You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İstanbul Amargi - Feminizm Tartışmaları Feminist Ütopyalar ve Politika<br />
uyum içinde olan iki cins olarak kurguluyorlar.<br />
Son olarak, Zamanın Kıyısındaki Kadın’ın karakteri olan<br />
Connie’nin iki dünya arasında seçim yapma şansı olduğu gibi bizim<br />
de var. O, bulunduğu toplumda en değersiz görünen insan<br />
ama kitabın sonunda yaptığı seçimle en küçük insanın bile bir şey<br />
yapması gerektiğini düşündürerek bitiriyor kitabı. Bu anlatı statik<br />
duran, “yaptım buyurun” diye sunulan bir toplum tarifi yerine,<br />
bizim de bir şey yapabileceğimizi ve hangi geleceğe ulaşmak istediğimize<br />
karar verip bunun için yapmamız gerektiğini göstererek,<br />
“ucu açık” bir şekilde bitiyor.<br />
Aksu: Feminist ütopyalar üzerine konuşacağımı söylediğim zaman<br />
Ankara’daki bir arkadaşım, Eser Köker çok güldü bana. Ben<br />
hiçbir zaman ütopyaları sevmedim. Konuşmama bu itirafla başlayayım.<br />
Feminist olanları da sevmedim, eskileri de sevmedim. Bu<br />
durumda neden sürekli ütopyalarla uğraşmak zorunda kaldığımı<br />
da herhalde anlatmam gerekir. Hem ütopya çok okurum, hem<br />
üzerine çok fazla konuşur, tartışırız. Bu çerçevede aslında biraz da<br />
kişisel bir hikâye anlatacağım.<br />
Yasemin’in söylediği gibi dört başı mamur bir toplum kurma<br />
hikâyesinin ne kadar sıkıcı bir şey olduğu belli zaten, sevmemek<br />
için de yeterli bir sebep bence. Fakat feminist ütopyalar da dâhil<br />
olmak üzere daha eleştirel olanlarda da, hatta Ursula K. Le Guin’in<br />
yazdıklarının pek çoğunda (Mülksüzler de öyle bence) şöyle bir<br />
şey var: Toplumu tarif edebilir ve açık uçlu, cinsiyet geçişlerinin<br />
olduğu iyi bir toplum tarifi yapabilir. Ama bu nihayetinde Platon<br />
kadar mufassal olmasa da dünyanın nasıl bir yer olması gerektiğinin<br />
tarifidir ve bunu yaparken de benim hakkımda, içinde yaşadığın<br />
toplum hakkında konuşuyorsun demektir ve ben bu yüzden<br />
ütopyanın hep politikayı imkansız hale getiren bir şey olduğunu<br />
hissetmişimdir. Karşı-ütopyalar daha eğlencelidir çünkü onunla<br />
politika yapabilirsin. Mesela Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı bence<br />
bugünü anlatıyor; anlattığı hikâyede, “Bizi bekleyen riskler nedir?”<br />
sorusunu düşünmek için çok uygun giriş noktaları var.<br />
Platon’dan beri erkeklerin yazdığı ütopyalarda başka türlü<br />
bir kurgu var. Çünkü “Toplum nedir? Nasıl bir yerdir?” diye bakmak<br />
için yukarıdan bir bakış lazım. Sonra kadınlardan bahsedeceğim,<br />
bence onlar da pek sık bunu yapıyorlar. Platon, adı “Devlet”<br />
olan bir şey yazıyor çünkü ancak devletin organizasyonu içinde<br />
iyi bir toplumun olabileceğini düşünüyor. “Nüfus şöyle olmalıdır,<br />
tarlalar agoraya uzak olmalıdır ki gelip gitmeleri kolay olmasın,<br />
gelmek de istemesinler çünkü buraya gelmenin onlara bir faydası<br />
olmayacaktır,” gibi bugün aslında bize o kadar da uzak gelmemesi<br />
gereken şeyler söylüyor. Bir de şunu söylüyor kızarak, “Aslında<br />
tanrılardan şüphe ettiğimiz için bozulma başladı çünkü tanrının<br />
yürüttüğü, devletin yürüttüğü düzen doğru düzendi. Hamuru bakırla,<br />
altınla, gümüşle yoğrulmuş olan insanlar var ve aslında her<br />
birinin bu dünyada yapması gerekenler farklı şeylerdir ve siz bunlarda<br />
şüpheye düştükçe ve meşruiyeti dışsallıkta değil de burada<br />
aramaya başladıkça bozulma başlar ve sorun olur,” diyor.<br />
Böyle başlayan bir politika macerasında dışsallığı unutma,<br />
yok etme gibi bir eğilim var; “şeref” kodunun yerine “çıkar” kodunun<br />
gelmesi gibi: “Meşruiyeti burada bulacağım, tanrılarda değil,<br />
tanrının kendisinde de değil, şerefte de değil. Buradaki daha iyi<br />
yaşamda, bu dünyada ve yaşayan başka insanlar hakkındaki fikirlerimde,<br />
meşruiyeti ancak buralarda üretebilirim.” Böylece dışsallığın<br />
yavaş yavaş ortadan kalktığını yani sekülerleşme denilen<br />
hikâyenin başladığını görüyoruz.<br />
Dışsallaşma dediğimizde sadece dinsel ve tanrısal bir şeyden<br />
bahsetmiyoruz. Ütopya da bence böyledir ve ütopyada iyi bir şey<br />
varsa bence o da dışsallıkla ilgili olmasıdır. Şimdi burada, buradaki<br />
ilişkiler, buradaki isimlerimiz, buradaki sıfatlarımızla ilgili olmayabilmesidir.<br />
Ki ütopyanın sınırlandığı zaman ve sinir bozucu<br />
olduğu yer buradan üretilmesidir, bu sıfatlarla konuşulmasındadır,<br />
açıldığı zaman da bize başka imkânların olduğunu hayal ettirebilmesindedir<br />
bence. Aslında bu anlamda bütün politik tarihe<br />
baktığımızda onu bir içerme tarihi olarak düşünebiliriz. Dışarıda<br />
kalmış olanları içermek; demokrasi de böyle bir şey. Daha yoksul<br />
olan insanların da siyasi temsillerinin olması, kadınların içeriye<br />
alınması, göçmenlerin içeriye alınması gibi şeylerle giderek merkezin<br />
genişlemesi, daha da önemlisi dışarıda kalanların mümkün<br />
olduğu kadar içeriye alınması ki hak söylemi bize bunu anlatır.<br />
Hak dediğimiz şey içe girme talebidir, bir şekilde “Ben de orada<br />
olmak istiyorum,” talebidir. Farklı tarihsel koşullarda, farklı biçimlerde<br />
de olsa özünde bütün hakların böyle bir tarafı var. Farklı<br />
şekillerde derken şunu kast ediyorum: Kaynakların yeniden dağıtımı<br />
meselesi var. Hem maddi hem de temsil gibi kaynakların<br />
daha eşit dağıtılması için içeriye girmek, “bana da ver” anlamına<br />
geliyor. Kadınların mülk sahibi olabilme isteği, eğitimde yer alabilme<br />
istekleri, bunlar hak söylemi içinde ve kaynakların yeniden<br />
dağıtımı içinde yer alırlar.<br />
Tarihsel olarak bunları birbirinin arkasından geliyormuş gibi<br />
algılıyoruz ama her zaman öyle değil. Charlotte Perkins Gilman<br />
bize 20. yüzyılın başında tanınma meselesinden bahsetmişti aslında,<br />
tanınmayla ilgili içerilme talepleriydi bunlar. “Ben buradayım,<br />
beni gör” talebi sadece maddi kaynaklardan yararlanma<br />
talebi değildir. Aynı zamanda “Ben anne olduğum için, bedenim<br />
512 513