29.03.2013 Views

hayatimfutbol-75sayi

hayatimfutbol-75sayi

hayatimfutbol-75sayi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

29 Mart 2013 - Sayı 75<br />

AVRUPA’DA AVRUPA’DA BULUTLARIN BULUTLARIN ÜSTÜNDE ÜSTÜNDE<br />

ANADOLU’DA ANADOLU’DA BEKLENTiNiN BEKLENTiNiN ALTINDA ALTINDA<br />

Avrupa futbolu ve<br />

Ballon d’Or geleneği<br />

Terim-Mourinho ilişkisi ve eşleşmesi<br />

Lazio’nun bilinmeyenleri ve fazlası…<br />

Macaristan sonrası<br />

A Milli Takım<br />

Diyarbakır futbolu<br />

Düğün ve Taziye


HAYATIM<br />

#75<br />

Yayın Koordinatörü<br />

İlker Yılmaz<br />

Editör<br />

Uğur Karakullukçu<br />

Yazarlar<br />

Alper Öcal<br />

Emre Özcan<br />

Güner Çalış<br />

İsmail Şayan<br />

Mustafa Demirtaş<br />

Özgehan Şenyuva<br />

Salih Demirci<br />

Serkan Öztürk<br />

Avrupa<br />

FUTBOL<br />

Yıllar evvel elemelede havlu atar ve ‘Annemizin ligi’ne geri<br />

dönerdik. Kolay değil, 20 yıl sonra Türkiye bu kadar erken havlu<br />

atıyor -atmanın eşiğine geliyor- ama bu kez sadece lige değil,<br />

Avrupa kupalarına da dönüyoruz. Galatasaray ve Fenerbahçe<br />

önce hafta sonu lig maratonuna sonra da Avrupa’da çeyrek final<br />

maçlarına çıkacaklar. Her ne kadar iki kulüp birbirinin ardına<br />

sıralansa da sezon sonunda tarihin en düşük puanlı şampiyonuna<br />

sahip olabiliriz. Hayatım Futbol bu hafta bunun nedenlerini,<br />

Aslan ile Kanarya’nın rakipleri Real Madrid ile Lazio’yu ele aldı.<br />

Hayatım Futbol’un 75. sayısında ayrıca; Diyarbakır’ın düşeni ve<br />

çıkanı, Ballon d’Or geleneği, U20’nin yıldızı Hakan Çalhanoğlu’nu,<br />

A Milli Futbol Takımı’nın Macaristan maçı değerlendirmesini<br />

bulabilirsiniz.<br />

Keyifli okumalar,<br />

İlker Yılmaz<br />

iletisim@<strong>hayatimfutbol</strong>.com<br />

reklam@<strong>hayatimfutbol</strong>.com


#75<br />

Bu Sayıda<br />

Avrupa Özel<br />

Avrupa’da zirve,<br />

Anadolu’da darbe<br />

Avrupa-lig çelişkisinin<br />

sebepleri…<br />

Nuri, Modric ve ötesi<br />

Real Madrid doğru orta<br />

ikilinin peşinde…<br />

Usta-Çırak<br />

Terim-Mourinho ilişkisi<br />

ve eşleşmesi<br />

Klose’yi arayan takım: Lazio<br />

Fenerbahçe’nin rakibi<br />

mercek altında<br />

Petkovic ile Kocaman<br />

Birbirine hiç yabancı olmayan<br />

iki teknik adam<br />

Hasta gözlerini<br />

açtı ama…<br />

Milli Takım doğru yolu geç buldu<br />

Almanlar O’nun,<br />

O Armanın Peşinde<br />

Büyüteç’te bu kez<br />

Hakan Çalhanoğlu var<br />

Düğün ve Taziye<br />

Diyarbakır futbolunda hüzün ve<br />

sevinç bir arada<br />

Hop Hop, Altın Top<br />

Avrupa futbolu ve<br />

Ballon d’Or geleneği


Milli Takım<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Salih Demirci<br />

Hasta gözlerini açtı ama…<br />

Uzun süre sonra ilk kez arzu ettiği oyunu ortaya koyan Türkiye, buna rağmen<br />

Macaristan’dan istediğini alamadı. Hasta gözlerini açmış olabilir ama hayati<br />

tehlike sürüyor.<br />

A Milli Takım yine kazanamadı ve temsil ettiği<br />

umutsuz ruh halini bir adım daha öteye taşıdı.<br />

Belki tam da en doğru zamandı, bir şeyleri<br />

değiştirmek için uygun mevsimi yaşıyorken 3<br />

puan yeni bir dönemin başladığını müjdelerdi.<br />

Diğer yanda Hollanda kazanıp, kim var kim<br />

yok süpürmeye devam ederken grubun puan<br />

tablosunun 10-10-9 olarak gözükmesi oyunu<br />

yeniden başlatabilirdi.<br />

Beceremedik, bu sefer de taçtan gol yedik.<br />

Hâlbuki geçmişteki maçlara göre çok daha<br />

etkili, maçı uzun süre domine eden bir oyun<br />

oynamıştık, lakin yine kazanamadık. Sonradan<br />

oyuna giren Daniel Böde’nin attığı piyango golle<br />

2014 Dünya Kupası umutlarımız dağın ardına<br />

gitti ve görünen o ki, ‘6 yılda bir kez’ ritüelini<br />

gerçekleştirmek de mümkün olmayacak.<br />

Azıcık da olsa bir umut olsa da hissiyata<br />

bakınca çoktan kaybettik; ancak bu yenilgi<br />

Kadıköy’de Macaristan ile berabere kalınca<br />

yaşanmadı. Çok daha öncesinde, deplasmanda<br />

alınan farklı Macaristan mağlubiyeti ve<br />

evimizdeki Romanya hezimetiyle birlikte<br />

gerçekleşti. Bu maçların öncesinde, kadro<br />

seçimlerinde ve sahadaki oyunda yapılan hatalar<br />

sonucunda ortaya apaçık bir başarısızlık çıktı.<br />

Şimdilerde bir şeyler değişti, ama iş işten geçti.<br />

Güçlü orta saha<br />

Yine de söylemek gerekir ki, yıllardır özlenen<br />

orta saha geçtiğimiz Salı günkü Macaristan<br />

maçında kendini gösterdi. Selçuk İnan’ın<br />

savunma önünde pozisyon aldığı üçlüyü<br />

tamamlayan Nuri Şahin ve Alper Potuk, her<br />

ne kadar bireysel olarak kendilerini fazla<br />

göstermeseler de ürettikleri toplam güç ile<br />

takımın oyunu kontrol etmesini sağladılar.<br />

Marco Aurelio’nun transferi ile yaşanan


Milli Takım<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

kırılma, bir ihtimal Macaristan maçıyla onarıldı.<br />

İçerisine Emre Belözoğlu, Hamit Altıntop ve<br />

Mehmet Topal’ın da dâhil olduğu orta saha<br />

alternatiflerimiz kuşkusuz heyecan verici.<br />

Üstelik arkadan Oğuzhan Özyakup ve Salih<br />

Uçan da gümbür gümbür geliyorlar. Keşfedilen<br />

güçlü bileşimin bundan sonra ne kadar işe<br />

yarayacağı şüpheli, olmadı 2016’ya kısmet…<br />

Türkiye çoğunlukta<br />

Macaristan maçında görünen bir başka ilgi<br />

çekici durum, A Milli Takım’ın ilk 11’inde uzun<br />

süredir hiç olmadığı kadar altyapı eğitimini<br />

Türkiye’de almış oyuncunun bulunmasıydı.<br />

Öyle ki yalnızca Hasan Ali Kaldırım ve Nuri<br />

Şahin, Almanya doğumluydu; ilk 11’in<br />

geri kalanı ‘has yerliler’den oluşuyordu.<br />

Deplasmandaki Macaristan maçında ise bu<br />

durum neredeyse tam tersiydi. Söz konusu<br />

karşılaşmanın ilk 11’inde futbol eğitimini<br />

yurtdışında almış oyuncuların sayısı 7’ye<br />

ulaşmıştı.<br />

Zira bu durum, yakın zamanda kapanacağı<br />

görünen Abdullah Avcı dönemine damga<br />

vuran ilginç kadro tercihlerinin açıklanması<br />

bakımında dikkat değer bir referans noktası.<br />

Takımlarında düzenli forma bulmamalarına<br />

karşın A Milli Takım formasını düzenli olarak<br />

giydiğine çok kez şahit olduğumuz gurbetçiler,<br />

anlaşılan artık -belli ölçüde- gözden düştüler.<br />

Yahut bu tercihlerin bambaşka sebepleri vardır,<br />

belki bir gün milletçe öğreniriz.<br />

Küçük hesaplar<br />

Sonuçta kötü sonuçlar alındı ve yaptığınız<br />

tercihlerin yaslandığı dayanakları tabela bu<br />

haldeyken kimse dikkate almaz. Aynı şekilde<br />

Macaristan maçında en az 60 dakika etkili<br />

futbol oynayan takım da alkışlanmaz. Gerçek<br />

şu ki, kalitemizin altındaki takımların gerisinde<br />

kaldık ve Hollanda’yı geçmek gibi yüksek bir<br />

hedefle başladığımız elemelerde hâlihazırda<br />

çuvalladık. Bu kadar kötü olmamalıydı. Diğer<br />

taraftan çok iyi olması için de yeterince<br />

olumlu sebep yok. Oyuncu yetiştiremiyoruz,<br />

çelişkilerimiz var. Sorunlarımız,<br />

başarısızlıklarımızın esas sebepleri geçmişten<br />

geliyor. Çözemiyoruz, makyajlıyoruz. Üstelik,<br />

daima sahip olduğumuz yüksek sinerjiyi de<br />

artık kaybettik. Alt yaş kategorileriyle, özellikle<br />

de bu yaz evinde bir şampiyona oynayacak olan<br />

U-20 takımıyla avunmak zorundayız.<br />

Bir ihtimal Hollanda, tıpkı Romanya’yı iki<br />

maçta da yendiği gibi Macaristan’ı da bir kez<br />

daha yener ve ola ki, Romanya ile Macaristan<br />

bir kez daha berabere kalırlarsa, tüm maçlarını<br />

kazanarak son güne gelecek olan Türkiye’nin<br />

bir şansı olur. Hollanda galibiyeti ile Brezilya’ya<br />

gitmek güzel ve uzak bir hayal…


HF<br />

#<br />

75<br />

Avrupa’da çeyrek final<br />

Avrupa Kupaları’nda bu hafta çeyrek final heyecanı yaşanıyor. Temsilcilerimiz Galatasaray ve<br />

Fenerbahçe’nin de oynayacağı haftada mücadelelerin hepsi iyi futbol vaat ediyor.<br />

2 Nisan Salı günü açılacak perdede Paris Saint-Germain evinde Barcelona’yı, Bayern Münih de<br />

Juventus’u konuk edecek. Fransa’daki dev mücadelede ligimizde artık alışkanlık halini alan<br />

erteleme veya ceza kaldırmayı bu kez UEFA kullandı ve Ibrahimovic’in cezasını kaldırdı. Zlatan<br />

Barcelona’ya karşı sahada.<br />

3 Nisan’da gecenin maçı Real Madrid ile temsilcimiz Galatasaray arasında oynanacak. Her iki<br />

takımda da şimdilik eksik bulunmuyor.<br />

4 Nisan’da ise Fenerbahçe sahaya çıkıyor, hem de seyircisiyle! İstanbul’un dışında Londra’da<br />

Chelsea-Rubin ve Tottenham-Basel, Lizbon’da Benfica-Newcastle maçları oynanacak.<br />

ŞAMPİYONLAR LİGİ<br />

2 Nisan<br />

21.45 Paris Saint-Germain – Barcelona<br />

Bayern Münih – Juventus<br />

3 Nisan<br />

21.45 Malaga – Dortmund<br />

Real Madrid – Galatasaray<br />

AVRUPA LİGİ<br />

4 Nisan<br />

22.05 Fenerbahçe – Lazio<br />

Chelsea – Rubin Kazan<br />

Tottenham – Basel<br />

Benfica – Newcastle


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Uğur Karakullukçu<br />

Avrupa’da Zirve, Anadolu’da Darbe<br />

Galatasaray ile Fenerbahçe, Avrupa’da Türkiye’ye tarihinin en başarılı<br />

sezonunu yaşatırken bir yandan ligde teklemeye devam ediyor. Tarihin en<br />

düşüklü puanlı şampiyonluklarından biri ufukta gözükürken bu çelişkili<br />

durumun sebeplerini sorguladık.<br />

Gençlerbirliği karşısında avucunun içine kadar<br />

gelen farkı açma fırsatını evinde kaçırabilecek<br />

kadar beceriksizken sadece birkaç gün sonra<br />

Bundesliga’nın tozunu atan, haftasonu ezeli<br />

rakibi Dortmund’u harcamış Schalke 04’ü<br />

deplasmanda yenmek… Ya da Kasımpaşa’ya<br />

travmatik bir şekilde 2-0 mağlup olduktan<br />

sonra Mönchengladbach’ı Almanya’da 4’lemek.<br />

Birkaç gün içerisinde tüm algı ve beklentileri<br />

zorlayan, neredeyse çift kişilikliymiş hissi veren<br />

takımlarımız Avrupa’da çeyrek final görecek<br />

kadar ileriye gitti, belki daha da gidecek. Öte<br />

yandan bunları kendileri yapmamışçasına ligde<br />

beklentilerin epey altında bir seyir izleniyor,<br />

2012/13 sezonu tarihin en düşük puanlı<br />

şampiyonluğuna doğru yelken açmış durumda.<br />

Her açıdan ilginç ve kaydadeğer bu çelişkili<br />

sezonu motivasyon, ruh ya da bizim ülkemize<br />

özgü ‘daha çok istemek’ gibi hayali kavramlar<br />

ya da daha açık olmak gerekirse teranelerle<br />

açıklamaktan ötesine geçmeye ihtiyaç var.<br />

Neden böyle?<br />

Kadrolar daha güçlü ama…<br />

Avrupa’da gelen başarının en başta belki de<br />

en temel ve aleni sebebin altını çizmek gerek.<br />

Takımlarımız açık şekilde yakın tarihin en güçlü<br />

kadrolarına sahipler. Galatasaray’ın sadece ve


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

sadece iki sezon önce tarihinin en kötü oyuncu<br />

grubun a sahip olup olmadığı tartışılırken<br />

Şampiyonlar Ligi çeyrek finaline gelişinde aslan<br />

payı bu başarılı kadro değişiminin. Bu kadar<br />

radikal ve sert bir geçişi başarıyla yöneten Fatih<br />

Terim’le birlikte Selçuk İnan, Burak Yılmaz<br />

gibi yerli, özellikle ilk sezon performanslarıyla<br />

göz dolduran Felipe Melo, Emmanuel Eboue,<br />

Fernando Muslera gibi yabancı transferleri<br />

takıma kısa sürede güçlü bir iskelet kazandırıldı<br />

ve bugünün yolu açıldı. Fenerbahçe’nin de 2011<br />

yazında kaybettiği yabancı oyuncuların yerine<br />

Moussa Sow, Dirk Kuyt gibi isimleri koyması<br />

şüphesiz Avrupa yürüyüşünde sarı-lacivertlilere<br />

önemli katkı yaptı. Peki kısa süreli performans<br />

değişikliklerini, ligdeki puan kayıplarını neye<br />

bağlamak gerek, ligde nerede kalıyor bu<br />

güçlendirilmiş kadrolar?<br />

Savunma odaklı büyükler<br />

Bu farklılığı ya da bir açıdan çelişkiyi yaratan<br />

neden aslında İstanbulluların Avrupa’da<br />

çok daha rahat oynayabilmesinde yatıyor.<br />

Geçen yıl şampiyonluğa yürürken hücum<br />

performansından ziyade orta sahada rakibi<br />

fizik olarak boğan ve bu şekilde sonuca giden<br />

Galatasaray, Şampiyonlar Ligi’nde bu kadar<br />

boğucu bir oyunu doğal olarak sergileyemese<br />

de topla çok oynayıp pasif bir savunma<br />

anlayışını, ‘en iyi savunma hücumdur’<br />

düsturunu belleyip rakibin hücum kapasitesini<br />

minimize etmeye çalıştı. Bunda da büyük<br />

ölçüde başarılı olmayı bildi. Fenerbahçe’nin<br />

kabuk değişimi ise çok daha keskin ve belirgin.<br />

Avrupa’da kendini geriye atıp harika bir alan<br />

savunması yapan, bloklar arasındaki mesafeyi<br />

daraltıp rakiplerine fırsat tanımamayı öncelik<br />

olarak belirleyen Fenerbahçe, özellikle grup<br />

aşaması sonrası Avrupa Ligi’nin en kısır<br />

maçlarını yaratmasına karşın bu yolla sonuç<br />

alma becerisi olduğunu net şekilde gösterdi.<br />

Aldıkları tek mağlubiyetin prestij maçı olan<br />

Mönchengladbach mücadelesi olduğunu da<br />

hatırlamak gerek.<br />

Bireysel olarak savunmada eksik ve gedikleri<br />

bulunmasına karşın genel oyun planlarıyla<br />

başarılı savunma stratejilerine sahip<br />

Galatasaray ile Fenerbahçe, hücumda da<br />

daha geniş alanlar bularak, baskınlar yaparak


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

sonuca gidebilme şansına sahip oluyor.<br />

Sadece bu sezon da değil, ligde nal toplayan<br />

Rijkaard Galatasaray’ının o sezon Avrupa<br />

Ligi şampiyonluğuna yürüyen Atletico’yu<br />

elemeye bir düdük kadar yakın olduğunu, bir<br />

önceki sezon neredeyse sopalarla kovalanan<br />

Skibbe’nin Hamburg turunu neredeyse cebe<br />

koymuş şekilde Bülent Korkmaz’a güçlü bir son<br />

8 adayı bıraktığını anımsamak gerek. Halbuki<br />

bu takımların ligde aldığı dereceler ortada ve<br />

Avrupa’da işlerlik gösteren bu fikrin ligde bir<br />

karşılığı olmadığını defalarca gördük.<br />

Ligin karakteri<br />

Süper Lig’deki hemen her takım bu iki ekibe<br />

karşı derinde pozisyon alıp maçı kilitleme ve<br />

hızlı oyuncularla skora gitme düşüncesinde.<br />

Bu da artık yıllar içinde ligin karakteri haline<br />

gelmiş durumda. Bütçeler arttıkça daha kaliteli<br />

hücum oyuncularıyla oynayabilen Süper<br />

Lig takımları, zirveyi hedefleyen takımların<br />

üretme zorunluluğundan artık daha kolay<br />

besleniyor ve gol bulmakta zorlanmıyor.<br />

Ligin en düşük bütçeli ekibi olarak öne çıkan<br />

Akhisar Belediyespor’un forvet hattında dahi<br />

Yunanistan Milli Takımı oyuncusu Theofanis<br />

Gekas gibi bir golcü var. Doğal olarak Avrupa’da<br />

başarılı olan planlarını uygulamakta güçlük<br />

çeken takımlar ligde 5-10 sene önceki puanları<br />

bulmakta güçlük çekiyorlar. Bu açıdan<br />

2005/06 sezonundan bu yana kat edilen<br />

mesafe sadece zirve takımlarda değil, ligin<br />

kalanı adına da aynı şey söylenebilir. Sert,<br />

savunmaya yönelik, temposu Avrupa’ya göre<br />

düşük bir lige sahip olabiliriz ancak bu oynanan<br />

maçların kalitesizliğini göstermiyor. Oksimoron<br />

denebilecek bu iki kulvardaki çelişki üzerine<br />

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi her<br />

koşulda zirveye oynama zorunluluğu olan<br />

takımlar kafa yormalı ve dersler çıkarmalı.<br />

Şampiyonlar Ligi’nde Topla<br />

Oynama Yüzdeleri<br />

Sıra Takım Yüzde<br />

1 Barcelona 74.1<br />

2 Bayern Münih 57.7<br />

3 Porto 56<br />

4 Schalke 04 54<br />

10 Galataaray 53.3


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Güner Çalış<br />

Nuri Şahin’in Borussia Dortmund sonrası<br />

düşüşe geçen kariyeri, Madrid’e gelir gelmez<br />

yaşadığı uzun süreli sakatlık ve Real’deki forma<br />

rekabetiyle açıklanıyor. “Nuri Real Madrid’e<br />

Bundesliga’nın en iyi oyuncusu olarak gelmişti;<br />

fakat burada ciddi bir sakatlık geçirdi ve geri<br />

geldiğinde de Alonso veya Khedira’dan birini<br />

kesecek kadar güçlü görünmüyordu.”<br />

Real Madrid Nuri’den kısa vadede umudunu<br />

kestiğinden olacak, ertesi yıl bir kez daha orta<br />

saha transferi yapmış ve bu sefer çok daha<br />

büyük oynayarak Luka Modric’i almıştı. Modric,<br />

Premier League’de üst düzeyde geçirdiği<br />

sezonlar, yaşı ve oyun tarzıyla Nuri’den daha<br />

komple bir oyuncu olarak 33 milyon pound gibi<br />

bir bonservis ücretiyle geliyordu; dolayısıyla<br />

onun yaşattığı hayal kırıklığı daha büyük<br />

olacaktı. İlk vakitler oynadığı futbol Nuri’den<br />

Nuri, Modric<br />

ve doğru ikiliyi<br />

yaratmak<br />

Luka Modric’in Şampiyonlar Ligi son<br />

16 eşleşmesi kısa sürede Manchester<br />

United karşısında gösterdiği etki<br />

Real Madrid’in bitmek bilmeyen orta<br />

saha tartışmalarına yeni bir boyut<br />

kazandırdı.<br />

hallice, çok etkisizdi. Öyle ki, Marca’daki<br />

ankette La Liga’nın en kötü transferi olarak<br />

oylanıyordu. Aylar sonraysa, ikinci yarıda oyuna<br />

girip Manchester United’ı yıkan golü Modric<br />

atacaktı. Ondan beklendiği gibi, Madrid’in<br />

oyununu geriden farklılaştıran isim olarak.<br />

Barça’nın antitezi olarak Real<br />

İki başlı bir lig olan La Liga’da Mourinho’nun<br />

Real Madrid’i yıllar içinde Barcelona’nın antitezi<br />

olarak gelişiyor ve bu durum, zaman içinde<br />

Barcelona dışındaki takımlarla oynarken bir<br />

sorun hâline geliyordu. Real Madrid’in özellikle<br />

bu sene geride bekleyip kontra hücum düşünen<br />

takımlara karşı zorlanışı ve Manchester United<br />

eşleşmesinde yapamadıkları, yakın zamandan<br />

hatırlatıcı olabilir. Bir bütün olarak, bu yapının<br />

oluşmasında ön üçlü kadar orta ikili de etkiliydi;<br />

hatta muhtemelen daha çok. Xabi Alonso


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Liverpool’da benzer yapıda oynayan biri olarak<br />

dünyanın en iyi uzun pasörüydü ve Khedira da<br />

takımın motoru. Khedira dikey gidiş gelişleriyle<br />

hem önde hem arkada oyunun akıcılığını<br />

sağlıyordu fakat o da kapanan takımlara<br />

karşı farklı meziyetler sunabilecek biri değildi.<br />

Oyundaki dinamizmi hızlı ama kısa paslarla<br />

sağlayabilecek, bilinen şekliyle alan-veren<br />

oyuncu, Real Madrid’in monotonlaşan oyununa<br />

çare olabilecek işte böyle birisiydi. Nuri ve<br />

Modric bu amaçla alındılar: Kısa vadede bir B<br />

planı sunmak ve uzun vadede Xabi Alonso’nun<br />

halefini bulmak gerekiyordu.<br />

Alonso-Khedira merkezi, ayrı ayrı oyuncu<br />

kalitelerinin haricinde bir bütün olunca iki kat<br />

yıkılması zor hâle geliyor. Nuri’nin Madrid’de<br />

yapamamasından bahsederken, Modric’i de<br />

göz önüne alarak bu duruma ayrıca dikkat<br />

çekmek gerekiyordu. Nihayetinde Modric’in<br />

United maçında etkisini gösterebilmesi de<br />

ancak bilinen ekstrem şartlarda gerçekleşmişti.<br />

Sezon başı Modric, Khedira’nın yerine oynarken<br />

orta saha oyundan düşüyor; çünkü basitçe<br />

açıklamak gerekirse Modric, Khedira’nın<br />

yaptığı motor görevini gerçekleştiremiyordu.<br />

Takımın geri kalanının hüviyeti ve Alonso’nun<br />

rolü değişmediğinden, Khedira’dan belki<br />

de yalnızca bu alanda geride olan, yani top<br />

kazanma ve Xabi Alonso’nun yanında önemli<br />

ölçüde alan kapatabilme görevinde geride<br />

olan Modric, bu yüzden ekstra özelliklerini<br />

gösterecek platformu yaratamıyor ve takımın<br />

kurgusu da bozuluyordu. Premier League’de<br />

en önemli olarak dinamik ve iki yönlü bir<br />

oyuncu haline gelen Modric yine de göreve<br />

adapte olamamıştı. Layıkıyla sezon açılışı<br />

Manchester’daki son 30 dakikaya kadar<br />

beklemek zorunda kaldı.<br />

Modric’in ilk zamanlarında Manchester City<br />

karşısında Mesut’un yerinde, yani ikilinin<br />

önündeki oyuncu olarak başladığındaki<br />

başarılı performansıysa bu açıklamaları<br />

örnekleyen önemli bir ayrıntı. Modric burada<br />

başarısız olsaydı, şablonsal yükümlülüklerden<br />

yakınması pek yakışık almayacaktı. Fakat<br />

bir diğer önemli konu da, Modric’in bu rolde<br />

kullanıldığı zaman üçüncü bir orta saha olarak<br />

–orta ikiliyi destekleyici, pres yapan, sürekli<br />

geri gelen ve pas alan- Real’e ciddi bir avantaj<br />

sağladığıydı. Nihayetinde Mesut bu rolü<br />

gerçekleştiremiyordu. Modric’in geçen sezonki<br />

eşleşmede büyük zorluklar yaratan ‘üçüncü<br />

orta saha’ Kroos sonrası alındığını düşünenler<br />

haksız değiller.<br />

Nuri neden yapamadı?<br />

Peki hikayenin yan karakteri hakkında<br />

akıllara gelen şu: Suçlu biraz da Nuri’den<br />

başka şeylerse, niçin Liverpool’da kendini<br />

gösterememişti? Ne yazık ki ‘şansı’ orada da<br />

yaver gitmedi diyerek, yine kendi dışındaki<br />

nedenlere yüklenmek yanlış olmayacak.<br />

Bunu hafife almamak gerekiyor; çünkü Nuri<br />

Şahin’i en iyi anlayan ve onu en verimli şekilde<br />

kullanan Klopp’un yokluğunda, oyununda<br />

henüz belli eksikleri olan Nuri Şahin’i ‘her<br />

mevkinin adamı’ olarak kullanmak mümkün<br />

olmuyor. Xabi Alonso’nun Liverpool’da<br />

En iyi kontratak takımı Real Madrid<br />

Real Madrid rakiplerine açık da verebilen bir ekip


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Sessiz lider Sami Khedira<br />

Fikri yazının tamamına serpiştirmeye<br />

çalıştık, ama henüz net değilse bir kez<br />

daha tekrarlayalım: Modric’i veya bir<br />

başkasını takıma monte edememe<br />

meselesi, aslında Khedira’nın yerini<br />

dolduramamaktan kaynaklanıyor.<br />

Modric’in ceza sahası dışından attığı goller<br />

ve paslar harika olabilir, fakat Khedira’nın<br />

varlığında Real’in daha güçlü bir takım<br />

olduğu gerçeği değişmiyor. Onun yer<br />

tutuşları, top kazanışları, basit ama her<br />

geçen gün gelişen ‘stratejik’ oyunu Real’i<br />

daha ‘güçlü’ bir takım yapıyor. Aslında<br />

onun için değeri bilinmiyor demek doğru<br />

olmaz, keza Khedira’nın sakatlıktan<br />

dolayı maç kaçırdığı dönemde Real Madrid<br />

Dortmund’a mağlup olurken, o dönemde<br />

yapılan ankette Marca okuyucularının<br />

%63’ü Khedira’nın orta ikilide yer alması<br />

gerektiğini oyluyordu. Khedira’yı bırakalım<br />

kendisi anlatsın.<br />

“Mourinho bana ‘biraz geri çık, daha<br />

akıllıca oyna, kafanı kullan!’ dedi.<br />

Takıma en iyi şekilde yardım etmek için<br />

yorgunluktan kendimi kaybedene kadar<br />

koşturmam gerektiğini düşünürdüm. Neyse<br />

ki Mourinho bunun doğru olmadığını,<br />

takıma yarardan çok zarar dahi verdiğini<br />

gösterdi. O beni bir stratejist hâline getirdi.”<br />

kendini tanıtamadığını düşünün, iyi bir pasör<br />

ve oyun kurucu olması başka bir takımda ön<br />

alanda oynamasını mantıklı kılacak mıydı?<br />

Nuri, geçtiğimiz günlerde AS gazetesine<br />

pozisyonunun dışında oynatılmaktan<br />

yakınıyordu:<br />

“Ben Liverpool’da başarısız olmadım. Brendan<br />

Rodgers beni 10 numara olarak oynatmak istedi<br />

ama ben forvetlerin arkasında oynamıyordum.<br />

Ona niçin orada oynadığımı sorduğumda<br />

bana bir cevap verememişti. Yine de herhangi<br />

bir pişmanlığım yok, Anfield’da oynamak<br />

harika bir deneyimdi. Tanrı’ya şükür –tahmin<br />

edeceğiniz üzere haber olan kısım burasıydı-<br />

Rodgers’dan kurtuldum.”<br />

Nuri’yi ne Rodgers ne de Abdullah Avcı tam<br />

olarak anlayabildi. Bu hocaların ikisi de değerli<br />

olabilir, lakin Nuri’nin oynayabileceği bilahare<br />

bölge de ancak geride olabilir. Hocaların topa<br />

sahip olarak futbol oynamak istemeleri ve<br />

Nuri’nin de doğru kullanıldığında oyunu geriden<br />

kuran ve takıma zeka katan yapısıysa sanırım<br />

buradaki en büyük paradoks. Modric’de olduğu<br />

gibi onun için de bir kıvılcım, yeniden kendini<br />

evinde hissedeceği bir şablon ümit ediyoruz.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Modric neler katabilir?<br />

Modric’in Real için Nuri’ye göre en önemli artısı müthiş esnekliği. Vakti zamanında Arsene<br />

Wenger’in ‘çok küçük’ olduğu için reddettiği ‘küçük Mozart’ lakaplı futbolcu İngiltere’ye ilk<br />

geldiğinde 4’lü orta sahanın solunda kullanılmıştı. Bu bölgede ada futboluna adaptasyonu<br />

sağlanan oyun kurucu, çok geçmeden merkeze geçti ve yanına da Wilson Palacios, Scott<br />

Parker gibi ‘motor’ oyuncuları aldı. Lakin şöyle bir fark var: Xabi’nin aksine, Modric’in iki yönlü<br />

oyunu ve dinamizmi günden güne gelişiyor; aslında buna bağlı olarak yanındaki partneri<br />

de değişiyordu. Palacios topla ilişkisi herhangi bir kaleciden iyi olmayan bir oyuncuyken,<br />

Scott Parker nihayetinde İngiliz milli takımında görev alan değerli bir iki yönlü oyuncuydu.<br />

Dolayısıyla orta saha 1 + 1 şeklinde bir ayrışmadan ziyade ‘çift pivot’ denen yapıya benziyordu.<br />

Modric Madrid’e ilk geldiğinde beklenen muhtemelen buna benzer bir şeydi; keza Khedira’nın<br />

yerine oynatılıyordu. Yani alanları kapatan oyuncu olarak. Sonra Xabi’yle uyuşamadığı<br />

görüldü.<br />

Yine de, Modric’in orta ikilide, forvet arkasında hatta belli maçlarda kanatta görev alabilecek<br />

olması onu en kötü ihtimalle önemli bir joker haline getiriyor. Takımda temelli yer almasıysa,<br />

Alonso’nun yerine başlaması veya tamamen farklı bir ikili oluşturmayla sağlanabilir. Zira<br />

Mourinho’nun çokça kereler kullandığı Essien-Modric ikilisi (veya United maçı sonrası bu yıl ilk<br />

kez Pepe-Modric orta sahasıyla lig maçına çıkması) bu fikri destekler şekilde. Modric iki yönlü<br />

bir oyuncu olabilir ama bu yönünü göstermesi için en azından biraz daha aktif bir yardımcıya<br />

ihtiyaç duyduğu açık.<br />

Son olarak, ‘çift pivot’ denilen yapıysa über bir anlayışı temsil ediyor. Arsenal gerçekten<br />

Invincibles’a yaklaştığı dönemde Wilshere-Song ikilisinin önünde Fabregas’ı kullanırken, iki<br />

oyuncu da öne dribbling yapabiliyor, oyun kurabiliyor ve top kazanabiliyordu. Roller daha çok<br />

anlık pozisyona göre belirleniyordu ve müthiş tempolu ve kısmen anarşik bir takım ortaya<br />

çıkıyordu. Neticede Alex Song bir defansif orta saha olmak için fazla disiplinsizdi, aynı, bu<br />

sebepten Barcelona’dan gönderilen Yaya Toure gibi. Eğer uyum sağlarlarsa, gelecekte İlkay<br />

ve Nuri’yi dahi bu şekilde kullanılırken görebiliriz. Tabi eğer Nuri orada kalmaya karar verir ve<br />

Klopp makinaya ‘hâlâ’ eklenecek bir şeyler olduğunu düşünürse!


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Emre Özcan<br />

“Önce Parma, sonrasında Galatasaray ve şimdi<br />

de bizim yaptığımız Avrupa’nın zirvesinde<br />

işlerin biraz değiştiğini gösteriyor olabilir.” (2003<br />

UEFA Kupası şampiyonluğu sonrasında basına<br />

yaptığı bir açıklamadan...)<br />

“Galatasaray’ın çok fantastik bir teknik<br />

direktörü var. Gerçek bir motivatör ve çok değerli<br />

bir teknik adam. Kendisi çok yakın arkadaşım,<br />

bu nedenle de iyi işler yapmasını umuyorum.”<br />

(25 Ağustos 2011)<br />

“Galatasaray’ın başına geçmek mi? Onlar zaten<br />

mükemmel bir teknik direktöre sahip, bana<br />

ihtiyaçları yok.” (23 Mayıs 2012)<br />

“Galatasaray eşleşmesinin kolay olduğunu<br />

düşünenler futboldan anlamıyor. Karşımızda<br />

Burak Yılmaz, Didier Drogba, Wesley Sneijder,<br />

Selçuk İnan ve en önemlisi de Fatih Terim<br />

olacak.” (15 Mart 2013)<br />

Usta-Çırak<br />

Porto ve Galatasaray’da başardıklarıyla benzeşen iki karakter olan Jose<br />

Mourinho ile Fatih Terim, bu Çarşamba Santiago Bernabeu’da birbirlerini alt<br />

etmeye çalışacaklar.<br />

Premier League’de görev yaptığı süre boyunca<br />

“Big Four” grubundaki rakipleri Sir Alex<br />

Ferguson, Arsene Wenger ve Rafael Benitez’le<br />

haftada en az bir polemiğe giren ve futbolda<br />

akıl oyunlarının öncülüğünü yapan isimlerden<br />

biri olan Jose Mourinho’nun “Söz konusu Fatih<br />

Terim olunca içine girdiği dostane tavırların<br />

altında yatan nedir?” sorusu bugüne kadar<br />

fazla dillendirilmedi. Sürekli rekabet elbette<br />

futbolda da gerçek yaşamda olduğu gibi<br />

bazı duyguları öldürür. Ancak Jose Mourinho,<br />

Fatih Terim’le hiçbir sezon aynı lig içerisinde<br />

yer almadı. Avrupa mücadelesinde de ilk kez<br />

bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde karşı karşıya<br />

mücadele edecek bu iki yakın arkadaşın<br />

görüntü itibarıyla fazlasıyla az şey paylaştığı<br />

futbol dünyasında Portekizli teknik adama<br />

“dostum” kelimesini sarf ettiren motivasyon<br />

nedir? Ya da ikilinin yolları daha önce bir şekilde<br />

kesişmiş olabilir mi?


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Terim’in başyapıtı<br />

Bu soruların muhtemelen birden fazla cevabı<br />

var. Fatih Terim’in 1996-2000 arasında<br />

Galatasaray’da yaptıkları bugüne kadar<br />

ağırlıkla motivasyonun ürünü olarak görüldü.<br />

Ama gerek kadro planlaması, gerek eldeki<br />

oyuncu havuzundan yaratılan sistem ve<br />

taktik ayrıntılar ortaya dönemin önemli<br />

güçlerinden birini çıkardı. 1980’li yılların<br />

ortasında hüküm sürmeye başlayıp, 1990<br />

Dünya Kupası’yla birlikte Avrupa’ya iyice<br />

hakim olan 3-5-2 ve varyasyonlarına 1994’te<br />

Carlos Dunga’nın önlibero pozisyonuna<br />

geçmesiyle verilen cevap, dörtlü defansın<br />

temelini biraz daha sağlamlaştırdı.<br />

Arsene Wenger başta olmak üzere büyük<br />

taktisyenlerin beklerin rollerini revize ederek<br />

4-4-2’yi tekrar öne çıkarması 2000’lere<br />

gelirken futbolu tekrar büyük değişime<br />

uğratmıştı. Türkiye’yse birçok kez olduğu<br />

gibi bu gelişmeleri yine geriden takip etti.<br />

95/96 sezonundaki tek sıkımlık Fenerbahçe<br />

sezonu dışında yerleşik bir dörtlü defans<br />

kültürü olmayan Türkiye’de, elinde Gheorghe<br />

Popescu gibi safkan bir libero varken üçlü<br />

defansı kullanmayıp evrimin başlangıç<br />

halkası olmayı istemek tek başına büyük bir<br />

taktik cesaretti. Fatih Terim’in bunun üzerine<br />

kurduğu yapı ve orta saha merkezinde tercih<br />

ettiği bütünlük, ülke sınırlarına fazla gelen<br />

mantalitesiyle birlikte dönemin en özel<br />

takımlarından birini ortaya çıkardı.<br />

Benzersiz merkez orta saha<br />

Terim’in sahanın her yerinde pres isteyen,<br />

savunmayı öne çıkaran ve daima hücum<br />

isteyen tavrı Türkiye için büyük farklılıktı<br />

ve bunun yansımalarını ülke içinde bugün<br />

bile görmek mümkün. Ama o Galatasaray’ın<br />

tüm rakipler üzerinde fark yaratan alamet-i<br />

farikası önde Hakan Şükür’ün başlattığı<br />

presi devam ettiren ve görüntü itibarıyla<br />

Hagi’nin arkasında yer alan Suat-Emre-Okan<br />

üçlüsünden oluşan merkez orta sahaydı. O<br />

günün klasik 4-4-2’leri arasında, merkezdeki<br />

oyuncu sayısı hakkındaki tartışmalar<br />

sürerken, üç iç oyunculu ve görev tanımları<br />

fazlasıyla özgürlüğe dayalı bu merkez orta<br />

sahaya dönemin Inter teknik direktörü<br />

Marcello Lippi’ye “ilham verici” dedirtmişti.<br />

4-3-1-2<br />

HAKAN<br />

ÜNSAL<br />

EMRE<br />

ARİF<br />

HAGI<br />

SUAT<br />

TAFFAREL<br />

HAKAN<br />

ŞÜKÜR<br />

OKAN<br />

BÜLENT POPESCU<br />

CAPONE


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Zaten Lippi’nin Inter’de görev yaptığı<br />

dönemde Terim’in kurduğu yapının en önemli<br />

elemanları Emre ve Okan’a imza attırması<br />

da (oyuncular bunu hep reddetse de), bu<br />

taktiğin evrenselliğini sağlamlaştırıyordu.<br />

Usta Terim–Çırak Mourinho?<br />

Galatasaray’ın UEFA Kupası’nı kaldırışından<br />

üç sezon sonra Porto’nun teknik direktörü<br />

Jose Mourinho’nun Portekiz’de yaptıkları<br />

biraz tanıdıktı. Porto’yla gittiği Şampiyonlar<br />

Ligi şampiyonluğu yolunda, iki büyük kupayı<br />

geçmişte kazananların yolunu iyi incelediğini<br />

söyleyen Jose Mourinho’nun Galatasaray’ın<br />

elmas 4-4-2’sine (4-3-1-2) benzer bir yapıda<br />

oluşturduğu görülüyordu. Hakan Ünsal ve<br />

Capone/Fatih Akyel’le benzer rollere sahip,<br />

önleri açık ve hücuma sürekli destek vererek<br />

oyuna genişlik kazandıran bekler (Nuno<br />

Valente ve Paolo Ferreira, aynı Hakan Ünsal<br />

ve Fatih Akyel gibi ülke ve o sistem dışında<br />

başarılı olamadılar), orta saha yuvarlağına<br />

yakın kurulan savunma ve özellikle UEFA<br />

Kupası döneminde sürekli hücumu düşünen<br />

bir Porto. Bir sezon sonra Şampiyonlar Ligi<br />

yolunda Mourinho’nun çok daha düşük<br />

tempoda ve kendi kalesi önünde bekleyerek,<br />

kontratak temelli futbolla elde ettiği en<br />

büyük kupanın gölgesi altında bu benzerlik<br />

fazlasıyla gözardı ediliyordu.<br />

4-3-3’le benzerliklere devam<br />

Suat, Emre, Okan, Hagi dörtlüsüne benzer<br />

Costinha, Maniche, Alenichev, Deco’yla<br />

gelen başarıların bir sonraki duraktaki<br />

yansıması da 2000’li yılların ortasında 4-3-<br />

3’ü uzun bir aradan sonra tekrar dünyada<br />

bir numaralı sistem haline getiren Jose<br />

Mourinho’ydu. Frank Rijkaard’ın 4-3-3<br />

görünümlü 4-2-3-1’inden ziyade saf 4-3-3’ü<br />

ilk kez Chelsea’de dünya futboluna sunan<br />

Mourinho’nun üç merkezli yapıyı devam<br />

ettirerek son 10 yılın taktiksel gelişimine<br />

damga vurmasına yine Hagi’nin sıklıkla<br />

sağ kenara gitmesi sonrasında Arif’i terse<br />

gönderen Fatih Terim ve Emre, Okan, Suat’lı<br />

Galatasaray merkezi üzerinden bir okuma<br />

yapmak da mümkün olabilir.<br />

Ya da olmaz. Bugüne kadar teknik<br />

direktörlük melekelerine dair Fatih Terim gibi<br />

4-3-1-2<br />

NUNO<br />

VALENTE<br />

4-3-3<br />

HAKAN<br />

ÜNSAL<br />

MANICHE<br />

DECO<br />

COSTINHA<br />

CARVALHO JORGE<br />

COSTA<br />

EMRE<br />

DERLEI<br />

ARİF<br />

VITOR BAIA<br />

HAGI<br />

SUAT<br />

TAFFAREL<br />

CAPUCHO<br />

ALENICHEV<br />

HAKAN<br />

ŞÜKÜR<br />

OKAN<br />

BÜLENT POPESCU<br />

FERREIRA<br />

CAPONE


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

fazlasıyla benmerkezci olup gerçek ustası<br />

Bryan Robson dışında kimsenin adını ağzına<br />

dahi almayan Jose Mourinho’nun başarı<br />

yolunda bambaşka faktörlerin öne çıkmış<br />

olma ihtimali mevcut. Belki de Mourinho için<br />

en büyük başarısından sadece üç sene önce<br />

Galatasaray’ın yaptıklarının hiç önemi yoktu.<br />

Fakat ya olduysa? Günün en büyük taktik<br />

dehalarının başında gelen Mourinho’nun<br />

aklına düşen çok küçük bir bilgi kırıntısının<br />

altında Fatih Terim’in imzası varsa? Ortaya<br />

çıkan sonsuz saygının altında Fatih Terim’in<br />

küçük bir dönem için Mourinho’nun ustası<br />

olma ihtimali yatıyor mudur? Geldikleri<br />

nokta itibarıyla futbol mantaliteleri derin<br />

çizgilerle ayrılsa da, bazı keskin hatlar bu iki<br />

teknik adamın kariyerlerinde birkaç kesişim<br />

noktası çıkartıyor olabilir.<br />

Aslında aynı kişiler<br />

Yukarıda yazılanların gerçekle hiçbir alakası<br />

olmasa dahi Jose Mourinho ve Fatih<br />

Terim kişilik yönünden birbirine fazlasıyla<br />

benzeşiyorlar. Büyük başarıların getirdiği<br />

egolarıyla ruhlarını besleyen, karizmatik,<br />

motivatör ve etkileyici figürler. Saha içinde<br />

zirveye çıkarken birey yönetimi ve idari<br />

konularda çakarak orta düzey kariyeri bile<br />

göremeyen sayısız teknik adamın olduğu<br />

futbol dünyasında gerçek farkı, büyük<br />

taktik zekalarına rağmen saha dışında ve<br />

bu kişiliklerinden faydalanarak çıkarıyor<br />

olabilirler. Bu nedenle birbirlerini çok iyi<br />

anlıyorlar ve belki de bu nedenle toplam<br />

paylaşımları bugüne kadar fazlasıyla sınırlı<br />

olmasına rağmen birbirlerini rahatlıkla<br />

dostları olarak görebiliyorlar. “Dostlarım<br />

beni seçmez, ben onları seçerim” diyen Jose<br />

Mourinho’nun Fatih Terim’i kendi yanında<br />

görmesinde tüm taktik konular bir yana<br />

üç yıl arayla düşük profil iki kulüple bir<br />

numaraya çıkılması ve Fatih Terim’in çok<br />

daha önce ortaya gerçek bir örnek ve başarı<br />

yolu koyması dahi tek başına geçerlilik<br />

yaratabilir. Bu özel ilişki hakkında dışarıdan<br />

yapılabilecek saptamaların şu an için<br />

varsayım olmadan ileri gitmesi, iki hocadan<br />

biri konuyla ilgili ayrıntıya girmeden mümkün<br />

değil. Fakat bugüne kadar gösterdikleriyle<br />

toplumun genelinde basit bir narsistten<br />

öteye gidememesine rağmen hayatı<br />

hakkındaki gerçekler öğrenildikçe ne kadar<br />

farklı ve özel biri olduğu fark edilen Jose<br />

Mourinho’nun özel saygısını elde etmek,<br />

tek başına Fatih Terim’in kazandığı birçok<br />

başarıdan değerli olabilir.<br />

Hikayesi bol eşleşme<br />

Jose Mourinho ve Fatih Terim’in<br />

dostlukları dışında Real Madrid –<br />

Galatasaray eşleşmesi kendi içinde<br />

sayısız hikayeye sahip ve bu mücadele<br />

bu yönüyle dahi oldukça özel. Jose<br />

Mourinho’nun teknik direktörlük<br />

kariyeri boyunca belki de en özel hoca<br />

– futbolcu ilişkisine sahip olduğu Didier<br />

Drogba dışında kulüp kariyeri itibarıyla<br />

Inter’de zirveye çıkardığı Sneijder’le<br />

de karşı karşıya gelecek olması,<br />

Hamit Altıntop’un Schalke’den sonra<br />

Galatasaray öncesi forma giydiği Real<br />

Madrid’e karşı da mücadele etmesi,<br />

Türk – Alman pasaportu tartışmalarında<br />

bir dönem burada adı herkesten çok<br />

geçmiş olan Mesut Özil’in ilk kez bir<br />

Türk kulübüne karşı oynaması ve şu<br />

an için Şampiyonlar Ligi gol krallığında<br />

ilk iki sırada olmaları dışında oyuna<br />

bakışları ve fiziksel benzerlikleriyle de<br />

dış basında dikkat çekmeye başlayan<br />

Ronaldo – Burak mücadelesi altı farklı<br />

hikayeyi tek eşleşmede manşete<br />

çıkarma gücüne sahip. Real Madrid ve<br />

Galatasaray’ın çeyrek finaldeki iki maçı<br />

Avrupa’da son yılların en bol malzemeleri<br />

mücadelelerine sahne olabilir.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Emre Özcan<br />

Klose’yi arayan takım<br />

Fenerbahçe’nin tarihinin ilk UEFA Avrupa Ligi çeyrek finalinde eşleştiği Lazio,<br />

içinde bulunulan durum itibarıyla çok geniş skalada değerlendirilebilecek<br />

bir takım. Aynı Galatasaray çektiği Real Madrid gibi 7 takım içinde en zor<br />

üçüncü takım görülmelerinden başlayıp son 3 sezonda Serie A’daki gelişimleri<br />

üzerinden artılarını saymanın yanı sıra, son dönemde içinde bulundukları<br />

düşüşün nedenleri üzerinden iki uca da gidilebilecek Lazio, kuşkusuz fazlasıyla<br />

zor bir rakip ama Fenerbahçe için iki uçtan hangisine yakın olan takımın<br />

karşımıza çıkacağı da çoğunlukla Vladimir Petkovic’in tercihleri üzerinden<br />

şekillenecek.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

EKSiLERi<br />

Form durumu - Kadro darlığı<br />

Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi son<br />

16 maçlarından önce çekilen kuralar araya iki<br />

aylık bir süre atar ve bu nedenle takımları o<br />

anki form durumlarıyla değerlendirmek doğru<br />

olmaz. Galatasaray’ın Schalke eşleşmesinde<br />

birinci elden yaşadığı bu durumun Fenerbahçe<br />

uyarlaması da Lazio eşleşmesinde öne çıkıyor.<br />

Son iki sezonda Edoardo Reja yönetiminde<br />

tekrar zirve ve Avrupa takımı haline gelen<br />

Lazio’da bu sezona Vladimir Petkovic’in<br />

harika girişi, Reja’nın sadece 1 ay boyunca<br />

hissedebildiği şampiyonluk ateşini ve<br />

söylemlerinin Roma ekibi için daha çok ve uzun<br />

süreli ön planda olmasına neden oldu. Fakat<br />

Napoli’yle birlikte Juventus’a karşı en büyük<br />

dezavantajı kadro genişliği olan Lazio’nun yeni<br />

yılla birlikte yaşadığı tam anlamıyla serbest<br />

düşüş.<br />

Ve sakatlıklar<br />

Ocak ortasından beri Lazio oynadığı son 9<br />

lig maçında sadece 1 galibiyet alabildi ve bu<br />

maçların altısında rakiplerine mağlup oldu.<br />

Ocak ayında yaşadığı küçük sakatlıktan<br />

döndükten sonra Şubat başında diz<br />

bağlarından ciddi bir şekilde sakatlanan<br />

Miroslav Klose’nin yokluğu takımı en çok<br />

etkileyen faktör oldu. Oynadığı 20 Serie A<br />

maçında 10 gole imza atan Alman golcünün<br />

efektif nokta santrfor oyunu, düşük tempoya<br />

dayalı ve az pozisyon üretimine sahip takımın<br />

yaşadığı kayıplarda birincil derecede etkili.<br />

Geçtiğimiz Pazartesi günü son kontrolleri<br />

yapılan Klose’nin antrenmanlara yeni<br />

başlaması sebebiyle Fenerbahçe’ye karşı<br />

oynama şansı epey düşük. Onun yerine<br />

oynaması beklenen Floccari’nin geçirdiği<br />

sakatlık ve Klose’nin gidişi sonrasında Şubat<br />

ayında kadroya katılan Louis Saha’nın<br />

Avrupa’da oynayamaması Fenerbahçe<br />

karşısında sadece Libor Kozak’a sahip,<br />

fazlasıyla daralmış bir Lazio hücum hattının<br />

ortaya çıkmasına neden olacak gibi görünüyor.<br />

Bunun yanında özellikle savunma hattında<br />

cezalar ve sakatlıklar nedeniyle oluşan erozyon,<br />

son 4 maçın üçüncü Lorik Cana’nın tandemde<br />

yer almasına neden oldu. Andre Dias’ın<br />

geçirdiği sakatlık sonrasında Fenerbahçe<br />

karşısında iki maçta da oynamasının zor<br />

olduğunun ortaya çıkmasıyla birlikte defans<br />

bölgesinde yaşayacakları sorun beklenenden<br />

çok daha büyük olabilir.<br />

Tüm bunların üzerine eklenen Olimpico’nun<br />

Tottenham maçında Roma sokaklarında ve<br />

statta yaşananlar nedeniyle kapatılması,<br />

Fenerbahçe’nin son iki turda yaşadığı<br />

dezavantajı bu kez avantaj olarak kullanmasına<br />

neden olacak.<br />

Lazio’nun bir diğer golcüsü Floccari<br />

Fenerbahçe’ye karşı forma giyemeyecek.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

ARTILARI<br />

Pragmatist Petkovic<br />

Samsunspor’da Adnan Sezgin’le yaşadığı<br />

klasik bir idareci – antrenör çatışmasının takım<br />

bozucu etkisiyle (Bkz. 54. Sayı) kariyerinin en<br />

kısa ve büyük başarısızlığını yaşayan Vladimir<br />

Petkovic, Türkiye seferinden edindiği tecrübeyi<br />

Lazio’da kullanıyor olabilir. Bellinzona ve<br />

Young Boys dönemlerinde hep akıcı, pozisyon<br />

üstünlüğüne ve pasa dayalı, savunmayı<br />

fazlasıyla önde kurarak açık bir hücum<br />

futbolu oynatan Petkovic’in Samsunspor’daki<br />

ürkek döneminden sonra Lazio’da ligin<br />

karakteristiğine uygun olarak savunma<br />

önlemlerini ön plana alan bir sistem inşa<br />

ederek başarıya ulaşması ilgi çekici. Boşnak<br />

teknik adam, İtalya’ya bu ülkeden bir şeyler<br />

götürmüş olabilir mi? Muhtemelen ve bunlar<br />

onda saklı ama Cristian Ledesma’nın “Takımın<br />

üstündeki hakimiyeti inanılmaz” diyerek<br />

nitelemeye çalıştığı Petkovic’in ayrıntılara<br />

önem veren yapısı pragmatist olduğu kadar<br />

aynı zamanda efektif bir takımın da ortaya<br />

çıkmasını sağlamış gibi görünüyor.<br />

Güçlü merkez ve Hernanes<br />

Sezonun genelinde 4-1-4-1 oynayan Lazio’da<br />

savunma önünde yer alan Cristian Ledesma’yla<br />

onun önünde yer alan Hernanes ve Gonzalez’le<br />

birlikte oluşan üçlü takımın en kaliteli bölgesi.<br />

Hem Serie A’da, hem de Avrupa’da farkı<br />

yaratan güçlü merkezle birlikte Vladimir<br />

Petkovic’in tempo ve mantalite geçişlerine<br />

uygun hale gelen takımında Hernanes’in<br />

varlığıysa Lazio’yu başkalaştırıyor.<br />

Serie A’ya savunma önü oyuncusu olarak<br />

geldikten sonra özellikle geçtiğimiz sezon<br />

Edoardo Reja’yla birlikte forvet arkasında<br />

‘supporter’ rolüne soyunan oyuncu, son<br />

iki sezonda attığı 19 golle önemli bir skor<br />

opsiyonu olabileceğini de göstermişti. Vladimir<br />

Petkovic’in iki uç pozisyon arasında bir geçiş<br />

oyuncusu gibi kullanıp, yine Reja’nın verdiği<br />

serbestiyi oyuncudan almadan daha geniş bir<br />

alanda oynamasını istemesi Lazio kariyerinde<br />

en verimli Hernanes’in ortaya çıkmasını<br />

sağladı. Mehmet Topal’ın sakatlığı ve Emre<br />

Belözoğlu’nun yokluğu, savunma ve orta saha<br />

arasına sızmayı çok seven Hernanes için önemli<br />

boşlukları da beraberinde getirebilir.<br />

Dikkat edilmesi gereken: Candreva<br />

Vladimir Petkovic’in 4-1-4-1’inde sağ kenarda<br />

yer alarak hem merkez çoklayıcısı, hem de<br />

üstün teknik ve şut yetenekleriyle hücum<br />

destekçisi Antonio Candreva, 4 gol ve 4 asistle<br />

istatistiğe de önemli katkı yapmayı başardı.<br />

Sürekli içeri kat eden yapısıyla savunmanın<br />

dengesini bozan Candreva’nın dışa doğru<br />

attığı çalımlar üzerinden çıkardığı şutlar da<br />

rakip bekler açısından oyuncuyu fazlasıyla<br />

tahmin edilemez bir konuma sokuyor. Lazio’da<br />

gösterdiği zirve performans sonrasında İtalya<br />

milli takımına Cesare Prandelli tarafından<br />

seçilen oyuncunun 4-3-3 sistemi devam etmesi<br />

durumunda İtalya’da da düzenli bir onbir<br />

oyuncusu olması muhtemel.<br />

Brezilya’da forma giyerken Fenerbahçe’nin<br />

de gündemine gelen Hernanes, Lazio’nun en<br />

etkili silahlarından.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

NE OLUR?<br />

Fenerbahçe’nin çok formda bir rakiple karşı<br />

karşıya olmadığı aşikar. Sakatlıklar, formsuzluk,<br />

seyircisiz deplasman maçı Lazio’yu Fenerbahçe<br />

için ideal konuma götürüyor olabilir. Ama gerek<br />

geçtiğimiz sezonki Samsunspor tecrübesinden,<br />

gerek Young Boys eşleşmesinden Aykut<br />

Kocaman’ı ve Fenerbahçe’yi oldukça iyi tanıyan<br />

bir futbol aklına karşı mücadele edecek<br />

olmak önemli bir dezavantaj. Lazio, yaşadığı<br />

tüm sıkntılara rağmen bu sezon Serie A’nın<br />

en iyi takımlarından biri olmayı başardı ve<br />

muhtemelen Miroslav Klose dışında bunu<br />

sağlayan oyuncuların tamamı Fenerbahçe<br />

karşısında sahada olacak. Vladimir Petkovic,<br />

Walter Mazzarri kadar büyük bir Avrupa<br />

rotasyoncusu değil ama lige ve Şampiyonlar<br />

Ligi biletine daha ciddi bakışı şu ana kadar<br />

Lazio’nun bazı maçlarında enteresan<br />

kadroları da beraberinde getirdi. Bu durum<br />

Fenerbahçe karşısında devam edebilir mi?<br />

Boşnak teknik adamın iddialı açıklamaları bu<br />

ihtimali azaltıyor. İki düşük tempocu takımın<br />

mücadelesi iki 90 dakika boyunca zaman<br />

zaman izlemesi zor anları da beraberinde<br />

getirecek ama Fenerbahçe, bugüne kadar<br />

gösterdiği bozan takım özelliğinin İtalya’daki<br />

ustalarından biriyle karşı karşıya gelecek. Bu<br />

anlamda Lazio’nun stili Fenerbahçe’ye her ne<br />

kadar uygun gibi görünse de futbolda gerçek<br />

görünenden her zaman için farklıdır.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Alper Öcal<br />

Petkovic ile Kocaman<br />

UEFA Avrupa Ligi’nde yarı final biletine talip olan Lazio ile Fenerbahçe’nin<br />

hocaları birbirine hiç yabancı değil.<br />

Lazio belki 90’ların sonundaki efsane<br />

döneminden uzakta ama son üç sezonda<br />

Avrupa’daki grafiğini düzenli olarak yükseltiyor.<br />

2009/10 sezonunda gruplardan çıkamayan,<br />

2010/11’de şampiyon Atletico Madrid’e<br />

32’ler turunda elenen mavi beyazlı ekip, bu<br />

sezon çeyrek finale kadar ulaşmayı başardı.<br />

Fenerbahçe’ye göre daha zorlu bir yoldan<br />

gelen Lazio, grup aşamasında Tottenham<br />

ve Panathinaikos, eleme turlarında ise iki<br />

Alman kulübü Mönchengladbach ve Stuttgart<br />

karşısında hiç kaybetmedi. Bu başarının<br />

arkasında Türkiye’de başarısız bir Samsunspor<br />

deneyimi yaşayan Boşnak teknik adam<br />

Vladimir Petkovic var.<br />

Vladimir Petkovic’in yolu sadece Samsunspor<br />

ile değil, Young Boys’u çalıştırdığı dönemde de<br />

Fenerbahçe ile kesişmiş ve 2009/10 sezonu 3. ön<br />

eleme turunda temsilcimizi elemeyi başarmıştı.<br />

Aykut Kocaman üç defasında da galibiyet<br />

alamadığı Petkovic’in takımları karşısında bu kez<br />

kazanabilecek mi? Bu sorunun cevabı yakında<br />

sır olmaktan çıkacak ama iki teknik direktörün<br />

hikâyesi eşleşmenin seyriyle ilgili ufak ipuçları<br />

vermekten geri kalmıyor.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Takım planlaması<br />

Boşnak teknik adamın en dikkat çekici<br />

taraflarından biri futbol algısının sabit ve<br />

normatif değil pozitif olması. Her takıma<br />

uyguladığı bir reçetesi yok. Zeman gibi<br />

delicesine hücum eden, ya da Mourinho gibi,<br />

kendi söylemi üzerinden gücünü savunmadan<br />

alan takımların hocası diye etiketlemek zor.<br />

Esnek bir bakış açısı var.<br />

Bellinzona ve Young Boys döneminde önde<br />

prese başlayıp topa sahip olan, dominant,<br />

tempolu, ofansif, akıcı, göz okşayan takımlar<br />

yaratan Petkovic; Lazio döneminde ise sıkıcı<br />

denebilecek derecede gösterişsiz, gerektiğinde<br />

topu rakibe vermekte tereddüt etmeyen,<br />

ikinci bölgede prese başlayan, merkez odaklı,<br />

durağan, denge gözeten ama efektif bir yapı<br />

kurdu.<br />

Petkovic bu esnekliğe rağmen takımını rotaya<br />

sokarken hep aynı metodu kullanıyor. Hangi<br />

takımı çalıştırırsa çalıştırsın eksikleri saptayıp,<br />

yama geliştirmektense; takımın güçlü yönlerine<br />

odaklanıp mükemmelleştirmeye çalışıyor.<br />

Böylece daha istikrarlı bir sezon geçiriyorlar.<br />

Aykut Kocaman ise olmazsa olmazlara sahip<br />

bir profil çiziyor. Aklındakini takımlarına<br />

uydurmaya çalışan ve transfer başta olmak<br />

üzere tüm hamlelerini buna göre yapan bir tarzı<br />

var. Ben bunu kendi tabiriyle antrenör takımı<br />

ideasının yansıması olarak görüyorum.<br />

Fenerbahçe’nin tam 3 sezondur sezon<br />

başlarında oyun olarak bocalamasında bu<br />

katı yaklaşımın payı yadsınamaz. Kaldı ki,<br />

Kocaman’ın takımlarına dikte ettiği oyunu<br />

geriden başlatan, pas odaklı, topa sahip olan,<br />

kontrollü anlayış süreçle olgunlaşacak zaten.<br />

Petkovic’in Kocaman’a karşı hiç<br />

kaybetmemesinde aradaki manevra farkını ve<br />

bu yaklaşım farkını net olarak hissedebilmek<br />

mümkün. Young Boys ve Samsunspor<br />

maçlarının sezon başında olması da Petkovic’in<br />

şansıydı. Fakat karşısında, bu kez ritmini<br />

bulmuş bir Aykut Kocaman ve Fenerbahçe<br />

bulacak Petkovic.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Diziliş ve tercihler<br />

Petkovic oyuna bakışındaki esnek tarzını,<br />

rakip analiziyle harmanlayıp maçtan maça<br />

takımının dizilişini revize edebiliyor. Ana<br />

şablon olarak Bellinzona’da 4-4-2, Young<br />

Boys’da 3-4-3 tercih eden Petkovic, Lazio’da<br />

ise sezon genelinde 4-1-4-1 üzerinden takımını<br />

oynattı. Öte yandan 4-4-2 ve 3-5-2 türevlerini<br />

de kullandığı maçlar oldu. Boşnak hoca ligde,<br />

takımdaki taşları yerinden oynatmayı sevmiyor<br />

ama Avrupa Kupaları’nda rakibin zaaflarına ve<br />

güçlü yönlerine göre cesaretle rotasyona gitti.<br />

Kadrodaki atlet, hızlı, tempolu oyuncu azlığı;<br />

Lazio’yu saha parselizasyonunu öne çıkaran,<br />

düşük tempoda, oyunun merkeze sıkıştığı<br />

maçlara itiyor. Ledesma, Hernanes ve Gonzalez<br />

çarkı yürüten orta saha üçlüsü ve yarı sahada<br />

yapılan pres, Lazio’nun bugüne kadar kupada<br />

hiç kaybetmemesinde yabana atılmayacak bir<br />

etkiye sahip.<br />

Fenerbahçe’nin savunmadan top çıkarma<br />

zaafını Petkovic ne kadar görür bilinmez; ama<br />

Emre’nin yokluğunda aynı sorunun orta sahada<br />

da yaşandığı düşünülürse, o mevkideki bireysel<br />

performans eşleşmede taktik olarak x faktör.<br />

Zira Lazio, bu sene, başta Stuttgart maçı<br />

olmak üzere rakip hataları kovalayarak ve saha<br />

yerleşimindeki kalitesi sayesinde çok gol buldu.<br />

Aykut Kocaman ise anlayışın yanı sıra, diziliş<br />

konusunda meslektaşına göre yine daha katı.<br />

4-2-3-1’ten şaşmıyor. Maç içinde, skora rağmen<br />

pek nadir değişikliğe gidiyor. Daha istikrarlı bir<br />

takım tercih ediyor.<br />

Tempo konusunda tıpkı Lazio gibi sıkıntı var<br />

ama bu bilinçli yerleştirilmiş bir anlayıştan çok<br />

kadrodaki arıza ve eksiklerle ilgili. Petkovic bu<br />

zaafı Young Boys eşleşmesinde iyi kullanmıştı<br />

ama Lazio’da tempo yapacak bir görüntü yok.<br />

Bilakis, Fenerbahçe bu kez doğru tercihlerle<br />

tempoyu arttırabilecek rotasyona sahip.<br />

Beşiktaş, Trabzon, Bursa maçlarındaki<br />

hareketlilik Petkovic’in hiç hoşuna gitmeyecek<br />

cinsten.


Avrupa Özel<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Tarz ve karakter<br />

Aykut Kocaman’ın kulübedeki edası çok<br />

eleştiriliyor. Öfke ya da rahatlamadan, sevinç<br />

ya da hüzünden aşırı tepki verdiği an yok gibi.<br />

Oyuna olan ihtiyatlı bakışı kenardaki duruşuna,<br />

rakibi yücelten, baskıyı oyuncularının üstünde<br />

toplayan, net bir iddia koymaktan kaçınan<br />

demeçlerine, futbolcu iletişimine, medyayla<br />

olan mesafeli ilişkisine dek her alanda yansıyor.<br />

Tarihi boyunca duygularını mantığının önüne<br />

koyan, cazibe merkezi olmayı sürdürmüş ve<br />

her zaman iddialı olan Fenerbahçe gibi bir<br />

camiada böylesine soğukkanlı, kimilerince<br />

silik bir görüntü sergilemek gerçekten sıra<br />

dışı. Petkovic bu anlamda çok daha farklı bir<br />

profil. Özgüvenini sergilemekten çekinmiyor.<br />

İsviçre’de çalıştığı dönemde motivasyon<br />

becerisiyle ün salan Petkovic, 8 dil bildiği<br />

düşünülürse bu konuda pek sıkıntı yaşamadığı<br />

aşikâr.<br />

Boşnak hoca aynı zamanda baskıyı üzerine<br />

alıyor ve iddialı konuşmayı seviyor. Lazio’ya<br />

imza attığında ilk demeci: “Ben bir kazananım,<br />

yenilgiye tahammül edemem” olmuştu.<br />

Tottenham maçından önce yapılan basın<br />

toplantısında, bir muhabirin sorduğu, “Endişe<br />

duyuyor musunuz?” sorusuna ise, “Endişe<br />

mi? Tottenham’dan çekinmiyorum. Biz<br />

Lazio’yuz, çıkıp kazanırız” şeklinde yanıt<br />

vermişti. Fenerbahçe eşleşmesiyle ilgili bu<br />

hafta gazetelerde çıkan ‘gözdağı’ demeçleri de<br />

hepimizin malumu.<br />

Aykut Kocaman hayatını göz önünde yaşamayı<br />

sevmezken, Petkovic tam aksine ortalıkta<br />

görünmekten çekinmiyor. Hayır işleri de buna<br />

dahil. Bellinzona’nın başındayken sabah 7’den<br />

öğlen 3’e kadar peşinde basın, Caritas hayır<br />

örgütü için mesai yapıyor ve işsizlerle gönüllü<br />

aktivitelere katılıyordu.<br />

Sonuç<br />

Arjantin’de Dünya Kupası kazanan iki takımın<br />

ideolojisinin, teknik direktörleri Menotti ve<br />

Bilardo’nun ismiyle hatırlandığı düşünülürse;<br />

UEFA Avrupa Ligi çeyrek finalinde sadece<br />

takımların değil, farklı tarzda iki teknik<br />

adam profili olan Kocaman ve Petkovic’in de<br />

çarpışacağını söylemek yanlış olmaz.


Türkiye<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Serkan Öztürk<br />

DÜĞÜN ve TAZiYE<br />

Diyarbakır’da hem sevinç hem üzüntü hakim. Yılların efsanesi Diyarbakırspor<br />

4 yılda tepetaklak olup amatör kümeye düşerken, alttan bir zamanların<br />

küçük kardeşi Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor şimdiden 2. Lig’e çıkmayı<br />

garantiledi.<br />

Son 20 yıla bakıldığında, Türk futbol<br />

kamuoyunun nereye oturtacağını ve nasıl<br />

davranması gerektiğini tam olarak bilemediği<br />

konuların başında Diyarbakırspor geliyor.<br />

Özellikle doksanların ikinci yarısında gündemi<br />

en çok meşgul eden konularından biri Doğu<br />

kulüplerinin devletin belirli kademelerince<br />

kollandığı, üst liglerde tutulmaları için<br />

futboldışı metotların devreye sokulduğu<br />

iddialarıydı. Bir nevi ‘Ellerine silah alacaklarına,<br />

düz ovada maç yapsınlar’ ifadesiyle kodlanan<br />

bu anlayışa göre hem bu kulüpler sürekli<br />

denetim altında tutularak ‘zararlı unsurların’<br />

eline geçmesine engel olunacak, hem de yöre<br />

halkının ilgisi artan silahlı çatışmalardan spor<br />

düzlemine kaydırılmış ve halka ‘Biz de aynı<br />

ulusal yarışın bir parçasıyız’ duygusu aşılanmış<br />

olacaktı. Vanspor’un, Siirt JetPaspor’un<br />

dönemsel çıkışları gibi, Diyarbakırspor’un<br />

Süper Lig’e uzanan yolculuğu da yıllarca<br />

bu argümanlarla açıklanmaya çalışıldı.<br />

Diyarbakırspor’un Süper Lig’e yükselmesiyle


Türkiye<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

sonuçlanan ve üzerine halen belgeseller<br />

çekilen, yazılar yazılan tartışmalı Altay<br />

maçının bıraktığı buruk tadın da etkisiyle<br />

‘devletin takımı’ damgası yiyen kulüp; bir<br />

yandan da gittiği hemen pek çok deplasmanda<br />

ötekileşmeye, hakarete, şiddete maruz kaldı.<br />

Adeta artan çatışmalara yönelik tepkinin<br />

futbol alanındaki paratoneri işlevi gören<br />

kulübün taraftarları ve sporcuları, ‘PKK dışarı’<br />

tezahüratları eşliğinde hakarete uğradı,<br />

otobüsleri taşlandı, taraftarları dayak yedi. Bir<br />

kulüp hem ‘devletin kulübü’ muamelesini, hem<br />

de ‘PKK’nın kulübü’ muamelesi aynı anda, aynı<br />

yerlerde görebiliyordu.<br />

Beş yıl süren Süper Lig maratonunun ardından<br />

1. Lig’e düşen Diyarbakırspor iki sezonluk<br />

‘başaltı takımı’ pozisyonundan sonra 2008/09<br />

sezonunda yeniden Süper Lig’in kapısını<br />

araladı. Artık Diyarbakırspor için yeni bir dönem<br />

başlamıştı. Bütçenin üzerinde yapılacak şişkin<br />

transferler, har vurup harman savuran yönetim<br />

anlayışı, dağ biriken borçlarla geçecek çile dolu<br />

yılların başlangıç noktası olan bu dönem iyi<br />

idare edilebilseydi, belki de Diyarbakırspor’un<br />

yazgısı çok farklı şekillenecek ve bugün<br />

bambaşka bir Diyarbakırspor yazıyor olacaktık.<br />

Ancak bu yükseliş döneminde yapılan hatalar<br />

ne yazık ki fırsatın kabusa dönüşmesinin,<br />

raydan çıkışın giderek önlenemez bir hale<br />

gelişinin kilometre taşı olarak şekillendi.<br />

Aynı dönem devletin terörle mücadele ve<br />

spor politikalarındaki değişim sonucu olarak<br />

Diyarbakırspor yönetiminin sivil ellere geçtiği,<br />

kulübün ‘Devletin kulübü’ algısının yavaş yavaş<br />

değişmeye başlamasının da gerçekleştiği<br />

dönemdir.<br />

2009/10 sezonuna Süper Lig’de başlayan<br />

Diyarbakırspor için sonun başlangıcı bu<br />

sezon oldu. Yetersiz bir kadroyla Süper Lig’de<br />

tutunamayan Yeşil-Kırmızılılar, ertesi yıl<br />

sezonun ikinci yarısında gelen transfer yasağı<br />

ve mevcut futbolcuların peş peşe sözleşme<br />

fesihleriyle 1. Lig’de de tam bir hüsran yaşadı.<br />

32 maçta yalnızca 1 galibiyet alarak açık ara<br />

Diyarbakırspor’un efsane yıllarını başlatan<br />

kadro. 3. Lig’den takımı 2. Lig’e taşıyan bu<br />

kadro ertesi sene de takımı 1. Lig’e taşımayı<br />

başardı.<br />

Diyarbakırspor’un son Süper Lig<br />

macerasından… Tazemeta, Trabzonsporlu<br />

Serkan Balcı’yla mücadele ediyor.<br />

2. Lig’e düştüler. Yalnızca iki sezon önce<br />

Süper Lig’de top koşturan Diyarbakır ekibi için<br />

artık tek hedef 2. Lig’de tutunabilmekti. Bu<br />

dönem kulübün başlıca gündemini yıllarca<br />

ötelenen borçlarla oluşan enkazın altından<br />

kalkmak, kulübün kapalı olan transfer<br />

tahtasını yeniden açabilmek oluşturuyordu.<br />

Ancak daha Kasım ayında Süper Lig’deyken


Türkiye<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

transfer edilen ve şehirde yalnızca 3 ay kalıp<br />

toplamda 5 maça çıkan Amir Megahed’in<br />

alacakları için yaptığı girişimlerin sonucu<br />

kulübün FIFA nezdinde de transfer yasağıyla<br />

karşılaşması son umut kırıntılarını bitirmişti.<br />

Beyaz Grup’ta Tokatspor’la birlikte son haftaya<br />

kadar sürdürdüğü ligde kalma mücadelesini<br />

kaybeden Diyarbakırspor 3. Lig’e düştü. Bu<br />

aynı zamanda 3. Lig’deki yaş sınırı uygulaması<br />

nedeniyle elde son kalan bir iki tecrübeli<br />

futbolcunun da oynayamayacak olması ve yola<br />

tamamen altyapı oyuncularıyla devam edilmesi<br />

anlamına geliyordu. 3. Lig’de de işler hiç kolay<br />

olmayacaktı. (2011/12 sezonu aynı zamanda<br />

Diyarbakır Kayapınar Belediyespor’un ve<br />

Erganispor’un da 3. Lig’den BAL’a düşmesiyle<br />

Diyarbakır futbolu için tam bir karabasan halini<br />

alacaktır)<br />

Ağırlığını 1993 - 1994 - 1995 doğumlu<br />

oyuncuların oluşturduğu kadrosuyla, sınırlı<br />

imkanlarına rağmen profesyonel liglerde<br />

tutunma mücadelesi veren Diyarbakırspor için<br />

sezon yine kabus gibi başladı. İlk 6 haftada 0<br />

çeken Diyarbakırspor 7. haftadaki Maltepespor<br />

maçına, deplasman giderlerini karşılayamadığı<br />

gerekçesiyle çıkmayınca hem -3 puana düştü,<br />

hem de moral motivasyon açısından çok ağır<br />

bir darbe aldı. Buna rağmen ilk puanını 10.<br />

haftada, ilk galibiyetini ise 12. haftada almayı<br />

başaran Kırmızı-Yeşilliler, ilk devreyi 6 puanla<br />

sondan bir üst sırada tamamladı. Devre<br />

arasında transfer yasağının aşılabilmesi için<br />

son umutlar tükenip takımda biraz önplana<br />

çıkabilmiş 4 as futbolcunun da ‘en azından<br />

deplasman giderlerini karşılanması’ için<br />

transferlerine izin verilmesiyle adeta takımın<br />

Bölgesel Amatör Lig’e gidişi de facto olarak<br />

ilan edildi. Artık Diyarbakır yerel medyasında<br />

her maç öncesi “Diyarbakırspor bu hafta maça<br />

çıkmayacak” haberleri çıkmaya başladığı günler<br />

gelmişti. 27. haftaya kadar dayanabilen kulüp<br />

Kocaelispor maçına çıkmayınca ikinci kez 3<br />

puan silme cezasıyla karşılaştı ve kesin olarak<br />

amatöre düştü. Böylelikle 4 senede 4 lig birden<br />

düşerek Süper Lig’de başlayan hikaye Bölgesel<br />

Amatör Lig’le sonlanmış oldu.<br />

Uğur Dündar, Kasım 2009’da Diyarbakırspor<br />

forması giyerek Ana haber bültenini sundu,<br />

özellikle deplasmanlarda ‘PKK’ damgası yiyen<br />

kulübe destek oldu.<br />

Belediye takımı geliyor<br />

Diyarbakırspor’un dibe çöktüğü 2012/13<br />

sezonunda bir başka Diyarbakır kulübü<br />

gösterdiği başarıyla Diyarbakır futbolunun<br />

bayrağını devraldı. 1990’da Diyarbakırspor’a<br />

altyapı oluşturma gayesiyle belediye<br />

bünyesinde, Diskispor ismiyle kurulan kulüp<br />

1993/94’te 3. Lig’e çıkmayı başararak ilk kez<br />

profesyonel liglerde boy gösterdi. 2. Lig’e<br />

yükseldiği 2006/07 sezonuna kadar bu ligde<br />

inişli çıkışlı bir grafik sergileyen Diskispor,<br />

3 yıl süren 2. Lig macerasının ardından,<br />

Diyarbakırspor’un Süper Lig’den 1. Lig’e<br />

düştüğü yıl olan 2009/10 sezonunda yeniden<br />

3. Lig’e düşmekten kurtulamadı. İki yıl üst üste<br />

2. Lig’in kapısından play-off’larda dönen (yeni<br />

ismiyle) Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor,<br />

2012/13 sezonuna şampiyonluk iddiasıyla girdi.<br />

Sezon başında Diyarbakır spor kamuoyunda


Türkiye<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

farklı fikirlerin ve görüş ayrılıklarının gündeme<br />

geldiği dönemler olarak tarihe geçti.<br />

Şehrin bir kısım ileri gelenleri Belediye’nin<br />

Diyarbakırspor’a yeterli ilgi göstermediğini,<br />

Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’a yatırım<br />

yapmak yerine kentin futbol alanındaki<br />

en önemli markası olan Diyarbakırspor’un<br />

yaşatılması için fedakarlık yapılması gerektiğini<br />

savunurken diğer kesim Kırmızı-Yeşilli<br />

kulübün (sonu kulübe kayyum atanmasına<br />

varacak) Sayıştay kontrolüne alınan hesapları<br />

sonucu çok ağır faturaların çıkacağını,<br />

Diyarbakırspor’un mevcut haliyle ‘kurtarılamaz’<br />

olduğunu, çözümün iki kulübün birleşmesi<br />

olduğunu savunuyordu. Hatta bir ara iki<br />

kulübün birleşerek 3. Lig’de Diyarbekirspor adı<br />

altında tek bir Diyarbakır kulübünün mücadele<br />

etmesi gündeme geldiyse de girişimler sonuç<br />

vermedi ve sezona iki ayrı çatı altında başlandı.<br />

Müthiş başlangıç: 12’de 12<br />

Sezona bir önceki sezonun ikinci yarısından<br />

beri takımın başında olan tecrübeli teknik<br />

adam Turhan Özyazanlar yönetiminde giren<br />

Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor elindeki<br />

bütçeyi akılcı kullanarak abartılı meblağlar<br />

yerine hesaplı ancak kaliteli transferler yaparak<br />

3. Lig için kalburüstü bir kadro kurdu. (Bu<br />

transfer döneminde Diyarbakır Büyükşehir<br />

Belediyespor’un 3. Lig’den Süper Lig’e<br />

oyuncu veren üç kulüpten biri olduğunu da<br />

not düşelim: Abdülaziz Demircan > Kardemir<br />

Karabükspor) Üst liglerden isim yapmış<br />

pahalı oyuncular yerine daha ziyade bu ligin<br />

istikrarlı oyuncularına yönelen kulüp, sezon<br />

başı tahminlerinde de pek çok gözlemcilerin<br />

favorileri arasında yer alıyordu. Ancak<br />

doğrusunu söylemek gerekirse, haftalarca en<br />

yakın rakibine +10 puan fark atarak zirvede<br />

kalması herkes için sürpriz oldu. İlk 12 maçında<br />

12 galibiyet alarak inanılması güç bir istatistiğe<br />

imza atan Sarı-Kırmızılılar, sonraki 5 maçta 8<br />

puan bıraksa da sezonun ilk devresini 8 puan<br />

farkla lider olarak tamamladı. Ara transferde<br />

elindeki güçlü kadroyu 2. Lig standardındaki<br />

isimlerle takviye eden Diyarbakır Büyükşehir<br />

Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor Teknik<br />

Direktörü Turhan Özyazanlar.<br />

Belediyespor, ilk 3 maçta gelen 9 puanın<br />

ardından tam 6 kez üst üste beraberlik alsa da<br />

takipçileri İstanbulspor ve Fatih Karagümrük’le<br />

arasındaki puan farkını hiç 10’un altına<br />

düşürmedi. Son 2 haftada aldığı iki 6-0’lık<br />

galibiyet ve sezonun bitmesine 6 hafta kala<br />

arada bulunan 11 puanlık fark takımın yeniden<br />

havasını bulduğunun, dahası şampiyonluğun<br />

artık hiç olmadığı kadar yakın olduğunun en<br />

büyük kanıtı…<br />

Yılların Diyarbakırspor’u amatöre doğru<br />

yol alıp kentin futbol bayrağını Diyarbakır<br />

Büyükşehir Belediyespor devralırken Diyarbakırlı<br />

futbolseverler de karmaşık duygular içerisinde.


Türkiye<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Şehrin genelinde her iki takım da desteklenip<br />

sahiplenilse de, esas olarak gönüllerde<br />

yatan aslan Diyarbakırspor. Taraftarın ezici<br />

bir çoğunluğu kulübün yönetimi devlet<br />

tarafından tahkim edilirken de, kulüp şehrin<br />

sivil kesimince idare edilirken de Diyarbakırspor<br />

sevgisinden hiç vazgeçmedi. Her şeye rağmen<br />

Diyarbakır’ın bir kulübünün 2. Lig’e bu derece<br />

yakın olması onlar için sevindirici bir durum<br />

ancak Diyarbakırspor’un içine düştüğü (ve<br />

kolay kolay kurtulamayacak gibi görünen) hal<br />

karşısında Diyarbakırlı futbolseverin ruh hali<br />

için sanırım en doğru ifade ‘buruk bir sevinç’.<br />

Diyarbakır Büyükşehir Belediyespor’u önceki<br />

yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyespor’u<br />

amatörden 2. Lig’e taşıyan, Alibeyköy’le 3. Lig,<br />

Güngören Belediyespor’la 2. Lig şampiyonluğu<br />

yaşayan Turhan Özyazanlar çalıştırıyor. Şehir<br />

Stadı’nda oynarken 5-6 binlere kadar çıkan<br />

taraftar desteği maçların yeniden oynanmaya<br />

başladığı Diski Stadı’nın sınırlı kapasitesi<br />

nedeniyle 1.000 kişi seviyesinde seyrediyor.<br />

Kulübün yönetimine Büyükşehir Belediye<br />

yönetimi hakim durumda.<br />

Geçtiğimiz sezon takımın kalesini koruyan<br />

Abdülaziz Demircan’ın Kardemir Karabükspor’a<br />

transfer olmasıyla Denizli Belediyespor’dan<br />

gelerek kaleyi devralan Burak Onur takımın<br />

başarısında önemli pay sahibi olan<br />

oyunculardan. Geçtiğimiz sezon Boluspor’dan<br />

kiralanan ve gösterdiği performans üzerine bu<br />

sezon başında bonservisi alınan 1990 doğumlu<br />

stoper Kamil İçer takımın en fazla süre alan<br />

ismi. Bu sezon şampiyonluğa koşan takımın<br />

en önemli gol silahı, sezon başında amatöre<br />

düşen Diyarbakır Kayapınar Belediyespor’dan<br />

transfer edilen Emrah Metoğlu. Orta sahanın<br />

yükünü çeken isimse 16 kez genç milli formayı<br />

giymiş, Fenerbahçe altyapı çıkışlı Hüsnü<br />

Zeybekoğlu. Sol kanatta görev yapan Erhan<br />

Eren de bu sezonki performansıyla dikkat<br />

çekiyor. Devre arasında Altay’dan transfer<br />

edilen Nezir Özer de hücum gücüne önemli<br />

bir katkı sağladı. Savunmanın ortasında ve<br />

ön liberoda oynayabilen İbrahim Keleş, sağ<br />

bek Ercüment Balıkçı, orta sahanın ortasında<br />

ve sağında görev alan Sercan Özdem, forvet<br />

arkası ve forvette forma bulan Serdar Deniz ile<br />

Yeni Malatyaspor’dan kiralanan stoper Samet<br />

Yeniceli ve orta saha Yusuf Yağmur da bu sezon<br />

takımın başarısında önemli pay sahibi diğer<br />

isimler.<br />

Rafet İyem’in şubat ayındaki istifasından bu<br />

yana teknik direktörlük koltuğu boş bulunan<br />

Diyarbakırspor maçlarını Atatürk Stadı’nda<br />

birkaç bin seyirci önünde oynuyor. Bu sezon<br />

takımın en önemli gol ayağı olan Murat<br />

Kürüm’ü Elazığ Belediyespor’a, orta saha<br />

oyuncusu İrfan Haluk İldiz’i Konyaspor’a,<br />

sol bek Hikmet Arslan’ı da Adıyamanspor’a<br />

kaptıran Kırmızı-Yeşilli ekipte orta saha<br />

oyuncuları 1989 doğumlu Murat Akçan ve 1994<br />

doğumlu Bilal Dikici dikkati çeken isimlerin<br />

başında geliyor.<br />

*Diyarbakırspor’u anlamak için tam anlamıyla “rehber”<br />

bir kitap niteliğinde olan Faruk Arhan’ın “Düğünde<br />

Kalabalık Taziyede Yalnız” kitabından esinle. (İletişim<br />

Yayınları, 2012)<br />

Emrah Çalışlar bu sezonun parlayan isimlerinden.


Büyüteç<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Mustafa Demirtaş<br />

Almanlar O’nun,<br />

O Armanın Peşinde<br />

Bazen havada süzülen bir uzun top<br />

görürsünüz… Gittiği yönde biri olup, olmadığını<br />

bilemezsiniz bulunduğunuz açıdan. Ancak o<br />

top, ‘güvenilir’ bir ayaktan çıktıysa; mutlaka<br />

belli bir adresinin olduğunu bilirsiniz… 90’lı<br />

yılların başında Almanya’ya göç eden Bayburtlu<br />

bir ailenin “gurbette” dünyaya gelen oğulları<br />

Hakan Çalhanoğlu da o ‘ayağına güvenilir’ orta<br />

sahalardan biri…<br />

Sezon başında Hamburg’a transfer olan<br />

ancak eski kulübü Karlsruher’de kiralık olarak<br />

bırakılan Hakan, buradaki 12 gol, 12 asistlik<br />

performansıyla adını daha gür duyurmaya<br />

başladı. Hakan, U-20 Milli Takımımızın bu yaz<br />

oynanacak turnuvada en kilit isimlerinden<br />

biri olacak. Ancak, yeteneklerinden artık iyice<br />

emin olan Almanya da onun peşini kolay kolay<br />

bırakacağa benzemiyor. Zira milli takım seçimi<br />

için üzerindeki yoğun baskılar sürmekte…<br />

Kendi kulübünde sağ kanat veya forvet arkası,<br />

U-20’de ise orta saha oynayan Hakan, mevkisel<br />

bazdaki ‘çok yönlülüğünü’ oyun stiline de<br />

yansıtmış durumda. Kendisinin bir Barcelona<br />

hayranı olması, bunda en büyük etkenlerden<br />

biridir elbet… Oradaki ‘topu almadan önce<br />

doğru karar alma ve uygulama’ felsefesini<br />

benimsemiş görünüyor. Elbette bu yolda ona<br />

yardımcı olacak doğuştan gelme bir yetenek<br />

olduğu da bir gerçek...


Büyüteç<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Artıları<br />

Kendisine dar alanda avantaj sağlayacak,<br />

yüzünü rahatlıkla rakip kaleye çevirebilecek<br />

ince bileklere sahip en başta… Aynı zamanda<br />

topla uzayan bir oyuncu olması, Karlsruher’deki<br />

o 12 gol, 12 asistlik sağ kanat performansını<br />

tesadüf olmaktan çıkarıyor. Ancak onu asıl<br />

farklı kılan şeyler; oyun görüşü ve her iki<br />

ayağıyla da kısa veya uzun paslar atabilesi.<br />

O nedenle zamanla daha bir orta saha gibi<br />

gelişmesi, hatta Pirlo gibi ‘derindeki oyun<br />

kurucu’ modeline evirilmesi; onu gelecekte çok<br />

daha paha biçilmez kılacaktır.<br />

İlk resmi golünü bir frikikle bulan Hakan,<br />

zamanla o konuda bir usta olduğunu kanıtladı.<br />

Hem plase hem de Cristiano Ronaldo’dan aşina<br />

olduğumuz “ölü yaprak vuruşu” ile çok sayıda<br />

frikik golüne, tehlikesine imza atabiliyor.<br />

Eksileri<br />

Elbette öyle bir bölge için sadece yetenek<br />

yetmez; kendisini hep oyunun içinde tutacak<br />

bir zihne, mantaliteye ihtiyacı var. Ancak<br />

o konuda biraz eksik gözüküyor. Özellikle<br />

U20 milli takımıyla sahaya çıktığı maçlarda,<br />

bazen ortalıkta gözükmeyebiliyor. Oysaki adı<br />

üstünde bu mevkinin, “oyun kurucu”… Toptan<br />

saklandığı her oyun, zaten hiç kurulmamış<br />

demek olacaktır. Aynı şekilde onu hem<br />

kondisyon olarak maçtan koparmayacak, hem<br />

de ikili mücadelelerde ona avantaj sağlayacak<br />

biraz daha güçlü bir fiziğe ihtiyacı var.<br />

Bahsetmeye değer…<br />

Oğuzhan Özyakup (Beşiktaş): Gerçek<br />

anlamda profesyonel kariyerine adım attığı<br />

ilk durak olan Beşiktaş’ta ortaya koyduğu<br />

performansla başarılı bir çaylak sezonuna<br />

imza atan 1992 doğumlu Oğuzhan,<br />

yaşıtları arasında da fazlasıyla sivrildiğini<br />

Makedonya U-21 karşısında da gösterdi.<br />

Türkiye U-21, nam-ı diğer Ümit Milli Takım<br />

formasıyla 2 gole imzasını koyan, bir asist<br />

yaptığı gibi bir de gole dönüşen penaltı<br />

pozisyonunun yaratıcısı pozisyonundaki<br />

Oğuzhan, Barcelona patentli rakip 10<br />

numara David Babunski’ye göre fazlasıyla<br />

dominanttı. 5-3 biten maçta attığı aşırtma<br />

golüyle gözlere de hitap eden Oğuzhan<br />

hakkında görüşlerine başvurduğumuz<br />

geçici Türkiye U-21 hocası Okan Burak da<br />

birçok futbolseverle aynı fikirde: Oğuzhan<br />

A milli takıma çok yakın.<br />

Ahmet Kamil Çörekçi (Kayserispor): 5-3<br />

sona eren karşılaşmada dikkat çeken tek<br />

isim Oğuzhan değildi. Kayserispor’un sağ<br />

beki Ahmet Kamil Çörekçi, ileri çıkışlarıyla<br />

göz doldurdu, doğrudan asist yapmasa da<br />

birçok gol pozisyonunun ana tetikleyicisi<br />

oldu. Ülkede çekilen sağ bek kıtlığı<br />

da düşünüldüğünde bu kadar başarılı<br />

bindirme yapan bir bekin A milli düzeyde<br />

bile şans bulma ihtimali hiç de az değil.<br />

Gelişimini takip etmekte fayda var.<br />

UĞUR KARAKULLUKÇU


F.R.E.E. Kick<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Özgehan Şenyuva<br />

AVRUPA FUTBOLU VE BALLON D’OR GELENEĞİ<br />

HOP HOP ALTIN TOP<br />

2012 FIFA Ballon d’Or Dünya’da Yılın<br />

Oyuncusu ödülünü Arjantinli Lionel Messi aldı.<br />

Messi’nin Cristiano Ronaldo ile olan amansız<br />

rekabetinden ödül gecesinde giydiği (Ankara<br />

ağzı ile söyleyecek olursam) denişik puantiyeli<br />

ceketine kadar ödülün farklı boyutları basın<br />

yayın camiasını hayli meşgul etti. Mart ayının<br />

sonunda ise, Jose Mourinho’nun ödül için<br />

kullanılan oylarla ilgili şüphelerini dile getirmesi<br />

ile Ballon d’Or tekrar gündeme geldi. Hazır<br />

konu hafızalarda taze iken, bu ödülün yarım<br />

asrı aşan tarihine ve Avrupa futbolu için temsil<br />

ettiklerine bir bakalım istedik.<br />

20-22 Şubat 2013 tarihlerinde FREE projesi<br />

olarak Stuttgart Almanya’da futbol tarihi<br />

konferansımızı düzenledik. Aynı zamanda<br />

FREE projesi direktörü olan Prof. Albrecht<br />

Sonntag, bu konferansta Ballon d’Or tarihi ile<br />

ilgili kapsamlı araştırmasının ilk bulgularını<br />

sundu. Kendisine bu yazıyı için paylaştığı veriler<br />

ve notlar için buradan teşekkürlerimi iletmek<br />

isterim. Konferansın programı ve sunuş<br />

notlarına www.free-project.eu sayfasından<br />

ulaşabilirsiniz.<br />

Messi hangi ödülü kazandı?<br />

Dikkatli futbol takipçileri piyasada bir ödülisim<br />

karışıklığı olduğunun farkına varmışlardır.<br />

2012 yılında Messi dünyada yılın oyuncusuna<br />

verilen FIFA Ballon d’Or ödülünü kazandı. FIFA<br />

Ballon d’Or ödülünü Messi daha önce 2010 ve<br />

2011 yıllarında da kazanmıştı. Peki haberlerde<br />

neden Messi’nin bu ödülü 4. kez kazandığı<br />

yazılmaktaydı? Her üniversitenin öğrenci<br />

topluluklarının yaptığı gibi kafasına göre ödül<br />

veren kurumlar mı söz konusuydu?<br />

Durum gerçekte tam tersi: İki farklı geleneksel<br />

ödül, FIFA’nın 1991 yılından itibaren vermeye


F.R.E.E. Kick<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

başladığı FIFA Dünyanın En İyi Oyuncusu<br />

Ödülü ile, Fransız spor gazetesi France<br />

Football’un 1956’da dağıtmaya başladığı<br />

Ballon d’Or (Altın Top) ödülleri 2010 yılında<br />

birleştirilmiş ve FIFA Ballon d’Or ismi ile<br />

dağıtılmaya başlanmıştır. Messi, 2012, 2011 ve<br />

2010 yıllarında işte bu birleşmiş FIFA Ballon<br />

d’Or ödüllerini, 2009 yılında ise o yıl son<br />

kez verilen FIFA Yılın Oyuncusu ödülünü ve<br />

FIFA Ballon d’Or ödüllerini ayrı ayrı kazanma<br />

başarısını göstermiştir.<br />

1956-2009: Bir Avrupa<br />

Geleneği Ballon d’Or<br />

2010 yılında birleştirilen iki ödülün daha köklü<br />

geçmişi olan ve daha tanınanı tabii ki Ballon<br />

d’Or idi. Zaman içinde şanlı geçmişi solan ve<br />

2010 yılında daha zengin ve biraz da sonradan<br />

görme FIFA’nın kanatları altına girmesine<br />

rağmen asaletinden birşey kaybetmeyen<br />

bu ödül, yarım asır boyunca Avrupa futbol<br />

coğrafyasında tüm futbolcuların rüyalarını<br />

süslemiş ve her yıl kazananıyla kaybedeniyle<br />

futbol camiasını hakkında konuşturmayı<br />

başarmıştır.<br />

1956 yılında Fransız gazeteci/yayıncı Gabriel<br />

Hanot’un fikir babası olduğu Ballon d’Or ödülü,<br />

Fransız haftalık spor gazetesi France Football<br />

tarafından verilmeye başlanmıştır. 1956 yılında<br />

Avrupa’nın en iyi futbolcusuna verilecek bir<br />

ödülün ortaya çıkması zamanlama açısından<br />

şaşırtıcı değildir; 1955/56 sezonu aynı zamanda<br />

ilk kulüpler arası Avrupa Şampiyonası’nın,<br />

yani günümüz Şampiyonlar Ligi’nin atasının<br />

oynandığı ilk sezon olmuştur. Bu Şampiyonlar<br />

Ligi fikrinin de Gabriel Hanot tarafından<br />

ortaya atıldığını ve bu fikri editörü olduğu<br />

France Football gazetesinin günlük kardeşi<br />

olan L’Equipe vasıtasıyla yaygınlaştırdığını<br />

söylersek, Ballon d’Or ödülünün ortaya çıkışının<br />

Avrupa futbol tarihindeki yerini vurgulamış<br />

oluruz herhalde.<br />

Her ne kadar ilk Şampiyonlar Kupasını Real<br />

Madrid, Stade de Reims Champagne karşısında<br />

4-3’lük zaferi ile kazanmış olsa da, tarihin<br />

ilk Ballon d’Or ödülü bir İngiliz efsanesine,<br />

Sir Stanley Matthews’e veriliyordu. İngiltere<br />

şampiyonunun düzenlenen ilk Şampiyonlar<br />

İlk ödülü alan 41 yaşındaki Sir Stanley<br />

Matthews kazanmıştı.<br />

Kupasına katılmadığını düşünürsek, Sir<br />

Stanley Matthews’un bu ödüle sadece o yıl<br />

gösterdiği performanstan ötürü değil, uzun<br />

futbol kariyerini taçlandırmak amacıyla layık<br />

görüldüğünü söyleyebiliriz. Zaten Stanley<br />

Matthews ödülü aldığında 41 yaşındaydı ve<br />

ödülü alan en yaşlı oyuncu ünvanını hala elinde<br />

tutmakta.<br />

Ballon d’Or ödüllerini, France Football gazetesi<br />

yazarları kendi aralarında kafalarına göre<br />

vermiyor, ödülü alacak oyuncu Avrupa’nın<br />

farklı ülkelerinden gelen spor yazarlarından<br />

oluşan bir jüri tarafından belirleniyordu. Bu<br />

jüri ile ilgili iki konu bizim için önemli: Birincisi,<br />

her ülkeden sadece bir gazeteci sadece bir oy<br />

verebiliyordu. Büyük veya küçük ülke ayrımı<br />

böylece ortadan kalkıyor ve her ülkenin sesi, en<br />

azından futbol alanında, eşit biçimde çıkıyordu.<br />

İkinci önemli konu ise, 1950’lerin ortasından<br />

itibaren Avrupa’yı etkisi altına alan Soğuk Savaş<br />

bu ödülü etkilemiyor ve Demir Perde en azından<br />

futbol alanında Doğu ile Batıyı bölemiyordu.


F.R.E.E. Kick<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Futbolun siyaset üstü birleştiriciliği ortaya<br />

çıkıyor ve jüri üyeleri hem Doğu hem de<br />

Batı bloğunun temsilcilerinden oluşuyor ve<br />

Ballon d’Or hem Doğu hem Batı bloğundan<br />

futbolculara veriliyordu.<br />

Siz Avrupalılar hepiniz, biz Latinler tek!<br />

Ballon d’Or bir Avrupa ödülü olarak<br />

tasarlanmıştı. 1956-1994 yılları arasında bu<br />

ödüle sadece Avrupa Ligleri’nde oynayan<br />

Avrupalı oyuncular aday olabiliyordu. Bu<br />

nedenle, Pele’nin ismi bu ödülle hiç anılmadı,<br />

hem Avrupalı değildi, hem de Avrupa’da<br />

oynamıyordu. Diego Maradona ise, Avrupa’da<br />

uzun yıllar oynamasına rağmen, Latin Amerika<br />

kontenjanına takılıyor ve hayatında eksik<br />

kalan çok ender başarılardan biri Ballon d’Or<br />

oluyordu. 1994 öncesi Avrupalı olmayan hiçbir<br />

oyuncuya bu ödülün verilmediğini unutan (ya<br />

da hiç bilmeyen) bazıları ise Messi-Maradona<br />

karşılaştırması yaparken utanmadan<br />

Maradona’nın bu ödülü hiç almamış olmasını<br />

bir kanıt olarak sunmaya çalışmaya devam<br />

ediyorlar.<br />

İşin aslında Latin Amerikalı futbolcular bu<br />

ödüle çok uzun süre yabancı kalmıyorlardı.<br />

Real Madrid’in efsane oyuncusu Alfredo Di<br />

Stefano, Arjantin doğumlu olmasına ve 6 kez<br />

Arjantin Milli Takımı formasını giymesine<br />

rağmen, aynı zamanda İspanya vatandaşı da<br />

olması nedeniyle 1957 yılında Ballon d’Or ile<br />

ödüllendiriliyor ve bu ödüle 1959 yılında tekrar<br />

layık görülüyordu. Arjantin doğumlu ve Arjantin<br />

vatandaşı olan bir futbolcunun bu ödülü<br />

kazanması ise ancak 2009 yılında Lionel Messi<br />

ile oluyordu.<br />

Futbol camiası yaşanan coğrafi genişlemeye<br />

ve farklı kıtalardan gelen yetenek abidesi<br />

oyunculara ise daha fazla kayıtsız kalamıyor<br />

ve 1994 yılında Ballon d’Or kuralları<br />

değiştiriliyordu. Yeni kurallara göre, Avrupa<br />

Ligleri’nde oynayan herhangi bir futbolcu, hangi<br />

ülkenin vatandaşı olduğuna bakılmaksızın<br />

ödüle aday gösterilebiliyordu. Zaten bu kural<br />

değişikliğini takip eden ilk yıl olan 1995’de<br />

ödülü Liberyalı George Weah alıyordu. George<br />

Weah’ın bu ödülü, Avrupa ve hatta Dünya<br />

futbolunu derinden etkileyecek olan Bosman<br />

kararının Avrupa Adalet Divanı’ndan çıktığı<br />

ayda almış olması ise kaderin garip bir cilvesi<br />

olsa gerek. Bosman kararını takiben Avrupa’da<br />

serbest bırakılan oyuncu hareketliliği futbolun<br />

sınırlarını geri dönmemecesine yıkıyordu, tıpkı<br />

Weah’ın bir Avrupa geleneği olan Ballon d’Or<br />

alan ilk Avrupa dışı futbolcu olması gibi.<br />

Latin Amerikalı oyuncular da 1995 sonrasında<br />

varlıklarını ispat ediyorlardı. Brezilyalı 4 oyuncu<br />

bu ödülü 5 kez alırken (Ronaldo 1997 ve 2002,<br />

Rivaldo 1999, Ronaldinho 2005, Kaká 2007),<br />

Arjantinli Messi 2009 yılından itibaren adı<br />

değişse bile bu ödüle abone oluyordu.<br />

2007 yılında ise ödül artık tüm dünya liglerine<br />

ve oyuncularına açılıyor ve jüri sayısı ise tüm<br />

dünyadan gazetecilerin katılımı ile 96’ya<br />

çıkıyordu.<br />

Kimler geldi kimler geçti<br />

Her ne kadar bir Fransız gazetesi tarafından<br />

verilse ve adı Fransızca olsa da Fransız<br />

oyuncuların bu ödülde avantajlı olduklarını<br />

iddia etmek mümkün değil. 1956-2009 yılları<br />

arasında bu ödül 4 Fransız oyuncuya 6 kez<br />

veriliyordu (Kopa 1958, Platini 1983, 1984<br />

ve 1985, Papin 1991, Zidane 1998). Bu ödüle<br />

ambargo koyanlar ise 7 ödülle Batı Alman ve<br />

Hollandalı futbolcular oluyordu (Almanya:<br />

G. Müller 1970, Beckenbauer 1972 ve 1976,<br />

Rummenigge 1980 ve 1981, Matthäus 1990,<br />

Sammer 1996) (Hollanda: Cruyff 1971, 1973 ve<br />

1974, Gullit 1987, Van Basten 1988, 1989 ve<br />

1992).<br />

Doğu Bloğu futbol efsaneleri de bu ödülü<br />

zaman zaman ülkelerine götürüyor ve Soğuk<br />

Savaş’ın en şiddetli yıllarında siyasi olarak<br />

bölünmüş Avrupa’nın ortak kültürel hafızasına<br />

adlarını yazdırıyorlardı. Baskıcı rejimlerin her<br />

türlü toplumsal ilişkiyi engellemeye çalıştığı<br />

dönemlerde bile, Lev Yaşin (SSCB-Rusya),<br />

Albert (Macaristan), Masopust (Çekoslovakya),<br />

Blokhine, Belanov (SSCB-Ukrayna) gibi isimler<br />

oynadıkları güzel futbol ile Ballon d’Or ödülünü<br />

kazanıyor ve hayatın Demir Perde’nin her iki<br />

tarafında da devam ettiğini hatırlatıyorlardı.<br />

Her ne kadar oyuncuların ülkeleri farklı olsa da,<br />

aynı çeşitliliğin kulüp düzeyinde de olduğunu


F.R.E.E. Kick<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

söylemek mümkün değil. Ballon d’Or kazanan<br />

futbolcuların ödülü aldıkları yıl oynadıkları<br />

takımlar sıralandığında belirli takımların<br />

tartışılmaz bir üstünlüğü söz konusu.<br />

Barcelona, Juventus ve Milan kulüplerinde<br />

oynayan futbolculara 8’er Altın Top ödülü<br />

giderken, onları 6 ödül ile Real Madrid ve 5<br />

ödülle Bayern Münih takip etmekte.<br />

2010: Yeni kurallar yeni bir başlangıç<br />

2010 yılında, France Football gazetesinin sahibi<br />

Amaury grubu, FIFA ile imzaladığı protokol<br />

ile Ballon d’Or ödülünü ve tüm isim haklarını<br />

oluşturulan yeni ödüle devrediyordu. FIFA’nın<br />

1991 yılından itibaren vermekte olduğu FIFA<br />

Dünyanın En İyi Oyuncusu Ödülü ile birleştirilen<br />

Ballon d’Or, FIFA Ballon d’Or ismi ile tüm<br />

dünyaya açılıyor ve kadın futbolcular da Ballon<br />

d’Or eksenine dahil ediliyordu, ancak önemli<br />

bir ayrıntı ile. Erkek oyuncular FIFA Ballon d’Or<br />

ödülü alırken, kadın futbolcular FIFA Dünya’da<br />

Yılın Kadın Oyuncusu ödülünü alıyorlar.<br />

FIFA Ballon d’Or ödülünün jürisi de<br />

küreselleşmeye uygun bir hale geliyor ve spor<br />

gazetecilerinin tekelinden çıkarılıyordu. FIFA<br />

Ballon d’Or jürisi üçlü bir yapıdan oluşmakta:<br />

FIFA üyesi her federasyona (Bağımsız ülke<br />

olmadan da UEFA ve FIFA üyesi olmak<br />

mümkün. Kafası karışanlar gene bu köşede<br />

daha önce yayınlanan FIFA, Birleşmiş Milletler<br />

ve Kosova Cumhuriyeti yazısına bakabilirler)<br />

bağlı milli takım teknik direktörleri bir oy; milli<br />

takım kaptanları bir oy ve spor yazarlarından<br />

bir gazeteci de bir oy kullanma hakkına<br />

sahipler. Lionel Messi’nin kazandığı 2012<br />

oylamasında Türkiye A Milli Futbol Takımı<br />

teknik direktörü sıfatı ile Abdullah Avcı, Türkiye<br />

A Milli Futbol Takımı kaptanı olarak Emre<br />

Belözoğlu ve gazeteci Selçuk Manav (France<br />

Football gazetesinin Türkiye temsilcisi olması<br />

nedeniyle) oy kullanmışlardır. İlginç bir not<br />

verelim, bu üç ismin de ilk tercihi Lionel Messi<br />

değildir.<br />

Avrupa eksenli dünya kapsamlı<br />

Avrupa ortak kültür hafızasında önemli bir<br />

yeri olan Ballon d’Or ödülü yeni formatıyla<br />

yeni efsaneler yaratmaya ve konuşulmaya<br />

devam ediyor. FIFA’nın sahip olduğu geniş<br />

ağlar, hemen her maçın ve oyuncunun yeni<br />

Ballon d’Or’u kazanan ilk Afrikalı George<br />

Weah.<br />

teknolojiler sayesinde geniş kitlelere ulaşması<br />

ve küresel oyuncu hareketliliği bu ödüle<br />

duyulan ilgiyi arttırmış durumda. Eskiden<br />

insanların ancak radyodan dinleyebildikleri veya<br />

bir gün sonra gazeteden okuyabildikleri goller<br />

ve oyuncular artık milyarlara canlı ulaşmakta.<br />

Youtube oyunculara adanmış video kliplerle<br />

dolup taşmakta ve takım tutar gibi oyuncu<br />

tutanlar çoğalmakta. Messi-Cristiano Ronaldo<br />

tarzı kapışmalar ise ilgiyi daha da arttırmakta.<br />

Ancak gerçek olan, bu ödülün hala Avrupa<br />

temelli olması… Özellikle Şampiyonlar Ligi<br />

performansının temel alındığı ise saklanmayan<br />

bir sır. Milli takımı ile henüz bir başarıya<br />

ulaşamamış Messi’nin bu ödüle ambargo<br />

koyması bu açıdan bakıldığında bir tesadüf<br />

değil. Oyuncular ve jüri dünyanın farklı<br />

köşelerinden gelseler de, ana sahne hala<br />

Avrupa...<br />

Sonuç yerine bir bilgi notu ile bitirelim: tarih<br />

boyunca bu ödül genellikle ileri uçta oynayan<br />

ve gol atan oyunculara verilmiş. Oyunbozan<br />

kalecilerden bu ödülü alan tek kişi ise Lev<br />

Yaşin, o da 1963 yılında.


F.R.E.E. Kick<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

Ballon d’Or’u kazanan tek kaleci Lev Yaşin.<br />

Platini üst üste 3 kez Ballon d’Or’u kazanınca.<br />

Football Research in an Enlarged Europe -<br />

FREE, Avrupa Komisyonu 7. Çerçeve Programı<br />

tarafından desteklenen bir Avrupa araştırma<br />

projesidir. 8 ülkeden 10 üniversitenin yürüttüğü<br />

FREE projesine Türkiye’den ODTÜ Avrupa<br />

Çalışmaları Merkezi’nden<br />

(www.ces.metu.edu.tr) Y.Doç.Dr. Özgehan<br />

Şenyuva ve Y. Doç. Dr. Başak Z. Alpan<br />

katılmaktadır. Proje hakkında daha fazla bilgiye<br />

www.free-project.eu sayfasından ve @Free_<br />

project_eu twitter hesabından ulaşabilirsiniz.<br />

France Football Ballon d’Or<br />

Kazanan Futbolcular<br />

2009 - Lionel Messi<br />

2008 - C. Ronaldo<br />

2007 - Kaka<br />

2006 - F.Cannavaro<br />

2005 - Ronaldinho<br />

2004 - A. Shevchenko<br />

2003 - P. Nedved<br />

2002 - Ronaldo<br />

2001 - M.Owen<br />

2000 - L. Figo<br />

1999 - Rivaldo<br />

1998 - Z. Zidane<br />

1997 - Ronaldo<br />

1996 - M. Sammer<br />

1995 - G. Weah<br />

1994 - H. Stoitchkov<br />

1993 - R. Baggio<br />

1992 - M. Van Basten<br />

1991 - J-P. Papin<br />

1990 - L. Matthaeus<br />

1989 - M. Van Basten<br />

1988 - M. Van Basten<br />

1987 - R. Gullit<br />

1986 - I. Belanov<br />

1985 - M. Platini<br />

1984 - M. Platini<br />

1983 - M. Platini<br />

1982 - P. Rossi<br />

1981 - K-H. Rummenigge<br />

1980 - K-H. Rummenigge<br />

1979 - K. Keegan<br />

1978 - K. Keegan<br />

1977 - A. Simonsen<br />

1976 - F. Beckenbauer<br />

1975 - O. Blokhin<br />

1974 - J. Cruyff<br />

1973 - J. Cruyff<br />

1972 - F. Beckenbauer<br />

1971 - J. Cruyff<br />

1970 - G. Müller<br />

1969 - G. Rivera<br />

1968 - G. Best<br />

1967 - F. Albert<br />

1966 - B.Charlton<br />

1965 - Eusebio<br />

1964 - D. Law<br />

1963 - L. Yaşin<br />

1962 - J. Masopust<br />

1961 - O. Sivori<br />

1960 - L. Suarez<br />

1959 - A. Di Stefano<br />

1958 - R. Kopa<br />

1957 - A. Di Stefano<br />

1956 - S. Matthews


Mevzubahis<br />

HF<br />

#<br />

75<br />

FIFA VİRÜSÜ<br />

Deyimi literatüre katan İspanyollar. Son<br />

dönemde milli maç haftaları sonrası çıkan<br />

sürpriz sonuçlarda akla gelen ilk söz bu. Üç<br />

temel sebep var ki birincisi sakatlıklar. Milli<br />

takımdan sakat dönen oyuncuların çokluğu<br />

kulüpler için hemen akla virüsü getiriyor.<br />

İkincisi işin moral tarafı. Milli takımıyla<br />

turnuva şansını kaybeden ya da kritik maçı<br />

kazanamayan oyuncuların bu virüsün<br />

etkisinden kulüplerinde oynadıkları ilk maçta<br />

çıkamadıkları belirtiliyor. Üçüncüsü ise<br />

yorgunluk ve bir arada antrenman yapamama.<br />

Zor ve tempolu bir maçın ardından uzun<br />

deplasman dönüşlerinin yanısıra takım olmayı<br />

henüz oturtamamış kulüp kadrolarında bu<br />

virüsün etkili olduğu söyleniyor.<br />

Elbette ki virüsten beklenen sonuçlar<br />

gelmeyince bahsediliyor. İstenen sonuçlar<br />

alınmışsa kimsenin aklına virüsün geldiği yok.<br />

Kuponlarınızı yaparken FIFA virüsüne de dikkat<br />

etmeyi unutmayın.<br />

ALMANYA<br />

224 Schalke-Hoffenheim TGS 2-3 1,85<br />

222 Freiburg – M’gladbach 2,5G A 1,70<br />

420 Wolfsburg-Nürnberg 2,5G A 1,65<br />

436 G. Fürth - E. Frankfurt 2,5G A 1,55<br />

FRANSA<br />

Toplam Oran: 8.04<br />

328 Ajaccio-Toulouse İY 0 1,75<br />

329 Bordeaux-Lorient MS 1 1,75<br />

406 Nice-Marsilya 2,5G A 1,50<br />

456 Lyon-Socheaux HMS 1 2,05<br />

Toplam Oran: 9,42<br />

İNGİLTERE<br />

193 Sunderland-Man Utd MS 2 1,45<br />

235 Swansea-Tottenham İY 0 2,10<br />

236 West Ham-WBA 2,5G A 1,70<br />

306 Everton-Stoke 2,5G A 1,60<br />

İSPANYA<br />

Toplam Oran: 8,28<br />

293 Celta Vigo-Barcelona TGS 4-6 2,05<br />

333 Zaragoza-Real Madrid HMS 2 2,00<br />

457 A.Madrid-Valencia 2,5G A 1,70<br />

İTALYA<br />

Toplam Oran: 6,97<br />

211 Lazio-Catania MS 1 1,85<br />

212 Palermo-Roma MS 2 1,85<br />

214 Udinese-Bologna MS 1 1,80<br />

341 Torino-Napoli 2,5G A 1,55<br />

Toplam Oran: 9,24

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!