ÖZET Ahmet Rıfkı - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi
ÖZET Ahmet Rıfkı - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi
ÖZET Ahmet Rıfkı - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
BEKTAŞİ AHMET RIFKI, HAYATI VE ESERLERİ<br />
<strong>ÖZET</strong><br />
Dr.Hayriye TOPÇUOĞLU<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> (1884-1935), <strong>Bektaş</strong>îlik alanında yaptığı çalışmalarla tanınmıştır. <strong>Bektaş</strong>î<br />
nefeslerini topladığı bir antoloji hazırlamıştır. <strong>Bektaş</strong>î Sırri adıyla yayımladığı üç ciltlik eserinde<br />
<strong>Bektaş</strong>îliğin tarihçesi <strong>ve</strong> gelenekleri üzerinde durmuştur. II. Meşrutiyet dönemi mizah dergilerinde<br />
yöneticilik tecrübesi de olan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın mizahî şiirleri <strong>ve</strong> yazıları yayımlanmıştır. Ayrıca Nakus-<br />
ı Adem adlı şiir kitabı <strong>ve</strong> Hizmetçi Belası adlı bir romanı bulunmaktadır. Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası<br />
içinde siyasetle de ilgilenmiş; Millî Mücadele aleyhtarlığı dolayısıyla 1921'de yurt dışına çıkmış <strong>ve</strong><br />
İskeçe'de ölmüştür.<br />
ABSTRACT<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> (1884-1935), is famous for his works on the Bektashi order in his work Bektashi Sırrı composed of three<br />
volumes, he mentinoed about the history and traditions of the Bektashi order. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> who had the experience of management<br />
published humorous poems and writings in humorous magazines in the period of Constitutional Monarch II. Besides, he has a poetry<br />
book called Nakus-ı Adem and a no<strong>ve</strong>l called Hizmetçi Belası. He was interested in politics working for the Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası<br />
(The Party of Freedom and Consensus). Having been rebellious again National Straggle, he had goen abroad in 1921; died in İskeçe.<br />
1908-1923 yılları, her alanda arayışlarla doludur. Siyasî <strong>ve</strong> kültürel zemin birbiri içine geçmiş, birbirini doğrudan etkilemiştir.<br />
Otuz üç yıllık bir dönemin ardından, üstelik her cephede var olma mücadelesiyle karşı karşıya kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun aydını,<br />
1908 sonrası, adeta mucize saydığı II.Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte, Osmanlı’nın içindeki dinamikleri yeniden hayata taşıyabilecek<br />
kanalları yoklama, açma sorumluluğunu kendinde hissetmiştir. Potansiyel kanallar, milliyetçilikten sosyalizme, İslam’da modernizm<br />
arayışlarından “asr-ı saadet”e sadık kalışa kadar geniş bir düşünce evrenine yayılır.<br />
II.Meşrutiyet sonrasında, ilgi alanları mizah, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası <strong>ve</strong> millî mücadele<br />
aleyhtarlığında kesiştiği için, birbirine kolaylıkla karıştırılabilen iki <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> vardır. İkisi de A.<strong>Rıfkı</strong><br />
imzasını atar; ikisi de isimlerinden çok lakaplarıyla tanınır. Biri, dostlarının Sakallı <strong>Rıfkı</strong> diye bildiği, <strong>Rıfkı</strong><br />
Baba dediği, Deli <strong>Rıfkı</strong> diye takıldığı yazar <strong>ve</strong> şair <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dır. Roman, mizahî yazılar, şiir <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>îlikle<br />
ilgili çalışmalarıyla bilinen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Derviş Ruhullah müstearıyla da tanınır. Diğeri, <strong>Türk</strong> karikatür<br />
tarihinde, başarısıyla adına mutlaka yer <strong>ve</strong>rilen, ancak millî mücadele aleyhtarlığını fiiliyata döktüğü için<br />
"hain" sıfatıyla anılan karikatürist <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dır.<br />
Şair <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, II.Meşrutiyet sonrasında, ilk anda birbiriyle ilintisiz görünen dört farklı alanda<br />
kendini var etmek istemiştir: Sosyalizm, <strong>Bektaş</strong>îlik, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası’nın başlığa taşıdığı hürriyet<br />
<strong>ve</strong> mizah. Yakın dostu Münir Süleyman Çapanoğlu’nun, “her dem kaynayan taşan <strong>ve</strong> lavlar saçan bir<br />
zekâ” olarak tanımladığı <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, karikatürist, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dan farklı olarak, yukarıdaki dört alanın<br />
kesişim noktasında, sadece “insanî” olanın ardına düşmüş; inandığı doğruya hizmet etmiştir. Dünyevî<br />
olana bel bağlamayan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, aynı kavramlarda kendini ifade etme imkânı görmüş olmalıdır.
O, materyalizmle mistisizm, muhafazakârlıkla özgürlük, hayatın ciddiyetiyle mizah arasındaki<br />
dengeleri kurmak için özel bir çabaya gerek duymamış, bütün bu unsurları dönemin özel şartları<br />
içinde hazır bulmuştur.<br />
İkinci Meşrutiyet <strong>ve</strong> Mütareke yılları, özlemle beklenmiş meşrutî idarenin, sihirli bir<br />
değnek olmadığının ortaya çıktığı, esasın, kadroların kalitesine <strong>ve</strong> niyetine bağlı olduğunun<br />
görüldüğü bir zaman dilimini içine alır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bu zaman diliminde, özellikle 1908-<br />
1913 yılları arasında yazıları <strong>ve</strong> kitaplarıyla yayın dünyasına imzasını bırakabilmiştir. Onun<br />
hayatında, 1908 öncesinde tutukluluk, 1913 sonrasında sürgün vardır. Osmanlı‟nın tarihinde<br />
de 1908 öncesinde suskunluk, 1913 sonrasında İttihat <strong>ve</strong> Terakki‟nin sesi hakimdir. Tekrar<br />
yazılarıyla basında göründüğü 1921 yılı <strong>ve</strong> devamında, bu kez, millî mücadele karşısındaki<br />
mesafeli tavrıyla, yurt dışına çıkmak zorunda kalacak, edebiyat alanındaki varlığını yine<br />
sürekli kılamayacaktır.<br />
Edebiyat dünyasında A.(Elif) <strong>Rıfkı</strong>, Baba<br />
<strong>Rıfkı</strong>, Derviş Ruhullah; siyaset dünyasında<br />
Sakallı <strong>Rıfkı</strong> <strong>ve</strong> mizah dünyasında Deli <strong>Rıfkı</strong><br />
gibi yakıştırmalarla tanınan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />
bütün bu alanlarda kendine biçtiği paye<br />
"mensubu olmak"tan öteye geçemiyor.<br />
Yalnız gazeteciliğinde, mizahî dergilerde<br />
sorumluluklar üstlendiği, müdir-i edebî <strong>ve</strong>ya<br />
ser-muharrir olarak sorumluluk aldığı<br />
görülüyor. Şair <strong>ve</strong> yazar <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın<br />
adı, ne edebiyat tarihlerimizde ne de belli<br />
başlı ansiklopedilerde madde başı olarak<br />
yer alır. Bu, onun mizahtan şiire,<br />
romandan hikayeye, hatta araştırmacılığa<br />
uzanan bir yelpazede eserler ortaya
koymasına rağmen, öncü, yol açıcı vasıflar<br />
taşımamasına, dolayısıyla, dikkat çekici bir<br />
edebî kimliğe sahip olmamasına<br />
bağlanabilir.<br />
1.AHMET RIFKI’NIN HAYATI<br />
1.1.AİLE, EĞİTİM VE MESLEK<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey, 1884 yılında İstanbul'un Aksaray semtinde doğmuştur. Doğum tarihî<br />
kaynaklarda farklı gösterilmiştir. Cahit Öztelli’nin <strong>ve</strong>rdiği tarih, 1885’tir. Ziya Şakir <strong>ve</strong> ondan iktibasla<br />
birbirini tekrarlayan Sadeddin Nüzhet Ergun, Turgut Koca gibi yazarların kaynaklarında, "yaklaşık<br />
1882 yıllarında" ifadesi yer alıyor. Kızı Fatma Tabende Doğu, babasının biyografisini yazdığı belgede<br />
doğum yeri olarak Aksaray'ı <strong>ve</strong>riyor. Bu bilgi, Münir Süleyman Çapanoğlu'nun <strong>Rıfkı</strong>'yı tanıttığı yazısında da<br />
mevcuttur. Ancak, Tabende Doğu, yalnızca bir beyanında dedesi <strong>Ahmet</strong> Rıfat Efendi'den bahsederken:<br />
"Defterdarlık görevi ile Selanik'te bulunduğu sırada ninem babamı doğurmuş."<br />
demektedir. Bu bilgi, Hilmi Yücebaş’ın <strong>ve</strong>rdiği biyografide de mevcuttur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın babası<br />
Keçecizade <strong>Ahmet</strong> Rıfat Efendi defterdardır.<br />
Münir Süleyman Çapanoğlu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın babasını:<br />
"Hoşsohbet, kalender, nüktedan, şiire <strong>ve</strong> sanata düşkün bir insandı. Aynı zamanda 'Tarikat Ehli'<br />
idi." cümleleriyle tanıtır. <strong>Ahmet</strong> Rıfat Efendi'nin mezarı, Bursa Çekirge'de Karagöz Mezarlığı'ndadır. Yine<br />
Tabende Doğu’nun Samsun'dan Çapanoğlu'na hitaben yazdığı <strong>ve</strong> babası hakkında tanıtıcı bilgiler <strong>ve</strong>rdiği<br />
bir mektubundan dedesinin, dolayısıyla <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın varlıklı bir aileye mensup olduğunu öğreniyoruz:<br />
"Dedem Sultan Abdülaziz Sultan II’nci Abdülhamit devrinde defterdarlıkta bulunmuş oldukça<br />
zengin sayılan <strong>ve</strong> Aksaray'da konakları, bostanları olan bir zatmış."<br />
Fatma Tabende Doğu <strong>ve</strong> babasının arkadaşı sıfatıyla ziyaret ettiği Refik Halit Karay arasında<br />
geçen konuşmada, Refik Halit Karay’ın kendisine yöneltttiği soruda ailenin sosyal statüsünü gösterir<br />
niteliktedir:<br />
"Baban aristokrat bir ailedendi onlarla bağ kurdun mu?"
Mevcut bilgiler doğrultusunda, baba <strong>Ahmet</strong> Rıfat Bey'in çeşitli merkezlerde önemli devlet<br />
memuriyetlerinde bulunmuş varlıklı bir bürokrat olduğu ortaya çıkmaktadır. Anne Irfan Hanım,<br />
Kafkasya'dan gelen fakir bir dervişin kızıdır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, ağabeyi İzzettin Bey <strong>ve</strong> ablası Azize Hanım’la<br />
birlikte üç çocuklu ailenin en küçüğüdür. Azize Hanım'ın oğlu Rafet Canıtez, TBMM başkan<strong>ve</strong>killiği<br />
görevinde bulunmuş bir bürokrattır.<br />
<strong>Ahmet</strong> Rıfat Bey, başlangıçta oğlunu ilkokula göndermez. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, ilk eğitimini evde alır.<br />
Fatih medreselerinden Arapça <strong>ve</strong> Farsça'yı öğrenen A.<strong>Rıfkı</strong>, rüşdiye'yi Aksaray'da "hususi bir okulda",<br />
idadiyi Şemsülmaarif <strong>ve</strong> Saint Benoit'da okumuştur. Mekteb-i Hukuk <strong>ve</strong> Tıbbıye'ye devam etmişse de<br />
yüksek öğrenimini tamamlayamamıştır. Çapanoğlu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın öğrenciliği döneminde babasından<br />
ders aldığını, Tuhfe-i Vehbî’yi ezberlediğini, Gülistan’dan temrinler yaptığını kaydeder.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın tek çocuğu <strong>ve</strong> dört torunu da hayatta olduğu halde ailesi hakkında pek bilgi<br />
edinmemiz mümkün olmadı. Bunda, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın dağınık coğrafyalarda geçen hayatını yansıtan<br />
bilgilerin eksikliği kadar; ilerde hayatının İskeçe’de geçen bölümünde değineceğimiz üzere, bir muhalifin<br />
eşi olarak Ayşe Doğu’nun <strong>Türk</strong>iye'ye gelme hazırlığı sırasında mevcut evrakı imha etmek istemesinin de<br />
payı olsa gerektir. Fatma Tabende Doğu’nun babasına ait hatıraları 6 yaşla, İskeçe’ye dair hatırladıkları ise<br />
11 yaşla sınırlıdır. O-6 yaşında iken babası ölmüş; 11 yaşında, annesiyle <strong>Türk</strong>iye’ye gelmiştir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, devlet memuriyetinde bulunmamış, gazetecilik <strong>ve</strong> edebiyatla ilgili çalışmalarıyla<br />
meşgul olmuştur. 1908-1912 yıllarında basında, özellikle mizah dergilerinde görünür <strong>ve</strong> sorumluluk<br />
üstlenir. 1913-1920 yıllarını Anadolu’da sürgün olarak geçiren <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1920 sonrası, politikanın <strong>ve</strong><br />
yayın dünyasının tekrar içinde yer almıştır. 1922’den itibaren, yurtdışında kaldığı dönemde, Mısır’da iken<br />
ticaretle uğraşmış, İskeçe’de iken öğretmenlik görevinde bulunmuştur.<br />
1.2. SİYASET VE BASIN DÜNYASINDA YER ALIŞI<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, hayatının akışını yönlendiren politikayla öğrenciliği döneminde tanışmıştır. İlk politik<br />
tecrübesi tamamiyle kendi dışında gelişmiş, üstelik mahkûmiyetiyle sonuçlanmıştır. Tıbbıye-i Şâhâne'nin<br />
son sınıf öğrencisi <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, üzerinde Abdülhamid aleyhine yazılmış bir yazıyla yakalanır. Oysa metni<br />
yazan, sürekli birlikte olduğu fakir bir arkadaşıdır. Müebbet hapse mahkum edilen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı<br />
II.Meşrutiyet'in ilanıyla gelen genel af kurtarır. Tıbbıye öğrenciliği döneminde iki samimi arkadaşı vardır.<br />
Biri Karagöz gazetesini çıkaran Ali Fuat’tır. Diğeri, <strong>Rıfkı</strong>'nın yazısını da iyi taklit edebilen fakir bir<br />
arkadaşıdır. İkincisi, belki de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın politikaya aktif ilgi duymasında böylece rol sahibi olmuştur.<br />
Bu mahkûmiyetle ilgili bilgiyi belgeleyen bir tarih <strong>ve</strong> mekân kaydını, Eşref'te yayınlanan "Boğuk<br />
Eninler" şiirinin altına düşmüş buluyoruz. 12 Şubat 1323/1908’de Hapishane-i Umûmî’de, Şirvanizâde
Mahmut Tahir’e hitaben yazılmış şiirde, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, tutukluluk günlerinin burukluğunu dile<br />
getirmektedir. Şiirin son dörtlüğü:<br />
“Dün, en parlak mehâsinle müzeyyen âlem-i handân<br />
Bugün; habs ü esaret, girye, mâtem, zulmet-i zindân<br />
Yarın;kâbus-ı hiçîye bürünmüş leyle-i hicrân<br />
Benim her saniyem bir devr-i edbâr ü felâkettir.”<br />
“Fikrimin Semâlarında” şiirinin altındaki tarih <strong>ve</strong> özellikle mekâna ilişkin düştüğü kayıt, duygusunu<br />
da yansıtır: “Dâr-ı felâket: 323 Kânûn-ı sânî” Anarşistler üzerine kaleme aldığı bir yazıda da tutukluluk<br />
günlerine bir göndermede bulunmuştur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, hayat hikayesiyle, iflah olmaz bir "muhalif"<br />
portresini önümüze koyuyor.<br />
1.2.1. 7-8 Nisan 1909 Öğrenci Olaylarında "Kısık Sesli Adam"<br />
II.Meşrutiyet’in ilânı, Boğuk Eninler’de dile getirilen “yarın” tanımını, iktidar karşıtları için adeta<br />
doğrular. İttihad <strong>ve</strong> Terakki Fırkası'nın yönetime geldikten sonra beklentilere cevap <strong>ve</strong>rememesi, giderek,<br />
muhalif grupların sesini yükseltmesine yol açar. Basın, ifade özgürlüğünü kullanarak tavrını açıkça ortaya<br />
koyunca bir süre sonra baskılar başlar <strong>ve</strong> şiddete dönüşür. Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey,<br />
iktidar -muhalefet çekişmesinin basına yansıyan hesaplaşmasında ilk kurban olur:<br />
Serbestî Gazetesi önderliğinde, İttihat <strong>ve</strong> Terakki egemenliğini yıpratmak için basında sürdürülen<br />
kampanya, Serbestî Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi Bey'in 6/7 Nisan 1909 günü akşamı Köprü (Galata)<br />
üzerinde öldürülmesiyle doruk noktasına ulaşır. Katil bulunamamakla birlikte genel <strong>ve</strong> yaygın kanı Hasan<br />
Fehmi Bey'i İttihatçıların öldürttüğü noktasında toplanmaktadır.<br />
İkdam Gazetesi Başyazarı <strong>ve</strong> Mülkiye'de siyasî tarih öğretmeni Ali Kemal Bey, 7 Nisan 1909 tarihli<br />
dersinde, öğrencilerine Hasan Fehmi'nin öldürülmesinden duyduğu üzüntüyü anlatırken, öğrencileri<br />
harekete geçirecek bir üslup kullanır. Benzer tavır, Hukuk Fakültesi'nde bir başka öğretim üyesince<br />
sergilenir. Cemal Kutay'a atfen Aktar'ın <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre, Hukuk Fakültesi'nde Celalettin Arif Bey, 7<br />
Nisan'da gerçekleşen gösteri için öğrenciyi kışkırtmıştır. Aktar, bu iddianın genelde doğru olmasına
karşın, kışkırtmanın söz konusu olmadığını vurgular. Nitekim o günlerde Talebe-i Hukuk Cemiyeti Kâtib-i<br />
Umûmîsi Burhan Felek, olaylara rastlantı sonucu katıldığını ifade etmiştir. Burhan Felek, yıllar sonra<br />
Fatma Tabende Doğu’nun kendisini ziyareti dolayısıyla geçmişe döndüğü o günlerden, yine rastlantı<br />
sonucu gözüne ilişen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı belli belirsiz hatırlar. Kendisinin “istemeyerek başını belaya soktuğu”,<br />
Bâb-ı Ali’ye gidip sadrazamı binek taşına da<strong>ve</strong>t ettiği günden aklında “kısık sesli bir adam” kalmıştır:<br />
“Uzatmayalım, ben Bab-ı Ali'de sadrazamdan, bir gece ev<strong>ve</strong>l köprü üstünde öldürülen, Serbestî<br />
Gazetesi Başyazarı <strong>ve</strong> İttihatçıların muhalifi Hasan Fehmi Bey'in katilini bulmasını istedikten sonra,<br />
arkamızda birikmiş olan büyük kalabalıkla Bab-ı Ali yokuşunu inerken, idarehanesi hemen Bab-ı Ali’nin<br />
karşısındaki köşede, Yeni Gazete’nin bulunduğu yerde, sesi biraz kısık, sakallı bir gencin oradaki sokak<br />
fenerine tırmanıp konuştuğunu gördüm. Bunun Baba <strong>Rıfkı</strong> olduğunu söylediler. Baba <strong>Rıfkı</strong> orada neler<br />
söyledi? Belki işitmedim, belki de hatırımda kalmadı."<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın muhalif kimliği, baskıya karşı çıkma noktasında belirginleşmektedir. Yazıları <strong>ve</strong><br />
şiirlerinde görüleceği üzere, romantik <strong>ve</strong> popüler düzeyde bir sosyalist düzeni de bu dönemde düşlemeye<br />
başlar.<br />
1.2.2. Sosyalist Fırkalar İçinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />
Hüsrev Hatemi, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı tanıttığı yazısına "Sosyalist <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>î Şair: <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey" başlığını<br />
uygun görmüştür. 1942'de Yeni Yol dergisine kapak yapılan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, "Halkçı-Devrimci <strong>Türk</strong> şairi Baba<br />
<strong>Rıfkı</strong>" ibaresiyle sunulur. Ancak, vurgulanmasına rağmen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatında sosyalistliğini<br />
belirginleştirecek dikkat çekici bilgilere ulaşamadık. II.Meşrutiyet yıllarında kurulmuş iki sosyalist fırkanın,<br />
Osmanlı Demokrat Fırkası ile Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın mensupları arasında ismi geçmektedir.<br />
1910’da kurulan, başkanlığını Dr. İbrahim Temo’nun yaptığı Osmanlı Demokrat Fırkası 1911’de<br />
gücünü kaybetmiştir. A. <strong>Rıfkı</strong>’nın parti içindeki yerini ismi dışında tespit edemedik.<br />
“Fırkaya katılan diğer ünlü yazarlar arasında; Mahmud Sadık, Bezmi Nusret (Kaygusuz), Şirvanizade<br />
Mahmut Tahir, Şahabeddin Süleyman, Halil Rıfatpaşazade <strong>Ahmet</strong> Rıfat, Ferruh Niyazi, Muhlis Sabahattin<br />
(tanınmış müzisyen), <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Maliye Mümeyyizi Remzi, Eczacı Tevfik Bey ile Cevdet Paşanın büyük<br />
kızı Emine Seniye Doğu sayılabilir."<br />
Tarık Zafer Tunaya, Demokrat Fırka'nın, aynı dönemdeki pek çok hareket gibi sonuçta "Hürriyet <strong>ve</strong><br />
İtilaf Fırkası'na akan muhalefet seli"ne karışmaktan kendini kurtaramadığını <strong>ve</strong> 5 Aralık 1911 tarihli
toplantıyla Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası'na katılma kararı aldığını belirtir. Ayrıca, daha önce kurulan Osmanlı<br />
Sosyalist Fırkası'na geçen üyeler olmuştur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> bunlar arasında yer alır.<br />
Osmanlı Sosyalist Fırkası, 15 Eylül 1910’da kurulmuştur. Başkanlığını İştirak sahibi Hüseyin<br />
Hilmi'nin yaptığı partinin yayın organı da İştirak gazetesi olmuştur. Fırka etkin çalışmalar içinde olmadığı<br />
için zamanla siyaset sahnesinden silinmiştir:<br />
"Zaman zaman ortaya çıkarak İttihatçıları kızdırmaktan başka bir eylemi olmayan bu Fırka ne<br />
Osmanlı Ülkesi içinde gelişen Sosyalizm düşüncesine bir katkıda bulunmuştur <strong>ve</strong> ne de bu konudaki<br />
eylemlerle bir ilgisi vardır."<br />
Tunaya, Demokrat Fırka mensubu bazı üyeleri de Osmanlı Sosyalist Fırkası içinde saymayı uygun<br />
bulur. Saydığı isimler, Bezmi Nusret (Kaygusuz), Şirvanizade Mahmut Tahir, A.<strong>Rıfkı</strong> (Derviş Ruhullah), Rıfat<br />
Süreyya Beyler'dir.<br />
Bezmi Nusret, hatıralarında, bu bilgiyi hatırlatarak, Tunaya'yı düzeltiyor. Buna göre, Baha Tevfik,<br />
hiçbir fırkaya intisap etmemiştir. Yukarıda ismi geçenlerin fırkayla ilişkisi de kuşkulu görünür:<br />
"15 Eylül 1910 tarihinde Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu. <strong>Türk</strong>iye’de Siyasal Partiler ismindeki<br />
tetkik <strong>ve</strong> tetebbu mahsulünü yüksek bir zeka <strong>ve</strong> tahammül ile telif eden hukuk profesörü Tarık Z.Tunaya,<br />
bunun elemanları meyanında bizim Pertev Tevfik'i, İsmail Faik'i, Baha Tevfik'i, Hamid Suphi'yi, A.<strong>Rıfkı</strong>'yı,<br />
Şirvanizade Tahir'i, Seyfeddin Arif'i saymaktadır. Baha Tevfik ömründe hiçbir fırkaya intisap etmemiştir.<br />
Diğerlerinin de münasebeti fırka kurucusu ile tanışmak <strong>ve</strong> görüşmekten öteye geçmemiştir."<br />
Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın kuruluşundan yedi ay önce yayın dünyasına katılan İştirak dergisinin<br />
yazar kadrosunda <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ismi geçmektedir. İştirak'te çıkan "Gölgeler" yazısının üstünde, çiçek<br />
deseni içinde A.<strong>Rıfkı</strong>'nın portresi yer alıyor. Altında: "Muharrirîn-i Osmaniye'den:A.<strong>Rıfkı</strong> Bey"<br />
kaydı düşülmüştür. Yazarın bu dergide siyasî nitelikli yazıları yayınlanmıştır.<br />
18 Teşrin-i Sani 1326/1910'da ilk sayısı yayınlanan İnsaniyet'in künyesinde “Osmanlı Sosyalist<br />
Fırkası’nın nâşir-i efkârıdır.” ibaresi görülür. İlk sayısında, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın Fransız sosyalistlerden Jean<br />
Jaurés'e ithafen yazdığı "Nara-i İkaz" yayınlanmıştır. Te<strong>ve</strong>toğlu, şiirde geçen “kızıl sancak”a nazire<br />
kabilinden, şiirin tamamını “gerçek bir Kızıl Nâra” olarak nitelendirmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, “Kızıl Sancak”<br />
başlıklı bir fırka marşı da önermiştir.<br />
Romantik, popüler düzeyde bir duyarlılıkla sosyalizmi benimsemiş olan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, seçim<br />
çalışmaları içindeki Osmanlı Sosyalist Fırkası uğruna kaba güçle de karşılaşmıştır. 1912 seçimlerinde,<br />
İttihat <strong>ve</strong> Terakki Fırkası’na karşı güç oluşturmaya çalışan fırka mensupları zorluklarla karşılaşır:
“Seçimler başladı. Fakat bu bir seçim değil, bir curcuna idi. Gürültülü nümâyiş yapanlar<br />
hükûmet partisine mensup kişiler olduğu için, takdire mazhar oluyor; muhalif partiye oy <strong>ve</strong>rmek<br />
isteyenler silleler, tokatlarla karşılanıyordu. Gazinoların camları kırılıyor, polis tarafsız davranmıyordu.<br />
Balat’ta iki üç arkadaşıyle geçen şair A.<strong>Rıfkı</strong>; sabıkalı Kör Rıza’lardan sandalcı Hızır’lardan sopa yedi. Ve<br />
polis bir şey yapamayıp aczini gösterdi.”<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın hayatında bir dönem sosyalizme ilgi duyuşunda, Eşek, Eşref, Züğürt, Kibar <strong>ve</strong> Zeka<br />
dergilerinde birlikte çalıştığı, sosyalist fırkalarda isminin birlikte geçtiği Baha Tevfik’le arkadaşlığının da<br />
payı olmalıdır. Çapanoğlu, Sosyalist Hilmi’yle ilgili bir anektodunda Baha Tevfik’in ona takıldığı bir dost<br />
ortamını anlatmıştır. O ortamda, <strong>Ahmet</strong> Nebil Çeka, Cevdet Maşuk, Baha Tevfik <strong>ve</strong> Sosyalist Hilmi’nin<br />
yanısıra “kafadaşı <strong>ve</strong> gönüldaşı” <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’da vardır. Şiirlerini ithaf ettiği isimlerin çoğu sosyalist<br />
eğilimleriyle tanınır. Hapishaneden yazdığı "Boğuk Eninler"i Şirvanizade Mahmut Tahir'e ithafı uygun<br />
görmüş; “Blanki” şiirini, Dr.İbrahim Temo'ya adamıştır. “Rahibe”, Emin Lâmî’ye ithafen yazılmıştır.<br />
"Sen ey alâmet-i tahlis! Ey kızıl sancak!<br />
Görün de kahr u taaddiyi mah<strong>ve</strong>dip, yık yak<br />
Kızıl yüzünle görün, rûha eyle sen te'sir;<br />
Ridâ-yı vahşeti yırt, bargâh-ı zulmü devir..."<br />
gibi keskin çıkışlarla kızıl bayrakta sembolize edilen değerleri sahiplense görülüyor ki "sosyalist"<br />
kimliği heyecan düzeyini aşmaz.<br />
Hayatının bir döneminde, sosyalist bir örgütlenme içinde yer alacak, sosyalist basında yazıları<br />
çıkacak <strong>ve</strong> sosyalistlerden övgüyle bahsedecek kadar bu ideolojiye sempati duyan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın, daha<br />
sonraki dönemlerde, sosyalist hareket yeniden canlandığında bile, artık, söz konusu hareket içinde<br />
olmayışı, onun sosyalizme ilgisinin çok da kalıcı olmadığını göstermektedir. 1942’de çıkan Yeni Yol’un<br />
kapağına <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’yı "Halkçı-Devrimci <strong>Türk</strong> şairi Baba <strong>Rıfkı</strong>” olarak taşımak, onun sadece bir dönemine<br />
işaret etmenin ötesinde bir anlam taşıyamayacaktır. Muhalif <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı Cumhuriyet sonrasına<br />
taşıyabilmenin en kestirme yolu, İtilafçı kimliği <strong>ve</strong> Osmanlının devamından yana tavır koymasıyla<br />
olmayacağına göre, solcu kimliğiyle muhalif yanını meşrulaştırmak olacaktı. Bu açıdan, yukarıda<br />
<strong>ve</strong>rdiğimiz Yeni Yol'un takdim cümlesi kayda değer. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâfçı kimliği, sosyalist<br />
kimliğinden daha uzun bir zaman dilimini kapsar <strong>ve</strong> daha kalıcıdır.<br />
1.2.3.Mizah Basınında <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, birçok mizahî derginin yöneticisi, yazar <strong>ve</strong> şairi <strong>ve</strong> hepsi bir arada <strong>Türk</strong> mizahının "Deli<br />
<strong>Rıfkı</strong>"sıdır. Çapanoğlu arkadaşını gülen çehresiyle hatırlar:<br />
"O, esasen şen, şakrak bir insandı. Gözlerinde ince, engin <strong>ve</strong> fatin bir tebessüm, bağıra bağıra, şevk<br />
<strong>ve</strong> heyecanla söyler, konuşur, güler, güldürürdü."<br />
Refii Cevat Ulunay, deli lakaplı arkadaşlarını sıralarken <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>„yı atlamaz. Ancak,<br />
ince bir harf <strong>ve</strong> dolayısıyla anlam değişikliği ile onu diğerlerinden ayırmayı tercih eder:<br />
“Meselâ arkadaşlar arasında „mecânîn-i hamse‟ olarak kaydettiklerimizden bugün<br />
İskilip‟te bulunan şair <strong>Rıfkı</strong> Bey vardı ki, aramızda Deli <strong>Rıfkı</strong> diye adlandırıyorduk.<br />
Bana soracak olursanız deli kelimesindeki „d‟yi kesr ile („di‟ diye) telaffuz ederek hececi<br />
şairimizi „gönül‟e nisbet ederdim.”<br />
Hayatı neşesiyle yaşamayı se<strong>ve</strong>r. Celis’in “Blöf Sîmâlar” üst başlığıyla yazdığı bir şiirde, mizahî de<br />
olsa <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> hakkında fikir <strong>ve</strong>ren birçok ayrıntıya rastlanır.Dış görünümüne ilişkin, yüz özelliklerini<br />
işleyen Celis, siyah, kumral “biçimce yufka, sivrimsi” bir sakaldan <strong>ve</strong> ensiz, uçsuz bıyıklardan söz eder.<br />
Arkadaşı <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın yüzü <strong>ve</strong> gözlerini “az ufak”, fakat “tatlı” bulur. Celis’e çizdiği <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, biraz<br />
ehl-i keyf görünmektedir:<br />
“Ne sanatçı, ne ahlakçı! Keyifçi, sahib-i meslek<br />
Fakat bazan (Şahabeddin Süleyman)dan daha gevşek<br />
Yaşar güya hayal, yahud da bir seyyar-ı bîmahrek<br />
Sokulgan, nazlı, bîperva<br />
O bir mevcûd-ı müstesna...<br />
Başyazarlığını yaptığı Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'de okurlarına oynadığı küçük oyun, bir mizah dergisine<br />
yakıştığı kadar, Çapanoğlu’nun çizdiği portreye de yakışan bir ayrıntı olarak dikkat çeker. 1 Nisan<br />
günlü nüshada, Sirkeci Gar Gazinosu'nda manzume-i müdhike okunacağına dair bir duyuru yer alır:<br />
“Gazetemiz sermuharriri tarafından Sirkeci’de Gar Gazinosu’nda bugün akşam saat on ikide bir<br />
manzume-i müdhike kıraat olunacağından arzu edenlerin teşrifleri ilan olunur.”
Duyuruyu görenler, Sis şiirinin naziresinin okunacağı ihtimaliyle birahâneye giderler. Belirtilen<br />
saat gelir, geçer <strong>ve</strong> bekleşenler “sermuharririn bu yalancılığına kızarlar”. Durumun 1 Nisan şakasından<br />
ibaret olduğu sonradan anlaşılır.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın biyografisinde, mizaha yatkınlığını gösteren kayda değer bir ayrıntı<br />
vardır. Ziya Şakir, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın II.Meşrutiyet‟ten sonra, sahnede Karagöz‟ü canlı olarak<br />
göstermek istediğini, hatta bizzat Karagöz rolünü oynadığını, ancak başarılı olamadığını<br />
belirtmiştir. Fatma Tabende Doğu, Çapanoğlu‟nun kendisine anlattıklarına dayanarak,<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>‟nın Karagöz merakının üni<strong>ve</strong>rsite öğrenciliği öncesinde, ilk gençlik yıllarında<br />
doğduğunu <strong>ve</strong> bilgili olan karakteri canlandırdığını, lise çağlarında Hacivat‟ın taklitini<br />
yaptığını ifade etmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1913‟te Sinop‟a sürgün gönderildiğinde de bu hayal<br />
perdesine olan merakını dostlarıyla paylaştığı bir gösteriye dönüştürmüştür.<br />
II.Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte, kendine serbest ifade alanı bulan basın sektöründe mizah da<br />
gerçek bir patlama yaşar.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1909-1912 yılları arasında, Musav<strong>ve</strong>r Eşref, Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Kibâr, Züğürt, Curcuna,<br />
Falaka, Perde, Eşek <strong>ve</strong> Karagöz dergilerinde mizah yazarı, şairi <strong>ve</strong>ya dergi yöneticisi olarak emek<br />
<strong>ve</strong>rmiştir. 1927’de İskeçe’de çıkan Şeytan dergisinin künyesinde muharrir olarak sadece A.<strong>Rıfkı</strong> vardır.<br />
Musav<strong>ve</strong>r Eşref’te Falaka <strong>ve</strong> Eşek’te edebî müdür; Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Perde <strong>ve</strong> Curcuna’da başyazar olarak<br />
çalışmıştır.<br />
Musav<strong>ve</strong>r Eşref’in 26 Teşrîn-i sânî 1325/1909-28 Şubat 1325/1910 tarihleri arasında çıkan 39-49.<br />
sayılarında sorumlu müdür <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dır. 50. sayıda Cevdet Maşuk sorumluluğu devralır. “Blöf Sîmalar”<br />
üst başlığıyla yazdığı mizahî şiirleri <strong>ve</strong> bu tarz şiirlerinin yanısıra, mizah dergisi olmasına rağmen mizah dışı<br />
birçok şiiri <strong>ve</strong> mensurelerini bu dönemde Eşref’te yayınlamıştır.<br />
1908 yılında yayınlanan Ge<strong>ve</strong>ze'nin devamı niteliğindeki Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, 1 Mart 1326/1910 yılında<br />
çıkmıştır. Her sayısı "muha<strong>ve</strong>re" ile açılan <strong>ve</strong> İttihat <strong>ve</strong> Terakki aleyhtarı basın organları arasında yer alan<br />
bu derginin, imtiyaz sahibi Kirkor Faik, başyazarı <strong>ve</strong> sorumlu müdürü <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dır:<br />
"O zamanlar (Yeni Ge<strong>ve</strong>ze) başyazarı rahmetli şair <strong>Rıfkı</strong> idi. İttihad <strong>ve</strong> Terakki’ye muhalif olduğu için<br />
gazetede fırkaya hücum ediyorlardı. <strong>Rıfkı</strong>, şair olduğu kadar kuv<strong>ve</strong>tli bir heccavdı. Orijinal hicviyeler<br />
yazıyordu. Mizahçılığı da kuv<strong>ve</strong>tli idi."<br />
Çapanoğlu, bu bilgiyi Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong>’de tekrarlar. Ge<strong>ve</strong>ze’nin çok ibtidaî olduğunu, Yeni<br />
Ge<strong>ve</strong>ze’nin, dönemin mizah zevkine <strong>ve</strong> anlayışına göre, belirli bir seviyeyi tutturduğunu söyler. Yazıları,
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın yazdığını, sonrasında Nureddin Rüştü’nün yazmaya başladığını kaydeder. Baha Tevfik'in<br />
de yazılarının yayınlandığı Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'de başyazar <strong>Rıfkı</strong>'nın aktifliği, gazetenin sahibi Kirkor Efendi'nin<br />
ittihat yanlısı yayın yapmak istemesiyle sona erer. <strong>Rıfkı</strong> gazeteden uzaklaştırılır.<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'yi yönettiği dönemde mahkemelik olur. Derginin Mayıs sayısında mahkeme<br />
haberi yer almıştır:<br />
"Sermuharririmizn muhakemesi<br />
Heyet-i tahkikiye reis-i sabıkı Eskişehir mütemekkinlerinden Mehmed Ali Efendi'nin ser muharrir<br />
<strong>ve</strong> müdir-i mesulümüz <strong>Rıfkı</strong> Bey aleyhine açtığı davanın mayısın 9. pazar günü rüyet edileceği yazılmıştı.”<br />
Aynı haberde, meşguliyetinden dolayı <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın mahkemede hazır bulunamadığı <strong>ve</strong><br />
beraat ettiği bilgisi de aktarılmıştır. Yeni Ge<strong>ve</strong>ze’yle ilgili bir konu olduğu anlaşılan mahkeme hakkında<br />
ayrıntılı bilgi <strong>ve</strong>rilmemiştir.<br />
Eşek dergisinin devamı niteliğindeki dergilerden Kibâr’ın 23 Teşrîn-i sânî 1326/1910 tarihli<br />
sayısında, A.<strong>Rıfkı</strong>’nın Baba <strong>ve</strong> Çemenderzâde Nâhik imzalı iki şiiri yayınlanmıştır. Kibâr'ın künyesi ile<br />
Eşek'in künyesi arasındaki tek fark, Eşek <strong>ve</strong> Kibâr kelimelerinin yer değiştirmiş olmasından ibarettir. Reşat<br />
Ekrem Koçu, Kibâr'ın imtiyaz alınmadan hemen yayına sokulduğunu belirtir. Çapanoğlu, Kibâr dergisinde,<br />
"(Eşek) gazetesine protesto telgrafı çekenlere" kaydıyla yer alan aşağıdaki kıtanın <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya ait<br />
olduğunu belirtmiştir:<br />
"Taaccüplerle, hayretlerle gördüm, çok haya ettim<br />
Müsavat <strong>ve</strong> adalet var devirde, eyleme inkar<br />
Anırsam da biraz şiddetli, olma muzdarip çünkü<br />
Bu meslekte ben de bir ferdim, bugün hakkı kelamım var."<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>’nın 1911’de sayfalarında göründüğü mizahî dergiler, Curcuna, Züğürt, Falaka <strong>ve</strong> Perde’dir.<br />
Kırkor Faik Efendi'nin Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'nin bir benzeri olarak 1911'de çıkardığı Curcuna'da başyazar yine<br />
A.<strong>Rıfkı</strong> olur.<br />
1 Mart 1327/1911 tarihinde yayın hayatında yerini alan Züğürt de Baha Tevfik'in başını çektiği<br />
dergiler arasındadır. <strong>Ahmet</strong> Muhtar'ın sorumlu müdürlüğünde çıkmıştır. Künyede, pantolonu yamalı,<br />
arkasında eşeği ile yürüyen bir adam vardır.
"Milletin terbiyesine hâdim <strong>ve</strong> 'edeb dairesinden' harice çıkmaz mizah gazetesi"<br />
ibaresiyle sunulan Züğürt'ün künyesinde sermuharrir olarak Çulsuzzade, müdir-i edebî olarak Cebidelik<br />
yazıyor. Yazı kadrosunda, Kopuk, Aynasız, Mangiz Nanay, Küfelik gibi isimlerle birlikte geçen Haneberduş,<br />
Artan’ın takma isimlerle ilgili eserinde A.<strong>Rıfkı</strong>’ya ait gösterilmiştir. İttihat karşıtı olan bu dergide Ef'i,<br />
Haneberduş, Züğürt, Cebidelik gibi takma isimlerle yazılmıştır. Ancak, isimleri bire bir edebiyatçılara<br />
eşlemek mümkün görünmemektedir. Çapanoğlu, bu isimlerden Ef'i'nin, Celis takma adını da kullanan<br />
Rahmi'ye, diğerlerininse Baha Tevfik <strong>ve</strong> <strong>Ahmet</strong> Nebil'e ait olduğunu belirtmiş; dergideki bir çok ismi<br />
A.<strong>Rıfkı</strong> <strong>ve</strong> Hüseyin Kami'nin de kullandığı kaydını düşmüştür.<br />
Falaka, 1911 yılında yayın hayatına giren mizah dergilerindendir. Mahmud Nedim Bey’in<br />
çıkardığı Falaka’da, 15. sayıdan itibaren, edebî müdür <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> olur. Falaka'nın 15.sayısından<br />
itibaren (15 Eylül 1327/1911) "sahib-imtiyaz <strong>ve</strong> sermuharriri Mahmud Nedim" ibaresinin altına<br />
“müdir-i edebî: A.<strong>Rıfkı</strong>” ibaresi de yerleşir.<br />
Dönemin mizah dergilerinden Perde, Karagöz'e rakip olma iddiasıyla Kirkor Faik Efendi<br />
tarafından 21 Teşrîn-i sânî 1327/1911'de yayın hayatına katılmıştır. Başyazar A.<strong>Rıfkı</strong>'dır.<br />
Mahmud Nedim Bey'in kardeşi A.Sami Bey, Perde'nin tahrir heyeti müdürlüğünü yürütür.<br />
Künyesinde açık bir perde önünde Karagöz <strong>ve</strong> Hacivat figürü olan derginin, künye altı<br />
ibaresi:<br />
"Vakti geldiği zaman açılır perde-i ibrettir."<br />
Yazı <strong>ve</strong> şiirler genelde imzasızdır. Mevcut karikatürlerin ana figürleri, Hacivat ile Karagöz olan<br />
dergide, her sayı Karagöz'le Hacivat arasındaki bir "muha<strong>ve</strong>re" ile açılmaktadır. “Takvim-i Ceraid”<br />
sütunlarında, değişik yayınlardan seçilmiş cümleler <strong>ve</strong> onlara ilişkin Perde'nin yine birer cümlelik<br />
değerlendirmeleri yer alıyor. 6.sayıdan itibaren başyazar A(yın) Sami'dir.<br />
Perde’nin ikinci sayısında “Kirkor” imzalı bir açıklamada Karagöz’e yüklenme vardır. “Mecbûrî Bir<br />
Cevab” olarak kaleme alınan yazıda, Karagöz, mizahî yayınlara tahammülü olmayan bir mizah gazetesi<br />
kimliğiyle değerlendirilmiştir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın arkadaşı Ali Fuat’ın Karagöz’ü 1908’de yayın hayatına girmiştir. Dönemin en uzun<br />
soluklu <strong>ve</strong> kaliteli mizah dergileri arasında ismi geçen dergi, Cumhuriyet sonrası, 1950’ye kadar aralıklarla<br />
da olsa yayınlanmıştır. Derginin ilk çıktığı dönemde A.<strong>Rıfkı</strong> adına rastlanmaz. Başyazarlığını sırasıyla,<br />
Mahmud Nedim Bey, Baha Tevfik, Mahmud Sadık gibi yazarların yaptığı Karagöz'de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 28<br />
Temmuz 1328/1912-14 Teşrîn-i sânî 1328/1912 tarihleri arasında, "Baba" takma adıyla mizahî<br />
manzumeler <strong>ve</strong> musahabeler yazmıştır. 20. Asırda Zeka'nın 9 Temmuz 1328/1912 tarihli nüshasında
Karagöz'ün yazı kadrosunu fotoğraflı olarak tanıtan bir sayfa yayınlanmıştır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın portresinin<br />
altında "Kısm-ı manzum muharriri A.<strong>Rıfkı</strong> Bey" yazılıdır.<br />
16 Kasım 1910'da ilk sayısı yayınlanan Eşek dergisinin künyesinde yer alan isimlerden biri,<br />
derginin edebî müdürü olarak görünen Çemenderzade Nahik'tir. Kendisine böyle bir takma ismi lâyık<br />
gören kişi de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dan başkası değildir.<br />
Turgut Çeviker’in dört ana grupta topladığı mizah dergilerinin bir alt grubu "Eşek Tipi Mizah Dergi<br />
<strong>ve</strong> Gazeteleri"dir. 1910'da çıkmış Kibâr, Alafranga, El Malum vb. bu gruba dahil ettiği dergilerin genel<br />
özelliği olarak aşağıdaki tesbiti yapar:<br />
"<strong>Türk</strong>iye'de materyalist düşüncenin ilk temsilcisi bilinen Baha Tevfik tarafından yayınlanan Eşek,<br />
seyirlik oyunların mizahî kahramanlarıyla dolup taşan, öte yandan modern bir çizgiyi getirip sürdüren<br />
mizah yayınları arasına ansızın girmiş ilginç yayınlar zincirinin ilk halkasıdır. Eşek <strong>ve</strong> öbürleri, yazı <strong>ve</strong><br />
karikatürlerinde eşekler dünyası aracılığıyla insanları ele almaktadır. Temelde sert, kara bir yergiyi yazı <strong>ve</strong><br />
çizgiyle getirmişlerdir.”<br />
Yine Baha Tevfik'in çıkardığı dergiler arasında yer alan Piyano'da Eşek'in çizgisini ortaya koyan bir<br />
ilân yer almıştır:<br />
"Bu namda bir mizah gazetesi yakında intişar edecektir. Mündericat <strong>ve</strong> resim cihetiyle diğer mizah<br />
gazetelerine te<strong>ve</strong>ffuk edeceği tabii olan bu gazetenin:<br />
'Öyle bir eşşek ki bâlâsındaki teşdîdinin<br />
'Alet-i tımara benzer lâ-yuadd dendanı var'<br />
vasfına tamamiyle kesb-i liyakat edeceği kaviyyen me'muldur."<br />
Künyesinde, masa başında yazı yazan bir eşek figürünün yer aldığı derginin kadrosu da<br />
eşeklerden kuruludur: Topal Eşek, Kır Eşek, Tırnağı Karıncalı, Kabakulak. Künye altındaki ibare:<br />
"İnsanlara dersi edeb <strong>ve</strong>rir, sahiblerinin eşekliği tutunca neşrolunur, mutî, mütehammil <strong>ve</strong><br />
beynelmilel hayvan gazetesidir."<br />
Eşek'in <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı da içine alan ilginç bir hikayesi vardır. Mizahî bir dergi yayınlamak isteyen <strong>ve</strong><br />
sözlüklerden dergisine orjinal bir isim aramaya koyulan Baha Tevfik arkadaşlarının da görüşlerine<br />
başvurur. İsmi <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> bulur:
"Birgün şair <strong>ve</strong> büyük heccav Deli <strong>Rıfkı</strong> telaşla Baha Tevfik'in yanına geldi <strong>ve</strong>:<br />
-İstediğin ismi buldum. Fakat hediyesini isterim! dedi. Malum a! Serde şairlik var, caizesiz olmaz!.”<br />
der. Baha Tevfik,(Ştanyburh)da bir rakı ziyafeti sözü <strong>ve</strong>rir:<br />
“Deli <strong>Rıfkı</strong> uzun siyah sakalını sıvazlayarak ağzını şapırtada şapırtada:<br />
-Bu ala, enfes birşey...dedi. Ve sonra ila<strong>ve</strong> etti:<br />
-Orijinal bir isim olsun diye söylenip duruyordun. İşte ben de istediğimi buldum: Eşek!.."<br />
Baha Tevfik'in de beğendiği isim için tek tereddüt, böylesine "âdâb-ı umûmiye muhalif" bir isme<br />
matbuat müdüriyetinin gazete imtiyazı <strong>ve</strong>rip <strong>ve</strong>rmeyeceği konusundadır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> bir çıkış yolu<br />
bulmuştur:<br />
"Ben ismi buldum. İmtiyazını almak çaresini de sen bul!... Ben gidiyorum, dedi."<br />
Baha Tevfik, ismi öylesine se<strong>ve</strong>r ki imtiyaz dışında baskı için gerekli her türlü malzemeyi sağlar.<br />
Çözüm olarak da Osmanlıca'nın el<strong>ve</strong>rişli bir yanından yararlanır. Kelime şeddesiz yazılır <strong>ve</strong> böylece “Eşk”<br />
şekliyle imtiyaz meselesi hallolur. Dönemin matbuat genel müdürü Fazlı Necip, bir mizah gazetesi için<br />
“Eşk”i garipserse de fazla üzerinde durmaz. İmtiyaz alındıktan sonra, onayın <strong>ve</strong>rildiği dilekçe metnindeki<br />
“eşk” kelimesi şeddelenerek Eşek'e çevrilir. Temmuz 1328/1912’de de ruhsatname alınır. Kısa sürede<br />
toplatılan derginin yeniden çıkışı ikibuçuk yıl sonra Kamil Paşa'nın sadareti döneminde gerçekleşir. Yine<br />
uzun soluklu olmaz <strong>ve</strong> kapanır. Şemsettin Kutlu, Eşek'in kapatılması üzerine sahiplerinin inadı sürdürerek<br />
4.sayıda kapatılan Eşek yerine 5.sayının aynı klişe korunarak <strong>ve</strong> ismin Kibâr'a çevrilerek yayınlandığını<br />
belirtir. Kibâr'ı Yuha takip eder. Nihayet imtiyaz alınarak Malum yayınlanır. Sonuçta iki aylık bir sürede<br />
Eşek, Kibâr, Yuha <strong>ve</strong> Malum başlıklı dört dergi tek dergiyi temsilen yayınlanmış olur. Malum'da künye<br />
değişmiş, masa başındaki eşeğin sadece kulakları görünür olmuş, ikinci sayıda sadece masa kalmıştır.<br />
1.2.4. Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası İçinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın 21 Kasım 1911'de kurulan Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası bünyesindeki faaliyeti, fırkanın<br />
tarihine paralel olarak daha geniş bir zaman dilimine yayılır. Bu fırka etrafında, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> ismi, 1913'te<br />
Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi, 1922 yılında Darülfünun'da millî mücadele aleyhtarı öğretim
üyelerine karşı yürütülen hareket dolayısıyla öğretim üyelerinin desteklenmesi <strong>ve</strong> yine 1922'de İstanbul<br />
hükûmetinin istifasıyla, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası'na yönelen öfkenin mağdurları bahislerinde geçer.<br />
29 Mayıs 1329/1913 tarihinde, Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra muhalefet<br />
üzerindeki baskı iyice yoğunlaşmış, Ahmed <strong>Rıfkı</strong>’nın da aralarında bulunduğu muhaliflerin bir kısmı<br />
Sinop'a sürülmüştür. Önce Halim Paşa Yalısı'nda hapis tutulan muhalifler oradan Sinop'a gönderilir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> <strong>ve</strong> altı arkadaşı Sinop' tan kaçar.<br />
Tanin'in 6 Haziran 1329/ 1913 günlü sayısında yer alan Sinop sürgünleri listesinde A.<strong>Rıfkı</strong> adı<br />
geçmez. Ancak listenin sonunda yer alan bilgiye göre:<br />
"Balada esamisi muharrer olanlardan maada on dokuz gayri müslim <strong>ve</strong> yüz elli kadar müslim esnaf<br />
<strong>ve</strong> elli kadar mahalle imam <strong>ve</strong> muhtaranı <strong>ve</strong>saire dahi idare-i örfiye mıntıkası haricine teb'id edilmiştir."<br />
Kendisi de Sinop'a sürülen Refii Cevat Ulunay, hatıralarında, Sinop sürgünlerini 850 kişi olarak ifade<br />
etmiştir. İttihat <strong>ve</strong> Terakki'nin uygulamalarından söz açtığı satırlarda:<br />
"Mesela Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesini bahane ederek bir gecede binlerce adamı tevkif<br />
etti, bir kısmını astı. Sekiz yüz elli kişiyi de sabahın alaca karanlığında Sirkeci'den Bahr-ı Cedid adlı köhne<br />
<strong>ve</strong> atik bir vapura bindirerek Sinob'a sürdü."<br />
kaydı vardır. Hatıralarda sürgünü kendisi <strong>ve</strong> çevresindekiler için daha katlanılır kılan, hayata mizahı katan<br />
insanlardan biri olarak <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya da yer <strong>ve</strong>rilmiştir. O, sürgün dönemini daha baştan kalender bir<br />
edayla karşılamayı seçer. Refii Cevat’ın “beş deli” diye nitelediği isimlerden biridir. Gönlünce hareket<br />
eder <strong>ve</strong> öfkelendiğinde sözünü sakınmaz. İstanbul’dan idam edilen insanları haber <strong>ve</strong>ren bir bilgi<br />
ulaştığında, sürgünler etkisinden kurtulamazlar. İlk tepkilerden biri bir hicviyeyle <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dan gelir:<br />
“Sabah oldu. Günlük hayat tekrar başladı. Yalnız bu bizlerde öyle galiz bir telin uyandırmıştı ki, şair<br />
deli <strong>Rıfkı</strong> dayanamadı. Bahçedeki kürsünün üzerine çıkarak her hükûmetin yâri, her idarenin yâ<strong>ve</strong>ri olan<br />
Sait Paşa hakkında uzun bir hicviye okudu:<br />
‘Arasam silsileni, belki de merdâne çıkar!’<br />
mısraını hiç unutmadım.”<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın kalenderliğinde <strong>Bektaş</strong>iliğinin de payı olmalıdır. Sinop’ta kaldığı evin balkonunda<br />
“<strong>Bektaş</strong>î Dergâhı” yazılıdır.
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1913-1920 yıllarındaki sürgün-gurbet dönemini edebî faaliyet açısından <strong>ve</strong>rimli<br />
bulur. Ona göre Anadolu'da zorunlu ikamet birçok ismi <strong>ve</strong>rimli kılmıştır:<br />
"Yedi senelik gurbet felaketi bana <strong>ve</strong> arkadaşlarıma bir devre-i tetebbu <strong>ve</strong> tetkik olmuştur. Refik<br />
Halit Sinop'ta, Çorum'da, Ankara'da Bilecik'te bulunmasaydı ne *Şeftali Bahçeleri+ni, ne 'Boz Eşek'i<br />
yazabilirdi; Hoca Atıf Efendi Anadolulu olmakla beraber menfaya gitmeseydi Anadolu ahlak <strong>ve</strong> ruhiyatını<br />
o kadar iyi anlayamayacaktı.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1913 sonrası muhaliflerin yaşadığı sıkıntıyı, siyaset yüzünden ser<strong>ve</strong>tini <strong>ve</strong> rahatını<br />
kaybetmesi bir yana, İstanbul'dan uzakta geçen yedi yıllık sürgün <strong>ve</strong> hapislik yıllarını "Kendi Ölümüme<br />
Tarih"te de dile getirmiştir:<br />
"Fakat eyvah, siyaset denilen âfet-i can<br />
Uğruna ser<strong>ve</strong>t ü ârâmımı mah<strong>ve</strong>ttim pek...<br />
Yaşadım hayli zaman zulm ile zindanlarda<br />
Nefyolundum yedi yıl kalmadı menfa <strong>ve</strong> kürek"<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın eserlerinin yayın tarihleri <strong>ve</strong> basında yer alışı dikkate alındığında, yedi yıllık<br />
bir boşluk göze çarpar. 10’u aşkın dergide <strong>ve</strong> Alemdar'da yazılarını yayınlamıştır. Bunlardan Karagöz, Yeni<br />
Ge<strong>ve</strong>ze, Eşek, Kibar, Curcuna, Züğürt, Falaka, Perde, Piyano, Eşref, İştirak, İnsaniyet, 1908-1912 yıllarının<br />
dergileridir. Yalnız Zeka'da 1913'te yayınlanmış yazıları bulunmaktadır. Yazarın Alemdar'da çıkan<br />
yazılarının yayın yılı 1921'dir. Kitap olarak basılmış çalışmalarının yayın tarihlerine bakıyoruz: <strong>Bektaş</strong>î<br />
Sırrı(c.1-2,r.1325/1909-h.1328/1910, Hizmetçi Belası r.1327/1911, Nâkus-i Adem h.1329/1911, <strong>Bektaş</strong>î<br />
Sırrının Müdafaasına Mukabele r.1327/1911, <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri 1340. 1913 sonrasında yine suskunluk ...<br />
Mevcut bilgiler ışığında Ahmed <strong>Rıfkı</strong>'nın 1908-1913 yıllarındaki aktivitesinin 1921’de Alemdar’da<br />
yayınlanan yazılarına kadar olmadığı dikkatimizi çekiyor.<br />
Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası ile <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> ismini, yanyana bir kez daha 30 Mart 1922 yılında<br />
gerçekleşen Darülfünun grevi dolayısıyla görürüz.<br />
Ali Kemal,Cenab Şahabeddin,Rıza Tevfik, Hüseyin Daniş <strong>ve</strong> Barsamyan, millî mücadelede katedilen<br />
yola rağmen,Ankara'nın temsil ettiği değerlerde <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdiği mücadelede gelecek görmemişler, tavırlarını<br />
da net ortaya koymuşlardır.Darülfünun öğrencilerinin, bu öğretim üyelerine karşı tepkileri sert olmuş,30<br />
Mart 1922'de adı geçen şahsiyetlerin üni<strong>ve</strong>rsiteden uzaklaştırmaları yolunda bir hareket içine
girmişlerdir. Rıza Tevfik <strong>ve</strong> Hüseyin Daniş'in hemen istifa edip Darülfünun'dan ayrılmalarına karşılık Ali<br />
Kemal <strong>ve</strong> Cenab Şahabeddin görevlerini bir müddet daha sürdürürler.<br />
Bu arada Beyazıt kah<strong>ve</strong>leri de özellikle Ali Kemal'in dersini yapabilmesini sağlayacak desteği<br />
<strong>ve</strong>rmek üzere Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf yanlılarınca doldurulmuştur. Aralarında <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> da vardır:<br />
"Beyazıt kah<strong>ve</strong>leriyle Ali Kemal'in Beyoğlu'ndaki apartmanı arasında sonu gelmez <strong>ve</strong> içinden<br />
çıkılmaz bir telefon muhaberesi devam edip duruyordu.<br />
İstanbul'un Kadırga,Aksaray,Küçükmustafapaşa gibi mantıkalarının meşhur <strong>ve</strong> sayılı semt<br />
kabadayıları İtilâfçı saflarında Darülfünun hadisesine karışmışlardı.Deli Hüseyin, Kız Ali,Çerkes<br />
Haydar,Eyüplü Mehmet Pehlivan,Şair sakallı <strong>Rıfkı</strong> telefon başında ter ter tepiniyorlar.Ali Kemal'e:<br />
Üstadı Muhterem, korkma millet arkandadır. Yani derhal kalkıp da buraya gelmezsen hepimizin<br />
hatırımız kalacaktır.<br />
Ali Kemal bu adamların bunca ısrarı karşısında pek müşkül vaziyete düşmüş bulunuyordu."<br />
Ali Kemal önce böyle bir destek karşısında Darülfünuna girmeye kalkışırsa da sonra sonuçlarını<br />
düşünerek vaz geçer.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatında Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası’na ait son hatırası hüzün <strong>ve</strong>ricidir. 1922<br />
sonlarında, Ankara’nın <strong>Türk</strong>iye’yi yönetimde temsil eden tek güç haline gelmesi <strong>ve</strong> İstanbul'un<br />
yönetimde devre dışı kalması Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Partisi için de yıkım olmuştur. Artık ıssızlaşan<br />
Cağaloğlu'ndaki fırka merkezi, Ankara yanlısı göstericilerin saldırı hedefleri arasına girer. Bir gösteri<br />
sırasında, merkez binada, taş yağmuruna direnen bir kaç kişi içinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> dikkati çeker:<br />
"Camı çerçe<strong>ve</strong>si kalmıyan bu fırka merkezinde son dakikaya kadar bir derviş gibi te<strong>ve</strong>kküle<br />
bürünüp oturan birkaç kişi vardı. Esasen evleri barkları da olmıyan bu muhalefet fırkasının başında şair<br />
sakallı <strong>Rıfkı</strong> adeta fırkanın demirbaş eşyası gibi gösterilebilirdi.Bu sakallı <strong>ve</strong> çileli şair, coşkun bir millî<br />
nümayiş esnasında fırka merkezinde tek başına yakalanmış <strong>ve</strong> halkın nerelerden bulup getirdiği<br />
anlaşılamayan pek büyük taşlarla dakikalarca bombardıman edilen bu binada akla karayı seçmişti."<br />
Ankara Hükümet ile <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‘nın biyografisinde yer alan bir realite daha uzlaşmaz. <strong>Bektaş</strong>i<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‘nın ismi, tarikat ehli kimliğine denk düşen siyasi bir örgütlenme içinde geçmiştir. Tarikat-i<br />
Salahiye Cemiyeti, 19 Eylül 1920 yılında İstanbul'da kurulmuştur. Merkezi, İlâ-yı Vatan Cemiyeti<br />
Lokali'dir. Kiraz Hamdi Paşa tarafından kurulan cemiyetin temel özelliği "gizli <strong>ve</strong> kapalı" olmasıdır.<br />
Cemiyetin hedefi bir İslam coğrafyasını kuşatır:
"Tarikat-i Salahiye'nin amacı, önce de belirtildiği gibi aşamalıdır: Osmanlı ülkesinden taşarak İslam<br />
dünyasını içine alan bir kalkındırma <strong>ve</strong> kurtarma politikasıdır. Bu amaçla, önce İttihat <strong>ve</strong> Terakki, sonra<br />
Müdafaa-i Hukuk, <strong>ve</strong> en sonunda da <strong>Türk</strong>iye Cumhuriyetine muhalif <strong>ve</strong> yıkıcı bir yöntem izlenecektir."<br />
Tarikatçı bir sisteme, dolayısıyla dinî bir terminolojiye dayalı yapılanma arz eden örgütün üst<br />
yönetici kadroları Üçler, Yediler, Kırklar olarak derecelendirilmiştir. Cemiyet bünyesinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />
ismi, kurul üyelikleri arasında yer almıştır:<br />
"Hafız Nefi Efendi'nin ifadesine göre, bu kurulların bazı üyeleri bellidir. Örneğin, Üçler'de Kiraz<br />
Hamdi, İsa Ruhi, <strong>Ahmet</strong> Refik Beyler; Kırklar'da Seyyit Yusuf, Seyyit Ali Haydar, Hüseyin Kemalettin, İsmail<br />
Hakkı, İsmet, Bafralı Celal, Agabela, İtilafçı Hafız Ömer, Şevket Mehmet, Hüsnü, Hafız İsmail Hakkı,<br />
Binbaşı Muhtar, Sakallı <strong>Rıfkı</strong>, Mehmet Şerif, Sami, Halil Rıfat, Akif, Mehmet Fahrettin, Şeyh Ramiz, Şeyh<br />
Faik, Sabri, Seyyit Galip Beyler <strong>ve</strong> Yahya Adnan Paşa vardır (Cumhuriyet, 20 Temmuz 1925,s.3)"<br />
Cemiyete ait bir belgede *Elif+ <strong>Rıfkı</strong> ismine rastlıyoruz. T.K. imzalı olarak, "İstanbul'daki Mim<br />
Mim Grubu ajanının Ankara'ya gönderdiği 20 Kânûn-i ev<strong>ve</strong>l 1338 tarihli" bir listede "Tarik-i Salah'a<br />
girmiş olan belli başlı isimler bildirilmektedir. Listeye göre,"Suleha-ı Ümmet"in "ilk tabaka"sında yer<br />
alan Elif <strong>Rıfkı</strong>'nın numarası 0501'dir. Listenin sonunda yer alan bilgiye göre:<br />
"Balada ilk tabaka Kırklardan müsbet olup Üçler <strong>ve</strong> Yediler de bu Kırklar içinden<br />
müntehaptır.(...)Nezdimde icap ettikçe vazife <strong>ve</strong>rmek <strong>ve</strong>ya birlik hareket etmek üzere almak zevat dahile<br />
doğru çizgi <strong>ve</strong> rakamlarla işaret edilen kendimle beraber yedi kişi müstesna olmak üzere cümlesi Tarik-i<br />
mezkur <strong>ve</strong> sair muhalif gruplarda çalışanlardır(...)"<br />
150’likler arasında ismi geçmeyen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Ankara’nın temsil ettiği değerler karşısında,<br />
Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası’nın Osmanlı’yı korumaya dönük değerlerine sahip çıkarak mı, yoksa, Ankara’yı bir<br />
macera içinde gördüğü için mi uzak durduğu <strong>ve</strong> yurt dışına kaçma gereği duyduğu konuları boşluktadır.<br />
Kendisinin bir yazısı <strong>ve</strong>ya kaydı olmadığı gibi kaynaklarda da bilgi bulunmamaktadır.<br />
1.3.YURT DIŞINA ÇIKIŞI, ÖLÜMÜ VE AİLESİNİN DURUMU<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın siyasî yapılanmalar içindeki macerası, özellikle Ali Kemal'in linç edilmesiyle paniğe<br />
düşen muhaliflerin telaşına eklenir <strong>ve</strong> ülkeyi terkedişe kadar varır. Yurtdışına çıkışı hakkında kaynaklarda<br />
ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Kısa biyografisine yer <strong>ve</strong>ren kaynaklarda hemen hemen benzer ifadelerle,
millî mücadele aleyhinde hareket ettiği için zafer sonrası yurt dışına çıktığı <strong>ve</strong> Yunanistan'da sefalet içinde<br />
öldüğü bilgisi yer alır.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ülke dışına çıkışı hakkında yakınındaki iki yazar tarafından iki ayrı iddia ileri<br />
sürülmektedir. Birincisi, Münir Süleyman Çapanoğlu'nun Tabende Doğu'ya <strong>ve</strong>rdiği bilgi çerçe<strong>ve</strong>sinde, Ali<br />
Kemal'in linç edilişi dolayısıyla kendisini gü<strong>ve</strong>nde hissetmeyişi tezine dayanır. Çapanoğlu, <strong>Rıfkı</strong>'nın Ali<br />
Kemalci olduğunu söylemiştir. Tabende Doğu, bu bilgiyi Refik Halit'e anlatır, ancak o, doğrulamaz. Refik<br />
Halit'e göre <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Ali Kemalci değildir <strong>ve</strong> Vahideddin'in mahiyetiyle birlikte İstanbul'dan ayrılmıştır.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın eşi Ayşe Hanım da kızına bu yönde bilgi <strong>ve</strong>rmiştir:<br />
"Süleyman Çapanoğluna göre babam Ali Kemal'in linç edilmesinin etkisinde kalarak bir İngiliz<br />
gemisi ile ülkeyi terk ettiği.Oysa Refik Halit'e göre babam Vahdettin taraftarı olduğu için onunla birlikte<br />
ülkeyi terk ederek Cidde’ye Hicaz’a gittiğiydi. Babamın anneme anlattığı da Refik Halit Bey’in anlattıklarını<br />
teyid etmektedir."<br />
Her iki iddianın ortak noktası, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı yurt dışına çıkmaya yöneltecek aleyhte şartların<br />
doğmuş olmasıdır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Ali Kemal'in linç edilmesinin ardından İngiliz sefaretinden yardım isteyen<br />
muhaliflerin yerleştirildiği Taşkışla'da kalmıştır. Ayrıca, Taşkışla sonrası muhaliflerin ilk yurt dışı<br />
duraklarından Mısır'a gidenler arasındadır. Bu, Çapanoğlu'nu doğrular. Ancak, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın eşi Ayşe<br />
Hanım'ın <strong>ve</strong> Refik Halit'in <strong>ve</strong>rdiği bilgiler de kayda alındığında aynı ayda (Kasım 1922) gerçekleşen iki<br />
olayın, Ali Kemal'in linç edilmesi <strong>ve</strong> Vahideddin'in yurt dışına çıkışının paralelinde muhalif aydınlardan biri<br />
olarak, Vahideddin'le aynı zamanda Arap ülkelerine doğru bir yolculuğa çıktığı muhakkaktır.<br />
Sonuçta, İngiliz sefaretinden sığınma talebinde bulunulur. Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası Başkanı Miralay<br />
Sadık Bey'le arkadaşlarının İngiltere sefarethanesine başvurarak yardım istemeleri haberinin yayılması<br />
üzerine, fırka mensupları sefarethaneye gider.<br />
Hatıralarında karabasan gibi anlattığı <strong>ve</strong> daha içeri girdiği gün sıkıntılanarak dışarı çıkan Refik<br />
Halit'in aksine, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın da aralarında yer aldığı bu kalabalık grup için Taşkışla, korkuyu üzerinden<br />
attıkları <strong>ve</strong> hallerinden pek de şikayetçi olmadıkları bir mekândır. Taşkışla'nın ikinci katında büyük bir<br />
koğuşa yerleşirler. Bir akşam, Ali Kemal'in ruhuna mevlit okunur. Mevlidin sonunda, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />
mizahî kişiliği ön plana çıkar <strong>ve</strong> İttihatçıları hic<strong>ve</strong>den bir nazire söyler .<br />
Taşkışla'nın zorunlu misafirleri Mısır bandıralı bir yolcu vapuruyla İskenderiye'ye gönderilir.<br />
Göztepe‘nin <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre:
"Malta misafirleri, Hicaz Kralı Birinci Hüseyin'in has misafirleri olarak Hicaz'a harekete<br />
hazırlanırken, Mısır bayrağı taşıyan 'Egypt' isimli eski bir yolcu vapuru İstanbul'dan İskenderiye limanına<br />
dört yüz küsür kişilik politika kaçaklarını getirip boşaltmıştı."<br />
Gelenler bir müddet İngiliz yetkililerce kendilerine İskenderiye'de tahsis edilen otelde misafir<br />
edilirler. Bir müddet sonra herkes tercihleri doğrultusunda hayatlarını devam ettirecek mekânlara <strong>ve</strong><br />
işlere yönelirler:<br />
"Bunlardan bir kısmı Mısır'ın ilim <strong>ve</strong> sanat muhitlerinde mevki <strong>ve</strong> şöhret yaparak refaha<br />
kavuşmuşlar, bir kısmı Sultan Vahideddin'in Hicaz'a geçtiğini duyar duymaz kendilerini Mekke'ye atmışlar<br />
<strong>ve</strong> kimisi de Allah'ın yürü ya kulum dediği kullardan olarak Hindistan'a Cava'ya kadar dünyanın çeşitli<br />
bucaklarına dağılmışlardı."<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın tercihi Mısır olur, Kahire'ye gider:<br />
"Vahideddin <strong>ve</strong> arkadaşları Hicaz kralından ilk önceleri çok itibar görmüşler. Daha sonra babam<br />
Vahideddin'den ayrılıp Mısır'a <strong>ve</strong> daha sonra da Batı Trakya'ya gelmiş sebebini bilmiyorum."<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Kahire'de kaldığı bir buçuk yıllık sürede tatlı badem komisyonculuğu yaparak geçimini<br />
sağlamıştır. Arapçayı çok iyi bilmesi hayatını kolaylaştırmıştır.<br />
Mısır'dan yola çıktığında ise son durağı, artık başka bir yere ayrılmayacağı <strong>ve</strong> dil dağarcığına<br />
Rumca’yı da katacağı İskeçe olur.<br />
1927 yılında, dindar bir insan olan İskeçeli Ayşe Hanım (ölümü 1982)'la evlendikten sonraki<br />
yaşamını ölünceye kadar orada sürdürür. İki yıl sonra, tek çocuğu Fatma Tabende Doğu İskeçe'de<br />
dünyaya geldiğinde sevincini bir kıtayla ifade eder:<br />
"Kırk beşimden sonra bir kızım oldu.<br />
Şevk u meserretler uyandı bende<br />
Ay doğdu semadan tarih söyledi<br />
Doğdu muharremde Fatma Tabende."<br />
Kıtanın altındaki tarih 3 Haziran 1929; saat , sabahın 05’dir.
Babası öldüğünde, Fatma Tabende Doğu, 6 yaşındadır. Ayşe Hanım'ın ilk evliliğinden de bir oğlu<br />
vardır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ü<strong>ve</strong>y oğlu Mehmet, 23 yaşında İskeçe'de askerlik yaptığı sırada <strong>ve</strong>fat etmiştir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, İskeçe'de kaldığı dönemde bir süre ilkokul öğretmenliği yapar. Ancak orada da<br />
muhalif kimliğiyle ön plana çıkıp seçimlerde desteklediği partinin yenilgiye uğramasıyla kendini tekrar<br />
işsiz bulur. Batı Trakya’daki millet<strong>ve</strong>kili seçimlerinde, Cemaat-i İslamiye Reisi Hamdi Bey yerine,<br />
İskeçe’nin zenginlerinden Tahsin Salihoğlu’nun babası Muzaffer Bey’in yanında yer alır. Muzaffer Bey<br />
yenilince, muhalif A.<strong>Rıfkı</strong>, İskeçe’deki öğretmenliğinden alınmış <strong>ve</strong> Yeniceköy’e sürülmüştür. Üstelik,<br />
kazanan partinin bir uygulaması sonucu, Tahsin Salihoğlu'nun konağında 15 gün gözaltında tutulanlar<br />
arasında yer almıştır.<br />
Burhan Felek'in Fatma Tabende Doğu'ya dayanarak <strong>ve</strong>rdiği bir bilgi, ilk anda hikayesi tam<br />
anlatılmadığı için yanıltıcı olabilecek cinstendir:<br />
"İşte bu <strong>Bektaş</strong>î babası İskeçe'de geçinme zarureti karşısında muallimlik gibi bazı fikrî hizmetlerden<br />
sonra nasıl olmuş, nasıl becermiş bilmem, İskeçe müftüsü olmuş. Düşünebiliyor musunuz? Bir <strong>Bektaş</strong>î<br />
babasının bir yere müftü oluşunun garabet <strong>ve</strong> zorluğunu! Ama bizim Baba <strong>Rıfkı</strong>, bunu da becermiş <strong>ve</strong> bir<br />
müddet İskeçe müftülüğü vazifesini görmüş."<br />
ibarettir.<br />
Oysa, <strong>Rıfkı</strong> Baba'nın müftülüğü bir defaya mahsustur <strong>ve</strong> bir nikah akdini gerçekleştirmekten<br />
Ahmed <strong>Rıfkı</strong> İskeçe’de mizahla ilgisini sürdürmüş hatta 11 Teşrin-i Sânî 1927’de Şeytan ismiyle<br />
yayınlanan bir dergide yazar olarak yer almıştır.<br />
1935 yılında artık yurda dönmeye hazırdır. 1934'te, ağabeyi İzzettin Bey, Yunanistan'da ilgili<br />
konsolosluğa dönüş için haber bırakır. 1935 yılında da bir mektup yazarak <strong>Türk</strong>iye'ye çağırır. Ne var ki<br />
pasaportların hazırlandığı günlerde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> hastalanmıştır.<br />
15 Ağustos 1935 yılında 52 yaşında kendisini yakalayan ölüm, Tabende Doğu’nun ifadesiyle, "hem<br />
de bir ziyafet sonunda <strong>ve</strong> biraz esrarengizce.." gelmiştir. İskeçe eşrafından Baki Zorlu'nun İskeçe Mizanlı<br />
Çiftliği'ndeki düğününde köy rakısı içen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> rahatsızlanır. Daha önce, dört ay içki içmemiştir.<br />
Düğün sırasında titreme gelir. Karaciğer yetmezliğinden düğün ertesi, cuma günü <strong>ve</strong>fat eder. Ölümün<br />
ilginç yanı, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> tarafından bir buçuk yıl önceden bilinmesidir. Fatma Tabende Doğu, babasının,<br />
ölümünden bir yıl önce, annesine:<br />
” Ayşe 15 Ağustos'ta doğdum 15 Ağustos'ta öleceğim."
dediğini kaydeder. Defninin 16 Ağustos'ta yapılmasını isteyen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın isteği yerine getirilir.<br />
Ölümü üzerine Hafız Yusuf Efendi üç camide selâ <strong>ve</strong>rdirmiştir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın daktiloyla yazılmış "Kendi Ölümüme Tarih" şiiri <strong>ve</strong> altına elyazısıyla<br />
düşülmüş notu aşağıya aynen aktarıyoruz:<br />
KENDİ ÖLÜMÜME TARİH<br />
Bu hayatın sonu olduğuna eyleme şek!<br />
Gelen elbette bu mihnet kapısından gidecek..<br />
İyi bak, hoşça düşün, nerde baban? Nerde deden?<br />
Hepsi de dehre <strong>ve</strong>da eyleyerek çekti etek..<br />
Şu kadar var ki bu dünya-yı denide insan<br />
Hoş sada koymalı, sarf etmelidir hayra emek.<br />
Beni hiç sorma, hayatımda ne günler gördüm,<br />
Yaşadım hayli zaman şevket ile pek yüksek.......<br />
Fakat eyvah.. Siyaset denilen afet-i can<br />
Uğruna ser<strong>ve</strong>t ü aramımı mah<strong>ve</strong>ttim pek....<br />
Yaşadım hayli zman zulm ile zindanlarda<br />
Nefyolundum yedi yıl kalmadı menfa <strong>ve</strong> kürek...<br />
En nihayet kaçarak memleketimden dışarı<br />
Bana alamını çektirdi bütün kahpe felek....<br />
Şimdi hiçi denilen cennet-i adne çekilip
Bütün efkarımı nisyana bıraktım gerçek....<br />
Yanarım sevgili (Tabende) me öksüz kaldı<br />
Babasından iyi gün görmedi nazlı melek.<br />
Mağfiret ummadayım Hazret-i Hak'tan çünki<br />
Kulunu sanma ki reddeyleye, haktır istek.<br />
Hazret-i Fahr-ı cihan şafi-i isyan olsun<br />
Saki-i kevser ise sunsun eliyle bir tek.<br />
Ölmeden fevtime tarih-i tamam nazmettim:<br />
RIFKI azmetti beka semtine canan diyerek......<br />
Not: 1934 yılı başlarında bir gün "<strong>Rıfkı</strong> azmetti beka semtine canan diyerek" mısraı içime doğdu.<br />
Hesap ettim 1935 çıktı. Gaiplerden olan ölüm zamanını bilmek ancak <strong>ve</strong>lilerin işidir. ---- Öldükten sonra<br />
[Kitabe-i Seng-i Mezar] olursa -yani yaparlarsa- mutlu ---- Ölümü 15 Ağustos 1935”<br />
İskeçe'nın çarşı içindeki Pırnallık Mahallesi'nde ikamet eden <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, burada,<br />
aralarında kendinden yaşça çok büyük olan Sultan Abdülhamid'in müezzini Hafız Yusuf<br />
Efendi'nin de bulunduğu güçlü dostluklar kurabilmiştir. Evrakını uzun müddet saklayan<br />
Dr.Nureddin Bey de o günlerin dostlarındandır. Kızı doğduğunda, ziyarete gelenler arasında,<br />
o dönemde İskeçe‟ye bir saat uzaklıktaki Gümülcine‟de müftü olan Osmanlı<br />
İmparatorluğu‟nun son şeyhülislamı Mustafa Sabri‟nin kızı Nezahat Hanım <strong>ve</strong> kocası<br />
150‟liklerden Ali Vasfi Bey de yer almıştır.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ölümünden sonra, kızıyla eşi Ayşe Hanım beş yıl daha İskeçe'de kalırlar. Ayşe<br />
Hanım, oğlu Mehmet’in ölümünün ardından, kızını alıp <strong>Türk</strong>iye’ye dönmek ister. Tabende Doğu,<br />
Çapanoğlu'na yazdığı 6.8.1953 tarihli mektubunda İskeçe'den 11 yaşında <strong>Türk</strong>iye'ye döndüğünü<br />
belirtir. 1940 yılında pasaportla <strong>Türk</strong>iye'ye dönen anne-kız yanlarında hemen hiç birşey getirmemiştir:
"Ben annemle 1940 tarihinde <strong>Türk</strong>iye'ye geldik. (Biz pasaportla gelmiştik. Orda annemin evi <strong>ve</strong><br />
diğer neyimiz varsa her şey kalmıştı.) Annem beni yatılı okula yerleştirirp geri dönüp evi satacaktı olmadı.<br />
Yunan- İtalyan harbinin çıkması bu dönüşü tamamen etkilemiştir. Böylece artık <strong>Türk</strong>iyede kalmış olduk."<br />
Tekrar geri dönüş imkanı bulunmayınca, İskeçe'de bırakılan eşyaya yeniden ulaşmak mümkün<br />
olmaz. Tabende Doğu'dan babasına ait bir albüm isteğimiz oldu. Evrakın bir bölümü, <strong>Türk</strong>iye'ye dönüş<br />
hazırlığında, muhalif bir aydının eşi olmanın getirebileceği riskleri düşündüğünden olsa gerek, Ayşe<br />
Hanım tarafından imha edilmiştir. Tabende Doğu‘nun, 11 yaşının hatıraları arasında, bahçe ortasında<br />
yakılan evrak da bulunur. Bu arada, <strong>Türk</strong>iyeye geliş öncesi <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya ait bir kısım evrak, <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />
arkadaşlarından "Dr.Amca (Dr. Nureddin Bey)”ya bırakıldığı için söz konusu evrakın akıbeti de tamamen<br />
anne-kızın dışında gelişir:<br />
"<strong>Türk</strong>iyeye gelirken babamın kitaplarını Dr. amcama <strong>ve</strong>rmiştik. Sonradan öğrendiğime göre (44<br />
sene sonra) Dr.Amcam 1945 te ölmeden önce babamın bazı anılarını ihtiva eden notlarını orada mülteci<br />
olarak kalan <strong>ve</strong> Karagözlü köyünde kalan kör Kemal diye anılan bir beye bırakmış. O da çok<br />
yaşlandığından İskeçe'de öğretmen olan İbrahim Hüseyin <strong>ve</strong>ya Hüseyin İbrahim adında bir zata bırakmış.<br />
Bu zat bundan 7-8 sene ev<strong>ve</strong>l beni İstanbulda telefonla aradı. İş icabı İstanbul’a geldiğini <strong>ve</strong> Hilmi<br />
Yücebaş'la görüştüğünü babama ait bazı evrakları ona getirdiğini tekrar geldiğinde babamın diğer<br />
hatıralarını da getireceğini söyledi. O zamandan sonra ne aradı ne de sordu. Hilmi Bey bana onun<br />
getirdiği bir iki şiirini <strong>ve</strong>rdi."<br />
Aile İstanbul’a döndüğünde zor günler yaşar. Akrabalarına ulaşmayı başarırlarsa da sıcak<br />
karşılanmazlar. Fatma Tabende Doğu’nun biraz da aile içi bir mesele olarak miras etrafında<br />
değerlendirdiği bu soğuk karşılanmanın kanaatimizce siyasî bir yönü de aranmalıdır. Millî mücadele<br />
yıllarında Ankara'ya muhalif bir tavır sergileyen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya karşılık, ablası Azize Doğu’nun oğlu Rafet<br />
Canıtez, Ankara'ya yakındır. Larousse'ta yer alan biyografisinde Canıtez'in Kurtuluş Savaşı'nın ilk<br />
günlerinde Anadolu'ya geçerek Adana Valisi olduğu yazılıdır. Sonrasında, yukarıda da sıraladığımız üzere,<br />
millet<strong>ve</strong>killiği, bakanlık, başkan<strong>ve</strong>killiği gibi bütünüyle yönetimin en üst kademelerinde görev alındığı göz<br />
önünde tutulduğunda, böyle bir kimliğin, muhalif bir ismi çok yakınında istemeyeceği düşünülebilir.<br />
Tabende Doğu, akrabalarıyla süremediği babasının izini, baba dostlarıyla sürmeye çalışmıştır.<br />
Çapanoğlu'nun "Eriğin İrisi" yazısını okuyup da babasının bir dostuna ulaşabileceği umudu<br />
belirince mektup yazar. Artık gözü görmeyen, yaşlı Çapanoğlu, oğlu Cem vasıtasıyla Samsun'daki genç<br />
Fatma Tabende ile mektuplaşır. Tabende Doğu, İstanbul'a gittiğinde Cağaloğlu'nda Gazeteciler<br />
Cemiyeti’nde çaışırken onu bulur, tanışır. Çapanoğlu, kendisine iki dost ismi <strong>ve</strong>rir: Hamdi Varol <strong>ve</strong> Refik<br />
Halit. Refik Halit'in evine kızıyla gitmiş olan Tabende Doğu'ya, sohbetin bu noktasında bir endişemizi
elirtme gereği duyduk. Refik Halit, hangi A.<strong>Rıfkı</strong>'nın kızını karşısında bulduğunu düşünmektedir: Aydede<br />
sayfalarını birlikte paylaştığı, karikatürist A.<strong>Rıfkı</strong> mı, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf çevresinden <strong>ve</strong> basından<br />
tanıyabileceği şair A.<strong>Rıfkı</strong> mı? Tabende Doğu, kesin bir dille, Refik Halit'in sohbeti "Sakallı <strong>Rıfkı</strong>"nın kızıyla<br />
yaptığının farkında oluşuna dikkatimizi çekmiştir. Refik Halit, ona önce ilgi göstermez. Tabende Hanım,<br />
babasının <strong>Bektaş</strong>î babası olduğunu söyleyince:<br />
"Ha sen Aksaraylı <strong>Rıfkı</strong>'nın kızısın"<br />
der, ilgilenir, buyur eder.<br />
Karay'ın bu arkadaş yâdigârı hanıma karşı kayıtsız kalmadığı, dostane davrandığı 8.2.1964 tarihli<br />
mektupta da görülür. Daktiloyla yazılmış mektuptaki ilgili <strong>ve</strong> sıcak tavır dikkati çeker:<br />
"Sevgili kızım Tabende Hanım,<br />
Mektubunuzu sevinçle aldım, hem afiyette olmanıza hem küçük kızımız Füsun'un başarısına pek<br />
memnun oldum. Kopyasını yolladığınız yazısı o yaşdan <strong>ve</strong> şimdiki nesilden beklenmeyecek kadar olgun,<br />
az satıra çok fikir yerleştirebilmek bakımından da değerli, gerçekten güzel. Tebrik ederim. Sevdiğim <strong>ve</strong><br />
saydığım dedesi sağ olsaydı -belli etmemekle beraber- sevinirdi. Nur içinde yatsın, müstesna bir<br />
şahsiyetti.<br />
İstanbul'dan geçerseniz bize uğramanız <strong>ve</strong> arasıra afiyet haberinizi <strong>ve</strong>rmeniz ricasıla sevgilerimi<br />
bildirir, refikamla birlikte iyiliğinizi dileriz, kızım. Refik Halit."<br />
1.4. BEKTAŞİLİK VE AHMET RIFKI<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‘nın biyografisini tamamlamak için hayatının bir dönemini kapsayan diğer<br />
gelişmelerin aksine, kimliğine <strong>ve</strong> ömrüne sinen <strong>Bektaş</strong>iliğinden de bahsetmek gerekir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, kimi mizah dergilerinde "baba" lakabını kullanmıştır. Bu tesadüf değildir. O,<br />
II.Meşrutiyet'in ilk yıllarından itibaren <strong>Bektaş</strong>îliğe ilgi duymuş, nefesler yazmış, hatta <strong>Bektaş</strong>îlik<br />
üzerine üç ciltlik bir eser hazırlamış bir <strong>Bektaş</strong>î babasıdır. Kendisine bu yolda, Rûhî <strong>ve</strong> Derviş Ruhullah<br />
mahlaslarını layık görmüştür. Tabende Doğu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Derviş Ruhullah mahlasını almasını,<br />
annesi İrfan Hanım’ın babasının bir derviş olmasına bağlar.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın <strong>Bektaş</strong>îliğe tam olarak ne zaman ilgi duyduğu <strong>ve</strong> hangi dergâha devam ettiği<br />
hakkında kaynalarda bilgi bulunmamaktadır. Alevî-<strong>Bektaş</strong>î edebiyatını konu alan belli başlı kaynaklar <strong>ve</strong>
antolojiler, büyük ölçüde birbirini tekrar etmiştir <strong>ve</strong> tatmin edici bilgi sunmaktan uzaktır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />
bahsini, Ziya Şakir'den aynen <strong>ve</strong>ya cümle değişikliği düzeyinde kalarak tekrar eden, ek bilgi <strong>ve</strong>remeyen<br />
söz konusu kaynaklardan Sadeddin Nüzhet Ergun'un eserinde, Derviş Ruhullah mahlasıyla ismi geçen<br />
şairin "son asır <strong>Bektaş</strong>î şairleri"nden olduğu belirtilmiştir.<br />
Bir takvim yaprağında Derviş Ruhullah'ın hemen her antolojiye de alınan bir nefesinden dört<br />
mısraa yer <strong>ve</strong>rilir:<br />
"Ruhullah bulmuşuz bu demde zatı<br />
Bir zat da seyrettik ilm ü sıfatı<br />
Bir elden içtik ki âb-ı hayatı<br />
Kalmadı kışımız yazımız bizim"<br />
Takvimin <strong>ve</strong>rdiği bilgi notu kısadır:<br />
"Derviş Ruhullah son yüzyıl <strong>Bektaş</strong>î şairlerindendir, hayatı hakkında bilgi yoktur."<br />
Vasfi Mahir’in hazırladığı Tekke Şiirleri Antolojisindeki bilgi ise, A.<strong>Rıfkı</strong>’nın hazırladığı <strong>Bektaş</strong>î<br />
Nefesleri Antolojisinin varlığından söz etmekten ibarettir:<br />
“Derviş Ruhullah, ondokuzuncu yüzyıl sonlarında <strong>ve</strong> yirminci yüzyıl başlarında yaşamıştır. 1924<br />
yılında <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri adlı bir antoloji bastırmıştır. Bu eserde kendisinin de şiirleri bulunmaktadır.”<br />
Kendisi de bir <strong>Bektaş</strong>î babası olan Turgut Koca, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın Harabi Baba'dan el tuttuğu<br />
yolunda <strong>Bektaş</strong>îler arasında bir söylenti olduğunu kaydetmiştir. Bezmi Nusret Kaygusuz, <strong>Rıfkı</strong>'nın Cemali<br />
Baba'yla ilişkisinden söz açar. Bezmi Nusret'in hatıralarında, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Sirkeci'de Sotiri'nin işlettiği<br />
Selânik Kıraathanesi'nde Cemali Baba'yla başbaşadır:<br />
"<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya Sakallı <strong>Rıfkı</strong> da derlerdi. Nakus-ü Adem <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>î Sırrı isimlerinde iki eseri<br />
münteşirdir. O sıralarda hep Cemali Baba ile beraber idi. '<strong>Bektaş</strong>î Sırrı' için ondan istifade <strong>ve</strong> istiane<br />
ediyordu. 'Cemali Baba, değerli <strong>ve</strong> kamil bir zattı. Necefteki <strong>Bektaş</strong>î Dergâhının şeyhliğinde bulunmuştur."<br />
<strong>Bektaş</strong>îlikle ilgili eserler <strong>ve</strong>rdiği dönemde, Cemali Baba'dan istifade edişi, onun çevresinde yer<br />
alabileceğini düşündürmektedir.
Münir Süleyman Çapanoğlu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın öğrenciliği sırasında tekkelere de devam ettiğini<br />
belirtir. Tarikat, adap <strong>ve</strong> ayinleri öğrenen, zikre katılan, semaa kalkan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> için bu atmosfer, ruh<br />
dünyasının açıldığı yeni bir iklim <strong>ve</strong> olgunlaşma süreci olur:<br />
"Tekkeler onun için çok <strong>ve</strong>rimli, çok berrak <strong>ve</strong> ilahi bir kaynak oldu. Gülbankler gönlünü yaktı,<br />
<strong>Bektaş</strong>î nefesleri ruhunu bir alev gibi sardı. Ney'in <strong>ve</strong> kudumun nağmelerile mestoldu. (Yunus)un, en<br />
basit, en tekellüfsüz mısralar içinde yaşattığı 'zahir'i yırtıp 'derun'a inen tasavvufunun mestisi gönlünü<br />
yaktı, kavurdu. Tasavvufun dehası olan (Mevlana)da başka bir dünya keşfetti."<br />
Tasavvuf dünyasında bir süre bocaladıktan sonra <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>'ta karar kılar:<br />
"Mamafih, nihayet (Babailik), (Ahilik), (Abdallık) <strong>ve</strong> (Hurufilik) gibi mesleklerin birleşmesinden<br />
doğan <strong>ve</strong> bir 'Batıni' tarikat olan <strong>ve</strong> bizde 'Zühd'ün kuruluğunu yırtmak isteyen bu mezhebe gönül<br />
bağladı."<br />
Çapanoğlu, siyah uzunbağı, fantezi yeleği, uzun siyah saçlarıyla “çok temiz <strong>ve</strong> düzenli” bulduğu<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>’nın <strong>Bektaş</strong>îliğe intisabından sonra eski titizliğini kaybettiğini anlatır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, zamanla şıklıktan<br />
vazgeçmiş, “derbeder, babayâni” bir tarzı benimsemiştir Çapanoğlu, arkadaşını kıyafetlerinin temizliğine<br />
aldırmadığı dönemiyle de hatırlar. “Akvâl-i Meşâhir” ismiyle açılmış sütunda dönemin edebiyatçılarının<br />
birer cümlesine yer <strong>ve</strong>rilmiştir. İlk söz <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dan seçilmiştir <strong>ve</strong> onun dünyevî unsurlardan arınışını<br />
gösterir:<br />
“Bir abam var atarım, nerede olsa yatarım.”<br />
Daha çocukluğunda babasından aldığı dersler dolayısıyla Tuhfe-i Vehbi, Gülistan gibi eserlerle<br />
tanışan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, tasavvufa bilinçle yöneldiği bu dönemde Risale-i Bedreddin, Hikmetülişrak, Fütuhat-ı<br />
Mekkiye, Arşname, Cavidan-i İlahi, Vahdetname, Füsusülhikem gibi eserleri okumaya başlar. Münir<br />
Süleyman’ın anılarında, kendisine adeta hocalık yapan arkadaşının sohbeti de bu birikimi yansıtır<br />
niteliktedir:<br />
“O, çok geçmeden benim hocam oldu; bana divan edebiyatından, şark felsefesinden, tasavvuftan,<br />
hicivden bahsediyor, dersler <strong>ve</strong>riyordu.”<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, yalnızca okumakla, tasavvufi şiirler yazmakla <strong>ve</strong> araştırmalar yapmakla kalmamış,<br />
<strong>Bektaş</strong>î tarikatine intisap etmiştir:
"Mürit oldu, çömez oldu <strong>ve</strong> en nihayet bu tarikatın rüknü <strong>ve</strong> <strong>ve</strong> kulu oldu. Onun nazarında (<strong>Hacı</strong><br />
<strong>Bektaş</strong>) kutlu, kamil sıfatını tamamile iktisabetmiş bir <strong>ve</strong>li idi."<br />
Şair, <strong>Bektaş</strong>îlikte bir mertebe olan "baba"lık payesine de ulaşmıştır. Ona, "baba" olarak Tabende<br />
Hanım'ın "12 imam taşı" dediği <strong>ve</strong> halen kendisinde bulunan "teslim taşı" <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />
M.Raif Ogan’ın “deryâdil bir <strong>Bektaş</strong>î” dediği <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatında, <strong>Bektaş</strong>îliğe ilişkin bir bilgi<br />
olarak, kızının çocukluk hatıralarında yer aldığı kadarıyla, ölümünün ardından düzenlenen töreni<br />
<strong>ve</strong>rebiliriz:<br />
"Mevtanın evde kaldığı gece arkadaşları mumlar yakarak ilahiler okudular. Ben o zaman altı<br />
yaşında olduğum için bu olayları çok iyi hatırlıyorum."<br />
Bu arada, daha önce belirtildiği gibi, ölümünü bir buçuk yıl önceden bilmesi <strong>ve</strong> kendi ölümüne:<br />
"Ölmeden fevtime tarih-i tamam nazmettim<br />
<strong>Rıfkı</strong> azmetti baka semtine canan diyerek..."<br />
şeklinde tarih düşmesi Burhan Felek gibi bakanlar açısından "eren"ce bir işarettir:<br />
"Baba <strong>Rıfkı</strong> hayatında ne zaman öleceğini bilen, 'eren'lerden olduğunu, hayatında yazdığı <strong>ve</strong> ebced<br />
hesabı ile <strong>ve</strong>fat tarihi olan 1934'ü gösteren şu mısraı söylemiş <strong>ve</strong> ölürse mezartaşına bunun yazılmasını<br />
istemiş. Bu isteği yerine getirilememiş olsa da <strong>ve</strong>fatını önceden bilen bir kişi olarak Baba <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />
erenlerden olduğuna inandırmak mümkün değildir."<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya “deli” lakabını yakıştıran çevresi, onun, hayatla eğlenen, gerçekliği salt akıl<br />
dairesinde algılamaya <strong>ve</strong> yaşamaya yanaşmayan yönünü görmüş olmalıdır. Horoz dövüştüren, içki<br />
yarıştıran <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, kâh Ser<strong>ve</strong>t-i Fünûn kuşağını aratmayan bedbinliği ile, kâh <strong>Bektaş</strong>î neşesi ile,<br />
“yarın”dan fazla bir şey beklenemeyeceğini hayatında <strong>ve</strong> eserlerinde göstermekten kaçınmamıştır. Onun,<br />
<strong>Bektaş</strong>î yanı, görünür gerçeğin “fanî”liğini çoktan kabul etmiş, bu gerçeğe bel bağlamaması gerektiğini<br />
sezdirmiştir. Erenler neşesiyle çelişen <strong>ve</strong> zaman zaman yaşadıklarıyla kapıldığı karamsarlığı, politik<br />
muhalefetiyle birleştiğinde, görünür gerçeğin de kendine fazla bir şey vaat etmediğini çabuk kavratmıştır.
2.AHMET RIFKI’NIN EDEBî<br />
ESERLERİ<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 20.Asırda Zeka dışında yalnızca mizahî yayın organlarında göründüğü için dönemin<br />
önde gelen isimlerinin nazarındaki yerini <strong>ve</strong> edebiyat çevrelerinde ne kadar bilindiğinin tesbitini<br />
yapmak güçtür. Özellikle, 1913-1920 yılları arasında İstanbul’dan zorunlu uzak kalışı <strong>ve</strong> 1922’de<br />
yurtdışına çıkarak dönmeyişi, edebiyat dünyasında kalıcı bir yer edinmesinin önünü kesmiştir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın edebî faaliyeti şiir, roman, hikaye <strong>ve</strong> mizahî sohbetler etrafında yoğunlaşır.<br />
Yayınlanmış eserleri dışında, kendisinin hazırlığından haber <strong>ve</strong>rdiği, ancak elimizde mevcut olmayan<br />
çalışmaları vardır: <strong>Bektaş</strong>î Sırrı’nın ilk cildinde Din <strong>ve</strong> Felsefe başlıklı bir çalışmasının varlığından söz<br />
etmiştir. Konyalı Şakir Dede’yle ilgili yazısında da hacimli bir çalışma hazırladığını duyurmuştur:<br />
“Ben beşyüz sahifelik (Melâmiliğin Tarih <strong>ve</strong> Felsefesi) ismindeki eserimi ancak o sakin <strong>ve</strong> rahat<br />
günlerimde yazdım(...)”<br />
Şair Deli Nüzhet’i tanıttığı yazısında ise, Nüzhet hakkında daha geniş bir çalışma yaptığını<br />
belirtmiştir. Hilmi Yücebaş da A.<strong>Rıfkı</strong>’nın basılmış eserleri arasında Hurufilere Ait Bir Etüt’ü saymaktadır.<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>’nın haberini <strong>ve</strong>rdiği çalışmalar ile Yücebaş’ın ismini <strong>ve</strong>rdiği esere kütüphanelerde <strong>ve</strong> kaynaklarda<br />
rastlamadık.<br />
İstanbul hükûmetinin istifasından sonra çözülen muhalefetin İngiliz sefaretine sığınmasıyla<br />
başlayan Taşkışla günlerinden birinde, 6 Kasım 1922’de linç edilen Ali Kemal’in ruhuna mevlit okunmuş<br />
<strong>ve</strong> <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> İttihatçıları hic<strong>ve</strong>den bir nazire söylemiştir:<br />
"Muhalifler Taşkışla'ya kendilerini atıp can <strong>ve</strong> boğaz kaygusundan kurtulur gibi olur olmaz,<br />
politikacılık damarları derhal kabarmağa başlamış <strong>ve</strong> Ali Kemal'in ruhuna ecnebi işgalindeki bu kışlada bir<br />
de mükellef mevlut okutturulmuştu. <strong>Hacı</strong>dan, hocadan, hafızdan yana kadrosu zengin olan İtilafçılar bu<br />
mevlut için zahmet çekmemişler <strong>ve</strong> mevludun sonunda da şair Sakallı <strong>Rıfkı</strong> tarafından Süleyman<br />
Çelebi'nin meşhur mevlidi tanziren düzülen <strong>ve</strong> ittihatçı rüesayı hic<strong>ve</strong>den uydurma <strong>ve</strong> müstehcen bir<br />
hezeyanname okunmuştu."<br />
O gece mevlidi okuyan kişi Evkaf nazırı Vasfi Hoca'dır. A.<strong>Rıfkı</strong>'nın söylediği nazirede de<br />
İttihatçılardan özellikle En<strong>ve</strong>r Paşa hic<strong>ve</strong>dilmiştir.<br />
Hüsrev Hatemi’ye A.<strong>Rıfkı</strong>’nın birden çok alanda çalışarak “biraz dağıtmış” hükmünü <strong>ve</strong>rdiren eser<br />
isimleri <strong>ve</strong> nitelikleri, yayınlanacağı bildirilen, ancak, elimizde kitap olarak mevcut bulunmayan çalışmaları
içerir.Tek şiir kitabı Nâkus-i Adem'in son sayfasında şairin basılı <strong>ve</strong> basılmaya hazır çalışmalarının listesine<br />
yer <strong>ve</strong>rilmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın sağlığında basılan, dolayısıyla bilgisi dahilinde olduğunu dikkate<br />
alabileceğimiz listede; <strong>Bektaş</strong>î Sırrı'nın 1.<strong>ve</strong> 2. ciltlerinin basılmış olduğu belirtiliyor. Yayınlanacağı<br />
duyurulan eserlerin dökümü aşağıya alınmıştır:<br />
"Peyderpey neşrolunacak<br />
Şükûfenin Defteri- bir kadının kitâb-ı hâtırâtı- 1 Eylülde<br />
Hizmetçi Belâsı-millî roman<br />
Şişli Tepelerinde-millî roman<br />
Hülyâ-yı İzdivaç-millî roman<br />
Hilâf-ı Tabiat-millî roman<br />
Deli-millî roman<br />
Felsefe-i Tasavvuf- Tedkikat-ı Felsefiye <strong>ve</strong> Tarihiye<br />
Aşk u İhtiras Yazıları-Mensûreler<br />
Hezeliyât-ı Zaman- Manzumat-ı Mizahîye”<br />
İsmi geçenlerden Şükûfenin Defteri ile ilgili olarak, Falaka’nın 15 Eylül 1327/1911 günlü<br />
sayısında bir ilan da çıkmıştır:<br />
“Şişli Tepelerinde<br />
Müdir-i edebimiz A.<strong>Rıfkı</strong> Bey tarafından yakında neşrolunacak millî romandır.”<br />
Hilâf-ı Tabiat, Eşref’in 7 Kânûn-i sânî 1325/1910-28 Şubat 1325/1910 tarihleri arasında<br />
nüshalarında 5 sayı yayınlanmış, ancak, devamı gelmemiş yarım kalmış bir çalışmadır. Mevcut metin, ilgili<br />
bölümde değerlendirilmiştir. Tabende Hanım'ın ilk görüşmemizde bize <strong>ve</strong>rdiği bir listede Şükûfe'nin<br />
Defteri, Şişli Tepelerinde, Hülya-yı İzdivaç'ın basıldığı, Hilâf-ı Tabiat'ın tefrika olunurken yasaklandığı bilgisi<br />
mevcuttur.
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın mevcut beş eserinden biri 1909’da, üçü 1911’de <strong>ve</strong> son kitabı da 1340’ta<br />
basılmıştır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bir bölümü dergilerde de yayınlanmış olan şiirlerini Nâkus-i Adem(h.1329/1911);<br />
romanını Hizmetçi Belâsı(r.1327/1911) adıyla bastırmıştır. Kendi nefesleriyle birlikte, <strong>Bektaş</strong>î<br />
nefeslerinden derlediği <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri antolojisini Derviş Ruhullah müstearıyla 1340’ta bastırmış;<br />
<strong>Bektaş</strong>îlik üzerine çalışmalarını <strong>Bektaş</strong>î Sırrı(c.1, r.1325/1909; c.2, h.1328/1910) adıyla iki ciltte<br />
toplamıştır.İkinci ciltte eleştirdiği <strong>Ahmet</strong> Cemalettin Efendi’nin <strong>Bektaş</strong>î Sırrı Nam Risâleye<br />
Müdafaa’sı(h.1328/1910) üzerine <strong>Bektaş</strong>î Sırrının Müdafaasına Mukabele(r.1327/1911) yayınlanmıştır.<br />
Ankara Millî Kütüphane’de, A.<strong>Rıfkı</strong> adına kayıtlı bir şiir defteri bulunmaktadır. Katalog bilgisine göre<br />
“Şiir Defteri”ni düzenleyen A.Arifî’dir. Defterin özellikleri, katalogda,<br />
“16 yk.202*140-bb mm.bb st.rik’a<br />
çizgili defter kt.desenli karton kapaklı cilt”<br />
olarak tanımlanmıştır. Defter arasındaki nota göre, İstanbul’dan Fahri Bilge varislerinden alınan <strong>ve</strong><br />
kütüphaneye 10/10/1976’da girişi yapılan defter, Millî Kütüphane İbni Sînâ Salonu’nda<br />
T817.314 numaraya kayıtlıdır. 40 yapraklı çizgili küçük boy defterin ilk yedi <strong>ve</strong> son onyedi yaprağı<br />
boştur. Sayfa numaraları yedinci sayfadan başlatılmıştır. Deftere mürekkepli kalemle geçirilen şiirler<br />
Eşref’te yayınlanmıştır. Dergi ismi <strong>ve</strong> yayın tarihleri şiirlerin sonunda kurşun kalemle işaretlenmiştir.<br />
İçinde yer alan şiirler: “Maharet Eğlenebilmek”(s.1-2); “Baha Tevfik Bey’e”(s.3-5);” Sevilirken”(s.6-<br />
7);”Muhıkk,Gayr-ı Muhıkk”(s.8-10); ”Sen Yalvar”(s.11-12); ”Blöf Simâlar: A.<strong>Rıfkı</strong> kendisine”(s.14);<br />
”Başka Yol”(s.15-16)<br />
“Blöf Simalar:A.<strong>Rıfkı</strong>” başlıklı şiirin sonuna düşülen dipnotta A.<strong>Rıfkı</strong>’nın “Blöf Sîmâlar” dizisi<br />
hakkında A.Arifî imzalı bir bilgi düşülmüştür:<br />
“A.<strong>Rıfkı</strong>’nın 1908 Meşrutiyet inkılabından sonra İstanbul’da neşredilen (Eşref) mecmuasında<br />
(Blöf Simalar) başlığı altında o zamanın şairleri, edipleri, muharrileri hakkında mizah dairesinde<br />
yazılmış müteaddid-karikatüristik-manzumeleri vardır.”<br />
Bu bilginin ardından, “Blöf Sîmâlar” serisinde yer alan şiir başlıkları, ithaf edilen isimler de<br />
belirtilerek sıralanmıştır.
2.1..ŞİİRLERİ<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın tek şiir kitabı, Nâkus-i Adem dışında, Derviş Ruhullah müstearıyla hazırladığı<br />
<strong>Bektaş</strong>î Nefesleri başlıklı antolojide dört nefesi <strong>ve</strong> ayrıca, dergi sayfalarında kalmış şiirleri mevcuttur.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, şiirlerinde A.<strong>Rıfkı</strong>, Baba, Derviş Ruhullah(Ruhî), Cebidelik, Çemenderzade Nahik, Haneberduş<br />
imzalarını kullanmıştır.<br />
2.1.1.Nâkus-i Adem<br />
Nâkus-i Adem, 1911’de yayınlanmıştır. Yayın yılı 1329’u hicrî olarak kabul edişimiz, 1911 tarihli<br />
dergilerde eserin çıkışına ilişkin duyurular dolayısıyladır. Karagöz’ün 1911’de temmuz sayılarında, eserin<br />
basılacağına ilişkin duyurular yayınlanmıştır. Bir örnek:<br />
"Nâkus-i Adem<br />
Şair-i muktedir A.<strong>Rıfkı</strong> Bey tarafından bu nam altında büyük bir mecmua-i eşar neşrolunacaktır.<br />
Şimdiden tavsiye ederiz."<br />
Ağustos sayılarında da basılmış Nâkus-i Adem’in okurlara tavsiye edildiği görülür:<br />
"Nâkus-i Adem<br />
Şair-i rûh-aşnâ A.<strong>Rıfkı</strong> Bey kardeşimizin mahsûl-i tab-ı bediisi olan bu mecmua-i eşarı, karilerimize<br />
tavsiye ederiz."<br />
Hüsrev Hatemî, kitabın dış kapağının 1912'de içinin ise 1914'te basıldığını belirterek, bu tarih<br />
farkını Balkan Harbi'nin getirmiş olabileceği sebeplere bağlıyor. Bir ihtimal olarak belirttiği görüş, tarihi<br />
rûmî olarak düşünmesinden kaynaklanmış görünmektedir.<br />
Nâkus-i Adem’de üç alt bölümde gruplandırılmış toplam 27 şiir bir araya getirilmiştir:<br />
1.Hiçîye Doğru<br />
2.Sümûm-ı Efkâr<br />
3.Visâl ü Fırâk<br />
alt başlıklarını taşıyan bölümlerde, yer alan şiirler, benzer temalarla yazılmıştır. Birinci bölüm "Hîçîye<br />
Doğru", aynı başlıklı hacimli tek şiirden ibarettir. Hayat, hiçlik, ölüm, aşk vb. insanı düşündüren kavramlar
üzerine felsefî yaklaşımla ele alınmış bir monolog gibidir. Bir bölümü Eşref’te yayınlanmıştır. Bölüm<br />
başlığının altında Buda’nın bir sözü yer alır: “Saadet;sîne-i hîçiye ric’attedir.”<br />
İkinci bölümde, "Sümûm-ı efkâr" ara başlığı altında 8 şiir biraraya getirilmiştir:<br />
Fikrimin Semalarında(s.17-18)<br />
Boğuk Eninler(s.19-20)<br />
İnkılab(s.21-22)<br />
Acı Nasihatler(s.23-24)<br />
Ferer İçin(s.25-26)<br />
Blanki(s.27-28)<br />
Lahey Konferansına:Harb(s.29-30)<br />
Nara-i İkaz(s.31-33)<br />
İnsanın özgürlüğünü <strong>ve</strong> haklarını kısıtlayan yönetim baskısına karşı çıkış <strong>ve</strong> inkılab özlemi, şiirlerin<br />
ortak zeminini oluşturuyor. “Boğuk Eninler”, “Ferer İçin”, “Blanki” <strong>ve</strong> “Nara-i İkaz” daha önce dergilerde<br />
yayınlanmıştır.<br />
Hüsrev Hatemi, Nâkus-i Adem’in bölümlerini tek cümlede özetlemiştir:<br />
"Birinci bölüm bedbîn bir felsefeyi aksettiren şiirleri, ikinci bölüm politik şiirleri, üçüncü bölüm ise<br />
duygusal şiirleri ihtiva ediyor."<br />
Üçüncü <strong>ve</strong> son “Visal ü Fırak” bölüm başlığının altında, Fuzûlî'nin 39.gazelinin ilk beyti:<br />
"Vaslın bana hayat <strong>ve</strong>rir, firkatin memat<br />
Sübhâne hâlıkı halaka’l-mevti <strong>ve</strong>’lhayat...”<br />
yazılıdır. Bu bölümde toplam 18 şiir yer alıyor:<br />
Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm(s.37-41)
Sefîleye(s.42-44)<br />
Rahibe(s.45-47)<br />
Şekvâ-yı Nücûm(48-50)<br />
Bahar <strong>ve</strong> Sen(s.51-52)<br />
Akşam Terennümü(s.53-54)<br />
Aşk-ı Mâziye Hâle-i Tetvîç(s.55-58)<br />
İhtiyarsın...(s.59-60)<br />
Hâkime-i Rûhuma(s.61-62)<br />
Bir Yaz Gecesinde(s.63-64)<br />
Sensin Bu Zulmet-i Hissiyemin Müsebbibi(s.65-66)<br />
Onun Mezarında(s.67-69)<br />
Tepede...(s.70-71)<br />
Susacaksın Ebediyyen!!..(s.72-73)<br />
Temenni-i Memât(s.74-75)<br />
Neşide-i Hicran(s.76-77)<br />
Hediye-i İntikam(s.78-81)<br />
Perişan Bir Aşk Hikayesi(s.82-95)<br />
Bu şiirlerden, “Hâkime-i Ruhuma”,”Bir Yaz Gecesinde”, “Susacaksın Ebediyyen!!..”, “Temenni-i<br />
Memât” <strong>ve</strong> “Neşide-i Hicran”, daha önce dergilerde yayınlanmıştır. "Visal ü Fırak", başlık olarak <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />
aşk şiirlerinin iki temel hareket noktasını da <strong>ve</strong>rmektedir. Onda, kavuşmayı ayrılığın izlemediği aşklar çok<br />
azdır.
Nâkus-i Adem’de yer alan şiirlerin genel tarzına uygun, ancak, Nâkus-i Adem’de bulunmayan az<br />
sayıdaki şiirini de bu bölümde değerlendirmeyi doğru bulduk. Bu tarz dört<br />
şiirini tesbit ettik:A.<strong>Rıfkı</strong> imzasıyla yazdığı, İbadet Devreleri 1-2-3 <strong>ve</strong> Cevâb Zekâ’da; Baba müstearıyla<br />
yazdığı mersiye <strong>ve</strong> A.<strong>Rıfkı</strong> imzasıyla yazdığı Yurd Diyor ki Karagöz’de yayınlanmıştır.<br />
Bölüm düzenini fazla zorlamaya gerek duymaksızın, A.<strong>Rıfkı</strong>’nın şiire döktüğü tema <strong>ve</strong> konuları<br />
yokluk, pesimizm, toplumsal sınıf farkları, istibdada tepki <strong>ve</strong> inkılab özlemi, mücadele, savaş, aşk<br />
kavramları etrafında toplamak mümkündür:<br />
Yokluk:<br />
Kitabın başlığına en uygun şiir, ilk bölüme de ismini <strong>ve</strong>ren "Hîçîye Doğru"dur. Yok oluşa<br />
mahkûmiyet <strong>ve</strong> aşkla var olma eksenlerinin kesişip ayrıldığı çizgilerde, A.<strong>Rıfkı</strong>, bu kavramları sorgular.<br />
Pandora'nın insanlara en büyük kötülük olarak sunduğu umut etme <strong>ve</strong> “yarın”dan beklenti, yarının<br />
getireceği güzelliklere koşarken, aslında, yok oluşa koşmanın acı gerçeğini gözardı eder gibidir. "Bugün",<br />
kırık güzellikleri barındırır. Yarında o kadarı da yoktur:<br />
“Fakat yarın; ebedî bir sükût-ı matemdir..<br />
Yarın; makâbire has bir serab-ı samt ü sükûn “(Hiçiye Doğru”,s.6)<br />
Öyleyse, umutların arkasından yarınlara koşan insan, aslında "bîaman ejder"in "kanlı" eline<br />
düşmekten fazla bir şey yapamıyor. Bu karamsar bakışın tam ortasında "zavallı" diye nitelediği kendi<br />
hayatı vardır:<br />
“Bugün, yarın... diye koşmakla, inlemekle yine<br />
Tükenmiyor bu zavallı hayat-ı mahdûdum...” (Hiçiye Doğru”,s.5)<br />
Yokluğa mahkûmiyet şairi bedbîn kılar. Bütün uğraşılar yokluğa çıktıktan sonra, yarından ne çıkarı<br />
olacağını sorar:<br />
“Demek beka;bugünün zann ü <strong>ve</strong>hm-i zâtîsi;<br />
Demek ki:Yok beşerin bir hayât-ı âtîsi;<br />
Demek ki:Ben de fenâ yurduna ilerliyorum.” (Hiçiye Doğru”,s.7)
Aşkın da eninde sonunda varacağı nokta bitiştir. Yarının mutsuz sonu bugüne de yansıtılır.<br />
Yanında sevgili olsa bile; madem yarın yokluktur bugüne aldanmanın bir anlamı yoktur. Sevgiliyle birlikte<br />
bile, insanın trajik gerçeği hatırdan çıkmaz:<br />
“Seninle ben bu karanlıklara ilerleyelim..<br />
Yarınki mersiyeyi gel terennüm eyleyelim..” (Hiçiye Doğru”,s.9)<br />
Yokluk fikr-i sabiti A.<strong>Rıfkı</strong>'yı isyana sürüklemez.Her ne kadar, varlığın, ölüm <strong>ve</strong> toprağa; bilimin<br />
süpheye, terânenin inlemeye, gerçeğin yalan, hikâye <strong>ve</strong> seraba açıldığını söylese de ümit kelimesini<br />
kullanmaktan da geri kalmaz.<br />
“Oh! Ey yokluk; ey bekâ-yı muhâl!..<br />
Sensin ümmîd-i târ-ı istikbâl!..” (Hiçiye Doğru”,s.12)<br />
Pesimizm:<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Nâkus-i Adem'de acz <strong>ve</strong> isyan arasında gidip gelen bir psikolojiyi dışa vurmuştur.<br />
Sosyal konulara yöneldiği zaman çözümler üreten, heyecanlı cümleler kuran yapısı, kendi benine<br />
yöneldiğinde yılgın, kırgın, umutsuz bir melankolik kişiliği önümüze koyar. Tekrarlayan <strong>ve</strong> hiç<br />
bitmeyecekmiş gibi görünen ölülüğe isyan ettiği fikrinin semalarında "in’ikâs-ı memât", "ibtisâm-ı kadîd",<br />
"herşeyde bir boğuk heyhat okuyan bir terâne-i nevmid"ten başka birşey göremez.(Fikrimin<br />
Semalarında“,s.17) Tutukluluk günlerinin şiiri “Fikrimin Semalarında”da, isyanını "yırtsın artık", "yeter<br />
artık" gibi sabrın sınır noktasını gösteren ifadelerle ortaya koyan <strong>ve</strong> insanlardan hareket bekleyen şair;<br />
aynı dönemin bir başka şiirinde, içinde bulunduğu atmosferde boğulan bir adamın inleyişiyle karşımıza<br />
çıkıyor. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın biyografisinde değindiğimiz üzere bir jurnal dolayısıyla hapse girdiği dönem,<br />
bedbîn, bıkkın bir psikolojinin çığlıklarını şiire taşır. II.Abdülhamit döneminin sıkıntılı atmosferi, "Fikrimin<br />
Semalarında" şiirinde, başkaldıran bir tavırla dile getirilir <strong>ve</strong> inkılab özlemi dillendirilir:<br />
“İşte: Bir mâtemi sükûn-ı hazîn;<br />
İşte bir leyl-i bîziyâ ü ümîd;<br />
İşte: Bir mûsıkî-i kahr-âyîn;<br />
Yine bir ses ki: Eyliyor tehdîd-“ (“Fikrimin semalarında”,s.17)
Kendine dönük moral çöküşünü, 1908 öncesi tutukluluğu döneminde hapishaneden göndermiş<br />
olduğu "Boğuk Eninler" şiirinde buluyoruz. Her dörtlüğün sonunda yer alan:<br />
"Benim her saniyem bir devr-i edbâr ü felâkettir"<br />
mısraı, şairin taşıdığı psikolojiyi yansıtmaktadır. Dününü güzelliklerle süslü "âlem-i handân" olarak<br />
yâdeden A.<strong>Rıfkı</strong> için, şiirini kaleme aldığı dönemde "haps ü esaret, girye, mâtem, zulmet-i zindân"<br />
vardır. Pesimist teslimiyet, yarına dair hiç bir umut beslemez. Şairin yarında gördüğü ise yalnızca, "kâbûs-<br />
ı hîçîye bürünmüş leyle-i hüsrân"dan ibarettir. Şiirlerine sinen bedbin hava, Boğuk Eninler'de açıkça ifade<br />
edilmiştir:<br />
<strong>ve</strong>ya<br />
gibi...<br />
"Figânım: Nâle-i mâtem, terânem: Ah-ı firkâttir.."<br />
"Lisânımda yağan manzûmeler mersiye-i firkât..." (“Boğuk Eninler”,s.19-20)<br />
Anarşist bir çıkışla, "yeter artık" dese de, daralmışlığın hiçbir bedeli umursamayan arayışlarını<br />
ortaya koyan <strong>Rıfkı</strong>, boğuk eninlerinde o kadarını da isteyecek gücü kendinde bulamamış görünür.<br />
Sonuçta okuruyla paylaştıkları, dertleşmekten öteye gitmez.<br />
vardır:<br />
Şiirleri dolayısıyla kendisini fazla karamsar bulan Abdullah Cevdet’e hitaben yazdığı bir cevap<br />
"Bu eser yayınlandığı zaman, Dr.Abdullah Cevdet, kitaptaki şiirlerin fikrî bedbinliğe <strong>ve</strong> yokluğa<br />
sevk ettiğini iddia ederek, gerek felsefî, gerek sosyal zararlarını ileri sürmüş <strong>ve</strong> adeta onu afaroz etmişti.<br />
Hatta bir münakaşa esnasında:<br />
Bu kitap gençliğin ruhunda fena fırtınalar uyandırır, onun sosyal bir fikir faydası yoktur. Deyince:<br />
-Doktor!Sanat:ne ahlak içindir, ne de bir felsefî hayırdır.<br />
Yalnız:sanat sanat için olduktan sonra <strong>Rıfkı</strong>'yı niçin hatalı çıkaralım. O hissettiğini <strong>ve</strong> gördüğünü<br />
yazmış; ondan ne ahlakî bir fayda beklemiş, ne de bir felsefe...<br />
Yalnız sanat beklemiş...Gençliği bu kitap bedbinliğe sevkedecekse kabahat kitapta değil, bedbinliğe<br />
düşecek olan gençliğin kafasındadır."
Sınıf farklılıkları:<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, popüler düzeyde bir sosyalist kültür birikimi sergiler. Sınıf farkını, zenginin yoksulu ezmesi,<br />
yoksulun muhakkak ona karşı güç birliği etmesi düşüncesi etrafında ele alır. Acı Nasihatler'de zenginlere<br />
hitaben fakir insanların yaşadığı zorlukları anlatır. Bir “çürük ev”le, bir dilim ekmekle yetinmeye hazır<br />
insanlara yüklenmeyi vahşice “pençeleşme"ye benzetir. (« Acı Nasihatler », s.23)<br />
Nara-i İkaz, hala kendini bilmeyen bir kitleye son sözü söyleyen öfkeli bir kalabalığın tepkisini<br />
yansıtır. Güçlülerin zayıflar üzerindeki tahakkümüne karşı çıkılır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, zengin-fakir ekseninde ele<br />
aldığı adaletsizliği gidermenin çözümünü, zengine haddini bildirecek bir ayaklanmada görür. Ayaklanan<br />
bir kitlenin ruh halini kelimelerine yansıtarak sonu göstermek ister:<br />
“Yarın koparsa bu hırçın sadâlı zelzeleler,<br />
Bugün esârete, zencîre katlanan eller-<br />
Yıkar, yakar, dağıtır zulm u i’tisâfâtı,<br />
Fenâya münkalib eyler refâh u dârâtı.." ("Nara-i İkaz",s.33)<br />
Yoksulların ulaşacağı nur <strong>ve</strong> huzur sabahının zenginler için bir cinayet gecesi olacağını ifade<br />
eder. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya göre, sınıflar arası farklılık <strong>ve</strong> güçlünün kazanması insana yaraşır hukuku<br />
zedelemiştir. İnsanlığı, “hukuk-ı asliyesi”nden uzaklaştıran tahakküm, para <strong>ve</strong> güç karşısında yoksul<br />
insanlar ezilmektedir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın "zenginlere" ithafen kaleme aldığı "Acı Nasihatler", nasihatten ziyade, sınıflar arası<br />
uçurumun genel bir tesbiti özelliği taşımaktadır:<br />
Ey bugün muhteşem, safâ-âlûd,<br />
Zevk u neş'eyle dâimâ mahsûd<br />
Evlerin zîr-i neş'e-bârında-<br />
Yaşayan zümre! Zümre-i mes"ûd!.. ("Acı Nasihatler",s.24)<br />
diye nitelenen zenginlere karşılık, onlara atfedilenlerden yoksun, açlıkla, kahrla, sefaletle boğuşan<br />
yoksulların durumu bir suçlamayla zenginin yüzüne çarpılır:<br />
“Siz bugün, herkesin sa’âdetini-
Gasbedip, öldüren <strong>ve</strong> mahzûzen<br />
Kendi nâm ü hesâbına yaşatan<br />
Sanki bir şirket-i cesîmesiniz...<br />
Onlar ağlar, söner..Fakat...Ah siz!. ("Acı Nasihatler",s.24)<br />
İstibdada tepki <strong>ve</strong> inkılab özlemi:<br />
Sümûm, "semm(Arapça isim:zehir)"in çoğulu olarak, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın "efkâr"ına sinen zehirlere<br />
de işaret ediyor. <strong>Rıfkı</strong>'yı olumsuz yönde etkileyen her uygulama, şiirde bir çığlığa, yer yer isyana<br />
dönüşen sert ifadelerle açığa çıkıyor. Beşeri zehirleyen ne varsa, tepkiyle dışa vuruluyor. Şiirlerin üçü,<br />
gerçekte var olan konular üzerinedir. Blanqui <strong>ve</strong> Ferer'in öldürülmeleri ile Lahey Konferansı dolayısıyla<br />
yazdığı şiirler, beşerin intikamcı yönünü eleştiriyor. Bu bölümü oluşturan şiirlerin genelinde <strong>Rıfkı</strong>'nın vasat<br />
düzeyde "sosyalist" kimliğinin ipuçlarını da buluyoruz.<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>'nın 33 yıla tepkisi kelime seçimlerine yansıyan sertlikte belirginleşir. Bu, beraberinde<br />
"sükûn-ı hazîn"i getiren, geceyi hatırlatan <strong>ve</strong> bir "musıkî-i kahr-ayin" gibi yaşanan dönemi bitirecek bir<br />
sesin varlığından emindir. Kendi sesini de yükseltirken dileğini ortaya koyar.10 Temmuz gereğince<br />
değerlendirilemez, kadri bilinmezse geleceğin getireceği de bir başka zulm olacaktır:<br />
"Yoksa.. Bir başka zulmet-i memdûd,<br />
Bir karanlık ki: Rahm ü şefkatsiz<br />
Yağdırır dâne-i mezâlimini..." (“İnkılab”,s.22)<br />
İnkılab şiirinin yazılış tarihi 22 Temmuz 1324/1908. II.Meşrutiyet'in ilanından kısa bir süre sonra<br />
yazılmış şiir, "kırık kalemler"e ithaf edilmiştir. 10 Temmuz 1324/1908'i, 33 yılın izini bir çırpıda silecek<br />
mucize kabilinden karşılayanlardan biri de A.<strong>Rıfkı</strong>'dır:<br />
"Sustu...Artık bu hâk-i kutsî de<br />
Hâkimiyet bütün ahâlinin-<br />
Olacak... İşte zîb ü rahşında<br />
Asmânlarda bir ziyâ-yı nevîn..." (“İnkılab”,s.21)
İnkılab, düşün gerçeğe dönüştüğü noktada heyecanın mantığa hakim olduğu <strong>ve</strong> dilin bu yönde<br />
ifadeye zorlandığı bir şiirdir. II.Meşrutiyet’in ilânının sınırsız hayal gücüne aldanan her kesimden insanın<br />
konuştuğu büyük sözlerden biri de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın şiirinde yer alır:<br />
“(..)Artık bu hâk-i kutsîde<br />
Hakimiyet bütün ahalinin<br />
Olacak...(..)” (“İnkılab”,s.21)<br />
Bu yeni dönemi sürekli kılmada, susturulmuş kalemlerin yeniden yazmasına görev düşmektedir.<br />
Kitlenin yeniden harekete geçmesi A.<strong>Rıfkı</strong>'ya göre çözüm olacaktır. Beşeriyetin taşıdığı potansiyel kuv<strong>ve</strong>ti<br />
bir şiirinde şöyle tanımlar:<br />
“Ah ey kuv<strong>ve</strong>t!.Ey süyûl-i lehîb!.<br />
Ah ey girdbâd-ı hûn-âmîz..<br />
Ey mübeccel sevâık-ı tahrîb!<br />
Ey donuk leyl-i târ u <strong>ve</strong>l<strong>ve</strong>le-hîz!”(“Fikrimin Semalarında”,s.18)<br />
Ölü halinden sıyrılamayan <strong>ve</strong> insiyatifsizliği melankolik bir içe kapanışla yaşarken hayatı tüketen<br />
insanlara <strong>Rıfkı</strong>'nın tek çağrısı vardır:<br />
“Yeter artık, sükûnunuz yetişir,<br />
Dil diyor: Her taraf harâb olsun!...<br />
Hakkı izhâr için bu kâfîdir:<br />
Ah bir kerre inkılâb olsun... „(„Fikrimin Semalarında“,s.18)<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, iki şiirini iki mücadele insanına ayırmış; teorik olarak savunduğu mücâdele azmini,<br />
yaşanmış hayatlarda örneklemiştir. Dr.İbrahim Temo’ya ithaf ettiği Blanki şiirinde, 1805-1881 yılları<br />
arasında yaşamış, sosyalist hareket içinde aktif rol almış Auguste Blanqui isimli bir Fransız devrimcisini<br />
anlatmıştır.<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın övgüyle yücelttiği Blanqui, sosyalist görüş <strong>ve</strong> eylemleriyle dikkati<br />
çekmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,“Mücâdelât-ı sunûf” içinde Blanqui’nin temel ilkesini<br />
“Onun prensibi:"Ref'-i mezâlim-i elemin-
"Yegâne çaresi halkın kıyâm u tahrîki..."(“Blanki”,s.28)<br />
olarak özetler. Blanqui, ardına düştüğü devrimin gerçekleştiğini görmez. Direnişi <strong>ve</strong> direnci kırılan bir<br />
başka mücâdele insanı da Ferer’dir. Hakkında bir yazı da kaleme alan <strong>Rıfkı</strong>, şiirinde Ferer’i ezen<br />
engizisyonun olumsuz gücünü işler:<br />
“Engizisyon ki: Kanlı bir devrin<br />
En mülev<strong>ve</strong>s belâsı, kahrıydı...<br />
Beşerin kalbine acıklı, derin<br />
Bir elem, bir cerîha açmıştı.. “(“Ferer”,s.25)<br />
Savaş:<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın, Lahey Konferansı'na ithaf ettiği “Harb” <strong>ve</strong> “Blanki” şiirlerini mesaj açısından<br />
karşılaştıran Hüsrev Hatemi, bir çelişkiye dikkat çekmiştir. Savaşa <strong>ve</strong> silaha karşı tavrın sergilendiği "Harb"<br />
şiiri ile devrim mücadelesini yücelten “Blanki”de faklı tablolar ortaya çıkmaktadır. İlki, "Ah, ey beşer!<br />
Bırak artık, silahı at da çekil" mısraı ile bitiyor. (“Lahey Konferansı’na-Harb”,s.30)Blanki'de ise adeta<br />
savaş yüceltilmiştir:<br />
"Cidâl başladı Paris'te öyle şiddetle<br />
Avâm-ı nâs, ahaliyi <strong>ve</strong>rdi tuğyâna<br />
Blanki, ordusunun ilk safında cüretle<br />
Hücûm edip duruyordu gürûh-ı udvâna" (“Blanki”,s.28)<br />
Hüsrev Hatemi, bu paradoksa değinmiştir:<br />
"Beşerin elinden silahını atmasını isteyen A.<strong>Rıfkı</strong> Bey, 'Beşer bazan şaşar' sözünü doğrularcasına,<br />
cidalden, düşmandan söz ediyor."<br />
Perde'nin ilk sayısında imzasız yayınlanmış olan bir kıtanın Ahmed <strong>Rıfkı</strong>'ya ait olduğunu da<br />
Çapanoğlu'ndan öğreniyoruz. Bu kıt’a Trablusgarp savaşı dolayısıyla İtalyanlara yönelik tepkileri yansıtan<br />
şiirlerden biridir.
"Şu kıta da (Perde) isimli mizah gazetesinin birinci sayısında yayınlanmıştır. Kıtanın altında imza<br />
yoktur. Fakat yazan A.<strong>Rıfkı</strong>'dır.<br />
Ey midesi gayet nazik<br />
Pilav olsa daha hazımdı sana<br />
Verdi bak karnına ifratı semen<br />
Makaronya neye lazımdı sana."<br />
Balkan savaşları mizahın kaldıramayacağı ağırlığına rağmen bir mizah dergisi olan Karagöz’de<br />
de gözardı edilememiştir. A.<strong>Rıfkı</strong>’nın birbirini izleyen, “Baba Gidiyor”, “Baba Diyor ki”, “Ölmedim<br />
Yahu”, “Elgazi Baba Diyor ki” <strong>ve</strong> “Yurt Diyor ki” şiirleri bu savaş etrafında kaleme alınmış;“Ölmedim<br />
Yahu” dışında ciddiyeti ön planda tutmuş şiirlerdir.<br />
<strong>ve</strong>rilmiştir:<br />
“Yurt Diyor ki” şiirinde, Balkan Savaşı’ndan biraz soluklanışın rahatlığı yurdun dilinden<br />
Aşk:<br />
Bu inşirâh-ı umûmi-i bîsükûna sebeb,<br />
Demin doğan güneşin hande-i meserretidir...<br />
Ufukta pembe bulutlar, şu cil<strong>ve</strong>ler... Hep hep<br />
Demin doğan güneşin zâde-i nezâhetidir...”<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>'nın tek şiir kitabının insan kadrosu dar çerçe<strong>ve</strong>li bir tablo sunar: Fransız devriminin<br />
iki ismi Blanqui <strong>ve</strong> Ferer'i anlatan şiirler dışında kalanlar, hemen tamamen aşık erkek <strong>ve</strong> onu<br />
bir şekilde mutsuz kılan kadınlara aittir. "Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm" şiirinin<br />
kadını <strong>ve</strong> erkeği isimleriyle yer alır: Kâmrân <strong>ve</strong> Sâmiha.. Diğerlerinde erkek, "ben" olarak<br />
konuşur, kadın onun duygularının filtresinden bize görünür.<br />
Şiirlerde kendini ifade eden erkek "ben", aşksız yapamaz, aşkı bir ihtiyaç olarak hep yaşamak ister.<br />
Ancak, anlattığı aşkların hiçbiri mutluluğun müjdesini taşımaz.<br />
"Perişan Bir Aşkın Hikayesi"ni, manzum hikaye formunda anlatan şiir, sonbaharda başlayan bir aşk<br />
üzerine kuruludur. Bir tepe gezintisi sırasında "o"nu gördüğünde en çok gözlerinden <strong>ve</strong> çehresinde<br />
yansıyan şiirli güzelliğinden etkilenmiştir. Günlerce unutamadığı o kadını yine tepede arar <strong>ve</strong> karşılaşır.<br />
Bütün yapabildiği onu hayran hayran izlemekten ibarettir. (s.82)
Biten bir aşkın acısı, "Veda" şiirinde, şairi, bir yanıyla geçmişi hüzünle hatırlamaya, öte yanda<br />
sonucun muhasebesini yapmaya yöneltmiş görünür. Gözlerin şuh bakışına <strong>ve</strong> bûselere dalıp yaşanan aşk<br />
bittiğinde, geriye bu kırık aşk hikayesini özetleyecek bir son mısra kalacaktır:<br />
"Sen benim bir senelik gençliğimin katilisin“ („Veda“,s.95)<br />
Sevilen ancak sevmeyen sevgiliye açık mektup niteliği taşıyan "Hediye-i İntikam", karşılık<br />
bulamayışın acısını çıkaran bir aşığın sitemkâr ifadeleriyle doludur. Güzel bir kız tanımış, onda ihtiyaç<br />
duyduğu sıcaklığı yakalayacağı zannına kapılmış erkek, gönül <strong>ve</strong>rdiği kızın gönlünün bir başka erkeğe<br />
kaydığını görünce, kıskanmışsa da kabullenmekten öte bir şey yapamamıştır. Güzel bayan, üçüncü şahıs<br />
tarafından terkedildiğinde, sevgisini reddettiği erkekle aynı duruma düşmüş olur. O zaman ona<br />
dokundurulacak bir çift söz vardır:<br />
"Anladın mı küçük hanım!ikimiz,<br />
İkimiz de perîde- rûy-ı şebâb,<br />
İkimiz de şikeste- kalb ü harâb;<br />
İkimiz bir elemde müşterekiz...." („Hediye-i İntikam“,s.81)<br />
O, karşılık bulup bir müddet yaşadığı, uzun süreli olamadığı için geçmişte kalan aşkların<br />
yorgunudur, aynı zamanda. İhtiyarlığını yüzüne vuran genç bir kadına, bu gerçeği ifade etmiştir.İhtiyarlığı<br />
yüzüne bütün çıplaklığıyla vurulan aşığın bunu özellikle sevdiğinden gelince kaldırması oldukça zordur.<br />
"İhtiyarsın" şiiri bu zorluğu mısralar boyunca aşmaya çalışan aşığın karşı vuruşlarıyla gelişiyor. Yaşlılığın<br />
işareti çizgiler, yaşanmış aşkların yüze kazınmış izleridir:<br />
"-Dinle! Ey iş<strong>ve</strong>ger <strong>ve</strong> taze kadın<br />
Ufk-ı <strong>ve</strong>chimde gördüğün hunîn-<br />
Çizgiler; hepsi hepsi bir aşkın<br />
Yâdigâr-ı sefîlidir!." („İhtiyarsın“,s.60)<br />
Şiirler, sefîl de olsa, tükenmiş <strong>ve</strong> tüketmiş de olsa, aşığın aşklarını yaşamaktan pişman olmadığını,<br />
hatta yadetmekten hoşlandığını önümüze koyar. Ayrılık nedeni ölüm olan şiirlerinde yoğun bir hasret
duygusu ön plandadır. Kitapta, Onun Mezarında, Tepede, Susacaksın, Temenni-i Memât sırasıyla yer alan<br />
şiirlerin ortak özelliği ölmüş sevgiliyi yâd <strong>ve</strong> unutamayışın itirafıdır.<br />
Tepede... şiirinde, aşkın başladığı tepede, mevcut güzellikler aynen sürmekte, güneş "uzak<br />
ufuklara" "nûr-ı ismet"ini "serpmekte"; aşka tanıklık etmiş tarlalar "bû-yi nezih"iyle durmaktadır. Tek<br />
eksik, sevgilinin yokluğudur. Yokluğun nedeni çok açık <strong>ve</strong>rilmemişse de şiirin kitap içinde yerleştirildiği<br />
bölüm "ölüm" kanaatini güçlendirmektedir. Şiirin hemen öncesinde Onun Mezarında, sonrasında<br />
Susacaksın Ebediyyen <strong>ve</strong> Temenni-i Memât şiirleri vardır:<br />
"Fakat bu gülşen-i aşkın bahâr-ı bîdârı,<br />
Bütün muhabbetimin minber-i ziyâdârı<br />
Karardı, söndü, penâh-ı garâm iken soldu." („Tepede“,s.71)<br />
mısralarında geçen karar-, sön-, sol- fiilleri de ölümü düşündürtmektedir. Yıllar önce ölmüş <strong>ve</strong> hâlâ<br />
unutulamamış sevgili, mezar ziyaretleriyle yâd edilir. Mezarı başında geçen saatler rûhen bir<br />
bütünleşmeyi sağlar gibidir. („Onun Mezarında“,s.67-68)Firakın yaşandığı aşklardan, ismi "ufk-ı hatıra"da<br />
kalan sevgili, güzel bir gecede, yeniden sevişme isteğiyle hatırlanır. („Şekva-yı Nücûm“,s.50)Bir şekilde<br />
uzağına düşülmüş sevgiliyi unutamayışın gecelere yansıyan ruh hali baştan sona karamsar.. Ağlamaklı<br />
oluş, eski günleri anış gecelere yansıyan değişmez görüntülerdir. ("Sensin Bu Zulmet-i Hissiyemin<br />
Müsebbibi”,s.65)<br />
Altı yıl önce yaşanmış bir aşk, yıllar sonra gecenin geçmişi yaşattığı bir akşam<br />
hatırlanı<strong>ve</strong>rir. Aşık, sevgiliyi unutamadığını farkeder. Yıllar öncede kalan sevgiliyi özlemle<br />
çağırır. ("Aşk-ı Maziye Hâle-i Tetvîç”,s.57)<br />
Geçmişte kalmış ama hala unutulamayan aşklarla dolu, "muzmahil ü zâr u mükedder" fikirle<br />
yoğrulu geçen gecelerden birinde, altı yıl öncede kalmış bir aşk hatırası uyanır. Sevme, sevilme ihtiyacını<br />
yoğun duyduğu bir gün, karşısına çıkan sevgili ona şiir dolu bir aşkın kapılarını açmıştır:<br />
“Ben sâye-i hüsnünde melekler gibi âlî-<br />
Bir ömr-i behişti yaşadım şi’r ile hemser;” ("Aşk-ı Maziye Hâle-i Tetvîç”,s.56)<br />
Altı yıl sonra hatırlanırken, hâlâ, "bir zelzelenin ra’şe-i raksân-ı cünûnu" ruhunda yaşamaktadır. Bu<br />
çok yoğun yaşama, derin bir hasret duygusuyla, hatıra sınırını aşar <strong>ve</strong> umutsuz bir çağrıya dönüşür:
“Rûhum! Meleğim gel! Sana bu hasta-i firkat,<br />
Eşkâbe-i hicrân ile âlâmını yazsın...<br />
Sensizlik ile mâtem eden lâne-i vuslat-<br />
Gülsün...Ona gülsün o zarîf hande-i nâzın...” ("Aşk-ı Maziye Hâle-i Tetvîç”,s.57)<br />
Terkedilen yahut bir nedenle ayrılıkla sonuçlanan ilişkilerin yorgunu şair, daha acı bir yokluğu da<br />
yaşamak zorunda kalmıştır. Sevgilinin ölümü, birlikte yaşanacakları alıp götürünce, geriye birlikte<br />
yaşanmışlıkların hatırası kalmıştır. Unutamayış, her şeyde sevgiliye ait bir eser bulmaya yöneltmiştir.<br />
Nihayet katlanamadığı acı, şairi de ölümü istemeye götürür. (“Temenni-i Memât”,s.75)<br />
Ayrılık nedeni <strong>ve</strong>rilmeyen şiirlerde matem atmosferi hasret duygusuyla yer değiştirmiştir. Ayrılık<br />
acısı, "Neşide-i Hicrân"a dökülürken sevgilinin payına sadece güzellikler hatırlanıyor. Aşığın payına<br />
düşense sadece ayrılığın yarattığı boşluk duygusudur. Üstelik sevgiliyi unutamamıştır da. Tek avuntusu<br />
sevdiğinin "lütf-i nigâh"ını hatırlamasıdır:<br />
"Senden bana bir lütf-i nigâh olmasa bir an<br />
Yok zerre kadar nef’î bana gamlı hayâtın..." (“Neşide-i Hicrân”,s.77)<br />
Arka arkaya gelen iki şiirde aşk doğayla güzelleşir. Ruhunun koruyucusu saydığı sevgiliyi<br />
doğaya has unsurlarla ö<strong>ve</strong>r.Aşkın doğada <strong>ve</strong> genelde aylı gecelerde yaşanması A.<strong>Rıfkı</strong>'nın şiirlerinde<br />
ağırlıktadır. Bir yaz gecesini sevgiliyle paylaşacak olmak şair için mutluluktur. Ancak o, kamerin<br />
güzelleştirdiği doğanın seyrini de bu mutluluğa katmak ister:<br />
“Kamer; bütün lem’âtiyle sath-ı deryâda<br />
Temevvüç ettiriyorken nükûş-ı en<strong>ve</strong>rini,<br />
Seninle seyredelim gel! Şu câ-yi tenhâda<br />
Tabiatın bu muazzam levâyih-i terini..” (“Bir Yaz Gecesinde”,s.63)<br />
Deniz, gece, gökyüzü, sahil, ağaçlık herşey aşka zemin hazırlayan bir sükûnet içinde erir.<br />
Gecede herşey aşkın gerektirdiği atmosfere uygun, ama, paylaşacak sevgili yoksa,<br />
hatıralardaki sevgiliye çağrı umut olur:<br />
"Ey bugün ufk-ı hâtıramda adı,<br />
Yâdı hâlâ silinmeyen güzelim!
Yeter artık.. Niçin sevişmeyelim..." (“Şekva-yı Nücûm”,s.60)<br />
Sevgiliyle birlikteliğin coşkusunun öne çıktığı Bir Yaz Gecesi şiirinde geçen "Seninle seyredelim<br />
gel!" ifadesinde <strong>ve</strong> geceyi tasvir eden bölümlerde Cenabvârî bir atmosfer varlığını hissettirir. Sevgilinin<br />
varlığı hem geceye hem aşığa mutluluk katmaktadır. (“Bir Yaz Gecesinde”,s.63)<br />
Şairin aşk etrafında "ben"iyle sevdiği arasındaki ilişkiyi dile getirdiği şiirleri dışında, ilham perisine<br />
seslendiği Akşam Terennümü'nde şiir perisini de bir kadın gibi algılayarak onda teselli aradığı dikkatimizi<br />
çeker:<br />
“Yok! Yok! Beni terketme sakın.. Hâlime rahm et..<br />
Her nazra-i şûhunda açan hande-i ismet<br />
Akşamlarımın leblerini bûseye boğsun” (“Akşam Terennümü”,s.54)<br />
Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm’da "ben", yerini iki kurgu kahramana bırakmıştır. Şiirde<br />
Kâmrân ile Sâmiha arasında yaşanan vuslat gecesinin sabahı konu edilmiştir. Sabah diyaloğu geceden<br />
hoşnut erkeğe karşılık, neden olduğu açıklanmayan bir huzursuzluğu konuşmasına yükleyen kadını<br />
karşımız çıkarır. Şiir, tek perdelik manzum bir oyun formunda düzenlenmiştir. Bir sabaha karşı, yarı<br />
uykusuz, kendi içinde yaşadığı mücadeleden yorgun Sâmiha ile Kâmran'ın diyalogu yasak bir sevişmenin<br />
kadın <strong>ve</strong> erkek üzerindeki yansımasını <strong>ve</strong>riyor. Erkek hoşnuttur. Gecenin içinde yaşanan bir "beste-i<br />
günah"tır <strong>ve</strong> gün ışığının odaya dolmasını istemez:<br />
“Ben isterim ki: maâsi -i aşkımız; yalnız<br />
Zalâm-ı kâtimenin sînesinde gizlensin...<br />
Güneş neden bunu görsün.. Değil mi?” ("Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm",s.38)<br />
Gecenin "habersiz uykuların bunaklığı"yla tüketilmesindense aşkla zenginleşmesini tercih eder.<br />
Yeni bir vuslatı arzulayan tavrıyla, Sâmiha'nın huzursuzluğunu görmekten uzak kalır. Çok az konuşan <strong>ve</strong><br />
sadece gündüze işaret eden, uykusuzluğunu öne süren Sâmiha'ya karşılık, Kâmrân, geceyi anlatmayı<br />
tercih eder. Metinde, Sâmiha'nın iki kez ifade etme gereği duyduğu "güneş göründü", realitenin katı<br />
yüzünü hatırlatan bir uyarı gibidir. Ancak bedenine yenik düşen Kâmrân'ın daha şiirin başında yer alan:
Garâm",s.38)<br />
“Kapat şu perdeyi!.. Şemsin nigâh-ı nevvârı?<br />
Tecessüs eylemesin böyle hâbgâhımızı...” ("Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı<br />
sözleri, aşkın şiirini realitenin katılığına tercih ettiğini ortaya koyar.<br />
Visâl ü Fırâk bölümü dışında kalan, kitabın ilk şiiri "Hîçîye Doğru"da üçüncü <strong>ve</strong> altıncı bölümler ayrı<br />
ayrı "T." <strong>ve</strong> "S."ye ithaf edilmiştir. Her ikisinde de vakit kaybetmeksizin aşkın yaşanması gerektiğine<br />
değinen şair, şiirin genelinde hayatı "hiç"liğe mahkûm bir gerçek olarak ele alır. Kendi hayatını mutsuzluk,<br />
düş kırıklığı, yarından umutsuzluk kavramları etrafında değerlendirir. Hiçliğe mahkum hayatta aksi olsa da<br />
fazla bir şey değişmeyeceğini sezdirir.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın şiirlerindeki kadınlar muhayyel olmaktan çok yaşanmışlık, tanınmışlık hissi <strong>ve</strong>ren<br />
kadınlardır. Şair, şiirlerinin birçoğunda ya şiirin tamamında <strong>ve</strong>ya bir kısmında doğrudan onlara seslenerek<br />
konuşur. Bu, geleceğinde açlık <strong>ve</strong> sürünme görünen düşmüş bir kadın("Sefîle"), altı yıl öncede kalmış<br />
yaralı bir aşkın muhatabı eski bir sevgili("Aşk-ı Maziye...."), kendisini yaşlı bulduğu için sitemkâr sözlerle<br />
hitap etme gereği duyduğu genç bir sevgili ("İhtiyarsın"); menekşe gözleriyle şairin ruhuna hakim olmayı<br />
başarmış bir güzel ("Hâkime-i Ruhuma"); ayışığında tabiatın sükûnetini dinlemek üzere şaire eşlik eden <strong>ve</strong><br />
geceyi etkisi altına alan bir sevgilidir ("Bir Yaz Gecesinde").<br />
Aşkı konu alan şiirlerde, sevilen kadınların portresini Nâkus-i Adem'den çıkarmak zor. Merkeze<br />
"ben"i alan, dolayısıyla "ben"in penceresine yansıyanla yetinen şair, sevgililerinin psikolojileriyle hiç ilgili<br />
görünmemiştir. Fizik olarak, genel güzelliğin yanısıra ayrıntıya inmek gereği duyduğunda gözlerin güzelliği<br />
<strong>ve</strong> anlamıyla yetinmiştir. "Gözlerin İçin" hitabıyla yazdığı "Hâkime-i Ruhuma" şiirinde, menekşe gözlü<br />
sevgiliyle mutluluğunu dile getirmiştir.(s.61) Şiir, bir güzelleme, bir serenat gibi, menekşe gözlü sevgiliye<br />
hayranlık ifade eden cümlelerle başlıyor, hayranlıkla sona eriyor. Sevgili gözlerde yaşanıyor. Umarsız<br />
aşklarından biri bir nazarla başlamış, karşılık bulamadığı sevgiliyi hep gözleriyle yad etmiştir. (“Perişan Bir<br />
Aşkın Hikâyesi”,s.82) S'ye seslenirken:<br />
"Ey gözleri sevdalarımın şevk u cünûnu"<br />
der.(“Hiçiye Doğru”,s.13) Bedeni bir bütün olarak güzelliğiyle ön plana çıkarmayı seçer. Bir şiirinde<br />
sevgilinin "vücûd-ı nazik"i hatırlanır. (“Bir Yaz Gecesinde",s.64) Sevgilinin değişmeyen özelliği gençliğidir.<br />
Ölmüş sevgiliye "genç kadın” (“Onun Mezarında”,s.69), kendisine ihtiyarsın diyen bayana da "iş<strong>ve</strong>ger ü<br />
taze" olarak seslenir. (“İhtiyarsın”,s.60) Sevilenin güzelliğinden kaynaklanan cazibe hemen her şiirde<br />
ifadesini bulur. Sevgiliye bir hitabı "ey ruh-ı mehasin" şeklindedir. (“Aşk-ı Mâziye Hâle-i Tetvîç”) Divan
geleneği çizgisinde yazdığı gazelde, sevgiliye seslenir; güzelliğini tescil eder. Sevgilinin lütfedeceği bir<br />
gülümseyiş, bir bakış aşığa yetebilecektir:<br />
“Bugünkü lutf-i nevînin eyâ güzîde-i rûh!<br />
Genellemeler, özele inerek sevilen kadınları ayrı ayrı portreleriyle çıkarmamızı engelliyor.<br />
Sevilenlerden üçüne baş harfleri belirtilerek ithaf yapılmıştır. S'(Hîçîye Doğru), Matmazel M.Ş.(Şekva-yı<br />
Nücum), <strong>ve</strong> iki şiirde baş harfine rastladığımız T(Hîçîye Doğru, Aşk-ı Mazi...).Diğer ithaflar genel:"Gözlerin<br />
İçin"(Hâkime-i Ruhuma),"Teşekkürüme"(Bir Yaz Gecesi),"O hüsn-i afile"(Temenni-i Memat), “o uzak<br />
şûha”(Bahar <strong>ve</strong> Sen).<br />
Visâl ü Fırâk bölümünde, "ben"le ilişkisi dolayısıyla konu edilmiş kadınlar dışında, kendini bir çok<br />
erkeğe <strong>ve</strong> hayatın akışına bırakmış bir Sefîle ile; kendini hayattan <strong>ve</strong> hazlardan tamamen çekerek<br />
Hz.İsa'ya adamış bir rahibenin anlatıldığı iki şiir arka arkaya sunularak bir tezat <strong>ve</strong>rilmiş.<br />
Düşmüş bir kadının gözleri, geleceğe dönük "emel-i tebyîn" etse de sır perdesi, gerisindeki geçmişi<br />
saklamaya yetmiyor. Sefîle'nin görünen yüzü, umut, beklenti içeriyor. Şiir, düşmenin gerisini anlamaya<br />
çalışan bir şair bakışıyla yazılmıştır.Şair, "sen" hitabıyla, kadın karşısında duruyormuşcasına konuşmayı<br />
yeğler. Öncelikle güzel bir kadınla karşı karşıyadır. Gökyüzünü andıran gözlerinde derin anlamlar içeren<br />
bir gülümseyiş vardır. Ancak şair, yapay gülümseyişin ardındaki hikayeyi başka türlü okur: Sıcak bir aile<br />
ortamında büyümüş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Genç kızlık düşlerini tanımlamaya çalışır. Bu<br />
düşler, "bir aşk-ı muhterisin girdbâd-ı iğfâli...." ile sona erer <strong>ve</strong> ortaya emellerine yenik düşmüş bir “şehîd-<br />
i âmâl” çıkar. Bundan sonrası hayatın acımasız yüzüyle tanışmaktır artık:<br />
“Ma’îşetin <strong>ve</strong> *Süs+ün cebr-i âteşîniyle<br />
Dikenli çöllere düştün zavallı tâze kadın!!<br />
Nücûm-ı şi’r ü emel söndü ufk-ı sînende<br />
Yalancı, sahte mevâîd-i aşka aldandın...” (“Sefile”,s.43)<br />
Mutlu bir aile yaşantısının kaygısız günlerinden tutkulu bir aşkın "girdbâd-ı iğfal"ine düşme de<br />
olabilir geçim sıkıntısıyla düşme de.. Hangi nedenle olursa olsun o kaygısız günlerin "emellerle öpüşülen"<br />
demleri bitmiş, "herkesin kadını"nı bekleyen yarın, sürünmekten, açlıktan ibaret olmuştur. Düşmüş<br />
kadına göndermeyi bir şiirde daha buluyoruz. “Susacaksın Ebediyyen” şiirinde nefsânî zevklere dönük <strong>ve</strong><br />
hayat hiç sona ermeyecekmişcesine o zevklere kapılan genç bir kadının ölümle gelen düşündürücü tezatı
sergilenir. Dün güzel, çekici bir kadın; bugün, toprakta bedeni çürümeye yüz tutmuş itici bir ceset. Hayata<br />
kanışın özeti 3 mısraya sığmıştır:<br />
"Dün: Kirli hayâtın müterennim <strong>ve</strong> müzeyyen<br />
Eltâfına, ezvâkına, envârına kandın!..<br />
Kâbusunu: Zevk, nâlesini kahkaha sandın!.." (“Susacaksın Ebediyyen”,s.72)<br />
İnsanın bedenini başkalarına açarak süflileştiği noktadan, bedenini tamamen hayata kapattığı<br />
noktaya sıçrayan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, "rahibe" kimliğini de aynı tarzda görünen <strong>ve</strong> görünmeyen yanıyla okuyarak<br />
açığa çıkarmak ister. Kitaptaki sıralamada “Sefîle”nin hemen ardından gelen "Rahibe"de, hayat karşısında<br />
bilinçli bir donukluğu seçen kadının tavrının ne kadar özüne uyduğu tartışmaya açılmış gibidir. Şaire<br />
hayatın dışında gönüllü kalma inandırıcı gelmez. Kadını sefîlane hayata sürükleyen cebr unsuru, rahibe<br />
olmada da aktif gösterilmiştir. Bu öyle bir cebr olmalıdır ki hayata nefret uyandırmıştır. Determinist bakış<br />
açısı, sonucu mutlak bir sebebe bağlayarak açıklama eğilimindedir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, düşmüş bir kadını da<br />
rahibeyi de anlamaya çalışırken "cebr"i, sonucu doğuran bir ön şart olarak ortaya koymuştur. “Sefîle”de<br />
doludizgin yaşanan cinselliğin yol açtığı tahribata karşılık; bu şiirde de hiç kullanılmayan cinselliğin<br />
eleştirisi yapılmıştır. Aslında, hayattan uzaaklaşan rahibe, sıcaklığı Hz. İsa'ya yöneltmekte bulur. Belli<br />
belirsiz bir erotizm yükleyerek rahibe-İsa ilişkisini yorumlar:<br />
“Nefret etmiş hayâta... Şimdi ise<br />
Başka bir ihtiyâcı hissederek<br />
Reh-i İsâ'ya bir sıcak bûse-<br />
Kondurur... Dâima hayâlinde-“ ("Rahibe",s.45)<br />
Genç bir kızın gönüllü olarak münzevî bir yaşamı seçerek manastır kovuklarında ömrünü ibadetle<br />
tüketmeyi seçmesini anlamayan <strong>Rıfkı</strong>, şiirin sonunda tepkisini de açıklar:<br />
“Tabiat işte diyor ki bilâ fütûr u anûd:<br />
-Sarartma, gel bana vakfet bu hüsn-i muhteşemi..." ("Rahibe",s.47)<br />
Dünya üzerinde hayatın başlangıcı:
20.Asırda Zeka’da yayınlanan “İbadet Devreleri” başlıklı şiirler, yeryüzünde hayatın<br />
başlangıcını, ilk insanların tabiat <strong>ve</strong> yaratılış karşısındaki hayranlıklarını işler. Buda’yı hem bir sözüyle<br />
Nâkus-i Adem’de hatırlayan hem de aynı:<br />
“Saadet; sîne-i hîçîye ric’attedir”<br />
cümlesini, Buda’yla ilgili mensûresinde kullanan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bu şiirde de hayatın gerçeğini,<br />
manastırlarda değil, tabiatın içinde iz sürerek arayan Buda’yı isim <strong>ve</strong>rmeksizin işler. Brahmanizme<br />
ilişkin Vişnu, Siva, Brahma gibi kavramları da kullanan şair, tabiat karşısındaki gerçeği sezmiş insanın iç<br />
huzurunu yakalamaya <strong>ve</strong> hissettirmeye çalışmıştır.<br />
2.1.2. Mizahî Şiirleri<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>’nın mizahî şiirleri, 1909’da Eşref’te;1910’da Eşref, Kibar <strong>ve</strong> Piyano’da; 1911’de Züğürt <strong>ve</strong><br />
Falaka’da; 1912’de Karagöz <strong>ve</strong> Eşek dergilerinde yayınlanmıştır. Mizahî şiirlerini ağırlıkla<br />
“Baba”(Karagöz,Kibar,Eşek) ünvanıyla yazan şair, A.<strong>Rıfkı</strong>(Eşref,Falaka); Çemenderzade Nahik(Kibar);<br />
Cebidelik, Haneberduş(Züğürt) <strong>ve</strong> Ef’i(Züğürt) imzalarını da kullanmıştır.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın mizah dergilerinde yazdığı <strong>ve</strong> yöneticilik yaptığı dönem, 1908-1912 yıllarını<br />
kapsıyor. Bu yıllar, edebiyatta Fecr-i Atî’nin bir varlık göstermeye çalıştığı dönemdir. Edebiyat<br />
çevrelerinde daha çok edebiyat-ahlak ilişkisi, edebiyat-taklit,eskiler-yeniler gibi konular etrafında girdiği<br />
polemiklerle ses getiren Fecr-i Atî, mizah dergileri için iyi bir malzeme olmuştur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın<br />
imzasının olduğu dergiler Fecr-i Atî’nin edebiyata getirmek istediği yenilikleri inandırıcı bulmamış <strong>ve</strong><br />
mizah malzemesi yapmıştır. Fecr-i Atî ile ilgili dörtlükler imzasız olduğu için doğrudan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya<br />
bağlamaksızın, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın ait olduğu edebî çevrenin, dönemin popüler edebî hareketine, Fecr-i<br />
Atî’ye bakışını gösterme açısından, bu bölümde, genel bir değerlendirme çizgisinde ele alınmıştır.<br />
Yeni Ge<strong>ve</strong>ze’nin darbe sütununda yer alan “Hücûm-ı Üdebâ İçin” başlıklı kıt’ada Fecr-i Atîcilerin<br />
kendilerini alaya alan Hande isimli mizah dergisine yönelik tepkisi, alaycı bir üslûpla ortaya konur. Fecr-i<br />
Atî’nin kendini bir alternatif olarak sunarken, çizgisi dışındakileri beğenmemesi, “anka”, “muazzam”,<br />
“muhteşem” kelimeleriyle <strong>ve</strong>rilir:<br />
“Aferin olsun bu iş dünyayı hayran eyledi<br />
Dehre saçtı bir blöf şiir ü edeb ankaları<br />
Handeye bir savlet-i bîdâd ile saldırdılar:<br />
Fecr-i Atî’nin muazzam, muhteşem azaları!!”
Bu türden örnekler Yeni Ge<strong>ve</strong>ze’de bir haylidir. Tahsin Nahid’in “Rûh-ı Bîkayd” isimli şiir kitabı için<br />
yazılmış aşağıdaki mısralar gibi, bazı kıtalarda da Fecr-i Atî’ye mensup edebiyatçıların eserlerine<br />
dokundurmalar vardır:<br />
<strong>ve</strong>rilmiştir:<br />
“Fecr-i Atî’den ziyâlar yağdı ufk-ı sanatına<br />
Rûh-ı Bîkayd! Oltasıyla âlemi sayd eyledin!!!”<br />
Cemil Süleyman’ın “Timsâl-i Aşk”ının konu edildiği kıtada, Fecr-i Atî için çok keskin bir hüküm<br />
Boş yere timsâl-i aşka beynini yorma begim!<br />
Böyle bîmana eserler Fecr-i Atî’den doğar.”<br />
Dergi kutlaması:<br />
Şair, Züğürt’ün basın dünyasına girişini bir kıtayla kutlamıştır.<br />
Okurun Züğürt’ten faydalanması burun <strong>ve</strong> koku kelimeleriyle yüklenerek <strong>ve</strong>rilmiştir. Züğürt’ün<br />
kokusundan burnun hisse alması, güzel bir şeyi koklamaktan ziyade, hoş olmayan şeylerden alınacak<br />
dersleri vurgulanmştır.<br />
Falaka’yı da “Barekallahüteala Ne Yamandır Falaka” başlıklı bir gazelle karşılamıştır. Züğürt’ün<br />
aksine <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> imzasını kullanan şair, derginin yayın politikasını muhalif kimliği ön plana çıkararak<br />
tesbite çalışmıştır:<br />
“Cam kıran, çam deviren şahsa ziyândır falaka<br />
Aferin olsun o hoşgû-yı cihân-Mahmuda<br />
Sayesinde bize mekşûf u ayandır falaka<br />
Gerçi tarihi okur, eski zamandan söyler<br />
İhtiyar sanmayınız, taze civandır falaka”<br />
Devrin eleştirisi:
Falaka’da yayınlanan Kaside-i Tes’id <strong>ve</strong> Kaside-i Zamaniye’de, devrin değişik alanlarındaki<br />
panoramasını; Manzume-i Kahriye’de, İstanbul’da hizmetlerin aksamasını eleştirmiştir.<br />
BlöfSîmâlar:<br />
Eşref‟te “Blöf Sîmâlar” üst başlığıyla yayınlanan 8 şiirden 7‟si <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟ya, 1‟i de<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟yı anlatan Celis‟e aittir. 1909 yılı Eylül ayı ile 1910 Ocak ayı içinde, Eşref‟in 39-<br />
49. Sayılarında yayınlanan şiirlerde, dönemin renkli kişilikleri <strong>ve</strong> durumları mizahî bakış<br />
açısıyla resmedilmiştir. İşlenen konular başlığa taşınmıştır:”Artist”, “Yeniler”,<br />
“Filozof”,”Şahabeddin Süleyman”, “Baha Tevfik”, “Sanat Loncası”. Başlıksız tek şiirin ithafı<br />
ipucu niteliğindedir:”Ricâl-i istibdat için”. İsmi <strong>ve</strong>rilmeyen filozofun, şiirdeki <strong>ve</strong>rilerle Rıza<br />
Tevfik olduğu anlaşılmaktadır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, “Artist”i, tiyatroyla yakından ilgili Müfit<br />
Ratib‟e; “Yeniler” şiirini “eskiler”e; “Filozof”u “yeniler”e; “Şahabeddin<br />
Süleyman”ı “kendisi”ne; Baha Tevfik‟i “ahlakfürûşân”a ithaf etmiştir.<br />
2.1.3. Nefesleri<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, antoloji olarak hazırladığı <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri‟nde kendisine ait dört nefese<br />
yer <strong>ve</strong>rmiştir. Mahlası Ruhî‟dir.Ancak şiirlerin sahibi, kitapta,Derviş Ruhullah olarak<br />
gösterilmiştir. Nefesleri:<br />
“Hakikat şehrinde mana bağından”(s.24-25)<br />
“Vahdet bâdesiyle mestiz ezelden”(s.70-71)<br />
“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra”(s.76-77)<br />
“Niyâz ehlindeniz zannetme zâhid”(s.86-87)<br />
Nefeslerde, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, gelenek doğrultusunda Allah, Hz.Muhammed <strong>ve</strong> Pîr <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong><br />
<strong>Velî</strong>’yi övmüş; Allah yolunda mücadele <strong>ve</strong>ren insanları yüceltmiştir. Hallâc-ı Mansûr, 4 nefesinde de<br />
anılmıştır. “Hakikat şehrinde...” <strong>ve</strong> “Niyaz ehlindeniz.....” ile başlayan nefeslerden ilkinde:<br />
<strong>ve</strong><br />
“Enelhak uğrunda çekilip dâra<br />
Can baş <strong>ve</strong>renlere Allah eyvallah”<br />
“Sözümüz mutlaka canana ait<br />
Enelhak çağırır sazımız bizim”
ile Mansûr’u hatırlatmıştır. “Vahdet bâdesiyle...” mısraıyla başlayan nefeste doğrudan isimle<br />
övmüştür:<br />
“Görmüşüz Mansûr’un kanlı dârını<br />
Anlatıp o dârın hak esrârını<br />
Dünyanın ukbanın bütün varını<br />
Bir çürük akçeye satanlardanız.”<br />
“Çekilmez....”le başlayan nefeste, yukarıda alıntı yaptığımız bir mısra aynen geçiyor. Onu,<br />
Mansûr’un ismini geçtiği mısra izliyor:<br />
“Enelhak uğrunda çekilip dâra<br />
Mansûr’un câmını çak da gel derviş!”<br />
Çokluğun “bir”de bütünleşmesi, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın bir nefesinde Osmanlıcılık idealinin etnik<br />
ayrımı reddeden politikasıyla bütünleştirilmiş olarak anlatılmıştır:<br />
“Birdir herbir millet meydanımızda<br />
<strong>Türk</strong>ümüz,kürdümüz,lâzımız bizim”<br />
İ.Zeki Eyüboğlu, A.<strong>Rıfkı</strong>’yı Derviş Ruhullah kimliğiyle, yaşadığı dönemin “ilginç ozanlarından”<br />
sayar. Onu “<strong>ve</strong>rimli, duygulu, güzel söyleyişli bir Alevî <strong>Bektaş</strong>i ozanı” olarak nitelendirmiştir.:<br />
“Vahdet badesiyle mestsiz ezelden<br />
Elest kadehinden tadanlardanız<br />
Nur alır çeşmimiz her bir güzelden<br />
Arıyız bala bal katanlardanız<br />
dizeleriyle başlayan akıcı, duygulu, özlü koşuğu bağlandığı geleneği yansıtıyor.<br />
Ruhullah bulmuşuz bu demde zatı<br />
Bir zatta seyrettik ism ü sıfatı<br />
Bir elden içtik ab-ı hayatı<br />
Kalmadı kışımız yazımız bizim<br />
dörtlüğü varlık birliğini, tanrısal özün bütün kişilerde görünüş alanına çıktığını anlatıyor. Ancak bu<br />
düşünceler de yeni değildir, yüzyıllarca önce söylenmiş, yazın tarihine geçmiştir.”
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın şiirlerinde iki ana unsur var: Kendisi <strong>ve</strong> toplum. Her ikisinin içinde bulunduğu<br />
şartlara baktığında aynı kaderi görüyor: Sınırlanmışlık. Aşmak için gayret yok. Sadece, Edebiyat-ı<br />
Cedidecilerden devralınmış bedbîn iç çekişler, melankolik hüzünler var.Hüsrev Hatemi, <strong>Ahmet</strong><br />
<strong>Rıfkı</strong>’nın şiirlerinin genelinde bir “tezat”ın varlığına dikkat çekerek, tasavvuf felsefesi <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>îlik’le<br />
ilgili eserleri ile hiçlikten <strong>ve</strong> yokluktan söz eden kötümser şiirlerinin birbiriyle çeliştiğini belirtmiştir.<br />
Aynı çelişkiyi hem barıştan hem isyandan söz eden şiirlerin şairi olmasında da bulur.Bir ayrıntı olarak,<br />
şiirinde rakibi, “dik bıyıklı bir züppe” diye nitelendiren <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Nâkus-ı Adem’in ilk sayfasında<br />
yer alan dik bıyıklı fotoğrafının da okuru şaşırttığını ifade etmiştir.<br />
2.2.ROMANI VE HİKAYE YAZARLIĞI<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın roman türünde yayınlandığı tesbit edilen tek romanı Hizmetçi Belâsı’dır.<br />
Yayınlanacağı belirtilen <strong>ve</strong> “millî roman” nitelemesiyle daha önce değindiğimiz listede yer alan “Hilâf-ı<br />
Tabiat”, kitaplaşmamış, tefrikası yarım kalmış bir eserdir.<br />
Münir Süleyman Çapanoğlu,Şefika, Sevgilimde Bir Gece, Katina, Damat Beyim Şık mı gibi<br />
romanları bulunan <strong>ve</strong> Sûdî Kütüphanesi sahibi olan Sûdî Süleyman (Sûdî Süleyman Himmetzade-<br />
Kırımlı)ın eserlerinin aslında Ahmed <strong>Rıfkı</strong> tarafından yazıldığını ileri sürmüştür:<br />
"Sûdî Süleymanof, (Şefika)dan sonra bir kaç kitap daha neşretti. O zamanlar çok tutmuş bir isim<br />
sahibi olan Vassaf Kadri ile müşterek bir eser yazdı. Fakat bu eserde onun bir satırı bile karışmamış, öteki<br />
kitapları da rahmetli şair A.<strong>Rıfkı</strong> yazmıştır."<br />
*Elif+ Ali ile birlikte yazdığı Gece Kuşları <strong>ve</strong> Vassaf Kadri ile birlikte yazdığı Ani Felaket gibi eserleri<br />
de bulunan; hakkında belli başlı kaynaklarda hemen hiç bilgi yer alamayan Sûdî Süleyman’ın ayrı bir<br />
inceleme konusu yapılarak, bu iddianın değerlendirilmesi kanaatindeyiz.<br />
2.2.1.Hizmetçi Belâsı<br />
Cemiyet Kütüphanesi tarafından 1912'de basılan Hizmetçi Belâsı'nın sonunda yazılış tarihi olarak<br />
"21 Kânûn-i sânî sene 327" kaydı vardır. Dış kapağında "millî <strong>ve</strong> fecî roman" ibaresi <strong>ve</strong> bir genç kız<br />
portresine yer <strong>ve</strong>rilmiştir. İç kapakta romanın muhtevası hakkında fikir <strong>ve</strong>ren bir tanımlama vardır:<br />
"Bire karşı dört<br />
Hayat-ı Kibârâne <strong>ve</strong> Aşk-ı Şebâbî, Esrarengiz entrikaları lisan-ı hakikatle söyleyen millî roman"
Roman, hizmetçi olarak girdiği evde iş<strong>ve</strong>siyle, evin erkeklerini cezbeden, herbiriyle diğerinin haberi<br />
olmaksızın ilişkiye giren <strong>ve</strong> hastalık bulaştıran bir genç kadının macerası üzerine kuruludur. “Hizmetçi<br />
Belâsı” başlığı, aynı zamanda,roman içinde kahramanlardan birinin, yaşananları özetlerken kullandığı bir<br />
sonuçtur:<br />
“Büyük belâ! Biz buna hizmetçi belâsı desek daha iyi olur...<br />
Deyince kahkahalar yan kamarayı doldurdu <strong>ve</strong> herkes:<br />
-Hizmetçi Belâsı ha! Çok güzel.. Hizmetçi Belâsı.<br />
Diyerek mâcerâ-yı sâbıka-i müşterekeyi hatırladılar.” (s.186)<br />
Popüler aşk romanlarının tipik bir örneği olan eserde, Hizmetçi Nihâl, aşıkları Şeydâ,<br />
Afîf <strong>ve</strong> Hasan ile genç kadını Reyhan Paşa ailesine tanıştıran Hoca Salime Hanım'ın temsilî<br />
resimleri de mevcuttur (s.8-9, s.24-25, s.40)<br />
Sıcak bir Temmuz günü hizmetçi kolcusu olarak ün salan Hatice Hanım'ın evine, Reyhan Paşa<br />
ailesinin yanında kalan Hoca Salime Hanım gelir <strong>ve</strong> hizmetçilerden yakınır. Ya “aşifte”, ya hırsız çıkan<br />
hizmetçilerden farklı, iffetli birini aramaktadır. Hatice Hanım, kocası sürgüne gönderilmiş, geçim<br />
sıkıntısı içinde olan Nihâl'i önerir. Nihâl'in hizmetçilik yapacağı Reyhan Paşa ailesinin üç bekâr oğlu<br />
vardır. Şeydâ, Afîf <strong>ve</strong> Resmî Bey'ler yeni hizmetçi kızdan hoşlanırlar. Özellikle Şeydâ ile Afîf'in<br />
rüyalarında artık Nihâl'den başkası yoktur. Erkeklere ayrı ayrı ilgi gösteren Nihâl'in iffetsizliğini<br />
farkeden Hoca Salime Hanım, bir gece rahatsızlanır <strong>ve</strong> felç olur. Yaklaşık üç ay sonra Hasan Bey, Nihâl<br />
hakkındaki asıl gerçeği öğrenir. O, aslında genelevden kaçan Sıdıka Hanım'dır. Şeydâ Bey, Nihâl'le<br />
evlenme düşüncesini ailesine açmış, tasvip görmediği halde ısrarını sürdürmüştür. Aile karşı<br />
çıkmaktan vazgeçmeyince Şeydâ <strong>ve</strong> Nihâl yalıdan haber <strong>ve</strong>rmeksizin ayrılmışlardır. Kısa bir süre sonra,<br />
Beyoğlu'nda zührevî hastalıklar doktoru Dr.Zartaryan'ın muayenehanesine, herbiri diğerinden<br />
habersiz <strong>ve</strong> hepsi de Nihâl'den hastalık kapmış olan üç erkek gelir: Afîf, Hasan, Resmî. Aradan 8 ay<br />
geçer. Hoca Salime Hanım ölmüştür. Şeydâ'nın Nihâl'le evliliği yolunda gitmektedir. Afîf ise hala<br />
Nihâl'i unutamamıştır. 1908 ağustosunda Afîf 4 yaşında bir çocuk babasıdır. Nihâl'in kocası Nafi<br />
sürgünden dönmüş <strong>ve</strong> Şeydâ aleyhine dava açmıştır.<br />
Romanın ikinci bölümü “Reyhan Paşa Ailesi”nde kahramanlar sırayla kişilik özellikleri <strong>ve</strong><br />
statüleriyle tanıtılmıştır. Reyhan Paşa ailesinin büyüğü <strong>ve</strong> Büyükhanımefendi olarak anılan kişi 65<br />
yaşındadır. Kocası ölmüştür. Yalıdan ya kızına ya tekkeye gitmek için çıkan, kendi halinde, insiyatif<br />
koymaktan uzak bir insandır. Olay akışında, evin saygı duyulan büyük hanımı olmak dışında rolü yoktur.<br />
Büyük oğlu Şeydâ, 42-45 yaşlarında, yüksek bir memuriyette görevli, ancak, göre<strong>ve</strong> gittiğini<br />
kimsenin görmediği bekâr bir insandır. İçine kapanıktır. Ortanca oğul Afîf, Robert Kolej’de okumuş, özel
dersler almış, çalışkan bir insandır. Şeydâ’yla pek anlaşamaz. Resmî evin en küçüğüdür. Şiir <strong>ve</strong> felsefeyle<br />
ilgilenir. Evin en “haşarı”, neşeli gencidir.<br />
Afîf’in en iyi anlaştığı Hasan Bey, Büyük Hanım’ın yeğenidir. Güngörmüş, hayatı fazla ciddiye<br />
almayan, kendini kurnaz bilen bir insandır.<br />
Bu, birbirinden mizaç <strong>ve</strong> statü olarak farklı dört erkeğin aralarındaki ortak nokta genç bir kadının<br />
iş<strong>ve</strong>sine yenik düşmüş olmaktır. Nihâl karşısında yaşadıkları <strong>ve</strong> birbirleriyle ilişkileri, ağırlıkla, diyaloglarla<br />
<strong>ve</strong>rilmiş; duyguların ayrıntılı çözümlemeleri yapılmamıştır.<br />
E<strong>ve</strong> hizmetçi olarak giren <strong>ve</strong> aileyi karıştıran Nihâl Hanım, 23 yaşındadır. İffetli, eşine sadık <strong>ve</strong><br />
paraya muhtaç, geçim derdindeki bir kadın olarak yalıya gelmiştir. Ancak, yaptıkları <strong>ve</strong> geçmişi bir süre<br />
sonra ortaya çıkar. Asıl ismi Sıdıka’dır <strong>ve</strong> hafifmeşrep biridir. Erkekleri cebedecek özellikleri vardır:<br />
“Nihal‟in kim olduğunu yakaladık.. Kadıköyü‟nde bir herif vardır hani ismine bir şey<br />
derler.. Canım nihanîzadeye mensuptur, <strong>ve</strong> onun başka işlerde de parmağı vardır. Rasim<br />
geçende ona bir iş sipariş etmiş, haber almak için herifin evine gitmiş. Sıdıka isminde bir<br />
kadının ortadan kaybolduğunu; bu kadının nihayet derecede hüsndâr, gayet zeki, şuh,<br />
musikîye aşnâ bir afet bulunduğunu orada oturan bir genç yana yakıla anlatıyormuş.” (s.141)<br />
Eserde, ayrıca, evin kızı Şazer Hanım, Nihâl’in yalıda çalışmasına aracı kadınlar Hoca Salime Hanım<br />
<strong>ve</strong> Hatice Hanım, ev halkı ile romanın sonundaki felakete işaret eden Dr.Zartanyan bütün bu ilişkiler<br />
ağının bir noktasında rol sahibi olarak yer almıştır.<br />
Hizmetçi Belâsı'nda olay başlangıcı 1907'de sıcak bir temmuz günüdür. Zaman hep ileriye dönük<br />
işletilerek 1908'de "inkılabdan onbeş yirmi gün sonra"ya rastlayan bir ağustos gününde kesilir. Düz olay<br />
örgüsünün tipik bir örneği olan eserde olayın gelişim halkaları, numaralandırılmış 12, numara <strong>ve</strong>rilmemiş<br />
3 olmak üzere 15 alt başlıkta toplanmıştır. Başlıklara bakarak, genel bir özete ulaşmak da mümkündür:<br />
Kolcu Kadının Evi; Reyhan Paşa ailesi; Hizmetçi Nihâl; Sarhoşluğun İfşaatı; Aşk İhtiyacı; Şeydâ Bey'in<br />
Sevdası; Göksu Seyranı; Casusluk faaliyeti; Afîf de aşık; Hasan Bey'in İfşaatı; Fırtına <strong>ve</strong> Buhran-ı His; Hazan<br />
Zamanı; Doktorun Muayenehanesinde; Düğün Gecesinin Keşfiyatı; Son Perde.<br />
1.-3. bölümler, olay başlangıcı olan Temmuz gününde,<br />
4.-11. bölümler, takip eden 20 gün sonra birbirini izleyen günlerde<br />
12.- yaklaşık üç ay sonra
Son iki bölüm de 8 ay sonrasından başlar.<br />
Birinci bölümde, eserin genelinde geri planda kalan Kolcu Hatice Hanım'la, Reyhan Paşa<br />
ailesinin yanında kalan Hoca Salime Hanım arasındaki konuşmalar vasıtasıyla, romanın üzerinde<br />
döneceği kişilere <strong>ve</strong> özellikle Nihâl'e ait ipuçları vardır. 2.<strong>ve</strong> 3. bölümlerde, hem Reyhan Paşa ailesi<br />
hem Nihâl geniş olarak tanıtılmıştır.<br />
Hakim anlatıcının kaleminden öğrendiğimiz olaylar, Nihâl <strong>ve</strong> yöresinden ayrılmayan üç erkeğin<br />
etrafında geliştiği halde, merkezî kişi Afîf'tir. Başlıklandırılmış bölümlerin genelinde olaylar, Afîf'i<br />
etkileyen boyutlarıyla karşımıza çıkar. Afîf'le ağabeyi Şeydâ konuşurken ilk kez Nihâl'le<br />
karşılaşırlar(3.bölüm); Şeydâ Bey'in Nihâl'le ilgisi ortaya çıkmıştır, ancak Hasan Afîf'in de ilgili olup<br />
olmadığını anlamaya çalışır(4.bölüm); Afîf bir sohbet gecesinin ardından geçmişte yaşadığı bir aşkı<br />
hatırlar(5.bölüm); Göksu gezintisine kardeşleriyle çıkan Afîf bir aşkı daha hatırlar(7.bölüm);Afîf'in Nihâl'e<br />
karşı duyguları(9.bölüm); Şeydâ Bey'in Nihâl'le ilişkisi Hasan'la Afîf'in sohbetinde anlatılır(10.bölüm); Afîf<br />
gece odasında Nihâl'i görür <strong>ve</strong> birlikte olurlar(11)......<br />
6.<strong>ve</strong> 8.bölümler Şeydâ Bey üzerine kuruludur. Roman boyunca Afîf'in tek rakibi de odur. Nihâl,<br />
bütün bölümlerde, olayları hızlandıran, aileyi zor duruma sokan kişi olmakla beraber fettan kişiliğinin<br />
vurgulanması dışında olaylar onun filtresinden sunulmamıştır. Erkeklerin bir kadın karşısındaki zaafının<br />
tahlili tercih edilmiştir.<br />
Hizmetçi Belâsı’nda bütün olaylar, dürüstlüğe <strong>ve</strong> samimiyete dayanmayan kadın-erkek<br />
ilişkilerindeki ahlakdışılığa dayanır. “Namus” kavramının kadın <strong>ve</strong> erkeği birlikte ilgilendirdiği beden<br />
namusu kadar beyin namusunun da önemli olduğu sezdirilmiştir. Bu eserde, birbiriyle iç içe, ama<br />
birbirini kolayca aldatabilen insanlar vardır. Namus etrafında, en önemli sosyal yara olarak, aile<br />
ortamlarına kadar sızan fuhuşa değinilmştir.<br />
Kahramanlardan biri, sohbet sırasında yakınır:<br />
“Fuhş, rezâili Beyoğlu‟nun, Galata‟nın fuhşânelerinde değil, mahalle aralarında,<br />
nâmûskâr örünen apartmanlarda; zarîf meskenlerde arayın.. Oralarda emin olun ki, o kadar<br />
çirkin <strong>ve</strong> şâyân-ı nefret levhalar, öyle mel‟un facialar görürsünüz. Zilletin, levsin bu kadar<br />
şen‟ilerne başka yerlerde tesadüf edemezsiniz...” (s.125)<br />
Yazar, mutantan konaklarda, zifaf gecesi gelinlerin kocalarından boşanmak zorunda kaldığını;<br />
sayfiyelerde, köşklerde haftanın beş-altı günü e<strong>ve</strong> gelmeyerek Beyoğlu gecelerinde eğlenen erkekleri<br />
eşlerinin beklemediğini; çünkü, onların da komşu evlerin delikanlılarıyla eğlendiğini anlatır.
Evin küçük oğlunun aşık olması şaşkınlık yaratınca, yeni kuşağın, okuduğu yabancı kitaplarla<br />
gözlerinin açıldığı vurgulanmıştır:<br />
“Ey kuzum...dedi. o senin dediğin şey eski zaman çocuklarında vardı, şimdikiler Fenk<br />
kitapları okuya okuya azıyor da vurgun esiliyor.” (s.77)<br />
vardır:<br />
Eserde kocası sürgüne gitmiş Nihal dolayısıyla jurnal sistemi <strong>ve</strong> sürgünlere de dokundurmalar<br />
“(...) Hoca Hanım kalfanın politikaya dokunacak sözler söyleyeceğini, çenesi<br />
açılacağını iyi bildiğinden ma‟hud (Yıldı) mesele-i kerimesinin <strong>ve</strong>rdiği bir havf-ı<br />
mütehâlikâne ile söze girişti.” (s.34)<br />
Konuşmalar arasına iğnelemelerin, tesbitlerin birer cümle ile de sıkıştırıldığı görülür:<br />
“Aman efendim...Ziyareti pek arzu ederim. Fakat zaman müsait değil malım ya...O<br />
dakika yazıyorlar..” (s.50)<br />
2.2.2. Hilâf-ı Tabiat<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>'nın 1908'de Eşref'te Baha Tevfik'e ithaf ettiği "Hilâf-ı Tabiat" adlı roman olarak düşünüldüğü<br />
kanaatini uyandıran, ancak konu edindiği eşcinsel ilişki dolayısıyla yarıda kestirilen bir tefrikası<br />
yayınlanmıştır.<br />
Nezih, bir akşam üstü okul çıkışı Direklerarası yönüne doğru kalabalığa karışır. Yolda okul arkadaşı<br />
Sermed'i görür. Sermed iki hafta raporludur, okula gelemeyeceğini söyler. Babasının Yemen'e görevle<br />
gidişini fırsat bilmiş, bir bahane bulup rapor almayı başarmıştır. Birlikte sohbet ederek yürürler.<br />
Sermed'le Nezih arasında, köşkleri birbirine yakın olduğu için çocuklukta başlayan iyi bir arkadaşlık bağı<br />
vardır <strong>ve</strong> sürmektedir. Ergenliklerinin ilk cinsel deneyimlerinde de ortaktırlar. Nezih üç yıl önce bir gece<br />
hizmetçileri Eleni'yle birlikte olmak isteyip de odadan kovulunca farklı arayışlara yönelmiştir.Sermed'in<br />
sürekli başaran, övünen yanı, Nezih'te gıptayla karışık tepki doğurmaktadır. Bir ara da köşklerinin<br />
civarında bulunan Pembe köşkteki iki bayanla bağ kurmuş, ancak kızlardaan birinin evlenmesi üzerine<br />
köşkle ilgilerini kesmek zorunda kalmışlardır. Sermed Beyoğlu'nda bir e<strong>ve</strong> devam etmiş, Nezih sakıncalı<br />
bulduğu için onun yolundan gitmemiştir. Sermed'in odasında masasında gördüğü Şâdân'ın fotoğrafı<br />
Nezih'e onunla ilişkisini hatırlatır. Şâdân'la samimiyeti okulda herkesin dikkatini çekmiş, dedikodulara yol<br />
açmıştır. Sermed, Nezih'i bir akşam bir eğlence yerine götürür. İçki içer, şarkı dinler <strong>ve</strong> çıkarlar.
Eşcinsel eğilimleri üstü örtülü biçimde sezdiren bu yarım kalmış tefrikada, Nezih, Şâdân <strong>ve</strong><br />
Sermed'e karşı aşırı sevgisiyle sunulmuştur. Sermed'e karşı tavrı:<br />
"Ah! Bu Sermed onu meçhul bir zincir-i râbıta ie, mübhem biir mıknatısıyet-i muhabbetle nası<br />
kendisine rabt etmişti? Her zaman bu hoppa çocuğun bütün söyediklerine bir inkıyad-ı müte<strong>ve</strong>kkilâne ile<br />
baş eğiyor <strong>ve</strong> onun siyah bir daire-i müjgân ile muhat, esrârengiz <strong>ve</strong> mütehakkim gözlerinin huzur-ı<br />
istibdâdında her şeye razı olmaya her söylediğini kabul etmeye mahkum oluyordu." (s.6)<br />
Şâdân'la arkadaşlığı ise dedikodulara da yol açan aşırı samimiyetle "hilâf-ı tabiat" bir çizginin<br />
eşiğine gelmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bu samimiyetin özetini yaptıktan sonra, toplumda Nezih gibi çok genç<br />
bulunduğunu <strong>ve</strong> bu eğilimin yaygınlığını ifade eder. Kaynaklarını ararken geleneksel Osmanlı kültürünü<br />
<strong>ve</strong> divan edebiyatını gözardı etmez:<br />
"Bunun önüne durulamaz, çünkü: Esbâbı eski âdât-ı muaşeret ile edebiyat-ı kadîmenin memlekete<br />
ektiği (muhabbet-i gulâm) tohumlarıdır, gençler ise bir otomat gibi bîvukûf <strong>ve</strong> bîidrâk muhîtin bu sümûm-<br />
ı kahhâriyle zehirleniyorlar. Şiirde bu bû-yi girye iştişmam olunuyor.” (s.7)<br />
Müzikte, muhabbetnâmelerde, eski hikâyelerde eşcinselliği açığa çıkaracak çok sayıda örnek<br />
bulunduğuna işaret eder. Kitaplardan hayata taşınan bu malzemeyi gençlerin geleceği açısından<br />
sakıncalı bulmaktadır:<br />
“Musıki nağmelerinden medâyih-i gılmân duyuluyor, inşâ kitaplarının muhabbetnâmelerinde,<br />
eski hikâyâtın sahaif-i mülev<strong>ve</strong>sesinde hep bu mesleğin kerâhetleri; hep bu levsâlûd, müteaffin tarîk-i<br />
ihtirâsın sırıtkan edebsizlikleri çalkalanıyor, sokaktan geçen gençlere, müştak <strong>ve</strong> muhteris nazarlar rekz<br />
olunuyor, kıraathânelerin muhit-i rezâilinde sekiz on edebsizin bütün meşgûliyeti; gençlerin nâmuskâr <strong>ve</strong><br />
ciddî çocukların aleyhinde plan tertip etmekle geçiyor, <strong>ve</strong>lhasıl bu muhitin herşeyi bir buhar-ı mît ifrâz<br />
ediyor, teneffüs edenleri zehirliyor, hayatlarını hırçın, mülev<strong>ve</strong>s bir şeh<strong>ve</strong>tle harâb eyliyor, önüne<br />
durulmuyor <strong>ve</strong> durulmuyordu.” (s.7)<br />
Sermed’in "pek şen, hevaî mizac” çizildiği, Nezih’in sakin tabiatının vurgulandığı metnin<br />
yayınlanmış bölümünde, şahıslara ilişkin çözümlemeler yapılmamış; okur, ilgi çekici bir konuya, doğrudan<br />
olayların aktarımıyla sokulmak istenmiştir.<br />
2.2.3. Alemdar'da Yayınlanan Hikâyeleri<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın, Anadolu'da geçen yedi yıllık sürgünün ardından İstanbul'a döndüğünde,<br />
"Anadolu Hikâyeleri" yan başlığıyla kaleme aldığı iki hikâyesini de 1921 tarihli Alemdar sayfalarında tesbit<br />
ettik. Her iki hikaye de <strong>Türk</strong>men köylerinde geçen yaşantılar üzerine kuruludur.
"Sündüs'ün Mersiyesi", Kızılırmak yakınlarındaki Babaoğlu adlı bir <strong>Türk</strong>men köyünde geçer. Soğuk<br />
kış günlerinden birinde anlatıcının da içinde bulunduğu sekiz on kişi kendi arasında eğlenmektedir.<br />
Seksenlik ihtiyar Murtaza Kâhya, arada gözyaşını tutamayarak Kara<strong>ve</strong>linin oğlu Süleyman'ın başına geleni<br />
anlatır. Süleyman dört gün önce silahını alır, atına biner <strong>ve</strong> İşhan Çayı'na gider. Haramî Deresi<br />
yakınlarında, önüne bir müfreze çıkar. Müfrezenin “teslim ol” çağrısına aldırmayınca çatışma çıkar.<br />
Süleyman ölür. Henüz dört aylık evlidir. Eşi yastadır. Murtaza'nın anlattıkları neşeli ortamı üzüntüye<br />
boğar. Anlatıcı dört ay önceki günler süren düğünü düşünerek üzülür. Ertesi sabah, Murtaza Kâhya<br />
çıkagelir. Anlatıcıyı alarak Süleyman'ın evinin önüne getirir. Kapıda Süleyman'ın atı <strong>ve</strong> onu okşayarak<br />
ağlayan Sündüs'ü görürler. Sündüs onları farkedince bir köşeye oturur. Yanına toplanan kadınlarla birlikte<br />
ağlaşırlar.<br />
"<strong>Türk</strong>men Aşkı" hikâyesinde ise yine askerden kaçan bir bey oğlu konu edilmiştir. Bir <strong>Türk</strong>men<br />
köyünde yaşayan Alişan, aşiret reisi Kahraman Bey'in oğludur. Bir erkek kardeşi cezaevinde yatmaktadır.<br />
Kahraman Bey'in herkesten çok sevdiği bu ondokuz yaşındaki delikanlı, köyün kızlarının ilgisini<br />
çekmektedir. Ancak o, çiftliklerinde çalışan Hüseyin Efe'nin kızı Meryem'e aşıktır. Çataldağ yaylasına göç<br />
hazırlığını tamamlayan <strong>ve</strong> yola çıkan üçyüzelli kişilik aşiretin başında Alişan vardır. Sekiz saatlik bir<br />
yolculuğun ardından Çataldağ'a gelinir. Yemek zamanı kendisini çağırmaya giden Meryem'e geceyarısı<br />
için beklediğini söyler. Dörtbuçuk ay sonra, sıcak bir yaz günü kasabaya jandarma gelerek 314<br />
doğumluların silah altına alınacağını söyler. Aşiretten 7-8 kişiyle beraber Alişan da buna dahildir.<br />
Kahraman Bey, jandarmayı o gece ağırlamayı, sabah da oğlunu <strong>ve</strong> diğerlerini teslim etmeyi önerir.<br />
Jandarma kabul eder. Ancak gece Alişan <strong>ve</strong> arkadaşları çiftlikten kaçar. Bir ara kendilerini bir atlının takip<br />
ettiğini farkeder <strong>ve</strong> kaygıyla beklerler. Gelen, erkek kılığına girmiş Meryem'dir.<br />
Konular etrafındaki birçok ayrıntıda benzerlik dikkati çekiyor: Süleyman, önüne çıkan<br />
müfrezeden kaçmaya çalışır; Alişan <strong>ve</strong> arkadaşları silah altına alınmamak için jandarmaya teslim<br />
olmaktansa kaçmayı tercih eder. Süleyman'ı dört aylık eşi Sündüs, eşinin ardından herkesi<br />
duygulandıran ağıtlar yakar, ona sevgisini ifade eder. Meryem, Alişan’sız olmaktansa onun kaçak<br />
hayatına ortak olmayı tercih eder <strong>ve</strong> ardısıra gider. Süleyman da Alişan da <strong>Türk</strong>mendir, çevrelerinde<br />
sevilirler. Ancak iki hikâyede de devletle barışık olmayan kahramanlar düşündürücüdür.<br />
Sündüs'ün Mersiyesi düz olay örgüsüne örnektir. 24 saatlik bir zaman dilimi içinde kronolojik<br />
olarak olay akışı gerçekleşir. Geriye doğru iki hatırlama vardır. İlki, Murtaza Kâhya'nın, sohbeti<br />
Süleyman'ın başından geçenlere yönlendirmesi <strong>ve</strong> olayı anlatmasıyla gerçekleşir. İkincisinde anlatıcı<br />
Süleyman'ın dört ay önceki düğününü hatırlar. Ancak iki hatırlanan zaman da hikâyenin kronolojik<br />
yapısını bozmaz.
Anlatıcı 1.tekil kişidir. Hikâyesinin merkezine, kendini değil Süleyman'ı koyduğu <strong>ve</strong> bizzat<br />
gözlemleri <strong>ve</strong>ya kendisine anlatılanlar etrafında anlattığı için, kahraman anlatıcıdan çok gözlemci anlatıcı<br />
konumundadır. Bakış açısı da bu çerçe<strong>ve</strong>de hikâyenin yapısını şekillendirmiştir. Hikâyenin başında<br />
içkileriyle birlikte neşeli bir kış gecesi geçirmek üzere toplanan anlatıcı <strong>ve</strong> sohbet arkadaşları yer alır.<br />
Dillerinde "şuh <strong>ve</strong> şirin bir koşma" yahud bir divan parçası vardır. Hikâyenin sonunda o kaygısız neşeli<br />
hava yerini Sündüs'ün acısına bıraktığı için şen nağmeler yerini ağıta bırakmıştır. A.<strong>Rıfkı</strong>, koşma <strong>ve</strong><br />
divandan birer dörtlük, mersiyeden de 3 beşlik <strong>ve</strong>rmiştir. Başlıkta ifade edilen <strong>ve</strong> hikâyenin sonunda da:<br />
"(...)şunları zaptedebildim ki hakiki <strong>ve</strong> samimi bir <strong>Türk</strong>men şiiri müteellim bir kalbin nâle-i yes ü<br />
matemi olarak hala tekrar eder dururum"<br />
dediği Sündüs'ün mersiyesinin son beşliği:<br />
"Dört aylık sevişme...Sonra ayrılık...<br />
Bir yezid kurşunla devrildin yazık!...<br />
Sensiz yaşamanın zevki yok artık!<br />
Sarı çiçek gibi boynum büküldü,<br />
Hicran zehirleri kalbime döküldü...."<br />
<strong>Türk</strong>men Köyü de düz olay örgüsünün tipik bir örneğidir. Dörtbuçuk ay arayla iki ayrı zaman<br />
diliminde Alişan'ı at üstünde bir <strong>Türk</strong>men yiğiti olarak görüyoruz. İlkinde obasını toparlayan öncülüğünü<br />
yapan, yüreğinde Meryem'i olan Alişan, ikincisinde jandarmadan kaçan Meryem'i arkasından gelen<br />
Alişan var. Hikâye 3.kişi ağzından hakim bakış açısıyla anlatılmış. Merkezî kişi Alişan'dır.<br />
Her iki hikâyede de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın şiirlerinde koruduğu yalın kelime kadrosu öne çıkar. Kısa<br />
cümlelerle olaylar ortaya koyan yazar, bir iki cümleyi geçmeyen tasvirlere sadece mekan, zaman<br />
tesbitlerini yapmak amacıyla yer <strong>ve</strong>rmiştir.<br />
Mustafa Kemâl Üni<strong>ve</strong>rsitesi Öğretim Üyesi<br />
(DEVAM EDECEK)<br />
Turgut Çeviker, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>-Karşı, Adam Yay.,İstanbul, Ocak 1993, s.1-19; “<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>”,<br />
Gazete Pazar, 4 Mayıs 1997,s.67; Ferit Öngören, “Hain <strong>Rıfkı</strong>”, Yeni A, Nr.7, 1 Ekim<br />
1972, s.11
Münir Süleyman Çapanoğlu,”Baba <strong>Rıfkı</strong>-1:Hayatı”, Yeni Yol, Nr.3, 4 Mart 1942 ,s.5<br />
Fatma Tabende Doğu‟nun babası hakkındaki bilgi isteğini tam karşılayamayan<br />
Tepedelenlioğlu A.<strong>Rıfkı</strong>'ya<br />
Sakallı <strong>Rıfkı</strong> lâkabını Bab-ı Ali'nin taktığını belirtir. [Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu,<br />
“Sakallı<br />
<strong>Rıfkı</strong> Kızı Tabende”,Yeni İstanbul, 4 Ocak 1969]<br />
Fatma Tabende Doğu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın Biyografisi, daktilo metin<br />
Cahit Öztelli, <strong>Bektaş</strong>î Gülleri, <strong>Bektaş</strong>î-Alevî Şiirleri Antolojisi, Özgür Yay., İstanbul,<br />
1985,2.basım,s.367<br />
Ziya Şakir, <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri, Tasvir Neşriyat, İstanbul, tarihsiz,s.100<br />
Sadeddin Nüzhet Ergun, <strong>Bektaş</strong>î-Kızılbaş Alevî Şairleri <strong>ve</strong> Nefesleri (19 uncu Asırdan<br />
Beri), C.3,<br />
Maarif Kitaphanesi, İstanbul, tarihsiz,s.278<br />
Turgut Koca, <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri <strong>ve</strong> Şairleri (13.Yüzyıldan 20.Yüzyıla Kadar), Maarif<br />
Kitabevi, İstanbul,<br />
1990, s.714<br />
Doğu, daktilo metin.<br />
Münir Süleyman Çapanoğlu, "Baba <strong>Rıfkı</strong> 1-Hayatı", Yeni Yol, Nr.3, 4 Mart 1942, s.6<br />
-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı Gelsinler Istedikleri Bilgiyi <strong>ve</strong> Kitaplarını Göstereyim Diyor",?<br />
Yücebaş, Hiciv <strong>ve</strong> Mizah Edebiyatı Antolojisi, Milliyet Dağ.,İstanbul,1976,3.baskı,s.504<br />
Ziya Şakir, s.100; Ergun, s.278<br />
Çapanoğlu, s.6<br />
Fatma Tabende Hanım'la 29.5.1996 tarihli ilk görüşmemiz.<br />
Taha Toros‟un özel arşivinde, 51 numaralı dosyada yer alan mektubu Leyla isimli bir bayan<br />
bulmuş.<br />
Bu tarihsiz mektubu tekrar kaynak olarak göstermek gerektiğinde "Samsun mektubu"<br />
şeklinde<br />
belirteceğiz. Üzerindeki adres:Yeni Cami Mah.Nr.12 Ladik/Samsun<br />
Fatma Tabende Doğu, Samsun mektubu,tarihsiz
Doğu, daktilo metin<br />
Tabende Doğu, ilk görüşmemizde, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatını tek cümlede özetlerken: "Babam şaşaalı<br />
yaşadı, sefalet içinde öldü." demiştir.<br />
Doğu, daktilo metin<br />
Fatma Tabende Hanım, amcası İzettin Bey‟in Cumhuriyet dönemi valilerinden olduğunu <strong>ve</strong><br />
1935 yılında<br />
Muş valisi olarak görev yaptığını belirtiyor. Muş‟la ilgili kaynaklarda bu bilgiyi<br />
doğrulayacak bir ize<br />
rastlamadık. 1929-1980 arasında Muş‟ta görev yapan valileri görev süreleriyle birlikte <strong>ve</strong>ren<br />
ansiklopedi maddesinde, isimler içinde “İzzettin “ yer almamıştır.[-,“Muş”,Yurt<br />
Ansiklopedisi, C.8, Anadolu Yayıncılık, 1982-83,s.6000<br />
"Rafet Canıtez: <strong>Türk</strong> yönetici <strong>ve</strong> siyaset adamı (Bursa 1880-Ankara 1946) Mekteb-i<br />
Mülkiyeyibitirdi (1903). Kaymakamlık, valilik yaptı. Osmanlı meclisi mebusanında<br />
Bursa mebusu olarak yer aldı (1912-1918). Kurtuluş savaşının ilk günlerinde Anadoluya<br />
geçerek Adana valisi oldu (1922-1923). Bursa millet<strong>ve</strong>kili olarak TBMM'ye girdi<br />
(1923-1946). Bu süre içinde TBMM başkan <strong>ve</strong>killiği, Ali<br />
Fethi Okyar hükümetinde imar iskan <strong>ve</strong> mübadele bakanlığı<br />
(1924) yaptı."[“Canıtez Rafet”,Meydan Larousse, c.4, 1986, s.2168]<br />
Çapanoğlu,"Baba <strong>Rıfkı</strong>",s.6<br />
Çapanoğlu,s.6<br />
Doğu, daktilo metin; Çapanoğlu,s.6<br />
Evin Doğu, Esin Doğu, Dr.Füsun Doğu, Diş Dr.Figen Doğu<br />
Doğu, daktilo metin; Yücebaş, s.504<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,“Boğuk Eninler”,Nâkus-ı Adem, Manzûme-i Efkâr Mat., İstanbul, h.1329/1911, s.20;<br />
Eşref ,<br />
Nr.26, 27 Ağustos 1325/1909,s.4<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Fikrimin Semâlarında”, s.18<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Anarşistler",20.Asırda Zeka, Nr.12, 6 Ağustos 1328/1912,s.214<br />
Dr.Yücel Aktar, İkinci Meşrutiyet Dönemi Öğrenci Olayları(1908-1918), İletişim Yay.,<br />
İstanbul, 1990,<br />
s.75<br />
Aktar,s.75
Aktar,s.76<br />
Burhan Felek, "Geçmiş Zaman Olur ki..Baba <strong>Rıfkı</strong>: İhtilalci Bir Şair",s.11<br />
Hüsrev Hatemi, "Sosyalist <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>î Şair: <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey", Dergâh, Nr.21, Kasım 1991,<br />
s.10<br />
Çapanoğlu’nun Yeni Yol’da <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’yı tanıtan yazısı, yazarın ifadesinden anlaşıldığı haliyle, birkaç<br />
sayıya uzayacağı düşünülmüş bir hacimdedir. Devamı getirilseydi, yakın bir dostun ağzından<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’yı daha ayrıntılı tanıma imkânı doğmuş olacaktı. Yazının da derginin de devamı<br />
getirilememiştir. Burhan Felek’in Tabende Doğu’ya <strong>ve</strong>rdiği şifahî bilgiye göre, Yeni Yol’un<br />
kapatılması <strong>Rıfkı</strong>’yla ilgili yazı dolayısıyladır. Yazı çıktığı zaman özellikle Yusuf Ziya Ortaç kızmış<br />
<strong>ve</strong> diğer nüshalar yayınlanmamıştır.<br />
Tarık Zafer Tunaya, <strong>Türk</strong>iyede Siyasi Partiler, C.2, Hürriyet Vakfı Yay.,1986, s.178<br />
Tunaya,s.178<br />
Tunaya,s.178;s.255<br />
Tunaya,s.255<br />
Tunaya,s.255<br />
Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İhsan Gümüşayak Mat., İzmir, 1955, s.77-78<br />
Fethi Te<strong>ve</strong>toğlu, <strong>Türk</strong>iyede Sosyalist <strong>ve</strong> Komünist Faaliyetler 1910-1960, Ankara,<br />
1967,s.63<br />
İştirak, Nr.3, 27 Şubat 1325/1910, s.42<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “Nara-i İkaz”, İnsaniyet, Nr.1, 18 Teşrîn-i sânî 1326/1910, s.3;Nâkus-i Adem,s.31-<br />
33<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Kızıl Sancak”, İştirak,Nr.8,19 Ağustos 1328/1912,s.3<br />
Tunçay, <strong>Türk</strong>iyede Sol Akımlar 1908-1925, Bilgi Yay., İstanbul, 1978,s.60; Te<strong>ve</strong>toğlu,s.63<br />
A.Cerrahoğlu,<strong>Türk</strong>iye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı,İletişim Yay., 1994,s.348<br />
Çapanoğlu, <strong>Türk</strong>iye’de Sosyalizm Hareketleri <strong>ve</strong> Sosyalist Hilmi, Pınar Yay., İstanbul,<br />
1994, s.76<br />
“Nara-i İkaz”,s.33<br />
Çapanoğlu,"Baba <strong>Rıfkı</strong>",s.5
Refii Cevat Ulunay,Menfâlar/Menfîler Sürgün Hatıraları, İstanbul, Arma Yay.,1999,s.76<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın bu şiirin yazıldığı dönemdeki bir fotoğrafı Nâkus-ı adem <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>i Sırrı<br />
kitaplarının iç kapağında yer almıştır.<br />
Celis,”Blöf Sîmâlar:6-A.<strong>Rıfkı</strong>”,Eşref,Nr.46,14 Kânûn-ı sânî 1325/1910,s.3<br />
-,“İlan”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.10,1 Nisan 1326/1910,s.10<br />
-,"Ayine-i Devran:Laklakiyat",Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Nr.11, 5 Nisan 1326/1910,s.2<br />
Ziya Şakir,s.100<br />
Ulunay,s.157-158<br />
Münir Süleyman Çapanoğlu, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri, Garanti Mat.,İstanbul,<br />
1970,s.90<br />
Münir Süleyman Çapanoğlu,Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong>, Hür <strong>Türk</strong>iye Mecmuası Yay.,<br />
İstanbul, 1960,<br />
s.12<br />
Ser<strong>ve</strong>r İskit, <strong>Türk</strong>iye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, Devlet Basımevi,<br />
İstanbul, 1939,<br />
s.118<br />
-,"Gazetemiz Aleyhine Dava", Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Nr.16, 22 Nisan 1326/1910, s.3<br />
-,"Sermuharririmizin Muhakemesi", Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Nr.22, 13 Mayıs 1326/1910,s.3<br />
Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, C.9, s.5370-5374<br />
Çapanoğlu, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri.s.120<br />
Çapanoğlu,s.92<br />
Çapanoğlu,s.122<br />
Züğürt, Nr.1, 1 Mart 1327/1911,s.1<br />
Gündüz Artan,Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri(Tanzimattan Günümüze), <strong>Türk</strong><br />
Kütüphane-<br />
ciler Derneği İçel Şubesi Yay.,1994,s.24<br />
Çapanoğlu,s.124<br />
Çapanoğlu, Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong> ,s.12
Perde,Nr.1,21 Teşrîn-i sânî 1327/1911<br />
Perde,Nr.5, 12 Kânûn-ı ev<strong>ve</strong>l 1327/1911<br />
Kirkor,” Mecbûrî Bir Cevab”,Perde,Nr.2, 26 Teşrîn-i sânî 1327/1911<br />
İlan, 20.Asırda Zeka, Nr.10, 9 Temmuz 1328/1912,s.156<br />
Çapanoğlu, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri ,s.120<br />
Çeviker,s.22<br />
-,"Eşek Gazetesi", Piyano,Nr.11, 25 Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l 1326/1910, s.4<br />
Çapanoğlu,s.114-115<br />
Çapanoğlu,s.114-115<br />
Çapanoğlu,s.116<br />
Çapanoğlu,s.116<br />
Şemsettin Kutlu, "Meşrutiyet Devrinde Mizah Gazeteleri", [Hilmi Yücebaş, <strong>Türk</strong><br />
Mizahçıları,<br />
Nüktedanlar, Şairler, Orhan Mete Mat., İstanbul, 1958, s.24]<br />
Koçu,s.5371<br />
Baha Tevfik'in yılmadan Malum, Kibar, Alafranga, Eşek gibi biri kapandıkça diğerini<br />
çıkardığı dergiler <strong>ve</strong><br />
benzerleri karşısında hükümet tavır koyar:"Fakat bir gün hükümet bu gazetelerin hepsini<br />
birden kapattı <strong>ve</strong><br />
bir daha böyle münasebetsiz isimlerle gazete imtiyazı <strong>ve</strong>rilmemesi için matbuat<br />
müdüriyetine emirler<br />
<strong>ve</strong>rdi."[Çapanoğlu,s.117]<br />
Aktar,s.97<br />
Fatma Tabende Doğu’nun <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre, Kastamonu taraflarında edebiyat dünyasına da tanıdık,<br />
Tahir Karaoğuz adlı bir asker tarafından yakalanırlar. Sonra onu etkisiz hale getirmeyi başararak<br />
silahıyla birlikte bir ağaca bağlarlar. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın bir <strong>Bektaş</strong>î sıfatıyla öldürmenin karşısında<br />
olduğu bu hadiseyi, asker unutmaz. Yıllar sonra, Münir Süleyman Çapanoğlu vasıtasıyla Fatma<br />
Tabende Doğu’nun izini bulan Tahir Karaoğuz, bağ kurarak gıyaben teşekkür eder. 1960'lı<br />
yıllarda Tabende Doğu’nun bir Topkapı ziyareti sırasında tesadüfen karşılaşırlar. Tahir Karaoğuz<br />
o dönemde sarayın arşivinde görevlidir.
Tunaya,s.350<br />
Hilmi Yücebaş, Ulunay Hayatı Hatıralar Eserleri, Arkın Dağıtım Limited Şrk., İstanbul,<br />
tarihsiz, s.4<br />
Ulunay, s.96<br />
Ulunay,s.113<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, "Unutulmuş Simalar: Konyalı Şakir Dede", Alemdar, Nr.754-3054, 22 Ka.sani<br />
1337/1921<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Kendi Ölümüme Tarih”,daktilo metin<br />
Göztepe, Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke<br />
Gayyasında, Sebil Yay., İstanbul, 1969,s.406 s.420<br />
Göztepe,s.421<br />
Göztepe,s.422<br />
Göztepe,s.443<br />
Tunaya,s.576<br />
Tunaya,s.577<br />
Tunaya,s.579<br />
Tunaya,s.579<br />
Tunaya,s.592; Ayrıca bir başka belgeyi içeren bilgiyi de, ihtiyatlı olarak <strong>ve</strong> <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />
dışında biri<br />
de olabileceğine ihtimal <strong>ve</strong>rerek aktarma gereği duyuyoruz. "Mahrem" ibaresiyle<br />
gönderilen yazı<br />
cemiyet mensuplarından Mehmet Tevfik Baba'ya hitaben yazılmış bu belgede, 19 Eylül 37<br />
Pazartesi<br />
günü Dergâh-ı Mualla'ya gidileceği <strong>ve</strong> "ihya-yı yevm" olunacağı haber <strong>ve</strong>rilmekte,<br />
buluşulacak yer <strong>ve</strong><br />
saat tayin edilmektedir. İmza kısmında “Bendei bab bai Bismillah 1.<strong>Rıfkı</strong>” ibaresi yer<br />
almaktadır.<br />
Ziya Şakir,s.100; Sadeddin Nüzhet Ergun,s.278; Cahit Öztelli,s.367 ;<br />
İsmet Zeki Eyüboğlu, Alevî-<strong>Bektaş</strong>î Edebiyatı, Dergâh Yay., İstanbul, 1991, s.326 vb.
Doğu, daktilo metin<br />
Göztepe, Taşkışla ortamını ayrıntılı biçimde tasvir etmiştir:"Çepeçevre <strong>ve</strong> kat kat telörgülerile<br />
çevrilen <strong>ve</strong><br />
bir İngiliz piyade alayının muhafazası altında bulunan Taşkışla, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilafçılar için<br />
adeta imtiyazlı<br />
bir mevki halini almıştı. Mesela Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkasına kaydolunmağa lüzum<br />
görmemiş, fakat fırka<br />
haricinde muhalif olarak tanınmış bir takım adamların Taşkışla'ya iltica edebilmeleri için<br />
fırka reisinin<br />
teskiye <strong>ve</strong> şahadetini İngilizler şarrt kılmışlardı. Bu yüzdendir ki başından korkan <strong>ve</strong><br />
kaçmağa karar <strong>ve</strong>ren<br />
birçok kişiler Hürriyet <strong>ve</strong> İtilafçıların tahrikiyle İngilizler tarafından kışlaya kabul<br />
edilmemişler <strong>ve</strong> bunlar<br />
büyük bir can korkusu içinde sokaklarda kalmışlardı."[Göztepe,s.459]<br />
Refik Halit Karay, hatıralarında kendisinin de Taşkışla'ya gittiğini ama fazla duramadan orayı<br />
terkettiğini<br />
anlatır.[Minelbab İlel Mihrab, İnkılab <strong>ve</strong> Aka Kitabevi, İstanbul,1964,s.223<br />
Göztepe,s.460<br />
Göztepe,s.460<br />
Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Gurbet Cehenneminde, Sebil Yay.,<br />
Garanti<br />
Mat., tarihsiz, s.43<br />
Göztepe,s.47-49<br />
Göztepe,s.49<br />
Doğu,daktilo metin<br />
Fatma Tabende Doğu „yla 29.5.1996 tarihli görüşmemiz.<br />
-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı.."<br />
Doğu, daktilo metin<br />
Fatma Tabende Doğu‟yla 29.5.1996 tarihli görüşmemiz
Felek,s.11<br />
Derginin Ankara‟da Milli Kütüphane‟de yalnızca bir sayısı bulunmaktadır.<br />
Samsun mektubu,tarihsiz<br />
-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı...."<br />
Doğu, daktilo metin<br />
Tabende Doğu, görüşmemizde, Batı Trakyalı <strong>Türk</strong>lerin babasının ölüsüne dahi sahip<br />
çıkmadıklarından yakınmıştır. Bu yakınma, Burhan Felek'in yazısında da yer alır.<br />
Basılı olmayan bu, daktilo metin, kızı Fatma Tabende Doğu‟da.<br />
Doğu‟nun Münir Süleyman Fatma Tabende Çapanoğlu'na yazdığı 6.8.1953 tarihli mektup<br />
Bu bilgi, Tabende Hanım'ın Samsun mektubunda da mevcuttur.<br />
Kaynaklar arasında kullandığımız “<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey'in biyografisi, daktilo metin” de Nezahat<br />
yerine<br />
Nimet geçmektedir. Ancak, Fatma Tabende Doğu, sürekli “Nezahat” adını vurguladığı<br />
için, Nimet adının<br />
yanlışlıkla geçtiğini düşünüyoruz.<br />
Doğu, daktilo metin<br />
Elinde yalnızca, bir örneği Taha Toros'un 51 numaralı arşivinde de bulunan <strong>ve</strong> ölümünden<br />
kısa bir süre önce çekilmiş olan bir fotoğraf kalmıştır.<br />
Doğu, daktilo metin<br />
Çapanoğlu'nda <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dan bahseden bölüm bir cümleden ibarettir. Eskiden bazı Yahudi<br />
meyhanelerinde erikten rakı çekildiğini, en iyisini de Kuzguncuk'ta Moiz isimli bir<br />
yahudinin yaptığını, "kırk yıl ev<strong>ve</strong>l" bazı yazar <strong>ve</strong> gazeteci arkadaşlarıyla Moiz'in<br />
yaptığı erik rakısını içmeye gittiklerini anlatan Çapanoğlu, bu erik rakısı dostları<br />
arasında <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı unutmaz. [Münir Süleyman Çapanoğlu, "Eriğin İrisi", Hafta,<br />
C.8 Nr.196, 26 Haziran 1953,s.27]<br />
Doğu, daktilo metin<br />
Refik Halit Karay‟ın Fatma Tabende Doğu‟ya yazdığı mektubun fotokopisi<br />
Doğu,daktilo metin<br />
Atilla Özkırımlı,Alevilik-<strong>Bektaş</strong>ilik Edebiyatı,Cem Yay.,İstanbul, 1985,s.314; Koca,s.714;<br />
İsmail
Özmen, Alevi-<strong>Bektaş</strong>i Şiirleri Antolojisi,C.5,Saypa Yayın Dağıtım,Ankara,1994,s.169;<br />
Ali<br />
Yıldırım,Başlangıcından Günümüze Alevî <strong>Bektaş</strong>i Deyişleri-2,Ayyıldız,Ankara<br />
1995,s.309;”Derviş<br />
Ruhullah”,Dergâh <strong>Türk</strong> Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ansiklopedisi,C.2,İstanbul, s.262<br />
Sadeddin Nüzhet, Derviş Ruhullah'ın hayatı hakkında "malumata tesadüf edemediği"ni belirttikten<br />
sonra Ziya Şakir'in bilgisini aynen tekrarlar. Bilgi tekrarı Atilla Özkırımlı, Turgut Koca, İsmail<br />
Özmen, Ali Yıldırım, Cahit Öztelli vb. yazarların hazırladığı antolojilerde hemen hemen aynı<br />
ifadelerle karşımıza çıkmıştır.<br />
-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı..."<br />
Vasfi Mahir Kocatürk,Tekke Şiiri Antolojisi, <strong>Türk</strong> Edebiyatında Dini <strong>ve</strong> Tasavvufi<br />
Şiirler,<br />
Edebiyat Yay.,Ankara,1968,2.baskı,s.557<br />
Edib Harabi(1853-1915) :”İstanbulludur. Adı <strong>Ahmet</strong>.Bahriye idaresinde memurdu. Son çağın<br />
en değerli <strong>Bektaş</strong>i ozanlarındandır. Şiirleri Anadolu tekkelerine yayılmıştır. Oldukça<br />
kuv<strong>ve</strong>tli bir kültürü vardır. Aruz <strong>ve</strong> hece ölçüsüyle yazmıştır. Divan edebiyatının her<br />
biçiminde şiirler meydana getirmiştir. Şaka yollu taşlamaları çok güzeldir. Doğumu<br />
1853, ölümü 1915.”[ Cahit Öztelli, <strong>Bektaş</strong>i Gülleri, <strong>Bektaş</strong>î-Alevî Şiirleri Antolojisi,<br />
Özgür Yay., İstanbul, 1985,2.basım,s.367]<br />
Koca,s.714<br />
Bezmi Nusret,s.39-40<br />
Cemali Baba :”İstanbulludur. Nâfi Baba‟dan icazet almıştır. 1912‟de Kâzımiye <strong>Bektaş</strong>î<br />
dergâhında babalık etmiştir. Cemâli <strong>ve</strong> Selman adlarını kullanmıştır. “[Öztelli,s.356]<br />
Çapanoğlu,”Baba <strong>Rıfkı</strong>”,s.6<br />
Çapanoğlu,s.6<br />
Çapanoğlu,s.6<br />
-,”Akvâl-i Meşâhir”,Karagöz,Nr.508, 3 Nisan 1329/1913,s.3-4<br />
Çapanoğlu,,s.6<br />
Çapanoğlu,s.6<br />
"<strong>Bektaş</strong>î babalarının göğüslerinde -gümüş mecidiye büyüklüğünde <strong>ve</strong> daha büyükçe- on iki köşeli bir<br />
taş bulunur. Bu taşa teslim taşı derler. Bu da on iki imama işaret eder. Bu taş <strong>Hacı</strong>bektaş<br />
kasabasından çıkar." * Besim Atalay, <strong>Bektaş</strong>ilik <strong>ve</strong> Edebiyatı Ant Yay.,İstanbul,1992, 2.baskı,
s.16+ Belkıs Temren , "yol sırrını avamdan sakınmayı sembolize eden" teslim taşını <strong>Bektaş</strong>îlerin<br />
özellikle yolculuklarda yanlarında bulundurduklarını belirtir. *<strong>Bektaş</strong>ilik <strong>ve</strong> Eğitsel Kültürel<br />
Boyutları , Kültür Bak.Yay., Ankara, 1995, s.224+<br />
M.Raif Ogan, “Mizah Edebiyatımız Üzerine”,1 Haziran 1958 [Hilmi Yücebaş,<strong>Türk</strong><br />
Mizahçıları, Nüktedanlar, Şairler, Orhan Mete Mat.,İstanbul,1958]<br />
Doğu,daktilo metin<br />
Felek,s.11<br />
Refii Cevad, "Horoz Dövüşü", Salon, 1.12.1948 [Yücebaş, Ulunay Hayatı Hatıralar<br />
Eserleri,s.213)]<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, <strong>Bektaş</strong>i Sırrı, C.1, Asır Mat. Ve Kitaphanesi, r.1325/1909, s.142<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “Unutulmuş Sîmâlar:Konyalı Şakir Dede”,Alemdar, Nr.754-3054, 22 Kânûn-ı sânî<br />
1337/1921<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “Şair Deli Nüzhet”,Alemdar,Nr.751-3051,19 Kânûn-ı sânî 1337-21<br />
Hilmi Yücebaş,Hiciv <strong>ve</strong> Mizah Edebiyatı Antolojisi, s.504-505<br />
Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke<br />
Gayyasında, s.460<br />
Fatma Tabende Doğu, Münir Süleyman Çapanoğlu'nun nazireyi sahaflarda arattığını<br />
ancak bulunamadığını belirtmiştir. *Fatma Tabende Doğu,<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın Biyografisi, daktilo<br />
metin.]<br />
Hüsrev Hatemi, “Yokluk Çanı(Nâkus-i Adem)”,Çelebi Bizi Unutma,<br />
İşaretYay.,İstanbul,1990,s.146<br />
_,“Şişli Tepelerinde(İlan)”,Falaka,Nr.15,15 Eylül 1327/1911,s.4<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın yayınlanmış <strong>ve</strong> yayınlanacak eserlerinin dökümünün yer aldığı daktilo<br />
metin.<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,Şiir Defteri(düzenleyen:A.Arifî),basılmamış metin,1925,40 s.<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,Nâkus-i Adem, Manzume-i Efkâr Mat., Konstantiniye, h.1329/1911,95 s.<br />
"Nâkus-i Adem",Karagöz, Nr.320, 9 Temmuz 1327/1911, s.4<br />
"Nâkus-i Adem",Karagöz, Nr.328, 6 Ağustos 1327/1911, s.4<br />
Hatemi, “Yokluk Çanı(Nakus-i Adem)”,Çelebi Bizi Unutma, s.146<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “Hîçîye Doğru”,Eşref, Nr.42, 17 Kânûn-ı ev<strong>ve</strong>l 1325/1909,s.5
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Boğuk Eninler”,Eşref, Nr.26, 27 Ağustos 1325/1909,s.4<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Ferer İçin”,Eşref, Nr.33, 15 Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l 1325,s.9<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Blanki”,Muhibban, Nr.1,;İştirak,Nr.3, 27 Şubat 1325/1910; Eşref, Nr.41, 10<br />
Kânûn-ı ev<strong>ve</strong>l<br />
1325/1909<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Nara-i İkaz”,İnsaniyet,Nr.1, 18 Teşrîn-i sânî 1326/1910,s.3<br />
Hatemi, “A.<strong>Rıfkı</strong> Bey”,s.147<br />
Fuzûlî Divanı,(baskıya haz.Prof.Dr.Kenan Akyüz,Süheyl Beken,Doç.Dr.Sedit<br />
Yüksel,Dr.Müjgan<br />
Cumbur,Ankara 1990,s.149(329+113)<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Hâkime-i Ruhuma",Eşref,Nr.30,24 Eylül(Ekim), 1909,s.4<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Bir Yaz Gecesinde",Eşref,Nr.34,22 Teş.ev<strong>ve</strong>l, 1325/1909,s.10<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Susacaksın Ebediyyen",Eşref.,Nr.52,25 Şubat, 1325/1910,s.4<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Temenni-i Memat",Eşref,Nr.36,5 Teş.sani 1325/1909, s.3<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Neşide-i Hicran",Eşref,Nr.25, 20 Ağustos 1325/1909, s.5<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”İbâdet Devreleri-Yıldırım <strong>ve</strong> Ateş”,20.Asırda Zekâ,Nr.7,28 Mayıs<br />
1328/1912,s.107;”İbâdet<br />
Devreleri-2-“ , 20.Asırda Zekâ.,Nr.9,25 Haziran 1328/1912,s.142; ”İbâdet Devreleri-3-“,<br />
20.Asırda<br />
Zekâ,Nr.10,9 Temmuz 1328/1912, s.164<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”Yurd Diyor ki“,Karagöz,Nr.11, 23 Temmuz 1328/1912<br />
Baba,“Mersiye”,Karagöz, Nr.434 ,28 Temmuz 1328/1912,s.3<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “Cevab”,Zekâ,Nr.12,6 Ağustos 1328/1912,s.214-215<br />
“Lahey Sözleşmesi, 1899 <strong>ve</strong> 1907‟de Lahey‟de(Hollanda) toplanan uluslar arası<br />
konferanslarda<br />
kabul edilen bir dizi uluslar arası antlaşmaya <strong>ve</strong>rilen ortak ad” [“Lahey Sözleşmesi”, Ana<br />
Britannica,<br />
C.14,Ana Yayıncılık,1989,s.240
Hatemi,s.148<br />
Çapanoğlu, Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong>,s.36<br />
Baba,“Baba Gidiyor”, Karagöz, Nr.454,26 Eylül 1328/1912,s.3<br />
Baba, ““Baba” Diyor ki”, Karagöz, Nr.468,14 Teşrîn-i sâni 1328/1912,s.3<br />
Baba, “Ölmedim Yahu”, Karagöz, Nr.463,27 Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l1328/1912,s.3<br />
“Elgazi Baba Diyor ki”, Karagöz, Nr.464, 31Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l 1328/1912,s.3<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “Yurt Diyor ki”, 20.Asırda Zekâ, Nr.11, 23 Temmuz 1328/1912,s.177<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,s.177<br />
A.R.,”Bir Yeni Gazel”,Zekâ,C.2,Nr.25, 21 Mart 1330/ 1914, s.29<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “İbadet Devreleri- Yıldırım <strong>ve</strong> Ateş”, 20.Asırda Zekâ, Nr.7, 28 Mayıs<br />
1328/1912,s.107;<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “İbadet Devreleri-2”, 20.Asırda Zekâ, Nr.9, 25 Haziran 1328/1912,s.142;<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, “İbadet Devreleri”, 20.Asırda Zekâ, Nr.10, 9 Temmuz 1328/1912,s.164<br />
Nâkus-i Adem,s.3<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,”İbadet Devreleri”,Nr.10,s.164<br />
Artan <strong>ve</strong> Çapanoğlu‟na dayanarak, Züğürt‟te Ef‟i,Haneberduş <strong>ve</strong> Cebidelik imzalı yazıları<br />
taradık. Daha önce belirttiğimiz üzere Ef‟i‟nin Rahmi; diğer adların <strong>Ahmet</strong> Nebil <strong>ve</strong><br />
Baha Tevfik tarafından da kullanıldığını dikkate alarak sadece bu imzaların ilgi alanını<br />
tesbite çalıştık.<br />
_,”Hücûm-ı Üdebâ İçin”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.10, 1 Nisan 1326/1910,s.2<br />
“Ültimatom”, Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.14,15 Nisan 1326/1910,s.2; “Fahriye Parçası”,Nr.14,s.2;<br />
“Darbe-i<br />
Bâzû Mukaddimesi”,Nr.11,5 Nisan 1326/1910,s.2 vb.<br />
_,”Rûh-ı Bîkayd Sahibine”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.5,15 Mart 1326/1910,s.2<br />
_,”Edebiyat Laklakacılarına”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.3, 8 Mart 1326/1910,s.2<br />
Haneberduş,”Züğürt Tesellisi”, Züğürt, Nr.1, 1 Mart 1327/1911,s.2<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,“Barekallahüteala Ne Yamandır Falaka”,Falaka,Nr.1, 25 Temmuz 1327/1911,s.3<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,“Kaside-i Tes‟id”, Falaka,Nr.4,4 Ağustos 1327,s.33
A.<strong>Rıfkı</strong>,“Kaside-i Zamaniye” Falaka, Nr.12, s.2-3, 1 Eylül 1327; Nr.13, s.3, 5 Eylül 1327<br />
Piyano, Nr.9, 11 teş.ev<strong>ve</strong>l 1326<br />
Derviş Ruhullah,<strong>Bektaş</strong>i Nefesleri,İstanbul,1340, Kitaphane-i Sûdî,87 s.<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.24<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.86<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.70<br />
<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.76<br />
16.8.1997 tarihli <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong> <strong>Velî</strong>‟yi Anma Törenleri‟nin açılışında konuşan <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong><br />
İlçesi Belediye Başkanı Mustafa Özcivan, “Niyaz ehlindeniz...”le başlayan nefesin<br />
birlik düşüncesini işleyen bu dörtlüğünü okumuştur.[TRT-1, canlı yayın]<br />
İsmet Zeki Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu, Alevî-<strong>Bektaş</strong>î Edebiyatı, Dergâh Yay., İstanbul,<br />
1991, s.326<br />
Hatemi,s.148<br />
Sûdî Süleyman, Kırım <strong>Türk</strong>lerindendir. Çapanoğlu'na göre, <strong>Türk</strong>çülük akımı çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
dışardan gelen <strong>Türk</strong>lerin Süleymanof, Agayev, Ahmedof tarzında yazmayı tercih<br />
etmeleri gibi Sûdî Süleyman da ikinci adını Süleymanof olarak kullanmayı seçmiştir.<br />
Cemiyet kütüphanesinde çalışmaya başlayan, Şefika adlı romanını burada yayınlayan <strong>ve</strong><br />
daha sonra kendi adını taşıyan Sûdî Kütüphanesi'ni kuran yazar Tokmak'ta başyazarlık<br />
yapmıştır. Fatih isimlli bir akşam gazetesi de yayınladı. [Çapanoğlu, Basın<br />
Tarihimizde Mizah Dergileri, s.84]<br />
Çapanoğlu,s.84<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, Hizmetçi Belâsı, Cemiyet Kütüphanesi, Manzume-i Efkar<br />
Mat.,1.basım,r.1327/1912, 197 s.<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>,"Küçük Hikâye:Hilâf-ı Tabiat", Eşref, Nr.45, 7 Kânun-ı sânî 1325/1910, s.6-8; Nr.46,<br />
14 Kânûn-i sânî 1325/1910,s.7-8; Nr.47, 21 Kânûn-i sânî 1325/1910,s.6-8; Nr.48, 28<br />
Kânûn-i sânî 1325/1910,s.6-8; Nr.49, 28 Şubat 1325/1910, s.7-8<br />
A.<strong>Rıfkı</strong>, "Anadolu Hikâyeleri: 'Sündüs'ün Mersiyesi, Alemdar, Nr.753-3053, 21 Kânûn-i<br />
sânî 1337-21; "Anadolu Hikâyeleri: <strong>Türk</strong>men Aşkı", Alemdar, Nr.760-3060, 28 Kânûni<br />
sânî 1337-21