02.03.2013 Views

ÖZET Ahmet Rıfkı - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi

ÖZET Ahmet Rıfkı - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi

ÖZET Ahmet Rıfkı - Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

BEKTAŞİ AHMET RIFKI, HAYATI VE ESERLERİ<br />

<strong>ÖZET</strong><br />

Dr.Hayriye TOPÇUOĞLU<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> (1884-1935), <strong>Bektaş</strong>îlik alanında yaptığı çalışmalarla tanınmıştır. <strong>Bektaş</strong>î<br />

nefeslerini topladığı bir antoloji hazırlamıştır. <strong>Bektaş</strong>î Sırri adıyla yayımladığı üç ciltlik eserinde<br />

<strong>Bektaş</strong>îliğin tarihçesi <strong>ve</strong> gelenekleri üzerinde durmuştur. II. Meşrutiyet dönemi mizah dergilerinde<br />

yöneticilik tecrübesi de olan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın mizahî şiirleri <strong>ve</strong> yazıları yayımlanmıştır. Ayrıca Nakus-<br />

ı Adem adlı şiir kitabı <strong>ve</strong> Hizmetçi Belası adlı bir romanı bulunmaktadır. Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası<br />

içinde siyasetle de ilgilenmiş; Millî Mücadele aleyhtarlığı dolayısıyla 1921'de yurt dışına çıkmış <strong>ve</strong><br />

İskeçe'de ölmüştür.<br />

ABSTRACT<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> (1884-1935), is famous for his works on the Bektashi order in his work Bektashi Sırrı composed of three<br />

volumes, he mentinoed about the history and traditions of the Bektashi order. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> who had the experience of management<br />

published humorous poems and writings in humorous magazines in the period of Constitutional Monarch II. Besides, he has a poetry<br />

book called Nakus-ı Adem and a no<strong>ve</strong>l called Hizmetçi Belası. He was interested in politics working for the Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası<br />

(The Party of Freedom and Consensus). Having been rebellious again National Straggle, he had goen abroad in 1921; died in İskeçe.<br />

1908-1923 yılları, her alanda arayışlarla doludur. Siyasî <strong>ve</strong> kültürel zemin birbiri içine geçmiş, birbirini doğrudan etkilemiştir.<br />

Otuz üç yıllık bir dönemin ardından, üstelik her cephede var olma mücadelesiyle karşı karşıya kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun aydını,<br />

1908 sonrası, adeta mucize saydığı II.Meşrutiyet’in ilânıyla birlikte, Osmanlı’nın içindeki dinamikleri yeniden hayata taşıyabilecek<br />

kanalları yoklama, açma sorumluluğunu kendinde hissetmiştir. Potansiyel kanallar, milliyetçilikten sosyalizme, İslam’da modernizm<br />

arayışlarından “asr-ı saadet”e sadık kalışa kadar geniş bir düşünce evrenine yayılır.<br />

II.Meşrutiyet sonrasında, ilgi alanları mizah, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası <strong>ve</strong> millî mücadele<br />

aleyhtarlığında kesiştiği için, birbirine kolaylıkla karıştırılabilen iki <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> vardır. İkisi de A.<strong>Rıfkı</strong><br />

imzasını atar; ikisi de isimlerinden çok lakaplarıyla tanınır. Biri, dostlarının Sakallı <strong>Rıfkı</strong> diye bildiği, <strong>Rıfkı</strong><br />

Baba dediği, Deli <strong>Rıfkı</strong> diye takıldığı yazar <strong>ve</strong> şair <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dır. Roman, mizahî yazılar, şiir <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>îlikle<br />

ilgili çalışmalarıyla bilinen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Derviş Ruhullah müstearıyla da tanınır. Diğeri, <strong>Türk</strong> karikatür<br />

tarihinde, başarısıyla adına mutlaka yer <strong>ve</strong>rilen, ancak millî mücadele aleyhtarlığını fiiliyata döktüğü için<br />

"hain" sıfatıyla anılan karikatürist <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dır.<br />

Şair <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, II.Meşrutiyet sonrasında, ilk anda birbiriyle ilintisiz görünen dört farklı alanda<br />

kendini var etmek istemiştir: Sosyalizm, <strong>Bektaş</strong>îlik, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası’nın başlığa taşıdığı hürriyet<br />

<strong>ve</strong> mizah. Yakın dostu Münir Süleyman Çapanoğlu’nun, “her dem kaynayan taşan <strong>ve</strong> lavlar saçan bir<br />

zekâ” olarak tanımladığı <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, karikatürist, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dan farklı olarak, yukarıdaki dört alanın<br />

kesişim noktasında, sadece “insanî” olanın ardına düşmüş; inandığı doğruya hizmet etmiştir. Dünyevî<br />

olana bel bağlamayan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, aynı kavramlarda kendini ifade etme imkânı görmüş olmalıdır.


O, materyalizmle mistisizm, muhafazakârlıkla özgürlük, hayatın ciddiyetiyle mizah arasındaki<br />

dengeleri kurmak için özel bir çabaya gerek duymamış, bütün bu unsurları dönemin özel şartları<br />

içinde hazır bulmuştur.<br />

İkinci Meşrutiyet <strong>ve</strong> Mütareke yılları, özlemle beklenmiş meşrutî idarenin, sihirli bir<br />

değnek olmadığının ortaya çıktığı, esasın, kadroların kalitesine <strong>ve</strong> niyetine bağlı olduğunun<br />

görüldüğü bir zaman dilimini içine alır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bu zaman diliminde, özellikle 1908-<br />

1913 yılları arasında yazıları <strong>ve</strong> kitaplarıyla yayın dünyasına imzasını bırakabilmiştir. Onun<br />

hayatında, 1908 öncesinde tutukluluk, 1913 sonrasında sürgün vardır. Osmanlı‟nın tarihinde<br />

de 1908 öncesinde suskunluk, 1913 sonrasında İttihat <strong>ve</strong> Terakki‟nin sesi hakimdir. Tekrar<br />

yazılarıyla basında göründüğü 1921 yılı <strong>ve</strong> devamında, bu kez, millî mücadele karşısındaki<br />

mesafeli tavrıyla, yurt dışına çıkmak zorunda kalacak, edebiyat alanındaki varlığını yine<br />

sürekli kılamayacaktır.<br />

Edebiyat dünyasında A.(Elif) <strong>Rıfkı</strong>, Baba<br />

<strong>Rıfkı</strong>, Derviş Ruhullah; siyaset dünyasında<br />

Sakallı <strong>Rıfkı</strong> <strong>ve</strong> mizah dünyasında Deli <strong>Rıfkı</strong><br />

gibi yakıştırmalarla tanınan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />

bütün bu alanlarda kendine biçtiği paye<br />

"mensubu olmak"tan öteye geçemiyor.<br />

Yalnız gazeteciliğinde, mizahî dergilerde<br />

sorumluluklar üstlendiği, müdir-i edebî <strong>ve</strong>ya<br />

ser-muharrir olarak sorumluluk aldığı<br />

görülüyor. Şair <strong>ve</strong> yazar <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın<br />

adı, ne edebiyat tarihlerimizde ne de belli<br />

başlı ansiklopedilerde madde başı olarak<br />

yer alır. Bu, onun mizahtan şiire,<br />

romandan hikayeye, hatta araştırmacılığa<br />

uzanan bir yelpazede eserler ortaya


koymasına rağmen, öncü, yol açıcı vasıflar<br />

taşımamasına, dolayısıyla, dikkat çekici bir<br />

edebî kimliğe sahip olmamasına<br />

bağlanabilir.<br />

1.AHMET RIFKI’NIN HAYATI<br />

1.1.AİLE, EĞİTİM VE MESLEK<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey, 1884 yılında İstanbul'un Aksaray semtinde doğmuştur. Doğum tarihî<br />

kaynaklarda farklı gösterilmiştir. Cahit Öztelli’nin <strong>ve</strong>rdiği tarih, 1885’tir. Ziya Şakir <strong>ve</strong> ondan iktibasla<br />

birbirini tekrarlayan Sadeddin Nüzhet Ergun, Turgut Koca gibi yazarların kaynaklarında, "yaklaşık<br />

1882 yıllarında" ifadesi yer alıyor. Kızı Fatma Tabende Doğu, babasının biyografisini yazdığı belgede<br />

doğum yeri olarak Aksaray'ı <strong>ve</strong>riyor. Bu bilgi, Münir Süleyman Çapanoğlu'nun <strong>Rıfkı</strong>'yı tanıttığı yazısında da<br />

mevcuttur. Ancak, Tabende Doğu, yalnızca bir beyanında dedesi <strong>Ahmet</strong> Rıfat Efendi'den bahsederken:<br />

"Defterdarlık görevi ile Selanik'te bulunduğu sırada ninem babamı doğurmuş."<br />

demektedir. Bu bilgi, Hilmi Yücebaş’ın <strong>ve</strong>rdiği biyografide de mevcuttur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın babası<br />

Keçecizade <strong>Ahmet</strong> Rıfat Efendi defterdardır.<br />

Münir Süleyman Çapanoğlu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın babasını:<br />

"Hoşsohbet, kalender, nüktedan, şiire <strong>ve</strong> sanata düşkün bir insandı. Aynı zamanda 'Tarikat Ehli'<br />

idi." cümleleriyle tanıtır. <strong>Ahmet</strong> Rıfat Efendi'nin mezarı, Bursa Çekirge'de Karagöz Mezarlığı'ndadır. Yine<br />

Tabende Doğu’nun Samsun'dan Çapanoğlu'na hitaben yazdığı <strong>ve</strong> babası hakkında tanıtıcı bilgiler <strong>ve</strong>rdiği<br />

bir mektubundan dedesinin, dolayısıyla <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın varlıklı bir aileye mensup olduğunu öğreniyoruz:<br />

"Dedem Sultan Abdülaziz Sultan II’nci Abdülhamit devrinde defterdarlıkta bulunmuş oldukça<br />

zengin sayılan <strong>ve</strong> Aksaray'da konakları, bostanları olan bir zatmış."<br />

Fatma Tabende Doğu <strong>ve</strong> babasının arkadaşı sıfatıyla ziyaret ettiği Refik Halit Karay arasında<br />

geçen konuşmada, Refik Halit Karay’ın kendisine yöneltttiği soruda ailenin sosyal statüsünü gösterir<br />

niteliktedir:<br />

"Baban aristokrat bir ailedendi onlarla bağ kurdun mu?"


Mevcut bilgiler doğrultusunda, baba <strong>Ahmet</strong> Rıfat Bey'in çeşitli merkezlerde önemli devlet<br />

memuriyetlerinde bulunmuş varlıklı bir bürokrat olduğu ortaya çıkmaktadır. Anne Irfan Hanım,<br />

Kafkasya'dan gelen fakir bir dervişin kızıdır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, ağabeyi İzzettin Bey <strong>ve</strong> ablası Azize Hanım’la<br />

birlikte üç çocuklu ailenin en küçüğüdür. Azize Hanım'ın oğlu Rafet Canıtez, TBMM başkan<strong>ve</strong>killiği<br />

görevinde bulunmuş bir bürokrattır.<br />

<strong>Ahmet</strong> Rıfat Bey, başlangıçta oğlunu ilkokula göndermez. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, ilk eğitimini evde alır.<br />

Fatih medreselerinden Arapça <strong>ve</strong> Farsça'yı öğrenen A.<strong>Rıfkı</strong>, rüşdiye'yi Aksaray'da "hususi bir okulda",<br />

idadiyi Şemsülmaarif <strong>ve</strong> Saint Benoit'da okumuştur. Mekteb-i Hukuk <strong>ve</strong> Tıbbıye'ye devam etmişse de<br />

yüksek öğrenimini tamamlayamamıştır. Çapanoğlu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın öğrenciliği döneminde babasından<br />

ders aldığını, Tuhfe-i Vehbî’yi ezberlediğini, Gülistan’dan temrinler yaptığını kaydeder.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın tek çocuğu <strong>ve</strong> dört torunu da hayatta olduğu halde ailesi hakkında pek bilgi<br />

edinmemiz mümkün olmadı. Bunda, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın dağınık coğrafyalarda geçen hayatını yansıtan<br />

bilgilerin eksikliği kadar; ilerde hayatının İskeçe’de geçen bölümünde değineceğimiz üzere, bir muhalifin<br />

eşi olarak Ayşe Doğu’nun <strong>Türk</strong>iye'ye gelme hazırlığı sırasında mevcut evrakı imha etmek istemesinin de<br />

payı olsa gerektir. Fatma Tabende Doğu’nun babasına ait hatıraları 6 yaşla, İskeçe’ye dair hatırladıkları ise<br />

11 yaşla sınırlıdır. O-6 yaşında iken babası ölmüş; 11 yaşında, annesiyle <strong>Türk</strong>iye’ye gelmiştir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, devlet memuriyetinde bulunmamış, gazetecilik <strong>ve</strong> edebiyatla ilgili çalışmalarıyla<br />

meşgul olmuştur. 1908-1912 yıllarında basında, özellikle mizah dergilerinde görünür <strong>ve</strong> sorumluluk<br />

üstlenir. 1913-1920 yıllarını Anadolu’da sürgün olarak geçiren <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1920 sonrası, politikanın <strong>ve</strong><br />

yayın dünyasının tekrar içinde yer almıştır. 1922’den itibaren, yurtdışında kaldığı dönemde, Mısır’da iken<br />

ticaretle uğraşmış, İskeçe’de iken öğretmenlik görevinde bulunmuştur.<br />

1.2. SİYASET VE BASIN DÜNYASINDA YER ALIŞI<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, hayatının akışını yönlendiren politikayla öğrenciliği döneminde tanışmıştır. İlk politik<br />

tecrübesi tamamiyle kendi dışında gelişmiş, üstelik mahkûmiyetiyle sonuçlanmıştır. Tıbbıye-i Şâhâne'nin<br />

son sınıf öğrencisi <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, üzerinde Abdülhamid aleyhine yazılmış bir yazıyla yakalanır. Oysa metni<br />

yazan, sürekli birlikte olduğu fakir bir arkadaşıdır. Müebbet hapse mahkum edilen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı<br />

II.Meşrutiyet'in ilanıyla gelen genel af kurtarır. Tıbbıye öğrenciliği döneminde iki samimi arkadaşı vardır.<br />

Biri Karagöz gazetesini çıkaran Ali Fuat’tır. Diğeri, <strong>Rıfkı</strong>'nın yazısını da iyi taklit edebilen fakir bir<br />

arkadaşıdır. İkincisi, belki de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın politikaya aktif ilgi duymasında böylece rol sahibi olmuştur.<br />

Bu mahkûmiyetle ilgili bilgiyi belgeleyen bir tarih <strong>ve</strong> mekân kaydını, Eşref'te yayınlanan "Boğuk<br />

Eninler" şiirinin altına düşmüş buluyoruz. 12 Şubat 1323/1908’de Hapishane-i Umûmî’de, Şirvanizâde


Mahmut Tahir’e hitaben yazılmış şiirde, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, tutukluluk günlerinin burukluğunu dile<br />

getirmektedir. Şiirin son dörtlüğü:<br />

“Dün, en parlak mehâsinle müzeyyen âlem-i handân<br />

Bugün; habs ü esaret, girye, mâtem, zulmet-i zindân<br />

Yarın;kâbus-ı hiçîye bürünmüş leyle-i hicrân<br />

Benim her saniyem bir devr-i edbâr ü felâkettir.”<br />

“Fikrimin Semâlarında” şiirinin altındaki tarih <strong>ve</strong> özellikle mekâna ilişkin düştüğü kayıt, duygusunu<br />

da yansıtır: “Dâr-ı felâket: 323 Kânûn-ı sânî” Anarşistler üzerine kaleme aldığı bir yazıda da tutukluluk<br />

günlerine bir göndermede bulunmuştur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, hayat hikayesiyle, iflah olmaz bir "muhalif"<br />

portresini önümüze koyuyor.<br />

1.2.1. 7-8 Nisan 1909 Öğrenci Olaylarında "Kısık Sesli Adam"<br />

II.Meşrutiyet’in ilânı, Boğuk Eninler’de dile getirilen “yarın” tanımını, iktidar karşıtları için adeta<br />

doğrular. İttihad <strong>ve</strong> Terakki Fırkası'nın yönetime geldikten sonra beklentilere cevap <strong>ve</strong>rememesi, giderek,<br />

muhalif grupların sesini yükseltmesine yol açar. Basın, ifade özgürlüğünü kullanarak tavrını açıkça ortaya<br />

koyunca bir süre sonra baskılar başlar <strong>ve</strong> şiddete dönüşür. Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi Bey,<br />

iktidar -muhalefet çekişmesinin basına yansıyan hesaplaşmasında ilk kurban olur:<br />

Serbestî Gazetesi önderliğinde, İttihat <strong>ve</strong> Terakki egemenliğini yıpratmak için basında sürdürülen<br />

kampanya, Serbestî Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi Bey'in 6/7 Nisan 1909 günü akşamı Köprü (Galata)<br />

üzerinde öldürülmesiyle doruk noktasına ulaşır. Katil bulunamamakla birlikte genel <strong>ve</strong> yaygın kanı Hasan<br />

Fehmi Bey'i İttihatçıların öldürttüğü noktasında toplanmaktadır.<br />

İkdam Gazetesi Başyazarı <strong>ve</strong> Mülkiye'de siyasî tarih öğretmeni Ali Kemal Bey, 7 Nisan 1909 tarihli<br />

dersinde, öğrencilerine Hasan Fehmi'nin öldürülmesinden duyduğu üzüntüyü anlatırken, öğrencileri<br />

harekete geçirecek bir üslup kullanır. Benzer tavır, Hukuk Fakültesi'nde bir başka öğretim üyesince<br />

sergilenir. Cemal Kutay'a atfen Aktar'ın <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre, Hukuk Fakültesi'nde Celalettin Arif Bey, 7<br />

Nisan'da gerçekleşen gösteri için öğrenciyi kışkırtmıştır. Aktar, bu iddianın genelde doğru olmasına


karşın, kışkırtmanın söz konusu olmadığını vurgular. Nitekim o günlerde Talebe-i Hukuk Cemiyeti Kâtib-i<br />

Umûmîsi Burhan Felek, olaylara rastlantı sonucu katıldığını ifade etmiştir. Burhan Felek, yıllar sonra<br />

Fatma Tabende Doğu’nun kendisini ziyareti dolayısıyla geçmişe döndüğü o günlerden, yine rastlantı<br />

sonucu gözüne ilişen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı belli belirsiz hatırlar. Kendisinin “istemeyerek başını belaya soktuğu”,<br />

Bâb-ı Ali’ye gidip sadrazamı binek taşına da<strong>ve</strong>t ettiği günden aklında “kısık sesli bir adam” kalmıştır:<br />

“Uzatmayalım, ben Bab-ı Ali'de sadrazamdan, bir gece ev<strong>ve</strong>l köprü üstünde öldürülen, Serbestî<br />

Gazetesi Başyazarı <strong>ve</strong> İttihatçıların muhalifi Hasan Fehmi Bey'in katilini bulmasını istedikten sonra,<br />

arkamızda birikmiş olan büyük kalabalıkla Bab-ı Ali yokuşunu inerken, idarehanesi hemen Bab-ı Ali’nin<br />

karşısındaki köşede, Yeni Gazete’nin bulunduğu yerde, sesi biraz kısık, sakallı bir gencin oradaki sokak<br />

fenerine tırmanıp konuştuğunu gördüm. Bunun Baba <strong>Rıfkı</strong> olduğunu söylediler. Baba <strong>Rıfkı</strong> orada neler<br />

söyledi? Belki işitmedim, belki de hatırımda kalmadı."<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın muhalif kimliği, baskıya karşı çıkma noktasında belirginleşmektedir. Yazıları <strong>ve</strong><br />

şiirlerinde görüleceği üzere, romantik <strong>ve</strong> popüler düzeyde bir sosyalist düzeni de bu dönemde düşlemeye<br />

başlar.<br />

1.2.2. Sosyalist Fırkalar İçinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />

Hüsrev Hatemi, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı tanıttığı yazısına "Sosyalist <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>î Şair: <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey" başlığını<br />

uygun görmüştür. 1942'de Yeni Yol dergisine kapak yapılan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, "Halkçı-Devrimci <strong>Türk</strong> şairi Baba<br />

<strong>Rıfkı</strong>" ibaresiyle sunulur. Ancak, vurgulanmasına rağmen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatında sosyalistliğini<br />

belirginleştirecek dikkat çekici bilgilere ulaşamadık. II.Meşrutiyet yıllarında kurulmuş iki sosyalist fırkanın,<br />

Osmanlı Demokrat Fırkası ile Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın mensupları arasında ismi geçmektedir.<br />

1910’da kurulan, başkanlığını Dr. İbrahim Temo’nun yaptığı Osmanlı Demokrat Fırkası 1911’de<br />

gücünü kaybetmiştir. A. <strong>Rıfkı</strong>’nın parti içindeki yerini ismi dışında tespit edemedik.<br />

“Fırkaya katılan diğer ünlü yazarlar arasında; Mahmud Sadık, Bezmi Nusret (Kaygusuz), Şirvanizade<br />

Mahmut Tahir, Şahabeddin Süleyman, Halil Rıfatpaşazade <strong>Ahmet</strong> Rıfat, Ferruh Niyazi, Muhlis Sabahattin<br />

(tanınmış müzisyen), <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Maliye Mümeyyizi Remzi, Eczacı Tevfik Bey ile Cevdet Paşanın büyük<br />

kızı Emine Seniye Doğu sayılabilir."<br />

Tarık Zafer Tunaya, Demokrat Fırka'nın, aynı dönemdeki pek çok hareket gibi sonuçta "Hürriyet <strong>ve</strong><br />

İtilaf Fırkası'na akan muhalefet seli"ne karışmaktan kendini kurtaramadığını <strong>ve</strong> 5 Aralık 1911 tarihli


toplantıyla Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası'na katılma kararı aldığını belirtir. Ayrıca, daha önce kurulan Osmanlı<br />

Sosyalist Fırkası'na geçen üyeler olmuştur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> bunlar arasında yer alır.<br />

Osmanlı Sosyalist Fırkası, 15 Eylül 1910’da kurulmuştur. Başkanlığını İştirak sahibi Hüseyin<br />

Hilmi'nin yaptığı partinin yayın organı da İştirak gazetesi olmuştur. Fırka etkin çalışmalar içinde olmadığı<br />

için zamanla siyaset sahnesinden silinmiştir:<br />

"Zaman zaman ortaya çıkarak İttihatçıları kızdırmaktan başka bir eylemi olmayan bu Fırka ne<br />

Osmanlı Ülkesi içinde gelişen Sosyalizm düşüncesine bir katkıda bulunmuştur <strong>ve</strong> ne de bu konudaki<br />

eylemlerle bir ilgisi vardır."<br />

Tunaya, Demokrat Fırka mensubu bazı üyeleri de Osmanlı Sosyalist Fırkası içinde saymayı uygun<br />

bulur. Saydığı isimler, Bezmi Nusret (Kaygusuz), Şirvanizade Mahmut Tahir, A.<strong>Rıfkı</strong> (Derviş Ruhullah), Rıfat<br />

Süreyya Beyler'dir.<br />

Bezmi Nusret, hatıralarında, bu bilgiyi hatırlatarak, Tunaya'yı düzeltiyor. Buna göre, Baha Tevfik,<br />

hiçbir fırkaya intisap etmemiştir. Yukarıda ismi geçenlerin fırkayla ilişkisi de kuşkulu görünür:<br />

"15 Eylül 1910 tarihinde Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu. <strong>Türk</strong>iye’de Siyasal Partiler ismindeki<br />

tetkik <strong>ve</strong> tetebbu mahsulünü yüksek bir zeka <strong>ve</strong> tahammül ile telif eden hukuk profesörü Tarık Z.Tunaya,<br />

bunun elemanları meyanında bizim Pertev Tevfik'i, İsmail Faik'i, Baha Tevfik'i, Hamid Suphi'yi, A.<strong>Rıfkı</strong>'yı,<br />

Şirvanizade Tahir'i, Seyfeddin Arif'i saymaktadır. Baha Tevfik ömründe hiçbir fırkaya intisap etmemiştir.<br />

Diğerlerinin de münasebeti fırka kurucusu ile tanışmak <strong>ve</strong> görüşmekten öteye geçmemiştir."<br />

Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın kuruluşundan yedi ay önce yayın dünyasına katılan İştirak dergisinin<br />

yazar kadrosunda <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ismi geçmektedir. İştirak'te çıkan "Gölgeler" yazısının üstünde, çiçek<br />

deseni içinde A.<strong>Rıfkı</strong>'nın portresi yer alıyor. Altında: "Muharrirîn-i Osmaniye'den:A.<strong>Rıfkı</strong> Bey"<br />

kaydı düşülmüştür. Yazarın bu dergide siyasî nitelikli yazıları yayınlanmıştır.<br />

18 Teşrin-i Sani 1326/1910'da ilk sayısı yayınlanan İnsaniyet'in künyesinde “Osmanlı Sosyalist<br />

Fırkası’nın nâşir-i efkârıdır.” ibaresi görülür. İlk sayısında, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın Fransız sosyalistlerden Jean<br />

Jaurés'e ithafen yazdığı "Nara-i İkaz" yayınlanmıştır. Te<strong>ve</strong>toğlu, şiirde geçen “kızıl sancak”a nazire<br />

kabilinden, şiirin tamamını “gerçek bir Kızıl Nâra” olarak nitelendirmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, “Kızıl Sancak”<br />

başlıklı bir fırka marşı da önermiştir.<br />

Romantik, popüler düzeyde bir duyarlılıkla sosyalizmi benimsemiş olan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, seçim<br />

çalışmaları içindeki Osmanlı Sosyalist Fırkası uğruna kaba güçle de karşılaşmıştır. 1912 seçimlerinde,<br />

İttihat <strong>ve</strong> Terakki Fırkası’na karşı güç oluşturmaya çalışan fırka mensupları zorluklarla karşılaşır:


“Seçimler başladı. Fakat bu bir seçim değil, bir curcuna idi. Gürültülü nümâyiş yapanlar<br />

hükûmet partisine mensup kişiler olduğu için, takdire mazhar oluyor; muhalif partiye oy <strong>ve</strong>rmek<br />

isteyenler silleler, tokatlarla karşılanıyordu. Gazinoların camları kırılıyor, polis tarafsız davranmıyordu.<br />

Balat’ta iki üç arkadaşıyle geçen şair A.<strong>Rıfkı</strong>; sabıkalı Kör Rıza’lardan sandalcı Hızır’lardan sopa yedi. Ve<br />

polis bir şey yapamayıp aczini gösterdi.”<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın hayatında bir dönem sosyalizme ilgi duyuşunda, Eşek, Eşref, Züğürt, Kibar <strong>ve</strong> Zeka<br />

dergilerinde birlikte çalıştığı, sosyalist fırkalarda isminin birlikte geçtiği Baha Tevfik’le arkadaşlığının da<br />

payı olmalıdır. Çapanoğlu, Sosyalist Hilmi’yle ilgili bir anektodunda Baha Tevfik’in ona takıldığı bir dost<br />

ortamını anlatmıştır. O ortamda, <strong>Ahmet</strong> Nebil Çeka, Cevdet Maşuk, Baha Tevfik <strong>ve</strong> Sosyalist Hilmi’nin<br />

yanısıra “kafadaşı <strong>ve</strong> gönüldaşı” <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’da vardır. Şiirlerini ithaf ettiği isimlerin çoğu sosyalist<br />

eğilimleriyle tanınır. Hapishaneden yazdığı "Boğuk Eninler"i Şirvanizade Mahmut Tahir'e ithafı uygun<br />

görmüş; “Blanki” şiirini, Dr.İbrahim Temo'ya adamıştır. “Rahibe”, Emin Lâmî’ye ithafen yazılmıştır.<br />

"Sen ey alâmet-i tahlis! Ey kızıl sancak!<br />

Görün de kahr u taaddiyi mah<strong>ve</strong>dip, yık yak<br />

Kızıl yüzünle görün, rûha eyle sen te'sir;<br />

Ridâ-yı vahşeti yırt, bargâh-ı zulmü devir..."<br />

gibi keskin çıkışlarla kızıl bayrakta sembolize edilen değerleri sahiplense görülüyor ki "sosyalist"<br />

kimliği heyecan düzeyini aşmaz.<br />

Hayatının bir döneminde, sosyalist bir örgütlenme içinde yer alacak, sosyalist basında yazıları<br />

çıkacak <strong>ve</strong> sosyalistlerden övgüyle bahsedecek kadar bu ideolojiye sempati duyan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın, daha<br />

sonraki dönemlerde, sosyalist hareket yeniden canlandığında bile, artık, söz konusu hareket içinde<br />

olmayışı, onun sosyalizme ilgisinin çok da kalıcı olmadığını göstermektedir. 1942’de çıkan Yeni Yol’un<br />

kapağına <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’yı "Halkçı-Devrimci <strong>Türk</strong> şairi Baba <strong>Rıfkı</strong>” olarak taşımak, onun sadece bir dönemine<br />

işaret etmenin ötesinde bir anlam taşıyamayacaktır. Muhalif <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı Cumhuriyet sonrasına<br />

taşıyabilmenin en kestirme yolu, İtilafçı kimliği <strong>ve</strong> Osmanlının devamından yana tavır koymasıyla<br />

olmayacağına göre, solcu kimliğiyle muhalif yanını meşrulaştırmak olacaktı. Bu açıdan, yukarıda<br />

<strong>ve</strong>rdiğimiz Yeni Yol'un takdim cümlesi kayda değer. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâfçı kimliği, sosyalist<br />

kimliğinden daha uzun bir zaman dilimini kapsar <strong>ve</strong> daha kalıcıdır.<br />

1.2.3.Mizah Basınında <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>


<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, birçok mizahî derginin yöneticisi, yazar <strong>ve</strong> şairi <strong>ve</strong> hepsi bir arada <strong>Türk</strong> mizahının "Deli<br />

<strong>Rıfkı</strong>"sıdır. Çapanoğlu arkadaşını gülen çehresiyle hatırlar:<br />

"O, esasen şen, şakrak bir insandı. Gözlerinde ince, engin <strong>ve</strong> fatin bir tebessüm, bağıra bağıra, şevk<br />

<strong>ve</strong> heyecanla söyler, konuşur, güler, güldürürdü."<br />

Refii Cevat Ulunay, deli lakaplı arkadaşlarını sıralarken <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>„yı atlamaz. Ancak,<br />

ince bir harf <strong>ve</strong> dolayısıyla anlam değişikliği ile onu diğerlerinden ayırmayı tercih eder:<br />

“Meselâ arkadaşlar arasında „mecânîn-i hamse‟ olarak kaydettiklerimizden bugün<br />

İskilip‟te bulunan şair <strong>Rıfkı</strong> Bey vardı ki, aramızda Deli <strong>Rıfkı</strong> diye adlandırıyorduk.<br />

Bana soracak olursanız deli kelimesindeki „d‟yi kesr ile („di‟ diye) telaffuz ederek hececi<br />

şairimizi „gönül‟e nisbet ederdim.”<br />

Hayatı neşesiyle yaşamayı se<strong>ve</strong>r. Celis’in “Blöf Sîmâlar” üst başlığıyla yazdığı bir şiirde, mizahî de<br />

olsa <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> hakkında fikir <strong>ve</strong>ren birçok ayrıntıya rastlanır.Dış görünümüne ilişkin, yüz özelliklerini<br />

işleyen Celis, siyah, kumral “biçimce yufka, sivrimsi” bir sakaldan <strong>ve</strong> ensiz, uçsuz bıyıklardan söz eder.<br />

Arkadaşı <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın yüzü <strong>ve</strong> gözlerini “az ufak”, fakat “tatlı” bulur. Celis’e çizdiği <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, biraz<br />

ehl-i keyf görünmektedir:<br />

“Ne sanatçı, ne ahlakçı! Keyifçi, sahib-i meslek<br />

Fakat bazan (Şahabeddin Süleyman)dan daha gevşek<br />

Yaşar güya hayal, yahud da bir seyyar-ı bîmahrek<br />

Sokulgan, nazlı, bîperva<br />

O bir mevcûd-ı müstesna...<br />

Başyazarlığını yaptığı Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'de okurlarına oynadığı küçük oyun, bir mizah dergisine<br />

yakıştığı kadar, Çapanoğlu’nun çizdiği portreye de yakışan bir ayrıntı olarak dikkat çeker. 1 Nisan<br />

günlü nüshada, Sirkeci Gar Gazinosu'nda manzume-i müdhike okunacağına dair bir duyuru yer alır:<br />

“Gazetemiz sermuharriri tarafından Sirkeci’de Gar Gazinosu’nda bugün akşam saat on ikide bir<br />

manzume-i müdhike kıraat olunacağından arzu edenlerin teşrifleri ilan olunur.”


Duyuruyu görenler, Sis şiirinin naziresinin okunacağı ihtimaliyle birahâneye giderler. Belirtilen<br />

saat gelir, geçer <strong>ve</strong> bekleşenler “sermuharririn bu yalancılığına kızarlar”. Durumun 1 Nisan şakasından<br />

ibaret olduğu sonradan anlaşılır.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın biyografisinde, mizaha yatkınlığını gösteren kayda değer bir ayrıntı<br />

vardır. Ziya Şakir, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın II.Meşrutiyet‟ten sonra, sahnede Karagöz‟ü canlı olarak<br />

göstermek istediğini, hatta bizzat Karagöz rolünü oynadığını, ancak başarılı olamadığını<br />

belirtmiştir. Fatma Tabende Doğu, Çapanoğlu‟nun kendisine anlattıklarına dayanarak,<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>‟nın Karagöz merakının üni<strong>ve</strong>rsite öğrenciliği öncesinde, ilk gençlik yıllarında<br />

doğduğunu <strong>ve</strong> bilgili olan karakteri canlandırdığını, lise çağlarında Hacivat‟ın taklitini<br />

yaptığını ifade etmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1913‟te Sinop‟a sürgün gönderildiğinde de bu hayal<br />

perdesine olan merakını dostlarıyla paylaştığı bir gösteriye dönüştürmüştür.<br />

II.Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte, kendine serbest ifade alanı bulan basın sektöründe mizah da<br />

gerçek bir patlama yaşar.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1909-1912 yılları arasında, Musav<strong>ve</strong>r Eşref, Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Kibâr, Züğürt, Curcuna,<br />

Falaka, Perde, Eşek <strong>ve</strong> Karagöz dergilerinde mizah yazarı, şairi <strong>ve</strong>ya dergi yöneticisi olarak emek<br />

<strong>ve</strong>rmiştir. 1927’de İskeçe’de çıkan Şeytan dergisinin künyesinde muharrir olarak sadece A.<strong>Rıfkı</strong> vardır.<br />

Musav<strong>ve</strong>r Eşref’te Falaka <strong>ve</strong> Eşek’te edebî müdür; Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Perde <strong>ve</strong> Curcuna’da başyazar olarak<br />

çalışmıştır.<br />

Musav<strong>ve</strong>r Eşref’in 26 Teşrîn-i sânî 1325/1909-28 Şubat 1325/1910 tarihleri arasında çıkan 39-49.<br />

sayılarında sorumlu müdür <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dır. 50. sayıda Cevdet Maşuk sorumluluğu devralır. “Blöf Sîmalar”<br />

üst başlığıyla yazdığı mizahî şiirleri <strong>ve</strong> bu tarz şiirlerinin yanısıra, mizah dergisi olmasına rağmen mizah dışı<br />

birçok şiiri <strong>ve</strong> mensurelerini bu dönemde Eşref’te yayınlamıştır.<br />

1908 yılında yayınlanan Ge<strong>ve</strong>ze'nin devamı niteliğindeki Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, 1 Mart 1326/1910 yılında<br />

çıkmıştır. Her sayısı "muha<strong>ve</strong>re" ile açılan <strong>ve</strong> İttihat <strong>ve</strong> Terakki aleyhtarı basın organları arasında yer alan<br />

bu derginin, imtiyaz sahibi Kirkor Faik, başyazarı <strong>ve</strong> sorumlu müdürü <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dır:<br />

"O zamanlar (Yeni Ge<strong>ve</strong>ze) başyazarı rahmetli şair <strong>Rıfkı</strong> idi. İttihad <strong>ve</strong> Terakki’ye muhalif olduğu için<br />

gazetede fırkaya hücum ediyorlardı. <strong>Rıfkı</strong>, şair olduğu kadar kuv<strong>ve</strong>tli bir heccavdı. Orijinal hicviyeler<br />

yazıyordu. Mizahçılığı da kuv<strong>ve</strong>tli idi."<br />

Çapanoğlu, bu bilgiyi Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong>’de tekrarlar. Ge<strong>ve</strong>ze’nin çok ibtidaî olduğunu, Yeni<br />

Ge<strong>ve</strong>ze’nin, dönemin mizah zevkine <strong>ve</strong> anlayışına göre, belirli bir seviyeyi tutturduğunu söyler. Yazıları,


<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın yazdığını, sonrasında Nureddin Rüştü’nün yazmaya başladığını kaydeder. Baha Tevfik'in<br />

de yazılarının yayınlandığı Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'de başyazar <strong>Rıfkı</strong>'nın aktifliği, gazetenin sahibi Kirkor Efendi'nin<br />

ittihat yanlısı yayın yapmak istemesiyle sona erer. <strong>Rıfkı</strong> gazeteden uzaklaştırılır.<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'yi yönettiği dönemde mahkemelik olur. Derginin Mayıs sayısında mahkeme<br />

haberi yer almıştır:<br />

"Sermuharririmizn muhakemesi<br />

Heyet-i tahkikiye reis-i sabıkı Eskişehir mütemekkinlerinden Mehmed Ali Efendi'nin ser muharrir<br />

<strong>ve</strong> müdir-i mesulümüz <strong>Rıfkı</strong> Bey aleyhine açtığı davanın mayısın 9. pazar günü rüyet edileceği yazılmıştı.”<br />

Aynı haberde, meşguliyetinden dolayı <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın mahkemede hazır bulunamadığı <strong>ve</strong><br />

beraat ettiği bilgisi de aktarılmıştır. Yeni Ge<strong>ve</strong>ze’yle ilgili bir konu olduğu anlaşılan mahkeme hakkında<br />

ayrıntılı bilgi <strong>ve</strong>rilmemiştir.<br />

Eşek dergisinin devamı niteliğindeki dergilerden Kibâr’ın 23 Teşrîn-i sânî 1326/1910 tarihli<br />

sayısında, A.<strong>Rıfkı</strong>’nın Baba <strong>ve</strong> Çemenderzâde Nâhik imzalı iki şiiri yayınlanmıştır. Kibâr'ın künyesi ile<br />

Eşek'in künyesi arasındaki tek fark, Eşek <strong>ve</strong> Kibâr kelimelerinin yer değiştirmiş olmasından ibarettir. Reşat<br />

Ekrem Koçu, Kibâr'ın imtiyaz alınmadan hemen yayına sokulduğunu belirtir. Çapanoğlu, Kibâr dergisinde,<br />

"(Eşek) gazetesine protesto telgrafı çekenlere" kaydıyla yer alan aşağıdaki kıtanın <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya ait<br />

olduğunu belirtmiştir:<br />

"Taaccüplerle, hayretlerle gördüm, çok haya ettim<br />

Müsavat <strong>ve</strong> adalet var devirde, eyleme inkar<br />

Anırsam da biraz şiddetli, olma muzdarip çünkü<br />

Bu meslekte ben de bir ferdim, bugün hakkı kelamım var."<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>’nın 1911’de sayfalarında göründüğü mizahî dergiler, Curcuna, Züğürt, Falaka <strong>ve</strong> Perde’dir.<br />

Kırkor Faik Efendi'nin Yeni Ge<strong>ve</strong>ze'nin bir benzeri olarak 1911'de çıkardığı Curcuna'da başyazar yine<br />

A.<strong>Rıfkı</strong> olur.<br />

1 Mart 1327/1911 tarihinde yayın hayatında yerini alan Züğürt de Baha Tevfik'in başını çektiği<br />

dergiler arasındadır. <strong>Ahmet</strong> Muhtar'ın sorumlu müdürlüğünde çıkmıştır. Künyede, pantolonu yamalı,<br />

arkasında eşeği ile yürüyen bir adam vardır.


"Milletin terbiyesine hâdim <strong>ve</strong> 'edeb dairesinden' harice çıkmaz mizah gazetesi"<br />

ibaresiyle sunulan Züğürt'ün künyesinde sermuharrir olarak Çulsuzzade, müdir-i edebî olarak Cebidelik<br />

yazıyor. Yazı kadrosunda, Kopuk, Aynasız, Mangiz Nanay, Küfelik gibi isimlerle birlikte geçen Haneberduş,<br />

Artan’ın takma isimlerle ilgili eserinde A.<strong>Rıfkı</strong>’ya ait gösterilmiştir. İttihat karşıtı olan bu dergide Ef'i,<br />

Haneberduş, Züğürt, Cebidelik gibi takma isimlerle yazılmıştır. Ancak, isimleri bire bir edebiyatçılara<br />

eşlemek mümkün görünmemektedir. Çapanoğlu, bu isimlerden Ef'i'nin, Celis takma adını da kullanan<br />

Rahmi'ye, diğerlerininse Baha Tevfik <strong>ve</strong> <strong>Ahmet</strong> Nebil'e ait olduğunu belirtmiş; dergideki bir çok ismi<br />

A.<strong>Rıfkı</strong> <strong>ve</strong> Hüseyin Kami'nin de kullandığı kaydını düşmüştür.<br />

Falaka, 1911 yılında yayın hayatına giren mizah dergilerindendir. Mahmud Nedim Bey’in<br />

çıkardığı Falaka’da, 15. sayıdan itibaren, edebî müdür <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> olur. Falaka'nın 15.sayısından<br />

itibaren (15 Eylül 1327/1911) "sahib-imtiyaz <strong>ve</strong> sermuharriri Mahmud Nedim" ibaresinin altına<br />

“müdir-i edebî: A.<strong>Rıfkı</strong>” ibaresi de yerleşir.<br />

Dönemin mizah dergilerinden Perde, Karagöz'e rakip olma iddiasıyla Kirkor Faik Efendi<br />

tarafından 21 Teşrîn-i sânî 1327/1911'de yayın hayatına katılmıştır. Başyazar A.<strong>Rıfkı</strong>'dır.<br />

Mahmud Nedim Bey'in kardeşi A.Sami Bey, Perde'nin tahrir heyeti müdürlüğünü yürütür.<br />

Künyesinde açık bir perde önünde Karagöz <strong>ve</strong> Hacivat figürü olan derginin, künye altı<br />

ibaresi:<br />

"Vakti geldiği zaman açılır perde-i ibrettir."<br />

Yazı <strong>ve</strong> şiirler genelde imzasızdır. Mevcut karikatürlerin ana figürleri, Hacivat ile Karagöz olan<br />

dergide, her sayı Karagöz'le Hacivat arasındaki bir "muha<strong>ve</strong>re" ile açılmaktadır. “Takvim-i Ceraid”<br />

sütunlarında, değişik yayınlardan seçilmiş cümleler <strong>ve</strong> onlara ilişkin Perde'nin yine birer cümlelik<br />

değerlendirmeleri yer alıyor. 6.sayıdan itibaren başyazar A(yın) Sami'dir.<br />

Perde’nin ikinci sayısında “Kirkor” imzalı bir açıklamada Karagöz’e yüklenme vardır. “Mecbûrî Bir<br />

Cevab” olarak kaleme alınan yazıda, Karagöz, mizahî yayınlara tahammülü olmayan bir mizah gazetesi<br />

kimliğiyle değerlendirilmiştir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın arkadaşı Ali Fuat’ın Karagöz’ü 1908’de yayın hayatına girmiştir. Dönemin en uzun<br />

soluklu <strong>ve</strong> kaliteli mizah dergileri arasında ismi geçen dergi, Cumhuriyet sonrası, 1950’ye kadar aralıklarla<br />

da olsa yayınlanmıştır. Derginin ilk çıktığı dönemde A.<strong>Rıfkı</strong> adına rastlanmaz. Başyazarlığını sırasıyla,<br />

Mahmud Nedim Bey, Baha Tevfik, Mahmud Sadık gibi yazarların yaptığı Karagöz'de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 28<br />

Temmuz 1328/1912-14 Teşrîn-i sânî 1328/1912 tarihleri arasında, "Baba" takma adıyla mizahî<br />

manzumeler <strong>ve</strong> musahabeler yazmıştır. 20. Asırda Zeka'nın 9 Temmuz 1328/1912 tarihli nüshasında


Karagöz'ün yazı kadrosunu fotoğraflı olarak tanıtan bir sayfa yayınlanmıştır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın portresinin<br />

altında "Kısm-ı manzum muharriri A.<strong>Rıfkı</strong> Bey" yazılıdır.<br />

16 Kasım 1910'da ilk sayısı yayınlanan Eşek dergisinin künyesinde yer alan isimlerden biri,<br />

derginin edebî müdürü olarak görünen Çemenderzade Nahik'tir. Kendisine böyle bir takma ismi lâyık<br />

gören kişi de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dan başkası değildir.<br />

Turgut Çeviker’in dört ana grupta topladığı mizah dergilerinin bir alt grubu "Eşek Tipi Mizah Dergi<br />

<strong>ve</strong> Gazeteleri"dir. 1910'da çıkmış Kibâr, Alafranga, El Malum vb. bu gruba dahil ettiği dergilerin genel<br />

özelliği olarak aşağıdaki tesbiti yapar:<br />

"<strong>Türk</strong>iye'de materyalist düşüncenin ilk temsilcisi bilinen Baha Tevfik tarafından yayınlanan Eşek,<br />

seyirlik oyunların mizahî kahramanlarıyla dolup taşan, öte yandan modern bir çizgiyi getirip sürdüren<br />

mizah yayınları arasına ansızın girmiş ilginç yayınlar zincirinin ilk halkasıdır. Eşek <strong>ve</strong> öbürleri, yazı <strong>ve</strong><br />

karikatürlerinde eşekler dünyası aracılığıyla insanları ele almaktadır. Temelde sert, kara bir yergiyi yazı <strong>ve</strong><br />

çizgiyle getirmişlerdir.”<br />

Yine Baha Tevfik'in çıkardığı dergiler arasında yer alan Piyano'da Eşek'in çizgisini ortaya koyan bir<br />

ilân yer almıştır:<br />

"Bu namda bir mizah gazetesi yakında intişar edecektir. Mündericat <strong>ve</strong> resim cihetiyle diğer mizah<br />

gazetelerine te<strong>ve</strong>ffuk edeceği tabii olan bu gazetenin:<br />

'Öyle bir eşşek ki bâlâsındaki teşdîdinin<br />

'Alet-i tımara benzer lâ-yuadd dendanı var'<br />

vasfına tamamiyle kesb-i liyakat edeceği kaviyyen me'muldur."<br />

Künyesinde, masa başında yazı yazan bir eşek figürünün yer aldığı derginin kadrosu da<br />

eşeklerden kuruludur: Topal Eşek, Kır Eşek, Tırnağı Karıncalı, Kabakulak. Künye altındaki ibare:<br />

"İnsanlara dersi edeb <strong>ve</strong>rir, sahiblerinin eşekliği tutunca neşrolunur, mutî, mütehammil <strong>ve</strong><br />

beynelmilel hayvan gazetesidir."<br />

Eşek'in <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı da içine alan ilginç bir hikayesi vardır. Mizahî bir dergi yayınlamak isteyen <strong>ve</strong><br />

sözlüklerden dergisine orjinal bir isim aramaya koyulan Baha Tevfik arkadaşlarının da görüşlerine<br />

başvurur. İsmi <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> bulur:


"Birgün şair <strong>ve</strong> büyük heccav Deli <strong>Rıfkı</strong> telaşla Baha Tevfik'in yanına geldi <strong>ve</strong>:<br />

-İstediğin ismi buldum. Fakat hediyesini isterim! dedi. Malum a! Serde şairlik var, caizesiz olmaz!.”<br />

der. Baha Tevfik,(Ştanyburh)da bir rakı ziyafeti sözü <strong>ve</strong>rir:<br />

“Deli <strong>Rıfkı</strong> uzun siyah sakalını sıvazlayarak ağzını şapırtada şapırtada:<br />

-Bu ala, enfes birşey...dedi. Ve sonra ila<strong>ve</strong> etti:<br />

-Orijinal bir isim olsun diye söylenip duruyordun. İşte ben de istediğimi buldum: Eşek!.."<br />

Baha Tevfik'in de beğendiği isim için tek tereddüt, böylesine "âdâb-ı umûmiye muhalif" bir isme<br />

matbuat müdüriyetinin gazete imtiyazı <strong>ve</strong>rip <strong>ve</strong>rmeyeceği konusundadır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> bir çıkış yolu<br />

bulmuştur:<br />

"Ben ismi buldum. İmtiyazını almak çaresini de sen bul!... Ben gidiyorum, dedi."<br />

Baha Tevfik, ismi öylesine se<strong>ve</strong>r ki imtiyaz dışında baskı için gerekli her türlü malzemeyi sağlar.<br />

Çözüm olarak da Osmanlıca'nın el<strong>ve</strong>rişli bir yanından yararlanır. Kelime şeddesiz yazılır <strong>ve</strong> böylece “Eşk”<br />

şekliyle imtiyaz meselesi hallolur. Dönemin matbuat genel müdürü Fazlı Necip, bir mizah gazetesi için<br />

“Eşk”i garipserse de fazla üzerinde durmaz. İmtiyaz alındıktan sonra, onayın <strong>ve</strong>rildiği dilekçe metnindeki<br />

“eşk” kelimesi şeddelenerek Eşek'e çevrilir. Temmuz 1328/1912’de de ruhsatname alınır. Kısa sürede<br />

toplatılan derginin yeniden çıkışı ikibuçuk yıl sonra Kamil Paşa'nın sadareti döneminde gerçekleşir. Yine<br />

uzun soluklu olmaz <strong>ve</strong> kapanır. Şemsettin Kutlu, Eşek'in kapatılması üzerine sahiplerinin inadı sürdürerek<br />

4.sayıda kapatılan Eşek yerine 5.sayının aynı klişe korunarak <strong>ve</strong> ismin Kibâr'a çevrilerek yayınlandığını<br />

belirtir. Kibâr'ı Yuha takip eder. Nihayet imtiyaz alınarak Malum yayınlanır. Sonuçta iki aylık bir sürede<br />

Eşek, Kibâr, Yuha <strong>ve</strong> Malum başlıklı dört dergi tek dergiyi temsilen yayınlanmış olur. Malum'da künye<br />

değişmiş, masa başındaki eşeğin sadece kulakları görünür olmuş, ikinci sayıda sadece masa kalmıştır.<br />

1.2.4. Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası İçinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın 21 Kasım 1911'de kurulan Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası bünyesindeki faaliyeti, fırkanın<br />

tarihine paralel olarak daha geniş bir zaman dilimine yayılır. Bu fırka etrafında, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> ismi, 1913'te<br />

Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi, 1922 yılında Darülfünun'da millî mücadele aleyhtarı öğretim


üyelerine karşı yürütülen hareket dolayısıyla öğretim üyelerinin desteklenmesi <strong>ve</strong> yine 1922'de İstanbul<br />

hükûmetinin istifasıyla, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası'na yönelen öfkenin mağdurları bahislerinde geçer.<br />

29 Mayıs 1329/1913 tarihinde, Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesinden sonra muhalefet<br />

üzerindeki baskı iyice yoğunlaşmış, Ahmed <strong>Rıfkı</strong>’nın da aralarında bulunduğu muhaliflerin bir kısmı<br />

Sinop'a sürülmüştür. Önce Halim Paşa Yalısı'nda hapis tutulan muhalifler oradan Sinop'a gönderilir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> <strong>ve</strong> altı arkadaşı Sinop' tan kaçar.<br />

Tanin'in 6 Haziran 1329/ 1913 günlü sayısında yer alan Sinop sürgünleri listesinde A.<strong>Rıfkı</strong> adı<br />

geçmez. Ancak listenin sonunda yer alan bilgiye göre:<br />

"Balada esamisi muharrer olanlardan maada on dokuz gayri müslim <strong>ve</strong> yüz elli kadar müslim esnaf<br />

<strong>ve</strong> elli kadar mahalle imam <strong>ve</strong> muhtaranı <strong>ve</strong>saire dahi idare-i örfiye mıntıkası haricine teb'id edilmiştir."<br />

Kendisi de Sinop'a sürülen Refii Cevat Ulunay, hatıralarında, Sinop sürgünlerini 850 kişi olarak ifade<br />

etmiştir. İttihat <strong>ve</strong> Terakki'nin uygulamalarından söz açtığı satırlarda:<br />

"Mesela Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesini bahane ederek bir gecede binlerce adamı tevkif<br />

etti, bir kısmını astı. Sekiz yüz elli kişiyi de sabahın alaca karanlığında Sirkeci'den Bahr-ı Cedid adlı köhne<br />

<strong>ve</strong> atik bir vapura bindirerek Sinob'a sürdü."<br />

kaydı vardır. Hatıralarda sürgünü kendisi <strong>ve</strong> çevresindekiler için daha katlanılır kılan, hayata mizahı katan<br />

insanlardan biri olarak <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya da yer <strong>ve</strong>rilmiştir. O, sürgün dönemini daha baştan kalender bir<br />

edayla karşılamayı seçer. Refii Cevat’ın “beş deli” diye nitelediği isimlerden biridir. Gönlünce hareket<br />

eder <strong>ve</strong> öfkelendiğinde sözünü sakınmaz. İstanbul’dan idam edilen insanları haber <strong>ve</strong>ren bir bilgi<br />

ulaştığında, sürgünler etkisinden kurtulamazlar. İlk tepkilerden biri bir hicviyeyle <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dan gelir:<br />

“Sabah oldu. Günlük hayat tekrar başladı. Yalnız bu bizlerde öyle galiz bir telin uyandırmıştı ki, şair<br />

deli <strong>Rıfkı</strong> dayanamadı. Bahçedeki kürsünün üzerine çıkarak her hükûmetin yâri, her idarenin yâ<strong>ve</strong>ri olan<br />

Sait Paşa hakkında uzun bir hicviye okudu:<br />

‘Arasam silsileni, belki de merdâne çıkar!’<br />

mısraını hiç unutmadım.”<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın kalenderliğinde <strong>Bektaş</strong>iliğinin de payı olmalıdır. Sinop’ta kaldığı evin balkonunda<br />

“<strong>Bektaş</strong>î Dergâhı” yazılıdır.


<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1913-1920 yıllarındaki sürgün-gurbet dönemini edebî faaliyet açısından <strong>ve</strong>rimli<br />

bulur. Ona göre Anadolu'da zorunlu ikamet birçok ismi <strong>ve</strong>rimli kılmıştır:<br />

"Yedi senelik gurbet felaketi bana <strong>ve</strong> arkadaşlarıma bir devre-i tetebbu <strong>ve</strong> tetkik olmuştur. Refik<br />

Halit Sinop'ta, Çorum'da, Ankara'da Bilecik'te bulunmasaydı ne *Şeftali Bahçeleri+ni, ne 'Boz Eşek'i<br />

yazabilirdi; Hoca Atıf Efendi Anadolulu olmakla beraber menfaya gitmeseydi Anadolu ahlak <strong>ve</strong> ruhiyatını<br />

o kadar iyi anlayamayacaktı.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 1913 sonrası muhaliflerin yaşadığı sıkıntıyı, siyaset yüzünden ser<strong>ve</strong>tini <strong>ve</strong> rahatını<br />

kaybetmesi bir yana, İstanbul'dan uzakta geçen yedi yıllık sürgün <strong>ve</strong> hapislik yıllarını "Kendi Ölümüme<br />

Tarih"te de dile getirmiştir:<br />

"Fakat eyvah, siyaset denilen âfet-i can<br />

Uğruna ser<strong>ve</strong>t ü ârâmımı mah<strong>ve</strong>ttim pek...<br />

Yaşadım hayli zaman zulm ile zindanlarda<br />

Nefyolundum yedi yıl kalmadı menfa <strong>ve</strong> kürek"<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın eserlerinin yayın tarihleri <strong>ve</strong> basında yer alışı dikkate alındığında, yedi yıllık<br />

bir boşluk göze çarpar. 10’u aşkın dergide <strong>ve</strong> Alemdar'da yazılarını yayınlamıştır. Bunlardan Karagöz, Yeni<br />

Ge<strong>ve</strong>ze, Eşek, Kibar, Curcuna, Züğürt, Falaka, Perde, Piyano, Eşref, İştirak, İnsaniyet, 1908-1912 yıllarının<br />

dergileridir. Yalnız Zeka'da 1913'te yayınlanmış yazıları bulunmaktadır. Yazarın Alemdar'da çıkan<br />

yazılarının yayın yılı 1921'dir. Kitap olarak basılmış çalışmalarının yayın tarihlerine bakıyoruz: <strong>Bektaş</strong>î<br />

Sırrı(c.1-2,r.1325/1909-h.1328/1910, Hizmetçi Belası r.1327/1911, Nâkus-i Adem h.1329/1911, <strong>Bektaş</strong>î<br />

Sırrının Müdafaasına Mukabele r.1327/1911, <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri 1340. 1913 sonrasında yine suskunluk ...<br />

Mevcut bilgiler ışığında Ahmed <strong>Rıfkı</strong>'nın 1908-1913 yıllarındaki aktivitesinin 1921’de Alemdar’da<br />

yayınlanan yazılarına kadar olmadığı dikkatimizi çekiyor.<br />

Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası ile <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> ismini, yanyana bir kez daha 30 Mart 1922 yılında<br />

gerçekleşen Darülfünun grevi dolayısıyla görürüz.<br />

Ali Kemal,Cenab Şahabeddin,Rıza Tevfik, Hüseyin Daniş <strong>ve</strong> Barsamyan, millî mücadelede katedilen<br />

yola rağmen,Ankara'nın temsil ettiği değerlerde <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdiği mücadelede gelecek görmemişler, tavırlarını<br />

da net ortaya koymuşlardır.Darülfünun öğrencilerinin, bu öğretim üyelerine karşı tepkileri sert olmuş,30<br />

Mart 1922'de adı geçen şahsiyetlerin üni<strong>ve</strong>rsiteden uzaklaştırmaları yolunda bir hareket içine


girmişlerdir. Rıza Tevfik <strong>ve</strong> Hüseyin Daniş'in hemen istifa edip Darülfünun'dan ayrılmalarına karşılık Ali<br />

Kemal <strong>ve</strong> Cenab Şahabeddin görevlerini bir müddet daha sürdürürler.<br />

Bu arada Beyazıt kah<strong>ve</strong>leri de özellikle Ali Kemal'in dersini yapabilmesini sağlayacak desteği<br />

<strong>ve</strong>rmek üzere Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf yanlılarınca doldurulmuştur. Aralarında <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> da vardır:<br />

"Beyazıt kah<strong>ve</strong>leriyle Ali Kemal'in Beyoğlu'ndaki apartmanı arasında sonu gelmez <strong>ve</strong> içinden<br />

çıkılmaz bir telefon muhaberesi devam edip duruyordu.<br />

İstanbul'un Kadırga,Aksaray,Küçükmustafapaşa gibi mantıkalarının meşhur <strong>ve</strong> sayılı semt<br />

kabadayıları İtilâfçı saflarında Darülfünun hadisesine karışmışlardı.Deli Hüseyin, Kız Ali,Çerkes<br />

Haydar,Eyüplü Mehmet Pehlivan,Şair sakallı <strong>Rıfkı</strong> telefon başında ter ter tepiniyorlar.Ali Kemal'e:<br />

Üstadı Muhterem, korkma millet arkandadır. Yani derhal kalkıp da buraya gelmezsen hepimizin<br />

hatırımız kalacaktır.<br />

Ali Kemal bu adamların bunca ısrarı karşısında pek müşkül vaziyete düşmüş bulunuyordu."<br />

Ali Kemal önce böyle bir destek karşısında Darülfünuna girmeye kalkışırsa da sonra sonuçlarını<br />

düşünerek vaz geçer.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatında Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası’na ait son hatırası hüzün <strong>ve</strong>ricidir. 1922<br />

sonlarında, Ankara’nın <strong>Türk</strong>iye’yi yönetimde temsil eden tek güç haline gelmesi <strong>ve</strong> İstanbul'un<br />

yönetimde devre dışı kalması Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Partisi için de yıkım olmuştur. Artık ıssızlaşan<br />

Cağaloğlu'ndaki fırka merkezi, Ankara yanlısı göstericilerin saldırı hedefleri arasına girer. Bir gösteri<br />

sırasında, merkez binada, taş yağmuruna direnen bir kaç kişi içinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> dikkati çeker:<br />

"Camı çerçe<strong>ve</strong>si kalmıyan bu fırka merkezinde son dakikaya kadar bir derviş gibi te<strong>ve</strong>kküle<br />

bürünüp oturan birkaç kişi vardı. Esasen evleri barkları da olmıyan bu muhalefet fırkasının başında şair<br />

sakallı <strong>Rıfkı</strong> adeta fırkanın demirbaş eşyası gibi gösterilebilirdi.Bu sakallı <strong>ve</strong> çileli şair, coşkun bir millî<br />

nümayiş esnasında fırka merkezinde tek başına yakalanmış <strong>ve</strong> halkın nerelerden bulup getirdiği<br />

anlaşılamayan pek büyük taşlarla dakikalarca bombardıman edilen bu binada akla karayı seçmişti."<br />

Ankara Hükümet ile <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‘nın biyografisinde yer alan bir realite daha uzlaşmaz. <strong>Bektaş</strong>i<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‘nın ismi, tarikat ehli kimliğine denk düşen siyasi bir örgütlenme içinde geçmiştir. Tarikat-i<br />

Salahiye Cemiyeti, 19 Eylül 1920 yılında İstanbul'da kurulmuştur. Merkezi, İlâ-yı Vatan Cemiyeti<br />

Lokali'dir. Kiraz Hamdi Paşa tarafından kurulan cemiyetin temel özelliği "gizli <strong>ve</strong> kapalı" olmasıdır.<br />

Cemiyetin hedefi bir İslam coğrafyasını kuşatır:


"Tarikat-i Salahiye'nin amacı, önce de belirtildiği gibi aşamalıdır: Osmanlı ülkesinden taşarak İslam<br />

dünyasını içine alan bir kalkındırma <strong>ve</strong> kurtarma politikasıdır. Bu amaçla, önce İttihat <strong>ve</strong> Terakki, sonra<br />

Müdafaa-i Hukuk, <strong>ve</strong> en sonunda da <strong>Türk</strong>iye Cumhuriyetine muhalif <strong>ve</strong> yıkıcı bir yöntem izlenecektir."<br />

Tarikatçı bir sisteme, dolayısıyla dinî bir terminolojiye dayalı yapılanma arz eden örgütün üst<br />

yönetici kadroları Üçler, Yediler, Kırklar olarak derecelendirilmiştir. Cemiyet bünyesinde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />

ismi, kurul üyelikleri arasında yer almıştır:<br />

"Hafız Nefi Efendi'nin ifadesine göre, bu kurulların bazı üyeleri bellidir. Örneğin, Üçler'de Kiraz<br />

Hamdi, İsa Ruhi, <strong>Ahmet</strong> Refik Beyler; Kırklar'da Seyyit Yusuf, Seyyit Ali Haydar, Hüseyin Kemalettin, İsmail<br />

Hakkı, İsmet, Bafralı Celal, Agabela, İtilafçı Hafız Ömer, Şevket Mehmet, Hüsnü, Hafız İsmail Hakkı,<br />

Binbaşı Muhtar, Sakallı <strong>Rıfkı</strong>, Mehmet Şerif, Sami, Halil Rıfat, Akif, Mehmet Fahrettin, Şeyh Ramiz, Şeyh<br />

Faik, Sabri, Seyyit Galip Beyler <strong>ve</strong> Yahya Adnan Paşa vardır (Cumhuriyet, 20 Temmuz 1925,s.3)"<br />

Cemiyete ait bir belgede *Elif+ <strong>Rıfkı</strong> ismine rastlıyoruz. T.K. imzalı olarak, "İstanbul'daki Mim<br />

Mim Grubu ajanının Ankara'ya gönderdiği 20 Kânûn-i ev<strong>ve</strong>l 1338 tarihli" bir listede "Tarik-i Salah'a<br />

girmiş olan belli başlı isimler bildirilmektedir. Listeye göre,"Suleha-ı Ümmet"in "ilk tabaka"sında yer<br />

alan Elif <strong>Rıfkı</strong>'nın numarası 0501'dir. Listenin sonunda yer alan bilgiye göre:<br />

"Balada ilk tabaka Kırklardan müsbet olup Üçler <strong>ve</strong> Yediler de bu Kırklar içinden<br />

müntehaptır.(...)Nezdimde icap ettikçe vazife <strong>ve</strong>rmek <strong>ve</strong>ya birlik hareket etmek üzere almak zevat dahile<br />

doğru çizgi <strong>ve</strong> rakamlarla işaret edilen kendimle beraber yedi kişi müstesna olmak üzere cümlesi Tarik-i<br />

mezkur <strong>ve</strong> sair muhalif gruplarda çalışanlardır(...)"<br />

150’likler arasında ismi geçmeyen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Ankara’nın temsil ettiği değerler karşısında,<br />

Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf Fırkası’nın Osmanlı’yı korumaya dönük değerlerine sahip çıkarak mı, yoksa, Ankara’yı bir<br />

macera içinde gördüğü için mi uzak durduğu <strong>ve</strong> yurt dışına kaçma gereği duyduğu konuları boşluktadır.<br />

Kendisinin bir yazısı <strong>ve</strong>ya kaydı olmadığı gibi kaynaklarda da bilgi bulunmamaktadır.<br />

1.3.YURT DIŞINA ÇIKIŞI, ÖLÜMÜ VE AİLESİNİN DURUMU<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın siyasî yapılanmalar içindeki macerası, özellikle Ali Kemal'in linç edilmesiyle paniğe<br />

düşen muhaliflerin telaşına eklenir <strong>ve</strong> ülkeyi terkedişe kadar varır. Yurtdışına çıkışı hakkında kaynaklarda<br />

ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Kısa biyografisine yer <strong>ve</strong>ren kaynaklarda hemen hemen benzer ifadelerle,


millî mücadele aleyhinde hareket ettiği için zafer sonrası yurt dışına çıktığı <strong>ve</strong> Yunanistan'da sefalet içinde<br />

öldüğü bilgisi yer alır.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ülke dışına çıkışı hakkında yakınındaki iki yazar tarafından iki ayrı iddia ileri<br />

sürülmektedir. Birincisi, Münir Süleyman Çapanoğlu'nun Tabende Doğu'ya <strong>ve</strong>rdiği bilgi çerçe<strong>ve</strong>sinde, Ali<br />

Kemal'in linç edilişi dolayısıyla kendisini gü<strong>ve</strong>nde hissetmeyişi tezine dayanır. Çapanoğlu, <strong>Rıfkı</strong>'nın Ali<br />

Kemalci olduğunu söylemiştir. Tabende Doğu, bu bilgiyi Refik Halit'e anlatır, ancak o, doğrulamaz. Refik<br />

Halit'e göre <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Ali Kemalci değildir <strong>ve</strong> Vahideddin'in mahiyetiyle birlikte İstanbul'dan ayrılmıştır.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın eşi Ayşe Hanım da kızına bu yönde bilgi <strong>ve</strong>rmiştir:<br />

"Süleyman Çapanoğluna göre babam Ali Kemal'in linç edilmesinin etkisinde kalarak bir İngiliz<br />

gemisi ile ülkeyi terk ettiği.Oysa Refik Halit'e göre babam Vahdettin taraftarı olduğu için onunla birlikte<br />

ülkeyi terk ederek Cidde’ye Hicaz’a gittiğiydi. Babamın anneme anlattığı da Refik Halit Bey’in anlattıklarını<br />

teyid etmektedir."<br />

Her iki iddianın ortak noktası, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı yurt dışına çıkmaya yöneltecek aleyhte şartların<br />

doğmuş olmasıdır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Ali Kemal'in linç edilmesinin ardından İngiliz sefaretinden yardım isteyen<br />

muhaliflerin yerleştirildiği Taşkışla'da kalmıştır. Ayrıca, Taşkışla sonrası muhaliflerin ilk yurt dışı<br />

duraklarından Mısır'a gidenler arasındadır. Bu, Çapanoğlu'nu doğrular. Ancak, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın eşi Ayşe<br />

Hanım'ın <strong>ve</strong> Refik Halit'in <strong>ve</strong>rdiği bilgiler de kayda alındığında aynı ayda (Kasım 1922) gerçekleşen iki<br />

olayın, Ali Kemal'in linç edilmesi <strong>ve</strong> Vahideddin'in yurt dışına çıkışının paralelinde muhalif aydınlardan biri<br />

olarak, Vahideddin'le aynı zamanda Arap ülkelerine doğru bir yolculuğa çıktığı muhakkaktır.<br />

Sonuçta, İngiliz sefaretinden sığınma talebinde bulunulur. Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkası Başkanı Miralay<br />

Sadık Bey'le arkadaşlarının İngiltere sefarethanesine başvurarak yardım istemeleri haberinin yayılması<br />

üzerine, fırka mensupları sefarethaneye gider.<br />

Hatıralarında karabasan gibi anlattığı <strong>ve</strong> daha içeri girdiği gün sıkıntılanarak dışarı çıkan Refik<br />

Halit'in aksine, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın da aralarında yer aldığı bu kalabalık grup için Taşkışla, korkuyu üzerinden<br />

attıkları <strong>ve</strong> hallerinden pek de şikayetçi olmadıkları bir mekândır. Taşkışla'nın ikinci katında büyük bir<br />

koğuşa yerleşirler. Bir akşam, Ali Kemal'in ruhuna mevlit okunur. Mevlidin sonunda, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />

mizahî kişiliği ön plana çıkar <strong>ve</strong> İttihatçıları hic<strong>ve</strong>den bir nazire söyler .<br />

Taşkışla'nın zorunlu misafirleri Mısır bandıralı bir yolcu vapuruyla İskenderiye'ye gönderilir.<br />

Göztepe‘nin <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre:


"Malta misafirleri, Hicaz Kralı Birinci Hüseyin'in has misafirleri olarak Hicaz'a harekete<br />

hazırlanırken, Mısır bayrağı taşıyan 'Egypt' isimli eski bir yolcu vapuru İstanbul'dan İskenderiye limanına<br />

dört yüz küsür kişilik politika kaçaklarını getirip boşaltmıştı."<br />

Gelenler bir müddet İngiliz yetkililerce kendilerine İskenderiye'de tahsis edilen otelde misafir<br />

edilirler. Bir müddet sonra herkes tercihleri doğrultusunda hayatlarını devam ettirecek mekânlara <strong>ve</strong><br />

işlere yönelirler:<br />

"Bunlardan bir kısmı Mısır'ın ilim <strong>ve</strong> sanat muhitlerinde mevki <strong>ve</strong> şöhret yaparak refaha<br />

kavuşmuşlar, bir kısmı Sultan Vahideddin'in Hicaz'a geçtiğini duyar duymaz kendilerini Mekke'ye atmışlar<br />

<strong>ve</strong> kimisi de Allah'ın yürü ya kulum dediği kullardan olarak Hindistan'a Cava'ya kadar dünyanın çeşitli<br />

bucaklarına dağılmışlardı."<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın tercihi Mısır olur, Kahire'ye gider:<br />

"Vahideddin <strong>ve</strong> arkadaşları Hicaz kralından ilk önceleri çok itibar görmüşler. Daha sonra babam<br />

Vahideddin'den ayrılıp Mısır'a <strong>ve</strong> daha sonra da Batı Trakya'ya gelmiş sebebini bilmiyorum."<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Kahire'de kaldığı bir buçuk yıllık sürede tatlı badem komisyonculuğu yaparak geçimini<br />

sağlamıştır. Arapçayı çok iyi bilmesi hayatını kolaylaştırmıştır.<br />

Mısır'dan yola çıktığında ise son durağı, artık başka bir yere ayrılmayacağı <strong>ve</strong> dil dağarcığına<br />

Rumca’yı da katacağı İskeçe olur.<br />

1927 yılında, dindar bir insan olan İskeçeli Ayşe Hanım (ölümü 1982)'la evlendikten sonraki<br />

yaşamını ölünceye kadar orada sürdürür. İki yıl sonra, tek çocuğu Fatma Tabende Doğu İskeçe'de<br />

dünyaya geldiğinde sevincini bir kıtayla ifade eder:<br />

"Kırk beşimden sonra bir kızım oldu.<br />

Şevk u meserretler uyandı bende<br />

Ay doğdu semadan tarih söyledi<br />

Doğdu muharremde Fatma Tabende."<br />

Kıtanın altındaki tarih 3 Haziran 1929; saat , sabahın 05’dir.


Babası öldüğünde, Fatma Tabende Doğu, 6 yaşındadır. Ayşe Hanım'ın ilk evliliğinden de bir oğlu<br />

vardır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ü<strong>ve</strong>y oğlu Mehmet, 23 yaşında İskeçe'de askerlik yaptığı sırada <strong>ve</strong>fat etmiştir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, İskeçe'de kaldığı dönemde bir süre ilkokul öğretmenliği yapar. Ancak orada da<br />

muhalif kimliğiyle ön plana çıkıp seçimlerde desteklediği partinin yenilgiye uğramasıyla kendini tekrar<br />

işsiz bulur. Batı Trakya’daki millet<strong>ve</strong>kili seçimlerinde, Cemaat-i İslamiye Reisi Hamdi Bey yerine,<br />

İskeçe’nin zenginlerinden Tahsin Salihoğlu’nun babası Muzaffer Bey’in yanında yer alır. Muzaffer Bey<br />

yenilince, muhalif A.<strong>Rıfkı</strong>, İskeçe’deki öğretmenliğinden alınmış <strong>ve</strong> Yeniceköy’e sürülmüştür. Üstelik,<br />

kazanan partinin bir uygulaması sonucu, Tahsin Salihoğlu'nun konağında 15 gün gözaltında tutulanlar<br />

arasında yer almıştır.<br />

Burhan Felek'in Fatma Tabende Doğu'ya dayanarak <strong>ve</strong>rdiği bir bilgi, ilk anda hikayesi tam<br />

anlatılmadığı için yanıltıcı olabilecek cinstendir:<br />

"İşte bu <strong>Bektaş</strong>î babası İskeçe'de geçinme zarureti karşısında muallimlik gibi bazı fikrî hizmetlerden<br />

sonra nasıl olmuş, nasıl becermiş bilmem, İskeçe müftüsü olmuş. Düşünebiliyor musunuz? Bir <strong>Bektaş</strong>î<br />

babasının bir yere müftü oluşunun garabet <strong>ve</strong> zorluğunu! Ama bizim Baba <strong>Rıfkı</strong>, bunu da becermiş <strong>ve</strong> bir<br />

müddet İskeçe müftülüğü vazifesini görmüş."<br />

ibarettir.<br />

Oysa, <strong>Rıfkı</strong> Baba'nın müftülüğü bir defaya mahsustur <strong>ve</strong> bir nikah akdini gerçekleştirmekten<br />

Ahmed <strong>Rıfkı</strong> İskeçe’de mizahla ilgisini sürdürmüş hatta 11 Teşrin-i Sânî 1927’de Şeytan ismiyle<br />

yayınlanan bir dergide yazar olarak yer almıştır.<br />

1935 yılında artık yurda dönmeye hazırdır. 1934'te, ağabeyi İzzettin Bey, Yunanistan'da ilgili<br />

konsolosluğa dönüş için haber bırakır. 1935 yılında da bir mektup yazarak <strong>Türk</strong>iye'ye çağırır. Ne var ki<br />

pasaportların hazırlandığı günlerde <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> hastalanmıştır.<br />

15 Ağustos 1935 yılında 52 yaşında kendisini yakalayan ölüm, Tabende Doğu’nun ifadesiyle, "hem<br />

de bir ziyafet sonunda <strong>ve</strong> biraz esrarengizce.." gelmiştir. İskeçe eşrafından Baki Zorlu'nun İskeçe Mizanlı<br />

Çiftliği'ndeki düğününde köy rakısı içen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> rahatsızlanır. Daha önce, dört ay içki içmemiştir.<br />

Düğün sırasında titreme gelir. Karaciğer yetmezliğinden düğün ertesi, cuma günü <strong>ve</strong>fat eder. Ölümün<br />

ilginç yanı, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> tarafından bir buçuk yıl önceden bilinmesidir. Fatma Tabende Doğu, babasının,<br />

ölümünden bir yıl önce, annesine:<br />

” Ayşe 15 Ağustos'ta doğdum 15 Ağustos'ta öleceğim."


dediğini kaydeder. Defninin 16 Ağustos'ta yapılmasını isteyen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın isteği yerine getirilir.<br />

Ölümü üzerine Hafız Yusuf Efendi üç camide selâ <strong>ve</strong>rdirmiştir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın daktiloyla yazılmış "Kendi Ölümüme Tarih" şiiri <strong>ve</strong> altına elyazısıyla<br />

düşülmüş notu aşağıya aynen aktarıyoruz:<br />

KENDİ ÖLÜMÜME TARİH<br />

Bu hayatın sonu olduğuna eyleme şek!<br />

Gelen elbette bu mihnet kapısından gidecek..<br />

İyi bak, hoşça düşün, nerde baban? Nerde deden?<br />

Hepsi de dehre <strong>ve</strong>da eyleyerek çekti etek..<br />

Şu kadar var ki bu dünya-yı denide insan<br />

Hoş sada koymalı, sarf etmelidir hayra emek.<br />

Beni hiç sorma, hayatımda ne günler gördüm,<br />

Yaşadım hayli zaman şevket ile pek yüksek.......<br />

Fakat eyvah.. Siyaset denilen afet-i can<br />

Uğruna ser<strong>ve</strong>t ü aramımı mah<strong>ve</strong>ttim pek....<br />

Yaşadım hayli zman zulm ile zindanlarda<br />

Nefyolundum yedi yıl kalmadı menfa <strong>ve</strong> kürek...<br />

En nihayet kaçarak memleketimden dışarı<br />

Bana alamını çektirdi bütün kahpe felek....<br />

Şimdi hiçi denilen cennet-i adne çekilip


Bütün efkarımı nisyana bıraktım gerçek....<br />

Yanarım sevgili (Tabende) me öksüz kaldı<br />

Babasından iyi gün görmedi nazlı melek.<br />

Mağfiret ummadayım Hazret-i Hak'tan çünki<br />

Kulunu sanma ki reddeyleye, haktır istek.<br />

Hazret-i Fahr-ı cihan şafi-i isyan olsun<br />

Saki-i kevser ise sunsun eliyle bir tek.<br />

Ölmeden fevtime tarih-i tamam nazmettim:<br />

RIFKI azmetti beka semtine canan diyerek......<br />

Not: 1934 yılı başlarında bir gün "<strong>Rıfkı</strong> azmetti beka semtine canan diyerek" mısraı içime doğdu.<br />

Hesap ettim 1935 çıktı. Gaiplerden olan ölüm zamanını bilmek ancak <strong>ve</strong>lilerin işidir. ---- Öldükten sonra<br />

[Kitabe-i Seng-i Mezar] olursa -yani yaparlarsa- mutlu ---- Ölümü 15 Ağustos 1935”<br />

İskeçe'nın çarşı içindeki Pırnallık Mahallesi'nde ikamet eden <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, burada,<br />

aralarında kendinden yaşça çok büyük olan Sultan Abdülhamid'in müezzini Hafız Yusuf<br />

Efendi'nin de bulunduğu güçlü dostluklar kurabilmiştir. Evrakını uzun müddet saklayan<br />

Dr.Nureddin Bey de o günlerin dostlarındandır. Kızı doğduğunda, ziyarete gelenler arasında,<br />

o dönemde İskeçe‟ye bir saat uzaklıktaki Gümülcine‟de müftü olan Osmanlı<br />

İmparatorluğu‟nun son şeyhülislamı Mustafa Sabri‟nin kızı Nezahat Hanım <strong>ve</strong> kocası<br />

150‟liklerden Ali Vasfi Bey de yer almıştır.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın ölümünden sonra, kızıyla eşi Ayşe Hanım beş yıl daha İskeçe'de kalırlar. Ayşe<br />

Hanım, oğlu Mehmet’in ölümünün ardından, kızını alıp <strong>Türk</strong>iye’ye dönmek ister. Tabende Doğu,<br />

Çapanoğlu'na yazdığı 6.8.1953 tarihli mektubunda İskeçe'den 11 yaşında <strong>Türk</strong>iye'ye döndüğünü<br />

belirtir. 1940 yılında pasaportla <strong>Türk</strong>iye'ye dönen anne-kız yanlarında hemen hiç birşey getirmemiştir:


"Ben annemle 1940 tarihinde <strong>Türk</strong>iye'ye geldik. (Biz pasaportla gelmiştik. Orda annemin evi <strong>ve</strong><br />

diğer neyimiz varsa her şey kalmıştı.) Annem beni yatılı okula yerleştirirp geri dönüp evi satacaktı olmadı.<br />

Yunan- İtalyan harbinin çıkması bu dönüşü tamamen etkilemiştir. Böylece artık <strong>Türk</strong>iyede kalmış olduk."<br />

Tekrar geri dönüş imkanı bulunmayınca, İskeçe'de bırakılan eşyaya yeniden ulaşmak mümkün<br />

olmaz. Tabende Doğu'dan babasına ait bir albüm isteğimiz oldu. Evrakın bir bölümü, <strong>Türk</strong>iye'ye dönüş<br />

hazırlığında, muhalif bir aydının eşi olmanın getirebileceği riskleri düşündüğünden olsa gerek, Ayşe<br />

Hanım tarafından imha edilmiştir. Tabende Doğu‘nun, 11 yaşının hatıraları arasında, bahçe ortasında<br />

yakılan evrak da bulunur. Bu arada, <strong>Türk</strong>iyeye geliş öncesi <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya ait bir kısım evrak, <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />

arkadaşlarından "Dr.Amca (Dr. Nureddin Bey)”ya bırakıldığı için söz konusu evrakın akıbeti de tamamen<br />

anne-kızın dışında gelişir:<br />

"<strong>Türk</strong>iyeye gelirken babamın kitaplarını Dr. amcama <strong>ve</strong>rmiştik. Sonradan öğrendiğime göre (44<br />

sene sonra) Dr.Amcam 1945 te ölmeden önce babamın bazı anılarını ihtiva eden notlarını orada mülteci<br />

olarak kalan <strong>ve</strong> Karagözlü köyünde kalan kör Kemal diye anılan bir beye bırakmış. O da çok<br />

yaşlandığından İskeçe'de öğretmen olan İbrahim Hüseyin <strong>ve</strong>ya Hüseyin İbrahim adında bir zata bırakmış.<br />

Bu zat bundan 7-8 sene ev<strong>ve</strong>l beni İstanbulda telefonla aradı. İş icabı İstanbul’a geldiğini <strong>ve</strong> Hilmi<br />

Yücebaş'la görüştüğünü babama ait bazı evrakları ona getirdiğini tekrar geldiğinde babamın diğer<br />

hatıralarını da getireceğini söyledi. O zamandan sonra ne aradı ne de sordu. Hilmi Bey bana onun<br />

getirdiği bir iki şiirini <strong>ve</strong>rdi."<br />

Aile İstanbul’a döndüğünde zor günler yaşar. Akrabalarına ulaşmayı başarırlarsa da sıcak<br />

karşılanmazlar. Fatma Tabende Doğu’nun biraz da aile içi bir mesele olarak miras etrafında<br />

değerlendirdiği bu soğuk karşılanmanın kanaatimizce siyasî bir yönü de aranmalıdır. Millî mücadele<br />

yıllarında Ankara'ya muhalif bir tavır sergileyen <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya karşılık, ablası Azize Doğu’nun oğlu Rafet<br />

Canıtez, Ankara'ya yakındır. Larousse'ta yer alan biyografisinde Canıtez'in Kurtuluş Savaşı'nın ilk<br />

günlerinde Anadolu'ya geçerek Adana Valisi olduğu yazılıdır. Sonrasında, yukarıda da sıraladığımız üzere,<br />

millet<strong>ve</strong>killiği, bakanlık, başkan<strong>ve</strong>killiği gibi bütünüyle yönetimin en üst kademelerinde görev alındığı göz<br />

önünde tutulduğunda, böyle bir kimliğin, muhalif bir ismi çok yakınında istemeyeceği düşünülebilir.<br />

Tabende Doğu, akrabalarıyla süremediği babasının izini, baba dostlarıyla sürmeye çalışmıştır.<br />

Çapanoğlu'nun "Eriğin İrisi" yazısını okuyup da babasının bir dostuna ulaşabileceği umudu<br />

belirince mektup yazar. Artık gözü görmeyen, yaşlı Çapanoğlu, oğlu Cem vasıtasıyla Samsun'daki genç<br />

Fatma Tabende ile mektuplaşır. Tabende Doğu, İstanbul'a gittiğinde Cağaloğlu'nda Gazeteciler<br />

Cemiyeti’nde çaışırken onu bulur, tanışır. Çapanoğlu, kendisine iki dost ismi <strong>ve</strong>rir: Hamdi Varol <strong>ve</strong> Refik<br />

Halit. Refik Halit'in evine kızıyla gitmiş olan Tabende Doğu'ya, sohbetin bu noktasında bir endişemizi


elirtme gereği duyduk. Refik Halit, hangi A.<strong>Rıfkı</strong>'nın kızını karşısında bulduğunu düşünmektedir: Aydede<br />

sayfalarını birlikte paylaştığı, karikatürist A.<strong>Rıfkı</strong> mı, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilâf çevresinden <strong>ve</strong> basından<br />

tanıyabileceği şair A.<strong>Rıfkı</strong> mı? Tabende Doğu, kesin bir dille, Refik Halit'in sohbeti "Sakallı <strong>Rıfkı</strong>"nın kızıyla<br />

yaptığının farkında oluşuna dikkatimizi çekmiştir. Refik Halit, ona önce ilgi göstermez. Tabende Hanım,<br />

babasının <strong>Bektaş</strong>î babası olduğunu söyleyince:<br />

"Ha sen Aksaraylı <strong>Rıfkı</strong>'nın kızısın"<br />

der, ilgilenir, buyur eder.<br />

Karay'ın bu arkadaş yâdigârı hanıma karşı kayıtsız kalmadığı, dostane davrandığı 8.2.1964 tarihli<br />

mektupta da görülür. Daktiloyla yazılmış mektuptaki ilgili <strong>ve</strong> sıcak tavır dikkati çeker:<br />

"Sevgili kızım Tabende Hanım,<br />

Mektubunuzu sevinçle aldım, hem afiyette olmanıza hem küçük kızımız Füsun'un başarısına pek<br />

memnun oldum. Kopyasını yolladığınız yazısı o yaşdan <strong>ve</strong> şimdiki nesilden beklenmeyecek kadar olgun,<br />

az satıra çok fikir yerleştirebilmek bakımından da değerli, gerçekten güzel. Tebrik ederim. Sevdiğim <strong>ve</strong><br />

saydığım dedesi sağ olsaydı -belli etmemekle beraber- sevinirdi. Nur içinde yatsın, müstesna bir<br />

şahsiyetti.<br />

İstanbul'dan geçerseniz bize uğramanız <strong>ve</strong> arasıra afiyet haberinizi <strong>ve</strong>rmeniz ricasıla sevgilerimi<br />

bildirir, refikamla birlikte iyiliğinizi dileriz, kızım. Refik Halit."<br />

1.4. BEKTAŞİLİK VE AHMET RIFKI<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‘nın biyografisini tamamlamak için hayatının bir dönemini kapsayan diğer<br />

gelişmelerin aksine, kimliğine <strong>ve</strong> ömrüne sinen <strong>Bektaş</strong>iliğinden de bahsetmek gerekir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, kimi mizah dergilerinde "baba" lakabını kullanmıştır. Bu tesadüf değildir. O,<br />

II.Meşrutiyet'in ilk yıllarından itibaren <strong>Bektaş</strong>îliğe ilgi duymuş, nefesler yazmış, hatta <strong>Bektaş</strong>îlik<br />

üzerine üç ciltlik bir eser hazırlamış bir <strong>Bektaş</strong>î babasıdır. Kendisine bu yolda, Rûhî <strong>ve</strong> Derviş Ruhullah<br />

mahlaslarını layık görmüştür. Tabende Doğu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Derviş Ruhullah mahlasını almasını,<br />

annesi İrfan Hanım’ın babasının bir derviş olmasına bağlar.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın <strong>Bektaş</strong>îliğe tam olarak ne zaman ilgi duyduğu <strong>ve</strong> hangi dergâha devam ettiği<br />

hakkında kaynalarda bilgi bulunmamaktadır. Alevî-<strong>Bektaş</strong>î edebiyatını konu alan belli başlı kaynaklar <strong>ve</strong>


antolojiler, büyük ölçüde birbirini tekrar etmiştir <strong>ve</strong> tatmin edici bilgi sunmaktan uzaktır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />

bahsini, Ziya Şakir'den aynen <strong>ve</strong>ya cümle değişikliği düzeyinde kalarak tekrar eden, ek bilgi <strong>ve</strong>remeyen<br />

söz konusu kaynaklardan Sadeddin Nüzhet Ergun'un eserinde, Derviş Ruhullah mahlasıyla ismi geçen<br />

şairin "son asır <strong>Bektaş</strong>î şairleri"nden olduğu belirtilmiştir.<br />

Bir takvim yaprağında Derviş Ruhullah'ın hemen her antolojiye de alınan bir nefesinden dört<br />

mısraa yer <strong>ve</strong>rilir:<br />

"Ruhullah bulmuşuz bu demde zatı<br />

Bir zat da seyrettik ilm ü sıfatı<br />

Bir elden içtik ki âb-ı hayatı<br />

Kalmadı kışımız yazımız bizim"<br />

Takvimin <strong>ve</strong>rdiği bilgi notu kısadır:<br />

"Derviş Ruhullah son yüzyıl <strong>Bektaş</strong>î şairlerindendir, hayatı hakkında bilgi yoktur."<br />

Vasfi Mahir’in hazırladığı Tekke Şiirleri Antolojisindeki bilgi ise, A.<strong>Rıfkı</strong>’nın hazırladığı <strong>Bektaş</strong>î<br />

Nefesleri Antolojisinin varlığından söz etmekten ibarettir:<br />

“Derviş Ruhullah, ondokuzuncu yüzyıl sonlarında <strong>ve</strong> yirminci yüzyıl başlarında yaşamıştır. 1924<br />

yılında <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri adlı bir antoloji bastırmıştır. Bu eserde kendisinin de şiirleri bulunmaktadır.”<br />

Kendisi de bir <strong>Bektaş</strong>î babası olan Turgut Koca, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın Harabi Baba'dan el tuttuğu<br />

yolunda <strong>Bektaş</strong>îler arasında bir söylenti olduğunu kaydetmiştir. Bezmi Nusret Kaygusuz, <strong>Rıfkı</strong>'nın Cemali<br />

Baba'yla ilişkisinden söz açar. Bezmi Nusret'in hatıralarında, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Sirkeci'de Sotiri'nin işlettiği<br />

Selânik Kıraathanesi'nde Cemali Baba'yla başbaşadır:<br />

"<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya Sakallı <strong>Rıfkı</strong> da derlerdi. Nakus-ü Adem <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>î Sırrı isimlerinde iki eseri<br />

münteşirdir. O sıralarda hep Cemali Baba ile beraber idi. '<strong>Bektaş</strong>î Sırrı' için ondan istifade <strong>ve</strong> istiane<br />

ediyordu. 'Cemali Baba, değerli <strong>ve</strong> kamil bir zattı. Necefteki <strong>Bektaş</strong>î Dergâhının şeyhliğinde bulunmuştur."<br />

<strong>Bektaş</strong>îlikle ilgili eserler <strong>ve</strong>rdiği dönemde, Cemali Baba'dan istifade edişi, onun çevresinde yer<br />

alabileceğini düşündürmektedir.


Münir Süleyman Çapanoğlu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın öğrenciliği sırasında tekkelere de devam ettiğini<br />

belirtir. Tarikat, adap <strong>ve</strong> ayinleri öğrenen, zikre katılan, semaa kalkan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> için bu atmosfer, ruh<br />

dünyasının açıldığı yeni bir iklim <strong>ve</strong> olgunlaşma süreci olur:<br />

"Tekkeler onun için çok <strong>ve</strong>rimli, çok berrak <strong>ve</strong> ilahi bir kaynak oldu. Gülbankler gönlünü yaktı,<br />

<strong>Bektaş</strong>î nefesleri ruhunu bir alev gibi sardı. Ney'in <strong>ve</strong> kudumun nağmelerile mestoldu. (Yunus)un, en<br />

basit, en tekellüfsüz mısralar içinde yaşattığı 'zahir'i yırtıp 'derun'a inen tasavvufunun mestisi gönlünü<br />

yaktı, kavurdu. Tasavvufun dehası olan (Mevlana)da başka bir dünya keşfetti."<br />

Tasavvuf dünyasında bir süre bocaladıktan sonra <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong>'ta karar kılar:<br />

"Mamafih, nihayet (Babailik), (Ahilik), (Abdallık) <strong>ve</strong> (Hurufilik) gibi mesleklerin birleşmesinden<br />

doğan <strong>ve</strong> bir 'Batıni' tarikat olan <strong>ve</strong> bizde 'Zühd'ün kuruluğunu yırtmak isteyen bu mezhebe gönül<br />

bağladı."<br />

Çapanoğlu, siyah uzunbağı, fantezi yeleği, uzun siyah saçlarıyla “çok temiz <strong>ve</strong> düzenli” bulduğu<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>’nın <strong>Bektaş</strong>îliğe intisabından sonra eski titizliğini kaybettiğini anlatır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, zamanla şıklıktan<br />

vazgeçmiş, “derbeder, babayâni” bir tarzı benimsemiştir Çapanoğlu, arkadaşını kıyafetlerinin temizliğine<br />

aldırmadığı dönemiyle de hatırlar. “Akvâl-i Meşâhir” ismiyle açılmış sütunda dönemin edebiyatçılarının<br />

birer cümlesine yer <strong>ve</strong>rilmiştir. İlk söz <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’dan seçilmiştir <strong>ve</strong> onun dünyevî unsurlardan arınışını<br />

gösterir:<br />

“Bir abam var atarım, nerede olsa yatarım.”<br />

Daha çocukluğunda babasından aldığı dersler dolayısıyla Tuhfe-i Vehbi, Gülistan gibi eserlerle<br />

tanışan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, tasavvufa bilinçle yöneldiği bu dönemde Risale-i Bedreddin, Hikmetülişrak, Fütuhat-ı<br />

Mekkiye, Arşname, Cavidan-i İlahi, Vahdetname, Füsusülhikem gibi eserleri okumaya başlar. Münir<br />

Süleyman’ın anılarında, kendisine adeta hocalık yapan arkadaşının sohbeti de bu birikimi yansıtır<br />

niteliktedir:<br />

“O, çok geçmeden benim hocam oldu; bana divan edebiyatından, şark felsefesinden, tasavvuftan,<br />

hicivden bahsediyor, dersler <strong>ve</strong>riyordu.”<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, yalnızca okumakla, tasavvufi şiirler yazmakla <strong>ve</strong> araştırmalar yapmakla kalmamış,<br />

<strong>Bektaş</strong>î tarikatine intisap etmiştir:


"Mürit oldu, çömez oldu <strong>ve</strong> en nihayet bu tarikatın rüknü <strong>ve</strong> <strong>ve</strong> kulu oldu. Onun nazarında (<strong>Hacı</strong><br />

<strong>Bektaş</strong>) kutlu, kamil sıfatını tamamile iktisabetmiş bir <strong>ve</strong>li idi."<br />

Şair, <strong>Bektaş</strong>îlikte bir mertebe olan "baba"lık payesine de ulaşmıştır. Ona, "baba" olarak Tabende<br />

Hanım'ın "12 imam taşı" dediği <strong>ve</strong> halen kendisinde bulunan "teslim taşı" <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

M.Raif Ogan’ın “deryâdil bir <strong>Bektaş</strong>î” dediği <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatında, <strong>Bektaş</strong>îliğe ilişkin bir bilgi<br />

olarak, kızının çocukluk hatıralarında yer aldığı kadarıyla, ölümünün ardından düzenlenen töreni<br />

<strong>ve</strong>rebiliriz:<br />

"Mevtanın evde kaldığı gece arkadaşları mumlar yakarak ilahiler okudular. Ben o zaman altı<br />

yaşında olduğum için bu olayları çok iyi hatırlıyorum."<br />

Bu arada, daha önce belirtildiği gibi, ölümünü bir buçuk yıl önceden bilmesi <strong>ve</strong> kendi ölümüne:<br />

"Ölmeden fevtime tarih-i tamam nazmettim<br />

<strong>Rıfkı</strong> azmetti baka semtine canan diyerek..."<br />

şeklinde tarih düşmesi Burhan Felek gibi bakanlar açısından "eren"ce bir işarettir:<br />

"Baba <strong>Rıfkı</strong> hayatında ne zaman öleceğini bilen, 'eren'lerden olduğunu, hayatında yazdığı <strong>ve</strong> ebced<br />

hesabı ile <strong>ve</strong>fat tarihi olan 1934'ü gösteren şu mısraı söylemiş <strong>ve</strong> ölürse mezartaşına bunun yazılmasını<br />

istemiş. Bu isteği yerine getirilememiş olsa da <strong>ve</strong>fatını önceden bilen bir kişi olarak Baba <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />

erenlerden olduğuna inandırmak mümkün değildir."<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya “deli” lakabını yakıştıran çevresi, onun, hayatla eğlenen, gerçekliği salt akıl<br />

dairesinde algılamaya <strong>ve</strong> yaşamaya yanaşmayan yönünü görmüş olmalıdır. Horoz dövüştüren, içki<br />

yarıştıran <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, kâh Ser<strong>ve</strong>t-i Fünûn kuşağını aratmayan bedbinliği ile, kâh <strong>Bektaş</strong>î neşesi ile,<br />

“yarın”dan fazla bir şey beklenemeyeceğini hayatında <strong>ve</strong> eserlerinde göstermekten kaçınmamıştır. Onun,<br />

<strong>Bektaş</strong>î yanı, görünür gerçeğin “fanî”liğini çoktan kabul etmiş, bu gerçeğe bel bağlamaması gerektiğini<br />

sezdirmiştir. Erenler neşesiyle çelişen <strong>ve</strong> zaman zaman yaşadıklarıyla kapıldığı karamsarlığı, politik<br />

muhalefetiyle birleştiğinde, görünür gerçeğin de kendine fazla bir şey vaat etmediğini çabuk kavratmıştır.


2.AHMET RIFKI’NIN EDEBî<br />

ESERLERİ<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, 20.Asırda Zeka dışında yalnızca mizahî yayın organlarında göründüğü için dönemin<br />

önde gelen isimlerinin nazarındaki yerini <strong>ve</strong> edebiyat çevrelerinde ne kadar bilindiğinin tesbitini<br />

yapmak güçtür. Özellikle, 1913-1920 yılları arasında İstanbul’dan zorunlu uzak kalışı <strong>ve</strong> 1922’de<br />

yurtdışına çıkarak dönmeyişi, edebiyat dünyasında kalıcı bir yer edinmesinin önünü kesmiştir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın edebî faaliyeti şiir, roman, hikaye <strong>ve</strong> mizahî sohbetler etrafında yoğunlaşır.<br />

Yayınlanmış eserleri dışında, kendisinin hazırlığından haber <strong>ve</strong>rdiği, ancak elimizde mevcut olmayan<br />

çalışmaları vardır: <strong>Bektaş</strong>î Sırrı’nın ilk cildinde Din <strong>ve</strong> Felsefe başlıklı bir çalışmasının varlığından söz<br />

etmiştir. Konyalı Şakir Dede’yle ilgili yazısında da hacimli bir çalışma hazırladığını duyurmuştur:<br />

“Ben beşyüz sahifelik (Melâmiliğin Tarih <strong>ve</strong> Felsefesi) ismindeki eserimi ancak o sakin <strong>ve</strong> rahat<br />

günlerimde yazdım(...)”<br />

Şair Deli Nüzhet’i tanıttığı yazısında ise, Nüzhet hakkında daha geniş bir çalışma yaptığını<br />

belirtmiştir. Hilmi Yücebaş da A.<strong>Rıfkı</strong>’nın basılmış eserleri arasında Hurufilere Ait Bir Etüt’ü saymaktadır.<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>’nın haberini <strong>ve</strong>rdiği çalışmalar ile Yücebaş’ın ismini <strong>ve</strong>rdiği esere kütüphanelerde <strong>ve</strong> kaynaklarda<br />

rastlamadık.<br />

İstanbul hükûmetinin istifasından sonra çözülen muhalefetin İngiliz sefaretine sığınmasıyla<br />

başlayan Taşkışla günlerinden birinde, 6 Kasım 1922’de linç edilen Ali Kemal’in ruhuna mevlit okunmuş<br />

<strong>ve</strong> <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> İttihatçıları hic<strong>ve</strong>den bir nazire söylemiştir:<br />

"Muhalifler Taşkışla'ya kendilerini atıp can <strong>ve</strong> boğaz kaygusundan kurtulur gibi olur olmaz,<br />

politikacılık damarları derhal kabarmağa başlamış <strong>ve</strong> Ali Kemal'in ruhuna ecnebi işgalindeki bu kışlada bir<br />

de mükellef mevlut okutturulmuştu. <strong>Hacı</strong>dan, hocadan, hafızdan yana kadrosu zengin olan İtilafçılar bu<br />

mevlut için zahmet çekmemişler <strong>ve</strong> mevludun sonunda da şair Sakallı <strong>Rıfkı</strong> tarafından Süleyman<br />

Çelebi'nin meşhur mevlidi tanziren düzülen <strong>ve</strong> ittihatçı rüesayı hic<strong>ve</strong>den uydurma <strong>ve</strong> müstehcen bir<br />

hezeyanname okunmuştu."<br />

O gece mevlidi okuyan kişi Evkaf nazırı Vasfi Hoca'dır. A.<strong>Rıfkı</strong>'nın söylediği nazirede de<br />

İttihatçılardan özellikle En<strong>ve</strong>r Paşa hic<strong>ve</strong>dilmiştir.<br />

Hüsrev Hatemi’ye A.<strong>Rıfkı</strong>’nın birden çok alanda çalışarak “biraz dağıtmış” hükmünü <strong>ve</strong>rdiren eser<br />

isimleri <strong>ve</strong> nitelikleri, yayınlanacağı bildirilen, ancak, elimizde kitap olarak mevcut bulunmayan çalışmaları


içerir.Tek şiir kitabı Nâkus-i Adem'in son sayfasında şairin basılı <strong>ve</strong> basılmaya hazır çalışmalarının listesine<br />

yer <strong>ve</strong>rilmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın sağlığında basılan, dolayısıyla bilgisi dahilinde olduğunu dikkate<br />

alabileceğimiz listede; <strong>Bektaş</strong>î Sırrı'nın 1.<strong>ve</strong> 2. ciltlerinin basılmış olduğu belirtiliyor. Yayınlanacağı<br />

duyurulan eserlerin dökümü aşağıya alınmıştır:<br />

"Peyderpey neşrolunacak<br />

Şükûfenin Defteri- bir kadının kitâb-ı hâtırâtı- 1 Eylülde<br />

Hizmetçi Belâsı-millî roman<br />

Şişli Tepelerinde-millî roman<br />

Hülyâ-yı İzdivaç-millî roman<br />

Hilâf-ı Tabiat-millî roman<br />

Deli-millî roman<br />

Felsefe-i Tasavvuf- Tedkikat-ı Felsefiye <strong>ve</strong> Tarihiye<br />

Aşk u İhtiras Yazıları-Mensûreler<br />

Hezeliyât-ı Zaman- Manzumat-ı Mizahîye”<br />

İsmi geçenlerden Şükûfenin Defteri ile ilgili olarak, Falaka’nın 15 Eylül 1327/1911 günlü<br />

sayısında bir ilan da çıkmıştır:<br />

“Şişli Tepelerinde<br />

Müdir-i edebimiz A.<strong>Rıfkı</strong> Bey tarafından yakında neşrolunacak millî romandır.”<br />

Hilâf-ı Tabiat, Eşref’in 7 Kânûn-i sânî 1325/1910-28 Şubat 1325/1910 tarihleri arasında<br />

nüshalarında 5 sayı yayınlanmış, ancak, devamı gelmemiş yarım kalmış bir çalışmadır. Mevcut metin, ilgili<br />

bölümde değerlendirilmiştir. Tabende Hanım'ın ilk görüşmemizde bize <strong>ve</strong>rdiği bir listede Şükûfe'nin<br />

Defteri, Şişli Tepelerinde, Hülya-yı İzdivaç'ın basıldığı, Hilâf-ı Tabiat'ın tefrika olunurken yasaklandığı bilgisi<br />

mevcuttur.


<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın mevcut beş eserinden biri 1909’da, üçü 1911’de <strong>ve</strong> son kitabı da 1340’ta<br />

basılmıştır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bir bölümü dergilerde de yayınlanmış olan şiirlerini Nâkus-i Adem(h.1329/1911);<br />

romanını Hizmetçi Belâsı(r.1327/1911) adıyla bastırmıştır. Kendi nefesleriyle birlikte, <strong>Bektaş</strong>î<br />

nefeslerinden derlediği <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri antolojisini Derviş Ruhullah müstearıyla 1340’ta bastırmış;<br />

<strong>Bektaş</strong>îlik üzerine çalışmalarını <strong>Bektaş</strong>î Sırrı(c.1, r.1325/1909; c.2, h.1328/1910) adıyla iki ciltte<br />

toplamıştır.İkinci ciltte eleştirdiği <strong>Ahmet</strong> Cemalettin Efendi’nin <strong>Bektaş</strong>î Sırrı Nam Risâleye<br />

Müdafaa’sı(h.1328/1910) üzerine <strong>Bektaş</strong>î Sırrının Müdafaasına Mukabele(r.1327/1911) yayınlanmıştır.<br />

Ankara Millî Kütüphane’de, A.<strong>Rıfkı</strong> adına kayıtlı bir şiir defteri bulunmaktadır. Katalog bilgisine göre<br />

“Şiir Defteri”ni düzenleyen A.Arifî’dir. Defterin özellikleri, katalogda,<br />

“16 yk.202*140-bb mm.bb st.rik’a<br />

çizgili defter kt.desenli karton kapaklı cilt”<br />

olarak tanımlanmıştır. Defter arasındaki nota göre, İstanbul’dan Fahri Bilge varislerinden alınan <strong>ve</strong><br />

kütüphaneye 10/10/1976’da girişi yapılan defter, Millî Kütüphane İbni Sînâ Salonu’nda<br />

T817.314 numaraya kayıtlıdır. 40 yapraklı çizgili küçük boy defterin ilk yedi <strong>ve</strong> son onyedi yaprağı<br />

boştur. Sayfa numaraları yedinci sayfadan başlatılmıştır. Deftere mürekkepli kalemle geçirilen şiirler<br />

Eşref’te yayınlanmıştır. Dergi ismi <strong>ve</strong> yayın tarihleri şiirlerin sonunda kurşun kalemle işaretlenmiştir.<br />

İçinde yer alan şiirler: “Maharet Eğlenebilmek”(s.1-2); “Baha Tevfik Bey’e”(s.3-5);” Sevilirken”(s.6-<br />

7);”Muhıkk,Gayr-ı Muhıkk”(s.8-10); ”Sen Yalvar”(s.11-12); ”Blöf Simâlar: A.<strong>Rıfkı</strong> kendisine”(s.14);<br />

”Başka Yol”(s.15-16)<br />

“Blöf Simalar:A.<strong>Rıfkı</strong>” başlıklı şiirin sonuna düşülen dipnotta A.<strong>Rıfkı</strong>’nın “Blöf Sîmâlar” dizisi<br />

hakkında A.Arifî imzalı bir bilgi düşülmüştür:<br />

“A.<strong>Rıfkı</strong>’nın 1908 Meşrutiyet inkılabından sonra İstanbul’da neşredilen (Eşref) mecmuasında<br />

(Blöf Simalar) başlığı altında o zamanın şairleri, edipleri, muharrileri hakkında mizah dairesinde<br />

yazılmış müteaddid-karikatüristik-manzumeleri vardır.”<br />

Bu bilginin ardından, “Blöf Sîmâlar” serisinde yer alan şiir başlıkları, ithaf edilen isimler de<br />

belirtilerek sıralanmıştır.


2.1..ŞİİRLERİ<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın tek şiir kitabı, Nâkus-i Adem dışında, Derviş Ruhullah müstearıyla hazırladığı<br />

<strong>Bektaş</strong>î Nefesleri başlıklı antolojide dört nefesi <strong>ve</strong> ayrıca, dergi sayfalarında kalmış şiirleri mevcuttur.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, şiirlerinde A.<strong>Rıfkı</strong>, Baba, Derviş Ruhullah(Ruhî), Cebidelik, Çemenderzade Nahik, Haneberduş<br />

imzalarını kullanmıştır.<br />

2.1.1.Nâkus-i Adem<br />

Nâkus-i Adem, 1911’de yayınlanmıştır. Yayın yılı 1329’u hicrî olarak kabul edişimiz, 1911 tarihli<br />

dergilerde eserin çıkışına ilişkin duyurular dolayısıyladır. Karagöz’ün 1911’de temmuz sayılarında, eserin<br />

basılacağına ilişkin duyurular yayınlanmıştır. Bir örnek:<br />

"Nâkus-i Adem<br />

Şair-i muktedir A.<strong>Rıfkı</strong> Bey tarafından bu nam altında büyük bir mecmua-i eşar neşrolunacaktır.<br />

Şimdiden tavsiye ederiz."<br />

Ağustos sayılarında da basılmış Nâkus-i Adem’in okurlara tavsiye edildiği görülür:<br />

"Nâkus-i Adem<br />

Şair-i rûh-aşnâ A.<strong>Rıfkı</strong> Bey kardeşimizin mahsûl-i tab-ı bediisi olan bu mecmua-i eşarı, karilerimize<br />

tavsiye ederiz."<br />

Hüsrev Hatemî, kitabın dış kapağının 1912'de içinin ise 1914'te basıldığını belirterek, bu tarih<br />

farkını Balkan Harbi'nin getirmiş olabileceği sebeplere bağlıyor. Bir ihtimal olarak belirttiği görüş, tarihi<br />

rûmî olarak düşünmesinden kaynaklanmış görünmektedir.<br />

Nâkus-i Adem’de üç alt bölümde gruplandırılmış toplam 27 şiir bir araya getirilmiştir:<br />

1.Hiçîye Doğru<br />

2.Sümûm-ı Efkâr<br />

3.Visâl ü Fırâk<br />

alt başlıklarını taşıyan bölümlerde, yer alan şiirler, benzer temalarla yazılmıştır. Birinci bölüm "Hîçîye<br />

Doğru", aynı başlıklı hacimli tek şiirden ibarettir. Hayat, hiçlik, ölüm, aşk vb. insanı düşündüren kavramlar


üzerine felsefî yaklaşımla ele alınmış bir monolog gibidir. Bir bölümü Eşref’te yayınlanmıştır. Bölüm<br />

başlığının altında Buda’nın bir sözü yer alır: “Saadet;sîne-i hîçiye ric’attedir.”<br />

İkinci bölümde, "Sümûm-ı efkâr" ara başlığı altında 8 şiir biraraya getirilmiştir:<br />

Fikrimin Semalarında(s.17-18)<br />

Boğuk Eninler(s.19-20)<br />

İnkılab(s.21-22)<br />

Acı Nasihatler(s.23-24)<br />

Ferer İçin(s.25-26)<br />

Blanki(s.27-28)<br />

Lahey Konferansına:Harb(s.29-30)<br />

Nara-i İkaz(s.31-33)<br />

İnsanın özgürlüğünü <strong>ve</strong> haklarını kısıtlayan yönetim baskısına karşı çıkış <strong>ve</strong> inkılab özlemi, şiirlerin<br />

ortak zeminini oluşturuyor. “Boğuk Eninler”, “Ferer İçin”, “Blanki” <strong>ve</strong> “Nara-i İkaz” daha önce dergilerde<br />

yayınlanmıştır.<br />

Hüsrev Hatemi, Nâkus-i Adem’in bölümlerini tek cümlede özetlemiştir:<br />

"Birinci bölüm bedbîn bir felsefeyi aksettiren şiirleri, ikinci bölüm politik şiirleri, üçüncü bölüm ise<br />

duygusal şiirleri ihtiva ediyor."<br />

Üçüncü <strong>ve</strong> son “Visal ü Fırak” bölüm başlığının altında, Fuzûlî'nin 39.gazelinin ilk beyti:<br />

"Vaslın bana hayat <strong>ve</strong>rir, firkatin memat<br />

Sübhâne hâlıkı halaka’l-mevti <strong>ve</strong>’lhayat...”<br />

yazılıdır. Bu bölümde toplam 18 şiir yer alıyor:<br />

Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm(s.37-41)


Sefîleye(s.42-44)<br />

Rahibe(s.45-47)<br />

Şekvâ-yı Nücûm(48-50)<br />

Bahar <strong>ve</strong> Sen(s.51-52)<br />

Akşam Terennümü(s.53-54)<br />

Aşk-ı Mâziye Hâle-i Tetvîç(s.55-58)<br />

İhtiyarsın...(s.59-60)<br />

Hâkime-i Rûhuma(s.61-62)<br />

Bir Yaz Gecesinde(s.63-64)<br />

Sensin Bu Zulmet-i Hissiyemin Müsebbibi(s.65-66)<br />

Onun Mezarında(s.67-69)<br />

Tepede...(s.70-71)<br />

Susacaksın Ebediyyen!!..(s.72-73)<br />

Temenni-i Memât(s.74-75)<br />

Neşide-i Hicran(s.76-77)<br />

Hediye-i İntikam(s.78-81)<br />

Perişan Bir Aşk Hikayesi(s.82-95)<br />

Bu şiirlerden, “Hâkime-i Ruhuma”,”Bir Yaz Gecesinde”, “Susacaksın Ebediyyen!!..”, “Temenni-i<br />

Memât” <strong>ve</strong> “Neşide-i Hicran”, daha önce dergilerde yayınlanmıştır. "Visal ü Fırak", başlık olarak <strong>Rıfkı</strong>'nın<br />

aşk şiirlerinin iki temel hareket noktasını da <strong>ve</strong>rmektedir. Onda, kavuşmayı ayrılığın izlemediği aşklar çok<br />

azdır.


Nâkus-i Adem’de yer alan şiirlerin genel tarzına uygun, ancak, Nâkus-i Adem’de bulunmayan az<br />

sayıdaki şiirini de bu bölümde değerlendirmeyi doğru bulduk. Bu tarz dört<br />

şiirini tesbit ettik:A.<strong>Rıfkı</strong> imzasıyla yazdığı, İbadet Devreleri 1-2-3 <strong>ve</strong> Cevâb Zekâ’da; Baba müstearıyla<br />

yazdığı mersiye <strong>ve</strong> A.<strong>Rıfkı</strong> imzasıyla yazdığı Yurd Diyor ki Karagöz’de yayınlanmıştır.<br />

Bölüm düzenini fazla zorlamaya gerek duymaksızın, A.<strong>Rıfkı</strong>’nın şiire döktüğü tema <strong>ve</strong> konuları<br />

yokluk, pesimizm, toplumsal sınıf farkları, istibdada tepki <strong>ve</strong> inkılab özlemi, mücadele, savaş, aşk<br />

kavramları etrafında toplamak mümkündür:<br />

Yokluk:<br />

Kitabın başlığına en uygun şiir, ilk bölüme de ismini <strong>ve</strong>ren "Hîçîye Doğru"dur. Yok oluşa<br />

mahkûmiyet <strong>ve</strong> aşkla var olma eksenlerinin kesişip ayrıldığı çizgilerde, A.<strong>Rıfkı</strong>, bu kavramları sorgular.<br />

Pandora'nın insanlara en büyük kötülük olarak sunduğu umut etme <strong>ve</strong> “yarın”dan beklenti, yarının<br />

getireceği güzelliklere koşarken, aslında, yok oluşa koşmanın acı gerçeğini gözardı eder gibidir. "Bugün",<br />

kırık güzellikleri barındırır. Yarında o kadarı da yoktur:<br />

“Fakat yarın; ebedî bir sükût-ı matemdir..<br />

Yarın; makâbire has bir serab-ı samt ü sükûn “(Hiçiye Doğru”,s.6)<br />

Öyleyse, umutların arkasından yarınlara koşan insan, aslında "bîaman ejder"in "kanlı" eline<br />

düşmekten fazla bir şey yapamıyor. Bu karamsar bakışın tam ortasında "zavallı" diye nitelediği kendi<br />

hayatı vardır:<br />

“Bugün, yarın... diye koşmakla, inlemekle yine<br />

Tükenmiyor bu zavallı hayat-ı mahdûdum...” (Hiçiye Doğru”,s.5)<br />

Yokluğa mahkûmiyet şairi bedbîn kılar. Bütün uğraşılar yokluğa çıktıktan sonra, yarından ne çıkarı<br />

olacağını sorar:<br />

“Demek beka;bugünün zann ü <strong>ve</strong>hm-i zâtîsi;<br />

Demek ki:Yok beşerin bir hayât-ı âtîsi;<br />

Demek ki:Ben de fenâ yurduna ilerliyorum.” (Hiçiye Doğru”,s.7)


Aşkın da eninde sonunda varacağı nokta bitiştir. Yarının mutsuz sonu bugüne de yansıtılır.<br />

Yanında sevgili olsa bile; madem yarın yokluktur bugüne aldanmanın bir anlamı yoktur. Sevgiliyle birlikte<br />

bile, insanın trajik gerçeği hatırdan çıkmaz:<br />

“Seninle ben bu karanlıklara ilerleyelim..<br />

Yarınki mersiyeyi gel terennüm eyleyelim..” (Hiçiye Doğru”,s.9)<br />

Yokluk fikr-i sabiti A.<strong>Rıfkı</strong>'yı isyana sürüklemez.Her ne kadar, varlığın, ölüm <strong>ve</strong> toprağa; bilimin<br />

süpheye, terânenin inlemeye, gerçeğin yalan, hikâye <strong>ve</strong> seraba açıldığını söylese de ümit kelimesini<br />

kullanmaktan da geri kalmaz.<br />

“Oh! Ey yokluk; ey bekâ-yı muhâl!..<br />

Sensin ümmîd-i târ-ı istikbâl!..” (Hiçiye Doğru”,s.12)<br />

Pesimizm:<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, Nâkus-i Adem'de acz <strong>ve</strong> isyan arasında gidip gelen bir psikolojiyi dışa vurmuştur.<br />

Sosyal konulara yöneldiği zaman çözümler üreten, heyecanlı cümleler kuran yapısı, kendi benine<br />

yöneldiğinde yılgın, kırgın, umutsuz bir melankolik kişiliği önümüze koyar. Tekrarlayan <strong>ve</strong> hiç<br />

bitmeyecekmiş gibi görünen ölülüğe isyan ettiği fikrinin semalarında "in’ikâs-ı memât", "ibtisâm-ı kadîd",<br />

"herşeyde bir boğuk heyhat okuyan bir terâne-i nevmid"ten başka birşey göremez.(Fikrimin<br />

Semalarında“,s.17) Tutukluluk günlerinin şiiri “Fikrimin Semalarında”da, isyanını "yırtsın artık", "yeter<br />

artık" gibi sabrın sınır noktasını gösteren ifadelerle ortaya koyan <strong>ve</strong> insanlardan hareket bekleyen şair;<br />

aynı dönemin bir başka şiirinde, içinde bulunduğu atmosferde boğulan bir adamın inleyişiyle karşımıza<br />

çıkıyor. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın biyografisinde değindiğimiz üzere bir jurnal dolayısıyla hapse girdiği dönem,<br />

bedbîn, bıkkın bir psikolojinin çığlıklarını şiire taşır. II.Abdülhamit döneminin sıkıntılı atmosferi, "Fikrimin<br />

Semalarında" şiirinde, başkaldıran bir tavırla dile getirilir <strong>ve</strong> inkılab özlemi dillendirilir:<br />

“İşte: Bir mâtemi sükûn-ı hazîn;<br />

İşte bir leyl-i bîziyâ ü ümîd;<br />

İşte: Bir mûsıkî-i kahr-âyîn;<br />

Yine bir ses ki: Eyliyor tehdîd-“ (“Fikrimin semalarında”,s.17)


Kendine dönük moral çöküşünü, 1908 öncesi tutukluluğu döneminde hapishaneden göndermiş<br />

olduğu "Boğuk Eninler" şiirinde buluyoruz. Her dörtlüğün sonunda yer alan:<br />

"Benim her saniyem bir devr-i edbâr ü felâkettir"<br />

mısraı, şairin taşıdığı psikolojiyi yansıtmaktadır. Dününü güzelliklerle süslü "âlem-i handân" olarak<br />

yâdeden A.<strong>Rıfkı</strong> için, şiirini kaleme aldığı dönemde "haps ü esaret, girye, mâtem, zulmet-i zindân"<br />

vardır. Pesimist teslimiyet, yarına dair hiç bir umut beslemez. Şairin yarında gördüğü ise yalnızca, "kâbûs-<br />

ı hîçîye bürünmüş leyle-i hüsrân"dan ibarettir. Şiirlerine sinen bedbin hava, Boğuk Eninler'de açıkça ifade<br />

edilmiştir:<br />

<strong>ve</strong>ya<br />

gibi...<br />

"Figânım: Nâle-i mâtem, terânem: Ah-ı firkâttir.."<br />

"Lisânımda yağan manzûmeler mersiye-i firkât..." (“Boğuk Eninler”,s.19-20)<br />

Anarşist bir çıkışla, "yeter artık" dese de, daralmışlığın hiçbir bedeli umursamayan arayışlarını<br />

ortaya koyan <strong>Rıfkı</strong>, boğuk eninlerinde o kadarını da isteyecek gücü kendinde bulamamış görünür.<br />

Sonuçta okuruyla paylaştıkları, dertleşmekten öteye gitmez.<br />

vardır:<br />

Şiirleri dolayısıyla kendisini fazla karamsar bulan Abdullah Cevdet’e hitaben yazdığı bir cevap<br />

"Bu eser yayınlandığı zaman, Dr.Abdullah Cevdet, kitaptaki şiirlerin fikrî bedbinliğe <strong>ve</strong> yokluğa<br />

sevk ettiğini iddia ederek, gerek felsefî, gerek sosyal zararlarını ileri sürmüş <strong>ve</strong> adeta onu afaroz etmişti.<br />

Hatta bir münakaşa esnasında:<br />

Bu kitap gençliğin ruhunda fena fırtınalar uyandırır, onun sosyal bir fikir faydası yoktur. Deyince:<br />

-Doktor!Sanat:ne ahlak içindir, ne de bir felsefî hayırdır.<br />

Yalnız:sanat sanat için olduktan sonra <strong>Rıfkı</strong>'yı niçin hatalı çıkaralım. O hissettiğini <strong>ve</strong> gördüğünü<br />

yazmış; ondan ne ahlakî bir fayda beklemiş, ne de bir felsefe...<br />

Yalnız sanat beklemiş...Gençliği bu kitap bedbinliğe sevkedecekse kabahat kitapta değil, bedbinliğe<br />

düşecek olan gençliğin kafasındadır."


Sınıf farklılıkları:<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, popüler düzeyde bir sosyalist kültür birikimi sergiler. Sınıf farkını, zenginin yoksulu ezmesi,<br />

yoksulun muhakkak ona karşı güç birliği etmesi düşüncesi etrafında ele alır. Acı Nasihatler'de zenginlere<br />

hitaben fakir insanların yaşadığı zorlukları anlatır. Bir “çürük ev”le, bir dilim ekmekle yetinmeye hazır<br />

insanlara yüklenmeyi vahşice “pençeleşme"ye benzetir. (« Acı Nasihatler », s.23)<br />

Nara-i İkaz, hala kendini bilmeyen bir kitleye son sözü söyleyen öfkeli bir kalabalığın tepkisini<br />

yansıtır. Güçlülerin zayıflar üzerindeki tahakkümüne karşı çıkılır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, zengin-fakir ekseninde ele<br />

aldığı adaletsizliği gidermenin çözümünü, zengine haddini bildirecek bir ayaklanmada görür. Ayaklanan<br />

bir kitlenin ruh halini kelimelerine yansıtarak sonu göstermek ister:<br />

“Yarın koparsa bu hırçın sadâlı zelzeleler,<br />

Bugün esârete, zencîre katlanan eller-<br />

Yıkar, yakar, dağıtır zulm u i’tisâfâtı,<br />

Fenâya münkalib eyler refâh u dârâtı.." ("Nara-i İkaz",s.33)<br />

Yoksulların ulaşacağı nur <strong>ve</strong> huzur sabahının zenginler için bir cinayet gecesi olacağını ifade<br />

eder. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'ya göre, sınıflar arası farklılık <strong>ve</strong> güçlünün kazanması insana yaraşır hukuku<br />

zedelemiştir. İnsanlığı, “hukuk-ı asliyesi”nden uzaklaştıran tahakküm, para <strong>ve</strong> güç karşısında yoksul<br />

insanlar ezilmektedir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın "zenginlere" ithafen kaleme aldığı "Acı Nasihatler", nasihatten ziyade, sınıflar arası<br />

uçurumun genel bir tesbiti özelliği taşımaktadır:<br />

Ey bugün muhteşem, safâ-âlûd,<br />

Zevk u neş'eyle dâimâ mahsûd<br />

Evlerin zîr-i neş'e-bârında-<br />

Yaşayan zümre! Zümre-i mes"ûd!.. ("Acı Nasihatler",s.24)<br />

diye nitelenen zenginlere karşılık, onlara atfedilenlerden yoksun, açlıkla, kahrla, sefaletle boğuşan<br />

yoksulların durumu bir suçlamayla zenginin yüzüne çarpılır:<br />

“Siz bugün, herkesin sa’âdetini-


Gasbedip, öldüren <strong>ve</strong> mahzûzen<br />

Kendi nâm ü hesâbına yaşatan<br />

Sanki bir şirket-i cesîmesiniz...<br />

Onlar ağlar, söner..Fakat...Ah siz!. ("Acı Nasihatler",s.24)<br />

İstibdada tepki <strong>ve</strong> inkılab özlemi:<br />

Sümûm, "semm(Arapça isim:zehir)"in çoğulu olarak, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın "efkâr"ına sinen zehirlere<br />

de işaret ediyor. <strong>Rıfkı</strong>'yı olumsuz yönde etkileyen her uygulama, şiirde bir çığlığa, yer yer isyana<br />

dönüşen sert ifadelerle açığa çıkıyor. Beşeri zehirleyen ne varsa, tepkiyle dışa vuruluyor. Şiirlerin üçü,<br />

gerçekte var olan konular üzerinedir. Blanqui <strong>ve</strong> Ferer'in öldürülmeleri ile Lahey Konferansı dolayısıyla<br />

yazdığı şiirler, beşerin intikamcı yönünü eleştiriyor. Bu bölümü oluşturan şiirlerin genelinde <strong>Rıfkı</strong>'nın vasat<br />

düzeyde "sosyalist" kimliğinin ipuçlarını da buluyoruz.<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>'nın 33 yıla tepkisi kelime seçimlerine yansıyan sertlikte belirginleşir. Bu, beraberinde<br />

"sükûn-ı hazîn"i getiren, geceyi hatırlatan <strong>ve</strong> bir "musıkî-i kahr-ayin" gibi yaşanan dönemi bitirecek bir<br />

sesin varlığından emindir. Kendi sesini de yükseltirken dileğini ortaya koyar.10 Temmuz gereğince<br />

değerlendirilemez, kadri bilinmezse geleceğin getireceği de bir başka zulm olacaktır:<br />

"Yoksa.. Bir başka zulmet-i memdûd,<br />

Bir karanlık ki: Rahm ü şefkatsiz<br />

Yağdırır dâne-i mezâlimini..." (“İnkılab”,s.22)<br />

İnkılab şiirinin yazılış tarihi 22 Temmuz 1324/1908. II.Meşrutiyet'in ilanından kısa bir süre sonra<br />

yazılmış şiir, "kırık kalemler"e ithaf edilmiştir. 10 Temmuz 1324/1908'i, 33 yılın izini bir çırpıda silecek<br />

mucize kabilinden karşılayanlardan biri de A.<strong>Rıfkı</strong>'dır:<br />

"Sustu...Artık bu hâk-i kutsî de<br />

Hâkimiyet bütün ahâlinin-<br />

Olacak... İşte zîb ü rahşında<br />

Asmânlarda bir ziyâ-yı nevîn..." (“İnkılab”,s.21)


İnkılab, düşün gerçeğe dönüştüğü noktada heyecanın mantığa hakim olduğu <strong>ve</strong> dilin bu yönde<br />

ifadeye zorlandığı bir şiirdir. II.Meşrutiyet’in ilânının sınırsız hayal gücüne aldanan her kesimden insanın<br />

konuştuğu büyük sözlerden biri de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın şiirinde yer alır:<br />

“(..)Artık bu hâk-i kutsîde<br />

Hakimiyet bütün ahalinin<br />

Olacak...(..)” (“İnkılab”,s.21)<br />

Bu yeni dönemi sürekli kılmada, susturulmuş kalemlerin yeniden yazmasına görev düşmektedir.<br />

Kitlenin yeniden harekete geçmesi A.<strong>Rıfkı</strong>'ya göre çözüm olacaktır. Beşeriyetin taşıdığı potansiyel kuv<strong>ve</strong>ti<br />

bir şiirinde şöyle tanımlar:<br />

“Ah ey kuv<strong>ve</strong>t!.Ey süyûl-i lehîb!.<br />

Ah ey girdbâd-ı hûn-âmîz..<br />

Ey mübeccel sevâık-ı tahrîb!<br />

Ey donuk leyl-i târ u <strong>ve</strong>l<strong>ve</strong>le-hîz!”(“Fikrimin Semalarında”,s.18)<br />

Ölü halinden sıyrılamayan <strong>ve</strong> insiyatifsizliği melankolik bir içe kapanışla yaşarken hayatı tüketen<br />

insanlara <strong>Rıfkı</strong>'nın tek çağrısı vardır:<br />

“Yeter artık, sükûnunuz yetişir,<br />

Dil diyor: Her taraf harâb olsun!...<br />

Hakkı izhâr için bu kâfîdir:<br />

Ah bir kerre inkılâb olsun... „(„Fikrimin Semalarında“,s.18)<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, iki şiirini iki mücadele insanına ayırmış; teorik olarak savunduğu mücâdele azmini,<br />

yaşanmış hayatlarda örneklemiştir. Dr.İbrahim Temo’ya ithaf ettiği Blanki şiirinde, 1805-1881 yılları<br />

arasında yaşamış, sosyalist hareket içinde aktif rol almış Auguste Blanqui isimli bir Fransız devrimcisini<br />

anlatmıştır.<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın övgüyle yücelttiği Blanqui, sosyalist görüş <strong>ve</strong> eylemleriyle dikkati<br />

çekmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,“Mücâdelât-ı sunûf” içinde Blanqui’nin temel ilkesini<br />

“Onun prensibi:"Ref'-i mezâlim-i elemin-


"Yegâne çaresi halkın kıyâm u tahrîki..."(“Blanki”,s.28)<br />

olarak özetler. Blanqui, ardına düştüğü devrimin gerçekleştiğini görmez. Direnişi <strong>ve</strong> direnci kırılan bir<br />

başka mücâdele insanı da Ferer’dir. Hakkında bir yazı da kaleme alan <strong>Rıfkı</strong>, şiirinde Ferer’i ezen<br />

engizisyonun olumsuz gücünü işler:<br />

“Engizisyon ki: Kanlı bir devrin<br />

En mülev<strong>ve</strong>s belâsı, kahrıydı...<br />

Beşerin kalbine acıklı, derin<br />

Bir elem, bir cerîha açmıştı.. “(“Ferer”,s.25)<br />

Savaş:<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın, Lahey Konferansı'na ithaf ettiği “Harb” <strong>ve</strong> “Blanki” şiirlerini mesaj açısından<br />

karşılaştıran Hüsrev Hatemi, bir çelişkiye dikkat çekmiştir. Savaşa <strong>ve</strong> silaha karşı tavrın sergilendiği "Harb"<br />

şiiri ile devrim mücadelesini yücelten “Blanki”de faklı tablolar ortaya çıkmaktadır. İlki, "Ah, ey beşer!<br />

Bırak artık, silahı at da çekil" mısraı ile bitiyor. (“Lahey Konferansı’na-Harb”,s.30)Blanki'de ise adeta<br />

savaş yüceltilmiştir:<br />

"Cidâl başladı Paris'te öyle şiddetle<br />

Avâm-ı nâs, ahaliyi <strong>ve</strong>rdi tuğyâna<br />

Blanki, ordusunun ilk safında cüretle<br />

Hücûm edip duruyordu gürûh-ı udvâna" (“Blanki”,s.28)<br />

Hüsrev Hatemi, bu paradoksa değinmiştir:<br />

"Beşerin elinden silahını atmasını isteyen A.<strong>Rıfkı</strong> Bey, 'Beşer bazan şaşar' sözünü doğrularcasına,<br />

cidalden, düşmandan söz ediyor."<br />

Perde'nin ilk sayısında imzasız yayınlanmış olan bir kıtanın Ahmed <strong>Rıfkı</strong>'ya ait olduğunu da<br />

Çapanoğlu'ndan öğreniyoruz. Bu kıt’a Trablusgarp savaşı dolayısıyla İtalyanlara yönelik tepkileri yansıtan<br />

şiirlerden biridir.


"Şu kıta da (Perde) isimli mizah gazetesinin birinci sayısında yayınlanmıştır. Kıtanın altında imza<br />

yoktur. Fakat yazan A.<strong>Rıfkı</strong>'dır.<br />

Ey midesi gayet nazik<br />

Pilav olsa daha hazımdı sana<br />

Verdi bak karnına ifratı semen<br />

Makaronya neye lazımdı sana."<br />

Balkan savaşları mizahın kaldıramayacağı ağırlığına rağmen bir mizah dergisi olan Karagöz’de<br />

de gözardı edilememiştir. A.<strong>Rıfkı</strong>’nın birbirini izleyen, “Baba Gidiyor”, “Baba Diyor ki”, “Ölmedim<br />

Yahu”, “Elgazi Baba Diyor ki” <strong>ve</strong> “Yurt Diyor ki” şiirleri bu savaş etrafında kaleme alınmış;“Ölmedim<br />

Yahu” dışında ciddiyeti ön planda tutmuş şiirlerdir.<br />

<strong>ve</strong>rilmiştir:<br />

“Yurt Diyor ki” şiirinde, Balkan Savaşı’ndan biraz soluklanışın rahatlığı yurdun dilinden<br />

Aşk:<br />

Bu inşirâh-ı umûmi-i bîsükûna sebeb,<br />

Demin doğan güneşin hande-i meserretidir...<br />

Ufukta pembe bulutlar, şu cil<strong>ve</strong>ler... Hep hep<br />

Demin doğan güneşin zâde-i nezâhetidir...”<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>'nın tek şiir kitabının insan kadrosu dar çerçe<strong>ve</strong>li bir tablo sunar: Fransız devriminin<br />

iki ismi Blanqui <strong>ve</strong> Ferer'i anlatan şiirler dışında kalanlar, hemen tamamen aşık erkek <strong>ve</strong> onu<br />

bir şekilde mutsuz kılan kadınlara aittir. "Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm" şiirinin<br />

kadını <strong>ve</strong> erkeği isimleriyle yer alır: Kâmrân <strong>ve</strong> Sâmiha.. Diğerlerinde erkek, "ben" olarak<br />

konuşur, kadın onun duygularının filtresinden bize görünür.<br />

Şiirlerde kendini ifade eden erkek "ben", aşksız yapamaz, aşkı bir ihtiyaç olarak hep yaşamak ister.<br />

Ancak, anlattığı aşkların hiçbiri mutluluğun müjdesini taşımaz.<br />

"Perişan Bir Aşkın Hikayesi"ni, manzum hikaye formunda anlatan şiir, sonbaharda başlayan bir aşk<br />

üzerine kuruludur. Bir tepe gezintisi sırasında "o"nu gördüğünde en çok gözlerinden <strong>ve</strong> çehresinde<br />

yansıyan şiirli güzelliğinden etkilenmiştir. Günlerce unutamadığı o kadını yine tepede arar <strong>ve</strong> karşılaşır.<br />

Bütün yapabildiği onu hayran hayran izlemekten ibarettir. (s.82)


Biten bir aşkın acısı, "Veda" şiirinde, şairi, bir yanıyla geçmişi hüzünle hatırlamaya, öte yanda<br />

sonucun muhasebesini yapmaya yöneltmiş görünür. Gözlerin şuh bakışına <strong>ve</strong> bûselere dalıp yaşanan aşk<br />

bittiğinde, geriye bu kırık aşk hikayesini özetleyecek bir son mısra kalacaktır:<br />

"Sen benim bir senelik gençliğimin katilisin“ („Veda“,s.95)<br />

Sevilen ancak sevmeyen sevgiliye açık mektup niteliği taşıyan "Hediye-i İntikam", karşılık<br />

bulamayışın acısını çıkaran bir aşığın sitemkâr ifadeleriyle doludur. Güzel bir kız tanımış, onda ihtiyaç<br />

duyduğu sıcaklığı yakalayacağı zannına kapılmış erkek, gönül <strong>ve</strong>rdiği kızın gönlünün bir başka erkeğe<br />

kaydığını görünce, kıskanmışsa da kabullenmekten öte bir şey yapamamıştır. Güzel bayan, üçüncü şahıs<br />

tarafından terkedildiğinde, sevgisini reddettiği erkekle aynı duruma düşmüş olur. O zaman ona<br />

dokundurulacak bir çift söz vardır:<br />

"Anladın mı küçük hanım!ikimiz,<br />

İkimiz de perîde- rûy-ı şebâb,<br />

İkimiz de şikeste- kalb ü harâb;<br />

İkimiz bir elemde müşterekiz...." („Hediye-i İntikam“,s.81)<br />

O, karşılık bulup bir müddet yaşadığı, uzun süreli olamadığı için geçmişte kalan aşkların<br />

yorgunudur, aynı zamanda. İhtiyarlığını yüzüne vuran genç bir kadına, bu gerçeği ifade etmiştir.İhtiyarlığı<br />

yüzüne bütün çıplaklığıyla vurulan aşığın bunu özellikle sevdiğinden gelince kaldırması oldukça zordur.<br />

"İhtiyarsın" şiiri bu zorluğu mısralar boyunca aşmaya çalışan aşığın karşı vuruşlarıyla gelişiyor. Yaşlılığın<br />

işareti çizgiler, yaşanmış aşkların yüze kazınmış izleridir:<br />

"-Dinle! Ey iş<strong>ve</strong>ger <strong>ve</strong> taze kadın<br />

Ufk-ı <strong>ve</strong>chimde gördüğün hunîn-<br />

Çizgiler; hepsi hepsi bir aşkın<br />

Yâdigâr-ı sefîlidir!." („İhtiyarsın“,s.60)<br />

Şiirler, sefîl de olsa, tükenmiş <strong>ve</strong> tüketmiş de olsa, aşığın aşklarını yaşamaktan pişman olmadığını,<br />

hatta yadetmekten hoşlandığını önümüze koyar. Ayrılık nedeni ölüm olan şiirlerinde yoğun bir hasret


duygusu ön plandadır. Kitapta, Onun Mezarında, Tepede, Susacaksın, Temenni-i Memât sırasıyla yer alan<br />

şiirlerin ortak özelliği ölmüş sevgiliyi yâd <strong>ve</strong> unutamayışın itirafıdır.<br />

Tepede... şiirinde, aşkın başladığı tepede, mevcut güzellikler aynen sürmekte, güneş "uzak<br />

ufuklara" "nûr-ı ismet"ini "serpmekte"; aşka tanıklık etmiş tarlalar "bû-yi nezih"iyle durmaktadır. Tek<br />

eksik, sevgilinin yokluğudur. Yokluğun nedeni çok açık <strong>ve</strong>rilmemişse de şiirin kitap içinde yerleştirildiği<br />

bölüm "ölüm" kanaatini güçlendirmektedir. Şiirin hemen öncesinde Onun Mezarında, sonrasında<br />

Susacaksın Ebediyyen <strong>ve</strong> Temenni-i Memât şiirleri vardır:<br />

"Fakat bu gülşen-i aşkın bahâr-ı bîdârı,<br />

Bütün muhabbetimin minber-i ziyâdârı<br />

Karardı, söndü, penâh-ı garâm iken soldu." („Tepede“,s.71)<br />

mısralarında geçen karar-, sön-, sol- fiilleri de ölümü düşündürtmektedir. Yıllar önce ölmüş <strong>ve</strong> hâlâ<br />

unutulamamış sevgili, mezar ziyaretleriyle yâd edilir. Mezarı başında geçen saatler rûhen bir<br />

bütünleşmeyi sağlar gibidir. („Onun Mezarında“,s.67-68)Firakın yaşandığı aşklardan, ismi "ufk-ı hatıra"da<br />

kalan sevgili, güzel bir gecede, yeniden sevişme isteğiyle hatırlanır. („Şekva-yı Nücûm“,s.50)Bir şekilde<br />

uzağına düşülmüş sevgiliyi unutamayışın gecelere yansıyan ruh hali baştan sona karamsar.. Ağlamaklı<br />

oluş, eski günleri anış gecelere yansıyan değişmez görüntülerdir. ("Sensin Bu Zulmet-i Hissiyemin<br />

Müsebbibi”,s.65)<br />

Altı yıl önce yaşanmış bir aşk, yıllar sonra gecenin geçmişi yaşattığı bir akşam<br />

hatırlanı<strong>ve</strong>rir. Aşık, sevgiliyi unutamadığını farkeder. Yıllar öncede kalan sevgiliyi özlemle<br />

çağırır. ("Aşk-ı Maziye Hâle-i Tetvîç”,s.57)<br />

Geçmişte kalmış ama hala unutulamayan aşklarla dolu, "muzmahil ü zâr u mükedder" fikirle<br />

yoğrulu geçen gecelerden birinde, altı yıl öncede kalmış bir aşk hatırası uyanır. Sevme, sevilme ihtiyacını<br />

yoğun duyduğu bir gün, karşısına çıkan sevgili ona şiir dolu bir aşkın kapılarını açmıştır:<br />

“Ben sâye-i hüsnünde melekler gibi âlî-<br />

Bir ömr-i behişti yaşadım şi’r ile hemser;” ("Aşk-ı Maziye Hâle-i Tetvîç”,s.56)<br />

Altı yıl sonra hatırlanırken, hâlâ, "bir zelzelenin ra’şe-i raksân-ı cünûnu" ruhunda yaşamaktadır. Bu<br />

çok yoğun yaşama, derin bir hasret duygusuyla, hatıra sınırını aşar <strong>ve</strong> umutsuz bir çağrıya dönüşür:


“Rûhum! Meleğim gel! Sana bu hasta-i firkat,<br />

Eşkâbe-i hicrân ile âlâmını yazsın...<br />

Sensizlik ile mâtem eden lâne-i vuslat-<br />

Gülsün...Ona gülsün o zarîf hande-i nâzın...” ("Aşk-ı Maziye Hâle-i Tetvîç”,s.57)<br />

Terkedilen yahut bir nedenle ayrılıkla sonuçlanan ilişkilerin yorgunu şair, daha acı bir yokluğu da<br />

yaşamak zorunda kalmıştır. Sevgilinin ölümü, birlikte yaşanacakları alıp götürünce, geriye birlikte<br />

yaşanmışlıkların hatırası kalmıştır. Unutamayış, her şeyde sevgiliye ait bir eser bulmaya yöneltmiştir.<br />

Nihayet katlanamadığı acı, şairi de ölümü istemeye götürür. (“Temenni-i Memât”,s.75)<br />

Ayrılık nedeni <strong>ve</strong>rilmeyen şiirlerde matem atmosferi hasret duygusuyla yer değiştirmiştir. Ayrılık<br />

acısı, "Neşide-i Hicrân"a dökülürken sevgilinin payına sadece güzellikler hatırlanıyor. Aşığın payına<br />

düşense sadece ayrılığın yarattığı boşluk duygusudur. Üstelik sevgiliyi unutamamıştır da. Tek avuntusu<br />

sevdiğinin "lütf-i nigâh"ını hatırlamasıdır:<br />

"Senden bana bir lütf-i nigâh olmasa bir an<br />

Yok zerre kadar nef’î bana gamlı hayâtın..." (“Neşide-i Hicrân”,s.77)<br />

Arka arkaya gelen iki şiirde aşk doğayla güzelleşir. Ruhunun koruyucusu saydığı sevgiliyi<br />

doğaya has unsurlarla ö<strong>ve</strong>r.Aşkın doğada <strong>ve</strong> genelde aylı gecelerde yaşanması A.<strong>Rıfkı</strong>'nın şiirlerinde<br />

ağırlıktadır. Bir yaz gecesini sevgiliyle paylaşacak olmak şair için mutluluktur. Ancak o, kamerin<br />

güzelleştirdiği doğanın seyrini de bu mutluluğa katmak ister:<br />

“Kamer; bütün lem’âtiyle sath-ı deryâda<br />

Temevvüç ettiriyorken nükûş-ı en<strong>ve</strong>rini,<br />

Seninle seyredelim gel! Şu câ-yi tenhâda<br />

Tabiatın bu muazzam levâyih-i terini..” (“Bir Yaz Gecesinde”,s.63)<br />

Deniz, gece, gökyüzü, sahil, ağaçlık herşey aşka zemin hazırlayan bir sükûnet içinde erir.<br />

Gecede herşey aşkın gerektirdiği atmosfere uygun, ama, paylaşacak sevgili yoksa,<br />

hatıralardaki sevgiliye çağrı umut olur:<br />

"Ey bugün ufk-ı hâtıramda adı,<br />

Yâdı hâlâ silinmeyen güzelim!


Yeter artık.. Niçin sevişmeyelim..." (“Şekva-yı Nücûm”,s.60)<br />

Sevgiliyle birlikteliğin coşkusunun öne çıktığı Bir Yaz Gecesi şiirinde geçen "Seninle seyredelim<br />

gel!" ifadesinde <strong>ve</strong> geceyi tasvir eden bölümlerde Cenabvârî bir atmosfer varlığını hissettirir. Sevgilinin<br />

varlığı hem geceye hem aşığa mutluluk katmaktadır. (“Bir Yaz Gecesinde”,s.63)<br />

Şairin aşk etrafında "ben"iyle sevdiği arasındaki ilişkiyi dile getirdiği şiirleri dışında, ilham perisine<br />

seslendiği Akşam Terennümü'nde şiir perisini de bir kadın gibi algılayarak onda teselli aradığı dikkatimizi<br />

çeker:<br />

“Yok! Yok! Beni terketme sakın.. Hâlime rahm et..<br />

Her nazra-i şûhunda açan hande-i ismet<br />

Akşamlarımın leblerini bûseye boğsun” (“Akşam Terennümü”,s.54)<br />

Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm’da "ben", yerini iki kurgu kahramana bırakmıştır. Şiirde<br />

Kâmrân ile Sâmiha arasında yaşanan vuslat gecesinin sabahı konu edilmiştir. Sabah diyaloğu geceden<br />

hoşnut erkeğe karşılık, neden olduğu açıklanmayan bir huzursuzluğu konuşmasına yükleyen kadını<br />

karşımız çıkarır. Şiir, tek perdelik manzum bir oyun formunda düzenlenmiştir. Bir sabaha karşı, yarı<br />

uykusuz, kendi içinde yaşadığı mücadeleden yorgun Sâmiha ile Kâmran'ın diyalogu yasak bir sevişmenin<br />

kadın <strong>ve</strong> erkek üzerindeki yansımasını <strong>ve</strong>riyor. Erkek hoşnuttur. Gecenin içinde yaşanan bir "beste-i<br />

günah"tır <strong>ve</strong> gün ışığının odaya dolmasını istemez:<br />

“Ben isterim ki: maâsi -i aşkımız; yalnız<br />

Zalâm-ı kâtimenin sînesinde gizlensin...<br />

Güneş neden bunu görsün.. Değil mi?” ("Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı Garâm",s.38)<br />

Gecenin "habersiz uykuların bunaklığı"yla tüketilmesindense aşkla zenginleşmesini tercih eder.<br />

Yeni bir vuslatı arzulayan tavrıyla, Sâmiha'nın huzursuzluğunu görmekten uzak kalır. Çok az konuşan <strong>ve</strong><br />

sadece gündüze işaret eden, uykusuzluğunu öne süren Sâmiha'ya karşılık, Kâmrân, geceyi anlatmayı<br />

tercih eder. Metinde, Sâmiha'nın iki kez ifade etme gereği duyduğu "güneş göründü", realitenin katı<br />

yüzünü hatırlatan bir uyarı gibidir. Ancak bedenine yenik düşen Kâmrân'ın daha şiirin başında yer alan:


Garâm",s.38)<br />

“Kapat şu perdeyi!.. Şemsin nigâh-ı nevvârı?<br />

Tecessüs eylemesin böyle hâbgâhımızı...” ("Leyâl-i Vuslata Ait Müşâfehât-ı<br />

sözleri, aşkın şiirini realitenin katılığına tercih ettiğini ortaya koyar.<br />

Visâl ü Fırâk bölümü dışında kalan, kitabın ilk şiiri "Hîçîye Doğru"da üçüncü <strong>ve</strong> altıncı bölümler ayrı<br />

ayrı "T." <strong>ve</strong> "S."ye ithaf edilmiştir. Her ikisinde de vakit kaybetmeksizin aşkın yaşanması gerektiğine<br />

değinen şair, şiirin genelinde hayatı "hiç"liğe mahkûm bir gerçek olarak ele alır. Kendi hayatını mutsuzluk,<br />

düş kırıklığı, yarından umutsuzluk kavramları etrafında değerlendirir. Hiçliğe mahkum hayatta aksi olsa da<br />

fazla bir şey değişmeyeceğini sezdirir.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın şiirlerindeki kadınlar muhayyel olmaktan çok yaşanmışlık, tanınmışlık hissi <strong>ve</strong>ren<br />

kadınlardır. Şair, şiirlerinin birçoğunda ya şiirin tamamında <strong>ve</strong>ya bir kısmında doğrudan onlara seslenerek<br />

konuşur. Bu, geleceğinde açlık <strong>ve</strong> sürünme görünen düşmüş bir kadın("Sefîle"), altı yıl öncede kalmış<br />

yaralı bir aşkın muhatabı eski bir sevgili("Aşk-ı Maziye...."), kendisini yaşlı bulduğu için sitemkâr sözlerle<br />

hitap etme gereği duyduğu genç bir sevgili ("İhtiyarsın"); menekşe gözleriyle şairin ruhuna hakim olmayı<br />

başarmış bir güzel ("Hâkime-i Ruhuma"); ayışığında tabiatın sükûnetini dinlemek üzere şaire eşlik eden <strong>ve</strong><br />

geceyi etkisi altına alan bir sevgilidir ("Bir Yaz Gecesinde").<br />

Aşkı konu alan şiirlerde, sevilen kadınların portresini Nâkus-i Adem'den çıkarmak zor. Merkeze<br />

"ben"i alan, dolayısıyla "ben"in penceresine yansıyanla yetinen şair, sevgililerinin psikolojileriyle hiç ilgili<br />

görünmemiştir. Fizik olarak, genel güzelliğin yanısıra ayrıntıya inmek gereği duyduğunda gözlerin güzelliği<br />

<strong>ve</strong> anlamıyla yetinmiştir. "Gözlerin İçin" hitabıyla yazdığı "Hâkime-i Ruhuma" şiirinde, menekşe gözlü<br />

sevgiliyle mutluluğunu dile getirmiştir.(s.61) Şiir, bir güzelleme, bir serenat gibi, menekşe gözlü sevgiliye<br />

hayranlık ifade eden cümlelerle başlıyor, hayranlıkla sona eriyor. Sevgili gözlerde yaşanıyor. Umarsız<br />

aşklarından biri bir nazarla başlamış, karşılık bulamadığı sevgiliyi hep gözleriyle yad etmiştir. (“Perişan Bir<br />

Aşkın Hikâyesi”,s.82) S'ye seslenirken:<br />

"Ey gözleri sevdalarımın şevk u cünûnu"<br />

der.(“Hiçiye Doğru”,s.13) Bedeni bir bütün olarak güzelliğiyle ön plana çıkarmayı seçer. Bir şiirinde<br />

sevgilinin "vücûd-ı nazik"i hatırlanır. (“Bir Yaz Gecesinde",s.64) Sevgilinin değişmeyen özelliği gençliğidir.<br />

Ölmüş sevgiliye "genç kadın” (“Onun Mezarında”,s.69), kendisine ihtiyarsın diyen bayana da "iş<strong>ve</strong>ger ü<br />

taze" olarak seslenir. (“İhtiyarsın”,s.60) Sevilenin güzelliğinden kaynaklanan cazibe hemen her şiirde<br />

ifadesini bulur. Sevgiliye bir hitabı "ey ruh-ı mehasin" şeklindedir. (“Aşk-ı Mâziye Hâle-i Tetvîç”) Divan


geleneği çizgisinde yazdığı gazelde, sevgiliye seslenir; güzelliğini tescil eder. Sevgilinin lütfedeceği bir<br />

gülümseyiş, bir bakış aşığa yetebilecektir:<br />

“Bugünkü lutf-i nevînin eyâ güzîde-i rûh!<br />

Genellemeler, özele inerek sevilen kadınları ayrı ayrı portreleriyle çıkarmamızı engelliyor.<br />

Sevilenlerden üçüne baş harfleri belirtilerek ithaf yapılmıştır. S'(Hîçîye Doğru), Matmazel M.Ş.(Şekva-yı<br />

Nücum), <strong>ve</strong> iki şiirde baş harfine rastladığımız T(Hîçîye Doğru, Aşk-ı Mazi...).Diğer ithaflar genel:"Gözlerin<br />

İçin"(Hâkime-i Ruhuma),"Teşekkürüme"(Bir Yaz Gecesi),"O hüsn-i afile"(Temenni-i Memat), “o uzak<br />

şûha”(Bahar <strong>ve</strong> Sen).<br />

Visâl ü Fırâk bölümünde, "ben"le ilişkisi dolayısıyla konu edilmiş kadınlar dışında, kendini bir çok<br />

erkeğe <strong>ve</strong> hayatın akışına bırakmış bir Sefîle ile; kendini hayattan <strong>ve</strong> hazlardan tamamen çekerek<br />

Hz.İsa'ya adamış bir rahibenin anlatıldığı iki şiir arka arkaya sunularak bir tezat <strong>ve</strong>rilmiş.<br />

Düşmüş bir kadının gözleri, geleceğe dönük "emel-i tebyîn" etse de sır perdesi, gerisindeki geçmişi<br />

saklamaya yetmiyor. Sefîle'nin görünen yüzü, umut, beklenti içeriyor. Şiir, düşmenin gerisini anlamaya<br />

çalışan bir şair bakışıyla yazılmıştır.Şair, "sen" hitabıyla, kadın karşısında duruyormuşcasına konuşmayı<br />

yeğler. Öncelikle güzel bir kadınla karşı karşıyadır. Gökyüzünü andıran gözlerinde derin anlamlar içeren<br />

bir gülümseyiş vardır. Ancak şair, yapay gülümseyişin ardındaki hikayeyi başka türlü okur: Sıcak bir aile<br />

ortamında büyümüş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Genç kızlık düşlerini tanımlamaya çalışır. Bu<br />

düşler, "bir aşk-ı muhterisin girdbâd-ı iğfâli...." ile sona erer <strong>ve</strong> ortaya emellerine yenik düşmüş bir “şehîd-<br />

i âmâl” çıkar. Bundan sonrası hayatın acımasız yüzüyle tanışmaktır artık:<br />

“Ma’îşetin <strong>ve</strong> *Süs+ün cebr-i âteşîniyle<br />

Dikenli çöllere düştün zavallı tâze kadın!!<br />

Nücûm-ı şi’r ü emel söndü ufk-ı sînende<br />

Yalancı, sahte mevâîd-i aşka aldandın...” (“Sefile”,s.43)<br />

Mutlu bir aile yaşantısının kaygısız günlerinden tutkulu bir aşkın "girdbâd-ı iğfal"ine düşme de<br />

olabilir geçim sıkıntısıyla düşme de.. Hangi nedenle olursa olsun o kaygısız günlerin "emellerle öpüşülen"<br />

demleri bitmiş, "herkesin kadını"nı bekleyen yarın, sürünmekten, açlıktan ibaret olmuştur. Düşmüş<br />

kadına göndermeyi bir şiirde daha buluyoruz. “Susacaksın Ebediyyen” şiirinde nefsânî zevklere dönük <strong>ve</strong><br />

hayat hiç sona ermeyecekmişcesine o zevklere kapılan genç bir kadının ölümle gelen düşündürücü tezatı


sergilenir. Dün güzel, çekici bir kadın; bugün, toprakta bedeni çürümeye yüz tutmuş itici bir ceset. Hayata<br />

kanışın özeti 3 mısraya sığmıştır:<br />

"Dün: Kirli hayâtın müterennim <strong>ve</strong> müzeyyen<br />

Eltâfına, ezvâkına, envârına kandın!..<br />

Kâbusunu: Zevk, nâlesini kahkaha sandın!.." (“Susacaksın Ebediyyen”,s.72)<br />

İnsanın bedenini başkalarına açarak süflileştiği noktadan, bedenini tamamen hayata kapattığı<br />

noktaya sıçrayan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, "rahibe" kimliğini de aynı tarzda görünen <strong>ve</strong> görünmeyen yanıyla okuyarak<br />

açığa çıkarmak ister. Kitaptaki sıralamada “Sefîle”nin hemen ardından gelen "Rahibe"de, hayat karşısında<br />

bilinçli bir donukluğu seçen kadının tavrının ne kadar özüne uyduğu tartışmaya açılmış gibidir. Şaire<br />

hayatın dışında gönüllü kalma inandırıcı gelmez. Kadını sefîlane hayata sürükleyen cebr unsuru, rahibe<br />

olmada da aktif gösterilmiştir. Bu öyle bir cebr olmalıdır ki hayata nefret uyandırmıştır. Determinist bakış<br />

açısı, sonucu mutlak bir sebebe bağlayarak açıklama eğilimindedir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, düşmüş bir kadını da<br />

rahibeyi de anlamaya çalışırken "cebr"i, sonucu doğuran bir ön şart olarak ortaya koymuştur. “Sefîle”de<br />

doludizgin yaşanan cinselliğin yol açtığı tahribata karşılık; bu şiirde de hiç kullanılmayan cinselliğin<br />

eleştirisi yapılmıştır. Aslında, hayattan uzaaklaşan rahibe, sıcaklığı Hz. İsa'ya yöneltmekte bulur. Belli<br />

belirsiz bir erotizm yükleyerek rahibe-İsa ilişkisini yorumlar:<br />

“Nefret etmiş hayâta... Şimdi ise<br />

Başka bir ihtiyâcı hissederek<br />

Reh-i İsâ'ya bir sıcak bûse-<br />

Kondurur... Dâima hayâlinde-“ ("Rahibe",s.45)<br />

Genç bir kızın gönüllü olarak münzevî bir yaşamı seçerek manastır kovuklarında ömrünü ibadetle<br />

tüketmeyi seçmesini anlamayan <strong>Rıfkı</strong>, şiirin sonunda tepkisini de açıklar:<br />

“Tabiat işte diyor ki bilâ fütûr u anûd:<br />

-Sarartma, gel bana vakfet bu hüsn-i muhteşemi..." ("Rahibe",s.47)<br />

Dünya üzerinde hayatın başlangıcı:


20.Asırda Zeka’da yayınlanan “İbadet Devreleri” başlıklı şiirler, yeryüzünde hayatın<br />

başlangıcını, ilk insanların tabiat <strong>ve</strong> yaratılış karşısındaki hayranlıklarını işler. Buda’yı hem bir sözüyle<br />

Nâkus-i Adem’de hatırlayan hem de aynı:<br />

“Saadet; sîne-i hîçîye ric’attedir”<br />

cümlesini, Buda’yla ilgili mensûresinde kullanan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bu şiirde de hayatın gerçeğini,<br />

manastırlarda değil, tabiatın içinde iz sürerek arayan Buda’yı isim <strong>ve</strong>rmeksizin işler. Brahmanizme<br />

ilişkin Vişnu, Siva, Brahma gibi kavramları da kullanan şair, tabiat karşısındaki gerçeği sezmiş insanın iç<br />

huzurunu yakalamaya <strong>ve</strong> hissettirmeye çalışmıştır.<br />

2.1.2. Mizahî Şiirleri<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>’nın mizahî şiirleri, 1909’da Eşref’te;1910’da Eşref, Kibar <strong>ve</strong> Piyano’da; 1911’de Züğürt <strong>ve</strong><br />

Falaka’da; 1912’de Karagöz <strong>ve</strong> Eşek dergilerinde yayınlanmıştır. Mizahî şiirlerini ağırlıkla<br />

“Baba”(Karagöz,Kibar,Eşek) ünvanıyla yazan şair, A.<strong>Rıfkı</strong>(Eşref,Falaka); Çemenderzade Nahik(Kibar);<br />

Cebidelik, Haneberduş(Züğürt) <strong>ve</strong> Ef’i(Züğürt) imzalarını da kullanmıştır.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın mizah dergilerinde yazdığı <strong>ve</strong> yöneticilik yaptığı dönem, 1908-1912 yıllarını<br />

kapsıyor. Bu yıllar, edebiyatta Fecr-i Atî’nin bir varlık göstermeye çalıştığı dönemdir. Edebiyat<br />

çevrelerinde daha çok edebiyat-ahlak ilişkisi, edebiyat-taklit,eskiler-yeniler gibi konular etrafında girdiği<br />

polemiklerle ses getiren Fecr-i Atî, mizah dergileri için iyi bir malzeme olmuştur. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın<br />

imzasının olduğu dergiler Fecr-i Atî’nin edebiyata getirmek istediği yenilikleri inandırıcı bulmamış <strong>ve</strong><br />

mizah malzemesi yapmıştır. Fecr-i Atî ile ilgili dörtlükler imzasız olduğu için doğrudan <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’ya<br />

bağlamaksızın, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın ait olduğu edebî çevrenin, dönemin popüler edebî hareketine, Fecr-i<br />

Atî’ye bakışını gösterme açısından, bu bölümde, genel bir değerlendirme çizgisinde ele alınmıştır.<br />

Yeni Ge<strong>ve</strong>ze’nin darbe sütununda yer alan “Hücûm-ı Üdebâ İçin” başlıklı kıt’ada Fecr-i Atîcilerin<br />

kendilerini alaya alan Hande isimli mizah dergisine yönelik tepkisi, alaycı bir üslûpla ortaya konur. Fecr-i<br />

Atî’nin kendini bir alternatif olarak sunarken, çizgisi dışındakileri beğenmemesi, “anka”, “muazzam”,<br />

“muhteşem” kelimeleriyle <strong>ve</strong>rilir:<br />

“Aferin olsun bu iş dünyayı hayran eyledi<br />

Dehre saçtı bir blöf şiir ü edeb ankaları<br />

Handeye bir savlet-i bîdâd ile saldırdılar:<br />

Fecr-i Atî’nin muazzam, muhteşem azaları!!”


Bu türden örnekler Yeni Ge<strong>ve</strong>ze’de bir haylidir. Tahsin Nahid’in “Rûh-ı Bîkayd” isimli şiir kitabı için<br />

yazılmış aşağıdaki mısralar gibi, bazı kıtalarda da Fecr-i Atî’ye mensup edebiyatçıların eserlerine<br />

dokundurmalar vardır:<br />

<strong>ve</strong>rilmiştir:<br />

“Fecr-i Atî’den ziyâlar yağdı ufk-ı sanatına<br />

Rûh-ı Bîkayd! Oltasıyla âlemi sayd eyledin!!!”<br />

Cemil Süleyman’ın “Timsâl-i Aşk”ının konu edildiği kıtada, Fecr-i Atî için çok keskin bir hüküm<br />

Boş yere timsâl-i aşka beynini yorma begim!<br />

Böyle bîmana eserler Fecr-i Atî’den doğar.”<br />

Dergi kutlaması:<br />

Şair, Züğürt’ün basın dünyasına girişini bir kıtayla kutlamıştır.<br />

Okurun Züğürt’ten faydalanması burun <strong>ve</strong> koku kelimeleriyle yüklenerek <strong>ve</strong>rilmiştir. Züğürt’ün<br />

kokusundan burnun hisse alması, güzel bir şeyi koklamaktan ziyade, hoş olmayan şeylerden alınacak<br />

dersleri vurgulanmştır.<br />

Falaka’yı da “Barekallahüteala Ne Yamandır Falaka” başlıklı bir gazelle karşılamıştır. Züğürt’ün<br />

aksine <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> imzasını kullanan şair, derginin yayın politikasını muhalif kimliği ön plana çıkararak<br />

tesbite çalışmıştır:<br />

“Cam kıran, çam deviren şahsa ziyândır falaka<br />

Aferin olsun o hoşgû-yı cihân-Mahmuda<br />

Sayesinde bize mekşûf u ayandır falaka<br />

Gerçi tarihi okur, eski zamandan söyler<br />

İhtiyar sanmayınız, taze civandır falaka”<br />

Devrin eleştirisi:


Falaka’da yayınlanan Kaside-i Tes’id <strong>ve</strong> Kaside-i Zamaniye’de, devrin değişik alanlarındaki<br />

panoramasını; Manzume-i Kahriye’de, İstanbul’da hizmetlerin aksamasını eleştirmiştir.<br />

BlöfSîmâlar:<br />

Eşref‟te “Blöf Sîmâlar” üst başlığıyla yayınlanan 8 şiirden 7‟si <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟ya, 1‟i de<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟yı anlatan Celis‟e aittir. 1909 yılı Eylül ayı ile 1910 Ocak ayı içinde, Eşref‟in 39-<br />

49. Sayılarında yayınlanan şiirlerde, dönemin renkli kişilikleri <strong>ve</strong> durumları mizahî bakış<br />

açısıyla resmedilmiştir. İşlenen konular başlığa taşınmıştır:”Artist”, “Yeniler”,<br />

“Filozof”,”Şahabeddin Süleyman”, “Baha Tevfik”, “Sanat Loncası”. Başlıksız tek şiirin ithafı<br />

ipucu niteliğindedir:”Ricâl-i istibdat için”. İsmi <strong>ve</strong>rilmeyen filozofun, şiirdeki <strong>ve</strong>rilerle Rıza<br />

Tevfik olduğu anlaşılmaktadır. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, “Artist”i, tiyatroyla yakından ilgili Müfit<br />

Ratib‟e; “Yeniler” şiirini “eskiler”e; “Filozof”u “yeniler”e; “Şahabeddin<br />

Süleyman”ı “kendisi”ne; Baha Tevfik‟i “ahlakfürûşân”a ithaf etmiştir.<br />

2.1.3. Nefesleri<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, antoloji olarak hazırladığı <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri‟nde kendisine ait dört nefese<br />

yer <strong>ve</strong>rmiştir. Mahlası Ruhî‟dir.Ancak şiirlerin sahibi, kitapta,Derviş Ruhullah olarak<br />

gösterilmiştir. Nefesleri:<br />

“Hakikat şehrinde mana bağından”(s.24-25)<br />

“Vahdet bâdesiyle mestiz ezelden”(s.70-71)<br />

“Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra”(s.76-77)<br />

“Niyâz ehlindeniz zannetme zâhid”(s.86-87)<br />

Nefeslerde, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, gelenek doğrultusunda Allah, Hz.Muhammed <strong>ve</strong> Pîr <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong><br />

<strong>Velî</strong>’yi övmüş; Allah yolunda mücadele <strong>ve</strong>ren insanları yüceltmiştir. Hallâc-ı Mansûr, 4 nefesinde de<br />

anılmıştır. “Hakikat şehrinde...” <strong>ve</strong> “Niyaz ehlindeniz.....” ile başlayan nefeslerden ilkinde:<br />

<strong>ve</strong><br />

“Enelhak uğrunda çekilip dâra<br />

Can baş <strong>ve</strong>renlere Allah eyvallah”<br />

“Sözümüz mutlaka canana ait<br />

Enelhak çağırır sazımız bizim”


ile Mansûr’u hatırlatmıştır. “Vahdet bâdesiyle...” mısraıyla başlayan nefeste doğrudan isimle<br />

övmüştür:<br />

“Görmüşüz Mansûr’un kanlı dârını<br />

Anlatıp o dârın hak esrârını<br />

Dünyanın ukbanın bütün varını<br />

Bir çürük akçeye satanlardanız.”<br />

“Çekilmez....”le başlayan nefeste, yukarıda alıntı yaptığımız bir mısra aynen geçiyor. Onu,<br />

Mansûr’un ismini geçtiği mısra izliyor:<br />

“Enelhak uğrunda çekilip dâra<br />

Mansûr’un câmını çak da gel derviş!”<br />

Çokluğun “bir”de bütünleşmesi, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın bir nefesinde Osmanlıcılık idealinin etnik<br />

ayrımı reddeden politikasıyla bütünleştirilmiş olarak anlatılmıştır:<br />

“Birdir herbir millet meydanımızda<br />

<strong>Türk</strong>ümüz,kürdümüz,lâzımız bizim”<br />

İ.Zeki Eyüboğlu, A.<strong>Rıfkı</strong>’yı Derviş Ruhullah kimliğiyle, yaşadığı dönemin “ilginç ozanlarından”<br />

sayar. Onu “<strong>ve</strong>rimli, duygulu, güzel söyleyişli bir Alevî <strong>Bektaş</strong>i ozanı” olarak nitelendirmiştir.:<br />

“Vahdet badesiyle mestsiz ezelden<br />

Elest kadehinden tadanlardanız<br />

Nur alır çeşmimiz her bir güzelden<br />

Arıyız bala bal katanlardanız<br />

dizeleriyle başlayan akıcı, duygulu, özlü koşuğu bağlandığı geleneği yansıtıyor.<br />

Ruhullah bulmuşuz bu demde zatı<br />

Bir zatta seyrettik ism ü sıfatı<br />

Bir elden içtik ab-ı hayatı<br />

Kalmadı kışımız yazımız bizim<br />

dörtlüğü varlık birliğini, tanrısal özün bütün kişilerde görünüş alanına çıktığını anlatıyor. Ancak bu<br />

düşünceler de yeni değildir, yüzyıllarca önce söylenmiş, yazın tarihine geçmiştir.”


<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın şiirlerinde iki ana unsur var: Kendisi <strong>ve</strong> toplum. Her ikisinin içinde bulunduğu<br />

şartlara baktığında aynı kaderi görüyor: Sınırlanmışlık. Aşmak için gayret yok. Sadece, Edebiyat-ı<br />

Cedidecilerden devralınmış bedbîn iç çekişler, melankolik hüzünler var.Hüsrev Hatemi, <strong>Ahmet</strong><br />

<strong>Rıfkı</strong>’nın şiirlerinin genelinde bir “tezat”ın varlığına dikkat çekerek, tasavvuf felsefesi <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>îlik’le<br />

ilgili eserleri ile hiçlikten <strong>ve</strong> yokluktan söz eden kötümser şiirlerinin birbiriyle çeliştiğini belirtmiştir.<br />

Aynı çelişkiyi hem barıştan hem isyandan söz eden şiirlerin şairi olmasında da bulur.Bir ayrıntı olarak,<br />

şiirinde rakibi, “dik bıyıklı bir züppe” diye nitelendiren <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın Nâkus-ı Adem’in ilk sayfasında<br />

yer alan dik bıyıklı fotoğrafının da okuru şaşırttığını ifade etmiştir.<br />

2.2.ROMANI VE HİKAYE YAZARLIĞI<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın roman türünde yayınlandığı tesbit edilen tek romanı Hizmetçi Belâsı’dır.<br />

Yayınlanacağı belirtilen <strong>ve</strong> “millî roman” nitelemesiyle daha önce değindiğimiz listede yer alan “Hilâf-ı<br />

Tabiat”, kitaplaşmamış, tefrikası yarım kalmış bir eserdir.<br />

Münir Süleyman Çapanoğlu,Şefika, Sevgilimde Bir Gece, Katina, Damat Beyim Şık mı gibi<br />

romanları bulunan <strong>ve</strong> Sûdî Kütüphanesi sahibi olan Sûdî Süleyman (Sûdî Süleyman Himmetzade-<br />

Kırımlı)ın eserlerinin aslında Ahmed <strong>Rıfkı</strong> tarafından yazıldığını ileri sürmüştür:<br />

"Sûdî Süleymanof, (Şefika)dan sonra bir kaç kitap daha neşretti. O zamanlar çok tutmuş bir isim<br />

sahibi olan Vassaf Kadri ile müşterek bir eser yazdı. Fakat bu eserde onun bir satırı bile karışmamış, öteki<br />

kitapları da rahmetli şair A.<strong>Rıfkı</strong> yazmıştır."<br />

*Elif+ Ali ile birlikte yazdığı Gece Kuşları <strong>ve</strong> Vassaf Kadri ile birlikte yazdığı Ani Felaket gibi eserleri<br />

de bulunan; hakkında belli başlı kaynaklarda hemen hiç bilgi yer alamayan Sûdî Süleyman’ın ayrı bir<br />

inceleme konusu yapılarak, bu iddianın değerlendirilmesi kanaatindeyiz.<br />

2.2.1.Hizmetçi Belâsı<br />

Cemiyet Kütüphanesi tarafından 1912'de basılan Hizmetçi Belâsı'nın sonunda yazılış tarihi olarak<br />

"21 Kânûn-i sânî sene 327" kaydı vardır. Dış kapağında "millî <strong>ve</strong> fecî roman" ibaresi <strong>ve</strong> bir genç kız<br />

portresine yer <strong>ve</strong>rilmiştir. İç kapakta romanın muhtevası hakkında fikir <strong>ve</strong>ren bir tanımlama vardır:<br />

"Bire karşı dört<br />

Hayat-ı Kibârâne <strong>ve</strong> Aşk-ı Şebâbî, Esrarengiz entrikaları lisan-ı hakikatle söyleyen millî roman"


Roman, hizmetçi olarak girdiği evde iş<strong>ve</strong>siyle, evin erkeklerini cezbeden, herbiriyle diğerinin haberi<br />

olmaksızın ilişkiye giren <strong>ve</strong> hastalık bulaştıran bir genç kadının macerası üzerine kuruludur. “Hizmetçi<br />

Belâsı” başlığı, aynı zamanda,roman içinde kahramanlardan birinin, yaşananları özetlerken kullandığı bir<br />

sonuçtur:<br />

“Büyük belâ! Biz buna hizmetçi belâsı desek daha iyi olur...<br />

Deyince kahkahalar yan kamarayı doldurdu <strong>ve</strong> herkes:<br />

-Hizmetçi Belâsı ha! Çok güzel.. Hizmetçi Belâsı.<br />

Diyerek mâcerâ-yı sâbıka-i müşterekeyi hatırladılar.” (s.186)<br />

Popüler aşk romanlarının tipik bir örneği olan eserde, Hizmetçi Nihâl, aşıkları Şeydâ,<br />

Afîf <strong>ve</strong> Hasan ile genç kadını Reyhan Paşa ailesine tanıştıran Hoca Salime Hanım'ın temsilî<br />

resimleri de mevcuttur (s.8-9, s.24-25, s.40)<br />

Sıcak bir Temmuz günü hizmetçi kolcusu olarak ün salan Hatice Hanım'ın evine, Reyhan Paşa<br />

ailesinin yanında kalan Hoca Salime Hanım gelir <strong>ve</strong> hizmetçilerden yakınır. Ya “aşifte”, ya hırsız çıkan<br />

hizmetçilerden farklı, iffetli birini aramaktadır. Hatice Hanım, kocası sürgüne gönderilmiş, geçim<br />

sıkıntısı içinde olan Nihâl'i önerir. Nihâl'in hizmetçilik yapacağı Reyhan Paşa ailesinin üç bekâr oğlu<br />

vardır. Şeydâ, Afîf <strong>ve</strong> Resmî Bey'ler yeni hizmetçi kızdan hoşlanırlar. Özellikle Şeydâ ile Afîf'in<br />

rüyalarında artık Nihâl'den başkası yoktur. Erkeklere ayrı ayrı ilgi gösteren Nihâl'in iffetsizliğini<br />

farkeden Hoca Salime Hanım, bir gece rahatsızlanır <strong>ve</strong> felç olur. Yaklaşık üç ay sonra Hasan Bey, Nihâl<br />

hakkındaki asıl gerçeği öğrenir. O, aslında genelevden kaçan Sıdıka Hanım'dır. Şeydâ Bey, Nihâl'le<br />

evlenme düşüncesini ailesine açmış, tasvip görmediği halde ısrarını sürdürmüştür. Aile karşı<br />

çıkmaktan vazgeçmeyince Şeydâ <strong>ve</strong> Nihâl yalıdan haber <strong>ve</strong>rmeksizin ayrılmışlardır. Kısa bir süre sonra,<br />

Beyoğlu'nda zührevî hastalıklar doktoru Dr.Zartaryan'ın muayenehanesine, herbiri diğerinden<br />

habersiz <strong>ve</strong> hepsi de Nihâl'den hastalık kapmış olan üç erkek gelir: Afîf, Hasan, Resmî. Aradan 8 ay<br />

geçer. Hoca Salime Hanım ölmüştür. Şeydâ'nın Nihâl'le evliliği yolunda gitmektedir. Afîf ise hala<br />

Nihâl'i unutamamıştır. 1908 ağustosunda Afîf 4 yaşında bir çocuk babasıdır. Nihâl'in kocası Nafi<br />

sürgünden dönmüş <strong>ve</strong> Şeydâ aleyhine dava açmıştır.<br />

Romanın ikinci bölümü “Reyhan Paşa Ailesi”nde kahramanlar sırayla kişilik özellikleri <strong>ve</strong><br />

statüleriyle tanıtılmıştır. Reyhan Paşa ailesinin büyüğü <strong>ve</strong> Büyükhanımefendi olarak anılan kişi 65<br />

yaşındadır. Kocası ölmüştür. Yalıdan ya kızına ya tekkeye gitmek için çıkan, kendi halinde, insiyatif<br />

koymaktan uzak bir insandır. Olay akışında, evin saygı duyulan büyük hanımı olmak dışında rolü yoktur.<br />

Büyük oğlu Şeydâ, 42-45 yaşlarında, yüksek bir memuriyette görevli, ancak, göre<strong>ve</strong> gittiğini<br />

kimsenin görmediği bekâr bir insandır. İçine kapanıktır. Ortanca oğul Afîf, Robert Kolej’de okumuş, özel


dersler almış, çalışkan bir insandır. Şeydâ’yla pek anlaşamaz. Resmî evin en küçüğüdür. Şiir <strong>ve</strong> felsefeyle<br />

ilgilenir. Evin en “haşarı”, neşeli gencidir.<br />

Afîf’in en iyi anlaştığı Hasan Bey, Büyük Hanım’ın yeğenidir. Güngörmüş, hayatı fazla ciddiye<br />

almayan, kendini kurnaz bilen bir insandır.<br />

Bu, birbirinden mizaç <strong>ve</strong> statü olarak farklı dört erkeğin aralarındaki ortak nokta genç bir kadının<br />

iş<strong>ve</strong>sine yenik düşmüş olmaktır. Nihâl karşısında yaşadıkları <strong>ve</strong> birbirleriyle ilişkileri, ağırlıkla, diyaloglarla<br />

<strong>ve</strong>rilmiş; duyguların ayrıntılı çözümlemeleri yapılmamıştır.<br />

E<strong>ve</strong> hizmetçi olarak giren <strong>ve</strong> aileyi karıştıran Nihâl Hanım, 23 yaşındadır. İffetli, eşine sadık <strong>ve</strong><br />

paraya muhtaç, geçim derdindeki bir kadın olarak yalıya gelmiştir. Ancak, yaptıkları <strong>ve</strong> geçmişi bir süre<br />

sonra ortaya çıkar. Asıl ismi Sıdıka’dır <strong>ve</strong> hafifmeşrep biridir. Erkekleri cebedecek özellikleri vardır:<br />

“Nihal‟in kim olduğunu yakaladık.. Kadıköyü‟nde bir herif vardır hani ismine bir şey<br />

derler.. Canım nihanîzadeye mensuptur, <strong>ve</strong> onun başka işlerde de parmağı vardır. Rasim<br />

geçende ona bir iş sipariş etmiş, haber almak için herifin evine gitmiş. Sıdıka isminde bir<br />

kadının ortadan kaybolduğunu; bu kadının nihayet derecede hüsndâr, gayet zeki, şuh,<br />

musikîye aşnâ bir afet bulunduğunu orada oturan bir genç yana yakıla anlatıyormuş.” (s.141)<br />

Eserde, ayrıca, evin kızı Şazer Hanım, Nihâl’in yalıda çalışmasına aracı kadınlar Hoca Salime Hanım<br />

<strong>ve</strong> Hatice Hanım, ev halkı ile romanın sonundaki felakete işaret eden Dr.Zartanyan bütün bu ilişkiler<br />

ağının bir noktasında rol sahibi olarak yer almıştır.<br />

Hizmetçi Belâsı'nda olay başlangıcı 1907'de sıcak bir temmuz günüdür. Zaman hep ileriye dönük<br />

işletilerek 1908'de "inkılabdan onbeş yirmi gün sonra"ya rastlayan bir ağustos gününde kesilir. Düz olay<br />

örgüsünün tipik bir örneği olan eserde olayın gelişim halkaları, numaralandırılmış 12, numara <strong>ve</strong>rilmemiş<br />

3 olmak üzere 15 alt başlıkta toplanmıştır. Başlıklara bakarak, genel bir özete ulaşmak da mümkündür:<br />

Kolcu Kadının Evi; Reyhan Paşa ailesi; Hizmetçi Nihâl; Sarhoşluğun İfşaatı; Aşk İhtiyacı; Şeydâ Bey'in<br />

Sevdası; Göksu Seyranı; Casusluk faaliyeti; Afîf de aşık; Hasan Bey'in İfşaatı; Fırtına <strong>ve</strong> Buhran-ı His; Hazan<br />

Zamanı; Doktorun Muayenehanesinde; Düğün Gecesinin Keşfiyatı; Son Perde.<br />

1.-3. bölümler, olay başlangıcı olan Temmuz gününde,<br />

4.-11. bölümler, takip eden 20 gün sonra birbirini izleyen günlerde<br />

12.- yaklaşık üç ay sonra


Son iki bölüm de 8 ay sonrasından başlar.<br />

Birinci bölümde, eserin genelinde geri planda kalan Kolcu Hatice Hanım'la, Reyhan Paşa<br />

ailesinin yanında kalan Hoca Salime Hanım arasındaki konuşmalar vasıtasıyla, romanın üzerinde<br />

döneceği kişilere <strong>ve</strong> özellikle Nihâl'e ait ipuçları vardır. 2.<strong>ve</strong> 3. bölümlerde, hem Reyhan Paşa ailesi<br />

hem Nihâl geniş olarak tanıtılmıştır.<br />

Hakim anlatıcının kaleminden öğrendiğimiz olaylar, Nihâl <strong>ve</strong> yöresinden ayrılmayan üç erkeğin<br />

etrafında geliştiği halde, merkezî kişi Afîf'tir. Başlıklandırılmış bölümlerin genelinde olaylar, Afîf'i<br />

etkileyen boyutlarıyla karşımıza çıkar. Afîf'le ağabeyi Şeydâ konuşurken ilk kez Nihâl'le<br />

karşılaşırlar(3.bölüm); Şeydâ Bey'in Nihâl'le ilgisi ortaya çıkmıştır, ancak Hasan Afîf'in de ilgili olup<br />

olmadığını anlamaya çalışır(4.bölüm); Afîf bir sohbet gecesinin ardından geçmişte yaşadığı bir aşkı<br />

hatırlar(5.bölüm); Göksu gezintisine kardeşleriyle çıkan Afîf bir aşkı daha hatırlar(7.bölüm);Afîf'in Nihâl'e<br />

karşı duyguları(9.bölüm); Şeydâ Bey'in Nihâl'le ilişkisi Hasan'la Afîf'in sohbetinde anlatılır(10.bölüm); Afîf<br />

gece odasında Nihâl'i görür <strong>ve</strong> birlikte olurlar(11)......<br />

6.<strong>ve</strong> 8.bölümler Şeydâ Bey üzerine kuruludur. Roman boyunca Afîf'in tek rakibi de odur. Nihâl,<br />

bütün bölümlerde, olayları hızlandıran, aileyi zor duruma sokan kişi olmakla beraber fettan kişiliğinin<br />

vurgulanması dışında olaylar onun filtresinden sunulmamıştır. Erkeklerin bir kadın karşısındaki zaafının<br />

tahlili tercih edilmiştir.<br />

Hizmetçi Belâsı’nda bütün olaylar, dürüstlüğe <strong>ve</strong> samimiyete dayanmayan kadın-erkek<br />

ilişkilerindeki ahlakdışılığa dayanır. “Namus” kavramının kadın <strong>ve</strong> erkeği birlikte ilgilendirdiği beden<br />

namusu kadar beyin namusunun da önemli olduğu sezdirilmiştir. Bu eserde, birbiriyle iç içe, ama<br />

birbirini kolayca aldatabilen insanlar vardır. Namus etrafında, en önemli sosyal yara olarak, aile<br />

ortamlarına kadar sızan fuhuşa değinilmştir.<br />

Kahramanlardan biri, sohbet sırasında yakınır:<br />

“Fuhş, rezâili Beyoğlu‟nun, Galata‟nın fuhşânelerinde değil, mahalle aralarında,<br />

nâmûskâr örünen apartmanlarda; zarîf meskenlerde arayın.. Oralarda emin olun ki, o kadar<br />

çirkin <strong>ve</strong> şâyân-ı nefret levhalar, öyle mel‟un facialar görürsünüz. Zilletin, levsin bu kadar<br />

şen‟ilerne başka yerlerde tesadüf edemezsiniz...” (s.125)<br />

Yazar, mutantan konaklarda, zifaf gecesi gelinlerin kocalarından boşanmak zorunda kaldığını;<br />

sayfiyelerde, köşklerde haftanın beş-altı günü e<strong>ve</strong> gelmeyerek Beyoğlu gecelerinde eğlenen erkekleri<br />

eşlerinin beklemediğini; çünkü, onların da komşu evlerin delikanlılarıyla eğlendiğini anlatır.


Evin küçük oğlunun aşık olması şaşkınlık yaratınca, yeni kuşağın, okuduğu yabancı kitaplarla<br />

gözlerinin açıldığı vurgulanmıştır:<br />

“Ey kuzum...dedi. o senin dediğin şey eski zaman çocuklarında vardı, şimdikiler Fenk<br />

kitapları okuya okuya azıyor da vurgun esiliyor.” (s.77)<br />

vardır:<br />

Eserde kocası sürgüne gitmiş Nihal dolayısıyla jurnal sistemi <strong>ve</strong> sürgünlere de dokundurmalar<br />

“(...) Hoca Hanım kalfanın politikaya dokunacak sözler söyleyeceğini, çenesi<br />

açılacağını iyi bildiğinden ma‟hud (Yıldı) mesele-i kerimesinin <strong>ve</strong>rdiği bir havf-ı<br />

mütehâlikâne ile söze girişti.” (s.34)<br />

Konuşmalar arasına iğnelemelerin, tesbitlerin birer cümle ile de sıkıştırıldığı görülür:<br />

“Aman efendim...Ziyareti pek arzu ederim. Fakat zaman müsait değil malım ya...O<br />

dakika yazıyorlar..” (s.50)<br />

2.2.2. Hilâf-ı Tabiat<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>'nın 1908'de Eşref'te Baha Tevfik'e ithaf ettiği "Hilâf-ı Tabiat" adlı roman olarak düşünüldüğü<br />

kanaatini uyandıran, ancak konu edindiği eşcinsel ilişki dolayısıyla yarıda kestirilen bir tefrikası<br />

yayınlanmıştır.<br />

Nezih, bir akşam üstü okul çıkışı Direklerarası yönüne doğru kalabalığa karışır. Yolda okul arkadaşı<br />

Sermed'i görür. Sermed iki hafta raporludur, okula gelemeyeceğini söyler. Babasının Yemen'e görevle<br />

gidişini fırsat bilmiş, bir bahane bulup rapor almayı başarmıştır. Birlikte sohbet ederek yürürler.<br />

Sermed'le Nezih arasında, köşkleri birbirine yakın olduğu için çocuklukta başlayan iyi bir arkadaşlık bağı<br />

vardır <strong>ve</strong> sürmektedir. Ergenliklerinin ilk cinsel deneyimlerinde de ortaktırlar. Nezih üç yıl önce bir gece<br />

hizmetçileri Eleni'yle birlikte olmak isteyip de odadan kovulunca farklı arayışlara yönelmiştir.Sermed'in<br />

sürekli başaran, övünen yanı, Nezih'te gıptayla karışık tepki doğurmaktadır. Bir ara da köşklerinin<br />

civarında bulunan Pembe köşkteki iki bayanla bağ kurmuş, ancak kızlardaan birinin evlenmesi üzerine<br />

köşkle ilgilerini kesmek zorunda kalmışlardır. Sermed Beyoğlu'nda bir e<strong>ve</strong> devam etmiş, Nezih sakıncalı<br />

bulduğu için onun yolundan gitmemiştir. Sermed'in odasında masasında gördüğü Şâdân'ın fotoğrafı<br />

Nezih'e onunla ilişkisini hatırlatır. Şâdân'la samimiyeti okulda herkesin dikkatini çekmiş, dedikodulara yol<br />

açmıştır. Sermed, Nezih'i bir akşam bir eğlence yerine götürür. İçki içer, şarkı dinler <strong>ve</strong> çıkarlar.


Eşcinsel eğilimleri üstü örtülü biçimde sezdiren bu yarım kalmış tefrikada, Nezih, Şâdân <strong>ve</strong><br />

Sermed'e karşı aşırı sevgisiyle sunulmuştur. Sermed'e karşı tavrı:<br />

"Ah! Bu Sermed onu meçhul bir zincir-i râbıta ie, mübhem biir mıknatısıyet-i muhabbetle nası<br />

kendisine rabt etmişti? Her zaman bu hoppa çocuğun bütün söyediklerine bir inkıyad-ı müte<strong>ve</strong>kkilâne ile<br />

baş eğiyor <strong>ve</strong> onun siyah bir daire-i müjgân ile muhat, esrârengiz <strong>ve</strong> mütehakkim gözlerinin huzur-ı<br />

istibdâdında her şeye razı olmaya her söylediğini kabul etmeye mahkum oluyordu." (s.6)<br />

Şâdân'la arkadaşlığı ise dedikodulara da yol açan aşırı samimiyetle "hilâf-ı tabiat" bir çizginin<br />

eşiğine gelmiştir. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>, bu samimiyetin özetini yaptıktan sonra, toplumda Nezih gibi çok genç<br />

bulunduğunu <strong>ve</strong> bu eğilimin yaygınlığını ifade eder. Kaynaklarını ararken geleneksel Osmanlı kültürünü<br />

<strong>ve</strong> divan edebiyatını gözardı etmez:<br />

"Bunun önüne durulamaz, çünkü: Esbâbı eski âdât-ı muaşeret ile edebiyat-ı kadîmenin memlekete<br />

ektiği (muhabbet-i gulâm) tohumlarıdır, gençler ise bir otomat gibi bîvukûf <strong>ve</strong> bîidrâk muhîtin bu sümûm-<br />

ı kahhâriyle zehirleniyorlar. Şiirde bu bû-yi girye iştişmam olunuyor.” (s.7)<br />

Müzikte, muhabbetnâmelerde, eski hikâyelerde eşcinselliği açığa çıkaracak çok sayıda örnek<br />

bulunduğuna işaret eder. Kitaplardan hayata taşınan bu malzemeyi gençlerin geleceği açısından<br />

sakıncalı bulmaktadır:<br />

“Musıki nağmelerinden medâyih-i gılmân duyuluyor, inşâ kitaplarının muhabbetnâmelerinde,<br />

eski hikâyâtın sahaif-i mülev<strong>ve</strong>sesinde hep bu mesleğin kerâhetleri; hep bu levsâlûd, müteaffin tarîk-i<br />

ihtirâsın sırıtkan edebsizlikleri çalkalanıyor, sokaktan geçen gençlere, müştak <strong>ve</strong> muhteris nazarlar rekz<br />

olunuyor, kıraathânelerin muhit-i rezâilinde sekiz on edebsizin bütün meşgûliyeti; gençlerin nâmuskâr <strong>ve</strong><br />

ciddî çocukların aleyhinde plan tertip etmekle geçiyor, <strong>ve</strong>lhasıl bu muhitin herşeyi bir buhar-ı mît ifrâz<br />

ediyor, teneffüs edenleri zehirliyor, hayatlarını hırçın, mülev<strong>ve</strong>s bir şeh<strong>ve</strong>tle harâb eyliyor, önüne<br />

durulmuyor <strong>ve</strong> durulmuyordu.” (s.7)<br />

Sermed’in "pek şen, hevaî mizac” çizildiği, Nezih’in sakin tabiatının vurgulandığı metnin<br />

yayınlanmış bölümünde, şahıslara ilişkin çözümlemeler yapılmamış; okur, ilgi çekici bir konuya, doğrudan<br />

olayların aktarımıyla sokulmak istenmiştir.<br />

2.2.3. Alemdar'da Yayınlanan Hikâyeleri<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın, Anadolu'da geçen yedi yıllık sürgünün ardından İstanbul'a döndüğünde,<br />

"Anadolu Hikâyeleri" yan başlığıyla kaleme aldığı iki hikâyesini de 1921 tarihli Alemdar sayfalarında tesbit<br />

ettik. Her iki hikaye de <strong>Türk</strong>men köylerinde geçen yaşantılar üzerine kuruludur.


"Sündüs'ün Mersiyesi", Kızılırmak yakınlarındaki Babaoğlu adlı bir <strong>Türk</strong>men köyünde geçer. Soğuk<br />

kış günlerinden birinde anlatıcının da içinde bulunduğu sekiz on kişi kendi arasında eğlenmektedir.<br />

Seksenlik ihtiyar Murtaza Kâhya, arada gözyaşını tutamayarak Kara<strong>ve</strong>linin oğlu Süleyman'ın başına geleni<br />

anlatır. Süleyman dört gün önce silahını alır, atına biner <strong>ve</strong> İşhan Çayı'na gider. Haramî Deresi<br />

yakınlarında, önüne bir müfreze çıkar. Müfrezenin “teslim ol” çağrısına aldırmayınca çatışma çıkar.<br />

Süleyman ölür. Henüz dört aylık evlidir. Eşi yastadır. Murtaza'nın anlattıkları neşeli ortamı üzüntüye<br />

boğar. Anlatıcı dört ay önceki günler süren düğünü düşünerek üzülür. Ertesi sabah, Murtaza Kâhya<br />

çıkagelir. Anlatıcıyı alarak Süleyman'ın evinin önüne getirir. Kapıda Süleyman'ın atı <strong>ve</strong> onu okşayarak<br />

ağlayan Sündüs'ü görürler. Sündüs onları farkedince bir köşeye oturur. Yanına toplanan kadınlarla birlikte<br />

ağlaşırlar.<br />

"<strong>Türk</strong>men Aşkı" hikâyesinde ise yine askerden kaçan bir bey oğlu konu edilmiştir. Bir <strong>Türk</strong>men<br />

köyünde yaşayan Alişan, aşiret reisi Kahraman Bey'in oğludur. Bir erkek kardeşi cezaevinde yatmaktadır.<br />

Kahraman Bey'in herkesten çok sevdiği bu ondokuz yaşındaki delikanlı, köyün kızlarının ilgisini<br />

çekmektedir. Ancak o, çiftliklerinde çalışan Hüseyin Efe'nin kızı Meryem'e aşıktır. Çataldağ yaylasına göç<br />

hazırlığını tamamlayan <strong>ve</strong> yola çıkan üçyüzelli kişilik aşiretin başında Alişan vardır. Sekiz saatlik bir<br />

yolculuğun ardından Çataldağ'a gelinir. Yemek zamanı kendisini çağırmaya giden Meryem'e geceyarısı<br />

için beklediğini söyler. Dörtbuçuk ay sonra, sıcak bir yaz günü kasabaya jandarma gelerek 314<br />

doğumluların silah altına alınacağını söyler. Aşiretten 7-8 kişiyle beraber Alişan da buna dahildir.<br />

Kahraman Bey, jandarmayı o gece ağırlamayı, sabah da oğlunu <strong>ve</strong> diğerlerini teslim etmeyi önerir.<br />

Jandarma kabul eder. Ancak gece Alişan <strong>ve</strong> arkadaşları çiftlikten kaçar. Bir ara kendilerini bir atlının takip<br />

ettiğini farkeder <strong>ve</strong> kaygıyla beklerler. Gelen, erkek kılığına girmiş Meryem'dir.<br />

Konular etrafındaki birçok ayrıntıda benzerlik dikkati çekiyor: Süleyman, önüne çıkan<br />

müfrezeden kaçmaya çalışır; Alişan <strong>ve</strong> arkadaşları silah altına alınmamak için jandarmaya teslim<br />

olmaktansa kaçmayı tercih eder. Süleyman'ı dört aylık eşi Sündüs, eşinin ardından herkesi<br />

duygulandıran ağıtlar yakar, ona sevgisini ifade eder. Meryem, Alişan’sız olmaktansa onun kaçak<br />

hayatına ortak olmayı tercih eder <strong>ve</strong> ardısıra gider. Süleyman da Alişan da <strong>Türk</strong>mendir, çevrelerinde<br />

sevilirler. Ancak iki hikâyede de devletle barışık olmayan kahramanlar düşündürücüdür.<br />

Sündüs'ün Mersiyesi düz olay örgüsüne örnektir. 24 saatlik bir zaman dilimi içinde kronolojik<br />

olarak olay akışı gerçekleşir. Geriye doğru iki hatırlama vardır. İlki, Murtaza Kâhya'nın, sohbeti<br />

Süleyman'ın başından geçenlere yönlendirmesi <strong>ve</strong> olayı anlatmasıyla gerçekleşir. İkincisinde anlatıcı<br />

Süleyman'ın dört ay önceki düğününü hatırlar. Ancak iki hatırlanan zaman da hikâyenin kronolojik<br />

yapısını bozmaz.


Anlatıcı 1.tekil kişidir. Hikâyesinin merkezine, kendini değil Süleyman'ı koyduğu <strong>ve</strong> bizzat<br />

gözlemleri <strong>ve</strong>ya kendisine anlatılanlar etrafında anlattığı için, kahraman anlatıcıdan çok gözlemci anlatıcı<br />

konumundadır. Bakış açısı da bu çerçe<strong>ve</strong>de hikâyenin yapısını şekillendirmiştir. Hikâyenin başında<br />

içkileriyle birlikte neşeli bir kış gecesi geçirmek üzere toplanan anlatıcı <strong>ve</strong> sohbet arkadaşları yer alır.<br />

Dillerinde "şuh <strong>ve</strong> şirin bir koşma" yahud bir divan parçası vardır. Hikâyenin sonunda o kaygısız neşeli<br />

hava yerini Sündüs'ün acısına bıraktığı için şen nağmeler yerini ağıta bırakmıştır. A.<strong>Rıfkı</strong>, koşma <strong>ve</strong><br />

divandan birer dörtlük, mersiyeden de 3 beşlik <strong>ve</strong>rmiştir. Başlıkta ifade edilen <strong>ve</strong> hikâyenin sonunda da:<br />

"(...)şunları zaptedebildim ki hakiki <strong>ve</strong> samimi bir <strong>Türk</strong>men şiiri müteellim bir kalbin nâle-i yes ü<br />

matemi olarak hala tekrar eder dururum"<br />

dediği Sündüs'ün mersiyesinin son beşliği:<br />

"Dört aylık sevişme...Sonra ayrılık...<br />

Bir yezid kurşunla devrildin yazık!...<br />

Sensiz yaşamanın zevki yok artık!<br />

Sarı çiçek gibi boynum büküldü,<br />

Hicran zehirleri kalbime döküldü...."<br />

<strong>Türk</strong>men Köyü de düz olay örgüsünün tipik bir örneğidir. Dörtbuçuk ay arayla iki ayrı zaman<br />

diliminde Alişan'ı at üstünde bir <strong>Türk</strong>men yiğiti olarak görüyoruz. İlkinde obasını toparlayan öncülüğünü<br />

yapan, yüreğinde Meryem'i olan Alişan, ikincisinde jandarmadan kaçan Meryem'i arkasından gelen<br />

Alişan var. Hikâye 3.kişi ağzından hakim bakış açısıyla anlatılmış. Merkezî kişi Alişan'dır.<br />

Her iki hikâyede de <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’nın şiirlerinde koruduğu yalın kelime kadrosu öne çıkar. Kısa<br />

cümlelerle olaylar ortaya koyan yazar, bir iki cümleyi geçmeyen tasvirlere sadece mekan, zaman<br />

tesbitlerini yapmak amacıyla yer <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Mustafa Kemâl Üni<strong>ve</strong>rsitesi Öğretim Üyesi<br />

(DEVAM EDECEK)<br />

Turgut Çeviker, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>-Karşı, Adam Yay.,İstanbul, Ocak 1993, s.1-19; “<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>”,<br />

Gazete Pazar, 4 Mayıs 1997,s.67; Ferit Öngören, “Hain <strong>Rıfkı</strong>”, Yeni A, Nr.7, 1 Ekim<br />

1972, s.11


Münir Süleyman Çapanoğlu,”Baba <strong>Rıfkı</strong>-1:Hayatı”, Yeni Yol, Nr.3, 4 Mart 1942 ,s.5<br />

Fatma Tabende Doğu‟nun babası hakkındaki bilgi isteğini tam karşılayamayan<br />

Tepedelenlioğlu A.<strong>Rıfkı</strong>'ya<br />

Sakallı <strong>Rıfkı</strong> lâkabını Bab-ı Ali'nin taktığını belirtir. [Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu,<br />

“Sakallı<br />

<strong>Rıfkı</strong> Kızı Tabende”,Yeni İstanbul, 4 Ocak 1969]<br />

Fatma Tabende Doğu, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın Biyografisi, daktilo metin<br />

Cahit Öztelli, <strong>Bektaş</strong>î Gülleri, <strong>Bektaş</strong>î-Alevî Şiirleri Antolojisi, Özgür Yay., İstanbul,<br />

1985,2.basım,s.367<br />

Ziya Şakir, <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri, Tasvir Neşriyat, İstanbul, tarihsiz,s.100<br />

Sadeddin Nüzhet Ergun, <strong>Bektaş</strong>î-Kızılbaş Alevî Şairleri <strong>ve</strong> Nefesleri (19 uncu Asırdan<br />

Beri), C.3,<br />

Maarif Kitaphanesi, İstanbul, tarihsiz,s.278<br />

Turgut Koca, <strong>Bektaş</strong>î Nefesleri <strong>ve</strong> Şairleri (13.Yüzyıldan 20.Yüzyıla Kadar), Maarif<br />

Kitabevi, İstanbul,<br />

1990, s.714<br />

Doğu, daktilo metin.<br />

Münir Süleyman Çapanoğlu, "Baba <strong>Rıfkı</strong> 1-Hayatı", Yeni Yol, Nr.3, 4 Mart 1942, s.6<br />

-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı Gelsinler Istedikleri Bilgiyi <strong>ve</strong> Kitaplarını Göstereyim Diyor",?<br />

Yücebaş, Hiciv <strong>ve</strong> Mizah Edebiyatı Antolojisi, Milliyet Dağ.,İstanbul,1976,3.baskı,s.504<br />

Ziya Şakir, s.100; Ergun, s.278<br />

Çapanoğlu, s.6<br />

Fatma Tabende Hanım'la 29.5.1996 tarihli ilk görüşmemiz.<br />

Taha Toros‟un özel arşivinde, 51 numaralı dosyada yer alan mektubu Leyla isimli bir bayan<br />

bulmuş.<br />

Bu tarihsiz mektubu tekrar kaynak olarak göstermek gerektiğinde "Samsun mektubu"<br />

şeklinde<br />

belirteceğiz. Üzerindeki adres:Yeni Cami Mah.Nr.12 Ladik/Samsun<br />

Fatma Tabende Doğu, Samsun mektubu,tarihsiz


Doğu, daktilo metin<br />

Tabende Doğu, ilk görüşmemizde, <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın hayatını tek cümlede özetlerken: "Babam şaşaalı<br />

yaşadı, sefalet içinde öldü." demiştir.<br />

Doğu, daktilo metin<br />

Fatma Tabende Hanım, amcası İzettin Bey‟in Cumhuriyet dönemi valilerinden olduğunu <strong>ve</strong><br />

1935 yılında<br />

Muş valisi olarak görev yaptığını belirtiyor. Muş‟la ilgili kaynaklarda bu bilgiyi<br />

doğrulayacak bir ize<br />

rastlamadık. 1929-1980 arasında Muş‟ta görev yapan valileri görev süreleriyle birlikte <strong>ve</strong>ren<br />

ansiklopedi maddesinde, isimler içinde “İzzettin “ yer almamıştır.[-,“Muş”,Yurt<br />

Ansiklopedisi, C.8, Anadolu Yayıncılık, 1982-83,s.6000<br />

"Rafet Canıtez: <strong>Türk</strong> yönetici <strong>ve</strong> siyaset adamı (Bursa 1880-Ankara 1946) Mekteb-i<br />

Mülkiyeyibitirdi (1903). Kaymakamlık, valilik yaptı. Osmanlı meclisi mebusanında<br />

Bursa mebusu olarak yer aldı (1912-1918). Kurtuluş savaşının ilk günlerinde Anadoluya<br />

geçerek Adana valisi oldu (1922-1923). Bursa millet<strong>ve</strong>kili olarak TBMM'ye girdi<br />

(1923-1946). Bu süre içinde TBMM başkan <strong>ve</strong>killiği, Ali<br />

Fethi Okyar hükümetinde imar iskan <strong>ve</strong> mübadele bakanlığı<br />

(1924) yaptı."[“Canıtez Rafet”,Meydan Larousse, c.4, 1986, s.2168]<br />

Çapanoğlu,"Baba <strong>Rıfkı</strong>",s.6<br />

Çapanoğlu,s.6<br />

Doğu, daktilo metin; Çapanoğlu,s.6<br />

Evin Doğu, Esin Doğu, Dr.Füsun Doğu, Diş Dr.Figen Doğu<br />

Doğu, daktilo metin; Yücebaş, s.504<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,“Boğuk Eninler”,Nâkus-ı Adem, Manzûme-i Efkâr Mat., İstanbul, h.1329/1911, s.20;<br />

Eşref ,<br />

Nr.26, 27 Ağustos 1325/1909,s.4<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Fikrimin Semâlarında”, s.18<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Anarşistler",20.Asırda Zeka, Nr.12, 6 Ağustos 1328/1912,s.214<br />

Dr.Yücel Aktar, İkinci Meşrutiyet Dönemi Öğrenci Olayları(1908-1918), İletişim Yay.,<br />

İstanbul, 1990,<br />

s.75<br />

Aktar,s.75


Aktar,s.76<br />

Burhan Felek, "Geçmiş Zaman Olur ki..Baba <strong>Rıfkı</strong>: İhtilalci Bir Şair",s.11<br />

Hüsrev Hatemi, "Sosyalist <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>î Şair: <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey", Dergâh, Nr.21, Kasım 1991,<br />

s.10<br />

Çapanoğlu’nun Yeni Yol’da <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’yı tanıtan yazısı, yazarın ifadesinden anlaşıldığı haliyle, birkaç<br />

sayıya uzayacağı düşünülmüş bir hacimdedir. Devamı getirilseydi, yakın bir dostun ağzından<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>’yı daha ayrıntılı tanıma imkânı doğmuş olacaktı. Yazının da derginin de devamı<br />

getirilememiştir. Burhan Felek’in Tabende Doğu’ya <strong>ve</strong>rdiği şifahî bilgiye göre, Yeni Yol’un<br />

kapatılması <strong>Rıfkı</strong>’yla ilgili yazı dolayısıyladır. Yazı çıktığı zaman özellikle Yusuf Ziya Ortaç kızmış<br />

<strong>ve</strong> diğer nüshalar yayınlanmamıştır.<br />

Tarık Zafer Tunaya, <strong>Türk</strong>iyede Siyasi Partiler, C.2, Hürriyet Vakfı Yay.,1986, s.178<br />

Tunaya,s.178<br />

Tunaya,s.178;s.255<br />

Tunaya,s.255<br />

Tunaya,s.255<br />

Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İhsan Gümüşayak Mat., İzmir, 1955, s.77-78<br />

Fethi Te<strong>ve</strong>toğlu, <strong>Türk</strong>iyede Sosyalist <strong>ve</strong> Komünist Faaliyetler 1910-1960, Ankara,<br />

1967,s.63<br />

İştirak, Nr.3, 27 Şubat 1325/1910, s.42<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “Nara-i İkaz”, İnsaniyet, Nr.1, 18 Teşrîn-i sânî 1326/1910, s.3;Nâkus-i Adem,s.31-<br />

33<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Kızıl Sancak”, İştirak,Nr.8,19 Ağustos 1328/1912,s.3<br />

Tunçay, <strong>Türk</strong>iyede Sol Akımlar 1908-1925, Bilgi Yay., İstanbul, 1978,s.60; Te<strong>ve</strong>toğlu,s.63<br />

A.Cerrahoğlu,<strong>Türk</strong>iye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı,İletişim Yay., 1994,s.348<br />

Çapanoğlu, <strong>Türk</strong>iye’de Sosyalizm Hareketleri <strong>ve</strong> Sosyalist Hilmi, Pınar Yay., İstanbul,<br />

1994, s.76<br />

“Nara-i İkaz”,s.33<br />

Çapanoğlu,"Baba <strong>Rıfkı</strong>",s.5


Refii Cevat Ulunay,Menfâlar/Menfîler Sürgün Hatıraları, İstanbul, Arma Yay.,1999,s.76<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın bu şiirin yazıldığı dönemdeki bir fotoğrafı Nâkus-ı adem <strong>ve</strong> <strong>Bektaş</strong>i Sırrı<br />

kitaplarının iç kapağında yer almıştır.<br />

Celis,”Blöf Sîmâlar:6-A.<strong>Rıfkı</strong>”,Eşref,Nr.46,14 Kânûn-ı sânî 1325/1910,s.3<br />

-,“İlan”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.10,1 Nisan 1326/1910,s.10<br />

-,"Ayine-i Devran:Laklakiyat",Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Nr.11, 5 Nisan 1326/1910,s.2<br />

Ziya Şakir,s.100<br />

Ulunay,s.157-158<br />

Münir Süleyman Çapanoğlu, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri, Garanti Mat.,İstanbul,<br />

1970,s.90<br />

Münir Süleyman Çapanoğlu,Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong>, Hür <strong>Türk</strong>iye Mecmuası Yay.,<br />

İstanbul, 1960,<br />

s.12<br />

Ser<strong>ve</strong>r İskit, <strong>Türk</strong>iye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, Devlet Basımevi,<br />

İstanbul, 1939,<br />

s.118<br />

-,"Gazetemiz Aleyhine Dava", Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Nr.16, 22 Nisan 1326/1910, s.3<br />

-,"Sermuharririmizin Muhakemesi", Yeni Ge<strong>ve</strong>ze, Nr.22, 13 Mayıs 1326/1910,s.3<br />

Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, C.9, s.5370-5374<br />

Çapanoğlu, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri.s.120<br />

Çapanoğlu,s.92<br />

Çapanoğlu,s.122<br />

Züğürt, Nr.1, 1 Mart 1327/1911,s.1<br />

Gündüz Artan,Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri(Tanzimattan Günümüze), <strong>Türk</strong><br />

Kütüphane-<br />

ciler Derneği İçel Şubesi Yay.,1994,s.24<br />

Çapanoğlu,s.124<br />

Çapanoğlu, Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong> ,s.12


Perde,Nr.1,21 Teşrîn-i sânî 1327/1911<br />

Perde,Nr.5, 12 Kânûn-ı ev<strong>ve</strong>l 1327/1911<br />

Kirkor,” Mecbûrî Bir Cevab”,Perde,Nr.2, 26 Teşrîn-i sânî 1327/1911<br />

İlan, 20.Asırda Zeka, Nr.10, 9 Temmuz 1328/1912,s.156<br />

Çapanoğlu, Basın Tarihimizde Mizah Dergileri ,s.120<br />

Çeviker,s.22<br />

-,"Eşek Gazetesi", Piyano,Nr.11, 25 Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l 1326/1910, s.4<br />

Çapanoğlu,s.114-115<br />

Çapanoğlu,s.114-115<br />

Çapanoğlu,s.116<br />

Çapanoğlu,s.116<br />

Şemsettin Kutlu, "Meşrutiyet Devrinde Mizah Gazeteleri", [Hilmi Yücebaş, <strong>Türk</strong><br />

Mizahçıları,<br />

Nüktedanlar, Şairler, Orhan Mete Mat., İstanbul, 1958, s.24]<br />

Koçu,s.5371<br />

Baha Tevfik'in yılmadan Malum, Kibar, Alafranga, Eşek gibi biri kapandıkça diğerini<br />

çıkardığı dergiler <strong>ve</strong><br />

benzerleri karşısında hükümet tavır koyar:"Fakat bir gün hükümet bu gazetelerin hepsini<br />

birden kapattı <strong>ve</strong><br />

bir daha böyle münasebetsiz isimlerle gazete imtiyazı <strong>ve</strong>rilmemesi için matbuat<br />

müdüriyetine emirler<br />

<strong>ve</strong>rdi."[Çapanoğlu,s.117]<br />

Aktar,s.97<br />

Fatma Tabende Doğu’nun <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre, Kastamonu taraflarında edebiyat dünyasına da tanıdık,<br />

Tahir Karaoğuz adlı bir asker tarafından yakalanırlar. Sonra onu etkisiz hale getirmeyi başararak<br />

silahıyla birlikte bir ağaca bağlarlar. <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın bir <strong>Bektaş</strong>î sıfatıyla öldürmenin karşısında<br />

olduğu bu hadiseyi, asker unutmaz. Yıllar sonra, Münir Süleyman Çapanoğlu vasıtasıyla Fatma<br />

Tabende Doğu’nun izini bulan Tahir Karaoğuz, bağ kurarak gıyaben teşekkür eder. 1960'lı<br />

yıllarda Tabende Doğu’nun bir Topkapı ziyareti sırasında tesadüfen karşılaşırlar. Tahir Karaoğuz<br />

o dönemde sarayın arşivinde görevlidir.


Tunaya,s.350<br />

Hilmi Yücebaş, Ulunay Hayatı Hatıralar Eserleri, Arkın Dağıtım Limited Şrk., İstanbul,<br />

tarihsiz, s.4<br />

Ulunay, s.96<br />

Ulunay,s.113<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, "Unutulmuş Simalar: Konyalı Şakir Dede", Alemdar, Nr.754-3054, 22 Ka.sani<br />

1337/1921<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Kendi Ölümüme Tarih”,daktilo metin<br />

Göztepe, Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke<br />

Gayyasında, Sebil Yay., İstanbul, 1969,s.406 s.420<br />

Göztepe,s.421<br />

Göztepe,s.422<br />

Göztepe,s.443<br />

Tunaya,s.576<br />

Tunaya,s.577<br />

Tunaya,s.579<br />

Tunaya,s.579<br />

Tunaya,s.592; Ayrıca bir başka belgeyi içeren bilgiyi de, ihtiyatlı olarak <strong>ve</strong> <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong><br />

dışında biri<br />

de olabileceğine ihtimal <strong>ve</strong>rerek aktarma gereği duyuyoruz. "Mahrem" ibaresiyle<br />

gönderilen yazı<br />

cemiyet mensuplarından Mehmet Tevfik Baba'ya hitaben yazılmış bu belgede, 19 Eylül 37<br />

Pazartesi<br />

günü Dergâh-ı Mualla'ya gidileceği <strong>ve</strong> "ihya-yı yevm" olunacağı haber <strong>ve</strong>rilmekte,<br />

buluşulacak yer <strong>ve</strong><br />

saat tayin edilmektedir. İmza kısmında “Bendei bab bai Bismillah 1.<strong>Rıfkı</strong>” ibaresi yer<br />

almaktadır.<br />

Ziya Şakir,s.100; Sadeddin Nüzhet Ergun,s.278; Cahit Öztelli,s.367 ;<br />

İsmet Zeki Eyüboğlu, Alevî-<strong>Bektaş</strong>î Edebiyatı, Dergâh Yay., İstanbul, 1991, s.326 vb.


Doğu, daktilo metin<br />

Göztepe, Taşkışla ortamını ayrıntılı biçimde tasvir etmiştir:"Çepeçevre <strong>ve</strong> kat kat telörgülerile<br />

çevrilen <strong>ve</strong><br />

bir İngiliz piyade alayının muhafazası altında bulunan Taşkışla, Hürriyet <strong>ve</strong> İtilafçılar için<br />

adeta imtiyazlı<br />

bir mevki halini almıştı. Mesela Hürriyet <strong>ve</strong> İtilaf Fırkasına kaydolunmağa lüzum<br />

görmemiş, fakat fırka<br />

haricinde muhalif olarak tanınmış bir takım adamların Taşkışla'ya iltica edebilmeleri için<br />

fırka reisinin<br />

teskiye <strong>ve</strong> şahadetini İngilizler şarrt kılmışlardı. Bu yüzdendir ki başından korkan <strong>ve</strong><br />

kaçmağa karar <strong>ve</strong>ren<br />

birçok kişiler Hürriyet <strong>ve</strong> İtilafçıların tahrikiyle İngilizler tarafından kışlaya kabul<br />

edilmemişler <strong>ve</strong> bunlar<br />

büyük bir can korkusu içinde sokaklarda kalmışlardı."[Göztepe,s.459]<br />

Refik Halit Karay, hatıralarında kendisinin de Taşkışla'ya gittiğini ama fazla duramadan orayı<br />

terkettiğini<br />

anlatır.[Minelbab İlel Mihrab, İnkılab <strong>ve</strong> Aka Kitabevi, İstanbul,1964,s.223<br />

Göztepe,s.460<br />

Göztepe,s.460<br />

Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Gurbet Cehenneminde, Sebil Yay.,<br />

Garanti<br />

Mat., tarihsiz, s.43<br />

Göztepe,s.47-49<br />

Göztepe,s.49<br />

Doğu,daktilo metin<br />

Fatma Tabende Doğu „yla 29.5.1996 tarihli görüşmemiz.<br />

-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı.."<br />

Doğu, daktilo metin<br />

Fatma Tabende Doğu‟yla 29.5.1996 tarihli görüşmemiz


Felek,s.11<br />

Derginin Ankara‟da Milli Kütüphane‟de yalnızca bir sayısı bulunmaktadır.<br />

Samsun mektubu,tarihsiz<br />

-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı...."<br />

Doğu, daktilo metin<br />

Tabende Doğu, görüşmemizde, Batı Trakyalı <strong>Türk</strong>lerin babasının ölüsüne dahi sahip<br />

çıkmadıklarından yakınmıştır. Bu yakınma, Burhan Felek'in yazısında da yer alır.<br />

Basılı olmayan bu, daktilo metin, kızı Fatma Tabende Doğu‟da.<br />

Doğu‟nun Münir Süleyman Fatma Tabende Çapanoğlu'na yazdığı 6.8.1953 tarihli mektup<br />

Bu bilgi, Tabende Hanım'ın Samsun mektubunda da mevcuttur.<br />

Kaynaklar arasında kullandığımız “<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong> Bey'in biyografisi, daktilo metin” de Nezahat<br />

yerine<br />

Nimet geçmektedir. Ancak, Fatma Tabende Doğu, sürekli “Nezahat” adını vurguladığı<br />

için, Nimet adının<br />

yanlışlıkla geçtiğini düşünüyoruz.<br />

Doğu, daktilo metin<br />

Elinde yalnızca, bir örneği Taha Toros'un 51 numaralı arşivinde de bulunan <strong>ve</strong> ölümünden<br />

kısa bir süre önce çekilmiş olan bir fotoğraf kalmıştır.<br />

Doğu, daktilo metin<br />

Çapanoğlu'nda <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'dan bahseden bölüm bir cümleden ibarettir. Eskiden bazı Yahudi<br />

meyhanelerinde erikten rakı çekildiğini, en iyisini de Kuzguncuk'ta Moiz isimli bir<br />

yahudinin yaptığını, "kırk yıl ev<strong>ve</strong>l" bazı yazar <strong>ve</strong> gazeteci arkadaşlarıyla Moiz'in<br />

yaptığı erik rakısını içmeye gittiklerini anlatan Çapanoğlu, bu erik rakısı dostları<br />

arasında <strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'yı unutmaz. [Münir Süleyman Çapanoğlu, "Eriğin İrisi", Hafta,<br />

C.8 Nr.196, 26 Haziran 1953,s.27]<br />

Doğu, daktilo metin<br />

Refik Halit Karay‟ın Fatma Tabende Doğu‟ya yazdığı mektubun fotokopisi<br />

Doğu,daktilo metin<br />

Atilla Özkırımlı,Alevilik-<strong>Bektaş</strong>ilik Edebiyatı,Cem Yay.,İstanbul, 1985,s.314; Koca,s.714;<br />

İsmail


Özmen, Alevi-<strong>Bektaş</strong>i Şiirleri Antolojisi,C.5,Saypa Yayın Dağıtım,Ankara,1994,s.169;<br />

Ali<br />

Yıldırım,Başlangıcından Günümüze Alevî <strong>Bektaş</strong>i Deyişleri-2,Ayyıldız,Ankara<br />

1995,s.309;”Derviş<br />

Ruhullah”,Dergâh <strong>Türk</strong> Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ansiklopedisi,C.2,İstanbul, s.262<br />

Sadeddin Nüzhet, Derviş Ruhullah'ın hayatı hakkında "malumata tesadüf edemediği"ni belirttikten<br />

sonra Ziya Şakir'in bilgisini aynen tekrarlar. Bilgi tekrarı Atilla Özkırımlı, Turgut Koca, İsmail<br />

Özmen, Ali Yıldırım, Cahit Öztelli vb. yazarların hazırladığı antolojilerde hemen hemen aynı<br />

ifadelerle karşımıza çıkmıştır.<br />

-,"Derviş Ruhullah'ın Kızı..."<br />

Vasfi Mahir Kocatürk,Tekke Şiiri Antolojisi, <strong>Türk</strong> Edebiyatında Dini <strong>ve</strong> Tasavvufi<br />

Şiirler,<br />

Edebiyat Yay.,Ankara,1968,2.baskı,s.557<br />

Edib Harabi(1853-1915) :”İstanbulludur. Adı <strong>Ahmet</strong>.Bahriye idaresinde memurdu. Son çağın<br />

en değerli <strong>Bektaş</strong>i ozanlarındandır. Şiirleri Anadolu tekkelerine yayılmıştır. Oldukça<br />

kuv<strong>ve</strong>tli bir kültürü vardır. Aruz <strong>ve</strong> hece ölçüsüyle yazmıştır. Divan edebiyatının her<br />

biçiminde şiirler meydana getirmiştir. Şaka yollu taşlamaları çok güzeldir. Doğumu<br />

1853, ölümü 1915.”[ Cahit Öztelli, <strong>Bektaş</strong>i Gülleri, <strong>Bektaş</strong>î-Alevî Şiirleri Antolojisi,<br />

Özgür Yay., İstanbul, 1985,2.basım,s.367]<br />

Koca,s.714<br />

Bezmi Nusret,s.39-40<br />

Cemali Baba :”İstanbulludur. Nâfi Baba‟dan icazet almıştır. 1912‟de Kâzımiye <strong>Bektaş</strong>î<br />

dergâhında babalık etmiştir. Cemâli <strong>ve</strong> Selman adlarını kullanmıştır. “[Öztelli,s.356]<br />

Çapanoğlu,”Baba <strong>Rıfkı</strong>”,s.6<br />

Çapanoğlu,s.6<br />

Çapanoğlu,s.6<br />

-,”Akvâl-i Meşâhir”,Karagöz,Nr.508, 3 Nisan 1329/1913,s.3-4<br />

Çapanoğlu,,s.6<br />

Çapanoğlu,s.6<br />

"<strong>Bektaş</strong>î babalarının göğüslerinde -gümüş mecidiye büyüklüğünde <strong>ve</strong> daha büyükçe- on iki köşeli bir<br />

taş bulunur. Bu taşa teslim taşı derler. Bu da on iki imama işaret eder. Bu taş <strong>Hacı</strong>bektaş<br />

kasabasından çıkar." * Besim Atalay, <strong>Bektaş</strong>ilik <strong>ve</strong> Edebiyatı Ant Yay.,İstanbul,1992, 2.baskı,


s.16+ Belkıs Temren , "yol sırrını avamdan sakınmayı sembolize eden" teslim taşını <strong>Bektaş</strong>îlerin<br />

özellikle yolculuklarda yanlarında bulundurduklarını belirtir. *<strong>Bektaş</strong>ilik <strong>ve</strong> Eğitsel Kültürel<br />

Boyutları , Kültür Bak.Yay., Ankara, 1995, s.224+<br />

M.Raif Ogan, “Mizah Edebiyatımız Üzerine”,1 Haziran 1958 [Hilmi Yücebaş,<strong>Türk</strong><br />

Mizahçıları, Nüktedanlar, Şairler, Orhan Mete Mat.,İstanbul,1958]<br />

Doğu,daktilo metin<br />

Felek,s.11<br />

Refii Cevad, "Horoz Dövüşü", Salon, 1.12.1948 [Yücebaş, Ulunay Hayatı Hatıralar<br />

Eserleri,s.213)]<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, <strong>Bektaş</strong>i Sırrı, C.1, Asır Mat. Ve Kitaphanesi, r.1325/1909, s.142<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “Unutulmuş Sîmâlar:Konyalı Şakir Dede”,Alemdar, Nr.754-3054, 22 Kânûn-ı sânî<br />

1337/1921<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “Şair Deli Nüzhet”,Alemdar,Nr.751-3051,19 Kânûn-ı sânî 1337-21<br />

Hilmi Yücebaş,Hiciv <strong>ve</strong> Mizah Edebiyatı Antolojisi, s.504-505<br />

Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Mütareke<br />

Gayyasında, s.460<br />

Fatma Tabende Doğu, Münir Süleyman Çapanoğlu'nun nazireyi sahaflarda arattığını<br />

ancak bulunamadığını belirtmiştir. *Fatma Tabende Doğu,<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>'nın Biyografisi, daktilo<br />

metin.]<br />

Hüsrev Hatemi, “Yokluk Çanı(Nâkus-i Adem)”,Çelebi Bizi Unutma,<br />

İşaretYay.,İstanbul,1990,s.146<br />

_,“Şişli Tepelerinde(İlan)”,Falaka,Nr.15,15 Eylül 1327/1911,s.4<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>‟nın yayınlanmış <strong>ve</strong> yayınlanacak eserlerinin dökümünün yer aldığı daktilo<br />

metin.<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,Şiir Defteri(düzenleyen:A.Arifî),basılmamış metin,1925,40 s.<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,Nâkus-i Adem, Manzume-i Efkâr Mat., Konstantiniye, h.1329/1911,95 s.<br />

"Nâkus-i Adem",Karagöz, Nr.320, 9 Temmuz 1327/1911, s.4<br />

"Nâkus-i Adem",Karagöz, Nr.328, 6 Ağustos 1327/1911, s.4<br />

Hatemi, “Yokluk Çanı(Nakus-i Adem)”,Çelebi Bizi Unutma, s.146<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “Hîçîye Doğru”,Eşref, Nr.42, 17 Kânûn-ı ev<strong>ve</strong>l 1325/1909,s.5


A.<strong>Rıfkı</strong>,”Boğuk Eninler”,Eşref, Nr.26, 27 Ağustos 1325/1909,s.4<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Ferer İçin”,Eşref, Nr.33, 15 Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l 1325,s.9<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Blanki”,Muhibban, Nr.1,;İştirak,Nr.3, 27 Şubat 1325/1910; Eşref, Nr.41, 10<br />

Kânûn-ı ev<strong>ve</strong>l<br />

1325/1909<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Nara-i İkaz”,İnsaniyet,Nr.1, 18 Teşrîn-i sânî 1326/1910,s.3<br />

Hatemi, “A.<strong>Rıfkı</strong> Bey”,s.147<br />

Fuzûlî Divanı,(baskıya haz.Prof.Dr.Kenan Akyüz,Süheyl Beken,Doç.Dr.Sedit<br />

Yüksel,Dr.Müjgan<br />

Cumbur,Ankara 1990,s.149(329+113)<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Hâkime-i Ruhuma",Eşref,Nr.30,24 Eylül(Ekim), 1909,s.4<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Bir Yaz Gecesinde",Eşref,Nr.34,22 Teş.ev<strong>ve</strong>l, 1325/1909,s.10<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Susacaksın Ebediyyen",Eşref.,Nr.52,25 Şubat, 1325/1910,s.4<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Temenni-i Memat",Eşref,Nr.36,5 Teş.sani 1325/1909, s.3<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Neşide-i Hicran",Eşref,Nr.25, 20 Ağustos 1325/1909, s.5<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”İbâdet Devreleri-Yıldırım <strong>ve</strong> Ateş”,20.Asırda Zekâ,Nr.7,28 Mayıs<br />

1328/1912,s.107;”İbâdet<br />

Devreleri-2-“ , 20.Asırda Zekâ.,Nr.9,25 Haziran 1328/1912,s.142; ”İbâdet Devreleri-3-“,<br />

20.Asırda<br />

Zekâ,Nr.10,9 Temmuz 1328/1912, s.164<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”Yurd Diyor ki“,Karagöz,Nr.11, 23 Temmuz 1328/1912<br />

Baba,“Mersiye”,Karagöz, Nr.434 ,28 Temmuz 1328/1912,s.3<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “Cevab”,Zekâ,Nr.12,6 Ağustos 1328/1912,s.214-215<br />

“Lahey Sözleşmesi, 1899 <strong>ve</strong> 1907‟de Lahey‟de(Hollanda) toplanan uluslar arası<br />

konferanslarda<br />

kabul edilen bir dizi uluslar arası antlaşmaya <strong>ve</strong>rilen ortak ad” [“Lahey Sözleşmesi”, Ana<br />

Britannica,<br />

C.14,Ana Yayıncılık,1989,s.240


Hatemi,s.148<br />

Çapanoğlu, Basın Tarihimizde İla<strong>ve</strong>,s.36<br />

Baba,“Baba Gidiyor”, Karagöz, Nr.454,26 Eylül 1328/1912,s.3<br />

Baba, ““Baba” Diyor ki”, Karagöz, Nr.468,14 Teşrîn-i sâni 1328/1912,s.3<br />

Baba, “Ölmedim Yahu”, Karagöz, Nr.463,27 Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l1328/1912,s.3<br />

“Elgazi Baba Diyor ki”, Karagöz, Nr.464, 31Teşrîn-i ev<strong>ve</strong>l 1328/1912,s.3<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “Yurt Diyor ki”, 20.Asırda Zekâ, Nr.11, 23 Temmuz 1328/1912,s.177<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,s.177<br />

A.R.,”Bir Yeni Gazel”,Zekâ,C.2,Nr.25, 21 Mart 1330/ 1914, s.29<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “İbadet Devreleri- Yıldırım <strong>ve</strong> Ateş”, 20.Asırda Zekâ, Nr.7, 28 Mayıs<br />

1328/1912,s.107;<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “İbadet Devreleri-2”, 20.Asırda Zekâ, Nr.9, 25 Haziran 1328/1912,s.142;<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, “İbadet Devreleri”, 20.Asırda Zekâ, Nr.10, 9 Temmuz 1328/1912,s.164<br />

Nâkus-i Adem,s.3<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,”İbadet Devreleri”,Nr.10,s.164<br />

Artan <strong>ve</strong> Çapanoğlu‟na dayanarak, Züğürt‟te Ef‟i,Haneberduş <strong>ve</strong> Cebidelik imzalı yazıları<br />

taradık. Daha önce belirttiğimiz üzere Ef‟i‟nin Rahmi; diğer adların <strong>Ahmet</strong> Nebil <strong>ve</strong><br />

Baha Tevfik tarafından da kullanıldığını dikkate alarak sadece bu imzaların ilgi alanını<br />

tesbite çalıştık.<br />

_,”Hücûm-ı Üdebâ İçin”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.10, 1 Nisan 1326/1910,s.2<br />

“Ültimatom”, Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.14,15 Nisan 1326/1910,s.2; “Fahriye Parçası”,Nr.14,s.2;<br />

“Darbe-i<br />

Bâzû Mukaddimesi”,Nr.11,5 Nisan 1326/1910,s.2 vb.<br />

_,”Rûh-ı Bîkayd Sahibine”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.5,15 Mart 1326/1910,s.2<br />

_,”Edebiyat Laklakacılarına”,Yeni Ge<strong>ve</strong>ze,Nr.3, 8 Mart 1326/1910,s.2<br />

Haneberduş,”Züğürt Tesellisi”, Züğürt, Nr.1, 1 Mart 1327/1911,s.2<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,“Barekallahüteala Ne Yamandır Falaka”,Falaka,Nr.1, 25 Temmuz 1327/1911,s.3<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,“Kaside-i Tes‟id”, Falaka,Nr.4,4 Ağustos 1327,s.33


A.<strong>Rıfkı</strong>,“Kaside-i Zamaniye” Falaka, Nr.12, s.2-3, 1 Eylül 1327; Nr.13, s.3, 5 Eylül 1327<br />

Piyano, Nr.9, 11 teş.ev<strong>ve</strong>l 1326<br />

Derviş Ruhullah,<strong>Bektaş</strong>i Nefesleri,İstanbul,1340, Kitaphane-i Sûdî,87 s.<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.24<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.86<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.70<br />

<strong>Ahmet</strong> <strong>Rıfkı</strong>,s.76<br />

16.8.1997 tarihli <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong> <strong>Velî</strong>‟yi Anma Törenleri‟nin açılışında konuşan <strong>Hacı</strong> <strong>Bektaş</strong><br />

İlçesi Belediye Başkanı Mustafa Özcivan, “Niyaz ehlindeniz...”le başlayan nefesin<br />

birlik düşüncesini işleyen bu dörtlüğünü okumuştur.[TRT-1, canlı yayın]<br />

İsmet Zeki Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu, Alevî-<strong>Bektaş</strong>î Edebiyatı, Dergâh Yay., İstanbul,<br />

1991, s.326<br />

Hatemi,s.148<br />

Sûdî Süleyman, Kırım <strong>Türk</strong>lerindendir. Çapanoğlu'na göre, <strong>Türk</strong>çülük akımı çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

dışardan gelen <strong>Türk</strong>lerin Süleymanof, Agayev, Ahmedof tarzında yazmayı tercih<br />

etmeleri gibi Sûdî Süleyman da ikinci adını Süleymanof olarak kullanmayı seçmiştir.<br />

Cemiyet kütüphanesinde çalışmaya başlayan, Şefika adlı romanını burada yayınlayan <strong>ve</strong><br />

daha sonra kendi adını taşıyan Sûdî Kütüphanesi'ni kuran yazar Tokmak'ta başyazarlık<br />

yapmıştır. Fatih isimlli bir akşam gazetesi de yayınladı. [Çapanoğlu, Basın<br />

Tarihimizde Mizah Dergileri, s.84]<br />

Çapanoğlu,s.84<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, Hizmetçi Belâsı, Cemiyet Kütüphanesi, Manzume-i Efkar<br />

Mat.,1.basım,r.1327/1912, 197 s.<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>,"Küçük Hikâye:Hilâf-ı Tabiat", Eşref, Nr.45, 7 Kânun-ı sânî 1325/1910, s.6-8; Nr.46,<br />

14 Kânûn-i sânî 1325/1910,s.7-8; Nr.47, 21 Kânûn-i sânî 1325/1910,s.6-8; Nr.48, 28<br />

Kânûn-i sânî 1325/1910,s.6-8; Nr.49, 28 Şubat 1325/1910, s.7-8<br />

A.<strong>Rıfkı</strong>, "Anadolu Hikâyeleri: 'Sündüs'ün Mersiyesi, Alemdar, Nr.753-3053, 21 Kânûn-i<br />

sânî 1337-21; "Anadolu Hikâyeleri: <strong>Türk</strong>men Aşkı", Alemdar, Nr.760-3060, 28 Kânûni<br />

sânî 1337-21

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!