa<br />

vezirler ve ulema, sol tarafa ocak ağaları ile<br />

diğer devlet adamları oturup, sadrazamın gelmesini<br />

beklerler. Reisü’l-küttab’ın, şeyhülislamı<br />

evinden alıp Ayasofya Cami’ine götürdüğü haberi<br />

geldiğinde, sadrazam maiyetiyle birlikte camiye<br />

gider ve burada öğle namazını kılar. Bu sırada<br />

haberci çavuş, davetlilerin Bâb-ı Hümâyûn denilen<br />

kapıdan girmeye başladıklarını bildirir. Bunun<br />

üzerine sadrazam, maiyetini ve şeyhülislamı<br />

alarak Topkapı Sarayı’na gelir.<br />

Hep birlikte Bâbü’s-Saade’ye doğru yürürler.<br />

Hepsi birden Bâbü’s-Saade’den girerek Hırka-i Şerif<br />

Odasına gelirler. Birinci ve İkinci imam efendiler,<br />

Hırka-i Şerif’in konduğu sandığın önünde<br />

oturur ve bir miktar Kur’an okurlar. Kur’an okunduktan<br />

sonra padişahın kendisi sandığı açar ve<br />

Hırka-i Şerif’e yüz sürülmesine izin verir. İlk kez<br />

sadrazam yüzünü sürer. Yüz sürme işlemi, devlet<br />

adamlarının rütbelerine göre sırayı izler. Bu işlem<br />

bittikten sonra şeyhlerin her biri sandığın önüne<br />

gelir, önce dua eder, yüz sürer ve yerlerine dönerler.<br />

Sonra padişah dönüş için izin verir. Herkes dışarı<br />

çıkar... Ziyaret gününde yeniçeri ve diğer ocak<br />

erlerine baklava vermek gelenek olmuştur. Hırka-i<br />

Şerif’e yüz sürüldükçe, sadrazam ve silahtar, tülbent<br />

ile silip, yüz sürene bu tülbendi verirler. Yüz<br />

sürme işi bittikten sonra bu kısım altın maşrapa<br />

içinde yıkanır. Yıkanan yer nemli olduğundan öd<br />

ve anber yakılarak kurutulur.”<br />

Ali Seydi Bey’in “Teşrîfat ve Teşkilât-ı<br />

Kadîmemiz”inden öğrendiğimize göre padişahların,<br />

bayramın birinci günü sabah namazını Hırka-i<br />

Saadet Dairesinde kılmaları ve bayramla merasimini<br />

burada yapmaları; padişahların tahta çıkışlarının<br />

15. günü burayı ziyaret etmeleri; padişahın<br />

tahta çıkış merasimi tamamlandıktan sonra ölen<br />

padişahın naşının, tekfin işlerinin tamamlanmasını<br />

müteakip aynı daire önünde bekletilmesi de âdet<br />

olmuştu.<br />

Adı : Bilâl b. Rebâh<br />

Künyesi : Ebû Abdullâh (Ebû Abdukerîm,<br />

Ebû Abdurrahmân veya Ebû Amr)<br />

Nisbesi : Habeşî<br />

Doğum yılı : Hicretten 40 yıl evvel (M. 581)<br />

Doğum yeri : Arabis tan’ın batısındaki Serât<br />

veya Mek ke’de Cumah kabilesi<br />

Baba adı : Rebâh (köle idi)<br />

Anne adı : Hamâme (cariye idi)<br />

Eş(ler)i : Hind el-Havlâniyye<br />

Akrabaları : Hâlid adlı bir kardeşiyle Gufre<br />

veya Gufeyre adında bir kız kardeşi var.<br />

Oğulları : Tespit edilemedi.<br />

Kızları : Tespit edilemedi.<br />

Kabilesi : Habeşli<br />

İslâm’a girişi : İlk günlerde<br />

Sohbet süresi: 23 sene<br />

Rivayeti : 44<br />

Yaşadığı yer : Mekke, Medine, Şam<br />

Mesleği : Müezzinlik, Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.)’e yakın hizmet<br />

Hicreti : Medine<br />

Savaşları : Hz. Peygamber (s.a.v.) ile bütün<br />

savaşlara katıldı<br />

Görevleri : Müezzinlik, hazinadârlık, bekçilik,<br />

hizmetçilik<br />

Fizikî yapı : Uzun boylu, zayıf ve kuru yüzlü,<br />

kam burca, gür ve kır saçlı, siyah tenli.<br />

Mizacı : Azimli, sabırlı, kararlı, istikrarlı,<br />

duygusal.<br />

Sahabe Albümü<br />

Bünyamin ERUL*<br />

BİLAL B. RABÂH (r.a)<br />

Ayrıcalığı : İlk Müslüman olan köle ve ilk<br />

ezan okuyan müezzindir.<br />

Ömrü : 60-70 arası yaşlarda<br />

Ölüm yılı : H. 20.<br />

Ölüm yeri : Şam’da vefat etmiş ve orada<br />

medfundur.<br />

Ölüm sebebi : Hastalık olmalı<br />

Hakkında : Bir defasında Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.) Bilal’e: “Bu gece cen<strong>net</strong>te, önümde senin<br />

nalınla rının tıkırtısını duydum.” diyerek bunu<br />

hangi ameliyle elde ettiğini sormuş, o da her abdest<br />

aldıktan sonra “Allah Teâlâ’nın nasip ettiği<br />

kadar” nafile namaz kıldığından söz etmişti.<br />

Hz. Ömer: “Ebû Bekir efendimizdir; efen dimizi<br />

(Bilâl’i) azat etmiştir” derdi.<br />

Hadisleri : “Ömer hoşlanmadığı ve seni kıskandığı<br />

halde Sabah ve Yatsı namazlarını mescitte<br />

cemaatle kılıyorsun?’ diye sorulunca o: ‘Onu<br />

beni bundan men etmekten alıkoyan nedir (bilir<br />

misin)? Onu Peygamberimizin ‘Allah’ın hanım<br />

kullarını Allah’ın mescitlerinden men etmeyin!’<br />

hadisi engelledi.” demiştir. Hz. Ömer namazda<br />

hançerlendiğinde o da oradaydı.<br />

Kaynaklar: İstîâb, I. 54-55; İsâbe, I. 326; Üsd, I.<br />

129-131, 1423; DİA, VI. 152-153; Müsned, VI, 12-<br />

14; İbn Sa’d, Tabakât, III. 232-239.<br />

*Prof. Dr.<br />

61


Kültür<br />

Fatih ÇINAR<br />

62<br />

20. yüzyılda<br />

‘Vahdet’<br />

Neşvesİyle Parlayan Bİr Sİlsİle<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

birliği’ şeklinde anlaşılan<br />

‘Vahdet-i Vücûd’ düşüncesi<br />

‘Varlığın<br />

Anadolu’da meşhur sûfî İbnü’l-<br />

Arabî ve talebesi Sadreddin Konevî ile büyük<br />

yankı bulmuş bir düşünce sistemidir. Bu düşünce<br />

sistemine göre, Allahu Teâlâ’nın dışındaki bütün<br />

varlıklar ‘gölge’ varlıklar hükmündedir. Gerçek<br />

anlamda ‘var’ olan Allahu Teâlâ’nın zatıdır.<br />

Kâinat, insan ve diğer varlıklar Allahu Teâlâ’nın<br />

tecelligâhıdır. Allahu Teâlâ’nın ilk olarak Hz. Muhammed<br />

(s.a.v.)’in nurunda (Nûr-i Muhammedî)<br />

tecelli etmesi ise bu sistem içerisinde insana verilen<br />

değerin bir göstergesi niteliğindedir. Vahdet<br />

fikrini benimseyen sûfîlerin düşünce sistemlerinde<br />

‘Dünya sevgisini kalpten çıkarma ve sadece Allahu<br />

Teâlâ’nın sevgisini kalbe hâkim kılma’ ilkesi<br />

çok önemli bir yer tutmaktadır. 1<br />

Bu düşüncenin yirminci yüzyıl Anadolu’sundaki<br />

önemli temsilcileri arasında Mustafa Çorumî<br />

(k.s.), Tokatlı Mustafa Hâkî (k.s.), Sivaslı Mustafa<br />

Takî (k.s.), Sivaslı İsmail Hakkı Toprak (k.s.)<br />

ve Darendeli Hulûsi Efendi(k.s.)’nin de yer aldığı<br />

Nakşî-Halidî silsilesine mensup sûfîler önemli bir<br />

yer tutmaktadır. 2 Yakın tarihimizin, siyasî, sosyal,<br />

ekonomik ve manevî cepheleri üzerinde son derece<br />

etkili olan bu isimler, tasavvufî kişilik/kimliklerini<br />

‘Vahdet’ fikri üzerine inşa etmişlerdir. Çalışmamızda,<br />

yakın tarihimizin gönül kahramanları olan<br />

bu sûfîlerin düşünce sistemlerinin merkezinde yer<br />

alan vahdet telakkilerini ve bu düşüncelerinin günlük<br />

hayatlarına yansımalarını incelemek istiyoruz.<br />

“Vahdet fikrinin en belirgin özelliklerinden birisi<br />

olan dünyanın geçici olduğu fikrine yer vererek<br />

sözlerine başlayan Çorumî, sonrasında Allah’tan<br />

başka bir şey/ağyar ile ülfet etmeyi büyük bir<br />

hata olarak kabul ettiğini ifade etmiştir.”<br />

Mustafa Çorumî, Mustafa Hâkî<br />

Efendi ve Vahdet Düşünceleri<br />

Ahmet Ziyâüddîn Gümüşhanevî, Abdullah<br />

Mekkî ve Yahya Dağıstanî gibi büyük isimlere<br />

hizmet eden ve onların manevî işaretleri<br />

ile Anadolu’ya gelerek tekkesini kuran Mustafa<br />

Çorumî, en çok varlığın birliği fikrinden hareketle<br />

halkı irşat etmeye çalışmıştır. O, şu şiirinde vahdet<br />

anlayışını açıkça ifade etmiştir:<br />

El çekmişem fânilere/ Menzil olan viraneden<br />

Lâhut eli menzil bana/Hâki diyarı neylerem<br />

Bülbül niçin verdin gönül/<br />

Rengi solan bir goncaya<br />

Solmaz benim nazlı gülüm/Fani baharı neylerem<br />

Ağyâr ile yok ülfetim/Bigânedir dünya bana<br />

Canan ile vahdet gerek/ Kesrette yâri neylerem 3<br />

Vahdet fikrinin en belirgin özelliklerinden<br />

birisi olan dünyanın geçici olduğu fikrine yer<br />

vererek sözlerine başlayan Çorumî, sonrasında<br />

Allah’tan başka bir şey/ağyar ile ülfet etmeyi<br />

büyük bir hata olarak kabul ettiğini ifade etmiştir.<br />

Kesreti yani Allah’ın dışındaki varlıklar<br />

ile birlikte olmayı manevî ilerleme açısından<br />

tehlikeli bir nokta olarak gören Çorumî, ‘Cân’<br />

diye ifade ettiği Allahu Teâlâ ile ‘Vahdet’ şuuruna<br />

erebilmeyi hedef olarak benimsediğini anlatmıştır.<br />

63


Çorumî’den sonra irşat makamına geçerek insanlara<br />

istikamet ve sevgi pusulası ile yön gösteren<br />

Mustafa Hâkî Efendi de üstadı gibi düşünce<br />

sisteminin merkezine ‘Vahdet’ anlayışını yerleştirerek<br />

hareket etmiştir:<br />

Hem de bak yine yemiş laklakayı çokça demiş<br />

Men arafe 4 bilememiş mayesi bi-pak dediler<br />

Dünyayı bir yana koyup hali kanaate doyup<br />

Varlığını cümle soyup kalmalı çıplak dediler<br />

Menzilini buldu bulan var yürü sen böyle dolan<br />

Gördü beni arif olan kupkuru kavlak dediler<br />

Sıdk ile gûş eyle cevap işte budur râh-ı sevap<br />

Mahlemiz oldu turap ahiri toprak dediler 5<br />

Üstadı gibi şiirinde dünyanın geçiciliği üzerinde<br />

duran Hâkî Efendi, nefsinin, dünyanın geçiciliğini<br />

anlamaktan uzak, kemale eremeyen bir nefs<br />

olduğundan bahsetmiştir. Dünya için, çok uğraş<br />

vermenin ne denli yanlış bir davranış olduğunu<br />

belirten Hâkî Efendi, dünya hayatında önemli<br />

olanın, bireyin Hak yolunda canla başla çalışması<br />

olduğunu belirtmiştir. Bundan sonra Hâkî Efendi,<br />

Hakk’a vâsıl olmak isteyen kimseler için yapılması<br />

zorunlu olan ilkeleri sıralamaya başlamıştır.<br />

Buna göre, Hakk’a ulaşmak isteyen kimse, dünyaya<br />

değer vermemeli, kanaat sahibi olmalı ve benliğinden<br />

vazgeçmelidir.<br />

Mustafa Takî Efendi ve<br />

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak<br />

Efendi’de Vahdet Düşüncesi<br />

Mustafa Hâkî Efendi’nin vefatından sonra irşat<br />

makamına geçen Mustafa Takî Efendi de üstatları<br />

gibi ‘Vahdet’ eksenli hizmet anlayışına hız<br />

kesmeden devam etmiştir. O;<br />

Vahdeti ehadiyyettir diyarları bir bir<br />

Hep seyri güzar ettirilir sâlike bir bir<br />

mısralarında vahdet fikrinin, kendisini Allahu<br />

Teâlâ’ya adayanlara süratli bir ilerleme kazandıracağını<br />

açıkça ifade etmiştir. 6 Yine Takî Efendi’den<br />

sonra gönüllere yön veren İsmail Hakkı Toprak<br />

Efendi ise;<br />

Gel beri gel mâsivâdan uzlet et<br />

Ba’dehu Mevlâ ile var sohbet et<br />

Sivâ kaydından azâd olmaya sa’y eyle erkenden<br />

Ki zira râh-ı ıtlak içim mâni’dir kuyûd ey dil 7<br />

dizeleri ile ancak Allahu Teâlâ’nın dışındaki her<br />

şeyden vazgeçme suretiyle Mevlâ’ya vasıl olunacağını<br />

ve bu engelin aşılması gereken önemli bir<br />

engel olduğunu belirtmiştir.<br />

Hulusî Efendi ve Vahdet Anlayışı<br />

Bu silsilenin son halkası olan Darendeli Hulûsi<br />

Efendi de<br />

Bu âlem-i kesretde gizli halvete erip<br />

Vahdet ile bir olup ol bî-nisân olaydı.<br />

Görünen ol, gören ol, aralıkta kimse yok.<br />

Yokluk ilinde varlık, cümle canan olaydı 8<br />

dizeleri ile üstatları ile aynı olan kanaatini dile<br />

getirmiştir. O, açık bir şekilde her şeyde Allahu<br />

Teâlâ’nın görüldüğünü O’ndan başka bir şeyin<br />

gerçek anlamda var olmadığını ve var olmak için<br />

yok olmak gerektiğini kendine has üslubu ile dile<br />

getirmiştir. Ardından;<br />

Kim daldı vahdet bahrına, ere hakîkat şehrine.<br />

Yârın muhabbet bezmine, cânını kurbân eyledi 9<br />

ifadeleri ile ancak vahdet denizine dalan kimselerin<br />

yani Hak’tan başka hiçbir şeye varlık izafe etmeyenlerin<br />

hakikat şehrine varabileceklerini belirtmiştir.<br />

Sonuç<br />

Daha birçok söz ve şiirleri ile vahdet anlayışlarını<br />

dile getirmemiz mümkün olan bu gönül insanlarının<br />

vahdet düşüncelerine genel olarak baktığımızda<br />

dünya sevgisini kalpten çıkarıp Allah<br />

sevgisi ile kalbi doldurabilmenin endişesine sahip<br />

olduklarını görürüz. Onlara göre fani olana gönül<br />

“Hulûsi Efendi (k.s.) vahdet<br />

denizine dalan kimselerin<br />

yani Hak’tan başka hiçbir<br />

şeye varlık izafe etmeyenlerin<br />

hakikat şehrine varabileceklerini<br />

belirtmiştir.”<br />

vermek doğru bir davranış değildir. Yine onlara<br />

göre dünya gönülden çıkarılıp Allah sevgisi gönlü<br />

kaplayınca eşyaya, insana ve bütün yaratılmışlara<br />

kişinin bakışı değişecektir. Allah sevgisi ile hareket<br />

eden bir kimse yaratılmışa hizmeti Yaratan’a<br />

hizmet olarak görecek ve bu şuur ile dünya-ahiret<br />

dengesini gözeterek hayatını anlamlı kılmaya<br />

çalışacaktır. Bütün yaratılmışlara ilahi tecellilere<br />

mazhar olması yönüyle bakıp şefkat ve merhamet<br />

penceresinden onları değerlendirecektir. Dolayısıyla<br />

adalet, birlik ve beraberlik, aşk, sevgi ve saygı<br />

gibi birçok değer ve ilerleme aşamalarını hayatında<br />

başarıyla gerçekleştirecektir.<br />

Bu zikredilen hasletlerden dolayı olsa gerek<br />

parçalanmış bir toplumda Mustafa Çorumî’nin<br />

gerçekleştirmeye çalıştığı birlik projesi; Mustafa<br />

Hakî Efendi’nin Tokat Ali Paşa Cami imam-hatipliği<br />

ve Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ndeki birlik-beraberlik<br />

gayretleri; Mustafa Takî Efendi’nin<br />

öğretmenlik ve ilk TBMM’deki mebusluk sürecinde<br />

vatan, millet ve maneviyat uğrunda can verecek<br />

seviyede bir kardeşliği tesis etme çabaları; İsmail<br />

Efendi’nin cami, yol, köprü yapımı ve gönül<br />

kazanmaya yönelik hizmet felsefesini hayata geçirerek<br />

sergilediği birlik-beraberlik heyecanı ve<br />

Hulûsi Efendi’nin kütüphanesi, imam-hatiplik<br />

hizmetleri ve vakıf faaliyetleri çerçevesinde oluşturduğu<br />

birlik ve kardeşlik ruhu varlığın özünde<br />

gördükleri birlik/vahdet fikrinin maddî âlemdeki<br />

karşılığını elde etmeye yönelik faaliyetlere dönüşmüştür.<br />

Onlar, sevgi, saygı, kardeşlik, hoşgörü,<br />

sabır, tevazu ve daha birçok güzel ahlak ilkesi ile<br />

varlığın özündeki birliği inanan gönüllere hatırlatarak<br />

tefrika, kargaşa ve ayrılıktan uzak durmanın<br />

önemini anlatmaya çalışmışlardır.<br />

Her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe<br />

ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde varlığın<br />

özünde görülen birliği inanan gönüllerde de görebilmek<br />

ümidi ile…<br />

1 Sadreddin Konevî, en-Nusûs fî tahkîki tavri’l-mahsûs, (Vahdet-i Vücûd ve Esasları),<br />

Çev: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 20<strong>04</strong>, s.7-108.<br />

2 Çorumî 1906, M. Hâkî 1921, M. Takî 1925, İsmail Efendi 1969 ve Hulusî Efendi<br />

1991 yılında vefat ettikleri için ‘yirminci yüzyılda bu silsile içerisinde yer alanların<br />

vahdet fikri’ şeklinde çalışmamızı şekillendirdik.<br />

3 Hamdi Ertekin, “Son Dönem İskilipli Âlimler”, Türk Kültüründe İz Bırakan İskilipli<br />

Âlimler Sempozyum Bildirileri, TDV Yay., Ankara 1998, s.409-410; Fatih<br />

Çınar, ‘İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak’ın Tokatlı Üstadı: Mustafa Hâkî Efendi’,<br />

Bir Gönül Eri: İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak, Buruciye Yay., Sivas 2010, s.78.<br />

4 Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.262 (Hadis No:2532).<br />

5 Mehmet Fatsa, Tasavvufta Mekkî Kol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2000, s.119.<br />

6 Çınar, Mustafa Hâkî Efendi’, s.93.<br />

7 H. İbrahim Şimşek, ‘İsmail Hakkı Toprak’ın Bazı Tasavvufî Görüşleri’, Bir Gönül<br />

Eri: İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak, Buruciye Yay., Sivas 2010, s.284.<br />

8 Osman Hulusi Ateş, Divan-ı Hulusi-i Dârendevî, haz. Mehmet Akkuş ve Ali Yılmaz,<br />

Nasihat Yayınları, İstanbul 2006, s.290.<br />

9 Ateş, Divan, s.300.<br />

64 Nisan <strong>2013</strong><br />

65<br />

Dipnot


Edebiyat<br />

Vedat Ali TOK<br />

66<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

HİLYE-İ<br />

HÂKÂNÎ<br />

Edebiyatımızda Peygamber Efendimizin<br />

fizikî ve rûhî güzelliklerini anlatan<br />

pek çok eser yazılmıştır. Hilyelerin<br />

mensur ya da manzum olma şartı yoktur. “Yâ<br />

Ali, hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek, beni görmek<br />

gibidir.” mealindeki hadîs, şairlerimiz arasında<br />

revaç bulmuştur. Yazarların ve şairlerin bu<br />

husustaki en büyük kaynakları da Hz. Ali’nin Peygamber<br />

Efendimiz ile ilgili söyledikleri olmuştur.<br />

Türk edebiyatında hilye türünün ilk örneğini<br />

Hâkânî Mehmed Bey (?-1606) vermiştir. “Hilye-i<br />

Hâkânî” diye bilinen eserin tamamı 712 beyittir.<br />

Bu esere daha sonra, çok sayıda nazîre yazılmıştır.<br />

Eser mesnevi şeklinde yazılmış olup, dili ve anlatımı<br />

yalındır. Şair, Peygamber Efendimizin yüzü<br />

ile ilgili hususları dile getiriyor.<br />

1 İttifak itdi bu mânâda ümem<br />

Ezherü’l-levn idi fahr-i âlem<br />

(Bütün ümmet Peygamber Efendimizin yüzünün<br />

aydınlık, parlak olduğu hususunda birleşmiştir.)<br />

2 Yüzünün hâli idi ağı katı<br />

Ruhların sâf idi sâfî sıfatı<br />

(Yüzünün akı lekesiz bembeyazdı, yanakları da<br />

yüzü gibi tertemizdi.)<br />

3 Reng-i rûyu gül ile yek-dil idi<br />

Gül gibi kırmızıya mâ’il idi<br />

(Yüzünün rengi gül rengiydi. Yani gül gibi kırmızıya<br />

çalıyordu.)<br />

4 Kaplamışdı yüzünü nûr-ı sürûr<br />

Sûre-i nûr idi yâ matla’-ı nûr<br />

(Onun yüzünü sevinç nûru kaplamıştı. Çünkü<br />

o yüz yâ Nûr Sûresi, ya da güneşin doğuş yeriydi.)<br />

Bu beyitte Peygamber Efendimizin yüzünün<br />

parlaklığına temas edilirken aynı zamanda Nûr<br />

Sûresine de telmihte bulunuluyor ki Peygamberi-<br />

mizin yüzü daima Nûr Sûresine teşbih edilir. Saçları<br />

ise siyahlığından dolayı “Velleyl” ile tarif edilir.<br />

5 Mushaf-ı hüsn idi ol vech-i cemîl<br />

Hatt-ı ruhsâresi nass-ı tenzîl<br />

(O gül yüz, güzellik mushafıydı, yanağındaki<br />

yazıyı andıran tüyler, indirilen Kur’ân’ın gerçek<br />

deliliydi.)<br />

Burada Peygamber Efendimizin yüzü Kur’an<br />

sayfasına, yüzündeki tüyler ise yazılara (âyetlere)<br />

benzetiliyor. “Hat” kelimesi hem yazı hem de yüzdeki<br />

tüyler anlamındadır. Şair bu kelimeyi tevriyeli<br />

olarak kullanıyor.<br />

6 Gün yüzünden utanıp âb-ı hayât<br />

Meskenin etdi verâ-yı zulumât<br />

(Ölümsüzlük suyu, güneş gibi parlayan yüzünden<br />

utandığı için karanlıklar ötesinde yerleşti.)<br />

Bu beyitte “âb-ı hayât” (ölümsüzlük suyu)<br />

mazmununa işarette bulunuluyor. Âb-ı hayât, efsaneye<br />

göre karanlıklar ülkesinde bir yerdedir.<br />

Şair bu durumu bildiği halde, âb-ı hayatın karanlıklar<br />

ötesinde bulunma sebebini, suyun Peygamber<br />

Efendimizin parlak yüzünü görüp, kendi parlaklığından<br />

utanmasına bağlıyor, böylece hüsn-i<br />

talil sanatı yapıyor.<br />

7 Vech-i berrâkının ashâb-ı safâ<br />

Humreti gâlib idi der hattâ<br />

(Ashap, Peygamber Efendimizin aydınlık yüzünün<br />

biraz fazlaca kırmızı olduğunu söylerdi.)<br />

8 Gökde olmuşdu o rûy-ı rengîn<br />

Şem’-i cem’-i harem-i illiyyîn<br />

(O parlak yüz, gökte gizli ve mukaddes yerlere<br />

ait toplantıların mumuydu.)<br />

Şair, Peygamber Efendimizin yüzünün parlaklığını<br />

güneşe benzetmektedir.<br />

67


9 Ana vermişdi kemâl-i zî<strong>net</strong><br />

Kâtib-i çehre-guşâ-yı fıtrat<br />

(O’na, yaratılış çehresine şekil veren Kâtib,<br />

bütün güzelliği vermişti.)<br />

10 Arak-âlûd olıcak ol sultân<br />

Gül-i pür jâleye benzerdi hemân<br />

(O sultan tere bulanınca üzerine çiğ düşmüş<br />

güle benzer.)<br />

Peygamber Efendimizin terlerinin gül gibi<br />

kokmasına telmihte bulunulurken, ayrıca güzel<br />

bir tasvirde de bulunuyor.<br />

11 Hem demişler dürür eşrâf elhâk<br />

Ârız-pâk arak-nâk olıcak<br />

(Ayrıca, büyükler, “Doğrusu temiz yanağı terleyince,)<br />

12 Dâne-i dürr gibi rûyında teri<br />

Hoş-nümâ eyler idi ol güheri<br />

(Yüzünde inci tanesi gibi duran ter, o cevheri<br />

güzelleştirir” derler.)<br />

13 Şem’-i ruhsârı dönerdi mâha<br />

İki kandîl idi arş-ı ilâha<br />

(Yanaklarının mumu aya benzerdi ve sanki<br />

kutsal arş’ın iki mumuydu.)<br />

14 Itr-ı hûbıyla pür olurdu meşâm<br />

Bûy-ı misk idi yâhûd anber-fâm<br />

(Burunlar, onun amber veya misk kokusunu<br />

andıran güzel kokusuyla dolardı.)<br />

15 Terlese ol gül-i gülzâr-ı sürûr<br />

Cûş ederdi sanasın kulzüm-i nûr<br />

(O mutluluk bahçesinin gülü terlediği zaman,<br />

nûr denizi dalgalandı sanırsın.)<br />

16 Nitekim şu’le-i şem’-i hâver<br />

Berk ururdu ruh-ı pâkinde o ter<br />

(Nitekim gün doğusu mumunun ışığı olan o<br />

tertemiz yanağında şimşek gibi parlardı.)<br />

17 Olup envâr-ı ruhı iki alev<br />

Der ü dîvâra salardı pertev<br />

(İki aleve benzeyen iki parlak yanağı her yanı<br />

aydınlatırdı.)<br />

18 Berg-i gül gibi o rûy-ı nîgû<br />

Terlediğince olurdu hoş-bû<br />

(O güzel yüz, gül yaprağı gibi terledikçe daha<br />

hoş kokular saçardı.)<br />

19 Gördü Kevser arak-ı gül-bûyın<br />

Nice akmasın ağzı suyın<br />

(Cen<strong>net</strong>teki Kevser ırmağı onun gül kokan terini<br />

gördü, nasıl ağzının suyunu akıtmasın.)<br />

20 Dahî sîmâ-yı şerîfinde anun<br />

Bilinürdi garazı ol cânun<br />

(Ayrıca onun şerefli yüzünde, niyetinin ne olduğu<br />

sezilirdi.)<br />

21 Nûr idi âyine-i vech-i Nebî<br />

Zâhir olurdu rızâ vü gazabı<br />

(Peygamber Efendimizin yüzünün aynası<br />

nûrdu; onda rızâ ve gazap açıkça görünürdü. (Kalbinde<br />

olan yüzüne yansırdı.))<br />

22 Kendi nefsi içün ol pâk-neseb<br />

Etmedi kimseye ömründe gazab<br />

(O soyu temiz, kendisi için ömrü boyunca kimseye<br />

gazap etmedi.)<br />

23 Olmadı hergiz o la’l-i nâ-yâb<br />

Hiç kimseyle cihânda şeker-âb<br />

(O, eşsiz yâkut dudaklı, dünyada kimse ile kırgın<br />

olmadı.)<br />

DURUP O’NA DÖNMELİYİM<br />

Arif bir temennayla selama dursun cismim<br />

Arza değsin başım, araza sığsın sesim<br />

Göğsümde birleştirip avuçlarımı<br />

Güzel huylu, tatlı dilli olmak ne iyi<br />

Yine de en güzeli kendi dilimden dinlemek<br />

O nebevi türküyü<br />

Baksana âlem hakikat dönüyor<br />

Döndükçe bu âlem, eşya kanıyor<br />

“Sus!” dedi bana Tebrizli bir münzevi<br />

“Derdinin dermanı daha çok lâle yakın değil mi?”<br />

Yıpratılmış bir hazan<br />

Göz istemez açılmayı bazen<br />

Bir sancı harelenir<br />

Yüreğinde sudan da ince<br />

Oysa şahitlik lazım feleklerin<br />

Kaygısız raks edişine<br />

Kordan kadeh kırıldı çoktan<br />

Badesi zemine yâr oldu belli<br />

Bir yanı toprağın altında<br />

Bir parçası üstünde sözün<br />

Kırılgan, kımıltısız ve sitemli<br />

Her gelin gidecek<br />

Her düğün kalacak bir gün<br />

Ağlamak gereksiz<br />

Bilirim bu da geçer<br />

Bir çift yıldız müjde verir<br />

Ne zaman kalsam naçar<br />

Aklımın zümrütten sahilinde<br />

“Subhanallah” diyen yanım<br />

Durup yalnız O’na dönmeliyim<br />

Hatice EĞİLMEZ KAYA<br />

68 Nisan <strong>2013</strong><br />

69


Tarih<br />

Resul KESENCELİ<br />

SULTAN<br />

ABDÜLAZİZ<br />

70<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Sultan Abdülaziz,<br />

1861 yılında 32. Osmanlı<br />

Padişahı olarak<br />

tahta çıktığında henüz 31 yaşındaydı.<br />

Şehzadelik yıllarında,<br />

mütevazı bir hayat tarzı benimseyeceğini,<br />

israfa karşı politikalar<br />

uygulayacağını söyleyip insanların<br />

takdirini toplamış ve<br />

nitekim sözlerinde de durmuştur.<br />

Nihayetinde Sultan Abdülaziz<br />

hem mâlî açıdan Avrupa’ya<br />

karşı borç içinde bir Osmanlı<br />

Devleti teslim almış, hem de saltanat<br />

hususunda sorunları beraberinde<br />

getiren yeni bir dönemi<br />

yö<strong>net</strong>mek durumunda tahta<br />

oturmuştur.<br />

Sultan Abdülaziz’in<br />

Avrupa Seyahati<br />

Sultan Abdülaziz, Avrupa’yı<br />

sadece seyahat ve ikili ilişkiler<br />

kurmak amacıyla ziyaret<br />

eden ilk Osmanlı padişahıdır.<br />

Seyahat 46 gün sürmüştür.<br />

İlk davet Fransa İmparatoru<br />

III. Napolyon’dan, onur konuğu<br />

sıfatıyla gelmiş, daha sonra<br />

İngiltere Kraliçesinin daveti<br />

bunu takip etmiştir. 1 Elli altı kişiden<br />

oluşan bir heyet şeklinde<br />

Avrupa’ya seyahat etmişlerdir.<br />

Bu seyahat Osmanlı Devleti’nde<br />

bir ilk ve son olmuştur. Bu gezi<br />

<strong>net</strong>icesinde birçok yenilik ve<br />

ilerlemeye öncülük edecek fikirler<br />

edinilmiştir. Bir Osmanlı padişahı<br />

olarak Avrupa’ya seyahat<br />

davetinden sonra Sultan Abdülaziz<br />

bu davete olan cevabı vermekteki<br />

zorluğunu Başmabeyin-<br />

cisi Mehmet Bey’e şöyle aktarır:<br />

“Zaman zaman ne isterdim, bilir<br />

misin? Ya Kapalıçarşı’da, ya<br />

Asma altında küçük bir dükkân<br />

olan esnaf, ya bir zanaatkâr olayım,<br />

sabah evimden çıkayım,<br />

işime geleyim, akşam Allah ne<br />

verdi ise onunla çoluk çocuğumun<br />

nafakasını alayım… Şu Ali<br />

ile Fuad ille de Frengistan’a gitmeli<br />

derlerken de ne isterdim<br />

bilir misin? Cebinde harçlığı<br />

olan hali vakti yerinde unvansız,<br />

makamsız kişi olarak Avrupa’ya<br />

gitmek… Ben de istemez miyim<br />

oraları görmek? Amma gel gelelim,<br />

bu koskoca ülkenin padişahısın,<br />

cümle âlemin gözleri<br />

senin üzerinde… Neylersin ki<br />

bu tac u tahtın da esareti var…” 2<br />

Ayrıca Sultan Abdülaziz 3 Nisan<br />

1863 senesinde Mısır’a, Yavuz<br />

Sultan Selim’den sonra ayak basan<br />

ilk Osmanoğlu olarak tarihe<br />

geçmiştir. Bu ziyaret esnasında<br />

at üzerinde Kahire’yi gezen padişaha<br />

halk yoğun şekilde sevgi<br />

gösterilerinde bulunmuştur. 3<br />

Sultan Abdülaziz’in<br />

Katline Doğru<br />

Osmanlı Devleti Batı’ya karşı<br />

imajını yenilemiş, donanmasını<br />

güçlendirmiş yeniden cihan<br />

devleti olma yolunda ilerlerken<br />

içeriden ve dışarıdan müdahalelerle<br />

tekrar boyunduruk altına<br />

alınmak istenmiştir. Bu sürece<br />

giden yolda devlet bürokrasisi<br />

ve sıkıntılı siyasî yapı 1871 senesinde<br />

sadrazam Ali Paşa’nın vefatıyla<br />

başlamıştır. Maalesef bu<br />

kadar büyük bir cihan devletinin<br />

yö<strong>net</strong>ilmesi kolay değildi. Güçlenen<br />

Osmanlı Devleti içerde, yetkileri<br />

Tanzimat’la birlikte artan<br />

hırslı ve kötü niyetli bürokrat<br />

ve paşaların ortaya çıkması ile<br />

padişahın otorite boşluğundan<br />

faydalanarak har vurup harman<br />

savurmuşular, dışarıda ise güçlenen<br />

Osmanlı’nın artan düşmanları,<br />

bu paşaları kullanarak<br />

doğrudan ya da dolaylı müdahaleleriyle<br />

Osmanlı Devleti’nin<br />

eski günlerine dönmesine müsaade<br />

etmemişlerdir. 1876 darbesi<br />

ve Sultan Abdülaziz’in katline<br />

giden yolda ülkedeki siyasî<br />

istikrarsızlık ana sebeplerden<br />

biriydi. 1871 senesinden sonra,<br />

yani 11 sene içinde1882’ye kadar<br />

tam 24 hükümet değişmiş<br />

durumdaydı. 4 Padişah üzerinde<br />

çok önemli bir etkisi olan Tanzimat<br />

hükümetlerinin bu denli istikrarsız<br />

ve farklı oyunlar içinde<br />

olması Osmanlı Devleti’nin<br />

sonunu getiren bu elem verici<br />

hadiseye 1876 askerî darbesi ve<br />

Sultan Abdülaziz’in öldürülmesine<br />

giden acı olay zemin hazırlamıştır.<br />

Bu siyasî istikrarsızlıklara<br />

ek olarak isyanların çıkması<br />

Osmanlı’yı zor duruma düşürmüştür.<br />

Karadağ isyanı,<br />

Sırp isyanı, Eflak-Boğdan olayları,<br />

Bosna Hersek isyanı, Bulgar<br />

isyanı, Girit isyanı, Yemen<br />

isyanı, Lübnan olayları ve Mısır’daki<br />

veraset sorunu Osmanlı<br />

Devleti’nde bazı iç karışıklıklara<br />

ve otorite kaybına yol açmıştır.<br />

71


Özellikle Mısır’daki veraset sorunu<br />

Osmanlı Devleti’nde padişahın<br />

otoritesini sarsan önemli<br />

bir olaydır. 1863 senesinde<br />

Yavuz Sultan Selim’den sonra<br />

Mısır topraklarına ayak basan<br />

ilk Osmanoğlu olan Sultan<br />

Abdülaziz’in tek amacı Mısır’a<br />

sahip çıkmak ve merkeze olan<br />

bağlılığını güçlendirmekti. Oysaki<br />

1867 senesinde Mısır valiliği<br />

babadan oğula geçerek, Mısır<br />

valilerine “Hıdiv” unvanı verilmiş,<br />

Mısır Hıdivleri iç işlerinde<br />

tam yetkiye kavuşmuştur. Bu<br />

olay çok derin bir otorite yıkımına<br />

neden olmuştur. 5<br />

72<br />

1876 Darbesi<br />

Gerçekleşiyor<br />

Darbe 31 Mayıs 1876 tarihinde<br />

yapılacaktı. Veliaht Murad<br />

askerin gelip kendisini dışarı<br />

çıkarmasını emretti. Darbe<br />

başarı kazanmazsa, amcasına<br />

karşı masum olduğunu iddia<br />

edecekti. Ancak Süleyman<br />

Paşa’nın Hüseyin Avni Paşa ile<br />

görüşmesi <strong>net</strong>icesinde darbenin<br />

bir gün öncesine, 30 Mayıs sabahına<br />

alınması, veliahda haber<br />

verilmedi. Hüseyin Avni, Midhat<br />

ve Rüşdü Paşalarla Hayrullah<br />

Efendi, darbenin öğle vakti<br />

yapılmasında çok ısrar ettiler.<br />

Çünkü o sırada dördü de kabine<br />

toplantısında, Bab-ı Ali’de bulunacaklardı.<br />

Darbe başarılamadığı<br />

takdirde, suçu Süleyman Paşa<br />

ile Harbiye öğrencilerinin üzerine<br />

atıp kendi şahıslarını sigortalamak<br />

istiyorlardı. Süleyman<br />

Paşa ise eylemin sabaha karşı<br />

gerçekleştirilmesi gerektiğini<br />

bildirdi. 300 harbiye talebesi ve<br />

Türkçe bilmeyip İstanbul’a yeni<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

gelen Suriyeli Arap bölükleri<br />

ile Dolmabahçe Sarayına geldi.<br />

Bunlara, düşmanlara karşı padişahı<br />

korumak için sarayın muhasara<br />

edileceği söylenmişti. 6<br />

Nitekim darbe gerçekleşmiş<br />

ve Sultan Abdülaziz tahtından<br />

indirilmişti. Daha sarayda iken<br />

Sultan Murad’ın cülus toplarının<br />

seslerini işitmiş ve kaderine razı<br />

olarak darbeyi bizzat gerçekleştiren<br />

Süleyman Paşa’ya refakat<br />

ederek kayıklara binmeye doğru<br />

yol almıştır. 30Mayıs 1876<br />

yılında gerçekleştirilen bu darbe<br />

şeyhülislâmın fetvası ile halka<br />

duyurulacak ve yeni padişah<br />

ilan edilecekti. Bu nokta da Şeyhülislam<br />

Hayrullah Efendi’nin<br />

bu darbedeki önemi artmaktadır.<br />

Hayrullah Efendi ise istenilen<br />

fetvayı yayımlar. 7<br />

“Halife olan kişi, deli ve politikadan<br />

anlamaz olup, devlet hazinesini<br />

milletin takat ve tahammül<br />

edemeyeceği mertebede<br />

şahsî masraflarına sarf etmekle,<br />

din ve dünya işlerini karıştırmakla<br />

yani dinden sapmakla<br />

makamında kalmış olsa, tahttan<br />

indirilmesi lazım olur mu?<br />

Cenab-ı Hak bilir ki, olur.”<br />

Fetvada belirtildiği gibi bir<br />

padişahın tahttan indirilmesi<br />

için bir padişahın hem aklen,<br />

hem de dinen kusurlu olması<br />

gerekir. Halk üzerinde bu sözlerin<br />

tesiri çok büyüktür. Bu fetvayı<br />

yazması için önce Peygamber<br />

Efendimiz ’in torunlarından<br />

Şerif Abdülmuttalib Efendi ile<br />

irtibata geçildi. Ancak Abdülmuttalib<br />

Efendi buna rıza göstermedi.<br />

Sultan Abdülaziz<br />

Cinayeti<br />

Abdülaziz’in Topkapı<br />

Sarayı’ndan Feriye Sarayı’na taşınışının<br />

ikinci günü (4 Haziran<br />

1876) Osmanlı tarihinin en<br />

acı vakalarından biri yaşandı.<br />

O sabah Abdülaziz abdest alarak<br />

sabah namazına durmak<br />

amacıyla odasından dışarı çıktı.<br />

Daha sonra sarayda görevli Fahri<br />

Bey ile karşılaşıp selamlaştıktan<br />

sonra odasına dönüp sakalını<br />

düzeltmek için bir ayna ve<br />

makas istediğini iletti. Saraydaki<br />

diğer nöbetçiler eski Sultanı<br />

kontrol ettikten sonra durumu<br />

Valide Sultan’a bildirdiler. Valide<br />

Sultan durumu kendi gözleri<br />

ile görmek için Abdülaziz’in yanına<br />

giderken kapının içeriden<br />

kitlendiğini gördü. Ayrıca içeriden<br />

de birtakım iniltiler işittiler.<br />

Kapı kırılıp içeri girildiğinde<br />

manzara gerçekten feciydi. Abdülaziz<br />

kolu sıvalı, başı açık olarak<br />

odanın yan minderi üzerinde<br />

yan tarafına yatmıştı. İki bileklerinden<br />

de kanlar fışkırıyor ve<br />

son nefesini vermek üzereydi.<br />

Yanı başında rahlenin üzerinde<br />

sayfası açık biçimde Kur’an-ı<br />

Kerim duruyordu. Durumu haber<br />

alan Hüseyin Avni Paşa kayığına<br />

atlayarak 20 dakika gibi<br />

bir sürede olay yerine ulaşır ve<br />

Sultan Abdülaziz’in cansız bedenini<br />

olay yerinden uzaklaştırır.<br />

Cenazenin otopsisi yapılması<br />

için Dr. Marko Paşa olay<br />

yerine gelen ilk doktorlardandır.<br />

Detaylı bir inceleme yapılmadan<br />

Hüseyin Avni Paşa’nın<br />

isteği doğrultusunda bir rapor<br />

hazırlanır. Raporda imzası olan<br />

19 doktordan yalnızca bir kaçı<br />

Abdülaziz’in kesik bileklerini inceleme<br />

fırsatı bulduğu söylenebilir.<br />

Cenazeyi görmeden rapora<br />

imza atmayan bazı doktorların,<br />

Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından<br />

rütbelerinin söküldüğü<br />

belgelerle sabittir. Rapor birçok<br />

açıdan yanlışlıklarla dolu olmasına<br />

rağmen, kesinlik belirten<br />

bir intihar vakası olduğuna<br />

dair bir cümle de yer almamıştır.<br />

Birçok adlî tıp uzmanı bir kişinin<br />

iki bileğini kesme ihtimalinin<br />

olmadığı görüşünde<br />

birleşmiştir.<br />

II. Abdülhamid döneminde<br />

kurulan Yıldız Mahkemesi<br />

sorgularında ve sonuçlarında<br />

bu vakanın intihar vakası olmadığı,<br />

aksine bizzat cinayet<br />

olduğu ispatlanmıştır. Feriye<br />

Sarayı’nda göreve başlayan<br />

üç bahçıvan Cezayirli Mustafa<br />

Pehlivan, Yozgatlı Pehlivan<br />

Mustafa Çavuş ve Boyabatlı<br />

Hacı Mehmet Pehlivan<br />

Çavuş; Hüseyin Avni Paşa tarafından<br />

görevlendirilmişler<br />

ve Sultan Abdülaziz’in katilleri<br />

olduğu mahkeme kararlarıyla<br />

sabitlenmiştir. Sultan<br />

Abdülaziz’in çıplak bedenini görebilen<br />

Sultan Ahmet Camii vaizi<br />

ve başimamı Ömer Efendi’dir.<br />

Ömer Efendi padişahın cenazesini<br />

yıkamış ve Abdülaziz’in kalbi<br />

üzerinde mor ve büyük bir<br />

leke olduğunu yeminle beyan<br />

etmiştir. Mahkemede teşhir edilen<br />

padişahın hırkasının kalbin<br />

üzerine isabet eden kısmındaki<br />

delik ise meseleyi daha da ciddi<br />

bir konuma getirmiştir. İşte bu<br />

ifade olayın cinayet olduğu şüphesini<br />

daha da kuvvetlendirmiştir.<br />

Olayın bir intihar değil cina-<br />

yet olduğunun anlaşılması ise II.<br />

Abdülhamid döneminde kurulan<br />

Yıldız Mahkemesi sonucunda<br />

ortaya çıkacaktır. 8<br />

İntikamın Alınması<br />

Sultan Abdülaziz ve ailesi<br />

saraydan kayıklarla Topkapı<br />

Sarayı’na götürülürken padişahın<br />

hanımlarından Neş’erek Kadın<br />

Efendi’nin omzundaki şal da çe-<br />

kilmiş ve geri verilmemişti. Sağanak<br />

yağmurlu bir havada bu muameleye<br />

maruz kalan Neş’erek<br />

Kadın Efendi, daha sonra rahatsızlanarak<br />

Abdülaziz’den bir<br />

hafta sonra vefat etmiştir. Sultan<br />

Abdülaziz’in tahttan indirilmesi,<br />

ardından katledilmesi ve<br />

Neş’erek Kadın Efendi’nin vefatı<br />

dönülmez intikam hislerinin<br />

oluşmasına neden olmuştu.<br />

İntikam fikrindeki kimse<br />

Abdülaziz’in kayın biraderi olan<br />

Neş’erek Sultan’ın kardeşi Çerkez<br />

Hasan Bey’dir. Bu olaylara<br />

sebep olan darbeci paşalar ve diğer<br />

askerlere karşı intikam duygusuyla<br />

15 Haziran 1876 günü<br />

Mithat Paşa’nın konağını basmaya<br />

karar verir. Konakta toplantı<br />

yapılmaktadır. Toplantıya<br />

Mithat Paşa başta olmak üzere<br />

toplam 13 kişi katılmıştı. Konağa<br />

silahla baskın yapan Çerkez<br />

Hasan, Hüseyin Avni Paşa<br />

ve Raşid Paşa olmak üzere 5 kişiyi<br />

öldürmüş 10 a yakın kişiyi<br />

de yaralamıştır. Kendisi<br />

ise 17 Haziran 1876 günü<br />

sabah namazından sonra<br />

Bayezid Meydanındaki<br />

Serasker Kapısı’nın önündeki<br />

dut ağacına asılarak<br />

idam edilmiştir. Cesedi iki<br />

gün teşhir edildikten sonra<br />

Edirnekapı Mezarlığına<br />

defnedilmiştir. Korkusuzca<br />

hareket etmiş, hunharca<br />

öldürülen kayınbiraderi,<br />

Abdulaziz Han’ın öcünü almış<br />

sonra da direnmeyerek<br />

teslim olup idam edilmiştir.<br />

Abdülhamid Han tahta<br />

geçince Çerkez Hasan’a<br />

bir mezar yaptırıp kitabesini<br />

yazdırmıştır. 9<br />

Dipnot<br />

1 Nejdet Gök, Mütercim Halim Efendi’nin Notları<br />

Çerçevesinde Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati<br />

ve Sonuçları, Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar<br />

Dergisi, 2012, S, 7<br />

2 Cemal Kutay, Avrupa’da Sultan Aziz, Şile Matbaası,<br />

İstanbul 1970.<br />

3 Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi C.7, Ötüken<br />

Yayınevi, İstanbul 1978.<br />

4 Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, Babıali<br />

Kültür Yay. , İstanbul 2010.<br />

5 Abdullah Özkan, Osmanlı Tarihi, Boyut Yay. ,İstanbul<br />

2009.<br />

6 Yılmaz Öztuna, Bir Darbenin Anatomisi, Babıali<br />

Kültür Yay. , İstanbul 2010.<br />

7 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Sultan Abdülaziz<br />

Vak’asına Dair Vakanüvüs Lütfi Efendi’nin Bir Risalesi,<br />

C.LI, 1943.<br />

8 Ramazan Balcı, Beyaz Atlının Ölümü Sultan Abdülaziz,<br />

Nesil Yay., İstanbul 2007.<br />

9 Aziz Üstel, Abdulaziz Han’ın Öcünü Alan Çerkez<br />

Hasan Bey, Tımeturk, 31 Mayıs 2012.<br />

73


Kitap<br />

Muharrem AKIN<br />

ASHAB-I BEDİR<br />

Nasihat Yayınları<br />

<strong>2013</strong>’ün ilk<br />

ayında yeni bir yayını okurlarıyla<br />

buluşturdu: Ashab-ı<br />

Bedir’in İsimleri ve Fazileti.<br />

Eseri yayına hazırlayanlar<br />

Prof. Dr. Ünal Kılıç ve Hattat<br />

Cafer Kelkit.<br />

Kitap, Takdim yazısıyla<br />

başlıyor. Sonraki bölümlerin<br />

başlıkları şöyle:<br />

Bedir Gazvesi’nin<br />

Önemi ve Ashab-ı<br />

Bedir’in ISBN: 978-9944-774-27-7 Fazileti<br />

Bedir Ashabını Anmanın<br />

Fazileti<br />

Ashab-ı Bedir’in İsimleri (Latin Alfabesi ile)<br />

Ashab-ı Bedir’in İsimleri (Arap Alfabesi ile)<br />

Takdim yazısında şöyle deniyor:<br />

74<br />

“Bedir Gazası’na katılan sahabelerin esrarı, isimlerini okumanın<br />

faziletleri hakkında bu güne kadar birçok müstakil eser ve çeşitli<br />

yazılar kaleme alınmıştır.”<br />

9 789944 774277<br />

Ay yüzlü Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Ashab-ı Bedir’inİsimleri ve Fazileti<br />

Ashab-ı Bedir’in<br />

İsimleri ve Fazileti<br />

Prof. Dr. Ünal KILIÇ Hattat Cafer KELKİT<br />

Mekke’den Medine’ye hicret<br />

ettiğinde Medineli çocuklar<br />

ve gençler “Taleal<br />

bedru aleyna /Ay doğdu<br />

üzerimize” nidalarıyla onu<br />

karışlamışlardı. Hicret;<br />

Allah’a ortak koşanlara<br />

karşı mü’minlerin açtığı<br />

çetin mücadelenin bir<br />

çıkış hareketi ve zaferidir.<br />

Hicret; İslâm kardeşliğinin<br />

temelinin atıldığı en mükemmel<br />

hadisedir. Hicret<br />

Müslümanların bir araya<br />

gelerek teşkilatlanıp devletleştiği<br />

en önemli harekettir.<br />

Kitabı yayına hazırlayan<br />

yazarlardan Prof. Dr. Ünal<br />

Kılıç Bedir Gazvesi ile ilgili şu görüşlere yer veriyor:<br />

Bedir Gazvesi’ni önemli kılan husus onun<br />

İslâm tarihi açısından adeta bir dönem noktası ol-<br />

masıdır. Aslında barış ve esenlik kökünden<br />

gelen ve savaş yerine barışı asıl olarak<br />

benimseyen İslâmiyet daha çok güler yüz,<br />

güzel söz ve hikmetli söylemlerle kendisini<br />

kabul ettirmiş, ona inananların da temel<br />

özellikleri bu doğrultuda şekillenmiştir.<br />

Aslında son derece sıradan bir savaş<br />

gibidir bu haliyle Bedir Gazvesi. Dolayısıyla<br />

da üzerinde fazla durmaya değmez<br />

gibi görünmektedir. Oysa Bedir Gazvesi ve<br />

bu gazvede Hz. Peygamber (s.a.v.)’le birlikte<br />

mücadele eden Müslümanlar, hem<br />

Kur’ân hem de hadislerde kapsamlı bir<br />

şekilde ele alınmış, Bedir Mücahitleri’nin<br />

sahâbîler arasında ayrıcalıklı bir konumlarının<br />

olduğu ifade edilmiştir.<br />

Hattat Cafer Kelkit de Bedir Gazasına<br />

katılan sahabelerin isimlerini okumanın<br />

faziletleri ilgili şu cümlelere yer veriyor<br />

eserde:<br />

Bedir Gazası’na katılan sahabelerin esrarı,<br />

isimlerini okumanın faziletleri hakkında<br />

bu güne kadar birçok müstakil<br />

eser ve çeşitli yazılar kaleme alınmıştır.<br />

Bu çalışmaların genelinde Bedir ashabının<br />

isimleri anılarak yapılan duaların kabul<br />

olunacağı, bu mübarek isimleri anan<br />

mü’minleri, ilahi rahmetin, bereketin kuşatacağı,<br />

bu isimleri okuyarak hacette bulunanın<br />

dileği mutlaka yerine getirileceği<br />

gibi birçok husus dile getirilmiştir.<br />

Buhari’de Bedir Gazâsı’na katılan sahabelerden<br />

Rifâa b. Râfi ez-Zerkâ (r.a.) şöyle<br />

rivayet etmiştir: “Cebrail (a.s.) Peygamberimiz<br />

(s.a.v.)’e gelerek şöyle demiştir: “Siz<br />

aranızda Bedir Gazâsı’na katılanları nasıl<br />

sayarsınız?” Rasûlullah “Müslümanların<br />

en üstünleri olarak sayarız.” dedi. Cebrail<br />

de: “Biz de Bedir Gazâsı’na katılan melekleri<br />

de öyle kabul ederiz.” dedi.”<br />

Kitapta Bedir Savaşına katılan 319<br />

sahâbinin ismi zikrediliyor. Bu isimler Latin<br />

ve Arap alfabeleri ile ve güzel bir hat ile<br />

yazılmıştır.<br />

Nasihat Yayınları (422) 615 15 54<br />

KİTAPLIK<br />

Anadolu’nun Kalbi<br />

Harakâni<br />

Yavuz Selim Uzgur<br />

Sufi Kitap<br />

Tel: 0212 511 24 24<br />

Açıklamalı Osmanlı<br />

Fetvâları II<br />

H.Necâti Demirtaş<br />

Kubbealtı Yayınları<br />

Tel: 0212 516 23 56<br />

Hacı Bayram ı Veli<br />

Anadolu’yu<br />

Aydınlatan Işık<br />

Abuzer Kalyon<br />

Akçağ Yayınları<br />

Tel: 0312 432 17 98<br />

Dünyaya Bilimi Öğreten<br />

İslam Alimleri<br />

Anne Blanchard,<br />

Emmanuel Cerisier<br />

Kaknüs Yayınları<br />

Tel: 0216 341 08 65<br />

İslam Âlimlerinden<br />

Gençlere Sesleniş<br />

Mehmed Paksu<br />

Nesil Yayınları<br />

Tel: 0212 551 32 25<br />

75


Kültür<br />

Enbiya YILDIRIM*<br />

76<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

ÜMMET<br />

BİLİNCİ<br />

Hz. Peygamber<br />

(s.a.v.) İslâm’ı<br />

tebliğ etmeye<br />

başladığı andan itibaren davet<br />

ettiği kitlelere hitap ederken,<br />

“Ey Araplar” şeklindeki bir<br />

hitap tarzını benimsememiştir.<br />

Bunun yerine, onun seslenme<br />

şekli bütün insanları veya bütün<br />

mü’minleri kuşatıcıdır. Bu<br />

yüzden “ey mü’minler” ve “ey<br />

insanlar” gibi hitap ifadelerini<br />

özellikle kullanırdı. Peygamberimizin<br />

yaşamış olduğu dönemde<br />

davet ettiği kitlenin büyük<br />

kısmının Arap olmasına bakacak<br />

olursak, “ey Araplar” ifadesini<br />

çoğunlukla kullanması gerektiğini<br />

düşünebiliriz ve bunu<br />

belki makul de görebiliriz. Oysa<br />

İslâm, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />

tebliğe başladığı ilk günden itibaren<br />

“evrensel bir din” olduğunu<br />

belirtmiş ve Hz. Allah yanında<br />

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in<br />

kendisi de İslâm’ın evrenselliği<br />

vurgusunu yapmıştır. Şüphesiz<br />

bu gerçek ve diğer hikmetler<br />

Kur’an gibi onun da herkesi<br />

kuşatan bir dil kullanmasına sebebiyet<br />

vermiştir. Çünkü İslâm,<br />

Arapların mahallî bir dini değildi<br />

ve öyle olmadı da. Bu yüzden<br />

de Allah Rasûlü insanlara konuşurken<br />

sanki karşısında her milletten<br />

insan varmış gibi bütün<br />

insanlığı içine alan bir dil kullanırdı.<br />

Vedâ haccındaki şu sözleri bu<br />

yaklaşımın belki de son kez kuvvetli<br />

bir şekilde vurgulanmasıydı:<br />

“Ey insanlar! Dikkat ediniz!<br />

Rabbiniz tektir. Babanız aynıdır.<br />

Arabın Arap olmayana,<br />

Arap olmayanın Araba, kırmızının<br />

siyaha, siyahın kırmızıya<br />

hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz<br />

Allah Teâlâ katında en üstününüz,<br />

ondan en çok korkanınızdır.”<br />

(Müsned, 38/474).<br />

“Sizin şu soyunuz-sopunuz kimseye<br />

üstünlük ve kibir taslamaya<br />

vesile olacak şey değildir.<br />

Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.<br />

Hepiniz bir ölçek içindeki birbirine<br />

eşit buğday taneleri gibisiniz.<br />

Hiç kimsenin kimseye<br />

din ve takva dışında üstünlüğü<br />

yoktur.” (Müsned, 28/548).<br />

Bu hitap tarzı herkesi “kardeşlik”<br />

potasında tek vücut yapmayı<br />

hedefleyen son dinin ne<br />

kadar hassas ve nâzik bir dil kullandığının<br />

da delilidir. Bu yolla<br />

Araplar yanında zenci veya diğer<br />

ırklardan İslâmı benimsemiş<br />

olanlar da İslâm şemsiyesi<br />

altına alınmıştır. Milliyetçilik<br />

özellikle de kabilecilik anlayışının<br />

en üst sınırda olduğu bir<br />

zaman diliminde ve coğrafyada<br />

kuşatıcı bir dil kullanmak<br />

son derece önemlidir ve bu gerçek<br />

İslâm’ın yüceliği hakkında<br />

ipucu vermektedir. Böylece hak<br />

dini benimsemiş olanlarda bir<br />

ümmet ve kardeşlik bilinci oluşturulmaya<br />

çalışılıyor, herkes<br />

İslâm nazarında eşit bir düzlemde<br />

tutulmuş oluyordu.<br />

Burada ashabın büyük<br />

fedakârlığını da göz ardı etmememiz<br />

gerekmektedir. Asabiye-<br />

tin insanların bütün hücrelerine<br />

işlediği bir ortamda bundan<br />

fedakârlık etmek ve İslâm kardeşliğini<br />

öne çıkararak İranlı<br />

da olsa, Afrikalı da olsa İslâm’ı<br />

benimsemiş olan herkesi “ana<br />

baba bir kardeş” gibi görmek<br />

takdir ifadelerinin yetersiz kalacağı<br />

bir civanmertliktir. Bu yüzden<br />

de ashab hem Allah hem de<br />

son elçisi tarafından övülmeyi<br />

fazlasıyla hak etmekteydiler.<br />

Şu bir gerçektir ki: İslâm’ın,<br />

inanan herkesi kucaklayan ve<br />

din potasında kardeş sayan kabulü,<br />

bu dinin Arap coğrafyası<br />

dışında da hızlı bir şekilde yayılmasında<br />

çok etkili olmuştur.<br />

Çünkü aziz dini benimseyecek<br />

olanlar, kendilerinin de birinci<br />

sınıf insanlar olarak kabul göreceklerini<br />

anladıklarından, onu<br />

benimsemekte zorlanmıyorlardı.<br />

Günümüzde de durum aynıdır.<br />

Kur’an’ın ve hadislerin<br />

kullanmış olduğu evrensel dil<br />

İslâm’ın gönül hoşluğuyla kabul<br />

görmesini sağlamaktadır.<br />

Kâbe’nin etrafında dönen her<br />

renkten insan bunun şâhididir.<br />

Çünkü İslâm; sıfatı, konumu ve<br />

ırkı ne olursa olsun, hiç kimseye<br />

ikinci sınıf insan muâmelesi<br />

yapmamakta, “Müslümanım”<br />

demeyi yeterli görmektedir. Düşünsenize<br />

aynı safta çekik gözlükısa<br />

boylu bir Japon, yanında iki<br />

metreye yaklaşan boyuyla simsiyah<br />

bir Afrikalı, onun yanında<br />

sarı saçlı-mavi gözlü bir Avrupalı,<br />

hemen yanında da buğday<br />

tenli bir İranlı. Milletler karması<br />

77


ir araya toplanmış gibi bir durum.<br />

Ve hepsi birden namazın<br />

ardından birbirleriyle tokalaşıp<br />

“tekabbelellâh” diyorlar.<br />

Sözünü ettiğimiz İslâm kardeşliğinin,<br />

bir başka ifadeyle<br />

ümmet bilincinin günümüzde<br />

gönüllerde iyice hissedilebilmesi<br />

için İslâm’ın toplum içinde<br />

derinlikli olarak yaşanmasına,<br />

dinin sosyal hayatta hissedilmesine<br />

ihtiyaç vardır. Bir başka<br />

ifadeyle, toplum içinde insan,<br />

İslâmî havayı teneffüs edebilmelidir.<br />

Bu hava teneffüs edilmediğinde,<br />

insanın yeryüzünde<br />

yaşayan diğer Müslümanlara<br />

bakışında zayıflıklar söz konusu<br />

olabilir. Mü’minleri yaşadığı ülkenin<br />

sınırları içinde yaşayanlarla<br />

sınırlandırabilir, hududun<br />

ötesinde kalanlara karşı hassasiyeti<br />

azalabilir. Hatta onların<br />

çektikleri sıkıntılar ile uğradıkları<br />

zulümler sıradan bir haber<br />

gibi gözünün önünden geçip gidebilir.<br />

Bunun da ötesinde, ülke<br />

dışındaki Müslümanlara yapılan<br />

yardımlar için, “Yurdumuzdakiler<br />

dururken onlara ne diye<br />

yardım ediliyor.” bile denilebilir.<br />

İslâm’ın istediği kardeşlik<br />

anlayışının ve özellikle de<br />

Türkiye’den beklentilerin ne kadar<br />

yüksek olduğu göz ardı edildiği<br />

zaman böylesi isabetsiz sözler<br />

dile getirilebilir.<br />

Bunun yanında, günümüzde<br />

yeryüzüne göz attığımızda, çeşitli<br />

yerlerde Müslümanların zulme<br />

uğradığını görüyoruz. Çile<br />

çekenlere yardım etme, dertleriyle<br />

ilgilenme noktasında günümüz<br />

Müslümanlarının önemli<br />

bir kısmının ne kadar duyarsız<br />

78<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

olduğuna şahidiz. Durum böyle<br />

olmamış olsa, çekilen sıkıntıların<br />

önemli bir kısmının asla gerçekleşmeyeceği<br />

elbette sır değil.<br />

Bunun yanında kendi iç sorunlarıyla<br />

boğuşmakta ve birbirlerini<br />

boğazlamakta olan aynı dünyanın<br />

dışarıya başını uzatıp,<br />

“Diğer kardeşlerimiz ne durumda<br />

acaba?” diyecek halinin kalmadığı<br />

da malumumuz. Çünkü<br />

şu anki haliyle Müslümanların<br />

bir ümmet olduğunu söylemek<br />

neredeyse imkânsızdır.<br />

Söz konusu olumsuzluğu kırmak<br />

için (idarecilerin atabilecekleri<br />

adımlar yanında) farklı<br />

İslâm ülkelerine gitmek, diğer<br />

mü’min kardeşlerle aynı yerlerde<br />

secdeye alnı koymak, kısa süreli<br />

de olsa onlarla birlikte yaşamak<br />

son derece faydalı olur.<br />

Bu yapıldığında Malezyalısından<br />

Afrikalısına varıncaya kadar<br />

her bir Müslümana karşı<br />

kalpte çok farklı bir sevgi oluşur.<br />

Bunun en güzel etkisini hacca<br />

ve umreye giden kardeşlerimizde<br />

görebilmekteyiz. Kutsal<br />

mekânlara giden insanlarımızda<br />

ümmet bilinci zirve yapmakta,<br />

dillerini anlamasalar bile ümmetin<br />

fertlerine karşı derin bir<br />

sevgi kuşanmış olarak memleketlerine<br />

dönmektedirler. Hatta<br />

karşılıklı selamlaşmanın dışında<br />

birbirlerini anlamak için<br />

kullanabilecekleri tek bir cümle<br />

olmamasına rağmen, hactan<br />

veya umreden döndükten sonra<br />

mü’min kardeşleriyle ilgili anlatacak<br />

o kadar çok mâcerâları<br />

olur ki, dinlerken hayret edersiniz.<br />

Gözlerinden yaşlar boşanarak<br />

size karşılaştıkları, sarıldıkları<br />

din kardeşlerinden<br />

bahsederler, sınırları gözünüzün<br />

önünde kaldırırlar. İslâm’ın ümmet<br />

kavramının tecellîsi işte budur<br />

dersiniz.<br />

Ümmet bilinci öyle bir güzelliktir<br />

ki, insana yapacağı ve söyleyeceği<br />

her şeyde çeki düzen<br />

verdirir. Özellikle din alanında<br />

konuşanların, ümmetin vahdaniyetine<br />

ve ortak değerlerine hasar<br />

verdirebilecek konuşmalardan<br />

kaçınmalarını sağlar. Çünkü<br />

yapıp ettikleriyle İslâm coğrafyasında<br />

ortaklaşa icra edilen değerlere<br />

kötülük edebileceğini, vahdeti<br />

zedeleyebileceğini çok iyi<br />

bilir. Bu nedenle de konuşmadan<br />

önce iki kez düşünür. “Önce nefsim”<br />

yerine “önce ümmet” der.<br />

Yeryüzündeki Müslümanları<br />

tekrar bir araya getirecek, Hz.<br />

Peygamber (s.a.v.)’in buyurduğu<br />

üzere bir binanın tuğlaları<br />

misali birbirlerine ke<strong>net</strong>lenecekleri,<br />

vücudun bir yanında<br />

ağrı olduğunda diğer azalar nasıl<br />

bunu paylaşıyorsa aynı şekilde<br />

birbirlerini destekleyecekleri<br />

günlerin özlemi içindeyiz. Bunun<br />

tek yolu mü’minlerin vahdetini<br />

sağlamak ve onları bir<br />

ümmet haline getirmektir. Bu<br />

gerçekleştiği zaman “Müslümanlara<br />

zulüm” yeryüzünden<br />

neredeyse tamamen silinecektir,<br />

bu büyük güçten korkulacak<br />

ve Müslümanlar her zamankinden<br />

daha onurlu yaşayacaklardır.<br />

Çünkü rabbimiz bizi şöyle<br />

tarif etmişti: “Siz, insanların<br />

iyiliği için ortaya çıkarılmış<br />

en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği<br />

emreder, kötülükten meneder<br />

ve Allah’a inanırsınız.” (3/Âl-i<br />

İmrân, 110). *. Prof. Dr.<br />

TOKAT GÜZELLEMESİ<br />

Tokat gönül nikâhım, gördüğüm lâtif düştür<br />

Yeşilırmak misali akasım var Tokat’ım!...<br />

Suretin dudaklardan yansıyan bir gülüştür<br />

Çamlıbel Tepesi’nden bakasım var Tokat’ım!...<br />

Osman Paşa’nın yurdu, kahramanlar yatağı<br />

Molla Hüsrev, Tokadî; âlimlerin otağı<br />

Turhal, Niksar ovası; Akdağ, Dumanlı dağı<br />

Kalbine zafer takı çakasım var Tokat’ım!...<br />

Eşsiz güzelliğinle şaire oldun esin<br />

İçimizi ısıtır o sımsıcak nefesin<br />

Gönlümün dergâhında yankılanıyor sesin<br />

Saçına gonca güller takasım var Tokat’ım!...<br />

Sulusokak Caddesi zamana meydan okur<br />

Genç kızlar tezgâhlarda hayallerini dokur<br />

Hasret yürekte kaynar, kaynar da fokur fokur<br />

Ayrı düşene ağıt yakasım var Tokat’ım!...<br />

Nice gizemler taşır Ballıca Mağarası<br />

Büyülü coğrafyadır Zile-Niksar arası<br />

Oyun havalarıyla silinir yürek pası<br />

Saz çalınca meydana çıkasım var Tokat’ım!...<br />

Ali Paşa Camii mâziyi hâl’e taşır<br />

Uhrevî hissiyatı yürek yürek dolaşır<br />

Sılayı özleyenler bir gün sana ulaşır<br />

Aradaki engeli yıkasım var Tokat’ım!...<br />

Bereketli toprağın kamaştırır gözleri<br />

Gurbete düşenleri yakar hasret sözleri<br />

Mevlevihanende var Mevlâna’nın izleri<br />

Bahçende gül misali kokasım var Tokat’ım!...<br />

M. Nihat MALKOÇ<br />

79


Psikoloji<br />

GAZALÎ’YE GÖRE<br />

KİBİRLİ İNSAN<br />

M. Doğan KARACOŞKUN*<br />

Kibir; büyüklenme, kendini olduğundan<br />

fazla görme ve sahip oldukları<br />

nedeniyle kendini başkalarından<br />

üstün tutma gibi anlamlara gelen bir<br />

kelimedir. İslâm dini kibri günah olarak görür ve<br />

yasaklar. Genellikle kibirle birlikte anılan bir diğer<br />

ifade de ucb yani kendini beğenmedir. Çoğunlukla<br />

ortak veya benzer duygulara karşılık gelen<br />

bu iki kavram birbirinin eşanlamlısı olmayıp, belki<br />

tamamlayıcısı gibi görülebilir.<br />

80<br />

Din psikolojisinin öncüsü diyebileceğimiz<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Gazâlî, çalışmalarında insanın olumlu ve olumsuz<br />

pek çok karakter özellikleri, tutum ve davranışlarına<br />

geniş yer ayırmıştır. Bu bağlamda ele aldığı<br />

konular arasında kibir ve kendini beğenme<br />

de çalışmalarında önemli bir yer işgal eder. O, birçok<br />

çalışmasında bu kavramların insan psikolojisi<br />

üzerindeki etkilerini ve psikososyal açılardan algı<br />

ve işlev farklılıklarını ortaya koyma gayretinde olmuştur.<br />

Gazâlî, öncelikle ve temelde kibri, Allah’a düşmanlık<br />

yapmak olarak yorumlar. Çünkü büyüklük<br />

yalnızca Allah’a ait olup, âciz olan insanın büyüklenmesi<br />

Allah’a karşı düşmanlık anlamına gelir.<br />

Gazâlî, aynı zamanda kibir ve kendini beğenme<br />

yaşantılarına psikolojik yorumlarda bulunur. Ona<br />

göre kibir ve kendini beğenme, insandaki erdemleri<br />

yok eder ve onu olumsuz karakter ve yaşantılara<br />

sürükler. Çünkü kibir ve kendini beğenmeyi<br />

kişiliğinin bir parçası haline getiren kimseler, aynı<br />

zamanda bunlarla erdemli yaşantılara set çekmiş<br />

olurlar. Gazâlî, bu anlamda kibir ve kendini beğenmeyi,<br />

olumlu karakter özellikleri ve davranışlara<br />

yönelmeyi engelleyici bir perde olarak görür.<br />

Bu perde, dışarıdan gelecek her türlü olumlu eğitim<br />

ve öğütlere karşı kişiyi duyarsız kılar.<br />

Kibrin Davranışlara<br />

Yansıyan Yönü<br />

Gazâlî kibrin iki yönü olduğuna dikkat çeker.<br />

Birincisi, bâtınî kibir olup, kişilikte veya nefste<br />

söz konusudur. Diğeri ise, tutum ve davranışlarla<br />

görünen zâhiri kibirdir. Yani kibrin davranışlara<br />

yansıyan yönüdür. Gazâlî, konuyu tutum oluşumu<br />

süreçlerine benzer bir şekilde açıklar. Ona göre<br />

görünen davranışlar, içsel süreçlerin sonucudur.<br />

Yani kibirli davranışlara sahip olan bir insanın,<br />

bu tutumunun gerisindeki bilişsel ve duygusal süreçler<br />

ile davranış eğilimleri asıl güdüleyicilerdir.<br />

Kendini başkalarından üstün görme isteği içindeki<br />

bir insan, kibirli tutum sahibi olup, ona uygun<br />

davranışlar sergiler.<br />

Gazâlî, kibir ve kendini beğenme ifadelerinin<br />

sosyopsikolojik işlevlerine dikkat çeker. Ona göre<br />

kibir, insanlar arası ilişkilerde söz konusu olur.<br />

Bir insanın başkalarıyla kendini karılaştırarak onlardan<br />

üstün olduğunu düşünmesi veya öyle davranması<br />

durumunda kibirden söz edilebilir. Oysa<br />

kendini beğenme, insan bir başına olduğunda da<br />

mümkün olabilir. Gazâlî, kibrin işlevsel olabilmesi<br />

veya kibirden söz edebilmek için üç şeyin birleşmesi<br />

ve bir araya gelmesi gerektiğini belirtir.<br />

İlk olarak bireyin kendine bir konum belirlemesi<br />

gerekir. Daha sonra başkaları için de konum belirlemesi<br />

gerekecektir. Yani hem kendisi, hem de<br />

başkaları için belirlenmiş mevki yahut konumlara<br />

ihtiyaç vardır. İşte kibir davranışı için bu ikisinin<br />

bireyde olması yanında, bunlar arasında karşılaştırmaya<br />

da gerek olacaktır. Yapılacak karşılaştırma<br />

yahut mukayese sonucunda kendini başkalarından<br />

üstün görme kanaatiyle birlikte kibir<br />

karakteri, kişilikte belirir. Böylece tutum ve davranışlar<br />

üzerinde etkide bulunarak, başkalarınca<br />

da kibirli insan nitelemesi yapılabilecektir.<br />

Kendini Beğenen Kimse<br />

Kibirli olmak, kendini beğenme ile birebir aynı<br />

şey değil, ama ilgili bir yaşantı olarak görülebilir.<br />

Nitekim az önceki açıklamalarda görüldüğü gibi,<br />

kibirde bir mukayese gerekirken, kendini beğenme<br />

daha çok kişinin kendi iç dünyasında yaşanan<br />

bir süreçtir. En azından kişinin oluşumu itibarıyla<br />

kendi iç dünyasıyla ilgili bir yaşantı olarak gözükmektedir.<br />

Gazâlî’ye göre, kendini beğenen kimse,<br />

sahip olduğu mal-mülk, ilim, para, ahlak vb. ne<br />

tür özellikler varsa, bunların Allah’ın lütfu olduğunu<br />

unutup kendine mal edendir. Hatta bu çerçevede<br />

kendini beğenen kimseler, her şeyi kendilerinden<br />

bilip ya da kendilerinin olduğu vehmine<br />

kapılıp, başkalarına verdiği şeyleri çok görür ve<br />

onları min<strong>net</strong> altına almaya kalkışırlar.<br />

Gazâlî bazı durumlarda kendini beğenme olarak<br />

görülebilecek halleri sakıncalı görmez. Sahip<br />

olduğu ilim, amel ve bazı olumlu niteliklerin yok<br />

olmasından korkmanın problem oluşturmayacağına<br />

inanır. Burada önemli olan Allah’tan, olumlu<br />

sıfatlara, ahlakî özelliklere ve ilme sahip olmayı<br />

dilemek, var olanları korumayı istemek ve bunları<br />

sadece Allah’tan bilmektir.<br />

Sonuç olarak Gazâlî’ye göre kibir, sosyopsikolojik<br />

işlevleriyle gerçekleşen olumsuz bir karakter<br />

özelliğidir. Kendini beğenme ise, psikolojik yönü<br />

daha ağır basan, bireyin kendisinde başlayan ama<br />

kibri besleyen ve destekleyen hastalıklı bir karakter<br />

özelliğidir. İnsan, her ikisinden de sakınmalıdır.<br />

Çünkü kendini beğenme ve kibirle gelişen<br />

karakter özellikleri, narsistik kişiliğin insandaki<br />

zemini olacaktır. Narsizm denilen kendini abartılı<br />

olarak algılama şeklindeki sorunlu kişilik özelliğinin<br />

sonucu ise, psikolojik ölümden başkası değildir.<br />

* Doç. Dr.<br />

81


Behrullah Efendi, son Osmanlı<br />

dönemi velilerden olup Tokat<br />

ili Erbaa ilçesine bağlı<br />

Eksel (Koçak) köyündendir. İlk önceleri ilim tahsilini<br />

Tokat›ta yaptı. Bir gün Tokat’ta kaldıkları<br />

eve gelen bir misafirin gece boyu uyumayıp ilimle,<br />

zikirle meşgul olduğunu görünce, kendisinden<br />

nasip almak istediğini söyleyerek, «Efendim<br />

bu gece hiç uyumadınız, ilminizden biz de istifade<br />

etsek.» dedi. O zat da: «Evladım! Senin ilmî<br />

nasibin İstanbul›daki Yanyalı İsmetullah Efendiden<br />

olacaktır. Sende onun kokusu var» buyurdu.<br />

Bunun üzerine Behrullah Efendi, köyüne dönüp<br />

ağabeyinden izin aldıktan sonra İstanbul›a gitti.<br />

Bu arada İsmet Efendi de o günlerde, sık sık<br />

talebelerine; “Anadolu›dan bir er gelecek. Benim<br />

İstanbul›a gelmemin asıl sebebi hocamın isteği<br />

ile bu eri yetiştirmektir.” derdi. Otuz yıl kadar<br />

İsmetullah Efendinin dersini takip ederek ondan<br />

ilim ve marifet tahsil eden Behrullah Efendi bütün<br />

ilimlerde ve özellikle de tasavvuf yolunda yetiştikten<br />

sonra, hocası tarafından kendi köyüne,<br />

insanlara doğru yolu anlatıp irşad etmekle görevli<br />

olarak gönderildi.<br />

İlk günlerde onu kimse anlamadı ve tanımadı<br />

da. Bu sebeple de köylüler ona “Garip Mehmet»<br />

diyorlardı. Bu günlerde Sivas›tan kendisini ziyarete<br />

gelen Memduh Paşa, kimsenin onun ilmine<br />

82<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Örnek Hayat<br />

Yusuf HALICI Ali Osman<br />

Efendi<br />

TOKAT<br />

VELÎLERİ<br />

değer vermediğini anlayınca köylülere:<br />

Behrullah gibi cihâna gelmez bir veli<br />

Bulan buldu, bulmayan mutlak deli<br />

beytini okudu ve “Şayet siz bu zatın kıymetini bilmez<br />

iseniz, elinizden çıkar.” dedi. Durumun ehemmiyetini<br />

anlayan insanlar Behrullah Efendiden ilim<br />

öğrenmeye koştular. Memduh Paşa’nın başkanlığında<br />

yapılan dergâhta Behrullah Efendi, akın akın gelip<br />

kendisinden yararlanmak için gayret gösteren taliplerine<br />

ders vermeye başladı.<br />

Behrullah Efendi herkese şefkatli, sevecen ve<br />

güler yüzlü davranırdı. Sokakta karşılaştığı çocukların<br />

başını okşayıp, onlara çeşitli hediyeler vererek<br />

gönüllerini alırdı. Kendisine gönderilen hediyelere<br />

el sürmeden fakirlere dağıtırdı. Sık sık Allahu<br />

Teâlâ’nın merhametinden bahseder; “Biz insanlar<br />

da merhametli olmalıyız.” derdi.<br />

Kendisi “Biz kuşlar kadar bile olamıyoruz. Onlar<br />

Allahu Teâlâ’yı devamlı zikrediyorlar. Biz ise yatıyoruz<br />

ve gafletteyiz.” buyururdu. Yine “Dinin emir ve<br />

yasaklarını bilmezseniz, bu yolda hiç meşale kat edemezsiniz.”<br />

buyururdu.<br />

Behrullah Efendi 1915 yılında doğduğu köy<br />

Eksel’de vefat etti. Kalabalık bir cemaatle kılınan cenaze<br />

namazından sonra köy kabristanına defnedildi.<br />

Tokat’ın Erbaa ilçesi<br />

Holay Köyünde 1877 yılında<br />

doğan Ali Osman Efendi son devir<br />

Anadolu velilerindendir. Köyünde<br />

tamamladığı ilk tahsilinden sonra saatçilik<br />

yapmaya başladı. Bir gün Eksel köyünden<br />

büyük veli Behrullah Efendinin saati bozuldu.<br />

Talebelerine tamir edilmesini söyleyince talebeleri<br />

de Ali Osman Efendiye giderek Eksel Köyüne<br />

gelmesini sağladılar. Ali Osman Efendi saati<br />

tamir edip duvara astı. Behrullah Efendiye «Tamam<br />

çalışıyor efendim.»<br />

dedi. Behrullah Efendi saate<br />

bakınca çalışan saat durdu.<br />

Ali Osman Efendi tekrar<br />

tamir edip duvara astı.<br />

Behrullah Efendi saate bakınca,<br />

saat yine durdu. Ali<br />

Efendi hayretler içinde tekrar<br />

yaptı. Behrullah Efendi<br />

saate tekrar bakınca,<br />

saat yine durdu. Ali Osman<br />

Efendi o an huzurunda bulunduğu<br />

zatın bir evliya olduğunu<br />

anladı ve kendisini kabul etmesini istedi.<br />

Behrullah Efendinin sohbetlerine devam eden<br />

Ali Osman Efendi Arapça, Farsça ve kalp ilimleri<br />

de dâhil bütün ilimleri Behrullah Efendiden öğrendi.<br />

Behrullah Efendi vefatına yakın; «Bende<br />

ne varsa Ali Osman Efendi aldı götürdü. Bende<br />

bir şey bırakmadı.» buyurdu.<br />

Köy köy dolaşarak insanlara doğru yolu anlatan<br />

Ali Osman Efendi bu işi yaparken gayet<br />

yumuşak davranır, arada bir de nükte yaparak<br />

insanları tebessüm etmelerini sağlardı. Sohbetlerinde<br />

ağırlıklı olarak güzel ahlak üzerinde durur,<br />

güzel ahlakın bulunmaz bir hazine olduğunu<br />

söylerdi. Siyaset ve devlet işlerine hiç karışmazdı.<br />

Bir gün yine talebeleri ile birlikte Lâdik’e ders<br />

vermek için gidiyordu. Talebelerinden birinin<br />

kalbine vesvese gelip<br />

hocası için; “Bu da insan<br />

biz de insanız.” gibi<br />

bir düşünce geldi. Yolları bir<br />

ormandan geçiyordu. Bu sırada<br />

bir kurt, Ali Osman Efendinin<br />

önüne gelip iki ön ayaklarını havaya<br />

kaldırıp, iki arka ayağı üzerine durunca;<br />

“Dağ ve taşlardaki hayvanlar inandı<br />

da bazıları hâlâ anlayamadı.” buyurdu.<br />

O talebesi kalbine gelen vesvesesinden dolayı<br />

hemen tevbe etti.<br />

Dinî görevleri yerine getirmede oldukça sıkıntı<br />

çekilen dönemlerde Ali<br />

Osman Efendi talebeleriyle<br />

bir köyde sohbet halinde<br />

iken jandarmalar köyü<br />

bastı ve Ali Osman Efendiyi<br />

tutuklayarak önce Vezirköprü<br />

daha sonra da Samsun<br />

cezaevine gönderdiler.<br />

Samsunda bir hücreye konan<br />

Ali Osman Efendinin<br />

namaz kıldığını görünce,<br />

abdest alamasın da namaz<br />

kılmasın diye su vermediler.<br />

Su olmamasına rağmen onun yine namaz kıldığını<br />

gördüler. Mahkeme sırasında savcı kendisine<br />

çok ağır hakaretlerde bulundu. Ali Osman<br />

Efendi de cevaben; “Savcı bey, biz insanlara namaz<br />

kılın, ahirete hazırlanın dedik. Söylediklerimizin<br />

hepsi bu kadar.» dedi. Bu duruma daha da<br />

hiddetlenen savcı ertesi gün geçirdiği bir kalp krizi<br />

sonucu öldü, bir süre sonra da mahkeme Ali<br />

Osman Efendiyi serbest bıraktı.<br />

Talebelerine sık sık; “Hiç kimse ile münakaşa<br />

etmeyiniz. Söz dinleyiniz. Kim söz dinlerse, o benim<br />

öz oğlumdur. Birbirinizi sevin, beni sevmiş<br />

olursunuz. Aranızda dargınlık olmasın.” diye nasihati<br />

ederdi.<br />

1942 yılında vefat eden Ali Osman Efendi kendi<br />

köyü Holay’ın kabristanlığına defnedildi.<br />

83


Sağlık<br />

Akın DİNDAR<br />

84<br />

SİVİLCE<br />

HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Toplumda daha<br />

çok ‘sivilce’ olarakadlandırılan<br />

“Akne vulgaris” hastalığı,<br />

cilt sorunlarının en sık görülenleri<br />

arasında yer alıyor. Yapılan<br />

araştırmalara göre her 100 kişiden<br />

85’i yaşamında bu sorunla<br />

3-5 kez karşılaşıyor.<br />

Deri Hastalıkları Uzmanı Dr.<br />

Ayşe Ferzan Aytuğ, aknenin ciltteki<br />

yağ bezlerinin ve kil yapısının<br />

iltihaplanması olduğunu,<br />

fazla sebum üretimi ile gözeneklerin<br />

kapanması ve bir bakterinin<br />

(p.acnes) mevcut ortam bulması<br />

nedeniyle sorunun ortaya<br />

çıktığını belirtiyor. Akne yaygın<br />

bir sorun olduğu için bu konuda<br />

birçok yanlış bilginin ortada<br />

dolaştığına değinen Dr. Ayşe<br />

Ferzan Aytuğ, akne konusunda<br />

yanlış bilinen noktalar hakkında<br />

bilgiler veriyor:<br />

1- Akne kalıtsal değildir:<br />

Akne çoğunlukla ge<strong>net</strong>ik bir<br />

hastalıktır. Ayrıca ge<strong>net</strong>iğin etkisiyle<br />

oluşmayanları da vardır.<br />

2- Akneyi sıkarsan kurtulursun:<br />

Aksine akne sıkılmamalıdır.<br />

Çünkü sıkılırsa aknenin<br />

içinde bulunan enfeksiyonu<br />

ve inflamasyonu da dağıtmış<br />

oluyorsunuz, bunun sonucunda<br />

hem yüzde iz oluşuyor, hem<br />

daha da büyüyor.<br />

3- Aknenin nedeni tektir: Kişinin<br />

cildinde akne oluşmasında<br />

birçok faktör etkilidir. Bunlar<br />

arasında hormonlar, ge<strong>net</strong>ik<br />

nedenler, yağ bezlerindeki hüc-<br />

resel bozukluklar, bakteri çoğalmaları<br />

etkili oluyor.<br />

4- Akneli cilt sık sık yıkanmalıdır:<br />

Her şeyin fazlası nasıl<br />

zararlıysa burada da aynı prensip<br />

geçerlidir. Yüzü çıplak elle,<br />

yıpratıcı, tahriş edici maddeler<br />

kullanmadan, sabah ve akşam<br />

iki defa olmak üzere yıkamak<br />

yeterlidir. Yüzü sürekli yıkamak,<br />

silmek, asit oranı yüksek<br />

ürün kullanmak sivilceleri daha<br />

da kötüleştirmekten başka bir<br />

şeye yaramaz.<br />

5- Bir ergenlik sorunudur:<br />

Akne ergenlik döneminde başlar<br />

ama ömür boyu da sürebilir,<br />

bu nedenle ergenlikte başlayan<br />

ama her yaşta da görülebilen bir<br />

sorundur. Bu yüzden ergenlik<br />

döneminde sık yapılan bir hatayla<br />

bekle-gör politikasını izlemek<br />

yanlıştır. Sivilcelerin kendi<br />

kendine geçmesini beklemek yerine<br />

bir uzmandan yardım alınmalıdır.<br />

Sivilceler çıkar çıkmaz,<br />

sorun büyümeden önlem almak<br />

en doğru yaklaşım olacaktır.<br />

Çünkü bu sayede iz riski de<br />

azaltılmış olur.<br />

6- Stresten olur: Günümüzde<br />

stres birçok hastalığın dolaylı<br />

faktörü oluyor. Stres akneyi<br />

alevlendirebilir. Aknenin varlığı<br />

da stresi artırabilir. Ayrıca kişinin<br />

kullanmış olduğu antidepresan<br />

ilaçlar da akneyi artırabiliyor<br />

veya akneye yol açabiliyor.<br />

8- Sadece sivilce üzerine ilaç<br />

uygulanmalıdır: Akne tedavisi<br />

çok çeşitli ve kişiye özgü olmak<br />

zorundadır. Bu nedenle iyi araştırılıp<br />

tedavi edilmelidir. Sadece<br />

sivilce üzerine ilaç sürmek etkili<br />

değildir. Göz, dudak ve burun<br />

kenarı hariç tüm yüze uygulanmalıdır.<br />

Noktasal uygulama yapılması<br />

yanlıştır.<br />

9- Bazı yiyecekler akneye yol<br />

açar: Hiçbir gıdanın bu konudaki<br />

etkisi tam olarak kanıtlanmış<br />

değildir. Bazı araştırmalar fazla<br />

süt ve süt ürünü akne yapabilir<br />

diyorsa da, <strong>net</strong> değildir. Ama<br />

kişi bir yiyeceği çok tükettiğinde<br />

ardından sivilcelerinin arttığını<br />

farkediyorsa daha az yemeyi deneyebilir.<br />

11- Çok terleyince akne çıkar:<br />

Burada da aynı şey söz konusudur,<br />

her çok terleyen kişide akne<br />

çıkmaz. Ancak çok fazla spor yapılınca,<br />

sıcaklık ve terlemenin<br />

etkisiyle ciltte yağlanma artabilir.<br />

Bazı kişilerde bu yağlanma<br />

akneye yol açabilir. Bu nedenle<br />

spor yaparken yüzde yüz pamuklu<br />

geniş giysiler tercih edilmeli,<br />

terli kalmadan hemen duş<br />

alınmalıdır. Terleme ve akneye<br />

meyilli kişiler yüzme sporunu<br />

tercih etmelidir. Hamam, sauna,<br />

buhar odası kullanımı sivilceyi<br />

artırabiliyor.<br />

12- Güneş sivilceye iyi gelir:<br />

İlk aşamada yağlanmayı kısa süreli<br />

olarak baskılayabiliyor. Ancak<br />

uzun süreli güneşle temas<br />

cildin soyulmasına, ölü hücrelerin<br />

gözenekleri kapatmasına<br />

ve sivilcenin tetiklenmesine yol<br />

açıyor. Lekelenme, deri kanseri<br />

ve iz riski de artıyor.<br />

85


Şifalı Bitkiler<br />

Dereotu<br />

Maydanozgillerden iplik biçiminde<br />

yaprakları olan güzel<br />

kokulu bir bitkidir. Sarı renkte<br />

çiçekler açar. İçerisinde sabit ve<br />

uçucu yağlar, tanen, pektin, reçine<br />

vardır.<br />

Salata, çorba, sos, balık ve<br />

et yemeklerinde kullanılan dereotunun<br />

tam bir şifa kaynağıdır.<br />

Gaz söktürücü, yatıştırıcı<br />

ve hazmettirici özellikleri bulunan<br />

dereotunun nefes açmak<br />

ve kötü ağız kokulardan arınmak<br />

için yarım ya da bir çay kaşığı<br />

tohumunun çiğnenmesinin<br />

yeterlidir. Mide krampları<br />

ve spazmlarında da oldukça etkili<br />

olan dereotu, tohumlarının<br />

kusma, hıçkırık ve karın şişmesi<br />

gibi rahatsızlıklara da iyi gelmektedir.<br />

Tohumlarından yapılan çay,<br />

bağırsak yanmaları, karın ağrıları<br />

ve idrar yapamama gibi durumlarda<br />

fayda sağlamaktadır.<br />

Yine tohumları, sindirim sisteminde<br />

ishale neden olan birçok<br />

bakteriye karşı vücudu koruyor.<br />

Hayvanlar üzerindeki denemelerde,<br />

damarlarda genişlemeyi<br />

arttırdığı ve kan basıncını düşürdüğü,<br />

solunumu teşvik et-<br />

tiği ve kalp atış hızını azalttığı<br />

belirlenmiştir. Yine fareler üzerinde<br />

yapılan denemelerde, dereotu<br />

yapraklarından çıkarılan<br />

coumarin (vanilyaya benzeyen<br />

koku) 14 günlük kürü ile farelerin<br />

kan serumunda trigliserit<br />

seviyesinde yüzde 50, toplam<br />

kolesterol seviyesinde ise yüzde<br />

20 azalma belirlenmiştir.<br />

Aynı zamanda sindirime yardımcı<br />

ve idrar söktürücü özelliği<br />

de bulunan dereotu düzenli<br />

tüketilmesi durumunda, emzikli<br />

kadınların sütünü arttırmaktadır<br />

Gönülden İkramlar Mesude SARI<br />

Erişteli Tavuk<br />

Terbiyesi İçin Malzemeler<br />

1 tüm tavukgöğsü<br />

1 tutam biberiye<br />

1 çay bardağı zeytinyağı veya sıvıyağ<br />

Toz karabiber, tuz<br />

Erişte İçin Malzemeler<br />

1 paket erişte<br />

Eriştenin Sosu İçin<br />

2 diş sarımsak<br />

2 yeşilbiber<br />

2 domates<br />

1 çay kaşığı domates salçası<br />

Tuz, su, sıvıyağ/tereyağı<br />

Hazırlanışı<br />

Tavukgöğsünü ince ince dilimliyoruz. Bir kap içerisine alıp<br />

üzerine ince doğranmış biberiyeyi, limon kabuğunun ren-<br />

desini ve suyunu, tuzu, karabiberi, zeytinyağı ya da sıvıyağı<br />

döküp iyice karıştırıyoruz.<br />

Tavuklar bu şekilde beklerken diğer tarafta eriştemizi hazırlıyoruz.<br />

Bir tencereye eriştemizi döküp, üzerine sıcak su<br />

ilave edip kaynatarak pişiriyoruz. Vitamin kaybı olmaması<br />

için eriştemizin suyunu dökmeyeceğimizden su miktarına<br />

dikkat ediyoruz.<br />

Erişte pişerken sosumuzu hazırlıyoruz. Büyük bir tavaya sıvıyağ<br />

(veya tereyağı) döküp sarımsağı, yeşilbiberi alıp kavuruyoruz.<br />

Üzerine domates salçasını, doğranmış domatesleri,<br />

tuzu koyup pişirmeye devam ediyoruz. Tuzunu ilave<br />

edip sos kıvamına getiriyoruz.<br />

Suyunu çektirerek pişirdiğimiz erişteleri tavanın içine alıp<br />

sosla karıştırıyoruz. Teflon tavada veya ızgarada yüksek<br />

ateşte tavukları cız bız yapıyoruz. Erişteleri servis tabağına<br />

alıp üzerine tavukları dizip hiç bekletmeden servis ediyoruz.<br />

Afiyet olsun.<br />

86 Nisan <strong>2013</strong><br />

87<br />

Bekir SARI


Adı / Soyadı:<br />

Kurum Adı:<br />

Ünvan:<br />

88<br />

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010<br />

Dergi Teslim Adresi:<br />

Nisan <strong>2013</strong><br />

Yl: 4 Say: 37<br />

Posta Kodu: Şehir:<br />

Telefon: ( )<br />

Faks: ( )<br />

E-posta: @<br />

2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da<br />

Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.<br />

Onların da abone olmasını sağlayın.<br />

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.<br />

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte<br />

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan<br />

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze<br />

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o<br />

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve<br />

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak<br />

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de<br />

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek<br />

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kimseyi<br />

söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini<br />

indirir.” buyuruyor.<br />

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun<br />

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söylemeleri<br />

icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygamberimiz:<br />

“İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde<br />

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”<br />

buyuruyor.<br />

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)<br />

Visan İktisadi İşletmesi<br />

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende Malatya<br />

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

<strong>www</strong>.<strong>somuncubaba</strong>.<strong>net</strong><br />

Dergisi Hediyesi...<br />

16<br />

Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir.<br />

115<br />

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ<br />

Tarihte İstanbul<br />

Kuşatmalar ve Fatih<br />

38<br />

Ümitvâr<br />

Olmak<br />

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009<br />

Fiyat: 7 TL MAYIS 2010<br />

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.<br />

Yl: 3 Say: 36<br />

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD<br />

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım.<br />

Dekont İlişiktedir.<br />

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068<br />

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001<br />

IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01<br />

Vakıf Bank (Darende Şubesi):<br />

TR <strong>04</strong> 0001 5001 5800 7299 7740 58<br />

Faturayı şirket adına kesiniz<br />

Vergi Dairesi:<br />

Vergi No:<br />

Abone Başlangıç Tarihi:<br />

İmza<br />

Faturayı adıma kesiniz<br />

2012 Yılı<br />

Çocuk ekiyle birlikte<br />

yıllık abone bedeli<br />

85


100. Doğum Yılında<br />

Es-Seyyİd Osman<br />

Hulûsİ Efendİ<br />

(1914-2014)<br />

2014 UNESCO HULÛSİ EFENDİ YILI<br />

Başvurusu Yapıldı<br />

#2014UnescoHulusiEfendiYılı HulusiEfendiVkf<br />

NASİHAT YAYINLARI’NDAN<br />

YENİ ESERLER<br />

ÇIKTI ÇIKTI<br />

ÇIKTI ÇIKTI<br />

ÇIKTI<br />

ÇIKTI<br />

Online sipariş ve satış <strong>www</strong>.nasihatyayinlari.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!