İstanbul Amargi - Feminizm Tartışmaları Farklılıklarımızla Yanyana (mıyız?) erkek egemen sistemin kamusal köleleri haline getiriliyoruz. Artık kamusal bir tüketim nesnesiyiz. Evlerdeki görünmez emeğimiz iş hayatında ucuz işgücüne ve çoğu zaman angaryaya dönüşüyor. Kapitalizmle birlikte en önemli kâr alanı ve ulusal ekonomilerin belirleyici bir unsuru haline gelen seks işçiliği toplumsal konumumuzu yeniden üretiyor. “Fahişeliğin” bu kadar yaygın olduğu günümüzde bizler bu kurumda üretilen değerlerin damgasını taşıyoruz. En ilkel köle ticaretini aratmayan ve “beyaz kadın ticareti” olarak tanımlanan bu sektör, diğer sektörlerin bize yaklaşımlarını besliyor ve kendini onlara dayanarak var ediyor. Kapitalizmin en kapsamlı sömürüsüne maruz kalan bizler emeğine, kendine, topluma ve yaşama en fazla yabancılaşan toplumsal kesim haline geliyoruz. Toplumsal rollerimize uygun ekonomik roller üstlendiğimiz için ezilmişliğimiz ve sömürülmemiz daha da güçleniyor. Artık sadece ailenin değil, ekonomik çıkar çevrelerinin dolayısıyla çok daha kurumlaşmış bir erkekliğin karısı haline geldik. Bu alanda bir yandan sürekli cinsel ve fiziksel müdahalenin şiddetine maruz kalırken, bir yandan da yabancı olduğumuz ilişkiler içinde korunmak ve kendimizi kabul ettirmek için maskelere bürünmek ve şekilden şekile girmek zorunda kalıyoruz. Bu alandaki “başarılarımız” eş ve annelik konularında başarılı olduğumuz ölçüde değer kazanıyor. Kamusal alanın tarih, sanat, din, sosyal bilimler, dil, siyaset, spor, sağlık gibi parçaları tüm toplumsal ilişkilerde olduğu gibi erkeklik tarafından, erkekler için ve erkeklerin ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Biz bu alanların içinde varolsak da, öznesi haline gelemiyoruz. Örneğin biz kadınlarla nesneleştirme temelinde ilişki kuran erkek sanatçı, bize “ilham perisi” olarak değer biçiyor, bedenimizin sömürülmesi bu alanda da devam ediyor. Sanatsal beğeni ölçüleri bu yaklaşımın egemenliğinde biçimlendiği için, biz sanatçı olduğumuzda da bu durum değişmeyebiliyor veya eserlerimiz görünmez kılınıyor. Bu sanat, bize toplumsal rollerimizi belletmede toplumun diğer kurumlarından geri kalmıyor. Ya da sosyal bilimlere toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamak temelinde bir eleştiri getirmek istediğimiz zaman, çalışmalarımız kadın araştırmaları kürsülerine sıkıştırılıyor, eleştirilerimiz marjinalleştiriliyor. Dilden dışlanıyoruz. İnsanlığın anlatıldığı metinlerde özne her zaman erkek olarak varsayılıyor, genel ifadeler kadını kapsamıyor. Bizden istisna durumlarda bahsediliyor. Bilimsel ve sanatsal fikirlerin yaratıcısı olduğumuz zaman da bizden istisna olarak bahsediliyor. Örneğin yazar değil de, “kadın yazar” olabiliyoruz. Varolan siyaset kurumlarında modernleşme adına kadına niceliksel anlamda yer verilse de, toplumsal konumumuz değişmiyor. Hatta toplumsal rollerimize uygunluğumuz ölçüsünde değer kazanıyoruz. Sözlerimiz ve davranışlarımız, politik tavrımızla değil cinsel kimliğimizle değerlendiriliyor. Egemen siyasete karşı tavır geliştiren erkekler vatan haini olurken, biz “orospu” oluyoruz. Siyasete toplumsal cinsiyet rolleri eleştirisi temelinde yaklaştığımızda, ürettiğimiz politikalar siyasetin konusu olarak görülmüyor, hem kadınlar hem erkekler tarafından marjinalleştiriliyor. Bu alandaki emeklerimiz kadının “doğal” toplumsal sorumluluklarından kaçması olarak değerlendirilirken, özgürlük mücadelesi veren erkekler tarafından da basit bir konu olarak görülüyor. Tüm bunlar, binlerce yıldır çözülmeyen kadın-erkek çelişkisinde üretilen iktidar ve şiddet kültürünün diğer iktidar biçimleriyle iç içe geçerek sosyal, siyasal, düşünsel, kültürel bir egemenlik sistemine dönüşmesi anlamına gelen ataerkilliğin sonuçları. Ataerkillik, şiddetin çeşitli biçimlerini yeniden üreten, besleyen, uygulayan bir yapıya sahip. Emek sömürüsüne, cinsiyetçiliğe, militarizme, milliyetçiliğe, ırkçılığa, heteroseksizme, yaş hiyerarşisine vb. dayalı çeşitli toplumsal şiddet türlerini kimi zaman iç içe, kimi zaman birisini öne çıkararak uyguluyor. Dolayısıyla ataerkillik, cinsel, kültürel, sosyal, dinsel ve etnik temelli baskı, asimilasyon, sömürü ve dışlama mekanizmalarını sürekli yeniden üretiyor. Bu zeminde ortaya çıkan herhangi bir sınıf ise, egemenliğini ataerkil sosyal, kültürel ve siyasal yapıya dayandırarak geliştiriyor. İçinde bulunduğumuz çağda, ataerkilliğin en ileri aşamasını yaşıyoruz. Toplumsal irade hiçbir dönem olmadığı kadar merkezileşti. Parçalı görüntüsüne rağmen ataerkillik gittikçe daha fazla merkezileşmekte, her parçayı kendi iktidarına özel yöntemlerle bağlayarak işlev yüklemekte. Biz kadınlar ataerkil sistemin suç ortaklarıyız. Ataerkillik salt erkeklerin eseri değil. Tarih boyunca kadınlar olarak özgün direniş biçimleri geliştirmiş olsak bile, sisteme uyum sağladık ve ataerkil ilişkiler içinde şekillendik. Ataerkillik, cinsel ayrımın toplumsal örgütlenişinde bizi kabaca dışlamadı, sembolleştirme, kutsal kılma, araçsallaştırma ve nesneleştirme yöntemleriyle kadınsılığın içeriği bu dışlama yolu ve süreçleriyle oluştu. Ataerkillik kültür-doğa ilişkisini nasıl kuruyorsa, kadını doğa ile özdeşleştirerek bizimle benzer bir ilişki kurmakta. Dolayısıyla, erkeksi olan gibi, kadınsı olan da ataerkil kültürün bir ürünü. Bu çerçevede oluşan toplumsal cinsiyet rolleri alışkanlıklarımızı, kişiliğimizi, korkularımızı, değerlerimizi şekillendiriyor, bizi kendi benliğimize yabancılaştırıyor. Aynı zamanda bu kültür direnişlerin de etkilerini taşıyor. Ataerkilliğin kurumsallaşma tarihi siyasetin ve bilimin topluma yabancılaşarak ayrı ayrı kurumsallaşmasının da tarihi. Toplum, bir yandan yaşadığı yoğun deneyimlerin karmaşıklığında “sağduyu” denilen ve ideolojilerin içkinleştiği bilinçaltının iç tepkileriyle tarihin izini sürerken, bir yandan bu tarihin bilgisi, onu yaratanlara yabancılaşarak ayrı bir alanda kurumsallaştı. Toplumlar bilinç ve iradeden yoksun kaldılar, yani özgürlükten uzak kalındı. Onlar adına bilinç geliştiren ve onlar adına irade olan kurumlar güçlendikçe, toplumlar zayıfladı, ataerkillik kendisini bu 408 409
İstanbul Amargi - Feminizm Tartışmaları 410 yabancılaşma, bu parçalanma ve zayıflık temelinde örgütledi. Günümüzde de bu örgütlenme, en gelişmiş biçimiyle sürmekte. Diğer bir ifadeyle, eğitim kurumları ve siyasal örgütlenme biçimleri, topluma ve gündelik yaşama olan uzaklıkları nedeniyle, ataerkil sistemin temel dayanakları. Biz kadınların kurtuluşu, ataerkil sistemin radikal dönüşümüyle gerçekleşebilir. Bunun için akademikleşmiş bilginin, yaşam ve siyasetin iç içe kurumsallaşmasının imkanlarını geliştirmeliyiz. Ataerkilliğin suç ortakları olduğumuz için, her alanda toplumsal cinsiyetimizin bize yüklediği duygular, yaşam, çalışma, ilişkilenme ve düşünme biçimlerini değiştirecek örgütlenmeler yaratmalıyız. Varolan örgütlenme biçimlerinin hemen hemen tümü, kadınların dışlandıkları binlerce yıllık ataerkil şiddet ve iktidar kültürünün birikimiyle oluştuğu için, erkeklerden öğrendiğimiz örgütsel modelleri, yaşam biçimlerini tarihsel bir eleştiri süzgecinden geçirmeye ihtiyacımız var. Değiştirmek için değişmeye, kendimizi sorgulamaya ihtiyacımız var. Özgürlüğü bir macera değil ciddi bir yaşam seçeneği olarak ele almalıyız. Öğrenmemizi zorlaştıran, bize dayatılan yaşamı aşmamızı, akıp çoğalmamızı engelleyen her türlü alışkanlık, gelenek ve bağlılıklarımızın zincirinden kurtulurken öğreneceğiz özgürlüğü. Amargi Kadın Akademisi Girişimi 2001