80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ SEMPOZYUMU 19-20 Ekim
80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ SEMPOZYUMU 19-20 Ekim
80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ SEMPOZYUMU 19-20 Ekim
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />
<strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ÜMRANiYE BELEDiYESi<br />
www.umraniye.bel.tr<br />
BİLDİRİLER<br />
Hazırlayanlar<br />
Prof. Dr. M.Fatih ANDI<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN
HİKÂYENİN BUGÜNÜ BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong> <strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
ISBN- 978-975-01839-9-7<br />
Proje<br />
Ümraniye Belediye Başkanlığı adına<br />
Hasan CAN<br />
Ümraniye Belediye Başkanı<br />
Proje Yönetimi<br />
Mahmut Eminmollaoğlu<br />
Başkan Yardımcısı<br />
Faysal Şansi<br />
Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürü<br />
Atatürk Mah. Alemdağ Cad. No:<strong>20</strong>/3 Ümraniye / İstanbul<br />
Tel: 0216 443 56 00/184 Faks: 0216 328 47 47<br />
www.umraniye.bel.tr<br />
copyright©<strong>20</strong>08, Ümraniye Belediyesi<br />
Kitabın tüm yayın hakları, Ümraniye Belediyesi’ne aittir. Yazılı izin<br />
alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde<br />
kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.<br />
Haziran <strong>20</strong>08, İstanbul<br />
Baskı: Pelikan Basım • 0212 613 79 55<br />
Tasarım: Reyhan Cerit<br />
Yayına Hazırlık: Siyahmartı Reklam ve Organizasyon<br />
Göksu Evleri Begonya Sok. B52B Anadolu Hisarı - İstanbul<br />
0216 465 55 79
Düzenleme Sorumlusu<br />
Faysal ŞANSİ<br />
Ümraniye Belediyesi<br />
Basın Yayın Halkla İlişkiler Müdürü<br />
Koordinasyon<br />
Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />
İstanbul Kültür Üniversitesi<br />
Düzenleme Kurulu<br />
Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />
Doç Dr. Ömür CEYLAN<br />
İsa KOCAKAPLAN<br />
Bahtiyar ASLAN<br />
Çilem TERCÜMAN<br />
Mehmet SAMSAKÇI<br />
Özge YÜCESOY<br />
Bilim Kurulu<br />
Prof. Dr. Orhan OKAY<br />
Prof. Dr. Kazım YETİŞ<br />
Prof. Dr. Abdullah UÇMAN<br />
Prof. Dr. Durali YILMAZ<br />
Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />
Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />
Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />
Prof. Dr.Hasan AKAY<br />
Prpf. Dr. Mehmet TEKİN<br />
Prof. Dr. Emel KEFELİ<br />
Doç Dr. Ömür CEYLAN
Katılımcılar<br />
Yard. Doç. Dr. Ahmet AĞIR<br />
Prof. Dr. Hasan AKAY<br />
Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />
Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />
Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK<br />
Araş. Gör. Bahtiyar ASLAN<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />
Yard. Doç. Dr. Sabahattin ÇAĞIN<br />
Doç. Dr. Yakup ÇELİK<br />
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />
Yard. Doç. Dr. Ali Şükrü ÇORUK<br />
Araş. Gör. Ayşe DEMİR<br />
Prof. Dr. Ali DUYMAZ<br />
Ferit EDGÜ<br />
Yard. Doç. Dr. Cafer GARİPER<br />
Doç. Dr. Fazıl GÖKÇEK<br />
Dr. Alim KAHRAMAN<br />
Öğr. Gör. İsa KOCAKAPLAN<br />
Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />
Yard. Doç. Dr. Mehmet NARLI<br />
Yard. Doç. Dr.Mehmet ÖNAL<br />
Rasim ÖZDENÖREN<br />
Doç. Dr. Şaban SAĞLIK<br />
Araş. Gör. Mehmet SAMSAKÇI<br />
Yard. Doç. Dr. Yılmaz TAŞÇIOĞLU<br />
Yard. Doç. Dr. Zeki TAŞTAN<br />
Prof. Dr. Mehmet TEKİN<br />
Araş. Gör. Çilem TERCÜMAN<br />
Prof. Dr. Abdullah UÇMAN<br />
Prof. Dr. Kazım YETİŞ<br />
Yard. Doç. Dr. Ali YILDIZ<br />
Prof. Dr. Durali YILMAZ<br />
Özge YÜCESOY
İçindekiler<br />
AÇILIŞ KONUŞMALARI<br />
Hasan CAN<br />
Ümraniye Belediye Başkanı ................................. 11<br />
Yönetim Kurulu Adına<br />
Sayın Prof. Dr. M. Fatih ANDI ....................... 17<br />
I. OTURUM .................................................... 26<br />
AÇILIŞ BİLDİRİSİ<br />
<strong>TÜRK</strong> HİKÂYECİLİĞİ ve <strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />
Prof. Dr. Kâzım YETİŞ .................................... <strong>20</strong><br />
HİKÂYE SANATINDA ANLATICI VE<br />
BAKIŞ AÇISI SORUNU<br />
Prof. Dr. Mehmet TEKİN ................................ 29<br />
SON OTUZ YILIN ÖYKÜSÜNDE BİLİNÇ/BİLİNÇALTI/<br />
METİNSEL ÖZNE<br />
Yard. Doç. Dr. Mehmet NARLI .......................39<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> HİKÂYELERDE ŞİİRSELLİK<br />
Yard. Doç. Dr. Yılmaz TAŞÇIOĞLU .................53<br />
II. OTURUM ................................................... 61<br />
METNİN BİR YERİNDE YEDİVEREN SIR<br />
Prof. Dr. Hasan AKAY .................................... 62<br />
METİNLERARASI İLİŞKİLER AÇISINDANMUSTAFA<br />
KUTLU’NUN BU BÖYLEDİR İSİMLİ ESERİ<br />
Prof. Dr. M. Fatih ANDI..................................71<br />
MUSTAFA KUTLU’NUN HİKÂYELERİNDE<br />
TASAVVUF<br />
Yard. Doç. Dr. Ali YILDIZ ...............................83<br />
RASİM ÖZDENÖREN’İN HİKÂYELERİNDE<br />
İNSANIN KENDİNİ İDRAK BİÇİMLERİ<br />
Arş. Gör. Bahtiyar ASLAN .............................102<br />
I. SÖYLEŞİ<br />
Rasim ÖZDENÖREN - Dr. Âlim KAHRAMAN .112<br />
III.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Durali YILMAZ.................................1<strong>19</strong><br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HİKÂYESİNDE GELENEKSEL<br />
<strong>TÜRK</strong> TAHKİYESİNİN İZLERİ<br />
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN ...............................1<strong>20</strong><br />
HALK HİKÂYECİLİĞİ GELENEĞİNİN <strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />
<strong>TÜRK</strong> HİKÂYECİLİĞİNE YANSIMALARI<br />
Prof. Dr. Ali DUYMAZ ....................................127<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HiKÂYECiLiĞiNDE<br />
MERKEZDEN UZAKLAŞMA:TAŞRA ÖYKÜLERi<br />
Prof. Dr. Şaban SAĞLIK .................................141<br />
EDEBİYATIN TEKİNSİZ ALANI: FANTASTİĞİN <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYESİNDEKİ SERÜVENİ<br />
Arş. Gör. Ayşe DEMİR ....................................162<br />
GOTİK EDEBİYAT VE GÜNÜMÜZ HİKÂYESİNDEKİ<br />
YANSIMALARI<br />
Özge YÜCESOY ..............................................178<br />
IV.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Hasan AKAY ....................................186<br />
MURATHAN MUNGAN’IN LAL MASALLAR’INDA<br />
POSTMODERN BAŞKALDIRI OLARAK MASALSI<br />
KURGU VE DİLSİZLİĞİN POETİK DİLİ<br />
Yard. Doç. Dr. Cafer GARİPER -<br />
Arş. Gör. Yasemin KÜÇÜKCOŞKUN ...............187
ÜNİVERSİTE GENÇLERİNİN HİKÂYELERİNDEKİ<br />
TEMALAR VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ<br />
Doç. Dr. Yakup ÇELİK ....................................<strong>19</strong>6<br />
KÜÇÜREK ÖYKÜ (SHORT-SHORT STORY) TÜRÜ ya<br />
da BİR ÇIĞLIĞIN METİNLEŞMESİ<br />
Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ .....................<strong>20</strong>3<br />
YAKIN DÖNEM KADIN HİKÂYELERİNDE KADININ<br />
KADINI İNŞASI<br />
Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH .......................<strong>20</strong>8<br />
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HİKÂYESİNDE GROTESK<br />
Arş. Gör. Mehmet SAMSAKÇI ......................226<br />
II. SÖYLEŞİ<br />
Ferit EDGÜ–Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ ..238<br />
V.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Kâzım YETİŞ ....................................250<br />
ÇARŞIDAN ALDIM BİR TANE EVE GELDİM<br />
BİN TANE:ÇERÇEVE ÖYKÜ VE EFRASİYÂB’IN<br />
HİKÂYELERİ<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN .................................251<br />
YABANCILAŞMA VE <strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYECİLİĞİ<br />
Yard. Doç. Dr. Ahmet AĞIR ............................259<br />
BİR POSTMODERN ANLATI ÖRNEĞİ OLARAK<br />
“FEHMİ K.’NIN ACAYİP SERÜVENLERİ”NİN “KARI<br />
KOCA MASALI” İLE İLİŞKİSİ ÜZERİNE<br />
Doç. Dr. Fazıl GÖKÇEK ..................................266<br />
TANPINAR’IN“ABDULLAH EFENDİ’NİN RÜYALARI”<br />
ADLI HİKÂYESİNE GETİRİLEN FARKLI BAKIŞ<br />
AÇILARI<br />
Yard. Doç. Dr. Mehmet ÖNAL........................274<br />
VI.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH ...........................290<br />
FATMA K. BARBAROSOĞLU’NUN HİKÂYELERİNDE<br />
YABANCILAŞMA VE YALNIZLIK<br />
Yard. Doç. Dr. Ali Şükrü ÇORUK ....................291<br />
AYFER TUNÇ’UN HİKÂYE KURGUSUNDA<br />
KULLANDIĞI TEKNİKLER<br />
Yard. Doç. Dr. Sabahattin ÇAĞIN ..................298<br />
HÜSEYİN SU VE AYFER TUNÇ’UN İNSANLARI<br />
Yard. Doç. Dr. Zeki TAŞTAN ...........................303<br />
SEVİNÇ ÇOKUM’UN MAĞRİP HİKÂYELERİ<br />
Öğr. Gör. İsa KOCAKAPLAN ...........................324<br />
KURMACANIN ÜSTKURMACAYA<br />
DÖNÜŞTÜRÜLMESİNDE MURAT GÜLSOY<br />
HİKÂYELERİ<br />
Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK ................... 338<br />
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HİKÂYESİNDE ÜSTKURMACA:<br />
ALİM KAHRAMAN’IN KAYIP HİKÂYECİ ÖRNEĞİ<br />
Arş. Gör. Çilem TERCÜMAN ..........................357<br />
Değerlendirme Oturumu ve Kapanış<br />
KAPANIŞ KONUŞMALARI<br />
Ertuğrul GÜNAY<br />
Kültür ve Turizm Bakanı ........................................367<br />
Hasan CAN<br />
Ümraniye Belediye Başkanı .................................370<br />
DÜZENLEME KURULU ADINA<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN ................................... 372
SUNUŞ<br />
Kültürel ve sanatsal faaliyetlerin, yerel yönetimlerin<br />
görev ve hizmet alanları içerisinde önemli<br />
bir yer tutması gerektiği bilinciyle çalışmalarını<br />
sürdüren belediyemiz, bu doğrultuda, bugüne kadar<br />
açtığı kültür merkezleri, gerçekleştirdiği yazılı<br />
ve görsel yayımlar ve düzenlediği resim, şiir ve<br />
hikâye yarışmaları ile çok olumlu tepkiler almış,<br />
bu etkinlikler büyük ilgi ve rağbete mazhar olmuştur.<br />
Bu etkinlikler arasında bu yıl üçüncüsünü düzenlemiş<br />
olduğumuz “Ümraniye Belediyesi Hikâye<br />
Yarışması”nın özel bir yeri ve önemi vardır. Bu<br />
ödüllü yarışma, kısa sürede büyük bir ilgiyi üzerinde<br />
toplamış ve yıldan yıla artan katılımcı sayısıyla<br />
Türkiye’nin edebiyat dalında önemli yarışmalarından<br />
birisi haline gelmiştir.<br />
Bu ilgi ve kabule istinaden belediyemiz, hikâye<br />
sanatının günümüzdeki durumunu, oluşturduğu<br />
edebî zenginliği, varsa sorunlarını ve açılımlarını<br />
ortaya koyacak, bu konularda değerli bilim adamlarımızın<br />
ve edebiyatçılarımızın düşüncelerini ve<br />
çalışmalarını paylaşacakları bir sempozyum dü-<br />
11<br />
Hasan CAN<br />
Ümraniye Belediye Başkanı<br />
zenlemeyi kararlaştırdı ve <strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07 tarihlerinde<br />
Ümraniye Belediyesi Kültür Merkezinde<br />
Hikâyenin Bugünü-Bugünün Hikâyesi/<strong>80</strong> Sonrası<br />
Türk Hikâyesi Sempozyumu’nu gerçekleştirdi. Bu<br />
sempozyum, ülkemizin 13 vilâyetinden 18 üniversitesinden<br />
gelen otuzu aşkın bilim adamı ve<br />
günümüz Türk hikâyesinde büyük etki ve katkıları<br />
bulunan edebiyatçıların katılımı ile gerçekleşti ve<br />
alâka ile izlendi, basın ve yayın organlarında büyük<br />
ilgi gördü.<br />
Biz bu ilginin ve katkının kalıcı olmasını düşünerek,<br />
bu sempozyumda sunulan bilimsel bildirileri,<br />
yapılan sohbet ve konuşmaları Türkiye’nin bilim,<br />
kültür ve sanat çevrelerine elinizdeki kitapla sunuyoruz.<br />
Bu vesile ile emeği geçen herkese teşekkürlerimi<br />
sunuyor, Ümraniye Belediyesi’nin gerçekleştirmeye<br />
devam edeceği bu tür sempozyumlarda<br />
tekrar buluşmayı diliyorum.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
Ümraniye Belediye Başkanı<br />
Sayın Hasan CAN’ın<br />
Açılış Konuşması<br />
Değerli Dinleyiciler, Kıymetli Misafirler,<br />
Bugün bir güzelliği burada birlikte yaşayacağız.<br />
Bizim kültürümüzde gayret bizden, tevfik Cenab-ı<br />
Hak’tan diye bir düsturumuz vardır. Allah’a şükürler<br />
olsun üç buçuk sene gibi bir zamanda verdiğimiz<br />
birçok sözün Hakk’ın da yardımıyla kat be kat<br />
fazlasını gerçekleştirmiş olmanın hazzını, mutluluğunu<br />
yaşıyoruz.<br />
Yine çok şükür ki hangi konuya el attıysak Cenab-ı<br />
Hak başarı, muvaffakiyet verdi. Ama bilmek<br />
lâzım ki işin temeli, işin özü yaklaşım, mantık ve<br />
hangi hedefe koşmak istediğinizdir. Çünkü biz belediyeciliği<br />
içinde yaşadığı kentin her noktasında<br />
ve her konusunda ve her yaş kesitinde insanının<br />
ihtiyaçlarını giderme olarak anladık ve bu anlamda<br />
sadece fizikî şehircilik, fizik olarak belediyecilik<br />
değil, hemen onun yanı başında ruhtan ve<br />
bedenden oluşan insanoğlunun ruh dünyasını da<br />
zenginleştirme, aklını da doyurma ve bunun için<br />
de çalışma olarak anladık. Ama sadece ruh dünyasını<br />
zenginleştirmenin de yetmeyeceğini, fizikî<br />
mekânların da düzeltilmesinin, maddî imkânların<br />
da düzenlenmesinin gerekli olduğunu düşündük.<br />
13<br />
Başkan<br />
Bunun için de insanoğlunun temel ihtiyaçları olan<br />
barınma, yeme içme ve giyinme gibi ihtiyaçlarını<br />
karşılamaktan aciz olan insanları bir baba şefkatiyle,<br />
bir ağabey şefkatiyle, bir kardeş şefkatiyle,<br />
merhametiyle ve sevgisiyle karşılamanın da belediyeciliğin<br />
temel görevlerinden olduğunu var saydık.<br />
Ve bütün bunları da yaparken ileriye dönük,<br />
geleceğe dönük adımlar atmayı, sadece bugünün<br />
ihtiyaçlarını gidermek değil yarına yönelik kurumsal<br />
adımlar atmak ve attığımız her adımı kurum<br />
haline getirmek için uğraştık, uğraşmaktayız.<br />
Kültür dünyamızda da bunu yapmaya çalıştık.<br />
Bir milyona yaklaşan nüfusuyla Ümraniyemizi İstanbul<br />
gibi gerçekten dünyanın en büyük şehirlerinden,<br />
en güzel şehirlerinden birisi olan bir şehre<br />
yakışır hale getirmeye çalıştık. İstanbul <strong>20</strong>10<br />
yılında Avrupa’nın kültür başkenti olacak. Böyle<br />
bir İstanbul’da, onun bir ilçesi olan Ümraniye kültürden,<br />
sanattan, edebiyattan yoksun ve bigâne<br />
kalamazdı.<br />
Ümraniye’yi, Ümraniye insanını, kentimizin insanını,<br />
kültür, sanat ve edebiyatla ve sosyal aktivitelerle<br />
tanıştırmak, onlarla iç içe yaşar hale<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
getirmek, ama aynı zamanda bu kültürel aktivitelerin<br />
cereyan edeceği mekânları da hazırlamak<br />
ve yarınlara uzanacak olan fidanlarımız olan evlâtlarımızı<br />
daha iyi şartlarda, imkânlarda yetiştirmek<br />
için kültür mekânları, bilgi evleri, kültür<br />
merkezleri açtık. Hamdolsun dün bir tane kültür<br />
merkezi olmayan Ümraniye’de bugün tam on<br />
tane kültür merkezi mevcuttur. Dün bir tane bilgi<br />
evi olmayan Ümraniye’de bugün on dört, on beş<br />
tane bilgi evi vardır. Dün sanatı, bilgiyi, kültürel<br />
aktiviteleri özleyenlerin ilgili mekânlara ulaşamadığı<br />
Ümraniye’nin bugün muhtelif merkezlerinde,<br />
noktalarında ayda150- <strong>20</strong>0 civarında kültürel ve<br />
sanatsal faaliyet cereyan etmektedir.<br />
Öte taraftan, işte az önce Sayın Prof. Dr. Fatih<br />
Andı Bey’in de ifade ettiği gibi, sadece bununla da<br />
iktifa etmeyip geleceğe dair notlar düşmek istedik.<br />
Ve geleceğe uzanan yol üzerinde koşarken<br />
etrafa ışık parıltıları saçan, ama elinden tutulmadığı<br />
için sönüp gidecek olan genç fidanları yarına<br />
hazırlamak adına ve parlayan ışıkları daha parlak<br />
ışık verir hale getirmek adına bir şeyler yapmamızın<br />
vatan borcu olduğunu düşündük ve kendimize<br />
dal olarak hikâyeyi seçtik, şiiri seçtik, resmi seçtik.<br />
Ve bu üç dalda üç senede gerçekten ciddî, güzel<br />
eserler kazandırdık Türk edebiyatına ve sanatına,<br />
iltifat göremediği için bir türlü marifetini ortaya<br />
koyamayacak, ya da koyamamış genç yeteneklerin<br />
inanıyorum ki su yüzüne çıkmasına ve görünür<br />
hale gelmesine sebep olduk. Bundan dolayı<br />
da fevkalade bahtiyar olduğumuzu ifade etmek<br />
isterim.<br />
Üç senedir hem hikâyede, hem şiir ve resim<br />
dallarında yarışmalar tertipledik. Fatih Andı hocamızın<br />
da ifade ettiği gibi hem hikâye yarışmamız<br />
hem şiir yarışmamız hem de yağlı boya resim yarışmamız<br />
Türkiye çapında dallarında en iddialı yarışmalar<br />
haline geldi. Ve bunu geleneksel olarak<br />
devam ettirmek istiyoruz ömrümüz, görevimiz<br />
elverdiği sürece. Dilerim ki bizden sonra görevi<br />
devralacaklar da bu güzellikleri devam ettirmeyi<br />
kendilerine görev bilirler.<br />
Birçok dalda yine yarışma açmamız konusunda<br />
bize teklifler geldi. Ama hani sürdürülebilir büyüme<br />
diyoruz ya, sürdürülebilir kalite diyoruz ya, her<br />
şeye el atmanın da bazen hiçbir şey yapmamak<br />
14<br />
anlamına geleceği düşüncesinden hareketle dedim<br />
ki hikâyeyi ben tuttum bir ucundan, romanı da<br />
başkası tutsun. Neden? Çünkü her şeyi yapacağız<br />
dersek bir zaman sonra hiçbir şey yapamaz hale<br />
geliriz. Ama attığımız adımda, hikâyede, hikâye<br />
yarışmalarında gerçekten marka haline geldiğimizi<br />
görmek en başta söylediğim “Gayret bizden,<br />
tevfik Cenab-ı Hak’tan.” duamızın kabul olduğunun<br />
işaretidir diye düşünüyorum. Ve her bir yarışmamız<br />
o yarışmada dereceye giren, mansiyon<br />
alan veya yayınlanabilir/sergilenebilir konumda<br />
olan eserlerin ilgilisi ile buluştuğu, yayınlandığı,<br />
esere dönüştüğü yarışmalar oldu. Hamdolsun üç<br />
senede on hikâye kitabımız, üç şiir kitabımız yayımlandı.<br />
Bunların her biri özgün eserlerdir ve<br />
yazarlarının ve şairlerinin neredeyse tamamına<br />
yakını da adeta kır çiçekleri gibi yeni neşv ü nema<br />
bulan gençlerimizdir. Ve ileride bunlar bizi inşallah<br />
“Ümraniye Belediyesi bir yarışma açmıştı, ben<br />
gireyim dedim, ondan sonra devam etti gitti.” diye<br />
anacaklar, anlatacaklardır. Böylesi genç sanatçıları<br />
ve edebiyatçıları gün yüzüne çıkarmış olmak,<br />
çıkarabilmek bizi fevkalade bahtiyar ediyor.<br />
Yağlıboya resim yarışmamız da öyledir. O yarışmadaki<br />
jüri üyesi arkadaşlarım da yine Güzel Sanatlar<br />
fakültelerimizin hocalarından oluşan, öğretim<br />
üyelerinden oluşan, ressamlardan oluşan jüri<br />
heyetleridir. Onlar da Ümraniye Belediyesinin bu<br />
yarışması Türkiye’de kendi dalında en köklü yarışmalardan<br />
ve katılımı en fazla olan yarışmalardan<br />
birisidir diye ifade ediyorlar.<br />
Şimdi geleceğe bir not düşmenin gayretiyle, üç<br />
yıldan beri yaptığımız ve yapmaya devam edeceğimiz<br />
hikâye yarışmalarımızın yanısıra, bu sanat<br />
dalını bilimsel yönleriyle de tartışacağımız, ilim<br />
dünyasına katkılar sağlayacak başka çalışmalarla<br />
da destekleyelim istedik ve sempozyum hazırlığına<br />
başladık. Aşağı yukarı altı yedi ay gibi bir zaman<br />
önce hocalarımıza Türkiye’nin on üç vilayetinden,<br />
on sekiz üniversitesinden yanlış hatırlamıyorsam,<br />
birçok hocamıza, üniversite hocamıza, edebiyatçımıza,<br />
yazarımıza, hikâyecimize bu konuda çağrıda<br />
bulunduk ve Prof. Dr. Fatih Andı Hocamızın<br />
da ifade ettiği gibi <strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesini müzakere<br />
edecek bir ortamın oluşmasını, bilimsel<br />
bir ortamın oluşmasını sağladık. Sağ olsunlar bizi<br />
kırmadılar, hazırlandılar, geldiler. İnşallah iki gün
oyunca burada altı oturum halinde bu hazırlıkları,<br />
dört beş aydan bu yana yapılan bu bilimsel<br />
hazırlığın meyvalarını hem dinleyeceğiz hem müzakerelerini<br />
takip edeceğiz, hem filme alacağız ve<br />
inşallah bütün yarışmalarımızda nasıl sonuçta bir<br />
eser ortaya çıkıyorsa bu sempozyumun bildirileri<br />
de inşallah bir kitap halinde yayımlanacaktır.<br />
Sevgili dostlar, ben başta çok değerli mesai arkadaşlarıma,<br />
(çünkü yalnız başınıza hiçbir şey yapamazsınız,<br />
siz iyi bir lokomotif olabilirsiniz ama<br />
şayet vagonlarınız ve yoksa sadece kendinizi taşırsınız.)<br />
önce başkan yardımcısı Mahmut Eminmollaoğlu<br />
arkadaşım olmak üzere, Kültür Müdürlüğümüzü<br />
daha önce yapan, şimdi de Basın-Yayın<br />
ve Halkla İlişkiler’den sorumlu müdürümüz Faysal<br />
Şansi kardeşimize, Kültür Müdürlüğümüzün diğer<br />
çalışanlarına çok teşekkür ediyorum. Çünkü aşkla<br />
ve şevkle bütün bu çalışmaları yaptılar. Yine gerek<br />
hikâye yarışmalarımızda, gerek şiir yarışmalarımızda,<br />
gerekse yağlıboya resim yarışmalarımızda<br />
jüri üyesi olarak bize yardım eden, bu noktada<br />
gayret gösteren bütün hocalarıma çok teşekkür<br />
ediyorum. Ümraniye Belediyesi’nin bu aşkını fark<br />
edip bu kervana yarışmalara katılmak suretiyle<br />
destek olan sanatçı arkadaşlarıma, yazar arkadaşlarıma,<br />
şair arkadaşlarıma ve ressam arkadaşlarıma<br />
çok teşekkür ediyorum. Ve bugün bu<br />
sempozyumu hazırlama noktasında gayret gösteren<br />
başta Prof. Dr. Fatih Andı hocam olmak üzere<br />
bilim heyetine, yazar arkadaşlarıma, ağabeylerime<br />
ve bütün üniversite camiasından gelen akademisyen<br />
arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum.<br />
Bu bir sempozyumdur, bilimsel bir toplantıdır.<br />
Belki ünlü bir şarkıcı kadar kalabalıkları toplayamazsınız,<br />
medyatik ortamlarda konuşulmazsınız.<br />
Ama bunun sesi on sene sonra, yirmi sene sonra,<br />
elli sene sonra çıkar, hem de ne ses çıkar. Biz geleceğe<br />
not düşüyoruz. Zaman zaman arkadaşlarımızla<br />
bu sempozyumu başka bir mekânda mı yapalım<br />
diye de düşündük. Bir beş yıldızlı otelde mi<br />
yapalım şeklinde... Ama dedik ki ne mekân ne de<br />
başka bir unsur konunun ve işin öneminin önüne<br />
geçmesin. O sebeple burada, bu mekânda, bu atmosferde<br />
yapmayı yeğledik. Ben katılımlarından<br />
dolayı bütün hocalarıma çok teşekkür ediyorum.<br />
Katkılarından ve yapacakları konuşmalardan ve<br />
15<br />
çalışmaları sunacaklarından dolayı çok teşekkür<br />
ediyorum her birine. Dinleyenlerin de can kulağıyla<br />
dinlemesini arzu ediyorum, çünkü gerçekten<br />
iyi bir fırsattır. Sanıyorum ki ortaya çok güzel bir<br />
ürün çıkacak, eser çıkacak. Bu sempozyum yarın<br />
akşama kadar devam edecek. Sayın Kültür Bakanımız<br />
Ertuğrul Günay Bey de kısmet olursa, olağanüstü<br />
bir durum olmazsa, yarın akşam inşallah<br />
kapanış programına katılacaklarını ifade ettiler.<br />
Herkesi sevgiyle selâmlıyorum, saygıyla selâmlıyorum.<br />
Emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum.<br />
İyi ki bu güzelliklere adım attık, iyi ki bu<br />
güzel insanlarla beraber yürüyoruz, iyi ki bu milletin<br />
bir ferdi olarak geleceğe sevinçle koşuyoruz.<br />
Hepinizi saygıyla selâmlıyorum, hoş geldiniz!<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
Düzenleme Kurulu Adına<br />
Sayın Prof. Dr. M. Fatih ANDI’nın<br />
Açılış Konuşması<br />
Çok Değerli Misafirler,<br />
Bugünün Hikâyesi-Hikâyenin Bugünü- <strong>80</strong> Sonrası<br />
Türk Hikâyesi Sempozyumu’na hoş geldiniz<br />
diyerek sözlerime başlıyorum.<br />
Türk Edebiyatı çok eskilere dayanan bir geçmişe,<br />
bir zenginliğe, bir birikime sahip... Bunu biliyoruz.<br />
Bu birikim içerisinde hikâyenin önemli bir<br />
yer tuttuğunu da biliyoruz. Gerek klasik edebiyat<br />
döneminde, gerekse <strong>19</strong>. yüzyıldan bugüne gelen<br />
süreçte hikâye, edebiyatımızın sevilen, çokça eser<br />
verilen bir türü olagelmiş. Sevindiricidir ki bu tür,<br />
<strong>80</strong> sonrasında gerek eser, gerek yazar sayısı bakımından<br />
ivme kazanarak bugün de artan bir kalite<br />
ve ilgi ile varlığını sürdürmektedir.<br />
Bu olguyu çok yerinde bir dikkatle tespit eden<br />
Ümraniye Belediyesi, üç yıldır bir hikâye yarışması<br />
düzenlemektedir. Türk edebiyatı adına sevindirici<br />
bir tespit olarak söylemek gerekir ki bu yarışma<br />
daha üçüncü yılında bine yaklaşan katılımcı sayısıyla<br />
Türkiye’de hikâye dalında yapılan yarışmaların<br />
katılımcı sayısı itibarıyla da, uyandırdığı yankı<br />
ve etkiler açısından da, katılan hikâyelerin hemen<br />
17<br />
Açılış Konuşması<br />
kitaplaştırılması, okura ulaştırılması açısından da<br />
birinci olmaya aday bir yarışmadır.<br />
Ümraniye Belediyesi yaptığı kültürel ve sanatsal<br />
etkinlik ve hizmetlerin arasında adeta bir ihtisas<br />
alanı olarak kendisine hikâyeyi seçti. Ve böylesi<br />
bir sempozyumla karşınıza çıktı. İnşaallah devamı<br />
gelir gelecek yıllarda. Sayın başkan, eminim ki bunun<br />
müjdesini burada verecektir.<br />
Ben bu vesile ile daha işin başında, hem Ümraniye<br />
Belediye Başkanı Sayın Hasan Can’a, hem de<br />
başta Başkan Yardımcısı Sayın Mahmut Eminmollaoğlu<br />
olmak üzere bu sempozyumda emeği geçen<br />
belediye çalışanlarına, özellikle de ta başından itibaren<br />
bütün sıkıntıları birlikte aştığımız, şu anda<br />
Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünü üstlenen<br />
Sayın Faysal Şansi Bey’e ve elbette bu sempozyumu<br />
birlikte kotardığımız Düzenleme Kurulundaki<br />
değerli arkadaşlarım Sayın Doç. Dr. Ömür<br />
Ceylan, Öğretim Görevlisi İsa Kocakaplan, Araş.<br />
Gör. Çilem Tercüman, Araş. Gör. Bahtiyar Aslan,<br />
Araş. Gör. Mehmet Samsakçı ve Özge Yücesoy’a,<br />
çok uyumlu bir ekip olarak beraber çalıştığımız bu<br />
arkadaşlara çok çok teşekkür ediyorum.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Bu sempozyum bir ilk. Adı iddialı olabilir bazılarınız<br />
için. <strong>80</strong> sonrası... Yirmi küsur yıllık, otuz yıla<br />
yaklaşan bir süreci kapsıyor. Ama başta da dedik<br />
ki çok fazla eser, çok fazla yazar, sanatçı ve çok<br />
fazla konu ve sorun var. Bunların hepsini kuşatmak<br />
böylesi iki güne sıkıştırılmış, üstelik bayağı<br />
yoğun bir şekilde sıkıştırılmış bir sempozyum için<br />
elbette mümkün değil. Bunun için eğer eleştiri<br />
gelecekse, filân edebiyatçı niye burada söz konusu<br />
edilmedi, filân hikâyecinin adı niye anılmadı,<br />
falan konuya niye değinilmedi diyecekseniz,<br />
o zaman lütfen bize muhatap olan birikimin yoğunluğuna,<br />
çokluğuna verin. Ayrıca belirtmeliyim<br />
ki katılımcılar kendi hür tercihleriyle birer konu<br />
belirlediler. Onun için böyle bir bildiri yelpazesi ile<br />
çıktık karşınıza. Bu bir çağrılı sempozyumdu, ama<br />
Anadolu’nun dört bir yanından, Türkiye’nin üniversitelerinden<br />
gelen akademisyenler hangi konuda<br />
konuşacaklarına kendileri karar verdiler.<br />
Bir iki küçük hususu daha belirterek sözlerimi<br />
bitiriyorum.<br />
Sempozyumun adı “Hikâyenin Bugünü-Bugünün<br />
Hikâyesi, <strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi”. Bazılarınızın<br />
aklına hikâye mi, öykü mü tereddüdü gelebilir. Niçin<br />
öykü değil, sorusu gelebilir. Çünkü konuyla özel<br />
olarak ilgilenen arkadaşlar hatırlarlar ki, bileceklerdir<br />
ki, hikâye mi öykü mü, bu alanda önemli bir<br />
tartışmadır. Bir yaklaşım hikâyeyi, İngilizcesi ile<br />
söylersek “story” karşılığı, öyküyü de “short story”<br />
karşılığı kavramlaştırma çabası içinde. Veyahut<br />
da hikâyeyi anlatılan metnin olayı olarak gören,<br />
öyküyü de metnin bütünü, sanat eserinin tamamı<br />
olarak gören bir kavramlaştırma çalışması da var.<br />
Ama bunlar dediğim gibi bizce henüz oturmamış,<br />
edebiyat ortamında, edebiyat araştırmalarında<br />
ortak bir kanaat oluşturmamış adlandırmalardır.<br />
Dolayısıyla biz bunlar içerisinden hikâyeyi tercih<br />
ettik. Rahatlıkla bir başkası öyküyü de tercih edebilir.<br />
Her ikisi de bugün edebiyat ortamında eşit<br />
yoğunlukta kullanılmaktadır. Bundan sonra gelecek<br />
bir itirazı önlemek için bu açıklamayı da yapmak<br />
lüzumunu hissettim.<br />
Ben tekrar emeği geçen bütün arkadaşlarıma<br />
ve Sayın Belediye Başkanımıza teşekkür ederek<br />
sözlerimi bitiriyorum. Sempozyumun Türk kültürü,<br />
edebiyatı, sanatı açısından faydalı ve bereketli<br />
geçmesini diliyorum.<br />
18
AÇILIŞ BİLDİRİSİ<br />
Prof. Dr. Kâzım YETİŞ<br />
<strong>19</strong><br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
<strong>TÜRK</strong> HİKÂYECİLİĞİ ve<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />
Özet: Hikâye türü edebî türler içinde en eski<br />
ve en yaygın olanıdır. Destanlardan mesnevîlere<br />
uzanan çizgi, mutasavvıfların öğretici metinleriyle<br />
gelişir. Esasen Kur’an’da da pek çok hikâye<br />
vardır. Ayrıca kahramanlık hikâyelerinin yanında<br />
aşk hikâyeleri insanımız tarafından okunmuştur.<br />
Bu hikâyelerde eğitim önemlidir. Yenileşme döneminde<br />
gelenek ile yeni batılı hikâye arasında kalan<br />
yazarlarımız bir süre geleneğin etkisi fazlaca<br />
gösterseler de zamanla yeni ağır basmıştır. Türk<br />
hikâyesinin ilk önemli örneklerini Samipaşazade<br />
Sezaî vermiştir. Daha sonra Halit Ziya ile gelişmiştir<br />
hikâye. Ama asıl gelişme Ömer Seyfettin’de<br />
görülür. Halide Edip, Yakup Kadri yaşananları<br />
hikâyeleştirmişlerdir. Memduh Şevket, Çehov tarzı<br />
denen yeni bir hikâye getirmiştir. Hikâyede olay<br />
yerine durum anlatılmaktadır. Hikâye alanında en<br />
güzel eserleri Sait Faik kazandırmıştır. Cumhuriyet<br />
döneminde hikâyeciliğimiz yapı ve konular<br />
bakımından gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Dil de daha<br />
mükemmel olmuştur. <strong>19</strong>60’lı yıllardan sonra çeşitlenme<br />
daha da artar, <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra postmodern<br />
hikâyelerle karşılaşırız.<br />
Anahtar kelimeler: Hikâye, eğitim, gelenek,<br />
olay, durum.<br />
<strong>20</strong><br />
Prof. Dr. Kâzım YETİŞ<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
Abstract: Narration is a genre that is the oldest<br />
and the most common in literary genres.<br />
Line spreads epics through mesnevis advances<br />
with sufi’s didactic texts. Actually, there are<br />
many stories in Kuran. Turkish people read love<br />
stories besides heroic ones. Education is important<br />
in these stories. In modern period of Turkish<br />
literature,narrators hesitate between tradition<br />
and new western stories. Even they have reflect<br />
the old for a while, modern styles has in centered<br />
by the passage of time. Samipaşazade Sezâi<br />
was the author of the early Turkish story samples.<br />
Then it has devoloped by the time of Halit Ziya,<br />
but the exact devolopment is Ömer Seyfettin. Halide<br />
Edip and Yakup Kadri narrated the real life.<br />
Memduh Şevket used a new style like Chekhov. In<br />
narration, instead of evident situation is discussed.<br />
The best story works belongs to Sait Faik. In<br />
the period of republic, narration has devoloped<br />
and varied by the aspect of subject and structure,<br />
and language has reached perfection. After the<br />
<strong>19</strong>60’s these variations rised to a level more than<br />
before. After <strong>19</strong><strong>80</strong>’s we faced with post-modern<br />
narrators.<br />
Key Words: Narration, education, tradition,<br />
evident, situation.
Edebî türler içerisinde en köklü geleneğe sahip<br />
olanı muhakkak ki hikâyedir. Bunu söylerken şiirin<br />
en eski hatta ilk tür olduğunu unutmuş değilim.<br />
Fakat ister destanları düşünelim ve böylece İslâm<br />
öncesi edebiyatımızı göz önünde bulunduralım,<br />
ister Kur’ân-ı Kerim’deki kıssa veya hikâyeleri<br />
hatırlayarak İslâmî dönem edebiyatımızı nazarıdikkate<br />
alalım bu böyledir. Yani hikâye veya hikâye<br />
anlatma, kıssa söyleme bizim kültürümüzün<br />
bir parçasıdır. Bunun yani hikâyenin şekli, yapısı,<br />
maksadı elbette devirlere göre değişecektir.<br />
Destanlar, bir toplumun yaşadığı sarsıcı olayları<br />
tarihe ve gelecek nesillere emanet etmek isterler.<br />
Ta ki toplum aynı sıkıntıyı tekrar yaşamasın.<br />
Ama tarih bütün bu destanlara yani anlatılan<br />
hikâyelere rağmen tekerrürden kurtarılamamıştır.<br />
Halbuki maksat tarihi tekerrürden kurtarmak<br />
değil midir? Kur’ân’daki bunca kıssa inananlara<br />
ne kadar etki etmiştir? Üç kitâbî dinden tek ve fakat<br />
çarpıcı/sarsıcı bir örnek verelim. Tur Dağı’nda<br />
Musa Allah ile görüşmeye gider. Umulur ki İsrail<br />
oğulları, kavmini Firavun’un zulmünden kurtaran<br />
Musa’nın Allah’tan ne gibi güzellikler getireceğini<br />
heyecan ve merakla beklesinler. Ama hiç de öyle<br />
olmaz. Musa kavmini, Harun’a rağmen, yaptıkları<br />
buzağıya tapar bulur. İsa’ya kavmi, yakınları/havarileri<br />
ihanet eder ve onu çarmıha gererler. Yahudilerin<br />
hikâyesinden İsevîler ders almazlar. Muhammedîler<br />
canlarından çok sevmeleri gereken,<br />
hatta o iddiada bulundukları peygamberlerinin<br />
sevip okşadığı bir varlığa hiçbir insana görülemeyecek<br />
zulmü reva görürler. Hz. Hüseyin’ı hunharca<br />
şehit ederler. Onlar da İsevîlerin hikâyesinden<br />
ders almamışlardır. Bununla beraber Kur’ân’ın<br />
metodu yüzyıllarca Müslümanlar ve Müslüman<br />
Türkler tarafından kullanılır. Hz. Mevlânâ’nın özellikle<br />
Mesnevî’si âdeta bir marifet mektebidir. Bu<br />
mektebin son büyük öğrencisi Şeyh Galip’tir. En<br />
küçüğünden en büyüğüne bütün bu hikâyelerin<br />
ortak özelliği, insanı maddî benliğinin cenderesinden<br />
kurtarıp vahdete erdirmek, Tanrı ile buluşturmaktır.<br />
Ve bu hikâyeler sanılanın aksine tıpkı<br />
Kur’ân’daki Yusuf ile Zeliha hikâyesinde olduğu<br />
gibi yer yer erotizme de bulanmıştır. Tabiatıyla<br />
bu hikâyelerdeki insan her zaman ya eğitilir ya<br />
da eğitir. Eğitimin ana merkezindeki kendini değil<br />
bütün varlığı düşünen, sırf kendisi için değil,<br />
21<br />
herkes için çalışan, faydalı olmak için yaratılmış<br />
bir insandır. Bunun dışındakiler şu veya bu şekilde<br />
cezalandırılırlar. Varlıklar ve o varlıkların yaşadığı<br />
dünya âdeta insanın güçsüzlünü veya acizliğini<br />
anlatmak için vardır. Tabiat da, olaylar da tabiî olmak<br />
zorunda değildir, öyle bir endişe de yoktur.<br />
Bu tür hikâyelerin elbette kendi içinde bir tutarlılığı,<br />
insicamı, plânı, akışı vardır. Ama bunları söylediğim<br />
gibi biraz sonra söz konusu edeceğimiz<br />
modern hikâyelerdeki gibi düşünmemek lâzımdır.<br />
Elbette mutasavvıfların kısa hikâyeleri ile mesnevîleri<br />
aynı kategoride düşünemeyiz. Hele Acem<br />
edebiyatı menşeli mesnevîler ile Arap edebiyatı<br />
menşeli Leyla ile Mecnun ve Kur’ân menşeli Yusuf<br />
ile Zeliha hikâyeleri de aynı şekilde biri diğerinin<br />
aynı değildir. Bu da hikâyenin çeşitliliği bakımından<br />
önemlidir. Ayrıca dinî kahramanlık hikâyelerinin<br />
yüzyıllar içinde insanımızı nasıl eğittiğini ve bu<br />
tür hikâyelerin kültür ve medeniyetimizin prototiplerini<br />
yarattığını hatırlatalım. Yine hatırlatalım<br />
ki bu tür hikâyelerde din ile millî ve maddî kültür<br />
yirminci yüzyıl insanının başaramadığı hatta daha<br />
ileri gidelim anlayamadığı bir terkibin dönemleri<br />
için şaheser örnekleridir. Kan Kalesi hikâyeleri,<br />
Battal Gazi’nin maceraları, Saltukname bu son<br />
söylediğimiz hikâyelerin müstesna örnekleridir.<br />
Burada birkaç cümle de halk hikâyeleri için söyleyelim<br />
ve daha yakın bir döneme geçelim. Yalnız<br />
biraz evvel sıraladığım hikâye türleri elbette pek<br />
çok değişikler geçirerek çok daha yakın zamanlara<br />
kadar devam etmiştir. Kerem ile Aslı, Arzu ile<br />
Kamber türünden hikâyeler ile çeşitli Türk bölgelerinde<br />
manzum veya mensur olarak ortaya çıkan<br />
hikâyeler, meddah hikâyeleri, Köroğlu gibi kahramanlık<br />
ile eşkiyalığın iç içe verildiği hikâyeler hep<br />
birkaç yapı gösterir ve birkaç maksada matuftur.<br />
Bunların içinde millî hayatın tezahürü olanları bulunduğu<br />
gibi hemen büyük ölçüde mahallî hayatı<br />
aksettirenler de vardır. Bu tür hikâyelerin esas<br />
merkezini insan, tabiat ve toplum oluşturur. İnsanlar<br />
toplu hâlde yaşarlar ve şu veya bu şekilde<br />
o toplumdan, toplumda yaşayan insanlardan etkilenirler.<br />
Bunun için de eğitim toplum içinde olur.<br />
İnsan toplum içinde eğitilir. Bu tür hikâyelerde de<br />
insan ve tabiat, olayın kurgusu ve gelişmesi çok<br />
boyutludur. Ama illâ hikmet veya netice çıkarmak<br />
endişesi baskın değildir. Bu şartlarda XVIII. yüzyıla<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
hatta bu yüzyılın sonuna kadar geliriz.<br />
Bilindiği gibi kendi kendine yeten ve değişme<br />
mekanizmasının başlamadığı toplumlarda olanın<br />
ve geçmişin tekrarlanmasından bıkılmaz. Bu yüzden<br />
de bu hikâye anlayışı Osmanlı Devleti’ndeki<br />
değişme rüzgârlarının başlamasına kadar devam<br />
eder. Maalesef bu değişmelerin itici gücü cephedeki<br />
mağlûbiyetler olmuştur. Bunu söylerken<br />
daha 1683 ve 1699’dan itibaren hikâyede değişme<br />
başlamıştır demek istemiyorum. Fakat Binbir<br />
Gece Hikâyeleri’nin yerli ve mahallî şekilleri, Muhayyelât-ı<br />
Aziz Efendi, Hançerli Hanım hikâyesi türünden<br />
hikâyeleri burada hatırlamamak mümkün<br />
değildir. Sahte sofu, hilekâr insan, saf delikanlı,<br />
kadın erkek meseleleri vb. konuları işleyen bu tür<br />
hikâyeler aşağı yukarı Avrupa’nın hikâyeden romana<br />
geçtiği döneme rastlar. Bir bakıma bu hikâyeler<br />
eğer yaratıcısını bulabilseydi bizde de bir<br />
roman başlamış olabilirdi. Fakat yine aşağı yukarı<br />
aynı yıllarda batılı örneklerin hayatımıza girmesi<br />
Türk yazarlarını ikileme itmiş ve belki de taklide<br />
zorlamıştır. Bir tarafta gelenekten gelen hikâye,<br />
diğer tarafta batılı hikâye vardır. Nitekim uzun<br />
yıllar bu iki kanal açık kalmış, çok sonra gelenek<br />
tamamen terkedilmiştir. Çift örnek daima insanı<br />
ikircikli bırakır.<br />
Bu tespiti yaptıktan sonra yenileşme dönemine<br />
gelebiliriz. Bu konuda Ahmet Mithat, Recâîzâde<br />
Mahmut Ekrem ve Samipaşazade Sezaî ilk akla<br />
gelen isimler. Bunlardan Ahmet Mithat daha çok<br />
geleneğin adamıdır. Hatta meddahlık onda devam<br />
eder. Nitekim eser adları bile onun durumunu belirtir.<br />
Kıssadan Hisse, Letâif-i Rivâyât. Ekrem Bey’in<br />
daha batılı olacağını sanırım söylemeye gerek<br />
yok. Ahmet Mithat’ın eserlerinde roman ile hikâye<br />
arasında gidip geldiğimizi ayrıca belirtelim ve<br />
asıl hikâyenin Sezaî ile başladığını ekleyelim. Tabiî<br />
bu başlangıç Ara Nesil’de ve Servet-i Fünun’da<br />
gelişecek batılı hikâye edebiyat hayatımıza girmiş<br />
olacaktır. Artık yazarlarımız olağanüstü olayların,<br />
büyük tesadüflerin peşinde gitmez. Bir vak’a ve bu<br />
olayı yaşayan kahramanlar vardır. Bu kahramanlar<br />
bu dünyada yaşarlar. Severler, sevilirler, sevgileri<br />
için ıstırap çekerler, yasak aşk yaşarlar, kadın<br />
tuzağına düşerler. Bu kahramanlar örnek olmak<br />
iddiasında değillerdir ama örnek alınırlar. Batılı ve<br />
yeni bir hayatı temsil ederler. Dinî hayatları ya hiç<br />
22<br />
yoktur, ya da son derece zayıftır. Toplum ile uyum<br />
içinde değildirler. Hatta toplumdan farklı düşünürler.<br />
Bunun için de toplum onları kabullenmez.<br />
Bununla beraber yazarına göre gerçekçi veya romantik<br />
olan bu kahramanlar yavaş yavaş yaşanan<br />
ıstırapların etkisinde kalırlar. Meselâ uzun ömürlü<br />
olan Halit Ziya’nın son hikâyelerindeki kahramanları<br />
toplumun yaşadığı acıları hem duyar hem<br />
temsil ederler. Bu kahramanların bir psikolojileri<br />
vardır. Her şeyden önce insandırlar. Ama bu psikoloji<br />
sanki döneminin şaşkınlığını ve tutarsızlığını<br />
temsil etmek için vardır. Evet, elbette her yerde<br />
insan insandır. Ama Yahudi bir insanın psikolojisi<br />
ile Hıristiyan bir insanın veya bir Müslümanın;<br />
bir İngilizin, Fransızın psikolojisi aynı değildir. Bununla<br />
ne demek istiyorum? Yanlış anlaşılmamak<br />
için daha açık söylemeliyim. Bu hikâyelerin kahramanlarından<br />
hareket ederek XIX. yüzyılı sonunda<br />
insanımız şu yapıda ve psikolojide imiş diyecek<br />
durumda değiliz. Belki doğru olan da budur. Pekiyi<br />
ben bunu niye söyledim. Bugün pek çok değerlendirmeci,<br />
araştırmacı ve yazar bu hikâyeleri<br />
yerli hayatı ve bize ait olanı vermiyor diye tenkit<br />
etmiyor mu? İşte bunun için böyle bir sapma yaptım.<br />
Öte yandan kahramanların kendi kültürlerine<br />
yabancılaşmaları bir vakıa olarak karşımızdadır.<br />
Ayrıca belirtelim ki kahramanların milliyeti konusunda<br />
da bir çeşitlilik vardır. Yalnız bu hikâyeler<br />
ayağını yere basan hikâyelerdir. Yani bir mekâna<br />
sahiptirler. Bu mekân öncelikle İstanbul olsa daesasen<br />
hikâyelerdeki olay genellikle İstanbul’da<br />
geçer-vardır. Mekâna ait unsurlar şu veya bu şekilde<br />
hikâyelerimizde kendini gösterir. Bu hikâyelerin<br />
çok çarpıcı bir özelliği de içinde yaşadığı toplumun<br />
kültürüyle, alışkanlıklarıyla alay etmesidir.<br />
Bunda zamanın, sosyal zamanın önemli bir payı<br />
vardır. Çünkü dönem geleneğin, alışılmışın, yerli<br />
hayatın, halk kültürünün küçümsendiği bir dönemdir.<br />
Yeni ve modern bir hayat özlenmektedir.<br />
Hikâyeler bu özlemi gidermede önemli bir rol oynamış,<br />
yeni hayatın topluma benimsetilmesi için<br />
bunlardan faydalanılmıştır. Bir anlamda geçmişte<br />
gördüğümüz eğitim anlayışı bir başka şekilde devam<br />
etmiştir. Yani hikâye insanı ve toplumu eğiten<br />
bir araçtır. Sadece eğitim maksadı değişmiştir.<br />
Artık insanı kötülüklerden alıkoyan ve Allah’a<br />
ulaştıran bir eğitim değil, yeni ve farklı bir hayata,<br />
anlayışa hazırlayan bir eğitim söz konusudur. Artık
hikâyeler belki topluma, insana, içinde yaşanılan<br />
mekân ve zamana daha uygundur. Ama bu insan<br />
sun’îlikten kurtarılmış değildir. Âdeta süs bitkisi<br />
gibidir. Bununla beraber özellikle Samipaşazade<br />
Sezaî teknikte, insanı ve tabiatı algılayışta batıya<br />
yaklaşır, onun hikâyeleri romandan çok küçük<br />
hikâye uzunluğundadır. Hüseyin Rahmi yerli hayatı<br />
ve hatta mahallî kültürü komedileştirir. Onun<br />
hikâyeleri ile büyüyen nesiller kendi insanlarını,<br />
kendi kültürlerini küçük görme lüksünü yaşarlar.<br />
Biz asıl varlığı, eşyayı, insanı içten ve derinden tanıyan,<br />
yakalayan, hayatın çeşitli cephelerine inandırıcı,<br />
ikna edici, benimsetici, yaşatıcı hikâyeleri<br />
Halit Ziya’dan okuruz. Halit Ziya Uşaklıgil, yaşanan<br />
bütün olumsuz şartları, savaşları, Türk insanının<br />
mücadelesini görmüş ve hikâyelerinde bunlara<br />
ait levhaları ebedîleştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin<br />
şartları gittikçe ağırlaşır, II. Meşrutiyet kurtuluşun<br />
değil çöküşün habercisi veya başlangıcı olur. Edebiyatımızda<br />
Millî Edebiyat diye adlandırılan bu devrede<br />
Türk hikâyeciliği büyük bir sıçrama yapar. Bu<br />
seviyenin en önemli göstergesi Türkçenin ulaştığı<br />
seviyedir. Tanpınar’ın klâsik dönemde nesir yoktur<br />
şeklinde özetlenebilecek görüşü bir tarafa geçmiş<br />
dönemlerde hem şiirimiz, hem nesrimiz hayatı<br />
birtakım metaforların, süslü/sanatlı söyleyişlerin<br />
penceresinden verir. Kalın ve koyu bir gözlüğün<br />
arkasından bakılan hayat ne kadar kavranabilirse<br />
o kadar anlatır kelimeler dünyamızı. Bu bakımdan<br />
sade ve basit hayatı anlatmada Türkçenin belki<br />
de yazarlarımızın yetersiz kaldığı vakıası ile karşı<br />
karşıyayız. Türkçeyi o kadar savunan ne Ahmet<br />
Mithat, ne Emin Nihat hayatı kucaklayan bir Türkçe<br />
ile konuşurlar. Samipaşazade Sezaî, eski üslûptan<br />
kurtulmak isterken sanat gösterisi yapacağım<br />
diye ifadeyi hantallaştırır. Hâkim olunması son derece<br />
güç olan bu üslûp, Halit Ziya’nın kudretli eliyle<br />
şirazesini bulur. Fakat unutmayalım ki Nabizade<br />
Nazım, Ahmet Mithat’ı biraz daha geliştirerek ayrı<br />
bir çizgide yola devam eder. İşte Ömer Seyfettin,<br />
her ne kadar kendisi farklı da düşünse, var olan<br />
süreci yok sayıp “yeni lisan” sloganına da sarılsa<br />
Türkçedeki gelişmeyi birden zirveye çıkarır. Hemen<br />
ifade edelim ki kendisine kadar gelen tecrübeler<br />
olmasa Ömer Seyfettin, öyle bir olgunlukla<br />
başlayamazdı. Bununla beraber şaheser şaheserdir,<br />
onu hazırlayan şartlar araştırıcıları ilgilendirir.<br />
Bir anlamda hem teknik, hem hayatı ifade, hem<br />
23<br />
muhteva bakımından Ömer Seyfettin’in hikâyeleri<br />
yeni bir dönemin başlangıcıdır. Gerçek anlamda<br />
Türk hikâyesi ancak bundan sonra var olacaktır.<br />
Halit Ziya bile bundan sonra farklı bir çizgiye girecektir.<br />
Ömer Seyfettin’in ülkenin şartlarının tabiî<br />
bir sonucu olduğunu anlamak istemeyen idraki<br />
kapalı kimseler ona saldırsa da güneşi balçıkla<br />
sıvamaya güçleri yetmeyecektir. Her zaman Türk<br />
hikâyeciliğinde bir Ömer Seyfettin vakıası var olacaktır.<br />
Yaşanan şartlar o kadar ağırdır ki bir hikâyecinin<br />
yaşananları görmemesi sanatkârın kör<br />
ve sağırlığına delâlet eder. O yoldan Halide Edip<br />
Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu da giderler.<br />
Hikâyelerini öyle olaylar üzerine kurarlar ki<br />
okuyucu kesinlikle fiktif değil gerçek bir hayatın<br />
içinde bulur kendini. Ama hiçbir gerçek veya hatıra<br />
bu kadar inandırıcı, sarıcı ve sarsıcı değildir. Sanat<br />
eserinden beklenen de bu değil midir? Bu durumda,<br />
yaşanan felâketlerin de büyük payı vardır.<br />
Tabiatıyla burada hikâyelerin dilindeki ve söyleyişteki,<br />
özelikle Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit<br />
Karay’da ulaştığı mükemmellik belki de Türkçenin<br />
tarih içerisinde ulaştığı en yüksek seviyedir. Hele<br />
memleket coğrafyası ve insanının bütün tabiîliği<br />
ve canlılığı ile ortaya çıkması hikâyemiz için ayrı<br />
bir özelliktir ve müsaadenizle söyleyeceğim bir<br />
güzelliktir.<br />
Cumhuriyet’e bu şartlarda geliriz. Cumhuriyet<br />
kurulmuş, bir sükûnet sağlanmıştır. Bir romantizm<br />
devri yaşanır. Türk Tarihi Tetkik ve Türk Dilini<br />
Tetkik cemiyetleri kurulur. Özellikle Tanzimat’tan<br />
bu yan aydınlarımızın büyük bir rüyası olan batılılaşmada<br />
ilim, fen, teknik ve çalışma metoduna<br />
kadar yayılmasa da büyük bir gelişme olur. Öte<br />
yandan halk ile aydın, edebiyatçı ile köylü birbirini<br />
tanıma gayreti içerisine girer. Esasen Millî Mücadele<br />
yılları bu tanışmayı çoktan ve büyük ölçüde<br />
sağlamıştır.<br />
Cumhuriyet döneminde klâsik anlayışın yanında<br />
yeni açılımlar da vardır. Burada özellikle Sait Faik<br />
ve Memduh Şevket Esendal’ı hatırlamak gerekir.<br />
Esasen Türk hikâyesi dendiği zaman mutlaka akla<br />
gelen isimler Ömer Seyfettin, Saik Faik ve Memduh<br />
Şevket Esendal olacaktır. Memduh Şevket,<br />
Türk hikâyeciliğinde başlı başına yeni bir açılımdır.<br />
Klâsik ölçüde hikâye giriş, gelişme, sonuçtan<br />
oluşur ve yazar bir olay anlatır; söylemek istedik-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
lerini hikâye yolu ile ifade ederdi. Bu bir anlamda<br />
hikâyenin akılda kalmasını sağlar, daha etkileyici<br />
olurdu. Eski hikâyeler de böyle idi. Hatta paradoks<br />
olarak almazsanız mücerret bir sanatın ve sanat<br />
anlayışının müşahhaslaşması idi bu. Belki anlatılan<br />
konu, meselâ Leylâ ile Mecnun mesnevîsindeki<br />
konu ilâhî aşktı ve mücerretti. Halbuki Leylâ ile<br />
Mecnun arasındaki olay fikrin müşahhaslaşması<br />
idi. Memduh Şevket Esendal, Çehov tarzı denilen<br />
durum hikâyesi yazıyor, bir olayı değil bir durumu<br />
anlatıyordu. Ne giriş, ne gelişme, ne de sonuç vardı.<br />
Yazar, hayattan yakalanmış herhangi bir anı bir<br />
şekilde alır ve herhangi bir sürprize bağlamadan<br />
hikâyesini bitiriverir. Ne bir iddia sahibidir ne de bir<br />
dava adamı. O, yakaladığı bir anı dilin imkânlarını<br />
güzel bir şekilde kullanarak verir. Bunu söylerken<br />
onun hiçbir fikri arka plâna sahip bulunmadığını<br />
söylemek istemiyorum. Elbette onun yakaladığı<br />
anlarda nice komik, beşerî durum veya zaaflar,<br />
insanlar arasındaki çeşitli ilişkiler vardır. Bu kısa<br />
hikâyelerde insanımızın iç dünyası, ilişkileri, kültürü,<br />
sevgisi, aileye bakışı sergilenir. Onun hikâyelerinde<br />
tasvir vardır, anlatma vardır, tahlil vardır.<br />
Memduh Şevket’in kahramanları toplum ile uyum<br />
içindedir. Sait Faik ise İstanbul merkezli hikâyelerinde<br />
İstanbul’un kültür-tarih-medeniyet-estetik<br />
taraflarını hemen hiç umursamaz. Belki de bu,<br />
İstanbul’a Cumhuriyet aydınının sanatla ilk, tek ve<br />
en önemli başkaldırısıdır. Ama unutmayalım ki İstanbul,<br />
üzerinde çeşitli türden insanların yaşadığı<br />
bir mekândır. Bu insanlar sade, basit, fabrika işçisi,<br />
balıkçı ve çeşitli meslekten insanlardır. Bunlar,<br />
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın birtakım peşin bakış<br />
açılarının kavruklaştırdığı, yozlaştırdığı insanlar<br />
olmadığı gibi, Osman Cemal Kaygılı’nın İstanbul<br />
mahallelerinde yaşayan yoksul ve renkli insanlar<br />
da değildir. Saik Faik, içimizde yaşayan, ama yer<br />
yer hayatımızı kolaylaştırmalarına rağmen belki<br />
yaşadığının bile farkına varamadığımız insanları,<br />
manzaraları hatta meslekleri kitap sayfalarına<br />
taşır. Onları anlatırken, romantik değildir, abartılı<br />
bir dil kullanmaz. Tıpkı o kahramanların, olayların<br />
ve durumun kendisi gibi sadelik içerisindedir.<br />
Bıktırıp usandırmaz, farkına vardırır, sevdirir. Her<br />
zaman bir olay peşinde koşmaz. Ders verme çabasında<br />
değildir, bir sonuç çıkarmak için gayret<br />
sarf etmez. Varlığı tanır, hissettirmeden tanıtır.<br />
Anlattıkları ile ifadesi tam bir uyum içerisindedir.<br />
24<br />
Bu iki yazara Sabahattin Ali’yi de eklersek Cumhuriyet<br />
dönemi hikâyeciliğimizin teknik, dil ve üslûp<br />
bakımından ulaştığı seviyeyi belirlemiş oluruz.<br />
Sabahattin Ali, bizde başlangıçtan, Kara Bibik’ten<br />
beri var olan realizmi/gerçekçiliği ideolojik plâna<br />
kaydırır ama bunu, kendinden önce ve hele sonrakilerden<br />
farklı olarak özenli bir kurgu ve anlatımla<br />
verir. Döneminin sosyal, siyasî, ekonomik<br />
olaylarının, sıkıntılarının insan üzerindeki etkilerini<br />
işler. O, hep muhalif bir aydındır. Muhaliflikte<br />
kendisinden önceki pek çok hikâyeci ile birleşir.<br />
Sabahattin Ali’yi onlardan ayıran olaylara ideolojik<br />
yaklaşması veya olumsuzlukların düzelmesini<br />
rejime bağlamasıdır. Bununla beraber onun kendisinden<br />
sonrakiler kadar katı olmadığını, hatta<br />
yer yer romantik olduğunu belirtelim. Marksist<br />
hikâye, işçi, köy, köylü hikâyesi bu devre hikâyemizin<br />
en belirgin özelliği olarak ortaya çıkar. Tabiatıyla<br />
biz, bu tür hikâyede ne teknik, ne dil, ne<br />
de insanımızı tanımak veya tanıtmak bakımından<br />
bir derinlik görürüz. Bunu söylerken hikâyemizdeki<br />
çeşitlenmeyi, bu anlamda büyük bir zenginleşmeyi<br />
göz ardı etmiyoruz. Gerçekten de Marksist<br />
hikâye ile konularda, mekânda, insan kadrosunda<br />
alabildiğine bir çeşitlenme ile karşı karşıya kalırız.<br />
Bu çeşitlenmeye rağmen özde büyük bir fakirlik<br />
veya yoksulluk vardır. Marksist hikâyedeki bu yoksulluğu,<br />
Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak<br />
Şinasi Hisar, Necip Fazıl Kısakürek, Sâmiha<br />
Ayverdi, Nurettin Topçu, Tarık Buğra gibi, konuları,<br />
insan kadrosu, insanı, tabiatı algılayışları, kültür<br />
varlığımızı değerlendirişleri itibariyle büyük<br />
bir derinlik sunan hikâyeciler dengeler.<br />
<strong>19</strong>50’li yıllardan sonra hikâyeciliğimizde bir<br />
çeşitlenme ve belki daha doğru bir ifade ile bir<br />
değişme süreci başlar. Bu değişmenin bir ucunda<br />
teknik/yapı diğer ucunda muhteva vardır. Tabiatıyla<br />
dünyayı algılama, hayata bakış, çevreyi<br />
ve olayları yorumlama, hepsinden önemlisi insan<br />
ve sanat anlayışı yavaş yavaş değişmeye başlar.<br />
Hemen ifade edelim ki her şey yani değişme ile<br />
gelenek yan yanadır. Yani bir taraftan alışılmış,<br />
gelenekleşmiş olan devam ederken öbür taraftan<br />
değişme veya değişiklikler kendini tabiî giderek<br />
artan bir dozda hissettirerek varlığını sürdürür.<br />
Meselâ teknikte Ferit Edgü kısa kısa hikâye veya<br />
kısa kısa metinler yazar. Kendisi ‘minimalist’ te-
imini veya ‘kısa kısa metinler’ terimini kullanır.<br />
Bu daha başkaları tarafından da uygulanacaktır.<br />
Edgü, bundan maksadının anlamı yoğunlaştırmak<br />
ve tasvirden uzak durmak olduğunu söyleyecektir.<br />
( Gökçe Gökçeer, Ferit Edgü ile Masa Başında,<br />
Edebiyat Yilliği <strong>20</strong>06, (Hazırlayan Ahmet Yıldız),<br />
Kritik Kitaplar Yayınevi:1, Ankara, Nisan <strong>20</strong>06, s.<br />
364) Son günlerde konuya şöyle bir açıklık getirir:<br />
“Minimalizm: Az söz çok çağrışım, çok anlam.<br />
Minimalist sözcüğünü daha önce de yazdım, görsel<br />
sanatlardan ödünç aldım. Ve ilk kez <strong>19</strong>90’ların<br />
başında kullandım. Oysa <strong>19</strong>50’lerin sonunda<br />
böyle metinler yazıyordum. Resim sanatında çok<br />
renklilik, birçoklarının sandığı gibi, bir tabloda onlarca<br />
renk kullanmak değil, çok az renkle, onların<br />
aralarındaki raporlarla, çok renkli bir resim yaratmak<br />
demektir.” (Abidin Parıltı, Yaralı Gövde, Yaralı<br />
Yurt ve Yaralı Zaman, Radikal Kitap, 12 <strong>Ekim</strong><br />
<strong>20</strong>07) Burada bilmem belirtmeye gerek var mı?<br />
Şark veya İslâm hikmeti, kısa ve özlü söz söyleme,<br />
klâsik şiirimizdeki bir kelime ile bir yığın anlamı<br />
çağrıştırma geleneği bundan farklı mıdır? Bir arkadaşımızın<br />
vereceği tebliğden anlayacağız, bu<br />
kısa kısa hikâye ile “küçürek hikâye”nin aynı şey<br />
olup olmadığını. Dolayısıyla bu tür hikâyelerde<br />
ne olay vardır, hatta ne de Çehov hikâyelerindeki<br />
durum. Şiir midir, hikâye midir bunu zaman gösterecektir.<br />
Yalnız bunların yoğunluk bakımından<br />
şiirsel bir anlatım olduğunu Edgü de söyler. Bu,<br />
konunun sadece bir tarafı ve tabiî ki bundan ibaret<br />
değil. II. Dünya savaşının insanlar ve özellikle<br />
sanatkârlar üzerindeki baskısının sanat eserlerine<br />
aksetmediğini söyleyemeyiz. Nitekim bu dönemde<br />
yalnızlık, ferdî bunalımlar yabancılaşma belli başlı<br />
temalardandır. Şehir hayatında insan giderek yalnızlaşmaktadır.<br />
Artık bir olayı kurgulayıp ondan<br />
dersler çıkaran veya bir durumu yazıya dökerek<br />
oradan birtakım çıkarımlarda bulunan sanatkâr<br />
son derece azalmıştır. Hikâyeciler, çeşitli kaynaklardan<br />
beslenirler. Psikanalitik tahliller yaparlar,<br />
felsefî yorumlara yer verirler, çeşitli sosyal ve<br />
siyasî göndermelerde bulunurlar, dili kullanımda<br />
kendilerini son derece serbest ve hatta bağımsız<br />
hissederler. Anlatmak istediklerini çeşitli imajlarla<br />
anlatmayı yeğlerler. Öyle ki artık hikâye okumak<br />
bir kültür işi hâline gelir. Türk ve dünya edebiyatından<br />
pek çok unsuru metinlere eklerler. Sosyal<br />
ve siyasî olaylarla iç içedirler; yalnız bunların ne<br />
olduğunu anlamak için belirli bir kültür seviyesinin<br />
üstünde olmak gerekir. Erotizmden çekinmez-<br />
25<br />
ler, hatta bazıları çevrenin genç kızlar ve daha<br />
geniş çerçevede kadınlar üzerindeki baskıya bir<br />
başkaldırı olarak cinsel özgürlüğü teklif ederler.<br />
Neyi anlatmaktan çok nasıl anlatılacağı ön plâna<br />
çıkar. İç konuşmaları hikâyeleri şekillendirir. Yazar<br />
pek çok şeyi anlatmaz, söylemez. Söylediklerinin<br />
gerisini okuyucuya bırakır. Hatta hikâyesini okuyucusunun<br />
tamamlamasını ister. Bazı yazarlar<br />
hikâyesini oluşturma şeklini hikâyeleştirir. Meselâ<br />
Nezihe Meriç “Kimin Kimsesi Kim” hikâyesine şöyle<br />
başlar:<br />
“Senin öykücülüğün çok düşündürüyor beni.<br />
Çok bakıyorsun, çok katılıyorsun günlük yaşama.<br />
Sonra, tutup sözünü haddeden geçirmek isteyince,<br />
zorlanıyorsun; bir kişinin öyküsünü yazmaya<br />
kalktığında pek çok kişi seninle.<br />
Hadi başla bakalım, başına neler gelecek. Nasıl<br />
toparlayacaksın bu kez. Merak ediyorum.”<br />
“Haklısın. Bu öykü çok uğraştırdı beni. Başlıyorum”.<br />
(Nezihe Meriç, Çisenti, İstanbul, <strong>20</strong>05, Yapı Kredi<br />
Yayınları: 2277, s. 23)<br />
Bazen bu durum, yani hikâye yazmanın hikâyesi<br />
hikâye boyunca devam eder. Hatta yazar, hikâye<br />
kahramanı ile kendini birlikte değerlendirir. Meselâ<br />
Murat Gülsoy’un “Kukla” (Bu Kitabı Çalın,<br />
İstanbul, <strong>20</strong>00, Can Yayınları, s. 148-162) hikâyesi<br />
böyledir. Bazen önceden yazılmış bir hikâye<br />
sonradan tamamlanır. Kısa, çok kısa hikâyelerin<br />
yanında rakam verilerek uzatılmış hikâyeler de<br />
vardır. Ama bu rakamlanmış kısımlar ayrı ayrı<br />
hikâyeler de olabilir.<br />
Hemen ifade edeyim ki burada genel özellikler<br />
üzerinde duruyorum ve eskinin devam eden taraflarını<br />
tekrar etmiyorum. Değişmeleri, değişiklikleri<br />
ifade etmeye çalışıyorum. Bazı hikâyeciler<br />
hikâyesini okuyucu ile tamamlamak ister. Bazıları<br />
hikâye yazmayı bir zekâ gösterisi hâline getirmeye<br />
çalışır veya hikâye yazmayı öyle düşünür. Dili<br />
farklı kullanma-ki buradaki maksat alışılmışın ve<br />
dil kurallarının dışı bir kullanış kastedilmektedir-<br />
bir ustalık olarak algılanır. “Eksiltili ifade” diye bir<br />
kullanış, hadi terim diyelim, ile karşılaşırız. Özellikle<br />
kadın yazarlarımız kadın duyarlılığını işlediler,<br />
yoksulluk içindeki kadınları, hayatları ve genç-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
likleri harcanmış genç kızları, çocukları anlattılar.<br />
Bunları yaparken dilin bütün imkânlarından faydalandılar.<br />
Bu sıraladıklarım <strong>19</strong>60’lı yıllardan sonra<br />
parça parça ortaya çıkan özelliklerdir. Bunlar<br />
tabiî ki günümüze kadar da gelir. Yani <strong>19</strong><strong>80</strong>’den<br />
sonra da devam eder.<br />
Bilindiği gibi edebiyat veya kültürdeki değişmeler<br />
bir günde olmaz. Bıçak gibi kesilmez veya<br />
birden başlamaz. Esasen II. Dünya Savaşı insanlığı<br />
bir buhrana itmiştir. Dışarıdaki aydınların ve<br />
yazarların da yardımıyla bizim yazarlarımız da bu<br />
bunalımdan paylarına düşeni almışlardır. Öte yandan<br />
Türkiye’nin özel şartları ve tabiî <strong>19</strong>60 ihtilâli,<br />
<strong>19</strong>71 muhtırası, <strong>19</strong><strong>80</strong> ihtilâli toplumda birtakım<br />
değişmelere sebep olmuştur. <strong>19</strong>50’deki yeni iktidarın<br />
sağladığı imkânlarla okuyup yazmanın daha<br />
doğrusu köyden şehre göçün artması, Anadolu<br />
gençlerinin daha çok okuryazar olması ve yüksek<br />
tahsil imkânlarının çoğalması, yeni oluşumlar, ülkedeki<br />
birtakım çarpıklıkları fark eden nesillerin<br />
ortaya çıkması ve daha bir yığın sebep edebiyatın,<br />
tabiî bu arada hikâye anlayışının değişmesi sonucunu<br />
doğurmuştur. Hikâyecilerimiz yeni arayışlar<br />
içine girmiştir. Bir tarafta dış gerçeklerden bunalan<br />
insan, diğer tarafta iç gerçeklerin insan için<br />
daha önemli olduğunu söyleyen insan vardır. Bunun<br />
için de gerçek, hikâye ve bazen yazara veya<br />
hikâyeciye göre de değişmektedir. Böylece de bir<br />
taraf toplumcu gerçeğin, diğer taraf insanın daha<br />
doğrusu insan gerçeğinin peşindedir. Bir bakıma<br />
yazarlarımız hikâye ile zamanlarını, zamanlarının<br />
insanını anlamak, anlatmak istemişlerdir. Aslında<br />
bu konuda hikâye romana nispetle daha elverişlidir.<br />
Çünkü hikâyede konuşan büyük ölçüde yazardır<br />
ve istediği zaman konuşmayı bitirir. Bu ona<br />
büyük bir serbestlik sağlar. Hatta bazı hikâyeciler<br />
daha çok kendilerini anlatır. Bunun için de ben,<br />
sanılanın aksine hikâyeye romanın gölgesinde<br />
kalmış anlayışıyla yaklaşmayacağım. Belki de parça<br />
parça olması dolayısıyla okuyucudan beklediği<br />
ilgiyi göremedi ve bunun için de pek çok hikâyeci<br />
romana kaydı.<br />
Burada bir başka daireden belki daha doğrusu<br />
durumdan söz edeceğim. Batılı anlamda hikâye<br />
ve romanda dinî kültür büyük ölçüde kendine yer<br />
bulamaz. Yazarlarımızın kahramanları ibadet yapmazlar.<br />
Hatta bazı hikâye ve romanlarda din, din<br />
adamı, dinî ritüeller alay konusu yapılır. Şaşırtıcı<br />
bir şekilde Paris’te uzun yıllar kalan Yahya Kemal<br />
26<br />
“Ezân-ı Muhammedî”, “Süleymaniye’de Bayram<br />
Sabahı” şiirlerini, “Ezansız Semtler” makalesini<br />
yazar. Sonra da “Siyasî Hikâyeler”inde kahramanlarına<br />
abdest aldırır. Daha sonraları Necip<br />
Fazıl Kısakürek insanın iç ve manevî dünyasına<br />
nüfuz etmeye çalışır. Sezaî Karakoç ve diğerleri<br />
bu yolda devam eder. Belki de Necip Fazıl’ın<br />
mücadeleci ve siyasî tavrının bunları etkilemesi<br />
dolayısıyla, bu hikâyecilerin eserlerinde Osmanlı<br />
döneminin, dini, hayatın bütün safhalarına estetik<br />
olarak yerleştiren anlayışı yerine sloganlaşmaya<br />
gidiş olmuştur. Sosyalizmin sanat eserlerindeki<br />
sloganlaşmasından farklı değildir bu. Bunun için<br />
de “İslâmlaşma-İslâmcılık” diye bir sloganla anılırlar.<br />
Hayatın içinde olmayan bu anlayış yama gibi<br />
kalır. Bunalım bu yazarların da üzerinde durduğu<br />
konulardandır. Fakat ne olaylara, kişilere, döneme<br />
bakışta İslâm’ın beşerî ve beynelmilel yaklaşımı<br />
belirir, ne de gelenek modernleştirilerek, hayatın<br />
vazgeçilmez bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu tür<br />
yazarları diğerlerinden nedir ayıran diye bir soru<br />
sorsak tatmin edici bir cevap bulamayız. Sadece<br />
bazı dinî alışkanlıklara atıflarda bulunulur. Bunların<br />
içinde Sezaî Karakoç’un hikmete kaçan ve<br />
kıssaları hatırlatan hikâyelerini belki ayrı değerlendirmek<br />
gerekir.<br />
Farklı bir çizgide de olsa burada Emine Işınsu’yu<br />
hatırlamak gerekir. Maalesef o da aktüel siyasetten<br />
kendini yeterince kurtaramamıştır. Tabiatıyla<br />
Sevinç Çokum, bu dönem hikâyemizde düşünülmesi<br />
gereken isimlerdendir. Esasen fark edileceği<br />
gibi biz konuya genel çerçevede yaklaşıyor,<br />
isimler üzerinde durmuyoruz. Farklı bir pencere<br />
oluşturan bu isimleri böylece anmış olalım.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong>’li yıllar bir bakıma dünyada önemli depremlerin<br />
yaşandığı bir dönemdir. Rusya’nın dağılması,<br />
bazıları kabul etmese de komünizmin iflâsı<br />
demektir. Amerika ve İngiltere dünyaya yeni bir<br />
şekil vermenin başını çekerler. “Globalleşme” denilen<br />
yeni ve sihirli bir maymuncuk bulunur. Devletlerin<br />
fonksiyonunu azaltma ve kontrolü uluslar<br />
arası sermayeye teslim etme çalışmaları ön plâna<br />
çıkar. Bunun sonucu olarak artık hikâyeciler de<br />
kendilerine, ferdîliğe daha çok yönelirler. Posmodernizm<br />
denilen yeni bir anlayış Türkiye’de de takipçilerini<br />
bulur. Dünya küçülmüştür. Hemen her<br />
şeyden anında haberdar olunabilmektedir. Farklı<br />
kültürlerin bir arada yaşayabileceği söylemi pompalanır.<br />
Ama dünyadaki olaylar ve uygulamalar
özellikle Karabağ’daki, dağılan Yugoslavya’daki,<br />
Filistin ve Irak’taki olaylar bunun pek de mümkün<br />
olmadığını göstermektedir. Umalım ki bu söylemler<br />
güçleri zayıflatmak, dayanakları yok etmek için<br />
yeni bir düzenin parçası olmasın. Konunun siyasî<br />
boyutu ne olursa olsun <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında bir taraftan<br />
eski alışkanlıklar, gelenek devam ederken diğer<br />
taraftan hikâyemize yeni arayışlar girdi. Belki<br />
buna kaçış demek daha doğrudur. Düşünceden kaçış.<br />
Tekraren ifade edeyim. Yazı hayatını sürdüren<br />
yazarlar elbette değişmedi. Yenilerde bazı farklılıklar,<br />
eskilerde yeniye intibaklar görürüz. Ahmet<br />
Sait Akçay’ın son dönem hikâyeleri için yaptığı şu<br />
belirlemelere katılmamak mümkün değildir: Yeni<br />
ve farklı bir hikâye dili yaratma gayreti. Hikâyede<br />
şekle özden fazla önem verme. Anlatımda “benyazar”<br />
eksenini öne çıkarma, dolayısıyla gözlemden<br />
çok deneye ağırlık verme. Hikâyede anlatılan<br />
kişi belirli değildir, bir gölge gibi kelimelerin arkasındadır.<br />
Artık eskisi gibi bir olay ve durum anlatılmamakta<br />
şiirsel, bölük pörçük, denemeyi andıran<br />
metinler oluşturulmaktadır. (Türk Öyküsünün<br />
Yeni Çehresi: Yeni Öykü ya da Bireysiz Öykü, Hece<br />
Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, nr.46/47, 2. baskı,<br />
Ankara, <strong>20</strong>05, s.225-226) Bu tespitleri hikâyede<br />
postmodernlik olarak da algılamak mümkündür.<br />
Çünkü kendini merkeze yerleştiren yazar, dünyayı,<br />
çevreyi kendine göre yorumlar. Bu, kişinin, şahsın<br />
öne çıkması, değer kazanması demektir. Bu ferdiyetçilik<br />
demektir. Kişinin dile yaklaşımı da bu çerçevededir.<br />
Kişiye görelik dili kullanmada da kendini<br />
gösterir. Geleceği kestirememekle beraber bu<br />
durumun dile yeni imkânlar kazandıracağını umalım.<br />
Ayrıca ifade edelim ki okunduğu zaman zevk<br />
alınan bu yeni hikâyelerden hafıza veya hatırada<br />
geriye ne kalır diye sormayalım. Zira yazarın böyle<br />
bir beklentisi yok. Bu tür hikâyelerin bir başka<br />
özelliği başı sonu belirsiz metinler olmalarıdır.<br />
Bu, tabiatıyla postmodernizmin bir özelliği. Nerde<br />
başlıyor, nerde bitiyor? Üstelik iç içe hikâyeler<br />
var. Bu hikâyelerde önemli olan nedir? Bunu belirlemek<br />
zordur. Yazar ne mekâna, ne zamana, ne<br />
de karakterlere önem verir. Ben merkezli olduğu<br />
için önemli olan onun izlenimleridir. Bilinçaltı yine<br />
devam eder. Yalnız insan, kendini, kendi geçmişini,<br />
çocukluğunu ve kimliğini araştırır, sorgular.<br />
İç konuşmaları, psikolojik sorgulamaları önemli<br />
ve hatta hikâyeyi okunmaz kılacak şekilde artar.<br />
Tabiatıyla biz burada bir durum tespiti yapıyoruz.<br />
Bütün özellikleri de belirlemiş değiliz. Böyle bir<br />
27<br />
niyetimiz de yok. Ayrıca bu söylediklerimizi tartışmıyoruz<br />
da.<br />
Netice olarak söylemek gerekirse, başlangıcından<br />
bugüne Türk hikâyesi önemli değişmeler<br />
ve gelişmeler geçirmiştir. Özellikle Cumhuriyet<br />
dönemi, hikâyeciliğimiz bakımından önemlidir.<br />
Gelişme hem teknik, hem muhteva yönünden<br />
olmuştur. Hikâye anlatma, ders verme, ibretli<br />
vak’alar sıralama, yeni bir yaşayış şeklini benimsetme;<br />
tarihe, vatana, millete sahip çıkma, yaşanan<br />
ıstırapları topluma anlatma, haklarına sahip<br />
çıkma, başkaldırma, ezilenlerin hakkını savunma,<br />
sosyal bozuklukları sergileme noktalarından geçen<br />
hikâye, “bir arayış, bir sığınma ama daha çok<br />
bir paylaşma” (Necip Tosun, Hece Türk Öykücülüğü<br />
Özel Sayısı, Yıl:4, nr. 46-47, <strong>Ekim</strong> Kasım <strong>20</strong>00,<br />
Ankara, <strong>20</strong>05, s. 377), “ ..başka hiçbir biçimde<br />
dillendir(dirilemeyecek) meramın ifade alanı”<br />
(Hasan Ali Yıldırım, a. dergi, s. 386) dünyayı değiştirme<br />
düşünülmeyen(Hasan Ali Toptaş, a. dergi,<br />
s. 375) bir anlatı türü noktasına gelir. Bununla<br />
beraber ideolojik saplantıları devam ettiren hikâyeciler<br />
de vardır. Fakat bunların giderek azaldığını<br />
ve artık kavga etmekten vazgeçme yolunda<br />
ilerleyen hikâyecilerin sayısının arttığını söylemeliyiz.<br />
Ben müsaadenizle bunu bir gelişme olarak<br />
görmek istiyorum. Çünkü bu öncelikle insanın<br />
gelişme noktasını gösterir. Ayrıca yazmayı ferdî<br />
bir ihtiyaç olarak almak hele okuyucu bulursa son<br />
derece anlamlıdır. Güzellikler sergilenirse elbette<br />
bunun etkisinin, ders isteğinin hâkim olduğu metinden<br />
daha fazla olacağı aşikârdır. Ayrıca ifade<br />
edeyim ki bir dönemde hikâye dili, daha doğrusu<br />
dilimiz büyük bir mesafe kat etmişti. Hatta mükemmele<br />
ulaştığını söylemek hiç de yanlış olmaz.<br />
Ama insan ve toplum aynı şekilde kalamayacağına<br />
göre dil de değişecekti. Bugün bu değişmenin<br />
sancılarını yaşıyoruz. Hikâye dilindeki zaafları bunun<br />
için tabiî karşılamak istiyorum ve umuyorum<br />
ki gelecekte dil yeni ve farklı bir mükemmelliğe<br />
kavuşacaktır. En değişken olan hikâye tekniğidir.<br />
Çünkü her yeni anlayış, her hikâyeci kendine has<br />
bir tarz oluşturmaktadır. Elbette şaheserlerin yolunda<br />
gidenler olacaktır. Gelecek on yılda yeni şaheserlerin<br />
çıkacağını ve eserleriyle yeni bir teknik<br />
ibda edeceğini ummak istiyorum.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
I.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Abdullah UÇMAN<br />
28
HİKÂYE SANATINDA<br />
ANLATICI VE BAKIŞ<br />
AÇISI SORUNU<br />
“… Hiç masal, mit, mesel ya da hikâye dinlememiş ya da okumamış<br />
bir insan, kendi duygusal ve ruhsal derinlik ve yüksekliklerinden<br />
habersiz kalır, insan olmanın ne demek olduğunu tam<br />
olarak öğrenemez.” ( Ursula Le Guin)<br />
Anlatma ve anlatı sorunu aslında karmaşık<br />
bir sorundur. Karmaşıklık, adına “anlatı”<br />
denilen gerçeğin yapısından kaynaklanmaktadır<br />
kuşkusuz. Niteliği itibariyle “anlatma” doğal, yalın<br />
bir gerçekliktir. Buna karşılık “anlatma”nın dönüşümüyle,<br />
daha doğrusu dönüştürülmesiyle ortaya<br />
çıkan “anlatı” ise -eğer sanat ve edebiyatın kendine<br />
özgü gerçekliğini basite indirgemeden söyleyecek<br />
olursak- yapay bir gerçekliktir (Bu, önemi<br />
ve kapsamı bakımından ayrın bir bahsin konusudur<br />
kuşkusuz).<br />
Konuyu biraz açmak gerekirse:<br />
Özünde doğal, yalın olarak nitelediğimiz anlatmanın,<br />
yine özünde yapay diye nitelediğimiz anlatıya<br />
dönüşmesi için birtakım koşulların gerçekleşmesi<br />
gerekir. İlk elde şunu söylemekte yarar var:<br />
Her anlatım, -yani tekil (monolog) veya çoğul (diyalog)<br />
düzeylerde gerçekleşen “ifade etme” eylemi-<br />
anlatıyı beraberinde getirmez. Getirmez; çünkü<br />
anlatı, hayatın daha geniş zeminlerinde kullanılan<br />
anlatma gerçeğinin de yaslandığı “ses”(fonetik)<br />
ve “anlamı” (semantik) farklı bir mantıkla kullanır<br />
ve onları dönüştürerek daha işlevsel, dolayısıyla<br />
daha etkili, hatta daha yaygın ve daha kalıcı hale<br />
getirir. Bunu, farklı bir bakış açısıyla, farklı düzey-<br />
29<br />
Prof. Dr. Mehmet TEKİN<br />
Selçuk Üniversitesi / Konya<br />
de değerlendirmek lazım. Söz gelimi, dinleyenlere<br />
çekici gelen bir felsefe, bir antropolojiyi ya da bir<br />
siyaset dersi verebilirsiniz. Hatta bu bağlamda,<br />
anlatan ile dinleyenler arasında kendini gösteren<br />
iletişim sıcaklığı veya -moda tabiriyle- frekans<br />
uyumu, ideal düzeyde gerçekleşebilir. Ama bu durum,<br />
ortaya bir “anlatı” gerçeğini çıkarmaz. Kalkıp<br />
“Bunun sırrı nedir?” diye sorulduğunda, çok da<br />
ayrıntıya gitmeden, “Sanat”, “Edebiyat” karşılığını<br />
verebiliriz. Ne kadar çekici ve etkileyici olursa olsun,<br />
bir felsefe, bir siyaset veya herhangi bir konuda<br />
verilen bir ders, herhangi bir konuda yapılan<br />
bir konuşma, anlatı boyutu taşımaz. Taşımaz; çünkü<br />
bu tür konularda anlatma görevini üstelenen<br />
kişi, kurmaca dünyada olduğu gibi “anlatıcı” kimliği<br />
kazanmış değildir; o, gerçek dünyaya aittir ve,<br />
üstlendiği işlev gereği, öyle olmak ve öyle kalmak<br />
zorundadır. İlk elde ondan beklenen, inandırıcı olmak,<br />
mantıklı konuşmaktır.<br />
Oysa anlatı gerçeği öyle değil. Bu bağlamda,<br />
anlatı olayını gerçekleştiren anlatıcı, -sanatın<br />
inandırma ve ikna mantığının farklı olduğu gerçeğini<br />
saklı tutarak söyleyelim: - bir felsefeci,<br />
bir tarihçi gibi inandırmak, ikna etmek için yola<br />
çıkmaz. Onun görevi etkilemek, estetik heyecan<br />
yaşatmaktır. Bütün bunları söylemekteki amacım,<br />
destan, masal, hikâye ve roman gibi türlerin ortak<br />
bileşkesi olan “anlatı” ile diğer dallar arasındaki<br />
farka dikkat çekmek.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Bu fark şudur:<br />
Anlatı dünyasını biçimlendirmek için yola çıkan<br />
bir sanatçı; bir felsefeci, bir tarihçi veya bir psikolog<br />
gibi gerçek, asıl “aktör” konumunda değil,<br />
üzerindeki görevi devretmeye hazır bir emanetçi<br />
gibidir. Emanet, konumuz anlatının sınırlarıyla çizildiğine<br />
göre, “anlatıcı”ya devredilecektir. Burası<br />
önemli. Çünkü, biyografik kimliğiyle yazar, içinde<br />
yaşadığımız gerçek dünyaya aittir ve bazı olağanüstü<br />
veya marjinal yönlerine, özelliklerine rağmen,<br />
normal bir insan gibidir. Bu dünyadaki rolü<br />
ve ağırlığı ne kadar farklı olursa olsun, bu durum<br />
onu sanatçı yapmaz. Sanatçı olması için söz konusu<br />
dünyadaki kimliğinden uzaklaşıp anlatının<br />
“kurmaca” dünyasında yer alması gerekir. Bunun<br />
kabul gören yolu, sanatçının, anlatı dünyasında<br />
kendisini temsil edecek olan bir “anlatıcı”yı seçmesidir<br />
kuşkusuz.<br />
Seçilen anlatıcı, doğal olarak yazarın simgesel<br />
ifadesi olacak ve kurmaca dünyada onu temsil<br />
edecek, onun adına konuşacaktır. Anlatıcının, yazarın<br />
birebir kopyası veya onu hatırlatan bir yapıda<br />
olması şart değildir. Olabilir de, olmayabilir de.<br />
Önemli olan, tercih edilen anlatıcı tipinin kurmaca<br />
dünyada yer alırken iğreti durmaması, ortamalı<br />
bir tabirle söyleyelim: sırıtmamasıdır. Bundan da<br />
önemlisi, anlatının “en etkili elemanı” konumunda<br />
bulunan “anlatıcı”nın, üzerimizde bıraktığı “sahihlik”<br />
duygusuyla bir çekim merkezi oluşturması,<br />
okuyucu olarak bizi anlatının dünyasına çekmesi<br />
şarttır. Öteden beri büyük diye nitelenen eserlerde<br />
gerçekleşen budur. Okuyucu olarak bizler, onun<br />
sesiyle uyanır ve anlatının büyülü dünyasına onun<br />
sesiyle gireriz. Söylemeye gerek var mı bilmem:<br />
Anlatı dünyasının eşiğinde ilk duyduğumuz ses,<br />
kuşkusuz onun sesidir. Bu ses, ister “Ben”, ister<br />
“O” ifade kalıbıyla bize ulaşsın; fark etmez… İdeal<br />
ölçüde kullanılması halinde her ikisi de bizi sarar,<br />
sarsar. En azından böyle olmalıdır. Bunun gerçekleşmesi<br />
için de yazar, tıpkı bir kukla ustası gibi,<br />
olanca çabasını göstermeli, söylemek istediklerini<br />
anlatıcının marifetiyle ustalıkla söyleyerek bizi etkilemeyi<br />
başarmalıdır.<br />
Aslında dünden bugüne uzanan süreçte, yazıcıların<br />
başarmak istediği şudur:<br />
Anlatıcı, en nihayet bir araçtır ve yazarlar, bu<br />
30<br />
önemli aracın marifetiyle bizi, sevgili okuyucularını<br />
etkilemek istemişlerdir. İşin salt “etkilemek” düzeyinde<br />
kalmadığını, kalmayacağını, anlatı olayının<br />
daha kapsamlı bir faaliyet olduğunu; bütün bunların<br />
salt anlatıcının marifetiyle kotarılmadığını<br />
-hatta kotarılamayacağını- da belirtmek isterim.<br />
Çünkü anlatı gerçeği, basite indirgenmeyecek kadar<br />
karmaşık bir gerçektir ve bu gerçek, anlatıcıdan<br />
kahramanlara, zamandan mekâna, dilden üsluba,<br />
yapıdan kompozisyona vs. gibi unsurlardan<br />
oluşan bir bileşimin ifadesidir. Ancak bu yönde ne<br />
kadar ayrıntıya gidersek gidelim, işin özü, yani anlatıcının<br />
ağırlığı, konum ve işlevi değişmeyecektir.<br />
O, anlatı dünyasının asıl eksenidir ve her şey onun<br />
tarafından ve onun marifetiyle kurulur, kurgulanır.<br />
Bu nedenledir ki bir yazar, anlatı dünyasını kurgularken<br />
“anlatıcı” konusunda olanca duyarlılığı,<br />
özeni göstermek zorundadır.<br />
Aslında bu isteği vurgularken, modern zamanların<br />
anlatı gerçeğini dikkate aldığımı belirtmek<br />
isterim. Çünkü “anlatıcı” konusunda altını çizdiğim<br />
bu kaygı, daha çok modern zamanların yazıcılarını<br />
ilgilendirmektedir. Öyledir; çünkü anlatının<br />
“sözlü kültür” evresindeki anlatıcı figürü farklı bir<br />
konuma ve işleve sahiptir: o, bütün canlılığıyla<br />
karşımızdadır ve kendisini anlatıcı konumuna getirecek<br />
nitelik ve özelliklere karşımızda bürünür.<br />
Böyle bir anlatıcının izleyici üzerinde bıraktığı<br />
tadı ve etkiyi, hatta iletişim sıcaklığını tartışmak<br />
istemem: O, içinden geldiği kültürün gereğini en<br />
güzel bir şekilde yerine getirmiştir; hem de asırlar<br />
boyunca… Tartışma zeminine çekip değerlendirmek<br />
istediğim “anlatıcı” tipi, anlatmanın yazıyla<br />
gerçekleştiği modern zamanlara ait. Hemen hatırlatayım<br />
ki, bu anlatıcının doğum tarihi çok da<br />
eski değildir. Bu tarihi,, ilginç bulduğum bir notla<br />
somutlaştırmak isterim:<br />
Modern anlatının (hikâye ve özellikle romanın)<br />
temeline harç taşıyan ve anlatı dünyasının göz<br />
ardı edilmeyecek emekçilerinden biri olan Dickens<br />
(1812-1870), bilindiği üzere yakın zamanların, yazılı<br />
kültürün egemen olmaya başladığı, yazılı kültürün<br />
kabul görüp yaygınlaşması konusunda matbaanın<br />
göz ardı edilmeyecek kolaylıklar getirdiği<br />
vakitlerin kalemlerindendir. Böyle bir imkâna rağmen<br />
Dickens, kaleme aldığı romanları matbaa ve<br />
yayınevlerinin himmetiyle okura servis edip kur-
tulmuyor; aksine, tıpkı bir destan, masal anlatıcısı<br />
gibi romanlarını okuyarak -evet okuyarak!- geniş<br />
okuyucu yığınlarına ulaştırıyordu. Öyle oluyordu;<br />
çünkü, bugün artık normal bir kitle olarak gördüğümüz<br />
okuyucu kitlesi, o günlerde henüz yoktu ve<br />
okuyucu diye nitelenenler de “sözlü kültür”ün cazibesinden,<br />
çekim merkezinden henüz kurtulamamışlardı.<br />
O yıllarda hayli kabul gören söz konusu<br />
uygulamayı, belirli bir program dahilinde, şehirden<br />
şehre giderek gerçekleştiren Dickens, jest ve<br />
mimikleriyle, dinleyicilerle (evet okuyucular değil;<br />
dinleyicilerle!..) kurduğu sıcak iletişimle romancıdan<br />
çok bir meddaha, bir tuluatçıya benziyordu.<br />
Anlatı ve anlatıcı bakımından önemli bir dönemecin<br />
idrak edildiği bu vakitlerde Dickens, doğrusunu<br />
söylemek gerekirse, gerekli olanı yapıyordu: Çünkü,<br />
o vakitlerde biraz önce değindiğimiz üzere, bugünkü<br />
anlamda bir okuyucu kitlesi ve bu okuyucu<br />
kitlesini anlatı dünyasına ısındıran bir roman okuma<br />
merak ve alışkanlığı yoktu. Bu bağlamda, ünlü<br />
denemeci Albert Manguel’in, Dickens’ın kişiliği ve<br />
söz konusu uygulamayla ilgili olarak söyledikleri,<br />
anlatıcının tarihsel serüvenini izlemek bakımından<br />
hayli önemli:<br />
“Dickens çok daha başarılı bir profesyonel göstericiydi.<br />
Metnin ona ait yorumunu belirleyen tonlama<br />
ve vurgu; öyküyü sesli iletime daha yatkın<br />
hale getirmek için yapılan atlamalar ve iyileştirmeler<br />
herkese tek, yalnızca tek bir yorum olabilirmiş<br />
duygusunu veriyordu. Bu, dinleti turnelerinde<br />
daha da belirginleşiyordu. İlk büyük turne<br />
Clifton’da başlayıp Brington’da bitti ve kırk kadar<br />
kentte seksen okuma yapıldı. Depolarda, toplantı<br />
salonlarında, kitapçılarda, işyerlerinde, salonlarda,<br />
otellerde ve balo salonlarında okudu.” Önceleri<br />
bir kürsüden, sonraları da dinleyenleri el hareketlerini<br />
daha iyi görebilsinler diye alçak bir masadan<br />
okudu. “Dostlar bir öykü dinlemek için bir araya<br />
gelmişler havası yaratılmak isteniyordu.” Halk<br />
Dickens’ın istediği gibi tepki veriyordu. Bir adam<br />
bağırdı ve elleri ile yüzünü kapadı; yüzünü önündeki<br />
koltuğun arkasına gömdü: Gerçek duygularla<br />
sarsılıyordu.” Bir başkası da belirli bir karakterin<br />
ortaya çıkacağı belli olunca “gülüyor ve gözlerini<br />
siliyordu. Karakter çıkınca da bu kadarına dayanamayacakmış<br />
gibi bir çığlık koparıyordu.<br />
Bu etki için gerçek bir uğraş veriliyordu: Dic-<br />
31<br />
kens sesi ve hareketleri için iki ay prova yapıyordu.<br />
Kendi tepkilerini metne eklemişti. Bu turneler<br />
için hazırladığı özel kopyaları olan “Okuma<br />
kitaplarının” sayfa boşluklarında, amaçladığı<br />
tonlama için “Neşeli… Ciddi… Acıklı… Gizemli…<br />
Hızlı, hızlı..”türünden notlar düşmüştü. Kullanacağı<br />
hareketler için de, “Çağır… İşaret et… Ürperir<br />
gibi yap… Korkuyla çevrene bak” gibi. Bölümler<br />
dinleyicilerde yarattıkları tepki uyarınca yeniden<br />
yazılıyordu. (…) Okuma bitince alkışları hiç almazdı.<br />
Hemen selam erir, sahneden iner ve ter içinde<br />
kalmış olan giysilerini değiştirirdi.” ( Manguel:<br />
<strong>20</strong>01, s. 298-9 )<br />
Manguel’in desteğiyle söylemek istediğim şudur:<br />
Bu eylemiyle Dickens, anlatı türünde bir dönemeci<br />
işaret etmektedir kuşkusuz.. Artık “sözlü<br />
kültür” evresinden “yazılı kültür” evresine intikal<br />
etmekteyiz. Doğal olarak bu süreçte, anlatının<br />
dünyası da, bu dünyanın vazgeçilmez unsuru olan<br />
anlatıcı da değişmekte, farklı bir konum ve işlevle<br />
karşımıza çıkmaktadır. Dickens, modern zamanlara<br />
açıldığımız sürecin sanatçısı. Yazdıkları kitap<br />
olarak basılıyor, ama ortada bir “servis” sorunu<br />
var: okuyucunun anlama ve algılama sıkıntısı, söz<br />
konusu uygulamayı zorunlu kılıyor ve “metin” ile<br />
“okuyucu” arasındaki iletişimi gerçekleştirmek<br />
için bizatihi metnin sahibi, yani yazar devreye giriyor<br />
ve hayli ilginçtir: modern imkânlarla kotarılan<br />
metni (yazılıp basılmış metni ), geleneksel<br />
birikimin yöntemiyle ( yazılı olanı seslendirerek )<br />
okuyucuya sunuyor. Dickens adına hayli yorucu<br />
olan bu durum, okuyucu için hayli eğlenceli ve yararlı<br />
olsa gerek. ( konunun bu faslında, yazarın<br />
“modern zamanlar”da ortaya çıktığını, modern<br />
zamanlar öncesinde adına “yazar” denilen bir<br />
kişiden bahsedilemeyeceğini söyleyen eden M.<br />
Foucault’yu hatırlamak yararlı olacaktır ).<br />
Anlatıcının tarihsel çizgisinde bu bir milattır ve<br />
ertesinde, bugünkü anlamda nitelediğimiz modern<br />
zamanların “anlatıcı”sı sahneye çıkacaktır.<br />
Bu da şunu gösteriyor ki, bugünün yazarı tarafından<br />
ince hesaplarla ve özenle çizilip anlatı dünyasına<br />
yerleştirilen “anlatıcı” tipi, modern zamanların<br />
buluşudur; salt yazının, yazılı kültürün değil,<br />
matbaanın da, gelişen bilim (fizik, psikoloji, felsefe<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
) dallarının da katkısı vardır onun portresinin biçimlenmesinde.<br />
Yani sorun, sadece edebiyatçıyla, sadece edebiyat<br />
dünyasıyla sınırlı değil. Yeni bir dünyanın, yeni<br />
bir uygarlığın ve yeni bir hayatın eşiğindeyiz; doğal<br />
olarak sanat ve edebiyat da bu yeni oluşumun<br />
ifadesi olacaktır.<br />
Dikkate değer bir nokta da şurası olmalıdır:<br />
Dickens’ın söz konusu uygulamalarda bulunduğu<br />
vakitlerde matbaa da -şu veya bu nedenle<br />
itildiği ikinci plandan- hızla ön plâna çıkar ve sadece<br />
anlatı dünyasını beslemekle kalmaz, genel anlamda<br />
kültür dünyasını da hareketlendirir. Hemen<br />
belirtelim ki, matbaanın bu gücünden, modern<br />
anlatının -birey eksenli anlatının- iki önemli türü<br />
olan roman ve hikâye türleri azami derecede yararlanır.<br />
Bu, gerçek anlamda “kitabî kültür”ün doğuşu<br />
demektir. Söz konusu “kitabî kültür” nitelemesini,<br />
maddi ve dünyevî anlamda kullanıyorum.<br />
Matbaadan önce böyle bir kültürden bahsetmek<br />
güçtür. Kitap vardı, ama yaygın değildi ve kutsaldı,<br />
gizemliydi. Matbaa, getirdiği basım ve yaygınlaştırma<br />
imkânıyla bu gizemi bozdu; nihayetinde<br />
kitap, kolay ulaşılan, parası olan için kolay sahip<br />
olunan ve kolay taşınan bir nesneye dönüştü; hatta<br />
sıradanlaştı…<br />
İşte, bahsimizin konusu olan “anlatıcı” tipi böyle<br />
bir vakitte ortaya çıkar ve “modern” bir anlatı türü<br />
olan hikâye türünde boy gösterir. Hatta bu “anlatıcı”<br />
tipini, yine bu vakitlerde hızlı bir yükselişe geçen<br />
roman türünün anlatıcı tipinden de nispeten<br />
ayırmak gerekir.<br />
Şöyle ki:<br />
Romanın biraz geleneğe yaslanan, dolayısıyla<br />
destandan, masaldan beslenen damarları vardır.<br />
Bu beslenmeden dolayıdır ki, roman türünde yer<br />
alan “anlatıcı”nın edası ( her şeyi ben bilirim tutumuyla<br />
ve her şeyi tepeden süzen panoramik<br />
bakışı ), biraz içinde yaşanılan çağın aklı, dolayısıyla<br />
bireyi öne çıkaran paradigmasından, biraz<br />
da destandan, masaldan gelir. hikâyenin, Bates’in<br />
vurgusuyla söyleyelim: edebiyatın bu “yetim<br />
çocuğu”nun böyle bir şansı yoktu (Bates: <strong>20</strong>01,<br />
s. 117). O, arada bir geleneğin gölgesine itilmek<br />
istense de, zaman zaman şiirle ilintili olduğu söy-<br />
32<br />
lense de, yenidir, özgündür; bir kelimeyle moderndir.<br />
Hikâyenin, şayet sanat ve edebiyat olgusunda<br />
“biçim” önemli bir belirleyense, hikâyenin biçimi,<br />
“modern çağa özgü bir biçimdir.” ( Allen: <strong>19</strong>97 )<br />
Böyle olmasaydı, onun, modernleşme olgusunun<br />
aynası konumunda olan kentle olan bağını başka<br />
türlü nasıl açıklarız? Evet, bugün tartışma konusu<br />
yaptığımız hikâye türünün doğum yeri, kenttir;<br />
Amerika’nın pragmatik ve pratik bir felsefeyle biçimlendirdiği,<br />
hızlı ve yoğun bir hayatın yaşandığı<br />
kentlerdir. Bu “hız” ve “yoğunluk” gerçeği, bireyi<br />
ve bireye bağlı olarak mahremiyeti beraberinde<br />
getirecektir. Doğal olarak bu mahremiyeti ifade<br />
konusunda romantizmin katkısını da hesaba katmak,<br />
modern hikâyenin boy atmasında bu akımın<br />
da payı olduğunu kabul etmek gerekir. Romantizm,<br />
bireyin kendini ifade etmesi cihetinde, diyebiliriz<br />
ki, olağanüstü açılım sağlamıştır yazarlara; özellikle<br />
de şair ve hikâyecilere… Arada “Hikâye, şiirin<br />
kız kardeşidir” denir. Bunun gerçeklik payının olup<br />
olmadığını tartışmanın yeri burası değildir ama,<br />
bu akrabalığın doğmasında romantizmin katkısını<br />
gözardı edemeyiz gibi geliyor bana ( hatta ileride<br />
“kent” kökenli bir sanat anlayışı olarak doğan izlenimciliği<br />
de hesap dışı tutmamak gerek. Gorki’nin<br />
tespitiyle klâsik gerçekliği öldürüp yeni bir gerçekçilik<br />
anlayışı getiren Çehov’un ustalığında,<br />
özelde ünlü ressam Degas’nın, genelde izlenimcilerin<br />
payı vardır ). Bütün bunları, modernizm ve<br />
bu bağlamda biçimlenen modern hayatın aynası<br />
konumunda olan “metropol” olgusuyla birlikte değerlendirdiğimizde,<br />
hikâyenin neden kent eksenli<br />
bir anlatı türü olduğunu anlamakta zorlanmayız.<br />
Bahis konusu ettiğimiz modern zamanların “kent<br />
profili”nin ilk numuneleri Amerika’da ortaya çıktığı<br />
içindir ki, kısa hikâyede orada kendini gösterip<br />
serpilmiştir. Kısa sürede inanılmaz bir okuyucu<br />
kitlesiyle kucaklaşan kısa hikâye, Yeni Dünya’dan<br />
kıta Avrupa’sına intikal etmiş ve asıl gücüne, klasik<br />
örneklerine, -hatta Maupassant ile Çehov’un<br />
katkısıyla- asıl yapısına, bu coğrafyada kavuşmuştur.<br />
Bütün bu söylenenlerin “anlatıcı” ilgisi nedir?<br />
Anlatıcı ile ilgisi vardır. Anlatıcı, özü itibariyle<br />
edebiyat dünyasına ait bir unsurdur. Arada edebiyatın<br />
hayatı yönlendirdiği söz konusu olsa da,<br />
hayat her zaman asıldır. Şayet, yukarıda bahis ko-
nusu ettiğimiz Dickens sonrası edebiyat dünyasında<br />
farklı bir anlatıcı tipi gündeme gelmişse, bunu<br />
içinde yaşanılan hayatın bir getirisi olarak görmek<br />
gerekir. O, kişiliği, kimliği ve konumuyla “anonim”<br />
değil, artık sizin bizim gibi beşeri yapıya sahip biridir.<br />
Hatta, kurmaca dünyanın engellerini aradan<br />
kaldırmak mümkün olsaydı, ki mümkün değil, o,<br />
yerine göre bilinen biri olarak karşımıza çıkabilirdi.<br />
Ama aradaki bağ ne kadar benzerlik taşırsa taşısın<br />
anlatıcı, kurmaca dünyaya aittir ve “anlatıcı”<br />
ile “yazar” arasındaki bağ, bazı akım ve alışkanlıkların<br />
baskısına rağmen görecedir. Onlar, ahde<br />
vefanın ötesinde farklı ilkelerle işleyen dünyaların<br />
mensuplarıdırlar. İşin başında yaptığımız vurguyu<br />
hatırlarsak eğer, onu özgün ve güçlü kılan da bu<br />
farklılıktır kuşkusuz.<br />
Sözgelimi “Ben anlatıcı”, benzerliği, yazarla bütünleşmeyi<br />
hemen akla getiren bir anlatıcı tipidir.<br />
Anlatı dünyasının mantığı dikkate alındığında, bu<br />
bütünleşme veya benzerlik “görece” olmaktan<br />
öte gitmez. Bunu bir tarafa bırakalım, söz konusu<br />
anlatıcı tipi, özünden gelen güçle yazarlara insan<br />
gerçeğinin yüzeysel veya gizemli labirentlerine<br />
ulaşmada nihayet bu gerçeği yansıtmada inanılmaz<br />
fırsatlar sağlamıştır. Neden? Çünkü insana<br />
özgü en sıcak dille, “Ben” diliyle konuşuyorsunuz.<br />
Ben denilince, inanmak -hatta güvenmek- kolaylaşır.<br />
İnsiyaki bir haldir bu. Tekrar ayrıntıya gitmeden<br />
söyleyelim: romantizmden aldığı rüşvetle<br />
öykücüler, bu anlatıcı tipinden ustalıkla yararlanmışlar<br />
ve okuyucuyu -burası çok önemlidir- anlatının,<br />
hikâyenin gizemli, çekici dünyasına katmakta<br />
hayli başarılı olmuşlardır. Hatta hikâyeciler,<br />
bahis konusu ettiğimiz anlatıcı tipini “yanlı” veya<br />
“yansız” düzeyde kullanarak, yani seçtiği anlatıcıyı<br />
“kendi gibi” veya “başkası gibi” göstererek türe<br />
zenginlik, açılım kazandırmışlardır.<br />
İlginçtir; eğer mukayese imkânının anlamaya<br />
kolaylık ve kalite getirdiğini kabul edersek, romanın<br />
pek itibar etmediği -hatta anlatmada darlık<br />
nedeni olarak gördüğü- 1. şahıs anlatıcı yöntemi,<br />
öykü için vazgeçilmez bir imkân olmuştur. Şöyle<br />
bir baktığımızda, sevilen öykülerin çoğunun, bu<br />
yöntemle kaleme alındığını görürüz. Roman, hikâyenin<br />
aksine 3. şahıs anlatıcının ipoteği altındadır.<br />
Buna karşılık hikâye 3. şahıs anlatıcıya karşı biraz<br />
mesafelidir. Roman-hikâye bağlamında bunun ne-<br />
33<br />
denini açıklamak zor değil, fakat ayrıntıya gitme<br />
zorunluluğu vardır ve bu, ele aldığımız konunun<br />
sınırlarını zorlar. Ama yine de bir yargıda bulunmak<br />
yararlı olacaktır: roman, yapısı ve misyonu<br />
gereği olaylara “panoramik” açıdan bakar; tabiatı<br />
icabı ayrıntıyı sever. Hikâye öyle değil: hikâye<br />
olayları mevzii açıdan ele alır; ayrıntıya gitmez,<br />
giderse eğer, doğal yapısı gerilir, dejenere eder.<br />
Romancı, tabiri caizse, Olimpos’taki tanrılara benzer;<br />
her türlü görüş imkânına sahiptir. Oysa hikâyeciyi,<br />
Olimpos’a tırmanmaya çalışan ve henüz ilk<br />
basamakta yer alan heyecanlı, meraklı bir yolcuya<br />
benzetebiliriz. Doğal olarak konumu itibariyle<br />
görüş açısı dardır, kısıtlıdır. Bütün bunlar, hikâye<br />
adına bir noksanlık, bir kusur olarak görülmemelidir.<br />
Çünkü edebiyat dünyası şiiriyle, romanıyla,<br />
hikâyesiyle bir bütündür ve bu bütünlük de şiirden,<br />
romandan, hikâyeden devşirilen güzelliklerin<br />
ürünüdür. Söz konusu bütünlük bağlamında edinilen<br />
“edebî duyarlılık”, türlerin sahip olduğu biçimsel<br />
ve işlevsel farklılıktan doğar. Aslında görece<br />
bir farklılıktır bu. Yani romanla hikâye arasındaki<br />
fark veya farklılıklar, esasa gölge düşürmez. Sözgelimi<br />
modern hikâyenin doğuşundan itibaren, -<br />
W. J. Ong’un ifadesiyle söyleyelim:- “sözlü anlatıcı<br />
duyarlılığı”ndan büyük ölçüde arınmış bir “anlatıcı”<br />
tipiyle karşımıza çıkmasını doğal karşılamak<br />
gerekir ( Ong: <strong>19</strong>95, s. 175). Çünkü zamanın koşulları<br />
ve imkânları -sanayileşme, kentleşme, hayata<br />
giderek hâkim olan hız olgusu, matbaa ve<br />
basının desteğiyle yaygınlaşan “yazılı anlatım”,<br />
hatta edebiyata yeni bir heyecan katan “tefrika”<br />
gerçeği- böyle bir anlatıcının marifetiyle biçimlenen<br />
yeni bir anlatı türü için uygun bir “vasat” oluşturuyordu.<br />
Sonra, böyle bir “vasat”ın ürünü olan<br />
yeni okuyucu tipini de gözardı etmemek gerekir.<br />
Bu okuyucu tipi, eskinin döne döne “bina” okuyan<br />
okuyucu tipi değildir artık; kazancı ve satın alma<br />
gücü henüz ideal düzeyde olmasa da o, kitap alan,<br />
dolayısıyla yazarı, edebiyatı destekleyen, bu konumuyla,<br />
bir bakıma eskinin sanatçılarına destek<br />
veren hâmilerin, mesenlerin yerini alan biridir.<br />
Yani, ortada bir okuyucu olgusu ve bu olguya bağlı<br />
olarak palazlanan bir kitap sektörü vardır.<br />
İşte hikâyeciler çalışan, dolayısıyla fazla vakti<br />
olmayan bu yeni hâmileri için kısa anlatı türleri<br />
kaleme alacaklar, zamanın bu yeni -hatta zama-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ne- okuyucuları da, fazla vakit harcamaksızın bir<br />
oturuşta okunan bu yeni anlatı türüne hayli rağbet<br />
göstereceklerdir. Bu türün, şaşırtıcı bir şekilde<br />
okuyucuyu saran lirik dokusunun biçimlenmesinde,<br />
okuyucuyla metin arasında var olan, olması<br />
gereken mesafeyi (“anlatı sanatındaki adıyla “ironical<br />
distance”: kinayeli mesafeyi”) ustalıkla koruyan<br />
ve bunu, doğallıktan gücünü alan ekonomik<br />
bir beceriyle gerçekleştiren söz konusu anlatıcının<br />
katkısını da mutlaka dikkate almak gerekir.<br />
Anlatı sanatı söz konusu olduğunda, “anlatıcı”nın<br />
önemi ve değeri tartışılmaz. Doğru. Ama bir noktaya<br />
kadar. Çünkü anlatıda, belki kıdem olarak değil<br />
ama, işlev itibariyle anlatıcıdan da önemli bir<br />
unsur vardır ki, o da “bakış açısı”dır. Anlatıcı ile<br />
“Hikâyeyi kim anlatacak?” sorununu çözmüş olursunuz.<br />
Ama bundan da önemli olan şudur:<br />
“- Hikâyede yer alan olaylar, kişiler ve nesneler<br />
nereden ve nasıl anlatılacaktır?”<br />
Bu sorunun cevabını verdiğinizde, anlatının salt<br />
mantık cephesini değil; haz, heyecan, hatta felsefe<br />
boyutunu da çözmüş olursunuz (doğal olarak<br />
bunları söylerken edebi kalitesi “tescil” edilmiş<br />
metinlerden bahsediyoruz). Çünkü, belirlediğiniz<br />
“bakış açısı”nın sahibi olan kişi, ( illâ anlatıcı olması<br />
şart değil) veya kişilerin kimliği, felsefesi, konumu<br />
ve işlevi, anlatının sağlıklı olarak biçimlenmesinde<br />
önemli rol oynayacaktır kuşkusuz. Dikkate alınması<br />
gereken bir diğer nokta da; ortaya konulan<br />
anlatının, anlatanın kimliğine (kişilik yapısına) ve<br />
birikimine (felsefesine, dünya görüşüne, ideolojisine)<br />
uygun düşüp düşmediği konusudur. Bakış<br />
açısından yararlanılan kişi, doğru görüyor ve doğru<br />
anlatıyor mu? İnandırıcı olabiliyor mu? Salt aklıyla<br />
değil, sezgi gücüyle olayları süzebiliyor mu?<br />
Şayet aldatmak, yanıltmak, hatta şaka yapmak istediğinde<br />
-ki bunlar da hayatın bir parçasıdır- bu<br />
konuda gerçekten başarılı olabiliyor mu? Özetle<br />
ve bir kelimeyle, “sahihlik” duygusu uyandırabiliyor<br />
mu? Bunlara bakmak lâzım.<br />
Ancak şu aşamada ayrıntıya gitmeden önce,<br />
işin tarihsel boyutuna değinmekte yarar var:<br />
Ünlü eleştirmen Jonathan Culler, insanların<br />
hikâye dinlemeye ve anlatmaya dönük temel güdülerinin<br />
olduğunu söyler. Hikâye dinlemek, hikâ-<br />
34<br />
ye anlatmak insana özgüdür. Bu bağlamda insan,<br />
hikâye anlatan bir varlıktır, denebilir. Dolayısıyla,<br />
adına hikâye denilen anlatının tarihi, insanlığın tarihi<br />
kadar eskidir. Hikâyenin olduğu yerde, doğal<br />
olarak bir anlatıcı da olacaktır. Varlığı konusunda<br />
kuşku yok. Onun zaman içinde değişen işlevi<br />
değil, konumu olmuştur: İster “sözlü kültür” ister<br />
“yazılı kültür” bağlamında olsun, o, hep hikâye<br />
anlatmıştır insanlara. Değişen toplumsal ve kültürel<br />
koşulların gereği olarak birtakım değişim ve<br />
dönüşümlere maruz kalsa da, hikâyenin gizemli<br />
dünyasında o, sesini duyduğumuz ilk varlık olmuştur<br />
hep. Yazılı anlatımın baskın olduğu vakitlerde,<br />
sözlü kültür kendine özgü ortamında kazandığı sıcaklığı<br />
nispeten kaybedip daha ciddi, daha resmi,<br />
hatta kontrollü bir vaziyete bürünse de, anlatma<br />
işlevi değişmemiştir. Bütün bunlar, anlatıcının serüvenin,<br />
anlatının serüveni kadar eski olduğunu<br />
göstermektedir.<br />
Bakış açısı öyle değil.<br />
Bakış açısının tarihi, anlatıcının tarihine göre<br />
hayli yenidir. 15. yüzyıldan öte gitmez. Bunu söylerken,<br />
bu tarihten önceki anlatı gerçeğinin “bakış<br />
açısı” gerçeğinden tamamen soyutlanmış olarak<br />
biçimlendiğini söylemek istemiyorum. O vakitlerin<br />
bakış açısı kendine göreydi ve kendi bağlamında<br />
özgündü: görülen şey, görenin konumuna göre<br />
değişmiyordu; statikti. Görüleni, göründüğü haliyle<br />
değil, öğrenildiği biçimde yansıtmak, anlatmak<br />
esastı. Zira insanlar “gerçeği” (bizim algıladığımız<br />
“gerçek” ve “gerçeklik”ten farklı olan “gerçeği” )<br />
öyle algılıyorlardı. Evet algılıyorlardı; bilinenin ve<br />
görülenin, bilinen ve görülen haliyle anlatılmasını<br />
beklemiyorlardı. Minyatür sanatını düşünelim:<br />
Orda gerçek var, o gerçeği, belli bir bakış açısından<br />
anlatan bir anlatıcı da var. Ama bu anlatım<br />
tarzı, modern zamanların tarzından farklıdır.<br />
Biraz önce “bakış açısı”nın tarihi, “anlatıcı”nın<br />
tarihine kıyasla yenidir derken, modern zamanların<br />
mantığına göre anlam ve işlev kazanan bakış<br />
açısını kastediyoruz. Evet, bu dönemin sistemli,<br />
özenli, gücünü bilimden mantıktan alan dünya<br />
görüşüne ve bu görüşün beslediği sanat anlayışına<br />
uygun bakış açısının tarihi 15. yüzyıla kadar<br />
uzanır. İlk elde, Rönesans döneminin ünlü mimarı<br />
Brunelleschi’nin klâsik mimari üzerine yaptığı
araştırmalar sırasında keşfedilen ve “perspektif”<br />
kavramıyla nitelenen konunun esası, bakılan şeyin<br />
bakan kişinin görüş açısına göre düzenlenmesi temeline<br />
dayanmaktadır. E. H. Gombrich’in, alanının<br />
klâsiği olan kitabında yer alan bu tespit ( <strong>20</strong>04,<br />
s. 229 ), yine Norman Davies’in devâsâ çalışmasında,<br />
“Perspektif sorunu sonraki dört yüz yıl<br />
boyunca temsilî sanata hakim olacaktı.” ( <strong>20</strong>06,<br />
s. 515 ) cümlesiyle kısa ama anlamlı bir yargıyla<br />
değerlendirilir. Anlatı sanatı açısından çok önemli<br />
bir yargıdır bu. Perspektif, özü itibariyle gözle,<br />
görme ile ilgili bir kavramdır. Bu nedenle perspektifin,<br />
genel anlamda sanata, özel anlamda anlatı<br />
sanatına asıl katkısı, bu açıdan gerçekleşecek ve<br />
bu keşifle göz, - John Berger’in ifadesiyle söyleyelim:-<br />
“görünen nesneler dünyasının meskeni”<br />
olacaktır ( <strong>20</strong>05, s. 16 )<br />
Söz konusu “mesken” kavramının hangi anlama<br />
geldiğini, yine Berger’in cümlesiyle açıklayalım:<br />
“Görüşümüz, neyi nerede gördüğümüze (…)<br />
Gördüğümüz şey de zaman ve yer içinde bulunduğumuz<br />
duruma bağlı…” (age. s. 18)<br />
Bulunduğumuz konum, (doğal olarak anlatıdan<br />
bahsettiğimize göre bakış açısından yararlanılan<br />
kişinin konumu) doğal olarak görmek istediğimiz<br />
şeye (eşyâya) ve yansıtmak istediğimiz olaya,<br />
olduğundan farklı bir görünüm ve boyut<br />
kazandıracaktır. Bugün fakir bir çocuğun hayatıyla<br />
ilgili farklı yazarlardan, farklı hikâyeler okuyorsak,<br />
bunda söz konusu konumun -bakış tarzının,<br />
doğal olarak bu bakış tarzını besleyen niyetin,<br />
felsefenin, beklentinin, hedefin- payı büyüktür<br />
kuşkusuz. Aslında bakış açısını değerlendirirken,<br />
tarihsel süreçte gündeme gelen şu iki aşamaya da<br />
dikkat etmek gerekir:<br />
Anlatı sanatıyla ilgilenenler, bakış açısı konusunun,<br />
ilk defa İngiliz eleştirmen Percy Lubbock<br />
tarafından gündeme getirildiğini söylerler.<br />
Doğrudur. Ancak bu tespit, Lubbock öncesinde<br />
bakış açısı tekniğinin uygulanmadığı, var olmadığı<br />
anlamına gelmez, gelmemelidir. Onun konuyu<br />
ele aldığı The Craft of Fiction adlı kitabı <strong>19</strong>21<br />
yılında yayınlanmıştır. Hemen hatırlatalım ki yöntem,<br />
erken dönem İngiliz romancıları (Richardson,<br />
Fielding, Conrad) tarafından uygulanıyordu. Lubbock,<br />
konunun anlatı sanatı açısından önemine,<br />
35<br />
işlevselliğine dikkat çeken -Todorov’un tespitiyle-<br />
“ilk sistemli” araştırmayı kaleme almasıyla<br />
önemlidir ( <strong>20</strong>01, s. 68). Onun işaretiyle roman<br />
ve hikâyeciler “bakış açısı” konusunda daha özenli<br />
hareket etme gereği duymuşlar ve bu yöntemden,<br />
kurmaca yapıyı daha sağlam, daha sağlıklı,<br />
daha işlevsel inşa etme cihetinde azami derecede<br />
yararlanmışlardır. Bir anlamda öyle yapmak<br />
zorundaydılar. Çünkü, özelikle <strong>20</strong> yüzyılda farklı<br />
bir boyut kazanan -evet, özellikle <strong>19</strong>. yüzyılda zihinlere<br />
yerleşen klâsik anlayışın dışında algılanan<br />
gerçeklik, yine farklı bir boyuta taşınan zaman<br />
ve mekân kavramlarıyla yeni bir boyut kazanan-<br />
anlatı sanatının önünde “bakış açısı”, karmaşık<br />
bir sorun olarak kalacaktı. Ortaya günün gerçeklik<br />
anlayışına uygun düşen güçlü bir metin<br />
konulacaksa, bu sorunun çözülmesi gerekirdi. Bu<br />
bağlamda, <strong>20</strong>. yüzyılın ilk çeyreğinde ürün veren<br />
romancı ve hikâyecilerin çabasını hatırlamak ve<br />
hatırlatmakta yarar vardır.<br />
Bakış açısı yöntemi gözü, dolayısıyla görme<br />
eylemini, genel anlamda sanatın, özel anlamda<br />
anlatının olmazsa olmaz parçası yapar. Bunun<br />
ne anlama geldiğini anlamak için, Gomrich’in<br />
daha önce bahsi geçen kitabına bakıp sanatın, zaman<br />
içinde nasıl bir dönüşüme maruz kaldığını,<br />
dolayısıyla bakış açısının bu dönüşümde nasıl<br />
bir rol üstlendiğini görmek lâzım. Mimarlık<br />
dünyasında keşfedilen, daha sonra resim, heykel,<br />
anlatı sanatlarıyla pratik zemine taşınan bakış<br />
açısı yönteminin, bilinçli bir şekilde kullanılmasıyla<br />
anlatı dünyası, daha mantıklı, daha sağlam, daha<br />
sahih bir yapıya kavuşur. Yöntemin katkısıyla anlatı<br />
dünyasını biçimlendirecek olan “anlatma” sorunu<br />
da farklı bir boyut kazanır: bundan böyle anlatma<br />
eylemi, tek odaklı (tekil bakış açısı) ve çok odaklı<br />
(çoğul bakış açısı) olmak üzere farklı düzeylerde<br />
gerçekleşir. Romancı veya hikâyeci, anlatacağı<br />
konunun seyrine uygun olan (“tekil” veya “çoğul”<br />
) bakış açısını seçerek olayları yakından-uzaktan,<br />
içten-dıştan anlatma, yansıtma fırsatını yakalar.<br />
İş, salt bu noktada kalmaz; anlatımın, “yanlı”,<br />
“yansız” düzeylerde uygulanma imkânını da beraberinde<br />
getirir. Aslında anlatı dünyasının dışında<br />
yer alan yazarın, sanatçının bir kanaatinin, bir<br />
felsefesinin, bir ideolojisinin olması doğaldır. Ne<br />
kadar yansızlaştırma yandaşı olursak olalım,<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sanat eserini “yansıtma” karakterinden tamamen<br />
soyutlamak mümkün olamayacağına göre,<br />
sanatçının aktaracağı bir düşüncesi, bir felsefesi<br />
olacaktır kuşkusuz. O, bu felsefesini, seçeceği<br />
bir kahramanının bakış açısından okuyucuya<br />
ulaştırma cihetine gidebilir veya böyle bir yolu<br />
tercih etmeyip yansız bir tutum takınabilir. Bu<br />
tutumu, farklı düzeylere de taşıyabilir. Söz gelimi<br />
kahramanları arasında yan tutabilir veya tercih<br />
ettiği bakış açısından okuyucuyu etkileme (yan<br />
tutma) veya etkilememe (yansız kalma) anlayışını<br />
da benimseyebilir. Doğal olarak bütün bu konular,<br />
anlatı sanatının mantığı içinde ve bu mantığa uygun<br />
olarak gerçekleşecektir: uygulama o kadar da<br />
kolay olmayacaktır kuşkusuz.<br />
Görüldüğü üzere “bakış açısı” sorunu, özünde<br />
-ve yerinde kullanılması kaydıyla- yararlı, ama<br />
mahiyeti itibariyle karmaşık bir yöntemdir. Bir<br />
öykücü, temelde “yazar-karakter-okur” düzeyinde<br />
gündeme gelecek olan “bakış açısı” sorunu çözerek<br />
yola çıkmalıdır. Çünkü okuyucu olarak bizler,<br />
ilk satırın yazılmaya başlandığı andan itibaren bir<br />
sesi duyacak ( “anlatıcı”nın sesi), bir gözün adesesinden<br />
(belirlenen “bakış açısı”nın sahibinin göz<br />
adesesinden) olaylara bakacağız. Elverir ki bu ses,<br />
bizi peşinden sürüklesin ve bu göz, bize anlatının<br />
özüne uygun şeyler göstersin. Hikâyecinin başarısı<br />
veya başarısızlığı burada ortaya çıkacaktır: Çünkü,<br />
“bir yazarın dünya görüşü, kimi desteklediğinden<br />
çok, dünyaya kimin gözüyle baktığına bağlıdır.” (<br />
Hauser: <strong>19</strong>84, s. 334 )<br />
Evet, bir yazarın benimsediği dünya görüşü,<br />
anlatının kurmaca dünyasına -eğer taşınmak<br />
isteniyorsa- bakış açısı benimsenen kişinin<br />
aracılığıyla taşınacaktır. Konu şu veya bu olabilir.<br />
Bu nokta çok da önemli değildir. Önemli olan,<br />
konuya içerik boyutu (işlevsellik) kazandıracak<br />
bakış açısının seçimidir kuşkusuz. Hatta bakış açısı<br />
benimsenen kişi, felsefesi ve kişiliğiyle konunun<br />
özüne uygun düşmeyen bir konumda olabilir.<br />
Söz gelimi, Ferit Edgü’nün doğu öyküleri’nde<br />
yer alan öykülere yön veren bakış açısı ve bu<br />
bakış açısının ait olduğu kişinin kimliği, özellikleri.<br />
Kentli, entelektüel bir kişidir bu. İlk bakışta onun,<br />
Doğu’ya (doğal olarak Doğu Anadolu’ya ) mesafeli<br />
bir duruşun, tutumun sahibi olarak algılanması<br />
yadırganmamalıdır. İşin gerçeği öyle. Ama anlatı<br />
36<br />
söz konusu olduğunda, sonuç öyle olmayacaktır:<br />
anlatılan hikâyelerin tadı, gücü, değeri biraz da<br />
bu farklılıktan, zıtlıktan gelmektedir. Doğulu insanla<br />
kentli insan arasındaki tezat gerçeği, öykülerin<br />
inşasında önemli rol oynayacaktır kuşkusuz.<br />
Karşımızda entelektüel, en azından anlatı<br />
dünyasının koordinatlarını bilen, anlatma sorununu<br />
çözmüş usta bir öykücü var. Kentli entelektüel<br />
ile Doğulu insanın “makus talihi” arasındaki<br />
uyumsuzluk, gerçek hayat bağlamında bir talihsizlik<br />
olabilir; doğru, ama sanat bakımından<br />
hiç de öyle değil. doğu öyküleri’nde trajik bir<br />
renk ve bizi ötelere -evet bizi ötelerin ötesine-<br />
götüren gizemli bir yan ve bu yanı besleyen<br />
lirik bir renk varsa, bunu, söz konusu tezattan,<br />
ustalıkla yararlanmasını bilen kalemin becerisiyle<br />
izah edebiliriz. Bu bağlamda Edgü’nün örneklerinden,<br />
hikâye sanatı bakımından çıkaracağımız<br />
epeyi dersler vardır. Sanırım ilk ders, adına anlatı<br />
denilen gerçeğe uzanan yolda sahip olmamız<br />
gereken ilk nitelik, entelektüel donanım, yani<br />
anlatının ne olduğu, nasıl kurgulanması gerektiği<br />
konusundaki bilgi ve bu bilginin anlatının kurmaca<br />
dünyasında “hayatiyet” (canlılık) kazanması. Kentli<br />
olmak, kırsal kesime bağlı olmak… Bunlar çok da<br />
önemli değil. Önemli olan, Tanpınar’ın vurgusuyla<br />
söyleyeyim: sanatçı muhayyilesine sahip olmak…<br />
Edgü’nün, kentli bir anlatıcının bakış açısından<br />
sunduğu öyküler, iğreti durmamışsa, edebî bir kalite<br />
taşıyorsa, bunu, onun sanatçı muhayyilesiyle<br />
ve bu muhayyileden gücünü alan kurgu becerisiyle<br />
açıklayabiliriz.<br />
Konuyu, ikinci bir örnekle, Orhan Kemâl’in<br />
ünlü hikâyesi “Çikolata” ile de değerlendirebiliriz.<br />
Hikâyede yer alan “Yoğurtçunun kızı”nın, “çikolata”<br />
karşısındaki özlem ve ezikliğini anlatmak,<br />
yansıtmak için mutlaka bu özlem ve ezikliği<br />
yaşamak mı gerekir? Tabii ki hayır. Bu özlem<br />
ve ezikliği yaşamış da, yaşamamış da olabilirsiniz.<br />
Burasını ( deneyim gerçeğini tamamen<br />
yadsımaksızın) çok da önemsememek gerekir. Burada<br />
önemli olan Orhan Kemâl’in, “Yoğurtçunun<br />
kızı” gibi bir kahramanı hikâyenin dünyasına<br />
yerleştirmesi, hatta bundan da önemlisi, çikolata<br />
olayına onun bakış açısından bakıp okuyucuyu<br />
onun acısına, ezikliğine ortak etmesidir. Hikâyedeki<br />
“anlatıcı” ile “bakış açısı”ndan yararlanılan
figürün farklı olması (daha doğrusu “anlatıcı”nın<br />
çerçeve düzeyinde kalan bakış açısı ile “Yoğurtçu<br />
kız”ın daha etken olan bakış açısının, konunun<br />
seyrine uygun olarak dönüşümlü kullanılması),<br />
hikâye açısından bir kusur değil, tam tersine<br />
bir meziyettir: hikâye, bu tezat ile -yine tezat<br />
örneği- gerçekçi bir boyut, psikolojik bir derinlik<br />
kazanmaktadır. Bunda, “Yoğurtçunun kızı”nın<br />
hikâye geneline sinen toplumsal serüveniyle (ailesinin<br />
fakirliği, öksüzlüğü vs.) birlikte, onun çikolata<br />
gerçeği karşısındaki bireysel serüveni önemli rol<br />
oynayacaktır. Ama unutmayalım ki, bütün bunlar,<br />
onun “bakış açısı”ndan bize yansımakta, daha<br />
doğrusu yansıtılmaktadır: Doğal olarak öykünün<br />
gizemi, değeri, gerçekçiliği, okuyucu-metin<br />
bütünleşmesi de burada yatmaktadır.<br />
Konuyu, iki örnekle pekiştirmek isterim:<br />
Selim İleri’nin “Gelinlik Kız” hikâyesinde, yoksul<br />
bir ailenin gelinlik çağına gelmiş kızının (İncilâ’nın)<br />
dramı anlatılır. Kız, sözlüsü genç mühendis adayı<br />
Cahit’le bir flört hayatı yaşar; birbirlerini sever,<br />
sayarlar. İlişki nişanlama sürecine girecekken Cahit,<br />
muhtemelen yoksulluğundan dolayı kızı terk<br />
eder ve varlıklı kızlarla dolaşmaya başlar. Bir süre<br />
sonra da “eski elçilerden” Regaip Bey’in kızıyla evlenir.<br />
Terkedilmişliğin acısına dayanamayan İncilâ<br />
ölür. Konu böyle. Çokça yaşanan ve yaşanmakta<br />
olan böyle bir konunun “Gelinlik Kız” öyküsünde<br />
kazandığı boyut dikkate değer. İleri, konuyu, bir<br />
öykünün imkânları ölçüsünde çok güzel kurgular,<br />
anlatır; okuyucuyu, hikâyenin dünyasına çekmeyi,<br />
etkilemeyi ustalıkla başarır. Bunun gizemini, tercih<br />
edilen bakış açısında aramak lâzım. Hikâyede<br />
bir çocuğun bakış açısı kullanılır. Farklı bir çocuktur<br />
bu. Duyarlı, dikkatli, insanlara karşı acıma hissiyle<br />
doludur. Selim ileri, İncilâ’nın ve onun yoksul<br />
ama onurlu ailesinin serüvenini anlatırken, zaten<br />
onlara karşı inanılmaz bir sevgi ve acıma hissiyle<br />
dolu olan çocuğun bakış açısından yararlanır.<br />
Çocuğun gerisinde, İleri’nin ev ve komşuluk kültürü<br />
konusundaki birikiminin, bilgisinin olduğunu<br />
görmek zor değildir. Ancak, bu birikimin tek başına<br />
bir şey ifade etmeyeceği -en azından anlatı sanatı<br />
açısından bir şey ifade etmeyeceği- âşikârdır. İleri<br />
bu birikimi, anlatıya dönüştürürken, hem kendi<br />
felsefesine, hem de okur vicdanına seslenmenin en<br />
uygun yolunu seçer ve konuyu çocuk duyarlılığının<br />
37<br />
filtresinden geçirir. Olaylara çocuk penceresinden<br />
bakıyorsanız, daha işe başlamadan avantajlı bir yol<br />
seçmiş oluyorsunuz. Çünkü çocuk tek başına bir<br />
vicdan sıcaklığıdır, merhamet ve acıma esintisidir.<br />
Tabii seçtiğiniz konu da önemlidir. Selim İleri’nin<br />
tercihi bu yöndedir ve başarılı olduğuna göre, tercihi<br />
doğrudur. Yine bu bağlamda düşünecek olursak,<br />
Erdal Özün “Babamdı” hikâyesindeki donuk,<br />
acımasız, kayıtsız, içine kapanık baba tipini, ona en<br />
yakın olan ve ondan beklediği sıcak ilgiyi hiçbir zaman<br />
görmeyen kendi çocuğunun bakış açısından<br />
başka, hangi bakış açısıyla çizebilir, anlatabilirsiniz.<br />
Belki başka yolla da anlatabilirsiniz; ama<br />
Öz’ün hikâyesine uygun düşen bakış açısı budur<br />
ve Öz, bu bakış açısından ustalıkla yararlanmasını<br />
bilmiştir.<br />
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ele alıp<br />
değerlendireceğimiz her örnek, bize bakış açısı<br />
konusunda yeni izah, yorum ve yargılama imkânı<br />
verecektir kuşkusuz. Bu da şunu gösterir, bakış<br />
açısı konusu tekilleştirilecek, şu şundan ibarettir<br />
denilecek kadar basit bir konu değildir. Neredeyse<br />
ne kadar öykü örneği varsa o kadar farklı uygulama<br />
vardır. Yine de bir yargıya gitmek gerekirse,<br />
şunu söylemek mümkün: hikâye, ben merkezli,<br />
tekil bakış açısına daha uygun bir türdür. Çoğul<br />
bakış açısı, hikâyenin ruhuna uzak bir yöntemdir.<br />
O romanın kârıdır. İlginçtir: hikâyecilerin inanılmaz<br />
bir ısrarla, hatta inatla sarıldığı tekil (ben merkezli)<br />
bakış açısına romancılar uzak durmuşlar, onlar<br />
daha çok tanrısal bir güç taşıyan 3. şahıs ile<br />
çoğul bakış açılarını tercih etmişlerdir. Bu tercihin<br />
altında, doğal olarak roman ile hikâyenin, hacimden<br />
niteliğe, misyondan mesaja, yapıdan kompozisyona<br />
kadar uzanan farklılıkları yatmaktadır.<br />
Hikâyenin, etkisi değil ama, gücü sınırlıdır ve<br />
hikâye, bu güçten azami derecede yararlanmak<br />
zorundadır. Bu açıdan bakıldığında birinci<br />
şahıs anlatımın kullanılması, “büyük bir doğallık,<br />
doğrudanlık… inandırıcılık havası yaratmada”<br />
öyküye avantaj sağlamaktadır (Blodgett, <strong>19</strong>94)<br />
C. Pavese de, “birinci şahıs ağzından söylenen bir<br />
türkü üçüncü şahıs ağzından söylenenden daha<br />
inandırıcıdır” derken (<strong>19</strong>73, s. 118 ), yine aynı<br />
noktaya değinir.<br />
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Anlatı dünyası,<br />
ilk elde “anlatıcı” ile “bakış açısı” öğeleriyle biçim-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
lenen bir yapıdır. Yapıda yer alacak olan dil, üslup,<br />
zaman, mekân vs. gibi öğelerin kaderini yönlendiren<br />
de yine anlatıcı ile bakış açısıdır. Bundan<br />
dolayıdır ki, bir hikâyeci, metnini kaleme alırken<br />
ilk elde bu iki elamanını, metnin dünyasına özenle<br />
yerleştirmelidir. Bu iki elemanın dünden bugüne<br />
uzanan süreçte “değişerek devam etme” gibi bir<br />
serüven yaşamışsa, ki öyledir, bunun nedenini salt<br />
edebiyatın mantığıyla izah edemeyiz. Anlatıcı ile<br />
bakış açısı konusu, tek başına ve sadece edebiyata<br />
özgü teknik bir olay gibi görülmemelidir. Çünkü<br />
“anlatıcı” ile “bakış açısı” konusu, zaman içinde,<br />
sosyal, bilimsel ve teknolojik plandaki gelişmelere<br />
paralel olarak dönüşüme maruz kalır; bizatihi<br />
sanatın kendi damarlarından mimarîden, resimden,<br />
sinemadan, dilin dönüşümünden beslenerek<br />
modern zamanların anlatım biçimi olan hikâyenin<br />
en önemli iki elemanı olur. Bu iki elemanın<br />
katkısıyla hikâyeciler, gerçeği çok yönlü görme ve<br />
gösterme imkânına kavuşacaklardır kuşkusuz.<br />
38<br />
KAYNAKLAR<br />
Allen, Walter “İngilizcede Kısa Öykü”, çev. Y. Salman, Adam Öykü,<br />
Mart-Nisan <strong>19</strong>97<br />
Bates, Kısa Öykü,<br />
Berger, John Görme Biçimleri, çev. Y. Salman, Metis, <strong>20</strong>05<br />
Blodgett, H. “Kısa Öykü tekniği”, çev. K. Atakan, Adam Öykü, Sayı<br />
2, Ocak-Şubat <strong>19</strong>94<br />
Davies, Norman Avrupa Tarihi, Editör: M.A. Kılıçbay, İmge, <strong>20</strong>06<br />
Edgü, Ferit doğu öyküleri, YKY., <strong>19</strong>95<br />
Gomrich, E. H. Sanatın Öyküsü, çev. E. Erduran-Ö.Erduran,<br />
Remzi Ktb., <strong>20</strong>04<br />
Hauser, Arnold Sanatın Toplumsal Tarihi, çev. Y.Gölönü, remzi<br />
Ktb, <strong>19</strong>84<br />
İleri, Selim “Gelinlik Kız”, Otuz Yılın Bütün Hikâyeleri, Oğlak<br />
Yay. <strong>19</strong>97<br />
Manguel, Albert Okumanın Tarihi, çev. F. Elioğlu, YKY., <strong>20</strong>01<br />
Ong, W. J. Sözlü ve Yazılı Kültür, çev. S. P. Banon, Metis, <strong>19</strong>95<br />
Orhan Kemâl, “Çikolata”, Yağmur Yüklü Bulutlar, Epsilon, <strong>20</strong>05<br />
Öz, Erdal “Babam”, Türk Edebiyatından Öyküler 2, Der. E. Ercan-<br />
Ö. Önemli, İnkılap Yay., (tarihsiz)<br />
Pavese, C. Yaşama Uğraşı, çev. C. Çapan, E Yay., <strong>19</strong>73<br />
Todorov, Tzvetan Poetika, çev. K. Şahin, Metis, <strong>20</strong>01
SON OTUZ YILIN<br />
ÖYKÜSÜNDE BİLİNÇ/<br />
BİLİNÇALTI/METİNSEL<br />
ÖZNE<br />
Özet: Bu çalışmada, son otuz yıldan bu güne<br />
bazı öykülere, bilinç ve insan, bilinçaltı ve insan,<br />
metinsel özne ve insan bağlamında bakılmaktadır.<br />
Modern öykünün başından <strong>19</strong>50’lere kadar<br />
öykü kişilerinin sosyal, kültürel ve siyasal ilişkiler<br />
ağı içinde, farklı derinliklerle de olsa, bir bilinç<br />
düzlemi üzerinde göründükleri bir gerçek. Kendinden<br />
öncekiler kadar olmasa da, son otuz yılın<br />
öyküsünde de epistemolojik ve ideolojik bir arka<br />
plana bağlı olarak konuşan, davranan ve eleştiren<br />
kişiler oldukça fazla. Bu gerçeklik “öyküde bilinç<br />
ve insan” olarak adlandırılmakta ve birkaç öykü<br />
bu açıdan değerlendirilmektedir. Aynı dönemde<br />
Newtoncu gerçekliğin yönettiği duyulardan, düşüncelerden<br />
ve bakış açılarından kuşkuya düşen;<br />
göreceli gerçekçiliğin kaynaklık ettiği bilinçaltına<br />
yönelen; kendi varlığının ve duruşunun kaynaklarına<br />
eğilen çok sayıda öykücü ve öykü kişileri<br />
var. Öyküdeki kişilerin bu durumu da “bilinçaltı<br />
ve insan” diye adlandırılmakta ve birkaç öyküye<br />
bu açıdan bakılmaktadır. Bilinçaltından bağlantısızlığa<br />
geçen, giderek çevresiz, ailesiz, mekansız<br />
metinlerin zihinsel varlığına dönüşen öykü kişilerine<br />
ise “metinsel özne ve insan” başlığıyla değinilmektedir.<br />
Anahtar Kelimeler: öykü, bilinç, bilinçaltı, metinsel<br />
özne<br />
39<br />
Yard. Doç. Dr. Mehmet NARLI<br />
Balıkesir Üniversitesi<br />
The Consciousness,<br />
Subconsciousness and<br />
Textical Subject in Short<br />
Stories from the Last<br />
Thirty Years.<br />
Abstract: Some short stories from last thirty<br />
years on are looked in the context of the consciousness<br />
and human being, subconsciousness<br />
and human being, and textical subject and human<br />
being. The short stories whose persons speak,<br />
behave and criticize on the base subject to epistemolocig<br />
and idealocig background are looked<br />
in terms of the consciousnes and human being,<br />
the short stories whose people inclined toward<br />
the subconsciousness formed by relative reality,<br />
and toward the source of the self existence and<br />
posture are evaluated in terms of the subconsciousness<br />
and human being, short story persons<br />
passing from the subconsciousness to unconnectedness,<br />
turning to mental being of texts with<br />
no environ, family and space are seen in terms of<br />
textical subject and buman being.<br />
Key words: short story, the consciousness, the<br />
subconsciousness, textical subject<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Öyküde Bilinç ve İnsan<br />
Öyküdeki bilinç düzlemi, ideolojik, dinsel veya<br />
mistik önermeler, eleştiriler ya da sorgulamalar<br />
bağlamında kullanılmaktadır. Buna göre öyküde<br />
bilinciyle var olan kişinin, bakış açısı, nesnel ve<br />
öznel ilişkiler ağı içindeki tavrı, anlatım tutumu,<br />
epistemolojik ve ideolojik bir arka plana ve ortama<br />
sıkı sıkıya bağlıdır. Bu tür öykülerin alt ve üst<br />
yapılar arasındaki nedensellik bağı da bilinç düzleminde<br />
kurulur. İdeolojik düzeyi sosyal gerçekliğin<br />
politik bildirileri ve tiyatral davranışları yüzeyselliğinde<br />
olan öykülerde kurgulanan kişi de anlatıcı<br />
da bilgiçtir ve kesin inançlı konuşur. İdeolojik<br />
düzeyin, varoluşsal bir arka plan olarak yer aldığı<br />
öykü kişileri ise, kendilerini de bilinç düzleminde<br />
anlamlandırmak istedikleri için daha içinden,<br />
daha simgesel konuşurlar. Örneğin iç konuşmalarla,<br />
dışsal ve içsel eleştirilerle ağırlaşan öykülerde<br />
kişilerle okur arasındaki ilişkiler darlaşmaya<br />
ama derinleşmeye başlar. Öykü kişilerinin merkezinde<br />
veya çevresindeki leitmotivler, simgesel bir<br />
alan oluştururlar ve öykü kişilerini, çeşitli değerleri,<br />
idealleri ve iletileri taşıyan varlıklar haline getirirler.<br />
Farklı aşamalar, teknikler ve bilinçsel arka<br />
planlara sahip olsalar da başlangıcından <strong>19</strong>50’le<br />
genel olarak roman ve öykü, Nurdan Gürbilek’in<br />
dediği gibi “hem modernliğin hem de modernliğe<br />
yönelik direncin, modernliğe göre yeniden tanımlanmış<br />
bir yerliliğin inşa edildiği alandır” (Gürbilek<br />
<strong>20</strong>04:176). Bu alandaki “bilinç”li öykü kişileri, ideolojik,<br />
dinsel veya mistik önermelerde bulunabilmek;<br />
eleştiriler ya da sorgulamalarda yapabilmek<br />
için, bir değerler sistemine ihtiyaç duyarlar, Çünkü<br />
Murat Belge’nin deyişiyle “eleştiri bir sistematiğin<br />
ürünüdür ve değiştirmeyi amaçlar” (Belge <strong>19</strong>94:<br />
188).<br />
Yetmişlerden bugüne öyküdeki bilinç ve insan<br />
ilişkisine, Tezer Özlü’nün, Adalet Ağaoğlu’nun,<br />
Mustafa Kutlu’nun ve Hüseyin Su’nun bir/birkaç<br />
öyküsü örneklenerek değinilebilir. Özlü’nün<br />
Eski Limanı’nda bilinçlilik durumu “devrimcilik”;<br />
Ağaoğlu’nun Karanfilsiz’inde “emek, sevgi ve<br />
içtenlik”; Kutlu’nun Sır’ında “mistisizm ve modernlik<br />
ilişkisi”, Hüseyin Su’nun Aşkın Halleri adlı<br />
kitabında “toplumsal diriliği ve içtenliği sağlayan<br />
aşk” ve Tüneller’inde “dinin çağrısına muhatap<br />
olmak” olarak görünür. Bu öykülerdeki eleştirel-<br />
40<br />
liğin, önermelerin ve işaretlerin de bu değerler<br />
çevresinde gelişmesi doğaldır.<br />
İddialı birey/sel öyküler yazıyor görünse bile<br />
Tezer Özlü’nün bilinç düzeyi derin olmayan öykü<br />
kişileri var. Bilinç düzlemi üzerinde, ölüm, iletişimsizlik,<br />
yalnızlık gibi paradigmalaşmış modern<br />
sorunlarla cedelleşiyor görünen kişiler, zaman<br />
zaman da doğayı ve halkı seven, “devrimci”, kişilerdirler.<br />
Erbil’in Eski Liman adlı öyküsü, hastaneden<br />
sağlığına kavuşmuş olarak çıkan anlatıcı<br />
ile tutukluluğu sona Zeynep adlı arkadaşının<br />
İzmir’den Antalya’ya uzanan yolculukları üzerine<br />
kurulur. Anlatıcı, “ şehrin üzerinde fantom uçaklarının<br />
savaşı hatırlatan gürültülü uçuşlarından kurtulacağı<br />
için mutludur. İnançlarının güçlendiğini<br />
(hastanede yatma sebebi nedir, sağlığına kavuşmasının<br />
inançları ile ilişkisi nedir, belli değildir),<br />
her konuda en doğru düşünceye ulaştığını” (Özlü<br />
<strong>19</strong>97) hissetmektedir. Egeden Akdeniz’e doğru<br />
yapılan bu gezinin, deniziyle, güneşiyle, eski evleriyle<br />
sevimli ve umutlandırıcı olmasının sebebi<br />
bu hissediş olmalıdır. Buraya kadar, anlatıcı öykü<br />
kişisinin bilinç durumu, hastalıktan kurtulduğu<br />
için hayatın güzelliklerini daha iyi fark eden bir<br />
insanda görünür. Fakat anlatıcı ile Zeynep’in buluşması<br />
ile birlikte birden öyküdeki bilinç ideolojik<br />
bir düzlemde ilerlemeye başlar. Zeynep, bir uçak<br />
kaçırma eyleminin suçlusu olarak tutuklanmıştır.<br />
Arkadaşının “işkence yaptılar mı” sorusunu geçiştirse<br />
bile, cevabı ve yüzünün kızarması nasıl bir<br />
işkence gördüğünü ima eder. Köylerden geçerlerken<br />
tarlalara akan her su yolunun başında “fakir<br />
babası Demirel”, “meşalemiz Menderes”, “başvekilimiz<br />
Demirel” gibi sloganlar görürler. Anlatıcı ve<br />
arkadaşı, “fakir babaları böyle oldukça, yoksullar<br />
ordusunun çoğalmasına şaşmıyoruz” diyerek, bu<br />
sloganları yazan köylülerin “bilme” ve “anlama”<br />
düzeylerini, siyasal tercihlerini eleştirirler. Fakat<br />
anlatıcının bu cümleyi söylemeden önce verdiği<br />
bilgiyle çeliştiğini fark etmemesi ilginç: “Gelişmiş<br />
ülkelerdeki gibi kurulmuş sulama tesisleri ile ovanın<br />
her yanında verimliliğin arttığı” bilgisini veren<br />
anlatıcı, bu gerçeklikle tarım toplumunun siyasal<br />
tercihi arasında bir ilgi kurma gereği duymaz.<br />
Side müzesinde “Apollo’nun bacağını okşamaktan<br />
kendini alamayan” anlatıcı yeniden devrimci<br />
ve halkçı arkadaşının uçak kaçırma işine döner ve
okura, onun aslında ürkek, çekingen, içinde müthiş<br />
bir “halk sevgisi” taşıyan bir kız olduğunu göstermek<br />
ister: “Çilekleri yıkayıp getiren satıcının<br />
saygısına gözleri yaşarmıştır”. Anlatıcının kendisi<br />
de “devrimci inançtan olan kadınların sert, militan<br />
bir dış görünüşe bürünmelerine karşı olan, kadının<br />
kadın olmasını isteyen, halklara olan sevginin<br />
bireylerle olan ilişkilerde görünmesi gerektiğini<br />
düşünen, çok sevmeyen ve çok sevişmeyen birinin<br />
insancıl bile olamayacağına inanan” (Özlü <strong>19</strong>97)<br />
bir kişidir. Öyküdeki siyasal bilinç durumunun düzeyini<br />
gösteren alıntılar bunlar. Ömer Lekesiz,<br />
öyküde bu ideolojik bildirileri “çirkin bir yama gibi<br />
duran devrimci sloganlar ve mülahazalar” (Lekesiz<br />
<strong>20</strong>01:474) olarak değerlendirir. Gerçektende<br />
“devrimci”, “halk sevgisi” “sevmek sevişmek” kelimelerinden<br />
ibaret kalan bir hayat sahnesinden,<br />
derin siyasal bir bilinç durumuna geçemez öykücü.<br />
Adalet Ağaoğlu’nun öykülerindeki bilinç durumu,<br />
toplumcu gerçekçi algının bütün derinliğini<br />
ve genişliğini taşır niteliktedir. Hilmi Yavuz’un<br />
belirttiği gibi Ağaoğlu, gerçeği çarpık ve tek yanlı<br />
görünüşleriyle ortaya koyan ideolojik çelişkileri<br />
eleştirir; eleştirmekle de kalmaz, bu çelişkileri<br />
aşarak gerçeği, bütünselliği içinde kavrayan bir<br />
dünya görüşü doğrultusunda temellendirmek ister<br />
(Lekesiz <strong>20</strong>01:400). Bu dünya görüşünün temellerinden<br />
bir kaçı da emek, sevgi ve içtenliktir.<br />
Onun Karanfilsiz adlı öyküsü, kamyon kasalarına<br />
resimler yapıp boyayan birinin öyküsüdür. Öykü<br />
bir taraftan kendi varlığını, emeğe ve sevgiye dayanan<br />
yaratıcı bir duyarlıkla geliştiren bir insanın;<br />
bir taraftan modern kapitalist sürecin hızlı, çıkarcı,<br />
kaba ilişkilerine dayanamayarak kendi “biricikliğini”<br />
kaybeden insanların; diğer taratan da<br />
“işim mi? Eh işte” diyerek hayatın içinde mutsuz,<br />
güvensiz, dökülmüş biçimde dolaşan insanların<br />
öyküsüdür.<br />
Öykü kişisi, dedesinden ve babasından öğrendiği,<br />
araba kasalarını boyama ve süsleme işini,<br />
yaratıcı bir sevgiyle geliştirir. Onun bu yaratıcı<br />
sevgisi “gülün şıpırtılarını unuttun. Suların salınışını<br />
unutma. Boyayı da iyi ov; renkler sevinsin”<br />
diyen dede ile “gönlünce yap, başka şeye kulak<br />
asma” (Ağaoğlu <strong>19</strong>82:44) diyen babasından gelir.<br />
Dede ve baba imgesinin böyle olumlanması, hem<br />
41<br />
emekten ve sevgiden gelen bir toplum inancını<br />
işaret eder; hem de insanın, bu değerlerlerinden<br />
uzaklaşarak nasıl eksi eksile yaşadığının tarihlerini<br />
işaret eder. Dede ve babanın ölümünden sonra,<br />
“iş mi bu senin yaptığın? Bizim atelyede tabancayı<br />
sıkarsın bir saatte boyar çıkarsın” diyen boya<br />
atelyesinde çalışan bir arkadaş, modern kapitalist<br />
üretim anlayışının simgesi olarak belirir. Önceleri<br />
anlamaz arkadaşının ne demek istediğini; neden<br />
işini küçümsediğini “kötü mü boyuyorum? Kuğular<br />
çirkin mi? Kuşlar ölümü?” biçiminde, işini<br />
yaparken bağlı olduğu değerlere bağlı olarak cevaplar.<br />
Öyküde belli bir yaşanmışlık zamanı belirtilmese<br />
de, el emeği, göz nuru ile yapılan işin, bir<br />
boya tabancası karşısında gerilemesi, hızın, seri<br />
üretimin ve standart tüketim anlayışının başladığı<br />
süreci gösterir.Tarihsel bir zaman vermek gerekirse<br />
<strong>19</strong>60’lı yıllar olmalıdır. Türkiye’de büyük<br />
sosyo ekonomik ve kültürel değişmenin yaşandığı<br />
yıllardır bu yıllar. Hızlı kalkınma hamlesinin yaydığı<br />
zengin olma hırsı, üretim ve tüketim ilişkilerini<br />
yeniden belirler. Para, Anadolu halkını ayakta<br />
tutan değerlerin yozlaşmasına sebep olur. Para<br />
kazanmak için her yolu mubah görmeye başlayan<br />
insanlar çoğalmaya başlar. Bu ilişkiler içinde<br />
sadece burjuva çevresi görünmez. Anadolu’dan<br />
aynı maksatla, aynı mecburiyetlerle İstanbul’a gelenler<br />
bile birbirlerini sömürmeye, dolandırmaya<br />
başlarlar.<br />
Babası, kendisi ve arkadaşı arasında kalan delikanlı,<br />
kasalara yaptığı resimlerin, nilüferli suların,<br />
ayın şavkı vurmuş dağ başlarının, karanfillerinin<br />
uzun yolları kısalttığını anlatamaz atelyede çalışana.<br />
Onun için boyanın tek bir amacı vardır: Kasa<br />
tahtasının çürümemesi. Artık kamyon sahiplerinin,<br />
şoförlerin resimlere bakmaya zamanları yoktur;<br />
her işini çarçabuk ve en ucuza bitirmek isterler.<br />
Delikanlı, amacın sadece tahtayı çürütmemek<br />
olduğunu anlayamaz ya da bu gönül kapanmasını<br />
içine sindiremez; “bu resimleri hâlâ sevenler var”<br />
şeklinde ölgün bir sesle konuşsa da içinden “işini<br />
gönlünce yap” diyen babasına “dünya gönlümüze<br />
mi kalmış baba” diye kırılmış bir sesle cevap verir.<br />
Kötücül ve çıkarcı müdahale, delikanlının zihni bulandırmış,<br />
sonunda o da “işim mi? Eh işte” diyen<br />
kalabalığın modern şehirlerinde yaşadığını acıyla<br />
fark etmeye başlamıştır.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Mustafa Kutlu, öykülerinde, modern şehir ve<br />
taşra problemlerini -hatta mistik ilişkiler ağını<br />
işlerken bile- gözlemlenebilecek ve izlenebilecek<br />
bir bilinç durumunu ısrarla korur. Yüzeysel bir sınıflandırma<br />
yapılacak olursa onun öykü kişilerini<br />
bilinç durumları ve düzeyleri açısından ikiye ayırmak<br />
mümkündür. Birinci gruptakiler, genel olarak<br />
dinsel, milli, tarihsel kökleriyle buluşmak isteyen;<br />
modern hayatlar ve yapılar içinde bu irtibatın<br />
nasıl sağlanacağına kafa yoran insanlardır.İkinci<br />
gruptakiler, genellikle taşrada ya da modern<br />
şehirlerin taşrasında alıştıkları gibi yaşayan, her<br />
türlü acıyı, kederi ve huzuru insan için bilen, ilişkilerinde<br />
içten ve kompleksiz insanlardır. Fakat her<br />
iki gruptakiler de “modern birey” bağlamında dağılıp<br />
parçalanan kişiler değildirler; sosyal ilişkileri<br />
canlı, ortak duyarlığı ve davranış kalıplarını temsil<br />
gücüne sahip kişilerdirler. Bu gerçekliğin en belirleyici<br />
sebebi, kendini ruhsal ve düşünsel olarak<br />
kasmayan, insanlarını seven öykücünün kendisidir.<br />
İkinci sebebi ise Kutlu’nun kendi deyişiyle hep<br />
“şimdi”yi anlatmasıdır: “Benim hikayelerim hep<br />
şimdiyi anlatır. İki de bir hem geçmişe hem geleceğe<br />
bakarken, asıl olarak şimdinin şiddetini, şimdinin<br />
insanlara yüklediklerini dile getirir” (Kutlu<br />
<strong>19</strong>84). Bu yüzden öykü kişilerinin yaşadığı yerler,<br />
yaşama biçimleri, tepkileri, eleştirileri ve istek ve<br />
korkuları hep insana tanıdık gelir.<br />
İlk iki öyküde, düşünsel/ideolojik eleştiriler, sorgulamalar<br />
ve önermeler bağlamında öyküdeki<br />
bilinç düzlemine değinildi. Farklı bir bilinç düzlemi<br />
için, “mistisizm ve modernlik ilişkisi”ne eğilen<br />
Mustafa Kutlu’nun Sır adlı öyküsüne değinilebilir.<br />
Sır, problem çerçevesi olarak “toplumsal değişme<br />
ve şehre göç” içine yerleştirilebilecek bir öykü<br />
gibi görünebilir. Fakat bu genel köy-şehir ilişkisin,<br />
çatışmasının, mistik ile modernin çatışmasına<br />
odaklanması önemlidir. “Şark’ta sanat iki şeyin<br />
peşindedir: Hikmet ve ahenk” (Kutlu <strong>19</strong>83); “şehirleşme<br />
olgusu ve göç, beni sürekli meşgul etmiştir”<br />
(Kutlu<strong>19</strong>99) ve “tasavvufî dil üzerinde çalışmaktayım”<br />
(Kutlu <strong>19</strong>84) diyen Kutlu’nun öykücülüğünün<br />
olgunluk yıllarında Sır’ı yazması doğaldır. Yoksulluk<br />
İçimizde’ki öykülerinde tasavvuf motiflerine,<br />
mistik algının işaretlerine eğilen Kutlu, Sır öyküsünde,<br />
kendi halinde, kanaat ve teslimiyet içinde<br />
yaşarken, doğrudan şeyhi tarafından halife tayin<br />
42<br />
edilen; köyünde “hizmet” ve “himmet” etmeye<br />
gayret eden ama paralı ve hatırlı “ihvan”nın zorlamasıyla<br />
şehre göçen birini anlatır. Öyküde bilinç<br />
ve irade üç boyutlu olarak yansır:<br />
1.Baş kişinin bilinci: Öykünün baş kişisi olan<br />
dergah şeyhinin bilgisi, iradesi ve kararları mistik<br />
geleneğe bağlıdır.Kendini ilim ve hikmet sahibi<br />
görmediği için halifelik görevini kabul etmek istemese<br />
de bir “mahrem” görüşmede şeyhinin emanetini<br />
kabul eder. Esasen bu “emanet tevdii”nde<br />
asıl karar “alem-i mana”da verilmiş ve bu karar<br />
şeyhine görünmüştür. Şehre göç işinde de karar,<br />
mistik bilginin ikinci kaynağı olan “rüya”dan gelir.<br />
Köylü postnişin, sırasıyla Yaradan’a sığınarak,<br />
Peygamber’den şefaat, şeyhinden de himmet<br />
dileyerek rüyaya yatar ve rüyasında “imtihandır,<br />
kabul edesin” emrini alır. Şeyhin üçüncü büyük<br />
kararı dergahı bırakıp “sır” olmaktır. Bu kararın<br />
verilmesi de rüyada alınan işaretle olur. Modern<br />
akla ve duyusal gerçekliğe göre bu kararlarda<br />
bireye ait olan bir bilinçten söz edilemez. Fakat<br />
mistik bilinç paylaşılan bir bilinçtir; duyusal ve<br />
akli bilinç, bireyin düşünmesini, davranmasını<br />
ve istemesini hazırlar. Öyküdeki kişinin, ilim ve<br />
hikmet sahibi olmadığını bilerek görevden affını<br />
dilemesi; sonra şehre gitmekte tereddüt etmesi;<br />
ihvanın gösterişli tekke binası yapması karşısında<br />
bu paranın ne yoldan ve nasıl kazandığının sorgulanması<br />
bireyin aklî ve duyusal bilincini ortaya<br />
koyar. Onu, şeyh yapan, şehre taşıyan ve ona dergahı<br />
terk ettiren ise “alem-i mana”dan gelen bilgi<br />
ve iradedir. “Küllî ve cüz’i irade” kavramları, bu<br />
gerçekliği anlatır.<br />
2. İleri gelen paralı ihvanın bilinci: “Mercedes”<br />
simgesi ile birlikte verilen bu insanların, Ömer<br />
Lekesiz’in tespit ettiği gibi taleplerinde iki olgu<br />
vardır: “Gösterişli bir tekke hizmeti ile müritlerin<br />
sayısını artırmak ve bu sayıya yaslanarak ekonomik<br />
ve siyasal açıdan baskı unsuru olabilmek”<br />
(Lekesiz <strong>20</strong>01:139). Şehri, mercedesi, gösterişli<br />
tekke binasını ve büyük kitleleri önemseyen bu<br />
ihvanlar, modern kapitalizmin reklam ve imaj<br />
aletlerinden derinden etkilenmiş görünürler. Tasavvuf<br />
tarihi içinde yeri olan “fitne” hareketlerini,<br />
bu insanların başlatmış ve yaymış olmaları önemlidir.<br />
Kazandıkları paranın, gücün kazanılmasında<br />
ve bunların kullanılmasında artık “hak, kanaat,
adalet” ilkelerini tanımayan veya tevil eden bu<br />
insanlar, siyasal çıkar ve denge ilişkilerinin de<br />
önemli aktörleri olurlar.<br />
3. Öykücünün bilinci: Öykücü, toplumsal değişme<br />
ve çözülmelerin her alandaki yansımalarını<br />
izleyen; olan bitenin sebepleri üzerinde düşünen<br />
ve işleyeceği problemin tarihsel seyrini ve<br />
modern zamanlar içindeki durumunu bilen biri<br />
olarak görünür. Öykücü önce hakikate tasavvufi<br />
idrakle muhatap olan ve hayatı bu geleneğin<br />
belirlediği ölçülere göre yaşayan şeyh ve müritleri<br />
ortaya koyar. Sonra bu gelenek içindeki iki<br />
çatışmayı görünür kılmaya çalışır: Nefs ve Fitne.<br />
Nefs, çok yüzeysel bir tanımlamayla insanın içindeki<br />
iyilik ile kötülüğün, istekle kanaatin, kibirle<br />
tevazünün, geçici ile kalıcının savaşıdır. Bu savaşın<br />
amacı ise olgunlaşmadır. Öyküde bu çekişme<br />
özellikle şeyh merkezinde verilir. Köyde emeğiyle<br />
geçinen şeyhin, şehre getirilerek görkemli binalara<br />
yerleştirilmesi, emrinde sayısız müridin çalışması,<br />
mersedese binmesi, bütün ihtiyaçlarının<br />
anında ve emeksiz karşılanması, bu çatışmayı<br />
görünür kılar. Artık şeyh bir karar aşamasına gelir:<br />
Ya kendisine sunulanların haram helal hesabını<br />
yapmadan modern hayatın sosyal ve siyasal<br />
bir aktörü olarak devam edecek ya da etrafındaki<br />
bu çarktan kendini kurtaracaktır. Karar, rüya,<br />
feraset ve hikmetle gelir. Rüyada Ebuzer-i Gıfarî<br />
şeyhi “bu sarayı halkın parasıyla yaptırıyorsan;<br />
bil ki bu, zulümdür. Kendi paranla yaptırıyorsan<br />
bu da israftır” (Kutlu <strong>19</strong>94: 17) diye azarlar.<br />
İkinci rüyada şeyhin şeyhi “Ebuzer haklı ama ben<br />
de haklıyım. Köy yerinde eskinin insanlarına, eski<br />
usullerle hizmet etmek kolay, zor olan bu şehir<br />
yerlerinin yeni insanlarına mürşit olabilmektir”<br />
(Kutlu <strong>19</strong>94:17) diyerek şeyhin vereceği sınavı<br />
daha çetin bir hale getirir. Sıra, şeyhin doğrudan<br />
alem-i manada kendisini görmeye gelir. “Boy aynası”<br />
motifi bunun için kullanılır. Şeyh o aynada<br />
hem cismini hem içini görür. Ne gördüğünü anlatamaz<br />
ama cübbeyi atarak tekkeden çıkar gider.<br />
Öykücüye göre bu, yeni bir “seyr ü süluk”tur. Öykücü<br />
eleştirel bilincini, anlatıcıyla birleşerek şehir<br />
insanı çevresinde harekete geçirir. Kazanma<br />
hırsı, kazandıkları, ve güç arayışları kapitalistçe<br />
olan ama yaşama biçimi ve argümanları ile tasavvufâne<br />
olmak isteyen şehirlilerin doğal olarak<br />
43<br />
bin bir derdi vardır. Bir kaçını anlatıcı: “Parayı<br />
hangi işe yatırsam hayırlı olur”, “gelinler kızlar<br />
çocuklar fazla çocuk istemezler; bunun için tatbik<br />
edilen yollar caiz midir”, “eskimiş, imal hatası<br />
olan malala zekat olur mu”, “domuz yağı şaibesi<br />
olan yağları yemek caiz mi”, “kadınlarımız nasıl<br />
örtünsünler” “kalp nakli mümkün olmuştur, iman<br />
nakli de vuku bulur mu”. Bu sorular da, daha fazla<br />
kazanmak için, manevi destek isteğini, ekonomik<br />
değeri kalmamış malla zekat verme kurnazlığını<br />
da bulmak mümkündür ve öykücünün asıl<br />
eleştirisi de bu kapitalist hırsın, cemaat tarikat<br />
argümanı içinde tevil edilmesidir. Öykücü, klasik<br />
manada ve yapılanmadaki bir tasavvuf hareketinin<br />
modern toplumda devam edemeyeceğini de<br />
söylemek ister.<br />
Hüseyin Su’nun “Beri Dön Güzel de Yüzün Göreyim”,<br />
Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor”, “ Gömleği<br />
Yırtık Kırmızı Gül”, “Sen Gelmezsen Güvercinler<br />
Küser”, “Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi”<br />
adlı beş öyküsünün toplandığı Aşkın Halleri kitabı<br />
Davut Sulari’nin “Hikmetten okuram sırdan<br />
sezerem/ Aşk defterin açıp görem sultanım” mısralarıyla<br />
açılır ve Şeyh Galip’in “Ah mine’l ışk u<br />
hâlâtihî/ Ahrâka kalbî bî-hararatihî” beytiyle kapanır.<br />
Bu iki alıntı aşk üzerine tesadüfen veya sadece<br />
çok sevildiklerinden dolayı yapılış değiller;<br />
niçin yapıldıkları bilinçle işlenen merkez değerin<br />
anlamını nasıl açacakları inceden hesaplanmış<br />
mısralar. Sulâri ve Şeyh Galip: Birincisi tasavvufî<br />
aşk algısını, Bektaşi müzik geleneğini taşrada<br />
seyyah olarak yaşamış ve dağıtmış bir aşık. İkincisi,<br />
ahlâkı, insanî derinliği, sulh ve selâmeti öğreten<br />
ve telkin eden, tefekkürle sanatı birleştiren<br />
Mevlevîliğin şehirdeki merkezlerinden biri. Şunu<br />
demek istiyor öykücü: Bu topraklarda, bu milletin<br />
hayatında aşklar, hangi haliyle görünürse görünsünler,<br />
ister taşrada ister şehirde yaşansınlar,<br />
ister gençlik ister ikinci bahar aşkı olsunlar,<br />
Şeyh Galip’le Sulâri arasındadırlar yani, Mutlak<br />
Varlık’ın tam ve güzel algısı olan halin izdüşümleridirler.<br />
Beri Dön Güzel de Yüzün Göreyim’de<br />
“Suyum vurulmuştu; kanım çekilmişti; içimde<br />
kestiremediğim bir yerim müthiş ağrıyordu” (Su,<br />
<strong>20</strong>06:23) diyen Kadillak Selda’ya aşık Ali Amca<br />
da; Yiğidim ya Ona Gücüm Yetmiyor’da “kavrulan<br />
ciğerinin kokusu başını döndürürken , insanlar<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yalnızca tependen yükselen dumanı görüyor” (Su<br />
<strong>20</strong>06: 37) diyen üniversiteli Hasan da; Gömleği<br />
Yırtık Kırmızı Gül’de eşiyle geçirdiği günlerin hatıralarını<br />
“bir muskanın muşambasının katlarını<br />
hayranlık ve incelikle açan” (Su <strong>20</strong>06: 56) Babaanne<br />
de; Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi’nde<br />
“gönüllerimiz küsüverdi” (Su <strong>20</strong>06: 114) diyen<br />
içine sessiz ama içli, sıradan ama derin memur<br />
arkadaş da “varlığın bütün sızılarını içindeki titremeden<br />
ibaret” bilirler ve insanı, eşyayı, bütün<br />
varlığı bu titrek gönülle karşılarlar.<br />
İçinde yaşadığı topluma aşkla bakmayı “aşk”tan<br />
bakmayı önerir Hüseyin Su. Modernleşmeyle gelen<br />
toplumsal değişmelerin, bozulmaların, kültürel<br />
yarılma ve daralmaların karabasanından<br />
kurtulmanın yolu da bu bakıştır. Bu bakışın, “geleneksel<br />
değerler” adıyla modernizmin öğrettiği<br />
tuhaf/belirsiz, genel olarak bir üçüncü dünya<br />
tesellisi olarak yapışılan bazen hastalıklı bazen<br />
safderunca korunakla ilgisi yoktur. Aşkla bakış,<br />
milletinin dil, inanç, sanat ve günlük hayat kumaşını<br />
görmek ve onun yeniden ve yenilenerek<br />
dokunmasına ortak olmaktır. Öykücü, bu yüzden,<br />
modern öykünün “bireyleşme, içe kapanma, suskunlaşma<br />
gibi genel eğilimlerine uymaz” (Şakar<br />
<strong>20</strong>06:144); modernizmin yalnızlaştırıcılığını,<br />
yurtsuzlaştırıcılığını, parçalayıcılığını, bireysel<br />
tutunamayışların simgeleriyle örten öykü kişilerine<br />
ilgi duymaz. “İster toplumsal değişmeler,<br />
yenileşmeler gibi gerçekliklerimiz olsun; ister<br />
isterse kendi saf değerlerimiz olsun, yazı/öykü<br />
bağlamında hiç birisine ‘sosyolojik’ bakmamaya<br />
özen gösteriyorum. Sosyolojik bakışın ‘bizim<br />
bakışımız’ı yansıtmadığını düşünüyorum” (Su<br />
<strong>20</strong>01) diyen Su, bütünüyle modern bilimlerin<br />
verilerine karşı bir tavır almadığını vurgulayarak,<br />
modern epistemolojinin, Adem’le son doğan<br />
insan arasındaki ilik bağının vahiy olduğuna pek<br />
aldırmadığını söylemek ister.<br />
Hüseyin Su, “ortamın kolektif ürünüydü” dediği<br />
ve kendini öykücülüğüne örnek olamayacağını<br />
düşündüğü, ilk öykülerinden Tüneller adlı öyküsünde,<br />
Aşkın Halleri’nden daha farklı bilinç durumunu<br />
örnekler. Tüneller, adalet, ahlak ve hak<br />
mihverini kaybetmiş bir dünyayı, Kİtab’a (Kur’an)<br />
bilinçle muhatap olarak yeniden kurmak isteyen<br />
bir önderin ve onu izleyenlerin öyküdür. Anlatı-<br />
44<br />
cı, önderin bilincine teslim olmuş; önderin her<br />
yargısını doğru, her söylediğini evrensel bir bildiri<br />
gibi algılayan bir öykü kişisidir aynı zamanda.<br />
Toplandıkları “evrensel oda”daki bir “bilinçlendirme”<br />
toplantısında konu yoksulluktur. Önder<br />
konuştukça, “yürekleri serinlemekte, toprak kabarmakta<br />
her yana su yürümekte”dir. “Konumuz<br />
yoksulluk; dostumuz yoksullar” diye başlar söze<br />
önder. Kitap’ta mülkiyet övülmemiştir; emek alın<br />
teri övülmüştür; ezilenleri, öncü kılmak istedik”<br />
(Su <strong>19</strong>99: 72) diye devam eder. Dinleyenler, kendilerini<br />
sokaklara, kentlere, ülkelere sürülmüş<br />
savaşçılar gibi hissederler. Önderlerinin her konuşması<br />
onlar için bir “temizlenme bildirisi”dir.<br />
Öyküdeki bilinç- insan ilişkisi, duygusal bir savaşçı<br />
isteğiyle ideolojik bir din öğretisi düzleminde<br />
gelişir. Gerçekten de bu öyküdeki bilinçlilik durumu,<br />
Su’nun daha sonraki öykülerinin hiç birinde<br />
yoktur. Demek öykücünün yaşadığı süreç, “merkez<br />
değerler”e muhatap olmanın bir bilinç gerektirdiğini<br />
ama bu bilincin, soyut, simgesel bir<br />
tasarım olmadığını; insana, eşyaya, aşka, olaylara,<br />
davranışlara dağılmış yaşanan gerçeklik<br />
olduğunu göstermiştir.<br />
Öyküde Bilinçaltı ve İnsan<br />
Modern bilimin fizikten sonraki en köklü keşfi<br />
sayılan bilinçaltıyla yazarların ilişkisi estetik<br />
kaygıları aşar niteliktedir. Elbette bilinçten bilinç<br />
altına uzanan öykücü ve öykü kişileri, bütünüyle<br />
bilinçten sıyrılmış değildirler. Sorgulamalar,<br />
arayışlar, eleştiriler, umutsuzluklar, isyanlar bilinç-bilinçaltı<br />
arasında bazen yüzeye çıkar bazen<br />
derine inerler. Newtoncu gerçekliğin yönettiği<br />
duyulardan, düşüncelerden ve bakış açılarından<br />
kuşkuya düşen; son yüzyılın acılarını çok çeken;<br />
yürüyen hayatta sordukları sorulara cevaplar<br />
bulamayan; “öteki”ne egemen olmaktansa kendi<br />
varlığının ve duruşunun kaynakları problem edinen<br />
yazarlar, göreceli gerçekçilik anlayışıyla birlikte<br />
bilinçaltına yönelirler. Örneğin Jung, Freud<br />
ve Proust’un izinde Tanpınar, romanlarında olduğu<br />
gibi öykülerinde de, mistik birikimi ve rüyayı<br />
da işin içine katarak, gerçek ile gerçek üstü arasındaki<br />
köprüyü kurmaya çalışarak yeni bir hafıza<br />
yapmak ister. Bilinçaltı, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay
gibi yazarlarda, kimliksizliğin ve kişilik arayışının<br />
kentle ilişkilerini işaret etmeye yarar ve bunalan<br />
öykü kişileri görünmeye başlar. Kendi kanalından<br />
akan bilinç altı tekniği taraftan da giderek, öykü<br />
kişilerinin bağlantısızlığını doğallaştırma sürecini<br />
başlatır. Bir çok öykü kişisin, bilinçaltı labirentlerinin<br />
simgesel uyaranlarla dolu yollarında, kişisel<br />
ve toplumsal varlığın bağlantılarını yoklama gibi<br />
bir ameliye ile meşgul olamayacak kadar bilinçten<br />
uzaklaşır ve koyu bir umutsuzluğa kapılır.<br />
“Bilinçaltı ve insan” tamlamasının taşıdığı anlamlar,<br />
ironik bir bilince sahip olan ve bilinçaltı<br />
tekniğinin öncüllerinden olan Oğuz Atay’ın bir<br />
öyküsünde örneklenebilir. Oğuz Atay’ın Korkuyu<br />
Beklerken’i (Atay <strong>20</strong>00) iç konuşmalar, bilinç<br />
akışı, rüya, geriye dönüş tekniklerinin iç içe<br />
girmesiyle kurulur. Şehrin en uzağında bulunan<br />
evine dönen öykü kişisinin bedeni de zihni de<br />
yorgundur. Evde kimin bıraktığını anlamadığı bir<br />
zarf görür. Zarfın içindekiler bilmediği bir dille<br />
yazılmış ve gizli bir mezhep tarafından gönderilmiştir.<br />
Mezhep öykü kişisinin evden çıkmamasını<br />
emretmektedir. Bu tuhaf durum, kişinin eve,<br />
daha doğrusu kendi üzerine kapanmasının ya da<br />
dışarıya çıkacak sebep ve güç bulamamasının<br />
başlangıcı olur. Artık o, “korkuyu beklemektedir”.<br />
Ev hapsinin daha ilk günlerinde mektubu gönderenlerle<br />
iddiaya girer. Onlar, yalnızlığı seçtiği için<br />
ona katıksız yalnızlık cezasını vermişlerdir. Fakat<br />
o, ölerek, onların bu cezasını boşa çıkaracaktır.<br />
Önce kim olduğunu hatırlama çalışır; sonra bütün<br />
öğrendiklerini. Konuşmayı hatırlamak, varlığını<br />
da yokluğunu da fark etmeyen insanlara<br />
ulaşmak için harekete geçmek ister. Yenildiğini<br />
kabul eder; hayata katılacağına, tabiatı ve insanları<br />
seveceğine, yurduna yaralı olacağına,<br />
evleneceğine, dedikodu dinleyeceğine söz verir.<br />
Fakat yine bir ses gelmez; o da mucize ve kudret<br />
gösterme yeteneğine sahip olanların bu kayıtsızlığına<br />
isyan eder ve içkiye verir kendini; yıkılıncaya<br />
kadar içer. Yine kılını kıpırdatan; başına<br />
gelenleri değiştirme zahmetine katlanan olmaz.<br />
Bu kayıtsız ve tepkisi insanlara yapılacak en iyi<br />
kötülük, bu dünyanın ne olduğunu anlamalarını<br />
sağlamaktır. Kendisine gelen mektubu bir yığın<br />
adrese göndermeye başlar ve gidip karakola<br />
kendini ihbar eder. Fakat polisin de onu ciddiye<br />
45<br />
almadığı açıktır.<br />
Görüldüğü gibi, öyküdeki kişi, içine kapanan,<br />
kendisiyle konuşan; rüyada gördükleri ile uyurken<br />
düşündüklerini birbirine karıştıran entelektüel<br />
bir bireydir. Yaşanan gerçekliği, ideal kurguyu,<br />
sıradanın ve kötünün başarısını, iyinin kimliksizliğini<br />
veya yitimini, hem görüneni hem de görünenin<br />
arakasındaki ağır ve değişmez kütleyi, iddia<br />
ve hiçliği kısaca her şeyi aynı anda görür ve<br />
duyar. Hayatın sıradan alışkanlığı içinde sürekli<br />
kendisiyle uğraşır; kendi varlığını hayatın içinde<br />
bir yere koyamaz; yalnız ve başarısızdır. Kendi<br />
içindeki yıkılışları, toplumsal düzlemin yüzeysel<br />
ve çıkarcı ilişkilerini görür ama onları düzeltemediği<br />
gibi daha derin uçurumların eşiğinde durur<br />
ya da oradan atlama isteği duyar. Durdurulamaz<br />
bir otomasyonla çalışan zihniyle başa çıkmak için<br />
belki de, kendisiyle alay eder. Bütün bildikleri, bilmediklerine<br />
ve başaramadıklarına cevap olmamıştır.<br />
Evet bunları hak ettiği kesindir. Ne tabiatı,<br />
ne insanları ne de olup bitenleri hiç sevmemiştir.<br />
Belki de başına gelenler hatta başı bile var olan<br />
bir şey değildir; hiç kimse kendisini duymadığına,<br />
anlamadığına, sevmediğine göre bu mümkündür.<br />
Artık nerede kaldığını unuttuğu için nereden başlaması<br />
gerektiğini de bilme imkanı kalmamıştır.<br />
İnsanlığın ve insansızlığın yüzkarasıdır; kendine<br />
acımayı, mutlak bir umutsuzluğu bile başaramamıştır;<br />
belki de her şey kelimelerden ibarettir!<br />
Hiçbir şeye zamanında tepki verememiştir; fakat<br />
hiç şey de zamanında kendisine verilmemiştir.<br />
Eleştiri ve önermelerin etkili olabileceği bir değerler<br />
sistemi olmayan toplumun entelektüelinin<br />
izleyeceği yol eleştiriden, kendine acımaktan ve<br />
sonunda “özyıkım”dan geçer ve Oğuz Demirap’in<br />
“Özalay” (Demiralp <strong>19</strong>98: 106) dediği umutsuzluğun<br />
estetik inşası olur.<br />
Ömer Türkeş’in söylediği de bu: “Oğuz Atay’ın<br />
bütün eserlerinde aynı duygu: Buruk bir tebessümde<br />
ifadesini bulan umutsuzluk” (Türkeş<br />
<strong>20</strong>07). Bu umutsuzluğu, hem bağışlanma hem<br />
de bir bağışlama isteğini duyurur da denilebilir.<br />
Ama o, “ben insanların arasında olmak istiyorum<br />
(..) Eski durumum bağışlanırsa tabiatı seveceğim;<br />
insanları seveceğim; evleneceğim; çocuk yetiştireceğim;<br />
onların altını değiştireceğim; dedikoduları<br />
dinleyeceğim” diyerek bağışlanma isteğiyle<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
de bağışlayacağı yaşama biçimiyle de alay eder.<br />
Adeta büyük bir hızla çalışan zihnin boşuna döndüğünü<br />
sezen okur için de bu, trajik bir ironidir.<br />
Yazar gibi okur da kaçışı, çığlığı, eleştiri ve saldırıyı<br />
ve umutsuz bir daveti aynı anda yaşar ve acı<br />
bir gülümseme kalır dudaklarda; daha doğrusu<br />
gülümsemek için hareketlenen kaslar trajik şokla<br />
öylece dona kalır.<br />
“Bilinçaltı ve insan” bağlamında değinilecek<br />
bir öykü de Necip Tosun’un Aynalar ve Sırlar<br />
öyküsüdür.Tosun’un Otuzüçüncü Peron (Tosun<br />
<strong>20</strong>05) adlı kitabındaki öykü kişilerinin tamamı<br />
yalnız, kırık, belirsiz bir geçmişin uzağında veya<br />
yıkımı altında kalmış; hayatlarındaki eksikliğe<br />
veya parçalanmışlığa bir anlam arayan, belki bu<br />
yüzden sürekli hem iç hem de dış yolculuklara<br />
çıkan kişilerdir. Arayan, sorgulayan, hesaplaşan,<br />
bir anlamın ve bütün peşine düşen bu kişiler genellikle<br />
bilinçaltı tekniği ile kurgulanırlar. Cemal<br />
Şakar’a göre öykücü, “modernizmin tahribatlarını<br />
anlamaya ve anlatmaya yönelmekte ama modernleşmenin<br />
sorunlarını irdelerken çatışmanın<br />
toplumsal planda meydana getirdiği değişime<br />
atıflar yap(a)mamaktadır. O, değişimin sonuçlarını<br />
çözümlerken bile bireyin iç dünyasındaki etkileriyle<br />
ilgilidir” (Şakar <strong>20</strong>06:142).<br />
Aynalar ve Sırlar’da sadece ressam olduğuna<br />
ya da uzun yıllar resimle uğraştığına dair ipuçları<br />
olan, hakkında başka da dış bilgiler bulunmayan<br />
(kaç yaşlarında, ailesi var mı vs) bir kişi, “ne<br />
aradığını bilmeden, her adrese koşacak bir ruh<br />
haliyle” şehri dolaşmaya çıkar. Kendini fazla oynanmış,<br />
karıştırılmış, örselenmiş bir beyaz gibi;<br />
hiçbir resmi aydınlatamayacak, ışıksız, parıltısız<br />
bir renk” (Tosun <strong>20</strong>05:8) gibi hissetmektedir. Her<br />
ne olduysa “hayatta umut bağladığı tüm yollar,<br />
günden güne daralmış tıkanmıştır”. Sanki ruhu<br />
başka yerde, bedeni başka yerde kalmış; tam bir<br />
parçalanmışlık duygusu içinde şehri dolaşmaya<br />
çıkan kişi, “rüyalar, karabasanlar, ödeşmeler”<br />
içinde geçen yakın geçmişine, boş bulduğu kağıtlara<br />
resim çiziktiren çocukluğuna, resim eğitimi<br />
aldığı muhtemelen üniversite yıllarına ve içinde<br />
bulunduğu günün bilinmezliğine yürür. Metruk<br />
bir konağın önünden geçerken, binaya girmek<br />
için karşı konulmaz bir istek duyar. Ona öyle<br />
gelir ki, içeri girince kabusları bitecek; soruları<br />
46<br />
cevaplanacak;, eksikliği tamamlanacaktır. İçerde<br />
terkedilmiş eşyaların geçmişine dalarak sigara<br />
içerken kendini bir boy aynası karşısında bulur.<br />
Fakat eyvah, aynada yüzü görünmemektedir. Telaş,<br />
korku ve baş dönmesi içinde şakalarında kan<br />
izleri görür ve kendinden geçer. Kendine geldiğinde<br />
aynanın üst tarafının sırının silinmiş olduğunu,<br />
aynanın üst kısmının düpedüz cam olduğunu<br />
fark eder. Fakat işte bu “sır” kelimesi onun<br />
bilinçaltının derinliklerinden bir mesaj fısıldar;<br />
ama ne? Evine gelir ve uzun bir zamandan beri<br />
ilk defa rahat bir uyku uyur. Sabah uyandığında<br />
aynada yüzünü görür ve dudaklarından utangaç<br />
ince bir gülümseme yayılır.<br />
Öyküde insan, olay ve zaman olarak bir dış<br />
dünya yok. Mekan olarak öne çıkan konak yol üstünde<br />
bir bina gibi görünse de, dalgın, kırık ve<br />
yorgun bilincin simgesel bir uyaranı da olabilir.<br />
Şakaktaki kan, baş dönmesi ve öykünün evdeki<br />
aynanın karşısında bitişi, konak ve sırının yarısı<br />
dökülmüş boy aynasının bir bilinçaltı yansıması<br />
veya darbeyle gelen halusülasyon ihtimalini de<br />
yedekte tutar.<br />
Acaba entelektüel ve modern bir birey olduğuna<br />
dair ip uçları (düşünme biçimi, yalnızlığı,<br />
resim hakkında düşündükleri, dinlediği müzik)<br />
öykü kişisi neyi tasarlamış ve neleri istemiş de<br />
olmamıştır? Bu kişinin bilinç düzlemi üzerinde<br />
neden hep sorgulamalar, ödeşmeler, kopukluklar<br />
ve parçalanmışlıklar vardır? Ruhunu başka,<br />
tenini başka yerde bırakacak kadar insanı ikiye<br />
ayıran hangi güçtür? Bu soruların cevabı olan<br />
somut bilgiler yoksa da, bireyin şikayetlerinden<br />
ve korkularından yola çıkarak bu soruların<br />
cevaplarını işaret edebilecek göstergelere ulaşılabilir.<br />
Öykü kişisi, isteyerek resim eğitimi almış,<br />
çizdiği resmin kendisi olabilirse, kendine<br />
ulaşacağını düşünmüş ama düşündüğü gibi bir<br />
ressam olamamıştır. Kendisine ulaşamadığı gibi<br />
gördüğü yüzlerin, dokunduğu ellerin iç haritalarını<br />
okumamayı umut etmiş: ama yüzler, daima<br />
meçhul suretler gibi kaybolup gitmişlerdir. Resimle,<br />
“eşyanın, bitkilerin, doğanın üstünden örtüyü<br />
kaldırmak ve ışığı ortaya çıkarmak istemiş;<br />
ne var ki ortaya ışık değil; cırtlak renkler ve kaba<br />
saba taklitler çıkmıştır” (Tosun <strong>20</strong>0112).Koyu bir<br />
yanlılığa ve umutsuzluğa doğru aktığını duyan bi-
ey, son bir hamle ile canlı, neşeli, ortada durup<br />
duran insana ulaşmak istemiş; ama bunda da başarılı<br />
olamamıştır. Bireyin kendini keşfetmek için<br />
yaptığı bütün hamleler boşa çıkmış; çıktığı bütün<br />
yollar kendi üzerlerine kapanmışlardır. Öykü bireyi<br />
bu haliyle Oğuz Atay’ın umutsuz kişilerine<br />
benzer ama aralarında önemli bir fark vardır.<br />
Atay’ın kişileri Enis Batur’un “kanlın bir kristal”<br />
Batur <strong>19</strong>93:1<strong>80</strong>) dediği kara mizahın içinde görünürler.<br />
Necip Tosun’un kişileri ise sanki hâlâ<br />
“bulma” umudunda oldukları için solgun bir yüzle<br />
gezmeye devam ederler. Aynalar ve Sırlar’ın<br />
entelektüel bireyi Soyut bir gerçekliğin keşfinin<br />
peşindedir. Öykünün adı olan “ayna” ve “sır” da<br />
bunun işaretidir. Ayna, bireye, zihnini, kalbini ve<br />
modern dünya içinde aldığı yaraları gösterecek<br />
simgedir; sır ise, kendisi dışındaki varlığın örtüsünü<br />
kaldıracak kutsal bir düğümdür. Fakat bunların<br />
ayrı ayrı bulunması problemi çözmemektedir.<br />
Bütünüyle “sır”lanan ve evreni içinde tutan<br />
bir ayna gerekmektedir. Mitolojiden, dinlere,<br />
mistik algıdan modern algıya ayna, daima görünenin<br />
ötesindeki varlık veya anlamla ilişkili köklü<br />
bir simgedir. Aynanın içinden cin de çıkar, sultan<br />
da çıkar. Ayna nefsin kendisi ya da nefsin kendisini<br />
temaşasıdır. Mistik insan, aynaya bakarak,<br />
“alem-i mana”nın insandan eşyaya yansımasını<br />
da görebilir. Modern psikanalitikte de ayna, aşılamayan<br />
“ben”in göstereni olarak çözümlemelerin<br />
konusu olmaktadır. Örneğin Nurdan Gürbilek aynanın<br />
“Tanpınar’ın neredeyse bütün anlatılarında,<br />
kahramanın karşısına aşılmaz bir kader, bir<br />
huzursuzluk alameti gibi” (Gürbilek <strong>20</strong>04:142).<br />
Aynalar ve Sırlar’ın bireyi, modern binaların aralarına<br />
sıkışıp kalmış çeşmeleleri, yıkılmaya yüz<br />
tutmuş evleri, renkleri ve canlılıkları kaybolmuş<br />
camileri bildiğine; onlar arasında dolaşırken tarihin<br />
kitabelere dokunduğuna, parmaklarını yazıların<br />
kıvrımlarında gezdirdiğine; daha da ötesi<br />
tarihin gizine ve ruhuna dokunacakmış gibi hissederek<br />
sisli hülyalara daldığına göre, aranan<br />
sırlı ayna geçmişte kalmış ya da geçmişten kalkıp<br />
gelecektir. Öykü kişisi konağa girerken sanki<br />
geçmişin gelip kendini (bugünü) de içine alarak<br />
bir “sırlı ayna”da yansıyacağını sezmektedir. Öyle<br />
de olur. Fakat ne yazık ki aynanın üst tarafının<br />
sırları dökülmüştür ve kişi sadece bedenini görmüş,<br />
yüzünü görememiştir. Sırın dökülmesi, bi-<br />
47<br />
reyin, peşinde olduğu gerçekliği algılayabilecek<br />
bir yaşama biçiminden, bikrimden ve teslimiyetten<br />
uzak olduğunu gösterir. Ama böyle de olsa<br />
modern birey, sırlı bir ayanın var olduğunun ve<br />
bunu bütünüyle kavramanın mümkün olmadığını<br />
kavramıştır.<br />
Murat Gülsoy’un Binbir Gece Mektupları<br />
adlı öyküsü bilincin ve bilinçaltının bilinç akışı ve<br />
post modern tekniklerle buluşmasını son yıllarda<br />
örnekleyen başarılı öykülerden biri. Öykünün,<br />
yalnızlığın, anlamsızlığın, korkunun ölüme çalan<br />
yüzünde duran kişisi, kim olduğunu ve hangi zamanda<br />
yaşadığını bilmediği birine mektuplar yazar.<br />
Öykücü daha ilk mektupta “kendi geçmişimi<br />
hiçbir zaman yazmadım; okuyanların hep öyle<br />
sanmasına özen gösterdim ama. Neden böyle<br />
davrandığımı bilmiyorum. Belki de hep içimde<br />
kalmış olan bir oyuncu olma isteğinin dışa vurumudur.<br />
Hiçbir şeyden emin olamadığım bir<br />
yerde anlatıyorum hikayelerimi. Belki de emin<br />
olduğum tek şey, bunları sana anlattığım” (Gülsoy<br />
<strong>20</strong>03:174) diyerek, aslında yazının bir gerçekliği<br />
anlatmayabileceğini, her öykünün kendi<br />
gerçekliğini yaratacağını söylemek ister. Tıpkı<br />
Bin Bir Gece Masalları’ında Şehrazat’ın yaptığı<br />
gibi: öykü yaratılan gerçekliktir, yaşanan değil.<br />
Bu mektuplardaki gerçeklik bir “oyun gerçekliği”<br />
olsa bile, bu oyunun aslında bilincin toplumsal<br />
kalıplarını çatlatan, bilinçaltını özgür bırakan,<br />
saplantıları, takıntıları ve korkuları ortalığa döken<br />
bir oyun olduğu ortada. Mektuplardan örneklenecek<br />
durum, eleştiri, duygu ve istekler, hem<br />
oyunun ortaya neler döktüğünü, hem metinler<br />
arasına uzanan anlatıcının kendini nasıl gizlediğini<br />
gösterebilir.<br />
Birinci mektupta, anlatıcı kişi, akşam vakitlerinde<br />
“çoğunluğu ölmüş kişiler tarafından yazılmış<br />
kitaplarını yakma isteği” duyar. Bu istek, içinde<br />
olduğu güne kadar yanlış ve özgür olamayan bir<br />
hayatı yaşamış olma düşüncesine bir tepki olarak<br />
okunabilir. Kitap yakma isteği narsist bir dışa<br />
vurum olarak okunabilir. Bu durumda öykü kişisi<br />
aslında içindeki kötücüllükten ve bunun bilinmesinden<br />
korkmaktadır. Otoriteye ve kurulmuş gerçekliğe<br />
isyan olarak da okunabilir. Bu durumda da<br />
kişinin kendi gerçekliğini yaratmak isteğiyle ilgili<br />
olabilir. Öykü kişisi bugüne kadar yaşanılan her<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
şeyin bir yanılsama olduğuna teslim olmak ister.<br />
Yenilginin kabulü olarak düşünebilir bu istek. Mademki<br />
yaşanılanlar kayıp gidiyorlar; mademki gidenler<br />
bir daha asla gelmiyorlar; mademki o saf<br />
coşku giderek kayboluyor; o halde olan biten her<br />
şeyin bir yanılsama olması daha iyidir. Bu kabul,<br />
şimdide ve gelecekte yaşanılan ve yaşanılacak<br />
olanların da bir yanılsama olduğunu ispatlar ve<br />
insan gerçeklik duygusunu tamamen kaybeder.<br />
Anlatıcı özne, her gece yazılan mektupların ölüm<br />
korkusunu hafifletmek için yazdığını düşünür. Bilincin<br />
yenik itirafıdır bu. Geçmişte ve gelecekte<br />
kesin olan tek şey ölümdür. Bunu bilmek insanoğlunun<br />
en büyük trajedisidir. Belki de bütün<br />
sanat oyunları bu trajediyi unutturmak içindir.<br />
İkinci Mektupta, anlatan ve yazan özne, evle,<br />
dostlarla, sevgililerle arasında örülen ipin koptuğunu<br />
ve kopup gidenlerin çocukluğunun karanlık<br />
kuyusuna yuvarlandığını söyler. Mektuplarda<br />
çocukluk, saf coşkusuyla, korkusuyla, avuçta<br />
tutulan ölü bir kuşla sık sık bilinç altından çıkıp<br />
gelmektedir. Saf coşkunun birmiş olması, insanın<br />
hayat içinde coşkuyla bir yurt tutamayacağının<br />
gösterenidir. Avuçtaki ölü kuş, ölümle karşılaşmış<br />
olmanın ölüm korkusu olarak devam ettiğini<br />
ve aslında dokunulan, yaşanılan her şeyin ölü olduğunu<br />
simgeler. Gittiği şehirde delilerle tanışan<br />
kişi, onları isler ve görünmez olma korkusundan<br />
bahseder. Bu ilişkilendirmede görünmez olmak,<br />
bedeniyle görünmemek anlamına gelmez. Deliler,<br />
toplumsal ilişkilere gölge düşüremzeler daha<br />
doğrusu insanlar onları görmezden gelirler. Öykü<br />
kişi, her gün aynı yere giderek, hatırlanmak, bilinmek<br />
ister; insanlar ve mekanlar içinde yurt<br />
edinmeyi umutsuzca yeniden dener.<br />
Üçüncü Mektupta, her gece yazdıklarına döndüğünü;<br />
yazılanlarınsa her an kendisine döndüklerini<br />
fark eder. İlk planda kısır döngünün anlatımı<br />
gibi görünür bu fark ediş. Ama bu bumerangın<br />
ötesinde gerçeklik ve kurgunun birbirine geçtiği;<br />
gerçekliğin kurguyu oluşturduğu; kurgunun kendi<br />
gerçekliğini hayata aktardığı görülür. Tarihsel<br />
akışı, mekansal gerçekliği altüst eden bu iç<br />
içe geçişte Şehrazat’tan sonra öne çıkan imge<br />
“at”tır. At, bilinme ve tanınma korkusunun olduğu<br />
durumlarda, çocukluğundan çıkar gelir ve kişiyi<br />
uzaklara kaçırır.<br />
48<br />
Beşinci mektupta öykü kişisi anlatıcı özne olarak<br />
çalışma ofisindeki müştemilatı sayar: Bir<br />
otelden araklanmış ayna, bir bumerang, İsa ve<br />
İsa’yı çarmıha geren haydutları gösteren bir röprodüksiyon,<br />
tren istasyonlarında göz göze kalınan<br />
kadınların itiraf mektupları, çizgi roman kahramanların<br />
portreleri, karnındaki bebekle konuşan<br />
annenin gençlik fotoğrafı ve babanın bezik takımı.<br />
Bir çalışma ofisi için oldukça tuhaf bir eşya<br />
birlikteliği. Bu nesnelerin beraberce ve ayrı ayrı<br />
kişinin bilinçaltında ve tahayyülünde simgesel ve<br />
imgesel anlamları olduğu açık. Ayna, benliği; İsa<br />
ve haydutlar, kötülüğün egemenliğini; bumerang,<br />
kısır döngüyü; çizgi roman kahramanları, çocukluğun<br />
ve kurgusal gerçekliğin içine dalmayı; anne<br />
fotoğrafı kaybolan masumiyeti; babanın bezik takımı,<br />
ilgisi otoriter babayı gösterebilirler.<br />
Altıncı mektupta kişinin günlük hayatı, bilinçaltı,<br />
okudukları birbirine girerek bir kâbusa dönüşür.<br />
Kişi, kar maskesi takarak bankaya gider;<br />
banka kayıtlarında öykü kişisinin adını taşıyan<br />
on iki kişi daha vardır. Onların adreslerini ister.<br />
Bankadan çıkarak herkesi rahatlatır. Polis kılığına<br />
girmiş bir simitçiden (simitçi kılığa girmiş bir<br />
polis değil) yüklü miktarda leblebi tozu alır. Güvenlik<br />
kameralarının kaydettiği sayısal görüntüsünün<br />
alışveriş merkezlerinin girişlerine asıldığını<br />
görür. Bir tarih öğretmeni, yolunun kesip adını<br />
sorar. O da yazdığı mektupları bilinmeyen kişiye<br />
ulaştırması için tarih öğretmenine verir. Dolaşmaktan<br />
yorulduğu anda bütün parasını canlı<br />
mankenlik yapan bir adamın beyaz mantosunun<br />
cebine koyar. Adam kendisini İsa Sanır. Bu anlatılanları<br />
neyle karşılanabilir: Şizofreni, kâbus ya<br />
da bu ikisinden kaçan bireyin öykü kurarak ikisini<br />
ötelemesi.<br />
Öyküde Metinsel Özne ve<br />
İnsan<br />
Modern Türk öyküsü çerçevesinde bakıldığında,<br />
bilinçaltı ve onun formu olan bilinç akışı,<br />
Tanpınar ve Oğuz Atay öyküsünde başardıklarına<br />
yaslanarak modern Türk öyküsünde kendine<br />
geniş ve sağlam bir yer açar. Bilinçaltı, insanın<br />
derin ve örtülü gerçekliğinin nedensellik kayna-
ğı olarak; bilinç akışı ise, bilinçaltı labirentlerinin<br />
simgesel uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve<br />
toplumsal varlığın bağlantılarını öyküleştirme<br />
tekniği olarak, başlangıcından bugüne modern<br />
öykünün vazgeçilmezleri olarak görülmeye devam<br />
ederler. Öykücüler ve öykü kişileri, bilinçle<br />
ve/veya bilinçaltıyla ampirik dünyaya bir şekilde<br />
bağlıdırlar. Fakat bu süreç aynı zamanda “metnin<br />
kendine yeterli bir dünya” olarak gören eleştirinin<br />
kapılarını da açar. Nedenselliğin yerini<br />
gerçeküstü uyaranlar ve rastlantısallık almaya<br />
başlar; öyküler, imgeler ormanına döner. Hikayeden<br />
öyküye, öyküden anlatıya, anlatıdan metne<br />
olan geçilirken; kahraman, yerini, bireye; birey<br />
de yerini metinsel özneye bırakır. Metinsel özne,<br />
bir yanıyla da post modernizmin simulatik çocuğudur.<br />
Post modernizm, modernizmin rasyonel,<br />
Newton’cu kategorizasyona karşı koyacak bir<br />
merkez kuvveti olmadığı için, değerleri eşitleme<br />
yoluna gider. Fakat bu eşitleme, göreceli gerçeklik<br />
kuramını da aşarak, “gerçeksizlik” krizine ulaşır.<br />
Tarih ile tarih dışı, mekanla mekan dışı, dinsel<br />
ile dindışı, olgu ile tasavvur, ahlâk ile ahlâksızlık<br />
kısaca her şey, her değer birbirine karşı üstünlüğünü<br />
veya alçaklığını kaybederek eşitlenir. Göreceli<br />
gerçekliğin ilkelerinden biri olan çoklu bakış,<br />
bağlantısız bakışa sıçrar. Bu sıçramalar arasında<br />
öykü kişileri de konumsuzlarını, toplumsal gerçekliklerini<br />
ve bireysel kimliklerini kaybederler.<br />
Nurdan Gürbilek, Türk öyküsünü “anlatamama”<br />
bağlamında çözümlerken, “yapıt”ın yerine “metin”<br />
kavramanın geçmesiyle, yazılanın yazarın niyetinden<br />
ya da yaşamından ayrıldığını, başlı başına<br />
bir dil, bir doku olduğunu söyler. Metin, “bir<br />
merkezi olmadığı gibi, bir dışı da olmayan, hiçbir<br />
“dış” müdahaleye izin vermeyen bir göstergeler<br />
ağı, bir alıntılar dokusu”dur. Eleştiri için,“metnin<br />
içiyle dışı arasındaki gerilim, sahicilik arayışı”<br />
anlamsız hale gelmiştir (Gürbilek <strong>20</strong>04:<strong>19</strong>7)<br />
Bilinç düzleminde eleştirileri, önermeleri, tercihleri<br />
olmayan ya da bilinçaltı uyaranları ile sorgulamalara,<br />
anlam arayışlarına yönelmeyen; bir<br />
merkezi, dış çevresi, ailesi olamayan; konuşmayan,<br />
metinden başka hiç bir şeyle bağı olmayan,<br />
hiç bir şeye ve kimseye sorumluluk duymayan<br />
öykü “kişi”lerine “metinsel özne” demek gerekir.<br />
Yemeyen içmeyen, konuşmayan, hele hele hiç<br />
49<br />
gülmeyen, arkadaşlarıyla, ailesiyle, sokağıyla,<br />
düşmanları ve dostlarıyla yaşamayan bu varlığın<br />
alameti farikası, sürekli belirsiz bir güçle yörüngesinden<br />
çıkmış; fır dolanan bir zihindir. Bu tür<br />
metinlerin kurgusunda “gizem”in önemli bir yeri<br />
vardır. Gizem, akıl gerçekliğinin ruhsal gerçeklikle<br />
buluşup sarılması ve bütünlüğü işaret etmesi<br />
bakımından, önemli bir geleneksel bir izdir denilebilir.<br />
Fakat bu metinlerdeki imgesel dil, bir<br />
bütünlüğü işaret etmez; hatta insanı, kendi içinde<br />
sürekli parçalayarak görünemez ve bilinemez<br />
hale getirir.<br />
Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi adlı kitabın<br />
birinci masalı olan Avından El Alan adlı<br />
öyküye/metne, masalını nasıl bir zaman dilimi<br />
içine yerleştireceğini tartışmakla başlar; İlk yaz<br />
kokulu bir kış gününe mi, tipili bir kış gününe<br />
mi? Düşündüğü ikinci şey ise, sevmenin simgesel<br />
olarak da , gerçek olarak da yemekten başka<br />
bir anlama gelmediğidir. ilk birkaç satırda birbiri<br />
ardınca gelen bu düşünceler arasında hiç bağ<br />
kurulamaz. Anlatıcı masalını güneşli güne yerleştirirse<br />
“deniz, balıkçıyı sevmiş olacak, balıkçı<br />
denizi ekmek kapısı ve günü gelince ölüm döşeği<br />
olarak düşünecek, tabi durumu dışardan bilenler<br />
akıl vermeye kalkışarak bir yığın alıklılarda bulunabileceklerdir.<br />
Düşünelim ki balıkçı daha önce<br />
hiç görmediği bir orfinozun (orkinoz ya da orfoz<br />
değil) peşine gidecek; balık, zokayı yutacak, tam<br />
tekneye alınırken de balıkçının kolunu…. Olanlar<br />
tipili bir güne rastlarsa , deniz kar yağışı altında<br />
çalkalanıp duracak, uyuşan balıklar kendilerini<br />
yitirecek, kolay avları kaçırmayanların kepçelerine,<br />
kovalarına….” (Karasu <strong>19</strong>96:18-<strong>19</strong>). Ancak<br />
masal iki havanın bir araya geldiği bir zamana da<br />
yerleştirilebilir. Balıkçı ve balık arasında olacak<br />
olanların masalı at, avcı, şahin, kargı ilişkileriyle<br />
bir iç masala da uç verir ve metin boyunca avla<br />
avlayan arasındaki arkaik bir imge olarak görünmeye<br />
devam eder. Balıkçı orfinozu yakalamış,<br />
orfinoz da tekeneye alınırken balıkçının kolunu<br />
yakalamıştır. Balıkçı ile balık arasında kimin tutsak<br />
olduğu bilinmeyen ilişki başlar. Dostluk gibi,<br />
aşk gibi bir şey. İç masalda oklar uçuşur; otların<br />
içinde hem erkek hem dişi bir yılan dalgalanır;<br />
krallar acun ağacından aldıkları güçle avlarını<br />
parçalarlar; dünya onlarındır. Sevgi nedir bilme-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
dikleri için, hayvanların ulu anasını kızdırırlar.<br />
Fakat sanki evreni bir arada tutan onlardır. Gövdeleri<br />
ağaçlarla, başları kuşlarla ayakları balıklara<br />
karışır. Balık, kolunu ağzına almış balıkçıyı<br />
suların dibine doğru götürüyor. Balıkla her yere<br />
gitmeye hazır balıkçı sadece ölümün sultanıyla<br />
yüz yüze gelmeye hazır olmadığını söylüyor. İç<br />
masalda çocuk ilk avını getirip büyüklerinin önüne<br />
bırakıyor, tam büyüklerinden ad alacağı sıra<br />
gök, uzun uzun gürlüyor ve çocuk adsız kalıyor.<br />
Balıkçı, balığın ağırlığını duymaz oluyor uçar gibi.<br />
Öldüm,dirileceğim ve her şeyi biliyor olacağım<br />
diye düşünüyor balıkçı. Bir ara kahvede arkadaşları<br />
arasında oturuyor görüyor kendini. Fakat<br />
kolunu omzuna kadar ağzına almış balığın onlar<br />
tarafından görülmüyor oluşuna üzülüyor. Denizin<br />
dibindeki ölüm kayaları açılıyor.<br />
Bu çok kabaca da olsa özeti olmayan bir<br />
“öykü”dür. Çünkü Karasu, zamanın, insanların,<br />
mekanın kronolojik dizgesini ve tanımlanabilirliğini<br />
parçaladığı gibi, öykünün kendine kadar gelmiş<br />
yapı özelliklerini de parçalayarak ortaya bir<br />
“metin” koymaktadır. Gürbilek’e göre “Türk edebiyatında<br />
“metin” kavramının getirdiği özgürlükten<br />
ilk yararlanan yazarlardan biri Bilge Karasu’dur”<br />
(Gürbilek <strong>20</strong>04:<strong>19</strong>8). Biçimlere ve kesin yargılara<br />
hatta bütün tanımlamalara karşı olan ya da<br />
teslim olmayan Karasu, insan ilişkilerini, zamandan<br />
ve mekandan soyutlayabilmekte, nesnelerin<br />
özelliklerini ve işlevlerini ters yüz edebilmekte ve<br />
bunu yaparken aslında bir türün içinde yazı yazmamakta,<br />
yazdığı şeyin ne olduğunu yazı bittikten<br />
sonra görmektedir. Ama elinde bitmiş olan<br />
şey, onun her zaman öyle yazılacağı anlamına<br />
gelmez. Öyleyse bitmiş gibi görünene bir ad vermek<br />
de zordur. Bu yüzden bunlar “metin”dir. Bu<br />
yüzden Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki metinler<br />
için “masal” üst başlığı kullanılmıştır; masallardaki<br />
gibi bu metinlerin de gerçeklik evereni<br />
kendi içindedir. “balık”, “balıkçı”, “deniz”, “avcı”,<br />
“av”, “at” gibi kelimelerin gösterdikleri şimdi ya<br />
da arkaik dış dünya, süreçsel ilişkisini kaybettiği<br />
için simgesel gerçeklik bile dağılmaya başlar<br />
ve “üstüste bindirilen” imgeler, anlam köpükleri<br />
meydana getirirler. “Avından El Alan” şeklindeki<br />
bir ad ve balıkçının balıkla bir olması gibi bir durum,<br />
değinilen yazıya simgesel de olsa bir öykü<br />
50<br />
duruşu katmaktadır. Ama Karasu daha öykünün<br />
girişinde, bir metnin istenildiği şekilde kurulabileceğini<br />
ve aslında kurulanın bir “dil” olduğunu<br />
söyleyerek, öykünün olayından bir sonuç çıkarmanın<br />
alıklık olduğunu anlatmak ister. Peki bu<br />
sıkı bilgemsi soğuk dil işçiliğinin ve imgesel birdirbir<br />
oyununun içinde bazı temalar soluk almaz<br />
mı? “Alır” der, Karasu ve “av-avcı-ölüm-umutkorku”<br />
temalarını hatırlatır. Bu temalar, yazarın<br />
“var” ve “yok” arasındaki temel ilişkiye, ölümün<br />
ve dirimin ilişkisine ve bunlar arasındaki gizli<br />
bağa eğildiğini gösterebilirler. Ahmet Bozkurt,<br />
onun bütün anlatılarındaki “süreğen bir arkaik<br />
geçmiş imgesi”nden (Bozkurt <strong>20</strong>07) söz ederken,<br />
yazardaki kökensel bilgi arayışını işaret eder.<br />
Avından El Alan’da da böyle bir arayıştan söz<br />
edilebilir. Balıkla balıkçı arasındaki ilişki, balıkçının<br />
balık avlama içinden çıkar. İkisi, deniz içinde<br />
(acaba başlangıç, doğurma imgesi) karşılıklı<br />
iradeyi de aşan yazgısal bir ilişki içindedirler.<br />
Karasu, bir konuşmada “kimin öğrettiği ya da<br />
kovaladığı , kimin öğrendiği ya da kovalandığı sonunda<br />
bilinmez olan bir ilişki” der buna. “iki taraf<br />
da akıllı, iki taraf da kurnaz; öldürücü, öldürücü,<br />
sevgi dolu olabilir. Belki de yaşamın en temel ilişkileri<br />
bunlar” (Lekesiz <strong>19</strong>99:462) derken, belki de<br />
insanı kökensel bütünlüğün ilkelliğine yöneltmek<br />
ister. “Belki”, çünkü, çünkü bugünden arkaik dönemlere<br />
uzanan daire içine düzensizce ve örtülerek<br />
serpilmiş işaretler, bir anlam dizgesi oluşturmayı<br />
imkansız kılar. Çünkü bu metinlerin yazarı,<br />
var olan ve yaşanan somut ilişkilerdekine benzer<br />
bir anlam çıksın istemez. Bu yüzden bir metni<br />
“düzayak” okunarak anlaşılmasını engellemek ister.<br />
Yazar, her şeyi bilen, anlayan, müdahale eden<br />
yani kendine yettiğini düşünen modern insanın<br />
karşısına, zorbalığa boyun eğmeyecek bir alanla<br />
çıkar: Metin. Metin, kabul edilmeyen, katılınmayan<br />
yaşama, anlama ve en önemlisi “öğrenme”<br />
biçimlerine karşı, kendi imgesel bilgi alanı kuran<br />
yazarın oyunudur. Bu yüzden bu metinlerde kahraman,<br />
kişi, birey kaybolur. Avından El Alan’da da<br />
balıkçı ve balık modern öykünün kahramanları,<br />
kişileri ya da bireyleri değil, metinsel bir öznelerdirler.<br />
Leyla Erbil’in Ayna adlı öyküsünde, bir yüzbaşının<br />
eşi olarak, gençliğini varlıklı ve seçkin çev-
ede yaşayan; balolarda, davetlerde kadınlığıyla<br />
dikkatleri üzerine çeken; Paşa’nın bile iltifatlarını<br />
alan; kocası öldükten sonra aynı hayatı daha<br />
özgür biçimde yaşayan ama çocukları için evlenmeyen<br />
yaşlı bir kadının bilinç akışı tekniğiyle anlatılan<br />
öyküsü vardır. “Sen olmasan evlenirdim,<br />
kanım kurudu şimdi, memelerim ekşidi” diye<br />
kendini anlatmaya başlayan kişi, “oğlum ölünce<br />
dul kalmıştım” cümlesiyle bitirir öyküsünü”. Hafızanın,<br />
bilinçaltının ve paranoyanın iç içe girdiği<br />
bir dehlizde konuşur kadın. Oğlu, kendisinin ve<br />
kardeşinin yaşama biçimini, düşüncelerini iğrenç<br />
bulan bir devrimcidir. Hem “aşağılık bir burjuva”<br />
olan ailesinden kurtulmak hem de devrimcilere<br />
örnek olmak için birkaç Amerikalı öldürmek<br />
üzere Güney Amerika’ya gitmiştir. Evde kalan kız<br />
da, kendisinin ölümünü bekleyen, annesinin görmediğini<br />
sanarak kapıcıyla sevişen biridir. Kadının<br />
“sen” diye anlattığı, birlikte yattığı biri daha<br />
vardır. Ama o da iğrenç biridir, kadının yüzüğünü<br />
çalmıştır, gözü kürkündedir.<br />
Öykücü öyküsüne ad olarak “ayna”yı, seçerek,<br />
psikanalizme yaslanır ve bir “ben” çözümlemesi<br />
yapar. Öykü anlatıcısı olan birey, kendine,<br />
oğluna, kızına ve hayatındaki herkese, her şeye<br />
yabancılaşmıştır. Acaba bu yabancılaşmanın<br />
kökleri nerededir ve sebepleri nelerdir. Elit bir<br />
çevrenin insanı nesneleştiren yaşama biçimi<br />
mi? Kendisinin cinsel bir nesne olarak görülüp<br />
arzulanmasına uyanamayan kendisi mi? Daima<br />
verdiklerinden daha fazlasını isteyen toplumsal<br />
düzen, devlet, eşler, sevgiler ve ideolojiler mi?<br />
Bütün bu kurumlara, yapılara ve insanlara ağır<br />
eleştiriler yöneltildiği açık. Kadın, bilinçaltından<br />
sökülüp gelen görüntüler ve konuşmalar içinde,<br />
yani aynada, oğlunun ve kızının yabancılaşmasında<br />
kendisinin de suçlu olduğunu görür. Küçücükken<br />
cinsel organlarıyla oynayan oğlunun ve kızını<br />
kızgın bir maşayla dağlamıştır. Bu yüzden onlar<br />
artık sevişemezler. Paşa’yla yapılan dansları, mücevherlerini,<br />
dekoltelerini düzensiz hatırlamalar<br />
içinde gören özne, bir taraftan artık arzulanmadığı<br />
için kızı ve oğlu üzerinde bugünden intikam<br />
almak isteyen hastalıklı bir bireyi düşündürürken;<br />
bir taraftan da, kendini tanımayan bireyin<br />
mutsuzluğunun bitmeyeceğini ilan etmek ister.<br />
İster istemesine ama, öykünün paranoyak bir<br />
51<br />
sonla bitmesi (oğlum ölünce dul kalmıştım), toplumsal<br />
planda yapılan geleneksel ahlak eleştirini,<br />
bireysel tutunamayışın ve paranoyanın gölgesinde<br />
bırakır.<br />
Leyla Erbil’in anlatan ya da anlatılan diğer kişileri<br />
de bilincin, bilinçaltının hatta paranoyanın<br />
içinde kayar gibi dolaşan “birey”lerdirler. Bilge<br />
Karasu’nun metinsel özneleri kadar/gibi sadece<br />
metnin varlıkları değildirler ama, sosyal ilişkiler<br />
ağı içinde haylice sorunlu olan “kayıp” bireylerdir.<br />
Temel sorunları ve çözümlemeleri Freud, Marx,<br />
Beckeet üçgenli bir arka plan içinde görünür.<br />
Bu bireyler, kasılma ve kilitlenmeleri genellikle<br />
“kendi olma” çabalarıyla aşmaya çalışsalar da,<br />
“kurtulmuş” insanlar olarak görünmezler. Gürbilek,<br />
edebiyatta “tiksinti ve çilekeşlik, kendi ve<br />
öteki”ni çözümlerken Leyla Erbil’in öyküsü üzerinde<br />
genişçe durur. Onun öykülerinde, bireyin,<br />
kendi olabilmek için olumsuzladığı “öteki” de bir<br />
cehenneme dönüşür. “Bazen devlet, bazen din,<br />
ahlak, aile, bazen de en yakındaki kişidir öteki”.<br />
Öykücünün “en az varoluşçuluk kadar önemsediği<br />
psikanaliz, “ben” denen şeyin de bir cehennem<br />
olduğunu anlatır”. “Erbil’in ısrarlı kendilik<br />
arayışının, sert eleştirilerinin ne kadarının adaletsizliğe<br />
yöneltilen isyanı, ne kadarının hırçın bir<br />
kişiliği, ne kadarının nefsi bastırma isteğini, ne<br />
kadarının diğerkamlığı, ne kadarının iki yüzlü bir<br />
topluma beslenen hıncı, ne kadarının değerli olanı<br />
savunma, sahiciyi yeniden tutuşturma isteğini<br />
yansıttığını hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz”<br />
(Gürbilek <strong>20</strong>04:217-242). Oysa Leyla Erbil ve<br />
kuşağındaki bir çok öykücü, on dokuzuncu yüzyıl<br />
modern edebiyatında eksik gördükleri bireyi<br />
“anlatamamayı”, Freud’la, Piskanalizle, Varoluşçulukla,<br />
Beckett’le, aşacaklarını düşünmüşlerdir.<br />
Erbil, “bilinçaltının gün ışığına kavuşturulmasıyla<br />
çiçeklenen insan” (Erbil <strong>19</strong>83) diye heyecanlanmıştır.<br />
Özen Yula’nın Tanrı Kimseyi Duymuyor adlı<br />
kitabındaki öyküler, post modernizmin ve post<br />
modern edebiyatın bir çok özelliklerini taşıyan<br />
öykülerdir. Ah yazı, Teklifsiz, Jelmaya, Bu dem<br />
öykülerde, geçmişle bugün, tarihsel olanla kurgusal<br />
olan, kitabî olanla, sözlü olan birbirinin içine<br />
girer. Babil Kralın’dan, Semiramis’ten, Dede<br />
Korkıt’tan Mevlana’dan, işgallere, dolara, günlük<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sosyal siyasal dedikodulara dalan öykülerde, birinden<br />
ötekine durmadan geçen bir anlatıcı vardır.<br />
Semiramis ya da Dede Korkıt’ın savaştığı sorunların<br />
içinde, yüzyılın son çeyreğinden itibaren<br />
gelişen siyasal ve ekonomik küreselleşme; bireysel<br />
ve toplumsal eşitlenmeler ve bağıntısızlaşmalar<br />
görülür. Bu öyküler aynı zamanda, olgudan<br />
görüntüye geçişin; kültürlerin iç içe geçişlerinin;<br />
ideolojilerin dağılmasıyla ortaya çıkan tercihsizliğin;<br />
gerçekle hayalin birbirine geçişinin de örnekleridirler.<br />
İki anlatıcısı olan (biri iç masalı anlatan<br />
babaanne diğeri, dış çerçeveyi kuran torun<br />
anlatıcı. Babaanne olan anlatıcı Semiramis’in öyküsünü<br />
anlatırken hem öyküyü değiştirir hem de<br />
bugüne atlayarak kötülüğün yazgısal bir gerçeklik<br />
olduğunu işaret eder. Torun olan dış anlatıcı<br />
da geçmişte, şimdide ve gelecekte aynı yazgıyı<br />
görür. Sadece bu değil; bir taraftan akılcı ve aydınlatmacı<br />
felsefelerin ışığında gelişen bilim ve<br />
teknoloji kötücüllüğün doğuranı olarak yansırken,<br />
bir taraftan da insanın değişmeyeni olarak<br />
işaret edilir. Öykücü ve kişileri birleşerek, bütün<br />
gerçekliğin imgesel birer şartlanma olduğunu<br />
göstererek gerçeklik duygusunun ve algısının<br />
bozulmasını sağlarlar. Öykücünün masala ve efsaneye<br />
gidişi, çoklu bakış açısıyla onları yeniden<br />
üretişi, “kıssanın hissesini” yok ettiği gibi, değerleri<br />
iptal eder ya da birbirine eşitler. Bu öyküler,<br />
elbette deneysel ve olgusal gerçekliğin, bütüncül<br />
bir gerçekliği (varsa) ortaya koyamamasına eleştiri<br />
gibi okunabilirler; ama modernizm karşısında<br />
yaşanılan inanç kayıpları ile birlikte, geçmişten<br />
gelen ve gelecekte olabilecek bütün bilgilere<br />
kuşku duyulması; bireysel ve sosyal zihinde boşluklar<br />
oluşturmakta ve bu boşluklar, karmakarışık<br />
görüntülerle doldurulmaktadır.<br />
Kitaptaki Ah Yazı öyküsünde Babil kralı Aded-<br />
Ninari zamanında yazıcılığa sevdalanan genç,<br />
rüyasında “hayatın sırrı yazıdır” diyen bir bir<br />
adam görür. Delikanlı “sır nedir” diye tekrar sorduğunda<br />
“sır, yazıdır” cevabını alır. Adam elindeki<br />
tableti ezer ve “bak işte bu kadar kolaydır, bir<br />
sırrın yok olması” der. Özen Yula’nın öykülerinin<br />
“hiç”liği anlatmaya koyulduğunu anlatan iyi bir<br />
örnektir bu. “Zalimdir insan; dürüstlük bir kılıftır;<br />
içinde hıyanet, kin, öç, ihanet yatar. İnsan, özünde<br />
hiç olduğunu anlamayan bir “hiçlik”ten başka<br />
52<br />
bir şey değildir” (Yula <strong>20</strong>05:14). Yazı bu hiçliği<br />
yüze vurduğu için, hayata ihanet eder. Tek anlamı<br />
da budur yazının. Dolayısıyla bir öykünün<br />
(yazının) kişileri, mesajları, mekanları yoktur ya<br />
da sadece yazı için vardır. Klasiğin kahramanı öldüğü<br />
gibi modernizmin bireyi de ölmüştür daha<br />
doğrusu zaten aslı olmayan bu gerçeklik de masallaşmıştır.<br />
KAYNAKÇA<br />
Ağaoğlu, Adalet (<strong>19</strong>82). Hadi Gidelim. İstanbul: Remzi Kitabevi<br />
Atay, Oğuz (<strong>20</strong>00). Korkuyu Keklerken. İstanbul: İletişim Yayınları<br />
Batur Enis, (<strong>19</strong>93). Yazının Ucu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları<br />
Belge, Murat (<strong>19</strong>94). Edebiyat Üstüne Yazılar. İstanbul: Yapı Kredi<br />
yayınları<br />
Bozkurt Ahmet (<strong>20</strong>07) “Yazı’n’ın YırtılıverdiğiYer”, Kitap-lık, Ocak)<br />
Demiralp, Oğuz (<strong>19</strong>98). Yazı ve Yalnızlık. İstanbul: Yapı Kredi Yayınlarıs<br />
Erbil, Leyla (<strong>19</strong>83). Gecede. İstanbul: Adam Yayınları<br />
Erbil, Leyla (<strong>19</strong>83). Yazko Edebiyat, S.3. Mayıs<br />
Gülsoy, Murat (<strong>20</strong>03). Binbir Gece Mektupları. İstanbul: Can Yayınları<br />
Gürbilek, Nurdan (<strong>20</strong>04). Kör Ayna Kayıp Şark. İstanbul: Metis Yayınları<br />
Karasu, Bilge (<strong>19</strong>94). Ne Kitapsız Ne Kedisiz. İstanbul: Metis Yayınları<br />
Karasu, Bilge (<strong>19</strong>96). Göçmüş Kediler Bahçesi. İstanbul: Metis Yayınları<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>83). “M. Kutlu ile Konuşma” (Ahmet Özalp), Yeni<br />
Devir 25Nisan<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>84). “Mustafa Kutlu İle Konuşma”, Aylık Dergi,<br />
S.63/64/65<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>94). Sır. İstanbul: Dergah Yayınları<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>99). “M.Kutlu ile Öykücüğü Üzerine” (İlyas Dirin).<br />
Hece. S.33/34<br />
Lekesiz, Ömer (<strong>19</strong>99). Yeni Türk Edebiyatında Öykü 3. İstanbul:<br />
Kaknüs Yayınları<br />
Lekesiz, Ömer (<strong>20</strong>01). Yeni Türk Edebiyatında Öykü 4. İstanbul:<br />
Kaknüs Yayınları<br />
Özlü, Tezer (<strong>19</strong>97). Eski Bahçe. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları<br />
Su, Hüseyin (<strong>19</strong>99). Ana Üşümesi. Ankara: Hece Yayınları<br />
Su, Hüseyin (<strong>20</strong>01). “Hüseyin Su ile Öykü Üzerine”, Hece, S.56,<br />
ağustos<br />
Su, Hüseyin (<strong>20</strong>06). Aşkın Halleri. Ankara: Hece Yayınları<br />
Şakar, Cemal (<strong>20</strong>06). Yazı Bilinci. Ankara: Hece Yayınları<br />
Tosun, Necip (<strong>20</strong>05). Otuzüçüncü Peron. Ankara: Hece Yayınları<br />
Ömer Türkeş, (<strong>20</strong>07). “Tehlikeli Oyunlar”, www. Yazarlar/eu/atay,<br />
10.04.<strong>20</strong>07<br />
Yula, Özen (<strong>20</strong>05). Tanrı Kimseyi Duymuyor. İstanbul: Yapı Kredi<br />
Yayınları
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />
HİKÂYELERDE<br />
ŞİİRSELLİK<br />
Özet: Türk edebiyatında son 25 yılın metinleri<br />
bir düzyazı türü olarak hikâyenin şiirsel ögelerden<br />
beslenme biçimi ve niteliğinin önem kazandığını<br />
göstermektedir. Yazarların klasik hikâyede değer<br />
taşıyan “vak’a”nın yerine, temanın ikincil motiflerini<br />
genişletmeye çalıştıkları, zayıflayan dramatik<br />
ögenin boşluğunu doldurmak için ise şiirsel<br />
yapının bir gereği olan görsel-biçimsel düzenlemelere<br />
yöneldikleri; eksiltme, sezdirme yoluna<br />
gittikleri, bu yüzden kelimenin ve çağrışımlarının<br />
alabildiğine önem kazandığı, ses ve motif<br />
tekrarları gibi ritmik uygulamaların, benzetme<br />
ve tasvirlerin imaj özelliği kazanmaya, hatta kimi<br />
örneklerde metaforik bir yapı ortaya çıkmaya<br />
başladığı görülmektedir.<br />
Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
sonrası hikâye, şiir, düzyazıda şiirsellik<br />
53<br />
Yard. Doç. Dr. Yılmaz TAŞÇIOĞLU<br />
Sakarya Üniversitesi<br />
Abstract: The stories by Turkish writers in the<br />
last two decades demonstrate the ways how the<br />
short story as a prose genre has taken sustenance<br />
in diverse poetical devices. We witness that<br />
the story writers insist on developing the secondary<br />
motifs of the theme instead of the plot in the<br />
classical story, that they give importance to the<br />
visual-formal organizations of their stories for<br />
compensating the weakened dramatic element,<br />
that they have recourse to the poetical devices<br />
(like reduction and allusion), so that the words<br />
and their associations take prominence, rhythmic<br />
devices like sound and motif repetitions, simileanalogy-parallelism<br />
and description-illustration<br />
begins to take imagistic quality, and in certain instances<br />
even a metaphoric form.<br />
Key Words: Turkish literature, short story after<br />
the <strong>19</strong><strong>80</strong>s, poetry, poeticalness in the prose<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Türler arasındaki geçişlilik edebiyatın ilgilendiği<br />
önemli konulardan birisidir. Malzemelerinden<br />
kaynaklanan ve karakteristiklerini de buradan<br />
alan farklı sanat türlerinin birbiriyle ilişkisinin ve<br />
etkileşiminin doğurduğu (meselâ Orhan Veli’nin<br />
“sanatta tedahüle karşı” olduğunu bildiren<br />
Garip önsözündeki görüşleri ve bu bağlamda<br />
ortaya çıkan) tartışmalar bir yana, ayrıca edebiyat<br />
türlerinin kendi içindeki etkileşimi de üzerinde<br />
durulması gereken konular arasındadır.<br />
Bu bağlamda, manzum tiyatrolar, Divan<br />
edebiyatında nesrin şiire özenmesi, düzyazıda<br />
şiire özgü tekniklerin kullanılması, Edebiyat-ı Cedide<br />
şairlerinin mensur şiirler yazması bir yanda;<br />
başta Tevfik Fikret ve Mehmed Âkif olmak üzere<br />
birçok şairin şiirlerinde tahkiyeye başvurması,<br />
şiirde hikâye anlatmaya çalışması diğer yanda<br />
türlerin kendi anlatım imkânlarını genişletme<br />
çabası olarak yorumlanabileceği gibi, edebiyat<br />
tarihimizi farklı bir okumaya tâbi tutma gereğini<br />
de düşündürür.<br />
Edebiyatın iki ana türü olan şiir ile hikâye<br />
arasındaki etkileşimden önce bu iki türün farklılığını<br />
ortaya koymak gerekir. Şiir metaforik bir dili benimserken,<br />
hikâye ve roman temelde metonimik<br />
bir dil kullanımına sahiptir. Bu türleri kendilerine<br />
özgü kılan asıl özellikleri de buradan kaynaklanır.<br />
Şiirin birbiriyle yer değiştirmesi mümkün olmayan<br />
olgu ve/ya da kavramlar arasında bir yer<br />
değiştirme peşinde olması, onu kendi içine kapalı<br />
bir dil üretmeye yöneltirken, özellikle roman olmak<br />
üzere, anlatı türleri ve elbette hikâye kendi<br />
dışındaki (durum, davranış, olay vb.) bir alanı mecaz<br />
yoluyla temsil etme amacı taşır ve oluşturduğu<br />
dil bu yüzden daima dışarıyı işaret eder. Bu temel<br />
farklılık şiir dilinin “neyi değil, nasıl anlattığı” esprisiyle,<br />
hikâye dilinin ise var olanı aktarabilme<br />
becerisiyle ifade edilmektedir. Denilebilir ki, şiir<br />
ayrıntıları ayıklama ve anlamı yoğunlaştırma<br />
uğraşı içerisindeyken, hikâye ayrıntıları çoğaltma<br />
ve anlatımı güzelleştirme çabasındadır. Buradan<br />
çıkarak şiirin dili bir süzgeç gibi kullanıp eksiltmeye,<br />
sezdirmeye ve tek bir metinde ve hatta<br />
sözde çok-anlam oluşturmaya çalıştığını; hikâyenin<br />
ise anlam katmanını değil, anlatılanın kendisini<br />
çoğaltmaya yöneldiğini söyleyebiliriz. Bu<br />
karakteristik farklılık söz konusu türlerin en küçük<br />
54<br />
biçimsel ögelerden başlayarak metinlerin bütün<br />
yapılarını kuşatan birçok özellikte birbirinden<br />
ayrılmasını sağlar. Böylece Mehmet Can Doğan’ın<br />
deyimiyle “boyutsuz (ama bütün boyutları kapsayan<br />
ve aşan) şiir” ile “üç boyutlu hikâye” 1 yapıları<br />
ortaya çıkar. O halde şiir ve hikâye arasındaki<br />
ilişkide şiirin hikâyedeki olay ögesine, hikâyenin ise<br />
şiirin yapısında var bulunan neredeyse bütün faktörlere<br />
ilgisinin yattığı söylenebilir. Bu bakımdan<br />
hikâyedeki şiirsel öğeleri belirleyebilmek için<br />
somut biçimsel ögelerden başlayarak anlatımdaki<br />
belirsizlikleri, sezdirmeleri, çağrışımları, dilin<br />
söze dönüştürülmesi aşamasındaki benzetme,<br />
alışılmamış bağdaştırma, ritmik anlatım biçimleri,<br />
ses değerlerinin öne çıkarılışı, imgeler yoluyla<br />
yeni anlamlar elde etme, okurda çarpıcı duygu ve<br />
düşünceler oluşturma amacıyla özgün tasarımlar<br />
yaratma gibi birçok uygulamayı dikkate almak gerekiyor.<br />
2 Ancak baştan belirtmek gerekir ki, bütün<br />
bu uygulamalar Abdülhak Hâmid’in manzum<br />
tiyatrolarında gördüğümüz gibi, ne şiir, ne tiyatro<br />
diyebileceğimiz bir sonucu zorunlu kılmaz. Ne<br />
hikâyeyi şiir yapar, ne de hikâye olma özelliğine<br />
bir zarar verir. Bununla birlikte ilk bakışta hikâye<br />
türü için yeni anlatım yolları arama çabasının bir<br />
ürünü olan bu türlü arayışların ne kadar alışılmış<br />
hikâyenin sınırları içerisinde kaldığı da tartışma<br />
götürür.<br />
Özellikle Çehov’la değişen ve olayın geri plana<br />
çekildiği hikâye etme tarzı, kendiliğinden dil<br />
kullanımını öne çıkarmıştı. Bizde ise Sait Faik’in son<br />
dönem hikâyeleri dilin öne çıktığı metinler olarak<br />
dikkati çeker. 3 Hikâyeyi oluşturan iki zıt ögenin<br />
birbiriyle yer değiştirmesi, olayın geriye çekilip dil<br />
kullanımının daha fazla önemsenmesi doğal olarak<br />
hikâye ile şiir dilleri arasındaki çekimi arttırmıştır.<br />
Bu bağlamda şiir dilinde özellikle <strong>19</strong>50’den sonra<br />
bir sapma olarak değerlendirilemeyecek kadar artan<br />
ve bir norm halini alan biçimsel değişiklikler,<br />
Mehmet Can Doğan, “Şiir ve Hikâye”, Hece Türk Öykücülüğü<br />
Özel Sayısı, S.46-47, s. 36<br />
2 Bu konuda yapılan dikkate değer çalışmalar arasında Doğan<br />
Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara 999; Nurullah Çetin, Şiir<br />
Çözümleme Yöntemi, Ankara <strong>20</strong>03; Aysu Erden, “Öyküde Şiirsellik<br />
Boyutu Üzerine”, Yeni Bin Yılda Öykücülüğümüz, Ankara <strong>20</strong>00<br />
ve Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul <strong>20</strong>02 isimli eserler<br />
anılmalıdır.<br />
3 Ayşenur Külahlıoğlu İslam, “Sait Faik Abasıyanık’ın Hikâyelerinde<br />
Şiirsel Söylem”, Ölümünün Ellinci Yılında Sait Faik<br />
Abasıyanık’ı Anma Günleri, Sakarya <strong>20</strong>05, s. 27- 37
enzetmeler, dilin kendine kapanması ve metaforik<br />
bir düzleme yönelmesi hikâye dilinde de<br />
sıklıkla görülür olmuştur.<br />
Bu yazıda <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra yayımlanan kimi<br />
hikâyelerde, şiire özgü kabul edilebilecek<br />
türden anlatım özelliklerini tespit etmeye ve<br />
değerlendirmeye çalışacağız. Değineceğimiz<br />
yazarlardan kimisi ilk hikâyelerini bu tarihten<br />
önce yayımlamış olsalar da bizim ele alacağımız<br />
hikâyeleri <strong>80</strong> sonrasında yayımlananlar olacaktır.<br />
Ayrıca edebiyat dünyasına bu tarihten sonra adım<br />
atmış yazarların eserleri de yazımızın konusu<br />
içinde bulunmaktadır. Bu yazarların eserlerindeki<br />
şiirsel özellikleri iki açıdan, biçimsel özellikler ve<br />
anlam karşısındaki tutum bakımından ele almak<br />
istiyoruz.<br />
Biçimsel özellikler<br />
Biçimsel özellikler arasında, bir nesir türü olan<br />
hikâyenin sayfadaki dizilişinden sapma yaparak<br />
daha çok şiir formunda görülen, satırları sayfanın<br />
sonuna götürmeden belirli uzunluklarda keserek<br />
alt alta dizmek ilk göze çarpan şiirsel uygulama<br />
olarak dikkati çekiyor. Bu türden görsel düzenleme<br />
elbette çok defa söyleyişte de şiirsel olana<br />
doğru bir eğilim gösterilmesinin bir sonucu olarak<br />
dil kullanımını da belirliyor.<br />
Dönemin dikkat çekici yazarlarının başında gelen<br />
Sadık Yalsızuçanlar’ın Gerçeği İnciten Papağan 4<br />
ve Şehirleri Süsleyen Yolcu 5 isimlerini taşıyan<br />
kitaplarındaki bütün hikâyeler sözünü ettiğimiz<br />
sayfa düzeni içerisinde okura takdim edilmiştir.<br />
Sona varmadan kırılmış satırların içerisinde akan<br />
cümle yapıları, sık sık rastlanan bir veya iki kelimelik<br />
cümlelerin dışında nesir yazılarının alışılmış<br />
formunun pek dışına çıkmıyor. Hüseyin Su ise bütün<br />
hikâyelerinde veya bir hikâyenin tamamında<br />
değilse de bazı hikâyelerinin belirli kısımlarında<br />
yazıyı sayfaya aktarırken satır sonlarına varmadan<br />
cümleleri bölmüş ve bu işlemin yapıldığı bölümlerde<br />
dil lirik bir akış kazanmıştır. Bir örnek olarak<br />
“Aydan Arıdır Yüzleri” başlıklı hikâyenin bir bölümünü<br />
buraya almak istiyoruz:<br />
4 Sadık Yalsızuçanlar, Gerçeği İnciten Papağan, 2. bsk., Ankara<br />
996, 02 s.<br />
5 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, 3. bsk. Ankara<br />
996, 8 s.<br />
55<br />
“derûni dilden<br />
ve can ü gönülden pek…<br />
ellerinizden bir gül destesi gibi incitmeden…<br />
diye<br />
evlerimiz bağlarımız dağlarımız burnumuzda<br />
tütüyor<br />
köpeklerimiz kedilerimiz<br />
severken batan sakallarınız ve dayaklarınız<br />
annelerimizin azarları kaçarken arkamızdan<br />
kürelediği süpürgeler odunlar oklavalar tavalar<br />
yırtıklarımız söküklerimiz<br />
açlıklarımız ve yine açlıklarımız<br />
evizmiz/dünya<br />
siz ve biz/insanlar<br />
güzellik iyilik ve sevgi<br />
babalar anneler kardeşler ve çocuklar<br />
kestane kebap<br />
acele cevap… diye” 6<br />
Yazarın “Rahvan” adlı hikâyesinde daha sıklıkla<br />
uygulanmış olan bu form ayrıca yukarıdaki<br />
alıntıda da görülen satırların küçük harfle<br />
başlaması gibi biçimsel bir sapmayı da içermektedir.<br />
Bu yazım sapması özellikle dilin şiirsel<br />
bir biçimde kullanılmak istendiği bölümlerde<br />
gerçekleştirilmiştir. Bu biçimsel özelliklerle<br />
desteklenen bölüm üslûp bakımından da (meselâ<br />
sezdirme ve eksiltmelerle) şiirsel bir nitelik taşır:<br />
“ellerimize demirler yapıştı her yerde<br />
soğuk, kurtulamadığımız acılı pas kokuları,<br />
alnımızı dayayacak yer bulamadık,<br />
uzayıp giden boşlukta ellerimiz<br />
çekip çekip yoluyoruz<br />
saçlarını karanlığın.” 7<br />
6 Hüseyin Su, “Aydan Arıdır Yüzleri”, Ana Üşümesi, Ankara<br />
999, s.47<br />
7 Hüseyin Su, “Rahvan”, Ana Üşümesi, Ankara 999, s.79<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Hüseyin Su, “İbrişimden Yürek Bağları” adlı<br />
hikâyesinde bu defa görüntü ve anlam arasında bir<br />
ilişki kurmak için cümle düzeni ve düzenlenişinde<br />
değişiklik yapmak yoluna gitmiştir:<br />
“Artık kağşamış bir merdiveni<br />
i<br />
ni<br />
yor<br />
ağrı aksak.” 8<br />
dun<br />
biçiminde şiirde, özellikle somut şiir anlayışında<br />
sıklıkla kullanılan görsel düzenleme yapmış, böylece<br />
merdiven ve inmek sözcüklerinin anlamını<br />
görüntülemek istemiştir. Yazar, “Isındıkça<br />
Buğulanan Toprak” adlı hikâyesinde de aynı<br />
uygulamayı yapmaktadır. 9<br />
Benzer bir form denemesi, çıkışını önceki<br />
dönemde yapmış olan Türk hikâyesinin önde gelen<br />
yazarlarından Tomris Uyar’ın “Bir Doğum Gününe<br />
Zula” başlıklı metninde de görülmektedir. Başlığın<br />
ilk üç sözcüğünün küçük harflerle, son sözcüğün<br />
ise büyük dizildiği bu metinde yazar sadece<br />
satırları keserek dize biçimine dönüştürmeye<br />
çalışmakla kalmamış aynı zamanda metnin bazı<br />
bölümlerini satır başından, bazılarını ise belirli<br />
bir dikkatle içeriden başlatmış; öte yandan bu<br />
biçimsel çaba, üslûbu ve içeriği de belirgin şekilde<br />
etkilemiş, çağrışımlar, sezdirmeler, boşluklar,<br />
montaj tekniği gibi uygulamalarla metin bütünüyle<br />
şiirsel bir niteliğe büründürülmüştür. 10<br />
Hulki Aktunç ise “Kıyısız” 11 ve “Galatalı Bir Yar” 12<br />
adlı hikâyelerinde sözünü ettiğimiz türden bir satır<br />
istifi yapmış, öte yandan hem “Kıyısız” hikâyesinde<br />
hem de “Fortuna ya da Kırık Kanatlı Bir Arayışın<br />
8 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Ankara 998, s.53<br />
9 Hüseyin Su, “Isındıkça Buğulanan Toprak”, Age, Ankara<br />
999, s.85 vd.<br />
0 Tomris Uyar, “Bir Doğum Gününe Zula”, Yaz Düşleri/Düş<br />
Kışları, 98 İstanbul, s.7 -74. Yazar bu kitabındaki “Oyun” isimli<br />
öyküsünde de birkaç anlatım tekniğini (diyalog, metni iki farklı<br />
boyutta dizerek birbirinden ayırma, dipnotu koyma vb.) bir arada<br />
kullanarak üslûbunu genişletme, çeşitlendirme yoluna gitmiştir.<br />
Hulki Aktunç, “Kıyısız”, Ten ve Gölge”, İstanbul 985, s.4<br />
2 Hulki Aktunç, “Galatalı Bir Yar”, Ten ve Gölge”, İstanbul<br />
985, s. 37.<br />
56<br />
Anlatımı” 13 başlıklı hikâyesinde paragrafların ilk<br />
sözcük veya sözcüklerini üst satıra çıkarıp büyük<br />
harfle dizerek ara başlık haline getirmiştir. Bu<br />
denemenin de yeni form arayışının sonuçlarından<br />
birisi olarak görülmesi gerektiği düşüncesindeyiz.<br />
Yazarın “Kardaki Güller” 14 başlıklı metninin tamamen<br />
şiir formunda ve hiç bir noktalama işareti<br />
kullanılmaksızın kaleme alınmış olması dikkati<br />
çekiyor. Konuşma üslûbuyla yazılmış olan bu metnin<br />
görsel biçiminin dışında da temanın eksiltmelerle,<br />
sezdirmelerle ilerletilmesi sebebiyle hikâye<br />
türünün sınırlarını zorlayan ve daha çok şiire<br />
yaklaşan bir deneme olarak değerlendirilmesi<br />
mümkündür.<br />
Bu noktada bir başka biçimsel bakımdan şiir formuna<br />
yöneliş olarak değerlendirilebilecek uygulamaya<br />
değinmek gerekir. Alıntılama veya montaj<br />
tekniği olarak isimlendirilen bu teknik metne<br />
başka yazarların eserlerinden belirli bölümlerin<br />
alınmasıdır. Son yirmi beş yılın hikâye yazarları,<br />
şairlerden ve anonim kültürün şiirsel ürünlerinden<br />
çok sayıda dize veya bölümler alarak metinlerini<br />
zenginleştirme yoluna gitmişlerdir. Durali<br />
Yılmaz “Şiir İçin Yaşayan Adam” adlı hikâyesinde<br />
Fuzûli’den 15 , Tomris Uyar “Beyaz Bahçede” isimli<br />
hikâyesinde Şeyh Galip’ten, “Bir Doğum Gününe<br />
Zula” hikâyesinde Yahya Kemal’den 16 alıntılar<br />
yapmıştır. Hüseyin Su, “Rahvan” hikâyesinin<br />
başına Ömer Erinç’ten 17 , Mustafa Kutlu “Karakoncolos”<br />
18 hikâyesinde ilahi, anonim dua,<br />
“Dürbünlü Çiçek” <strong>19</strong> hikâyesinde ve Uzun Hikâye <strong>20</strong><br />
adlı eserinde türkü, “Sır” 21 isimli hikâyesinde ilahi,<br />
“Her Ne Var Âlemde” 22 isimli hikâyesinde Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar’dan bir dörtlük alıntılamıştır. Fat-<br />
3 Hulki Aktunç, “Fortuna ya da Kırık Kanatlı Bir Arayışın<br />
Anlatımı”, Ten ve Gölge”, İstanbul 985, s.23 vd.<br />
4 Hulki Aktunç, “Kardaki Güller”, Ten ve Gölge”, İstanbul<br />
985, s. 05- 3<br />
5 Durali Yılmaz, “Şiir İçin Yaşayan Adam”, Gel İçimde Ağla,<br />
İstanbul 98 , s. 07- 08<br />
6 Tomris Uyar, “Beyaz Bahçede”, Age, s.50; “Bir Doğum Gününe<br />
Zula”, Age, s.7<br />
7 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, s.75<br />
8 Mustafa Kutlu, “Karakoncolos”, 2. bsk., Hüzün ve Tesadüf,<br />
İstanbul 999, s.63 ve 65<br />
9 Mustafa Kutlu, “Dürbünlü Çiçek”, 2. bsk., Hüzün ve Tesadüf,<br />
İstanbul 999, s.69<br />
<strong>20</strong> Mustafa Kutlu, Uzun Hikâye, 3. bsk., İstanbul <strong>20</strong>0 , s. 7,<br />
40,55, 74, 97, 99<br />
2 Mustafa Kutlu, “Sır”, Sır, İstanbul 990, s. 0<br />
22 Mustafa Kutlu, “Sır”, Sır, İstanbul 990, s. 39
ma Karabıyık Barbarosoğlu “Söz Darmadağın” 23<br />
adlı hikâyesinin başına Nef’î’den bir beyit, “Tamir<br />
Görmemiş Aşk” 24 hik3ayesinin başına Cahit Sıtkı<br />
Tarancı’dan bir dize, Nazan Bekiroğlu “Onların Son<br />
Hikâyeleri” 25 başlıklı hikâyesinde Ömer Erdem’in<br />
şiirinden bir bölümü, Didem Uslu “Eski Bir Marş”<br />
hikâyesinde 1 Mayıs marşının bir kıtasını 26 metnine<br />
almıştır. Bu örnekleri elbette çoğaltmak<br />
mümkün ama gereksizdir. Burada andığımız<br />
ve anmadığımız birçok yazar hikâyelerinde birçok<br />
farklı kaynaktan aldıkları şiir vb. sözleri<br />
monte ederek metinlerine bir anlatım zenginliği<br />
sağlamaya çalışmışlardır.<br />
Ayrıca dönem hikâyelerinin pek çoğunda yazım<br />
sapmaları, paragrafa, cümleye küçük harfle<br />
başlama, noktalama işareti kullanmama gibi özellikler<br />
dikkati çekmektedir.<br />
Anlam Karşısındaki Tutum:<br />
Benzetmeler, Anlamsal Boşluk,<br />
Sezdirme ve Çağrışımlar<br />
Yukarıda değindiğimiz üzere metinde anlam karartmaları<br />
yapmak, sezdirmelere, söz eksiltmelerine<br />
başvurmak daha çok şiirin özellikleri arasında<br />
kabul edilir. Her ne kadar günlük iletişim dilinde<br />
bile bu anlatım yollarına zaman zaman başvurulsa<br />
bile anlatma esasına dayanan bir tür olarak hikâye<br />
büyük ölçüde sözün düz, doğrudan aktarımını<br />
benimser. Buna karşılık dönem yazarlarından birçoğunun<br />
metinlerinde sözünü ettiğimiz anlatım<br />
boşlukları, aynı metinde birden fazla anlatım katmanı<br />
oluşturma girişimleri gözlenmektedir.<br />
Biz bu eğilimi yazarların şiirsel bir anlatıma<br />
yönelme çabası içerisinde oldukları şeklinde<br />
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Dönemin<br />
yazarlarından bazı metinleri bu konuya örnek<br />
olmak üzere dikkatlere sunmadan önce hikâyecilerin<br />
çok sevdiği ve sıklıkla başvurduğu benzetme<br />
konusunda küçük bir açıklamayı gerekli<br />
görüyoruz:<br />
23 Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Söz Darmadağın”, Acı Deniz,<br />
İstanbul 996, s.<br />
24 Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Tamir Görmemiş Aşk”,<br />
Gün Akşamsızdır, 2. bsk., İstanbul <strong>20</strong>0 , s.67<br />
25 Nazan Bekiroğlu, “Onların Son Öyküleri”, Nun Masalları,<br />
İstanbul 997, s.87<br />
26 Didem Uslu, “Eski Bir Marş”, Geçip Gitti Göçmen Kuşlar,<br />
s.24<br />
57<br />
Hikâye yazımında benzetmelerin şiirsel bir<br />
özellik olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği<br />
tartışmaya açıktır. Eğer geleneksel normlar<br />
açısından bakarak benzetmenin öncelikle şiire<br />
özgü olduğu, hikâyenin ise nakletmek niteliğini<br />
taşıdığı düşünülürse bütün düzyazılarda olduğu<br />
gibi hikâyede de benzetmenin şiirsel bir öge<br />
olarak kullanıldığı kabul edilmelidir. Ne var ki bu<br />
normların varlığının üzerinden çok zaman ve yazı<br />
deneyiminin geçtiğini ve hikâyede dil kullanımının<br />
öncelikli değer haline geldiğini düşünerek düz<br />
benzetmenin modern edebiyatta artık şiirden<br />
çok hikâyeye mâl edilmesi gerektiğine de hükmedebiliriz.<br />
Bu bakımdan hikâyede benzetmeye<br />
gösterilen yoğun ilginin ayrıca tartışılması gereken<br />
bir olgu olduğu söylenebilir. Son yirmi beş<br />
yılın hikâye yazarları arasında da sık sık benzetmeye<br />
başvuran, buradan şiirsel bir dil inceliği yakalamaya<br />
çalışan birçok kalem var. Bunlara sadece<br />
birkaç örnek vermekle yetineceğim:<br />
Hatice Bilen Buğra, “İmece” 27 hikâyesine şu<br />
cümlelerle başlar: “Külrengi aydınlığın içinden,<br />
ilkin sesleri geldi. Üzerlerine incecik, uzun çizgiler<br />
halinde bir ışık düşünce, sisin altından kadınlı, kızlı<br />
bir kalabalık çıktı.” Ayfer Tunç ise ‘‘Kadın Hikâyeleri<br />
Yüzünden’’ 28 adlı hikâyesinde şu cümleleri kurar:<br />
‘‘… Masmavi bir adam görürdüm aynada, ucuz ve<br />
mavi bir etek astarı çekmiş, buruşmuş bir yüz.<br />
Sanki yüzümün çizgilerine bir mürekkep dolardı.<br />
Terk edilmiş bir ev köpeğini andırırdı duruşum.’’<br />
Bu örnekleri çoğalmak mümkün ama hemen<br />
anlaşılabileceği gibi buna gerek yok. Çünkü bu<br />
türlü benzetmeler artık hikâye türünün alışılmış,<br />
norm haline gelmiş özellikleri arasındadır. Bununla<br />
birlikte burada dilin güzelleştirilmesinin<br />
yanı sıra, durumun, olgu veya olayın etkileyici bir<br />
şekilde aktarılma çabasının da yattığını her iki<br />
halde de şiirsel bir eğilim olarak görmenin mümkün<br />
olabileceğini düşünüyoruz.<br />
Anlamı ve anlatımı şiirsel olana doğru asıl<br />
yönelten uygulamaların başında ise aynı metinde<br />
anlatım katmanları oluşturma denemelerinin<br />
geldiği görülüyor. Fatma Gürel “Yağmur Altında<br />
27 Hatice Bilen Buğra, “İmece”, Umursanmayan Kadınlar,<br />
İstanbul 989, s.95<br />
28 Ayfer Tunç, “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, Aziz Bey Hadisesi,<br />
İstanbul <strong>20</strong>05, s.96<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Bir Adam” 29 başlıklı hikâyesini biri normal, diğeri<br />
italik dizilmiş söz gruplarının dönüşümlü olarak<br />
yerleştirilmesi yoluyla iki anlatım katmanı biçiminde<br />
düzenlemiştir. Normal karakterde dizilmiş<br />
olan katmanda hikâye kişisinin sevdiğini beklemesi<br />
sırasındaki duygu ve düşünceleri iç-monolog<br />
üslûbuyla aktarılırken, italik dizilen cümleler<br />
aynı kişinin bu bekleyiş sırasındaki gözlemlerini<br />
yansıtmaktadır. Böylece, geçişlerle aynı ânın<br />
iki yönü verilmekte, bir yandan da birbirinden<br />
bağımsız da okunabilecek iki ayrı metin<br />
aynı düzlemde birleştirilmektedir. Bu düzenlemede<br />
geçişler sırasında oluşan boşluklardaki<br />
çağrışımların şiire özgü bir değer sağladığı<br />
söylenebilir.<br />
Metnin bazı kısımlarının italik olarak dizilmek<br />
suretiyle diğer kısımlardan ayrı tutulmak istenmesi<br />
birçok yazarın başvurduğu bir yol olarak dikkati<br />
çekiyor. Bunlardan birisi de Ramazan Dikmen’in<br />
“Muhayyer” 30 isimli hikâyesinde görülüyor. Yazar<br />
bu hikâyesinde kimi kelime veya kelime grubunu<br />
satırbaşı yaparak bağımsızlaştırdıktan sonra<br />
italik olarak dizmiş. Böylece oluşturulan biçimsel<br />
farklılık, elbette cümlelerin içeriğindeki farklılığı<br />
öne çıkarmak, vurgulamak amacı taşıyor. Yazar<br />
“Sır” 31 isimli hikâyesinde ise, hikâyede yer alan<br />
ve italik olarak dizilmiş mektuplardan bazı cümlelerin<br />
hecelerini belirsiz parçalar halinde hikâyenin<br />
çeşitli yerlerinde yine italik olarak ayrıca<br />
verir. Melek Paşalı’nın “Geceye Ağıt Yakan Kızların<br />
Hikâyesi” 32 ve “Beyaz Yakalı Bir Gün” 33 hikâyelerinde<br />
de aynı anlatım tekniğinin uygulandığı<br />
görülüyor. İki yatık çizgi arasında italik dizilmiş<br />
olan bölümler ilk hikâyede anlatıcı kipleri ile ikinci<br />
hikâyede bakış açısı ile normal dizilmiş bölümlerden<br />
farklılaştırılmış.<br />
Bu hikâyelerde de iki farklı dizilmiş bölüm<br />
arasındaki tematik bağ zaman zaman<br />
belirsizleştirilmiş ve anlatımda bir boşluk<br />
oluşturulmuştur.<br />
29 Fatma Gürel, “Yağmur Altında Bir Adam”, Bir Yaz Gecesi,<br />
3.bsk. İstanbul <strong>20</strong>03, s.29-32<br />
30 Ramazan Dikmen, “Muhayyer”, Kıyıya Vuranlar, İstanbul<br />
996, s.7-2<br />
3 Ramazan Dikmen, “Sır”, Kıyıya Vuranlar, İstanbul 996,<br />
s.99- 4<br />
32 Melek Paşalı, “Geceye Ağıt Yakan Kızların Öyküsü”, Hayal<br />
Günlüğü, İstanbul 997, s. 5- 8<br />
33 Melek Paşalı, “Beyaz Lekeli Bir Gün”, Hayal Günlüğü, İstanbul<br />
997, s.30-34<br />
58<br />
Paşalı, ayrıca birçok metinde benzetmelere<br />
başvurarak şiirsel bir üslûp oluşturmaya<br />
çalışmaktadır. “Mükedder” başlıklı metinden<br />
aldığımız şu cümlelerde olduğu gibi: “İnce bir<br />
tül gibi iniyor akşam, gündüzle gecenin, sevinçle<br />
kederin, yaşamla ölümün arasına. İnsanlar<br />
acele adımlarla evlerine dönüyorlar. Onları şeffaf<br />
bir örtü gibi hayatın hem içinde hem de dışında<br />
tutan tüllerin arkasına.” Bu ince benzetmenin<br />
arkasından tül motifi aracılığıyla yazarın realiteye<br />
yönelişi anlatımın estetik düzeyini zıtlıktan doğan<br />
bir gerilime dayandırıyor: “Rüzgarın uçurduğu tül<br />
perdenin ardında bizim sokak var.” 34<br />
Didem Uslu “Geçip Gitti Göçmen Kuşlar” adlı<br />
hikâyesinde iki anlatım katmanını dönüşümlü<br />
olarak kullanıyor. İtalik olarak asıl hikâyenin içerisine<br />
belirli aralıklarla yerleştirilmiş olan kısımlar,<br />
hem tematik açıdan hem de üslûp olarak bağımsız<br />
bir nitelik taşıyor. Asıl hikâye Balkan göçmenlerini<br />
konu edinirken ikinci katmanda anlatım göçmen<br />
kuşlar üzerinden yürütülür. Aslında elbette iki<br />
anlatım katmanı arasında bir ilişki bulunmaktadır.<br />
Daha doğrusu ikinci katmanı oluşturan anlatı,<br />
metaforik bir söylemle ilkini temsil etmektedir.<br />
Böylece Balkanlardan Anadolu’ya göçen insanların<br />
durumu başka bir düzlemde, şiirsel anlatımın<br />
imkânlarıyla ve eğretileme yoluyla aktarılmak<br />
istenmiştir. Kendi içerisinde bütünlüğe sahip olan<br />
ve ayrı bir metin olarak da okunabilecek nitelikte<br />
olan bu pasajlar göçmen kuşlara ilişkin lirik bir<br />
dille düzenlenmiştir. 35<br />
Nazan Bekiroğlu’nun “Nigâr Hanım, Sevgili” 36<br />
hikâyesi gerek yukarıda sözünü ettiğimiz biçim<br />
denemeleri ve gerekse metnin anlamına ilişkin<br />
düzenlemeler bakımından ilgi çekici bir örnektir.<br />
Yazar, akademik bir çalışmanın notlarıyla, konusuna<br />
empatik yaklaşmanın duygusal coşkusunu harmanlayan,<br />
bu amaçla alabildiğine serbest biçim<br />
düzenlemelerinden, çağrışımlara açık cümle<br />
yapılarına, yer yer şiirleşen söyleyişlere kadar birçok<br />
üslûp denemesini aynı metin içerisinde sergilemektedir.<br />
Denilebilir ki bu özellikleriyle metin<br />
34 Melek Paşalı, “Mükedder”, Hayal Günlüğü, İstanbul 997,<br />
s.50<br />
35 Didem Uslu, Geçip Gitti Göçmen Kuşlar, İstanbul 997,<br />
s. 0<br />
36 Nazan Bekiroğlu, “Nigâr Hanım, Sevgili”, Nun Masalları,<br />
İstanbul 997, s. 3 - 50
hikâye türünün çerçevesini taşan, şiire yaklaşan<br />
ve kendine özgü nitelik taşıyan bir metindir.<br />
Çıkışını 60’lı yıllarda yapmış olmakla birlikte<br />
düzenli olarak hikâye yazmaya devam eden ve<br />
Türk edebiyatında bu yönüyle kendisine özel bir yer<br />
edinen Rasim Özdenören “Kuyu” adlı hikâyesinde<br />
hem anlam hem de biçimsel ögeler bakımından<br />
şiirsel değerler taşıyan bir metin oluşturmuştur. 37<br />
Benzerlerine başka yazarlar açısından yukarıda da<br />
değindiğimiz söz gruplarının arasına konulan eğik<br />
çizgiler; satırların şiire benzer formda düzenlenişi,<br />
noktalama işaretlerinin kullanılmaması, anlatımı<br />
bilinçli bir belirsizleştirme ve buna bağlı olarak<br />
zaman ve mekân unsurlarındaki muğlaklaştırma<br />
işlemleri, sık kullanılan soru kalıplı cümle<br />
yapılarının yanı sıra, aynı şekilde yine yoğun olarak<br />
kullanılan alternatifli söz kullanımları, rüya motifi<br />
ve kararsızlık bildiren ifadeler metnin tematik<br />
düzeyini karartıyor.<br />
Böylece metnin tematik çizgisinin, yansıtma<br />
kuramına bağlı anlatılarda olduğu gibi gerçeklik<br />
iddiasını öne çıkarmadığı; yüzey yapıda<br />
olup bitenlerin başka birçok şekilde de olup<br />
bitebileceği düşüncesi uyandırılmaktadır. Bu türlü<br />
bir katmanlaştırmanın gerçeğin, durumlara, anlık<br />
duygulara göre değişebilen çok yönlülüğünü imâ<br />
ettiği düşünülebilir. Böylece yaşanan durumların<br />
gelişmeler için belirleyici rol oynamaktan uzak<br />
olduğu ve kaderin bin bir şekilde tecelli edişinin<br />
insanoğlunun yolculuğu ve arayışı için yalnızca<br />
bir başlangıç noktası ya da bir görüntü olarak<br />
anlam taşıdığı kavramının derin yapıyı oluşturan<br />
öge olduğu görülür. Bu düzenlemenin hikâyenin<br />
temayı, aktardığı olayı aşan, yeni katmanlarla<br />
çoğaltan bir yapıya yönelmesiyle eş anlamlı<br />
olduğu açıktır. Kısacası hikâyede bir soyutlama,<br />
anlatının genelleştirilmesi amacı güdüldüğü ortaya<br />
çıkıyor. Anlatılanların, özel, belirli bir kişinin<br />
şahsi tecrübesi değil, genel insan durumu olarak<br />
algılanması amaçlanıyor. Bu bilindiği gibi aslında<br />
klasik anlatıların (kutsal kitaplardaki hikâyelerin,<br />
masalların vb.) temel amaçlarından birisidir.<br />
Kısacası Kuyu hikâyesinin adından başlayarak asıl<br />
37 3. bsk., İstanbul <strong>20</strong>02, 9 s. Bu eser üzerine yapılmış bir<br />
inceleme için bkz. Yılmaz Taşçıoğlu “Rasim Özdenören’in “Kuyu”<br />
Adlı Hikâyesindeki Anlatım Özellikleri Üzerinde Bazı Dikkatler”,<br />
Işıyan Kelimeler Rasim Özdenören, Haz. Âlim Kahraman, İstanbul<br />
<strong>20</strong>07, s. 4 -46<br />
59<br />
ağırlıklı metaforun Yusuf-Züleyha mazmununun<br />
modernizasyonundan oluştuğunu belirtmek gerekir.<br />
Bu noktada, <strong>80</strong> sonrasının önde gelen hikâye<br />
yazarlarından Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde de<br />
sık sık geleneksel öykü üslûbunu, kutsal kitaplardaki<br />
kıssaların söyleyiş özelliklerini metinlerine<br />
taşıdığını ayrıca vurgulamakta yarar vardır. Gerek<br />
bu iki ismin gerekse, Ayfer Tunç, Elif Şafak, Nazan<br />
Bekiroğlu, Necip Tosun gibi birçok yazarın klasik<br />
anlatılara yönelmesi yalnızca biçimsel bir yöneliş<br />
olarak değil, aynı zamanda geleneksel olanın<br />
zamanlara göre değişmeyen özelliklerini yoklama,<br />
çağdaş anlatım imkânlarının bu metinlerin<br />
yapılarıyla desteklenerek genişletilmesi arzusunu<br />
da taşıyan bir dikkat olarak değerlendirilmelidir.<br />
Sonuç olarak dönemin önde gelen hikâye yazarlarının<br />
metinlerinde yeterli bir kanaat oluşturacak<br />
kadar şiirsel özellikler bulunduğunu göstermeye<br />
çalıştığımız bu yazının sonunda destekleyici örneklerinin<br />
çok daha fazla gösterilebileceği şiirsel<br />
özellikleri sıralamak ve vardığımız sonuçları şu<br />
şekilde maddeleştirmek mümkündür:<br />
1. Ben anlatıcı kipinin ve buna bağlı olarak bilinçakışı<br />
tekniğinin sıklıkla kullanılması dikkati çekmektedir.<br />
2. Hikâye en küçük biçim uygulamalarından<br />
metnin tamamını kuşatan anlatım tekniklerine ve<br />
anlamın çok yönlüleştirilmesi denemelerine kadar<br />
genişleyen bir eğilimle şiirsel anlatım formlarından<br />
yararlanmıştır. Bu bakımdan son dönemde<br />
diğer türlerin, özellikle şiirin imkânlarını kullanması<br />
kendisine bir ayrıcalık kazandırmıştır.<br />
3. Bu tür uygulamaların eski hikâye tarzlarına<br />
(olay hikâyesi ve durum hikâyesine) göre (çok daha<br />
önceden başlamış olmakla birlikte bu dönemde<br />
yaygınlaşan) bir sapma olarak değerlendirilebileceğini<br />
ve okurun dikkatini temadan anlatıma, söyleyişe<br />
yöneltildiğini belirtmek mümkündür.<br />
4. Son dönem hikâyelerinde, nesrin diline aykırı<br />
görülebilecek yüzeysel uygulamalar bir yandan<br />
gösteren düzeyinde ses, ritim ve söyleyiş salkımları<br />
oluşturmaya çalışırken bir yandan da gösterilen<br />
düzeyinde çeşitlenmelere, katmanlaşmaya<br />
imkân sağlamaktadır.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
5. Bu dönemde türler arası eğilimin özellikle<br />
hikâyeden şiire doğru olması dikkate değer bir<br />
olgudur.<br />
6. Bu nedenlerle şiir ile bilinen hikâye türleri<br />
arasında yeni bir türe doğru gidişin var olduğu<br />
söylenebilir.<br />
60
II.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Mehmet TEKİN<br />
61<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
METNİN BİR YERİNDE<br />
YEDİVEREN SIR<br />
(Mustafa Kutlu’nun “Eşik” Adlı<br />
Hikâyesini Yeniden Okumak)<br />
Özet: Bu bildiri, sözel metindeki bir unsurun,<br />
“yediveren gül”ün yeri ve konumunu, yazarın<br />
metin kurgusundaki tekniğinin içsel görüntüsü<br />
ve hayati gerçe(kli)ği olarak alımlama ve idrak<br />
etme girişimidir. O nedenle iki uçlu bir yaklaşım<br />
denenecek, bir ucunda varılacak harika nazarın ve<br />
farkındalığın (yani yapısalcı nazarın bağışlayacağı<br />
bir görüntünün) öbür ucunda yerini, sürpriz bir<br />
görüntüye (yani post-yapısalcı nazarın fark ve tefrik<br />
edeceği bir görüntüye) terk edebileceği, bunun ise<br />
yazar ve anlatıcı, metin ve kurgusu, biçim ve işlevi,<br />
çerçeve ve çehresi, tersi ve yüzü açısından sarsıcı<br />
bir anlamı açığa çıkaracağı tespit ve takdim edilecektir.<br />
Bu birbiri içinde eriyen nazarların, kimin<br />
yararına veya hesabına işlem yürüttüğü ise, okur<br />
görürlerin dolduracağı bir boşluk olarak zihinlere<br />
bırakılacaktır.<br />
Anahtar Kelimeler: Eşik, yediveren gülü,<br />
yapısalcı ve postyapısalcı bakış, yeniden okuma-<br />
yorum<br />
62<br />
Prof. Dr. Hasan AKAY<br />
Sakarya Üniversitesi / Sakarya<br />
An Everblooming<br />
Mystery in The Margins<br />
of Text<br />
(The Renewed Reading Of The Story Named“Eşik-<br />
Threshold of Mustafa Kutlu)<br />
Abstract: The paper is an attempt to understand<br />
and explicate the place and emplacement<br />
(or sité and siting) of an element, ‘Yediveren-everblooming<br />
rose’ in an oral text as an inner vision<br />
and vital reality of the technique of the author in<br />
the construction of the text. Therefore we follow a<br />
double-edged route (track, path) in which a marvelous<br />
image and consciousness (granted by the<br />
structuralist gaze) might be in turn replaced by<br />
a surprising vision (marked by poststructuralist<br />
gaze), and we are lead into an amazing meaning<br />
(signification) in terms of author-narrator, textfiction,<br />
form-function, frame-figure, inside-outside<br />
in the course of reading. The questions in favour<br />
of whom and for whose account these gazes<br />
(fusing in one another) act will be a blank space in<br />
the minds of the reader-seers (reading audience)<br />
to be filled by none except themselves.<br />
Key Words: Threshold, ever-blooming rose,<br />
structuralist and poststructuralist gaze, rereading-interpreting
Bu bildiri, sözel metindeki bir unsurun, “yediveren<br />
gül”ün yeri ve konumunu, yazarın metin<br />
kurgusundaki tekniğinin içsel görüntüsü ve<br />
hayati gerçe(kli)ği olarak alımlama ve idrak<br />
etme girişimidir. O nedenle iki uçlu bir yaklaşım<br />
denenecek, bir ucunda varılacak harika nazarın ve<br />
farkındalığın (yani yapısalcı nazarın bağışlayacağı<br />
bir görüntünün) öbür ucunda yerini, sürpriz bir<br />
görüntüye (yani post-yapısalcı nazarın fark ve tefrik<br />
edeceği bir görüntüye) terk edebileceği, bunun ise<br />
yazar ve anlatıcı, metin ve kurgusu, biçim ve işlevi,<br />
çerçeve ve çehresi, tersi ve yüzü açısından sarsıcı<br />
bir anlamı açığa çıkaracağı tespit ve takdim edilecektir.<br />
Bu birbiri içinde eriyen nazarların, kimin<br />
yararına veya hesabına işlem yürüttüğü ise, okur<br />
görürlerin dolduracağı bir boşluk olarak zihinlere<br />
bırakılacaktır. Bir nevi yorum olan bu açımlama<br />
da, yorumunu okur görürlerin nazarına sunmak<br />
arzusundadır. Çünkü bu da, okuma tarzının zorunlu<br />
bir arzıdır.<br />
Bu durumda yapılacak okuma; yazarın, yaklaşım<br />
tarzının, metnin, çevrenin ve çerçevenin, zihniyetin<br />
veya bildik bir dünya görüşünün yahut onun yazar<br />
tarafından alımlama biçiminin aleyhinde veya<br />
lehinde olabilir. Biz burada -başkasının bahçesine<br />
gizli geçit açmaya kalkışmaksızın- sadece duvardan<br />
bir kapı açmayı denemek istiyoruz. Ama<br />
metin ve yazarı hakkındaki okuyuşumuzu tamamen<br />
boşlukta bırakacak da değiliz; söylemek<br />
istediğimizi –yine metnin ve yazarının yaptığı gibi-<br />
sözel alanın görünmeyen kısmında göstermek istiyoruz.<br />
(Bu yorumumuz -herhangi bir ucundan<br />
okurun tutacağı yorumumuz-, açık sır halinde<br />
yaklaşım tarzımızda zaten içkindir). Yapacağımız<br />
çözümleme ve yorum, birinci yaklaşımla (yapısalcı<br />
nazarla) gördüğümüz şeylerde açık bir biçimde<br />
‘mevcut’, ikinci yaklaşımla (post-yapısalcı nazarla)<br />
gördüğümüz şeyde ise ‘nâ-mevcut’ olarak<br />
mevcuttur. 1 Bu, yeniden okumanın gösterdiği<br />
sırlardan biridir.<br />
Aslında bu gerçekliğe ulaşılmasında, ikinci<br />
Öyle ki bu okuma ânlarında, bir nazarda metnin en anlamlı<br />
öğesi, diğer nazarda bozguncu bir öğe haline dönüşebilir. Bu<br />
durumda iş, okura kalmaktadır; çünkü metnin de, yorumun da,<br />
“istikbal”i okurdur. Bu, “geleceğin kabirde başlaması” tarzında bir<br />
gelecek tanımlamasını gerektirir.<br />
63<br />
nazarın nüfuzu vardır ve öncelenmesi gereken<br />
de odur; ancak biz önce birinci nazarı metin<br />
üzerinde gezdirecek, sonra da öbür nazarı bunun<br />
üzerine yerleştireceğiz (Bakalım, hangi görüntü<br />
ya da hangi metinsel gerçeklik, son görüntü veya<br />
hâkim gerçeklik olarak göz önünde kalacak?).<br />
Saklı hâl(ler)i açık etmek için, elbette, metnin<br />
tanıklığına başvuracağız. Bu noktada, hatırlatma<br />
amacıyla bazı aktarmalar veya atıflar yapılarak<br />
söz konusu durumun sağlanması, sağlamasının<br />
yapılması ve bu sağlama üzerinden –yeni<br />
okumanın yönlerdirdiği- bir yoruma ulaşılması<br />
için bir imkân hazırlanabilir. Nitekim, okur görürler<br />
de, gerçekleştirdiğimiz okumanın sağlamasını,<br />
hem bu aktarmaların (metinsel sözün), hem de<br />
alımlama tarzının ve yorumun (yorumsal sözün)<br />
üzerinde bizzat kendileri yapabilir (veya da teğet<br />
geçebilir)ler. 2<br />
“Eşik”ten birkaç parça<br />
“Eşik” hikâyesinin çarpıcı başlangıcına ve nasıl<br />
başladığına dikkat edilirse, burada nasıl bir kaotik<br />
hâl bulunduğu, bu hâlin içinden çıkılmasının ne<br />
kadar zor olduğu, böyle bir ‘eşik’ten geçmenin ancak<br />
hazır geçiş kartlarına ya da hızır hızına sahip<br />
olmak sayesinde mümkün olduğu anlaşılacaktır.<br />
Çünkü, ‘eşik’in başlangıcı, modern hayatın bütün<br />
karmaşasıyla hazır bulunduğu bir vitrindir.<br />
“Eşik”in ilk paragrafı şöyledir:<br />
“Yediveren gülü koridorun sonunda, binanın Abdurrahman<br />
Muhtar Şereflidüzbel sokağına bakan<br />
penceresinin önünde idi. İki buçuk metrelik dar ve<br />
uzun koridorun iki kat pencere camları bahçeye<br />
bakıyordu. Çürümüş, topluiğne, karbon kağıdı, daktilo<br />
şeridi, vesikalık fotoğraf, ikâmetgâh ilmuhaberi,<br />
iyi hal kâğıdı, nüfus cüzdanı sûreti ile, tükrük,<br />
balgam, gözyaşı, yağmur, dolu, kar, yemiş, kuş tüyü,<br />
serçe, güvercin pisliği karışımı, ezilmiş, çiğnenmiş,<br />
esmer, kalorifer kurumu ile yer yer kuzgûnî siyah<br />
bir toprağın örttüğü bahçe. İnce, uzun ve ihtiyar<br />
akasyalar; kısa, bodur, mumyalaşmış mazılar,<br />
siyah çakıl taşları ve yıpranmış tuğla çerçeveli<br />
2 Burada, hikâye metninden bazı parçalar aynen aktarılabilir<br />
ya da yorumun sonunda bir ‘ek’ olarak sunulabilir. Biz yapılacak<br />
yorumlama için okurların nazarında bir hazırlık olması amacıyla<br />
ilgi çekici beş paragrafı aynen aktardık.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
tarhları ile yapıldığından beri değiştirilmeyen,<br />
âdeta katılaşmış yeşil, siyah bir su ile dolu havuz,<br />
insanların oturmadığı, yağmurdan, kardan delik<br />
delik, oluk oluk çatlamış tahta sıralarla bu bahçe:<br />
Üçüncü sınıf bir gazete fotoğrafı gibidir. Silik, siyahbeyaz...<br />
Koridor, senelerdir silinmeyen çift katlı, isli<br />
camlardan geçen loş ışığın altında karanlık, hafif<br />
ılık, dışarıdaki yabancı şubat güneşinin aydınlığına<br />
inat, içedönük bir yalnızlık ile uzanıyor. Abdurrahman<br />
Muhtar Şereflidüzbel sokağına açılan pencerenin<br />
karşısında, idare meclisi odasının kapısı<br />
kenarında on iki senelik sandalyesi ve on senelik<br />
değişmeyen oturuşuyla uyuklayan odacı Osman<br />
Efendi’yi hayal meyal gösteriyordu.”<br />
“Eşik”in beşinci paragrafı:<br />
“Memurlar, iş takip edenler, sekreterler, birer<br />
ikişer gelmeye başladılar. Sesler, kokular çoğaldı.<br />
Sigara dumanı koridora hâkim olurken, yediveren<br />
gülün geceden kalmış belli belirsiz kokusu iyicene<br />
kayboldu.’<br />
“Eşik”in sondan beşinci paragrafı:<br />
“(İhaleyi yapan memur) yavaşça yerinden kalktı,<br />
titrek bir sesle: “Çok sayın iştirakçi beyler, çok özür<br />
dileyerek bildirmek zorundayım ki, eee... mezkûr<br />
handa, ihalesi şu anda yapılması lâzım gelen 29<br />
no’lu dükkân, Çİ-MAS-TEK ve BARMANKOLAR Türk<br />
Anonim Ortaklığı tarafından ihale tabanı on misli<br />
arttırılarak kapatılmıştı. Daha önceden iştirakçileri<br />
haberdar edemediğimiz için dairemiz adına özür<br />
dilerim.” Odadakiler bir an şaşkınlıkla birbirlerinin<br />
yüzüne baktılar. İlk patlayan Sabit Bey’in sinirden<br />
yükselmiş, feryada dönmüş sesi oldu: Kanunsuzluk...<br />
Kanunsuzluk bu, nasıl yaparsınız, nasıl.. “<br />
Sözlerinin sonunu getiremedi. Boğuk bir öksürük<br />
nöbetine tutuldu. Karısından gizli içtiği sigaralar<br />
tesirini göstermeye başlamıştı.”<br />
Ve “Eşik”in son paragrafı:<br />
“Tamer yediveren gülün goncası ile oynuyor,<br />
ara sıra Seval’den tarafa bakarak: “Şu kızın sivilceleri<br />
olmasa, şu kırmızı çizmeleri giymese, çiklet<br />
çiğnemese...” diye düşünüyordu.”<br />
Metnin Bir Yerinde ‘Yediveren<br />
Gül’ün Verdiği Sır<br />
[Yapısalcı nazarla okuma. Sonucu: Metinde ken-<br />
64<br />
dini gizleyen gül, anlamlı bir tasarruftur, metnin<br />
yapı iskelesinde anlamlı bir işleve ve simgesel<br />
değere sahip bir öğedir ve bulunduğu ortamı<br />
varlığıyla anlamlandırır)].<br />
Yapısalcı nazarla bakıldığında, her metin gibi<br />
“Eşik” metnine de bazı soruların yöneltilmesi,<br />
metnin bunlar üzerinden sınanması ve elde edilen<br />
verilerin değerlendirilmesi gerekir. Meselâ, hikâye<br />
nasıl başlıyor? Neyi konu ediniyor, nasıl işliyor?<br />
Nasıl bitiyor? Hikâyenin söylediği ve söylemek<br />
istediği veya kastı nedir? Başlığı içeriği yansıtıyor<br />
mu? Sembolik değer taşıyor mu? Hikâye kaçıncı<br />
şahıs ağzından anlatılıyor? Anlatıcı nasıl biri?<br />
Hikâye hangi zaman ve mekan ve makamda geçiyor?<br />
Hikâyeci söze veya anlatıcının işine karışıyor<br />
mu, uzaktan mı seyrediyor? Hikâyede (hikâyenin<br />
içeriğinde, anlatıcının ifade tarzında, yazarın kurgusunda,<br />
metnin saklı örgüsünde) müdâhale var<br />
mı? Varsa müdâhale eden kim ya da asıl müdâhale<br />
kim(ler) tarafından yapılmaktadır? Anlatılanların<br />
-sosyal, ekonomik, siyasal, ruhsal- gerçekliği var<br />
mı? Anlatım tarzı nasıl? Nasıl bir üslûp kullanılıyor?<br />
(Realist bir üslûp mu örneğin?). Ayrıntıya önem<br />
veriliyor mu? (Veriliyorsa neden, verilmiyorsa<br />
neden?). Hikâye bir sonuca bağlanıyor mu, son<br />
ucu serbest mi bırakılıyor? Okurların doldurması<br />
istenen boşluklar var mı? Yani, başlangıçta açılan<br />
yer, sonunda tamamlanıyor mu, yoksa daha da<br />
açık hale mi getiriliyor? Hikâye farklı okumalara<br />
açık mı? Bütün bu soruların cevabı metinde var<br />
mı? Metin bunca sorunun altından kalkabiliyor<br />
mu? 3 Elbette soruların bir kısmına metin cevap<br />
vermiyor; çünkü cevapları metnin dışında, görünmeyen<br />
alanda saklıdır. Yani bunların bir kısmı,<br />
cevabı zaten içinde olan ‘retorik soru’lardır ve–<br />
hem sözel metinde hem de söz dışı alanda tasarruf<br />
sahibi olan- yazar bu hususta kendinden gayet<br />
emin gözükmektedir.<br />
“Eşik”te, bir dükkân ihalesinin yapılması (daha<br />
doğrusu yapılamaması) konu edinilmektedir:<br />
Bir iş hanında yapılan dükkân ihalesine dört kişi<br />
talip olur. İhale günü sabahı heyecanla ‘eşik’te<br />
3 Mehmet Kaplan’ın “Eşik”le ilgili tahlilinde bu tür soruların<br />
büyük bir kısmına cevap verilmiş ve nedenleri üzerinde tatmin<br />
edici izahlar da yapılmıştır (Hikaye Tahlilleri, Dergâh Yay., İstanbul<br />
979, s. 349-360). Biz bu tarz çözümlemeye de değinmek<br />
ve bunun üzerinden ikinci bakışla görülecek yapı ötesine geçmek,<br />
-en azından bir öğe üzerinden- yapıçözüm uygulaması yapmak<br />
istedik.
eklemeye başlarlar, ancak açılan kapıdan beliren<br />
bir adamın ihale memurunun kulağına bir<br />
şeyler fısıldamasından sonra, ihalenin çoktan<br />
yapıldığını ve iki firma tarafından ihale tabanı on<br />
misli arttırılarak kapatıldığını öğrenince şaşkına<br />
dönerler. Kimisi yumruklarını sıkar, kimisi ‘bir<br />
top barut’ olur, kimisi memurun üzerine yürür,<br />
kimisi de –feleğin çemberinden geçmiş kapıcı<br />
Âdem gibi- görevli memurla münakaşa edenleri<br />
oracıkta bırakıp “nasip değilmiş, bir yanlışlık<br />
olmuş, neyse parayı yakmadık ya” diyerek yürür<br />
gider. Karşılaşılan durum karşısında alınan bu<br />
farklı tavırlar, farklı bir zihniyetin ve toplumda<br />
meydana gelen ‘değişme’nin göstergesidir.<br />
Aslında hikâye, okurların gözünde “yediveren<br />
gül” imgesiyle açılır. Hikâyenin başlığı, içeriği<br />
yansıtan bir imgedir ve gittikçe simge değeri<br />
kazanır. Bu ilk sözcükten başlayarak metne uzaktan<br />
müdâhale edenler ortaya çıkar, ama bizi<br />
ilgilendiren, ‘asıl müdahil’dir. Yazar, çok defa<br />
müdâhaleci değildir (Ancak bazen, -yakından<br />
bakanların fark edebileceği- anlatım tarzında<br />
açığa çıkan çok hoş bir müdâhaleciliği vardır ki<br />
hafif bir tebessüm sûretinde gözükür. Bu tebessümde<br />
olay da, alay da, tenkit de, merhamet de<br />
iç içedir. Farklı ideolojide olanlara karşı bile böyledir).<br />
Bazen metne öyle bir imge yerleştirir ki, yazar<br />
adına asıl müdâhaleyi o yapar.<br />
“Eşik” hikâyesinde ilk müdâhil, “yediveren<br />
gül”dür. Gözüktüğü zaman sevgiyle, gözleri<br />
hoşnut eden rengiyle, gözden kaybolduğu zaman<br />
da kokusuyla, hattâ yokluğuyla (yokluğa mahkum<br />
edilmiş soyut huzuruyla) etkili olan gül... metinsel<br />
uzamdaki müdâhalesinden sonra –tıpkı metinsel<br />
sosyal hayatta olduğu gibi- gözden yitip gidecektir<br />
(Bu gidiş, çirkinliğin içinde güzelliğin gidişi gibidir).<br />
Buna rağmen gül, gözükmeyen alanda (hârici<br />
müdâhale şeklinde) varlığını –yokluğuyla veya<br />
kenarda/dışarda bırakılmışlığıyla- hissettirmeyi<br />
sürdürecektir (Çünkü “yediveren gül”, yazarın<br />
dünya görüşünün bir temsilcisidir).<br />
“Eşik”te anlatı açısından ilk müdâhale ise, ihale<br />
dairesinin bahçesini tasvir eden ilk cümledir. (Hikaye<br />
Tahlilleri’nde Mehmet Kaplan’ın dediği gibi,<br />
“Bu bahçe, bir nevi çöplüktür. Yazar, onunla, âdeta,<br />
ihale ile uğraşan insanların yüzlerinin çirkinlik<br />
65<br />
ve karışıklıklarını telkine çalışır. Burası bir devlet<br />
dairesi olduğuna göre, toplumun çürümüşlüğünü<br />
de yansıtır denilebilir. Yazarın bu tasviri yaparken<br />
“balgam ile gözyaşı”nı bir araya getirmesi, ona<br />
sembolik bir mânâ verdiğine delalet eder. Koridorun<br />
sonunda duran yediveren gül... bu pisliğe<br />
yabancı bir güzelliği temsil eder.”) 4<br />
Ayrıntıyla dolu ilk paragraf ile birlikte okurlar,<br />
modern hayatın çarpıcı karmaşasıyla yüz yüze<br />
gelirler, nazarları boğulur, âdeta şoke olurlar.<br />
Zuhûru şiddetinden gaip bir hayret ve dehşet halidir<br />
bu. Hayretin sebebi, tasvir edilen ‘bahçe’nin<br />
bütün bahçe tasarımlarının veya hayallerinin<br />
dışında, “bir nevi çöplük” 5 olması ve “bu pisliğe<br />
yabancı bir güzelliğin temsilcisi” olan ‘yediveren<br />
gül’ün ise, kenarda durması, oradan/uzaktan<br />
bakmasıdır. Bu ayrıntı, hem tasvir hem içerik hem<br />
de ileti açısından mühimdir; çünkü asıl olması<br />
(merkezde yer alması) gereken, fasıla (ayrıntıya)<br />
dönüşmüş ve bu durum yazar tarafından metnin<br />
alınlığına yerleştirilmiştir. Bu ayrıntılı anlatım ve<br />
farkındalık, çarpıcıdır. Yazar, başka hikâyelerinde<br />
de ayrıntıları harikulâde bir biçimde ‘bütün’e sessizce<br />
nüfûz ettirmeyi başarmaktadır.<br />
Mustafa Kutlu, aynı zamanda bir ‘ressam’ olduğu<br />
için, ayrıntıya çok önem verir. Onun hikâyelerinde<br />
‘ayrıntı’lar sıradan şeylerle birlikte sıradan bir<br />
gerçeklik gibi metne dahil olur, fakat sıradışı bir<br />
biçimde işlev görür ve ‘bütün’e müdâhil olurlar. Bu<br />
durumda, herhangi bir şey olan ‘ayrıntı’, âdeta her<br />
şey (‘bütün’) haline gelir “Eşik” hikâyesinde, modern<br />
hayatın karmaşık ayrıntısı bütün çirkinliğiyle<br />
iki paragrafta gösterilmiştir. Hikâyenin birinci ve<br />
yedinci paragrafları ile “Bu gülüşmeler Sait Bey’i<br />
iyice sinirlendiriyor...” şeklinde başlayan paragrafta<br />
okuru hayrete düşüren ayrıntılar bulunmaktadır.<br />
Aslında hikâyede verilen ayrıntıların hepsi<br />
ayrıntıdır; ama hiçbirisi ayrıntı değildir.<br />
Meselâ, “...idare meclisi odasının kapısı<br />
kenarında on iki senelik sandalyesi ve on senelik<br />
değişmeyen oturuşuyla uyuklayan odacı Osman<br />
Efendi’, “...elli senelik memur, yirmi senelik müdür<br />
sesi”, “Emekli ödeneğini aldığı gün parayı sarmış<br />
4 Mehmet Kaplan, Hikaye Tahlilleri, İstanbul 979, s. 357-<br />
358.<br />
5 Mehmet Kaplan, Hikaye Tahlilleri, İstanbul 979, s. 357-<br />
358.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sarmalamış, paltosunun iç cebine yerleştirmiş....<br />
senelerdir geçtiği yollardan belki de adımlarına basarak,<br />
yine paltolu, yine şemsiyeli, yine ölçülü ilerliyordu.”<br />
veya “...elli iki senenin yüzgörümlülüğünü<br />
taşıyarak evine gelmişti” gibi ifadeler yazarın,<br />
etkileyici ayrıntıları yakalamakta ne kadar usta<br />
olduğunu ispat etmektedir. Modern hayata ilişkin<br />
ayrıntıları gösterirken cümleler, karmakarışık<br />
nesnelerle doldurulmuştur. Bu yüzden metinde<br />
sentaks, semantiğin âdeta vitrinidir.<br />
Mustafa Kutlu, “Şahısların karakter, mizaç, sosyal<br />
durum ve zihniyetleri ile ilgili en küçük ayrıntıyı<br />
kaçırmaz. Gerçeklik duygusu kadar, bütünlük duygusuna<br />
da sahiptir. Hikâyesinde şahısların dışları<br />
kadar içlerine, sosyal durumları kadar ferdî özelliklerine<br />
de gereken yeri vermiştir.” 6 Şunu da eklemek<br />
gerekir: Kutlu’nun hikâyeleri kimi zaman iç<br />
yaşantısının söze yansıtılmış hali, kimi zaman da<br />
hikâye şahıslarının iç konuşmalarının geçit resmi<br />
gibidir. “Eşik” hikâyesinde, gençler arasında geçen<br />
diyaloglarda canlandırdığı kişiliklere uygun bir üslûp<br />
ve anlatım tekniği (iç monolog) kullanmıştır.<br />
Meselâ, Bürokrat Sabit Bey’in kızı Seval ile<br />
Tamer’in birbirlerini gördükten sonra içinden<br />
geçenler şöyle aktarılır:<br />
“Seval “Gözleri Alain Delon, ağzı Marçello, resim<br />
gibi çocuk, kim acaba?” diye düşünürken, Tamer<br />
“Şu sivilcelerle oynamasa, şu pis kırmızı çizmeleri<br />
giymese, belki hep çiklet çiğniyordur, çiğnemese,<br />
amaaan küçük burjuva işte” diye kestirip attı.<br />
Okuduğu sayfayı yeni baştan geçmeye başladı.”<br />
Mustafa Kutlu, şahısların içinden geçen cümlede<br />
dönemin ünlü artistlerini (Alain Delon, Marcello<br />
gibi moda isimleri) kullanmak sûretiyle, gerçekliği<br />
farklı boyutuyla da hikâyeye dahil etmiştir. Böylece<br />
o, sosyal hayatın birçok imgesini hikâyelerine<br />
işlevsel bir nesne olarak yerleştirmiş ve bu<br />
yoldan bir nevi sosyal eleştiri gerçekleştirmiştir.<br />
Bu eleştirinin temelinde, denilebilr ki, estetik bir<br />
etik vardır. Müslüman hikâyeciliği ve estetiğini bilmeden<br />
onun hikâyelerini tam olarak kavramak bu<br />
yüzden mümkün değildir. Çünkü o, hikâyelerinde<br />
İslâm estetiğini, kıssa geleneğini ve geleneksel<br />
anlatım biçimlerini modern hikâyeciliğin olumlu<br />
yönleriyle birleştiren ve bize özgü bir anlatım<br />
6 M.Kaplan, a.g.e., s. 360.<br />
66<br />
dili ile insanımızın hayatını ustalıkla yansıtan bir<br />
hikâyecidir.<br />
“Eşik”te, anlatmak istediği şeye uygun<br />
olarak ‘komik’ unsurlara da yer vermiş, anlatı<br />
kişilerinden bazılarını ‘kelime komiği’ ve ‘durum<br />
komiği’ oluşturmak suretiyle okurların gözünde<br />
maskara etmiştir. Bu noktada onun müdâhalesi, -<br />
günlük hayatında da olduğu/yaptığı gibi- yumuşak<br />
bir müdâhaledir. Bu müdâhale tarzına, ‘bıyık<br />
altından gülmek’ de denilebilir. Meselâ, “Abdurrahman<br />
Şereflidüzbel sokağı” ifadesinde kutsal<br />
olanla sıradan olanın yan yana getirilmesi, hem<br />
kelime komiğini, hem de hafif yollu bir ironiyi<br />
hissettirmektedir. Benzer şekilde, devrimcilerde<br />
sık görülen “... demek ilk kez.” gibi devrik cümle<br />
kullanması, gençlerin dilinde geçen “moruk”<br />
sözcüğü, “Çok sayın iştirakçi beyler, çok özür<br />
dileyerek bildirmek zorundayım ki, eee... mezkûr<br />
handa, ihale...Çİ-MAS-TEK ve BARMANKOLAR...<br />
tarafından.. kapatılmıştı”r gibi bir cümle kurması,<br />
alaycı tebessüme benzer bir etki yaratır.<br />
Ayrıca “iştiraki beyler, iştirakçiler” kelimelerinde<br />
uzaktan uzağa ideolojik bir ironi vardır<br />
(Bilindiği gibi, “sosyalizm”in dilimizdeki karşılığı<br />
“iştirâkıyyûn/ iştirakçiler”dir). Bu ironik öğeler,<br />
özellikle, gençlerin diyaloglarında geçen sözcükler<br />
ve sözlerle olduğu kadar, tasvir edilen durumlar ve<br />
tavırlarla görünür kılınmıştır. Örneğin, bu gençler<br />
ideolojilerinin değil, başka şeylerin peşindedirler.<br />
İdeolojilerine (Sosyalizme) göre bir sosyal etkinlik<br />
yapmak istemelerine rağmen, bunun tamamen<br />
zıddı bir durum (kapitalizm) içindedirler. Böylelikle<br />
görünüşleri sosyalist, ama tavırları kapitalistçe<br />
olduğu için anlatıcı (yazar) tarafından komik duruma<br />
düşürülmektedirler. Son paragraf ise, hikâye<br />
kişilerinden Tamer’in ve benzerlerinin, ‘gerçeği’<br />
olduğu gibi değil, fakat görmek istedikleri gibi<br />
algıladıklarını ve bu gerçekdışı alımlama yüzünden<br />
bocaladıklarını göstermektedir. Anlatıcı yazar, bu<br />
son paragrafı ile, her halde, okurları da Tamer’e<br />
ve arakadaşlarına bıyık altından güldürmek istemektedir.<br />
7<br />
7 Ama, ya okurların bıyıkları yoksa veya bıyıklı değillerse yahut<br />
bıyık karşıtı ise? O zaman belki de şöyle demek gerekecektir:<br />
Anlatıcı yazar, bu son paragrafı ile, hayatın gerçeklerinden bihaber<br />
olan bu gençlere, “Olsa ile bulsayı ekmişler yok bitmiş!” sözünü<br />
biraz îmalı bir biçimde hatırlatmak istemektedir.
“Yediveren gül” ile açılan “Eşik hikâyesinin sonuna<br />
doğru, ‘sigara dumanı’ gül yapraklarının<br />
yerini alır. Odada “yediveren gülü” vardır, ama<br />
sigara dumanları, gülün üzerine pis kokusunu<br />
yaymaktadır. Bunun anlamı, imgesel açıdan<br />
şunlardır:<br />
a) Yapılan işlerin iyiden kötüye gittiği.<br />
b) Sosyal hayatta, güzellik(ler)in geri plana<br />
itildiği, çirkinliklerin alıp başını gittiği.<br />
c) İyilerin kenara çekilmesinin, itilmesinin veya<br />
susmasının kötülere en büyük iyilik olduğu.<br />
d) Aslında yapılacak şeyin, herkesin elinin altında<br />
olduğu halde bunun bilinmezden gelindiği veya<br />
fark edilemediği yahut bakar körlük yapıldığı...<br />
Hikâyenin sonunda Tamer’in eliyle oynadığı “yediveren<br />
gülün goncası”, onun güzelliğe, hikâyecinin<br />
anlayışına çok yakın olduğunu, fakat bunun<br />
farkında olmadığını, aslında elinin altındakinden<br />
haberi olmaksızın elinin dışındaki şeylerin peşinde<br />
olduğunu (yani, hayatın görünen yüzü ardındaki<br />
gerçeklerden habersiz kaldığını; bir ideale yükselme<br />
yeteneğine sahip olmadığını; ideolojide<br />
kaldığını) göstermektedir.<br />
Peki bunca söz arasında yazar ner(e)dedir?<br />
Eşiğin o tarafında mı, bu tarafında mı?<br />
Bahçenin içinde mi, kenarında mı, kıyısında mı?<br />
Metnin ‘paralel evren’inde mi? Siluetiyle saklı<br />
odalarda mı? Yoksa ‘duman altında! mı? Bunu<br />
kim tespit edebilir? (Bir tespit ihalesi yapılsa,<br />
anlatıcı yazar, bu ihalenin eşiğinden geçebilir<br />
mi?). Bu durumda söylenilmesi gereken şudur:<br />
Bu tür sorularda düğümü kuram çözer. Yani, bunca<br />
soruya karşılık alacağımız cevap, verdiğimiz<br />
nazarın, uyguladığımız yöntemin ya da hatırını<br />
gözettiğimiz kuramın ürünü olacaktır.<br />
Bu bağlamda, yazarın söylemek istediklerinden<br />
birini bir yorum olarak şöyle dile getirebiliriz: Gerçekte<br />
eşiği geçmesi gerekenler, ‘yediveren gülü’nü<br />
görenler, güzelliğin farkına varanlar ve bunu hayata<br />
geçirenlerdir (Öyküde bu gerçeğin negatif hali<br />
yer almaktadır). Metin üzerinden yazar hakkında<br />
bir yorumsama yapılması gerekirse, söylenmesi<br />
gereken cümlelerden biri her halde şudur: Mustafa<br />
Kutlu, bu hikâyesiyle, hikâye eşiğinden bileğinin<br />
67<br />
hakkıyla geçmiştir. Gülün farkına varması bunun<br />
kanıtlarından biridir. Ama bu yeterli midir? Soru<br />
hâlâ boşlukta asılı durmaktadır. 8<br />
Metnin Bir Yerinde ‘Yediveren<br />
Gül’ün Açık Verdiği Sır<br />
[Yapısalcılıksonrası, yapıçözüm nazarıyla okuma.<br />
Son ucu: Metinde kendini gizleyen gül, bozguncu<br />
bir öğedir ve kenarda bırakılmışlık, kenara<br />
çekilmişlik ya da pasiflik göstergesi olarak gözükmektedir)].<br />
Metni yapıçözüm nazarıyla yeniden<br />
okuduğumuzda, “Eşik”teki bazı yapı unsurlarının<br />
konum ve işlevinin değiştiği ve bazı görüntülerin<br />
çok farklı anlamların ileticisi olduğu, olabildiği<br />
görülecektir. Biz bunlardan sadece bir tanesi<br />
üzerinde durmak, metni onun üzerinden tekrar<br />
okumak ve bu okumanın dokuduğu anlamı okurlarla<br />
paylaşmak istiyoruz. Metin üzerinde işaret<br />
ettiğimiz veya metnin üzerine attığımız bu unsur,<br />
“yediveren gülü”dür. Yapıçözüm diliyle söylersek,<br />
metindeki bu unsur bir gösterenden<br />
ibaret değildir; fakat aynı zamanda hem gösteren,<br />
hem de gösterilen durumundadır. (Birinci nazarda<br />
gösteren yönü üzerinden gidildiği için, burada<br />
ikinci yön üzerinde durulacaktır). O halde, bu<br />
bağlamda diyebiliriz ki:<br />
Metni –bu imge üzerinden- yeniden okumanın<br />
gösterdiği sırlardan biri, yazarın kendini köşede,<br />
kenarda, dipte bir yerde gösterdiği veya<br />
sakladığıdır. Bu, metnin bir yerinde anlamın<br />
saklanmasının yazarın konumunda yeniden<br />
üretilişidir. Yazarın kendini hayatın bir yerinde<br />
saklı bir anlam gibi yaşamasının metnin uzamında<br />
bir biçimde sunulması veya bu hâlin metin üzerinde<br />
‘kendini gelmeye bırakmak’ tarzında sakin<br />
anlatımıdır. Burada birden çok sır olduğu bellidir.<br />
Yazarın kendini ortaya çıkartmaması, -hayatında<br />
olduğu gibi, mahviyet ve tevazuu gereği- aslında<br />
iyi bir tutum ve tavır alıştır, hem izlediği hikâye<br />
tekniği, yani geleneğin içinden bir hikmete binaen<br />
çekip süzdüğü ve bir ömür okur görürlere arz ettiği<br />
anlatı tekniği açısından, hem de duygu ve düşünce<br />
dünyasının bir yansıması olmak bakımından.<br />
8 Sebebi, metnin, yapıçözüme açık tutulmasıdır.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Sessizliğin sınırsız sesler ve gürültüler arasında<br />
kendini saydam bir su gibi hissettirdiği ânlara<br />
benzer bir durumdur bu. Ancak, var oluşu gereği<br />
–rengiyle, kokusuyla, biçimiyle, mizacıyla- göze<br />
görünmesi gereken gülün, kendi içine çekilmesi<br />
(ki sonu kendine çökmeye varabilir) yani bir çeşit<br />
‘pasifliği’ veya ‘edilgenliği’ bir tavır olarak görünür<br />
kılmaktadır.<br />
Bunu, aşırı yorumlamayla, benimsenmiş bir ideolojinin<br />
(bir dünya görüşünün) kendini gizlemek<br />
suretiyle var kılmak istemesi ya da kendini gizlemek<br />
suretiyle var kılan ideolojinin bireysel açıdan<br />
metinde yüz göstermesi 9 olarak da alımlayabiliriz.<br />
Metinde bunun dilbilimsel ipuçları bir hayli fazladır<br />
(Bunlar daha ziyade sıfat kullanımında ve davranışı<br />
görünür kılan ifadelerde ortaya çıkmaktadır). Bu<br />
pasifliğin göstergelerinden biri, bizzat ‘yediveren<br />
gül’ ifadesidir (Yani bu ifadenin metinsel mekân,<br />
içeriksel mekân, metafiziksel mekân içindeki yeri,<br />
konumu, işlevi ve değeridir). Çünkü, yediveren<br />
gülün yedi vermek yerine –yani bulunduğu ortamda<br />
devamlı açmak veya hükmünü sürdürmek<br />
yerine- sadece söylemini gerçekleştirdiği bellidir!<br />
Bu noktada “yediveren gül”, aktif bir eylemin –en<br />
azından, kokusuyla ortamı etkileme vb. tarzında-<br />
davet edicisi değildir. Bu da, hiç kuşkusuz, yapısalcı<br />
ve yapıçözüm nazar açısından yorumlanması gereken<br />
önemli bir göstergedir).<br />
[Bilindiği gibi, yapıçözüm felsefesinin kurucusu<br />
Derrida, Nietzsche’nin çok önemsiz gibi görünen<br />
basit bir notundan –yani, “Şemsiyemi unuttum”<br />
şeklindeki küçük bir notundan- yola çıkarak onun<br />
düşünce sistemine nasıl erişebildiğini ustalıkla<br />
açığa çıkarmış ve onun bütün felsefesinin hayatı<br />
tırnağa (“...”)almaktan ibaret olduğu hükmüne<br />
varmıştır. 10 Derrida, çok önemsiz gibi görünen<br />
basit bir nottan yola çıkarak nasıl çarpıcı bir<br />
çıkarsamada bulunmuşsa, biz de aynı yoldan<br />
9 Bu alımlamanın yorumunu doğru bir biçimde yapabilmek<br />
için, İslâmiyet’i dünya ve hayat görüşü olarak benimsemiş yazarın<br />
diğer metinlerini, siyasi düşüncelerini, hattâ eylemlerini de<br />
bilmek gerekir. Çünkü, işin bu noktasında yazarın ‘devlet’ anlayışı<br />
da işin içine girecektir. “Gül”ü hayatın merkezine alan anlayışla<br />
kenarda bırakan anlayış nasıl bir değilse, bunların bir metinde<br />
konumlandırılması da, sadece sosyal gerçekliğin yansıtılması<br />
veya ortamın/ mekânın tasvir edilmesi, yani realite adına bir görüntüleme<br />
olarak görülecek bir işlem değildir. Bunu okurların fark<br />
etmesi ve boşluğu doldurması gerekir.<br />
0 Bkz. David Hoy, “Jacques Derrida”, Çağdaş Temel Kuramlar,<br />
haz. Q.Skinner, çev. A.Demirhan, 2.b., Ankara 997, s. 76-78.<br />
68<br />
giderek –Kutlu’nun sırlı metnini, bir yerlerde<br />
değil, fakat bizzat okur görürlerin gözleri onünde<br />
unutmuş ve okur görürlerin tepkileri karşısında<br />
bu unutulmuşluğu askıya almış veya ‘gelmeye<br />
bırakmış’ olduğunu varsayarak- metinsel uzamdan<br />
hayat uzayına açılabiliriz. Tabii, bu noktada,<br />
yapısalcılığın türevleri sayılan kuram veya<br />
yaklaşım tarzlarından istifade etmek, ancak asıl<br />
çıkarsamada Derrida’nın nazarını, hâkim görüş<br />
tekniği ya da bir özel gözlük olarak kullanmak<br />
mecburiyetindeyiz].<br />
Metindeki yediveren gülün yeri ve konumu,<br />
yazarın metin kurgusundaki tekniğinin ‘iç’teki<br />
görüntüsünü/gerçeğini, güle nispetle görülen<br />
sair şeylerin yeri ve konumu ise bunun ‘dış’taki<br />
görüntüsünü karşılamaktadır. İçiçiçe geçen<br />
görüntüleri fark edelim: 1) Odadaki gül ve diğer<br />
şeyler. 2) Odadakiler ve dışardaki şeyler. 3)<br />
Asıl konu ve dışındaki konular. 4) İhale elde etmenin<br />
usûlü ve yan yollar. 5) Okuyuculara olayı<br />
aksettirme şekli ve nitelendirmeler. 6) Hikâye<br />
şahıslarının kendini veya hallerini takdim tarzları<br />
ve dışardan görünen halleri. 7) Hikâyenin iskeleti<br />
ve anlatımı ile, bunun yazarın öyküleri ve öykü<br />
anlatma amacı içindeki yeri ve değeri vb. Böyle<br />
bir kurgu içinde, “yediveren gül”, aslî niteliğini icra<br />
etmekten uzak bir mevkide gözükmektedir.<br />
Yapıçözüm uygulandığı takdirde, -simgesel<br />
açıdan da olsa- metindeki en anlamlı, en aslî,<br />
en yapıcı ve kurucu ögeyi oluşturan bir imgenin<br />
bile, en yapı bozucu (bozguncu) bir öge olarak<br />
arz-ı endâm edebileceği, (metnin anlamını kazıyıp<br />
kastını bozabileceği veya anlamı -her hakkı<br />
çözümsüzlükte saklı- potansiyel bir imkân hâlinde<br />
gösterebileceği) görülmektedir. Aslında bu -metnin<br />
niyetini, maksadını ve stratejisini (yazarın<br />
tahakkümünden kurtularak) açığa çıkarmak<br />
amacıyla- yapılabilir. Yapılmalıdır; çünkü zaten<br />
yazar da, öyküyü kurgularken sosyal açıdan bozguncu<br />
olan –veya bozguncu olduğuna inandığı-<br />
unsurları “ta’dil”den veya “tanzim”den bahsetmeksizin<br />
tespit, tasvir, tahlil ve tenkit etmektedir. O<br />
halde, –yapıçözüm diliyle, gösterenin gösterilene<br />
dönüşmesi gibi- söylemek istediği şeyi ister istemez<br />
kendini ele vererek söylemesi kaçınılmazdır.<br />
Bu avcının av olmasıdır. Bu noktada asıl soru,<br />
metnin bu bakışı davet edip etmediği ya da buna
açık olup olmadığıdır.<br />
Bu halde denilebilir ki, yazar da, ‘yediveren<br />
gül’ü eşikte bırakmış, ‘güzel olan’ı gözden uzak<br />
bırakmak veya güzel olanın bu sosyal hayatta<br />
gözden uzaklaştırıldığını görselleştirmek/vurgulamak<br />
istemiş olsa da, kurguda bunu öncelememek<br />
suretiyle, metinsel tasarruf açısından<br />
eşiği geçememiştir. Bu açık sırrıdır metnin...<br />
Eşiği geçen, geçmiştir [(Atı alan -mafya- ihaleyi<br />
geçmiştir. Ama bu geçiş, eşiği geçmenin negatifidir.<br />
Yazar bundan, yani bu geçişin negatifliğinden<br />
söz etmemiştir).. Eşikte kalanlarsa, zorunlu olarak<br />
olumlanmıştır. Yani, bu açıdan bakıldığında ‘eşikte<br />
kalanlar’, ‘o hayat’ın, yani yasadışı yollardan iş<br />
ayarlayan ya da işlerini ayak oyunlarıyla yürüten<br />
tüccarların yaşam alanlarından uzakta kalmak/<br />
bırakılmak suretiyle bir biçimde ‘kurtulanlar’dır.<br />
Bu, kaybetmenin kazanmak anlamıyla eşitlendiği<br />
ânlardan biridir]. Yazarın göstermek istediği de,<br />
eşiğin berisinde kalanlardan çok, ötesine geçmiş<br />
olan, daha doğrusu zaten orada bulunanlardır.<br />
Bu noktada ne yazar herhangi bir öneri getirir,<br />
ne anlatıcı araya girerek okuru yönlerdirir; ne de<br />
metin –yazarına rağmen veya yazarla birlikte-<br />
böyle bir strateji geliştirir. Üstelik, metnin adı<br />
dışında böyle bir “eşik” yoktur (Bu da, metin konusu<br />
“ihale”nin sözde bir ihale olduğu gerçeğine<br />
denk düşer). Yazar, adı var kendi yok bir kavramın<br />
üzerinden iş hayatının işleyiş biçimine dair eleştirel<br />
bir resim çıkartmıştır. Bunda haklıdır; fakat o,<br />
dâhil olduğu bu manzaraya müdâhil değildir. Bunda,<br />
gerçeğe veya gerçekliğe sadakatin mi etkisi<br />
vardır (belki); sanatsal duruşunun mu etkisi vardır<br />
(belki); yazıldığı yılların siyasal ve ruhsal atmosferinin<br />
mi etkisi vardır (belki); ideolojisinin ya da<br />
benimsediği dünya görüşünün mü etkisi vardır<br />
(belki). Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, her halde<br />
–böyle bir metinsel kurgu ile- yapılması gereken<br />
şey, ‘eşiğin değiştirilmesi’ eylemine denk bir eylem<br />
önerisi veya iması olmalıdır. 11<br />
Bilindiği gibi bu deyiş, İbrahim peygamberin, oğlu İsmail’in<br />
ilk hanımı hakkında kullandığı (“Geldiği zaman İsmail’e söyle,<br />
‘eşiğini değiştirsin!’..” sözü) mecazi bir ifadedir. “Eşiği değiştirmek”,<br />
boşamak demektir. Biz, bu deyişi, eşik kavramının anlamının<br />
ya da bağlamının değiştirilmesi için kullanmak istiyoruz.<br />
Çünkü, yazarın kullandığı anlamda –âdil bir sosyal ve ekonomik<br />
düzen ya da yasal kurallar vs. bağlamında- bir ‘eşik’ zaten mevcut<br />
değil; ancak nâ-mevcut olarak mevcut, sözde var. O halde,<br />
önünde veya sonunda bu eşiğin değiştirilmesi, hakiki anlamda<br />
kurulması/kurgulanması gerekmez miydi?<br />
69<br />
Fakat yazar, böyle bir şeyi ne îma, ne de işaret<br />
etmektedir. Bu metin ötesi durum, ancak ikinci<br />
nazarın kavrayabileceği çarpıcı ‘açık’lardan biridir.<br />
Şöyle de denilebilir: “Eşik”te mevcut nesneler,<br />
sadece sosyal, ticari, siyasi bir gerçekliğin değil<br />
de, aynı zamanda yazarın bağlandığı anlayışın<br />
da bir göstergesi ise, hikâyenin son sahnesinin<br />
“sigara dumanlarının yediveren gül üzerine pis<br />
kokusunu yayması”yla kapanması, bu imgeyi bir<br />
gösteren olmaktan çıkarıp –yazarın kendisinin ve<br />
düşünce tarzının da îma edildiği- bir gösterilen<br />
durumuna getirir. Böyle bir dönüşüm ise, hikâyecinin<br />
kendi oyunuyla alta düşmesi ve maksadını<br />
gerçekleştirememesi demektir. Çünkü “yediveren<br />
gülü” eşikte değil, dışarda tutulmuştur.<br />
Bu, durumu eleştirmek için bile olsa, çizilen<br />
görüntü daha sonra açılmamakta, bir umut<br />
parıltısı halinde varlığını duyumsatma imkanı<br />
verilmemektedir. Hayata müdahil bir öğe olarak<br />
seçilen bu timsalin seçilmesi yerindedir; fakat<br />
–tezatlı durumu ifade etmek üzere yerleştirilmiş<br />
bile olsa (ki yazar dil ve üslûp, tavır ve zihniyet,<br />
ferdi ve sosyal, dini ve siyasi, fiziksel ve metafiziksel<br />
durumları karşı karşıya getirmekte mahirdir)-<br />
konumlandırıldığı mekan itibariyle, yerli yerinde<br />
değildir. Böyle pasif bir işlev için sıradan bir gül<br />
seçilebilirdi. Oysa “yediveren gül” tercih edilmiştir.<br />
O halde bu, - aşırı bir yorumlamayla- hikâyenin<br />
devam ettiğini göstermektedir.<br />
Son Söz Yerine Bir Çıkarsama:<br />
“Eşik” metninde tecessüm eden şey, bir<br />
bakıma, bütün öğelerin tek tek ve toplu olarak<br />
oluşturduğu yapısal, anlatımsal ve anlamsal galaksinin<br />
(yapısalcılığın), tecelli eden şey ise, sözel,<br />
metinsel alanın veya görünenin ardındakini<br />
kavrayan ve kaotik manzaranın anlamlarını<br />
gösteren yapısalcılıksonrası nazarın (postyapısalcılığın)<br />
12 soyut müdâhalesidir. Bunun<br />
görünürlük kazanmasında yazarın doğrudan<br />
2 Yani görünmeyeni kavrayan –günlük yaşam sürüp giderken,<br />
bellektekilerin kafa veya zihin gözünde iç içe girerek, palimsest<br />
görünümlerden çok sanal ortamda realitenin cümle sınırlarını<br />
flûlaştıran, geçirgenleştiren ve eriten giriftlikler gibi birbirinin<br />
içinden geçerek oluşturdukları kaotik sahneleri ve bunların anlamlarını<br />
gösteren post-yapısalcı nazarın.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
dahli değil, fakat nazarın (metinsel nazarın, niyetin,<br />
kastın) dolaylı dahli söz konusudur. Çünkü,<br />
“metnin stratejisi” budur.<br />
“Eşik” bağlamında olmak ve bütün hikâye<br />
serüveni, bu serüveni yönlendiren münavebeli<br />
düşünce evreni ve duygu atmosferi dikkate<br />
alınmak kaydıyla, denilebilir ki, Mustafa Kutlu,<br />
Türk öykücülüğünün ‘yediveren gül’üdür. Bütün<br />
sanatsal hâlelere ve estetik ihâlelere rağmen, ‘bu<br />
böyledir’. Tabii, okur görürler bu hüküm sözünü,<br />
hangi bakış açısıyla göreceklerine kendileri karar<br />
vereceklerdir. Çünkü “eşik” okurdur. Ve ‘son söz’,<br />
öyküde veya düşüncede değil, okurların gözlerinde<br />
saklıdır.<br />
“Eşik” metni ve “Eşik” hakkındaki yorumumuzla<br />
ilgili son söz, son karar, son yargı da okura<br />
aittir. Bu yazı da, yorumun ucunu açık bırakmak<br />
suretiyle, okuru kendi ‘karar’ına sahip çıkmaya<br />
çağırmaktadır. 13<br />
3 Yani okurlar, yapısalcı nazarın bağışlayacağı görüntülerle<br />
mi yetinecek, yoksa post-yapısalcı nazarın takdim edeceği sürpriz<br />
görüntülere açık bir okumayı mı tercih edecektir? Bu tercihin<br />
yönü, okurların metne müdahil olmak suretiyle metni özel bir biçimde<br />
gerçekleştirebilmelerinin yolunu açacak veya kapatacaktır.<br />
Biz, hem metnin hem de metin sahibinin selameti açısından, bu<br />
yolun açılmasını ve okurların boşlukları doldurmasını sar(s)ıcı bir<br />
imkânın kullanılması olarak görüyoruz.<br />
70
METİNLERARASI<br />
İLİŞKİLER AÇISINDAN<br />
MUSTAFA KUTLU’NUN<br />
BU BÖYLEDİR İSİMLİ<br />
ESERİ<br />
Özet: Mustafa Kutlu’nun Bu Böyledir isimli<br />
hikâye kitabı, metinlerarası ilişkiler açısından<br />
okumaya çok müsait ve bu açıdan ele alındığında<br />
zengin yorumlara imkân tanıyan bir eserdir. Bu<br />
eserin bu açıdan okunması sonucunda, yazarın<br />
bağlantı kurduğu metinlerin e debî metinler, dînî<br />
metinler, şarkı, türkü ve ilâhî gibi müzikal metinler<br />
ile günlük hayatın standart dilinden gelme<br />
klişe metinler şeklinde bir yelpazeye yayıldığını<br />
gözlemek mümkündür. Yazar, kendi metnini bu<br />
dağılım kategorisi içinde çok zengin bir metinler<br />
ağı ile kurmuş ve bu metinlerle kurulan ilişkiler<br />
çerçevesinde Kutlu’nun hikâyeleri çok katmanlı<br />
ve zengin tedailere dayanan birer eser olarak öne<br />
çıkmıştır.<br />
Anahtar Kelimeler: Mustafa Kutlu,<br />
metinlerarası, Türk hikâyesi, Bu Böyledir<br />
71<br />
Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
The Work of Mustafa<br />
Kutlu Named Bu Böyledir<br />
in Terms of<br />
Intertextuality<br />
Abstract: The narration book of Mustafa Kutlu<br />
named Bu Böyledir, is an eligible work in order to<br />
be read in terms of intertextuality, hence it enables<br />
rich and productive interpretations. As a<br />
consequence of such reading, it is possible to observe<br />
that the texts which the author has related<br />
to, spread to a vast range including the literary<br />
texts, the divine texts, the musical texts such as<br />
songs, folksongs, hymns and the stereotype texts<br />
of the language of everyday life. The author has<br />
framed his work within these spreading categories<br />
by a very rich network of texts and within the<br />
framework of the relations set by those texts, the<br />
narrations of Kutlu have become the works containing<br />
rich connotations and more levels and so<br />
profundity in themselves.<br />
Key words: Mustafa Kutlu, intertextuality, The<br />
Turkish narration, Bu Böyledir.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Mustafa Kutlu’nun, ilk baskısı <strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>87 tarihini<br />
taşıyan Bu Böyledir’i, bir çerçeve hikâye içerisinde<br />
birbirini bütünleyen sekiz hikâyeden oluşan bir<br />
eseridir. Biz önce eserin konusunu burada özetlemek<br />
istiyoruz:<br />
Bu Böyledir, geniş perspektifte, Anadolu’da<br />
sakin ve huzurlu bir geleneksel hayatı yaşayan<br />
iddiasız bir şehrin ortasından geçen bir otoyolun<br />
yapımı ve müteakiben bu otoyolun şehre taşıdığı<br />
modern dünyanın imkân ve fırsatlarına karşı<br />
uyanış sonrasında şehirdeki hayatın değişmeye,<br />
“modernleşme”ye başlaması, buna paralel olarak<br />
da şehrin “rahat”ının kaçması, insanların da<br />
değişmeye, bozulmaya başlaması sürecini anlatır.<br />
Perspektifi daraltırsak, karşımıza hikâyenin baş<br />
kahramanı Süleyman Koç çıkar. Süleyman Koç,<br />
lisede hep felsefeden sınıfta kalmış, hayatta<br />
istediği yere gelememiş, kavruk bir adamdır. Bütün<br />
delikanlılık yılları annesiyle birlikte yoksul bir<br />
hayatın içinde, bir yandan Hafız Yaşar’dan hafızlık<br />
dersleri alarak, bir yandan “felsefe”den geçmeye<br />
uğraştığı liseye devam ederek, bir yandan da<br />
tuğla ocaklarında çalışmakla geçmiştir. Kendisi<br />
gibi yoksul bir ailenin kızı olan Zinnure ile evlenir<br />
ve bir bankada çalışmaya başlar.<br />
Otoyolun sağladığı ve “taşıdığı” ortam şartları<br />
ve imkânlar sonucunda şehirde hayat ve insanlar<br />
hızla değişmeye başlamıştır. Bir Atatürk<br />
Parkı ve onun da içine bir lunapark açılmıştır.<br />
Lunapark, hikâyede önemli bir yer tutar. Biz<br />
kitabın “Bu Böyledir” isimli ilk ve “Son” isimli son<br />
hikâyesinde Süleyman Koç, karısı ve çocuğunu bu<br />
lunaparkta görürüz. Onlar da herkes gibi parkın<br />
cazibesine kapılarak bir akşam buraya eğlenmeye<br />
gelmişlerdir, fakat çıkmak istediklerinde bir türlü<br />
çıkış kapısını bulup da parktan çıkamazlar. Buradan<br />
çıkış yoktur.<br />
Çok kalın çizgilerle özetlediğimiz Bu Böyledir, bizim<br />
için bir yandan sembolik okumalara, bir yandan<br />
da başka pek çok metne yaptığı göndermeler<br />
ile halka halka ve katman katman genişleyen,<br />
giriftleşen metinlerarası ilişkilerin izini sürmeye<br />
imkân tanıyan bir metin özelliğini taşımaktadır.<br />
Biz burada, bu eserdeki hikâyelerin sembolik ve<br />
metaforik yorumlarını ve çözümlemelerini bir<br />
başka çalışmaya saklı tutarak, eseri oluşturan<br />
72<br />
sekiz hikâye metninin başka metinlerle kurduğu<br />
metin ilmekleri üzerinde durmak istiyoruz. Bunun<br />
için de bir metin çözümleme yöntemi olarak son<br />
30-40 yılın edebiyat incelemelerinde öne çıkan<br />
metinlerarası (intertextuality) incelemenin üzerinde<br />
durduğu alıntı, gönderge, anıştırma, parodi,<br />
dönüştürüm, öykünme (pastiş) gibi kavramların<br />
çevresinde Bu Böyledir’i okuyacak ve “metni yapan<br />
metinler” ağının ana ilmeklerini, bir bildiri<br />
metni imkân ve ölçüsünde, en azından belli başlı<br />
örneklemeleri ile ortaya koymaya gayret edeceğiz.<br />
Hemen belirtelim ki, bunu yaparken elbette üzerinde<br />
çalıştığımız metni (Bu Böyledir’i) yapan diğer<br />
metinlerin izini sürme ve onlara gönderme yapan<br />
ipuçlarını Bu Böyledir içinde yakalayabilme<br />
becerimiz veya birikimimiz, bizim de sınırlarımızı<br />
teşkil edecektir. Bizi buna cesaretlendiren ise,<br />
metinlerarasıcılığın önemli teorisyenlerinden<br />
birisi olan ve meseleyi “alımlama” vurgusu üzerine<br />
kuran Michael Riffaterre’in bu konuda okurmetin<br />
arasındaki ilişkiyi belirleyen şu kuramsal<br />
fetvasıdır:<br />
“Metinlerarası, okurun kendinden önce ya da<br />
sonra gelen bir eserde, başka eserler arasındaki<br />
ilişkileri algılamasıdır. Öteki metinler, önümüzdeki<br />
metnin metinlerarası göndergesini oluştururlar.” 1<br />
***<br />
Bu Böyledir, bizce Sır gibi, Yoksulluk İçimizde<br />
gibi, Kutlu’nun metinlerarası ilişkiler bakımından<br />
okumaya en müsait eserlerinden birisidir.<br />
Böylesi bir ilişkiler ağına dair dikkatleri yolumuzun<br />
pusulası yaptığımızda, bu eserin ve eseri<br />
oluşturan hikâye metinlerinin ilkinin başlığı olan<br />
“Bu Böyledir” ifadesi güzergâhın başında daha<br />
ilk duraklama noktamız olarak kendisini göstermektedir.<br />
“Bu böyledir.”, bir hüküm, kat’iyet ve<br />
kararlılık bildiren cümle olarak bizim karşımıza<br />
Kur’ân-ı Kerim’de sık çıkar. Meselâ Meryem<br />
Suresi’nde hanımı ve kendisi iyice yaşlanmış<br />
olan Hz. Zekeriya’ya Yahya isminde bir erkek<br />
çocuğu olacağı müjdelendiğinde o, hayretler<br />
içinde “Yarabbi! Hanımım kısır ve ben de iyice<br />
ihtiyarlamışken nasıl oğlum olabilir ki?” diye<br />
Bu alıntı için bk: Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, 3.<br />
bs., İstanbul <strong>20</strong>07, Öteki Yayınları, s. 6 . Bu konuda ayrıca yazarın<br />
şu eserine de bakılabilir: Parçalılık Metinlerarasılık, İstanbul<br />
<strong>20</strong>04, Öteki Yayınları, 424 s.
sorar ve aldığı cevap “Bu böyledir!” kesin hükmü<br />
ile başlar 2 . Surenin devamında benzer bir<br />
durum, Hz. Meryem’in başına da gelir. Ona da<br />
İsa’yı doğuracağı müjdelendiğinde, Meryem’in<br />
şaşkınlığına karşılık olarak aynı kesin cevap verilir:<br />
“Bu böyledir!” 3<br />
Kutlu’nun eserinde lunapark metaforu ile<br />
anlattığı modern hayatın “çıkışsız”lığı, kaotik yapısı<br />
ve kendisini bu hayata teslim eyleyen insan için<br />
kaybolmuşluğun kaçınılmazlığı da kitabın başlığı<br />
olarak seçilmiş bu ifade ile vurgulanmıştır. “Bu<br />
Böyledir” vurgusunun ardında yukarıda andığımız<br />
âyetlerin kat’iyeti söz konusudur.<br />
Bu kat’iyet, metin içerisinde de yer yer tekrarlanan<br />
“Bu böyledir.” cümlelerinde tekidli olarak<br />
karşımıza çıkar:<br />
“Bu böyledir. Yaz tatillerinde tuğla ocaklarında<br />
çalışan cılız çocuklar, dul karı yetimleri, bir kötü<br />
tavşanı bile vuramayan askerliğini yapmış banka<br />
memurları, adı Süleyman’a çıkmışlar, hep felsefeden<br />
kalırlar. Hayatları kayar.” (s. 12).<br />
“Bu böyledir. Çünkü geldik. Yani Atatürk<br />
Parkı’ndaki sıralara oturduk. Yani semaverler<br />
kaynadı. Yani muhasebe öğrendim ve banka memuru<br />
oldum.” (s. 17).<br />
Metnin içine henüz adım atmadan, bizce kitabın<br />
kapağına konulan 4 ve hüsn-i hattın Dîvânî türü<br />
ile yazılmış müselles “Hiç” ibaresi de Kutlu’nun<br />
metnini daha kapaktan itibaren tamamlayan ve<br />
tasavvuf kültürünün önemli metinlerine işaret<br />
eden bir gönderge niteliğindedir. Tasavvufa göre<br />
bu dünya bir “hiç”tir, asıl olan “öte dünya”dır. Bu<br />
yüzden eskiler, geleneksel kültürümüzün tasavvuf<br />
anlayışının adeta bir özet metni olan bu “Hiç” ibaresini,<br />
hüsn-i hat tablosu olarak yazdırıp evlerinin<br />
baş köşesine asmışlardır.<br />
Kutlu’nun hikâye atmosferini oluşturan modern<br />
dünya/lunapark da bu açıdan bakıldığında aslında<br />
bir “hiç”tir.<br />
Yukarıda eserin baş kişisinin Süleyman Koç<br />
2 Meryem Suresi, 8-9. âyetler.<br />
3 Meryem Suresi, 2 . âyet. Benzeri bir ifade için bk.: Sâd Suresi,<br />
55. âyet.<br />
4 Bu Böyledir’in bu çalışmada kullandığımız baskısı şudur: İstanbul,<br />
<strong>Ekim</strong> 99 , Dergâh Yayınları, 83 s. Eserin diğer baskılarında<br />
da bu “Hiç” hattı, farklı düzenlemelerle de olsa korunmuştur.<br />
73<br />
olduğunu söylemiştik. Adı her ne kadar Süleyman<br />
ve soyadı Koç olsa da, bizim Süleymanımız,<br />
geleneksel edebiyatımızın yahut dînî/tarihî literatürümüzün<br />
kıssa, şiir yahut hikâyelerinin<br />
Süleyman’larına benzemez. O ne Hz. Süleyman<br />
gibi ateşe, rüzgâra hakim bir hükümdar/peygamberi<br />
andırır, ne de Kanûnî Sultan Süleyman’ın<br />
haşmet, dirayet ve iktidarı vardır kendisinde.<br />
Yazar burada bu ismin tarihî ve kültürel<br />
arkaplanında yatan çağrışımlara dayalı bir parodik<br />
(gülünçleştirici) adlandırmayı seçmiştir bizce<br />
eserinin kahramanına.<br />
Nitekim aynı yaklaşım onun soyadında da mevcuttur:<br />
Koç.<br />
Kutlu’nun bu kavruk, silik ve hayatta başarısız<br />
kahramanı, hikâyede çizilen portresi ile tarihî<br />
birer şahsiyet olan haşmetli Süleymanlar’a değil,<br />
yine bir başka edebî metnin zavallı Süleyman’ına<br />
benzemektedir: Orhan Veli’nin “Kitâbe-i Seng-i<br />
Mezar” şiirinin ayakları nasırlı, ayakkabısı vuran,<br />
yoksul Süleyman Efendisine... 5<br />
Eserin daha girişinde bizi karşılayan bu<br />
metinlerarası bağlantılardan sonra, kitaptaki<br />
hikâye metinleri üzerinde bu gözle yapılacak bir<br />
okuma, karşımıza yoğun bir metinlerarası ilişkiler<br />
ağını çıkarmaktadır. Bu ağı ören metinleri özelliklerine<br />
göre sınıflandırmak istediğimizde, şöyle<br />
bir tasnif uygun olmaktadır:<br />
1- Edebî metinlerle kurulan<br />
ilişkiler<br />
“Bu Böyledir” hikâyesinin ilk cümlesinden hemen<br />
sonra gelen cümle, Yahya Kemal’in “Açık<br />
Deniz” şiirinden yapılan bir alıntı (citation)dır:<br />
“Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan.” (s.<br />
7) 6 . Hemen ardından gelen sayfada ise, bu alıntının<br />
adresi açıkça verilir: “Üstad Yahya Kemal, ‘vatan’a<br />
5 Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, 8. bs., İstanbul 982,<br />
Can Yayınları, s. 02. Burada Orhan Veli’nin şiirindeki Süleyman<br />
Efendi’yi çağrıştıran bir başka Süleyman Efendi’yi, mezar taşına<br />
yazılan şu kitabe-şiir dolayısıyla hatırlamak yerinde olur:<br />
“Ben de bir zamanlar Süleyman idim,<br />
Ateşe, rüzgâra hükümrân idim.<br />
Sanmayın ki Sultan Süleyman idi,<br />
Tersanede körükçü Süleyman idim.”<br />
6 “Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan/Rü’yâma girdi<br />
her gece bir fâtihâne bir zan.” (“Açık Deniz”, Kendi Gök Kubbemiz,<br />
28. bs., İstanbul <strong>20</strong>07, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., s. 7.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
‘zan’ kafiyesi düşmüş.” (s. 8).<br />
“Açık Deniz”de Yahya Kemal’in bu mısraı söylerkenki<br />
ufku, milletin tarihî macerası içinde<br />
yaşadıklarından sonra aktüel zamanda içine<br />
düştüğü toplumsal bozgun psikolojisine rağmen<br />
şairin kendisinin bu psikolojinin tersine, rüyada<br />
da olsa “fatihâne zan”larla dolu oluş heyecanıdır.<br />
Mustafa Kutlu, bu mısraı bu bağlamdan çıkartarak,<br />
bir bakıma Süleyman Koç’un bireysel bozgununun<br />
ve modern hayat karşısındaki mağlûbiyetinin ifadesi<br />
yapar. Hikâyenin ilk cümlesi olan “Hep beni<br />
yazdın.” cümlesi ise, Süleyman Koç’un, emsalleri<br />
arasında, hep anlatılagelen ve geleneksel zamanlardan<br />
modern yaşayışa geçişte bocalayan, tökezleyen,<br />
“kronolojisi” sürekli “mağlûp” ve “yaslı”<br />
oluşlarla yazılmış bir “tipik” örnek olduğunu bize<br />
kavratır.<br />
Süleyman lunaparkta tüfekle bir oyuncak<br />
tavşana atış yapılıp vurulduğunda konulan ödülün<br />
alındığı bir standa gider ve heveslenerek o da<br />
atış yapmaya başlar. Yanıbaşındaki kıllı, göbekli,<br />
altın dişli, beraberinde boyalı bir kadın ve elinde<br />
bir bira bardağı olan adam her attığını vururken,<br />
Süleyman’ın attıkları boşa gitmektedir. “Bir kez<br />
de ben vursam” diye hırslanan Süleyman’ın bu<br />
“atma” çabasından hareketle yazar, anıştırma<br />
(allusion) yoluyla bir başka metinlerarası göndergeyi<br />
devreye sokar: “Atalım, vuralım, devirelim,<br />
kâm alalım dünyadan.” (s. 10). Bu cümlelerle bu<br />
sefer biz Divan şairi Nedim’in çok bilinen Sâdâbâd<br />
şarkısına gideriz:<br />
“Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan<br />
Mâ-i tesnîm içelim çeşme-i nev-peydâdan<br />
Görelim âb-ı hayât aktığın ejderhâdan<br />
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a”<br />
Lâle Devrinin hedonist şairi Nedim’in yukarıdaki<br />
mısralarına bizi götüren bu anıştırma, çok bilinçli<br />
bir tercihtir ve modern dünyanın sembolü<br />
dediğimiz lunaparkta eğlenen insanların hayat<br />
algısını ve özlemlerini yansıtacak mahiyettedir.<br />
Ancak burada Nedim’in dediğinden farklı olarak,<br />
“Atalım, vuralım, devirelim...” cümleleriyle bir<br />
bakıma modern zamanların insanının yıkıcılığı,<br />
tahrip etmeyi bile bir tatmin, daha doğrusu tatminsizlik<br />
aracı olarak görüşü de kendisini ima<br />
74<br />
yoluyla göstermektedir.<br />
Süleyman bir ara hocası Kambur Hafız’ın<br />
müezzinlik ettiği caminin minaresinden yükselen<br />
ve lunaparktan da duyulan ezanla lunapark<br />
çadırlarındaki hoparlörlerden yükselen şarkı sesleri<br />
arasında kalarak bir derûnî bocalama yaşar,<br />
ardından bir anlık da olsa gençlik yıllarına döner<br />
ve bir durum muhasebesine girişir:<br />
“Geçtim şarkıların ortasından, cami<br />
şadırvanından, vakıf talebe yurtlarından. Yeni bir<br />
gömlek giyemedim...” (s. 13)<br />
Bu cümleler bizi yine bir içsel ve zihinsel<br />
dönüşümün ve değişimin ardından yazılmış olan<br />
ve bu dönüşümü dile getiren bir başka metne<br />
götürür. İsmet Özel’in “Âmentü” şiirine... Özel’in<br />
şiirindeki şu mısralar ile bu satırlar arasında gerek<br />
yapıları, gerekse mazmunları itibarıyla bir<br />
benzeşme kolaylıkla bize kendisini gösterir:<br />
“geçti çıvgınların, çıbanların, reklâmların<br />
arasından<br />
geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı<br />
kararmış rakamların yarıklarından sızarak<br />
bu söz yüreğime kadar alçaldı.” 7<br />
Otoyol sonrasında yaşanan değişim sürecinde,<br />
şehre bir Atatürk Parkı açılmıştır. Park, bir<br />
değişim mekânı olarak insanları etkilemiştir. Artık<br />
insanlar bu parka gelmekte, gezmekte, piyasa<br />
yapmaktadırlar. Lunapark bile bu parkın içindedir.<br />
Ancak Yorgancı Hafız Yaşar’ın müezzinlik yaptığı<br />
avlusu çınarlı cami, bu parkın dışındadır. Arada<br />
bir duvar vardır ve Süleyman bu duvarın üzerine<br />
oturmuştur. Bir yanda Hafız’ın sesi, öte yanda<br />
lunaparkın hoparlörlerinin:<br />
“Çadırlarla çınarlar arasında bir duvar vardı.<br />
Üzerinde ben vardım. Bir yanda hafızın sesi, öte<br />
yanda:<br />
Seniii sevdim, pek çok sevdiiiim<br />
Güzeeelsin, şirinsiin...<br />
Duvardan inip camiye doğru yürüsem...”<br />
(s. 12-13).<br />
Bu park, kitabın bütün hikâyelerinde az veya<br />
7 İsmet Özel, “Âmentü”, Erbain, 4. bs., İstanbul 992, Çıdam<br />
Yayınları, s. 43.
çok geçen ortak mekândır. Varlığı şehri ve şehrin<br />
insanını değiştirmiştir. Çevresine ve çevresindeki<br />
insanların hayatına yeni bir anlam katmıştır.<br />
“Manifatura” başlıklı hikâyede Manifaturacı Rafet<br />
bu durumu kendi bakış açısından şöyle dile getirir:<br />
“Bir de park derdi türedi şimdi efendi... Hadi gençler<br />
hevesleniyor, neyse... Ya bu kart karılara ne<br />
demeli... Yahu sabahtan akşama bu karıların ömrü<br />
bağda, bahçede geçmiyor mu? Eee, park da neyin<br />
nesi oluyor? Desinlere gidiyor bunlar besbelli...<br />
Giyinilip kuşanılacak, zort zort gidilecek, semaver<br />
ısmarlanıp çay içilecek, etrafa kurum satılacak...”<br />
(s. 47)<br />
Bu Böyledir’in bu ortak mekânı olan park,<br />
gerek toplumsal etkileri, gerekse varlığına<br />
yükleyebileceğimiz sembolik anlam ve açılımlar<br />
ile bize iki ayrı metni çağrıştırmaktadır. Bu metinlerden<br />
birisi Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken<br />
romanı, diğeri ise Behçet Necatigil’in “Yol” isimli<br />
radyo oyunudur.<br />
Buğra’nın Yağmur Beklerken romanı <strong>19</strong>30’larda<br />
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu ve bilhassa<br />
Anadolu’da halk arasında bu kuruluşun nasıl<br />
karşılandığını anlatır. Romanın girişinde, olayların<br />
geçtiği kasabada da bir park açılmaktadır. Bu<br />
açılış dolayısıyla kasaba halkının parka ilgisini ve<br />
parkın zamanla onların hayatını nasıl değiştirdiğini<br />
okuruz 8 . Tarık Buğra da bu parkın açılışına ve<br />
kasabanın ortasındaki varlığına toplumsal hayatın<br />
değişimi ekseninde çok şey yükler. Bu romanda<br />
da park adeta sosyal değiş(tir)menin bir sembol<br />
mekânı olarak belirir 9 . Parkın sosyal etkisi, romanda<br />
Avukat Rahmi tarafından dile getirilirken 10 ,<br />
yukarıda Manifaturacı Rafet’in muhalif tutumuna<br />
benzer bir tutumu ise Mumcu Rıza Efendi takınır.<br />
Ona göre de kasabanın üç metre dışında her taraf<br />
bağ bahçe iken, parkın açılışı anlamsızdır 11 . Bu<br />
park da çevresine çekilen duvarlarla, etrafındaki<br />
mekânlardan ayrılmıştır. Buraya da çınar yerine<br />
akasya gibi ömürsüz ağaçlar dikilmiştir. Ortada<br />
8 Tarık Buğra, Yağmur Beklerken, İstanbul 98 , Ötüken Yayınları,<br />
s. -38.<br />
9 Romanda parkın ifade ettiği anlamların yorumu için bk.: M.<br />
Fatih Andı, “Saat Kuleleri ve Parklar, Onları Yapanlar ve Onlarla<br />
Yapılanlar”, Türk Edebiyatı, nr. 4 2, Şubat <strong>20</strong>08, s. 37-4 .<br />
0 Tarık Buğra, a.g.e., s. 0.<br />
a.e., s. .<br />
75<br />
bir beton havuz vardır. Burada da ahali hoparlörlerden,<br />
zamanın yeni çıkan şarkılarını dinlemeye<br />
gelirler.<br />
Necatigil’in “Yol” oyununda 12 ise Süleyman’la<br />
Zinnure yerine iki genç çift vardır ve çiftlerin her<br />
ikisi de parkın içinde yollarını kaybetmişlerdir. Gittikleri<br />
istikametten dönmek isterler ama “çıkış<br />
kapısı”nı bulamazlar. Birinci Kız sızlanır:<br />
“Yerinde saymaya benziyor. Boşuna yorgunluk.<br />
Bir çıkış kapısı bulsaydık bari. Bu gidişle<br />
giriş kapısını aramaya kalksak, korkarım onu da<br />
bulamayız.” 13<br />
Yaklaşan Park Bekçisi’ne çıkışı sorarlar. Bekçinin<br />
verdiği cevap, Bu Böyledir’in “Son” hikâyesindeki<br />
yaşlı sarhoşun verdiği cevaba benzer:<br />
“Bu parka girenler hep ilerlediklerini sanırlar;<br />
dolap beygiri gibi aynı yuvarlak içinde dönerler,<br />
farkında olmazlar. (...) Bir o kadar daha yürüseniz<br />
boşuna. Yok bunun sonu. Bu yol sapa, çıkmaz.” 14<br />
Oyun boyunca Birinci Kız ve İkinci Kız’ın<br />
diyalogları içinde sık sık “Bu parkın sonu yok.”<br />
cümlesi geçer. Onlar da Zinnure gibi sık sık, parka<br />
gelmelerinden duydukları pişmanlığı dile getirirler.<br />
Burada da vurgulanan tema, Bu Böyledir’deki<br />
“Son” hikâyesinde olduğu gibi, “çıkışın olmayışı”dır.<br />
Bu Böyledir’de lunaparkın bir yöne doğru akan<br />
kalabalığı gibi Necatigil’in “Yol” oyununda da<br />
kalabalıklar anayolda akıp gitmektedirler. Mahalle<br />
Bekçisi, bu kalabalık ve yol ilişkisini şöyle ifade<br />
eder: “Nerde kalabalık varsa, orasıdır esas yol.” 15<br />
Bu durum karşısında Birinci Kız teslim olur:<br />
“Anlarsın! Hem ilerisi önemli değil ki! Yani ileride<br />
ne olduğu, ne olacağı önemli değil. Bizim bu yolda<br />
yürümemiz isteniyor. Herkes bunu istiyor. Herkesin<br />
rahatı buna bağlı. Rahat edecekler. Göz önünde<br />
olacağız. Görecek, konuşacaklar bizi. Sonrası onlar<br />
için önemli değil. (...) Onlar için asıl, yürünen<br />
yol önemli. Bizim mutlaka bu yoldan yürümemiz<br />
önemli.” 16<br />
Bu oyundaki çıkışı olmayan park ve kalabalıkların<br />
2 Behçet Necatigil, “Yol”, Radyo Oyunları, İstanbul 987,<br />
Yapı Kredi Yayınları, s. 225-247.<br />
3 a.e., s. 226.<br />
4 a.e., s. 227.<br />
5 a.e., s. 245.<br />
6 a.e., s. 245-246.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
akışına uyularak yürünen yol metaforları Bu<br />
Böyledir’deki lunapark ve oradan çıkmaya çalışan<br />
Süleyman ile Zinnure’nin çaresizliklerini hemen<br />
çağrıştırmakta, bu noktalarda her iki metin<br />
birbirine yaklaşmaktadırlar.<br />
Böylesi bir yakınlığı, yine Behçet Necatigil’in<br />
“Dönme Dolap” Başlıklı şiiriyle de kurmak mümkündür.<br />
“Süleyman’ın Seçimi” hikâyesi şu cümle ile biter:<br />
“Dolaşıp duracağız lunaparkın içinde.<br />
Tâ key...” (s. 32).<br />
Buradaki “Tâ key...” ibaresi bizi bir başka edebî<br />
metne götürmektedir. Bu ibare, Bakî’nin “Kanûnî<br />
Mersiyesi”nin ilk beytine bir göndermedir. Bu<br />
kasîdenin ilk beyti ve anlamı şöyledir:<br />
“Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng<br />
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng.”<br />
(Ey ayağını şan ve şöhret bağının tuzağına<br />
kaptırmış kişi! Bu mesnetsiz dünya meşgalesinin<br />
hevesine kapılıp gitmek daha ne zamana kadar<br />
sürecek?)<br />
Bu beyit, Süleyman’ın ve Süleyman gibi<br />
ayağını lunaparkın temsil ettiği nimetler ve imkânlar<br />
dünyasının “dâm”ına kaptırmış olanların<br />
durumuyla ne kadar da örtüşmektedir... Ve bu<br />
örtüşmeyi yazar, metne koyduğu yalnızca bir “tâ<br />
key” kelimesinin yüklendiği bir anıştırma (allusion)<br />
ile yapmaktadır.<br />
“Red Cephesi”, şehri ortadan ikiye biçen yolun<br />
yapımı, ardından şehre elektriğin gelişi ve halkın<br />
hayatının değişmesini, bu insanî anlamda olumsuz<br />
değişime karşı Yorgancı Hafız Yaşar’ın tek kişilik<br />
bir “red cephesi” gibi direnişini anlatır. Hafız Yaşar<br />
hem yorgancılık yapmakta, hem de dükkânına<br />
bitişik camide müezzinlik etmektedir. Sürekli<br />
kapladığı ve üzerini çiçeklerle işleyerek bezediği<br />
yorganlara eğile eğile sırtı kamburlaşmış, bu<br />
yüzden de adı Kambur Hafız’a çıkmıştır. Gönül<br />
ehlidir, tasavvuf erbabıdır. Kurtla kuşla, çiçekle<br />
böcekle “hâllenir”. Yorganlarına işlediği çiçeklerle<br />
konuşur o. Bir gün yorganın pamuğu ona bir<br />
şeyler anlatmaya başlar:<br />
76<br />
“Bana ara sıra hâl tercümesini anlatıyor. Yaz<br />
günlerini, sarısıcakları. Irmaktan ayrılan suyun<br />
diplerine yaydığı serinliği, gençliğinde yağmur<br />
altında ıslanmayı nasıl sevdiğini. Sonra coşuyor:<br />
Beni bir ovada buldular<br />
Kolum kanadım kırdılar<br />
diye Yunus ilâhisi okumaya başlıyor.<br />
Hey... Hey... diyorum. Yavaş ol... Bu şiir senin<br />
değil.<br />
Olsun, diyor. Ne zararı var? Ayrılıklardan şikâyet<br />
ediyor nasılsa. Bana da uyar, sana da.” (s. 37)<br />
Yukarıda yer alan ve “Dertli Dolap” diye bilinen<br />
Yunus Emre ilâhisi metne bir alıntı olarak girer ve<br />
Hafız’ın gönül ehli kişiliğini bize en iyi aktaran bir<br />
işlev üstlenir. “Ayrılıklardan şikâyet ediyor nasılsa.”<br />
cümlesi ise, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin Divan şairi<br />
Nahîfî tarafından yapılan tercümesinin ilk beytine<br />
yapılan bir anıştırma (allusion)dır. Nahîfî’nin bu<br />
beyti çevirisi şöyledir:<br />
“Dinle neyden çün hikâyet etmede,<br />
Ayrılıklardan şikâyet etmede.”<br />
“Su Sesi”, mahkemede “çirkin bir zabıt kâtibi<br />
olan Sabahat”ın hikâyesidir. Lunapark çevresinin<br />
ayakçı takımı “fukara” Sabahat’ın arkasından<br />
olmadık dedikodular yaparlar, niyetler beslerler.<br />
Ama Sabahat “sağlam kız”dır. Hiç birisine<br />
itibar etmez, taviz vermez, ağırbaşlılığından ve<br />
vakarından vazgeçmez. Oysa dışarıdaki hayatın<br />
şartları bu davranışların bir genç kız için erdemlilik<br />
olduğunu kavramaktan çoktan uzaklaşmıştır. Ve<br />
Sabahat, içinde dantel dantel ördüğü inceliklerle<br />
ve heveslerle birlikte “evde kalır”. Bu durumu ifade<br />
eden cümleler hikâyenin son paragraflarıdır<br />
ve şöyledir:<br />
“Gün perdelerini indiriyor. Kamıştan, kuştan,<br />
Haşim’in şiirlerinden ne varsa toplanıp fıskiyeli havuza<br />
doluyor.<br />
İncelip ipe dönmüş su sesini fısıltıya döndürüyor.<br />
Sabahat’a ne oldu?<br />
Evde kaldı.<br />
Ev ne oldu?
Suya düştü.” (s. 68)<br />
Yukarıdaki alıntının ilk paragrafında Haşim’in<br />
şiirlerinin dekor ve atmosferi “kamış, kuş, havuz,<br />
perdelerini indiren gün” gibi birkaç kelimenin<br />
vurduğu fırça darbesiyle çok belirgin bir biçimde<br />
kendisini ortaya koymaktadır. Belki de bu tablo,<br />
“bir lâmba hüznüyle” çöken akşamın, biten günün,<br />
“havada savrulan gül”ün, “bir gamlı hazanın seherinde”<br />
“ateş rengi yapraklar”dan dökülen hüznün<br />
şairi olan, “melâli anlamayan nesil”den müştekî<br />
Ahmet Haşim ile yaşadığı şehrin artık çoktan<br />
değişmiş olan şartlarının ve ölçülerinin sun’iliğine<br />
itibar etmeyen, bu yüzden de kendisini “sokağın”<br />
ilgilerinin dışına çeken Sabahat’ı, vakti geçen<br />
bir “zaman”ın son temsilcileri olmaları hasebiyle<br />
“garip”lik paydasında yan yana getiren bir<br />
tablodur. Bu tabloyu yapan ögeler bizi Haşim’in<br />
şiirlerine götürür. Söz gelimi “Ağaç” 17 şiirinin<br />
“Gün bitti, ağaçta neş’e söndü,<br />
Yaprak âteş oldu, kuş da yakut.<br />
Yaprakla kuşun parıltısından<br />
Havzın suyu erguvâna döndü.”<br />
mısralarının yanı sıra, “Bir Günün Sonunda<br />
Arzu” 18 şiirinin<br />
“Kuşlar mıdır onlar ki her akşam<br />
Âlemlerimizden sefer eyler?”<br />
yahut<br />
“Güller ki kamıştan daha nâlân,<br />
Gün doğdu yazık arkalarında.”<br />
veyahut<br />
“Akşam, yine akşam, yine akşam<br />
Göllerde bu dem bir kamış olsam.”<br />
gibi mısraları bize bu manzarayı hatırlatır.<br />
Hikâyenin son dört cümlesi ise “Komşu komşu!/<br />
Huuu!/ Oğlun geldi mi?/ Geldi.” diye başlayan<br />
çocuk tekerlemesinin<br />
“- Ağaç nerde?<br />
- Balta kesti.<br />
7 Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, (Haz. İnci Enginün- Zeynep<br />
Kerman), İstanbul 987, Dergâh Yayınları, s. 22 .<br />
8 Ahmet Haşim, “Bir Günün Sonunda Arzu”, Piyâle, (Haz.<br />
M. Fatih Andı-Nuri Sağlam), İstanbul <strong>20</strong>05, Yapı Kredi Yayınları,<br />
s. 33. Ahmet Haşim’in, Kutlu’nun bu cümlelerindeki dekoru tamamlayacak<br />
başka mısraları için şu şiirlere de bakılabilir: Havuz,<br />
Sonbahar, Merdiven, Bülbül, Akşam, Siyah Kuşlar...<br />
77<br />
- Balta nerde?<br />
- Suya düştü.”<br />
cümlelerini hatırlatır. Sabahat’ın bütün genç<br />
kızlık emelleri ve beklentileri de buradaki gibi<br />
suya düşmüş ve gençliği, tekerlemenin son cümlesindeki<br />
gibi “Yandı bitti, kül oldu.” akıbetine<br />
uğramıştır.<br />
Burada Sabahat = Semahat çağrışımı ile Cahit<br />
Sıtkı’nın “Uçtu Uçtu” <strong>19</strong> şiirini de hatırlamanın tam<br />
da sırasıdır. Bu şiirde de Cahit Sıtkı, Sabahat’ınki<br />
gibi uçup giden bir gençliğin ardından hayıflanırken<br />
şunları söyler:<br />
“Uçtu uçtu leylek uçtu,<br />
Uçtu uçtu masa uçtu,<br />
Uçtu uçtu Semahat uçtu,<br />
Uçtu uçtu...<br />
Ne uçtu sanırsınız çocuklar?<br />
Uçtu uçtu gençliğim uçtu.”<br />
2) Dînî metinlerle kurulan<br />
ilişkiler<br />
Bu Böyledir’de edebî metinlerin yanı sıra dînî<br />
metinlerin de sık sık bir gönderge, alıntı, pastiş<br />
yahut anıştırma vb. ilişkiler dolayısıyla yer aldığı<br />
dikkatlerden kaçmaz. Yukarıda bunlardan ikisinin<br />
daha eserin isminde ve kapağa konulan<br />
görsel malzemede kendisini gösterdiği üzerinde<br />
durmuştuk. Bu ikisinden başka, metinde şu dînî<br />
metinlerin de izini süreriz ki bunların hepsinin<br />
Kur’an-ı Kerim’deki âyetler olduğunu belirtmek<br />
gerekir:<br />
İlk hikâye olan “Bu Böyledir”de lunaparkın tasviri<br />
ayrıntılı ve çarpıcıdır. Bu mekânın anlatıldığı<br />
satırlar içinde en çok öne çıkanlar ise şunlardır:<br />
“Lunapark parlıyor. Kendinden gayrı her şeyi karartarak.<br />
Neonlarını, florasanlarını salgılıyor üzerimize.<br />
Onun rengine boyanıyoruz. Yeşil yeşil bakarken<br />
birden kıpkızıl ateşte yanıyoruz. Sonra yine mor,<br />
yine mor. Her yerden seçiliyor. Sesi her yere ulaşıyor.<br />
9 Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş- Bütün Şiirleri, 3. bs.,<br />
İstanbul 997, Can Yayınları, s. 56.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Ovalarda, dağ tepelerinde yankılanıyor. Nereye bakarsak,<br />
nereden bakarsak hep o. Ona dönsek de<br />
yüzümüzü, dönmesek de yanımızda, çevremizde.”<br />
(s. 9)<br />
Yukarıdaki bu satırlarda biz lunaparkın, kendisine<br />
tanrısal özellikler yüklenerek anlatıldığını<br />
görüyoruz. Yazar bunu yaparken Kur’ân-ı<br />
Kerim’de Allah’ın sıfatlarını ve yaratılmışlar üzerindeki<br />
tasarruflarını anlatan bazı âyetlerin meâlini<br />
çağrıştıran cümleler kurar. Bu anlatımın “muzmer”i<br />
olarak, lunapark, modern zamanların ve bu<br />
zamanların eğlenceye ayarlanmış ilgi ve beklentiler<br />
dünyasının her yere sesi ulaşan, varlığıyla<br />
her yeri istilâ etmiş, her şeyi rengine boyayan ve<br />
insanları kendisine çekerek teshîr eyleyen, insan<br />
elinden çıkmış yapay tanrısıdır. Ve bu yapay tanrı,<br />
merhametini kullarının üstüne yayan gerçeğine<br />
mukabil, renklerini ve ışıklarını onların üzerine<br />
“salgılayan” canavar bir tanrıdır. Burada, bu sahte<br />
tanrının özelliklerini dile getiren nitelemeler, tek<br />
tek, Kitab’da gerçek Tanrı’nın vasıflarını anlatan<br />
âyetlerden alınmıştır. Bu yüzden de Kutlu’nun<br />
bu satırlarında, metinlerarası ilişkilerin önemli<br />
bir yansıması olan “dönüştürüm”le karşı karşıya<br />
geliriz. Buradaki dönüştürüm, metinlerarasıcı<br />
kuramın “alaycı/ironik dönüştürüm” (le travestissement<br />
burlesque) diye kategorilendirdiği<br />
türden bir dönüştürme işlemidir. Bunları birbirleriyle<br />
eşleştirerek sıralayacak olursak:<br />
“Onun rengine boyanıyoruz.” (s. 9).<br />
“Allah’ın boyası... Allah’tan daha güzel boyası<br />
olan kimdir? Biz O’na kulluk edenleriz.” <strong>20</strong><br />
“Her yerden seçiliyor. Sesi her yere ulaşıyor. Ovalarda,<br />
dağ tepelerinde yankılanıyor.” (s. 9)<br />
“O çok merhametli olan Allah, arşı istîlâ etmiştir<br />
(kaplamıştır).” 2<br />
“Nereye bakarsak, nereden bakarsak hep o. Ona<br />
dönsek de yüzümüzü, dönmesek de yanımızda,<br />
çevremizde.” (s. 9)<br />
“Biz ona (insana) şahdamarından daha<br />
yakınız.” 22<br />
<strong>20</strong> Kur’ân-ı Kerim, Bakara Sûresi, âyet 38.<br />
2 Kur’ân-ı Kerim, Tâhâ Sûresi, âyet 5.<br />
22 Kur’ân-ı Kerim, Kâf Sûresi, âyet 6.<br />
78<br />
“Doğu da Allah’ındır, batı da. Yüzünüzü ne yöne<br />
dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır.” 23<br />
Burada insanların oyun ve eğlenceleri için<br />
yapılmış olan lunaparkın, yukarıda açıklandığı<br />
üzere, modern dünyanın nimetleri, daha genel<br />
bir yaklaşımla kişiyi aldatıcı ve “kulluk”tan<br />
uzaklaştırıcı dünya hayatının sembolü olduğunu<br />
bir kere daha hatırlarsak, o zaman yine Kur’ân-ı<br />
Kerim’de dünya hayatını “bir oyun ve eğlenceden<br />
ibaret” diye tanımlayan âyeti de hatırlamak yerinde<br />
olacaktır:<br />
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden<br />
ibarettir.” 24<br />
“Red Cephesi”, şehre uzanan otoyolun yapılmaya<br />
başlandığı günleri ve otoyolun şehri “bozduğu”nu<br />
anlatan bir hikâyedir. Hikâyenin girişi, inşaatın<br />
başlamasından önce var olan tabiîliğin, güzelliğin<br />
ve insanîliğin buldozerlerle, motor gürültüleriyle,<br />
matkaplarla, testerelerle nasıl hallaç pamuğu gibi<br />
atıldığını, “katilam”ın nasıl başladığını anlatan ve<br />
kesik kesik ilerleyerek, hükmü artık her şeyin olup<br />
bittiği, işin işten geçtiği bir zamana bağlayan ibarelerle<br />
başlar. Bu gramatikal yapılar, üslup açısından<br />
çok çarpıcıdır. “...dığı zaman” şeklinde biten, ucu<br />
açık bu ibareler “Görüldü ki...” cümlesinin zaman<br />
zarfı işlevindedir. Aslında bu 33. sayfanın tamamı<br />
tek bir cümledir ve bu cümle uzun bir ki’li birleşik<br />
cümledir. Cümlede aslî hükmü yüklenen yüklem<br />
“açılıvermiş” yüklemidir. Bu yüklemi oluşturan fiil<br />
kipi dikkat çekicidir. Çünkü bildirilen eylem, birden<br />
bire ve farkında olunmadan gerçekleşmiştir. Bu<br />
gerçekleşen eylemde ve sonuçta şehir ahalisinin<br />
iradesi ve katılımı yoktur. Dışarıdan birileri bu<br />
“ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş,<br />
kara, parlak, sıvaşık yol”u açıvermişlerdir. Açılan<br />
bu “sıvaşık yol” ise, Yorgancı Hafız Yaşar’ın ve<br />
onun gibilerin bildikleri, “sülûk” eyledikleri “kadîm”<br />
yoldan başkadır. Adeta bir metafor olarak, “bu<br />
yol”, “o yol”un yerine ikame edilecek değerleri<br />
şehre taşıyacak yoldur. Bu “yolun da adamları”<br />
vardır, bu “yolun adamlarının adamı olan adamlar”<br />
vardır, “bu adamların başka yerlerdeki başka<br />
adamları” vardır, “onların da ortakları” vardır (s.<br />
41) ve bu zincir böylece global bir düzene doğru<br />
23 Kur’ân-ı Kerim, Bakara Sûresi, âyet 5.<br />
24 Kur’ân-ı Kerim, Muhammed Sûresi, âyet 36.
genişleyip gider.<br />
“Cebren ovanın ortasından geçip giden” ve<br />
şehre “müdahale eden” (s. 34) bu yolun yapımı şu<br />
satırlarda anlatılır:<br />
“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman...<br />
Motor gürültülerinin yavru kuşları yuvalarından<br />
ürküttüğü zaman...<br />
Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla<br />
delindiği, suların önünün kesildiği zaman...<br />
Bulutların kirlendiği zaman...<br />
O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam,<br />
balıkların ve su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin,<br />
kertenkelenin, sincabın ve tarla kuşunun<br />
birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman...<br />
Görüldü ki:<br />
Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş,<br />
kara, parlak, sıvaşık bir yol açılıvermiş.” (s. 33)<br />
Bu alıntının üslûbu, bize doğrudan doğruya<br />
Kur’ân-ı Kerim’de kıyametin kopuşunu anlatan<br />
âyetleri hatırlatır. Bu satırlar, aşağıdaki âyetlere<br />
üslûp açısından yapılan bir pastiş (öykünme)dir:<br />
“Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman,<br />
Yıldızlar kararıp söndüğü zaman,<br />
Dağlar yerinden oynayıp söküldüğü zaman, (...)<br />
Denizler birbirine karışıp kaynadığı zaman,<br />
Ruhlar bedenle birleştiği zaman, (...)<br />
Herkes önceden hazırladığını görecektir.” 25<br />
“Gök yarıldığı zaman,<br />
Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman,<br />
Denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman,<br />
Kabirle alt üst edildiği zaman,<br />
İnsan önceden neyi yaptığını, neyi de ertelediğini<br />
25 Kur’ân-ı Kerim, Tekvîr Sûresi, âyet - 4. Bu cümlelerin<br />
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetleri metinlerarası ilişkiler bağlamında<br />
hatırlattığına dair bizimkine benzer bir dikkat için bk.: Ercan Yıldırım,<br />
Mustafa Kutlu Hikâyeciliği, Ankara <strong>20</strong>07, Ebabil Yayınları,<br />
s. 2 7. Yıldırım’ın bu çalışması, Kutlu’nun eserlerinin bütünü üzerinde<br />
yapılmış kapsamlı, fakat geliştirilmeye ve tamamlanmaya<br />
muhtaç bir çalışmadır.<br />
79<br />
bilecektir.” 26<br />
Bu hikâyede bilge ve ehl-i dil Hafız Yaşar, olan<br />
bitene direnen tek kişilik bir “red cephesi”dir. O,<br />
yaşanan yıkıcı ve bozucu değişim curcunası içinde,<br />
kendisine yapılan “köşeyi dönme” telkinlerine<br />
kulağını tıkar ve başını eğip kalbiyle söyleşen bir<br />
derviş olarak çiçeklerle halleşir, ağaçlarla konuşur,<br />
kuşlarla dertleşir, kapladığı yorganların üzerine<br />
işlediği desenlerin inceliklerinde kaybolur.<br />
Şehre elektrik gelmiş, caddeler, sokaklar,<br />
çarşılar, vitrinler, evler aydınlanmıştır. “İnsanlar<br />
artık geç yatıp geç kalkmaya” başlamışlardır.<br />
Hayatın düzeni değişmekte, yeni bir hayat tarzı<br />
şehirde yaygınlaşmaya başlamaktadır. İnsanlar<br />
Hafız’ın da dükkânına elektrik tesisatı kurmasını<br />
tavsiye etmeye başlayınca Hafız Yaşar’ın onlara<br />
verdiği cevap şudur:<br />
“- Gece gecedir, gündüz de gündüz.<br />
Tuhaf tuhaf bakıyor, alaylı alaylı konuşuyorlar:<br />
- Yok canım, öyle mi?<br />
Ben:<br />
- Evet öyle, diyorum. Gece ibadet ve uyku, gündüz<br />
çalışma.<br />
Beni aralarından atan, bana biçtikleri kıymeti<br />
olanca açıklığı ile gösteren, istihzayı iyice<br />
keskinleştiren, beni meczub eden kahkahalarını<br />
koyuveriyorlar:<br />
- Daha, daha...” (s. 36-37)<br />
Burada Yorgancı Hafız’ın gece ve gündüz için<br />
söyledikleri, Kur’ân-ı Kerim’de Yûnus (67. âyet),<br />
Furkan (47. âyet) ve Nebe’ sûrelerinde (10-11.<br />
âyetler) geçen benzer âyetleri hatırlatmaktadır.<br />
Meselâ:<br />
“O, geceyi içinde sükûn ve istirahat etmeniz için<br />
(karanlık), gündüzü ise (çalışıp kazanmanız için)<br />
aydınlık olarak yaratandır.” 27<br />
“Geceyi (sizin için) bir örtü kıldık. Gündüzü de<br />
maîşet vakti yaptık.” 28<br />
3- Türkü, şarkı, ilâhi gibi<br />
26 Kur’ân-ı Kerim, İnfitar Sûresi, âyet -5.<br />
27 Kur’ân-ı Kerim, Yûnus Sûresi, âyet 67.<br />
28 Kur’ân-ı Kerim, Nebe’ Sûresi, âyet 0- .<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
müzikal metinlerle kurulan<br />
ilişkiler<br />
Mustafa Kutlu’nun eserinde bu tür metinler, ilk<br />
iki kategorideki metinlere göre daha az sayıdadır.<br />
Bunlardan birisi olan ve Yunus Emre’nin “Dertli<br />
Dolap” ilâhisinden yapılan alıntıyı yukarıda “Edebî<br />
metinlerle kurulan ilişkiler” başlıklı bölümde söz<br />
konusu etmiştik. Burada tekrarlamak istemiyoruz.<br />
Bundan başka, ilk hikâyede, lunaparkta bir atış<br />
standında önüne konulan tavşan hedefini tüfekle<br />
vurmaya çalışan Süleyman’ın hali anlatılırken<br />
anılan bir türkü mısraı, birkaç kelimesi alıntılanarak<br />
şu şekilde metnin dokusuna girer:<br />
“Şu tavşanı kurşunlamalı.<br />
Üstad Yahya Kemal “vatan”a “zan” kafiyesi<br />
düşmüş.<br />
Bir de ‘telgrafın telleri’ var. .....lamalıııı.” (s. 8)<br />
“Telgrafın telleri” ve “.....lamalııı” şeklindeki bu<br />
bir kaç kelimelik iktibas<br />
“Telgrafın tellerini arşınlamalı,<br />
Yar üstüne yar seveni kurşunlamalı.”<br />
diye başlayan bir türkünün mısralarından<br />
alıntılanmıştır ve biz bu alıntının ardında çok<br />
açılımlı yorumlara imkân sağlayan bir amacın<br />
olduğunu düşünebiliriz. Süleyman Koç, lunaparkta<br />
hırsla tavşanı vurmak için tüfekle atışlar<br />
yapmaktadır. Fakat yanıbaşındaki her attığını<br />
vuran göbekli, altın dişli adamın tersine, bir türlü<br />
vuramamaktadır. Bu “tavşanı vurma” motifi metin<br />
içerisinde tekrar tekrar karşımıza çıkar. Burada<br />
tavşan bir sembolik anlatımın aracıdır ve<br />
onu vurma hırsı, Süleyman’ın modern dünyanın<br />
ve onun hikâyedeki sembolü olan lunaparkın<br />
eğlence ve oyun ortamına uyabilme, ayak uydurabilme<br />
çabasıdır. Ama Süleyman bunu başaramaz,<br />
tavşanı bir türlü vurup da konulan ödülü alamaz.<br />
Nitekim onun “felsefeden geçememesi” de aynı<br />
vurguyu üstlenir.<br />
Fakat Süleyman, hocası Hafız Yaşar’ın yanında<br />
tanıdığı dünyaya, hafızlık çalışmalarına bir kere<br />
ihanet etmiş, bir bocalamaya girmiş, modern<br />
hayatın tavşanlarına, vuramasa da, çoktan kurşun<br />
<strong>80</strong><br />
atmaya başlamıştır. Bu onun için bir bakıma<br />
“yar üstüne yar sevmek”tir. Süleyman’ın trajedisi<br />
de zaten buradadır. O çoktan türküdeki gibi<br />
“kurşunlanma”yı hak etmiştir. Nitekim, yukarıda<br />
bir başka vesile ile alıntıladığımız şu satırlar, onun<br />
bu tereddütlü ve trajik durumunun açık ifadesidir:<br />
“Çadırlarla çınarlar arasında bir duvar vardı.<br />
Üzerinde ben vardım. Bir yanda hafızın sesi, öte<br />
yanda:<br />
Seniii sevdim, pek çok sevdiiiim<br />
Güzeeelsin, şirinsiin...<br />
Duvardan inip camiye doğru yürüsem...<br />
Tek dersten bu kadar sürünmesem.” (s. 12-13).<br />
Hemen bu yukarıdaki satırlarda geçen şarkı<br />
sözünün de ezanın zıttı, ezanın dünyasından başka<br />
bir dünyanın sembolü olma görevini üstlenmiş bir<br />
şarkı metni alıntısı olduğuna işaret ederek, bir<br />
başka örneğe geçelim:<br />
“Poligondaki kadın boşalan tüfekleri dolduruyor.<br />
Göğsü kıllı adam, her dolduruşta kadının avucuna<br />
bir beş yüzlük sıkıştırıyor. Yeşil başlı gövel ördek<br />
delik deşik yatıyor.” (s. 15)<br />
Bu örnekte de halk türkülerimizde sıkça<br />
geçen “yeşil başlı gövel ördek” motifi 29 bir<br />
parodi (yansılama) ilişkisini yapan öge olarak<br />
kullanılmıştır.<br />
4- Günlük hayattan gelen klişe<br />
metinlerle, basmakalıp sözlerle<br />
kurulan ilişkiler<br />
Bu ilişkiyi burada çok geniş bir yelpazede<br />
ele almak istiyor ve metinlerarası kuramda bu<br />
türden kullanımların da değerlendirme dahilinde<br />
tutulduğu yaklaşımından hareketle biz de halkın<br />
günlük yaşayışında kullandığı veya standart yazı<br />
29 Meselâ şu türküdeki gibi:<br />
“Yeşil başlı gövel ördek<br />
Uçar gider göle karşı<br />
Eğricesin tel tel etmiş<br />
Döker gider, yâre karşı”
dilinde gördüğümüz klişe veya basmakalıp söz<br />
(stereotype)lerin Mustafa Kutlu’nun eserinde kesif<br />
bir biçimde yer aldığı üzerinde bir kaç örnekle<br />
durmayı uygun buluyoruz.<br />
Bu kullanımların bir kısmı, aşağıdaki örneklerde<br />
olduğu gibi, deyim veyahut atasözü niteliğindeki<br />
basmakalıp kullanımlar (stereotipler)dır:<br />
“İhtiyar bunak, kırkından sonra saz çalmaya<br />
kalktı.” (s. 29)<br />
“Yok diyor, ne tasası. Ömür kısa, yol uzun. Nasılsa<br />
sonunda yine buluşacağız.” (s. 38)<br />
“Sen de dünyaya kazık kakacak değilsin, günün<br />
birinde seni de kefenleyip gömecekler.” (s. 38)<br />
“Para ile Kur’ân okunmaz. Bunu kulağına küpe<br />
et.” (s. 38)<br />
“Bunca iş dururken şimdi milletin gözü önünde<br />
foşur foşur armut yemek de neyin nesi oluyor...<br />
Velâ havle velâ kuvvete...” (s. 46)<br />
“Kızım, evlâdım, gel, bırak inadı. Her işin bir yolu<br />
yordamı var.” (s. 64)<br />
“Bak yaşın geldi geçiyor, dünyanın kırk bin türlü<br />
hali var.” (s. 65)<br />
“Burası küçük şehir. Bir kızın adı çıkacağına canı<br />
çıksın.<br />
Sabahat’ın adı çıkmadı. Kimse ona toz<br />
kondurmadı.” (s. 66)<br />
Bu tür metin ilişkilerinin içerisine Süleyman<br />
Koç’un askerlik günlerinden lunapark gezisine<br />
taşıdığı askerlik ve hemen ardından öğrencilik<br />
jargonunu da dahil etmek gerekir:<br />
“Lunaparkta gezdiğimiz belli olsun. Adım. Süleyman<br />
Koç.<br />
7.62 mm çapında, 25 metre mesafeden, yatarak<br />
destekli, başlı daire hedefine üç atım yapacağım.<br />
Üçü de üç santimlik şablon içine girerse, görevimi<br />
yapmış olurum komutanım.” (s. 10)<br />
“Deneme masası gerisinden kabza kavrayıp, tetik<br />
düşürmeye geldim komutanım.” (s.11)<br />
“Adın ne senin?<br />
Süleyman Koç.<br />
81<br />
Tek dersten kaldım efendim, felsefeden. Bu<br />
felsefe yüzünden hayatım kaydı. Oysa yazılıdan<br />
geçmiştim. Yazıyı veremeyenleri sözlüye almıyorlar.<br />
Haziranda mezun olacaktım. Tek felsefe, o da sözlü.”<br />
(s.10)<br />
Bunlardan başka standart dilin yahut yazı dilinin<br />
sık tekrarladığı, bu yüzden de “klişe” diye<br />
nitelendirebileceğimiz yapıların da Kutlu’nun ana<br />
metnini yapan üslup ögeleri içinde görüldüğünü<br />
söyleyip örneklendirmek bu çalışmamızı<br />
tamamlayıcı bir son adım olacaktır. Şöyle ki:<br />
“Şu sırıtkan tavşanı kurşunlayıp yeni bir sayfa<br />
açayım.” (s. 7)<br />
“Bu böyledir. Yaz tatillerinde tuğla ocaklarında<br />
çalışan cılız çocuklar, dul karı yetimleri, (...) adı<br />
Süleyman’a çıkmışlar, hep felsefeden kalırlar.<br />
Hayatları kayar.” (s. 12).<br />
“Boşver Süleyman. Takma kafanı. Olur, lâkin...”<br />
(s. 12)<br />
“Onlar evlerini, ocaklarını, bahçelerini, ağaçlarını<br />
bu yoldan, bu elektrik tellerinden, bu motor seslerinden<br />
kendilerine ulaşan hesap kitap üzerine<br />
bina ettiler, ama yağma yok.” (s. 35)<br />
“O kadar önemli mi yani? Kime sorsanız<br />
gösterir.” (s. 81)<br />
***<br />
Metinlerarası yöntem, her metnin kaçınılmaz<br />
olarak başka metinlerin bir toplamı olduğunu<br />
iddia eder; her metni kendisinden önceki farklı<br />
metin parçalarının yeni bir birleşim düzeni olarak<br />
görür. “Her metin bir alıntılar mozayiği gibi oluşur.<br />
Her metin kendi içinde başka bir metnin/metinlerin<br />
eritilmesi ve dönüşümüdür.” 30 diyen Julia Kristeva,<br />
bu anlayışı özetler.<br />
Ancak bu mozayiğin niteliğinin, yazardan yazara,<br />
ana metni yapan gönderge metinlerin eseri<br />
yapma ilişkisi bağlamında değişeceği de tabiîdir.<br />
İşte bu bağlamda biz burada Mustafa Kutlu’nun<br />
Bu Böyledir isimli hikâye kitabındaki metinlerin<br />
başka metinlerle kurduğu ilişkileri birkaç alt başlık<br />
altında topladığımız bir tasnif çerçevesinde tespit<br />
etmeye çalıştık.<br />
30 Kubilay Aktulum, a.g.e., s. 4 .<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Bu ilişkiler gösterdi ki, Kutlu’nun hikâyelerinin<br />
başarısını yapan ögelerden birisi de bu<br />
metinlerarası ilişkilerin zenginliğidir. Bu ilişkiler,<br />
yazılan metni, kendisinden ibaret, kendi üstüne<br />
kapanan bir örtük ve sınırlı yapı olmaktan çıkarıp,<br />
kendisinden önceki birikimin zenginliğini yeni anlam<br />
ilişkileri, yeni üslûp fırsatları ve çok katmanlı<br />
çağrışım ve arkaplan alanları oluşturma imkânları<br />
şeklinde çoğaltan bir ustalık olarak onun metinlerinde<br />
karşımıza çıkmaktadır.<br />
KAYNAKÇA<br />
Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, (Haz. İnci Enginün- Zeynep Kerman),<br />
İstanbul <strong>19</strong>87, Dergâh Yayınları.<br />
Ahmet Haşim, Piyâle, (Haz. M. Fatih Andı-Nuri Sağlam), İstanbul<br />
<strong>20</strong>05, Yapı Kredi Yayınları.<br />
Aktulum, Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, 3. bs., İstanbul <strong>20</strong>07, Öteki<br />
Yayınları.<br />
Aktulum, Kubilay, Parçalılık Metinlerarasılık, İstanbul <strong>20</strong>04, Öteki<br />
Yayınları.<br />
Andı, M. Fatih, “Saat Kuleleri ve Parklar, Onları Yapanlar ve Onlarla<br />
Yapılanlar”, Türk Edebiyatı, nr. 412, Şubat <strong>20</strong>08, s. 37-41.<br />
Beyatlı, Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, 28. bs., İstanbul <strong>20</strong>07,<br />
İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.<br />
Buğra, Tarık, Yağmur Beklerken, İstanbul <strong>19</strong>81, Ötüken Yayınları.<br />
Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, 18. bs., İstanbul <strong>19</strong>82, Can<br />
Yayınları.<br />
Necatigil, Behçet, Radyo Oyunları, İstanbul <strong>19</strong>87, Yapı Kredi<br />
Yayınları.<br />
Özel, İsmet, Erbain, 4. bs., İstanbul <strong>19</strong>92, Çıdam Yayınları.<br />
Tarancı, Cahit Sıtkı, Otuz Beş Yaş- Bütün Şiirleri, 13. bs., İstanbul<br />
<strong>19</strong>97, Can Yayınları.<br />
82
MUSTAFA KUTLU’NUN<br />
HİKÂYELERİNDE<br />
TASAVVUF<br />
Özet: Mustafa Kutlu’nun hikayesinin yapısı,<br />
hem biçim hem de muhteva bakımından geleneğe<br />
bağlı olarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla gelenek<br />
içinde merkezi bir yeri olan tasavvufun, bu hikaye<br />
içinde de önemli bir yeri olduğu görülmektedir.<br />
Tasavvuf, Mustafa Kutlu’nun hikayesinde sadece<br />
bir tem değil, aynı zamanda hikayenin biçiminin<br />
de önemli bir unsurudur. Yoksulluk İçimizde, Bu<br />
Böyledir, Sır, Beyhude Ömrüm ve Tufandan Önce<br />
ve Mavi Kuş tasavvufun hem biçimi belireleyen bir<br />
unsur hem de önemli bir tem olduğu eserlerdir.<br />
Bu eserlerde tasavvufun nasıl yer aldığının ortaya<br />
konulması bize yazarın hikayesinin niteliğini<br />
ve gelenekle olan ilgisinin mahiyetini doğru bir<br />
şekilde anlama imkanı verecektir.<br />
Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, hikaye, biçim,<br />
tem, gelenek.<br />
83<br />
Yard. Doç. Dr. Ali YILDIZ<br />
Fatih Üniversitesi / İstanbul<br />
Sufism In Mustafa<br />
Kutlu’s Narratives<br />
Absract: The structure of Mustafa Kutlu’s narratives<br />
is composed as bound to traditon in point<br />
of both form and content. Consequently it is seen;<br />
sufism that takes central position in tradition, has<br />
also an important spot in narratives. It is seen sufism<br />
is not a merely a theme in Mustafa Kutlu’s<br />
narratives but also an important element in the<br />
form of narratives. Yoksulluk İçimizde , Bu Böyledir,<br />
Sır, Beyhude Ömrüm, Tufandan Önce and Mavi<br />
Kuş named narratives are works that sufism is a<br />
significant theme and also determines the form.<br />
Manifestation of how sufism takes place in these<br />
works will give us a chance to comprehend quality<br />
of author’s narrative and true nature of concern<br />
about traditon.<br />
Key words: Sufism, narrative, form, theme,<br />
tradition<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında, diğer türlerde<br />
olduğu gibi hikaye türünde de kemmiyet<br />
bakımından büyük bir artışın gerçekleşmesine<br />
mukabil, keyfiyet bakımından; toplumsal değişimin<br />
bu yıllarda kazandığı ivmeyle de bağlantılı olarak<br />
ortaya çıkan ve günümüze kadar devam eden bir<br />
zafiyetin hüküm sürdüğü görülmektedir. Mustafa<br />
Kutlu ‘nun hikayesi, Türk edebiyatının bütünü<br />
içindeki yerinin yanı sıra; söz konusu zafiyetin<br />
dışında kalmış, ondan etkilenmemiş olması<br />
bakımından, <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası dönem dolayısıyla ayrı<br />
bir ehemmiyet ifade etmektedir.<br />
Mustafa Kutlu’nun hikayesinin kendine mahsus<br />
hususiyetleri, ilk olarak <strong>19</strong>79 yılında yayımlanan<br />
Yokuşa Akan Sular isimli eserinde tezahür eder.<br />
Yazarın ustalık döneminin başlangıcını teşkil<br />
eden bu eseri, peş peşe yayımlanan bir dizi eser<br />
takip eder: Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül<br />
Ya Sefer, Bu Böyledir ve Sır, şekil hususiyetleri<br />
bakımından birbirine bağlı eserlerdir. Bu eserlerin<br />
hepsinde de hikayeler, bir merkez etrafında<br />
yer alır. Hem müstakil bir yapıları vardır, hem de<br />
birbiriyle ilişkilidirler. Bu şekil, şark hikayesinde<br />
çok kullanılan çerçeve hikaye tekniğini hatırlattığı<br />
gibi, hat sanatında ve tezyini sanatlarda her şeyin<br />
birbirine bağlı olarak bir merkez etrafında varlık<br />
kazanması keyfiyetini de hatırlatmaktadır. Aslında<br />
İslam sanat geleneğinin, bütün dallarında görülebilecek<br />
olan bu önemli hususiyetin; modern Türk<br />
hikayesinde, Mustafa Kutlu tarafından geliştirilen<br />
özgün bir şekil aracılığıyla var edildiğini söyleyebiliriz.<br />
Mustafa Kutlu’nun , <strong>19</strong>99 yılında Hüzün ve Tesadüf<br />
isimli birbirinden bağımsız kısa hikayelerden<br />
oluşan bir eseri yayımlanır. Bu eser, onun hikayesinde<br />
bir ara bölge oluşturmaktadır. Çünkü bir yıl<br />
sonra yayımlanan Uzun Hikaye, Mustafa Kutlu’nun<br />
hikayesinde yeni bir dönemin başladığını haber<br />
verir. Nitekim <strong>20</strong>01 yılında daha uzun bir hikaye<br />
yayımlanır:Beyhude Ömrüm. Bunu birer yıl arayla<br />
yayımlanan diğer “uzun hikaye”ler takip eder:<br />
Mavi Kuş, Tufandan Önce, Rüzgarlı Pazar, Chef,<br />
Menekşeli Mektup ve Kapıları Açmak. Bize göre<br />
roman olarak da nitelendirilmesi mümkün olan<br />
bu eserlerin ayırıcı hususiyeti, hacim bakımından<br />
daha geniş olmalarıdır. Buna bağlı olarak yazarın<br />
ilk dönemindeki eserlerde gördüğümüz yoğun<br />
84<br />
anlatımın da açıldığı, böylece metnin daha kolay<br />
anlaşılır bir nitelik kazandığı görülmektedir. Fakat<br />
bu, anlatımın basitleştiği anlamına gelmemektedir.<br />
İlk döneme ait eserlerdeki şekil yapısı da bu<br />
eserlerde farklılaşmıştır. Yazar, bir merkeze bağlı<br />
olarak anlattığı birbiriyle ilişkili hikayeleri, bu defa<br />
bir ana olaya bağlı olarak anlatmaktadır. Her bir<br />
“uzun hikaye”de, bir olaya bağlı olarak birçok<br />
kahramanın birbirini bütünleyen hikayeleri ile<br />
karşılaşırız. Birinci dönemde yer alan eserlerde<br />
merkezi, bir kavram; ikinci döneme ait eserlerde<br />
ise bir olay oluşturmaktadır.<br />
Mustafa Kutlu’nun hikayesinin yapısı, biçim<br />
bakımından olduğu gibi muhteva bakımından<br />
da gelenekle irtibatlıdır. Dolayısıyla gelenek<br />
içinde merkezi bir yeri olan tasavvufun Mustafa<br />
Kutlu’nun hikayesi içinde de önemli bir yeri<br />
olduğunu söyleyebiliriz. Bu, aynı zamanda yazarın<br />
bütün hikaylerine yön veren, dinî hassasiyetin,<br />
İslâmî bakış açısının bir sonucudur. Bu itibarla,<br />
tasavvufun ve tasavvufi anlayışın yazarın bütün<br />
eserlerinde önemli olduğunu söyleyebiliriz.Fakat,<br />
Mustafa Kutlu’nun hikayeciliğinin birinci dönemine<br />
ait eserlerden, Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir<br />
ve Sır’da; uzun hikayelerden oluşan ikinci dönemine<br />
ait eserler arasında ise; Beyhude Ömrüm,<br />
Tufandan Önce ve Mavi Kuş’ta; tasavvufun hem<br />
biçimi belirleyen bir unsur hem de önemli bir tem<br />
olarak daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir.<br />
Bu eserlerde tasavvufun nasıl yer aldığının ortaya<br />
konulması bize yazarın hikayesinin niteliğini<br />
ve gelenekle olan ilgisinin mahiyetini doğru bir<br />
şekilde anlama imkanı verecektir. Biz bunu, Mustafa<br />
Kutlu’nun hikayesinin ilk dönemine ait olan<br />
Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir ve Sır isimli eserlerini<br />
ele alarak, gerçekleştirmeye çalışacağız.<br />
1) Yoksulluk İçimizde<br />
Yoksulluk İçimizde hem biçim hem de muhteva<br />
bakımından geleneğin ve taavvufun önemli<br />
olduğu bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />
Eserde, levha olarak isimlendirilmiş ve Roma<br />
rakamlarıyla numarlandırılmış olan altı bölümün<br />
çerçevelediği dokuz hikaye yer almaktadır.Levhalar<br />
ile onların çerçevlediği hikayeler arasında<br />
muhteva bakımından bir birlik bulunmaktadır.Her<br />
bir levha, kendisini takip eden bölümü açıklar ni-
teliktedir.<br />
İkinci bölümden itibaren aynı zamanda birer<br />
alt başlık taşıyan Levhaları, yine başlıklar halinde<br />
birbirinden ayrılan hikayeler takip eder: Levha I (<br />
Akasyalar Açar mı ) Levha II Ahlak Dersi ( Yoksulluk<br />
İçimizde, Siyah Gemiler), Levha III Mefruşat (<br />
İhtiras Enginleri, Kalbimin Dâsitânı ), Levha IV Aşk<br />
( Tenhalık basınca, Umutsuz Bir Aşkın Münakaşası,<br />
Telaşın Manidar) Levha V Es-Salâtü hayrun<br />
mine’n-nevm (Sözün Nihayeti ve Sevdanın Bidayeti<br />
) Levha VI.<br />
Görüldüğü gibi birinci ve altıncı levha başlıksızdır.<br />
Birinci levhayı bir, ikinci ve üçüncü levhaları<br />
iki, dördüncü levhayı üç, beşinci levhayı bir hikaye<br />
takip etmekte ve eser altıncı levha ile son<br />
bulmaktadır. Dolayısıyla levhalar, hem eserdeki<br />
ana bölümleri hem de eserin bütününü kuşatmış<br />
olmaktadır.Levhalar içinde yer alan hikayelerin<br />
dağılımında da bir düzen olduğu görülmektedir.<br />
İki levha arasında kalan hikayelerin sayı itibariyle<br />
dağılımı, 1,2,2,3,1 şeklindedir. Birinci levha ile hikayenin<br />
son bulduğu beşinci levhanın birer bölüm<br />
içermesi dikkat çekicidir. Bütün bunlar eserde<br />
olayın anlatımında dengeye ve simetriye bağlı<br />
bir düzenin varlığını gösterdiği gibi aynı zamanda<br />
eserin muhtevası ile de bağlantılı birtakım<br />
sonuçlara varmayı da mümkün kılar.<br />
Eserdeki hikayeleri çerçeveleyen ve böylece ana<br />
bölümleri oluşturan kısımların levha olarak isimlendirilmesi,<br />
çeşitli çağrışımlar uyandırmaktadır.<br />
Tablodan farklı olarak levha kelimesi, hat sanatını<br />
hatıra getirir. Bilindiği gibi, hat sanatında yazının<br />
şeklindeki, istifindeki güzellik ve mükemmeliyet,<br />
yazılanı göstermek maksadına matuftur; ondan<br />
ayrı düşünülemez. Bu yüzden hat levhalarında<br />
ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, özlü sözler, hikmet<br />
taşıyan beyitler yer alır. Yoksulluk İçimizde’deki<br />
levhaların da buna benzer bir nitelik taşıdığını<br />
söyleyebiliriz.<br />
Birinci levhada, Emin Barın’ın, divani tarzında<br />
yazının serbest bir yorumu olarak nitelendirilebilecek<br />
bir eseri yer almaktadır 1 . Bu eserde lafzai<br />
Celâl ( Allah ism-i şerifi), bir daire oluşturacak<br />
şekilde beş defa yazılmıştır ve şekil olarak da<br />
Emin Barın, Katalog, İst. 978, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar<br />
Akademisi Yayını, Toplu Sergiler 4, 5 s.<br />
85<br />
bir çiçeği çağrıştırmaktadır. Bu itibarla birinci<br />
levhanın, ismiyle gerçekten müsemma olduğu<br />
görülmektedir.<br />
Emin Barın’ın söz konusu yazısının seçilmiş<br />
olması ise pek çok bakımdan anlamlıdır:<br />
1) Öncelikle bu yazı, biçim itibariyle hem gelenekle<br />
irtibatlıdır hem de yenidir; Yoksulluk<br />
içimizde’nin de hikaye sanatı açısından böyle<br />
bir özelliği vardır. 2) Geleneğimizde eserlerin<br />
besmele, hamdele ve salvele ile başlaması hususiyeti<br />
bu eserde, birinci levhada Lafza-i Celâl’e<br />
yer verilmek suretiyle gerçekleştirilmiştir.3)<br />
Lafza-i Celâl, tasavvufta ism-i azam olarak nitelendirilir.<br />
Bütün ilahi isimler, bu ismin tahtında<br />
toplanmıştır.Hikayenin lafza-i Celal’le başlaması<br />
bu yüzden ayrıca önemlidir.4) Birinci levhada bir<br />
ve beşinci levhada yine bir bölümün olması, şekil<br />
itibariyle birden başlayıp bire dönüş yine tasavvufta<br />
dile getirlilen varlıkbilimle, vahdet-i vücud<br />
öğretisiyle irtibatlı olarak anlaşılabilir.5) Söz konusu<br />
hatta, lafza-i Celal’in, bir merkez etrafında,<br />
bir daire oluşturacak şekilde istif edilmesi ile<br />
Yoksulluk İçimizde’nin şekil yapısı birbirine uygun<br />
düşmektedir. 6) Söz konusu hat eserinin şekliyle,<br />
hikayelerde, kesretten vahdete dönüş şeklinde<br />
özetleyebileceğimiz bir muhtevanın varlığı<br />
arasında da bir uygunluk olduğu görülmektedir.<br />
Yoksulluk İçimizde, muhteva itibariyle bir aşk<br />
hikayesi üzerine kuruludur. Birinci levhayı takip<br />
eden Akasyalar Açar mı başlıklı ilk bölümde,<br />
Süheyla’nın Engin’in nişanlandığı haberini alışı ve<br />
bu sıradaki düşünceleri verilir.Dolayısıyla bu ilk<br />
bölümde, hikayenin daha başında ayrılık söz konusu<br />
edilir.<br />
Ahlak Dersi başlığını taşıyan ikinci levhada<br />
Ataullah İskenderi’nin bir tasavvuf klasiği olan<br />
ünlü eserinden, Hikem’den yazar tarafından<br />
Türkçeleştirilmiş bazı alıntılar yer almaktadır.<br />
Bu alıntılarda; insanın dıştan içe, dünyadan hakikate<br />
yönelmesinin tevbe etmesinin ve böylece<br />
kederden kutulmasının gerekliliği dile getirilmektedir.Son<br />
kısımlar, Süheyla’nın iç dünyasına ışık<br />
tutar niteliktedir:<br />
“Melal içindesin.Yoksul olduğunu düşünüyorsun.<br />
Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yoksulluğu hissediyor musun? İşte senin için en<br />
hayırlı vakit. (...) Merak ve endişe içindesin. Demek<br />
ki hakikati göremiyorsun. Karamsarlığın haynağı<br />
ışıktan uzak durmaktır. Gayret atına bin, himmet<br />
dile ve ümid et. Bidayeti parlak olanın nihayeti de<br />
parlaktır. Gönül eri garib olmaz. 2<br />
Ahlak Dersi levhasını iki bölüm takip eder: Kitaba<br />
ismini veren Yoksulluk İçimizde başlıklı<br />
bölümde Engin’in nişanlanmış olduğunu öğrenen<br />
keder içindeki Süheyla’nın düşüncelerinde geçmiş<br />
zaman canlanır: Enginle olan buluşmaları, evlenme<br />
kararı, konuşmalar...Süheyle kanaryalarla,<br />
çiçeklerle Engin ise hayatın ne kadar zor olduğu<br />
ile ilgilidir. Bu bölümde Süheyla’nın düşünceleri<br />
aracılığı ile gerçekleştirilen geriye dönüş, Süheyla<br />
ile Engin’in hikayelerinin öncesini ve karakter<br />
özelliklerini tanımamızı sağlar. Siyah Gemiler<br />
başlığını taşıyan bölümde, hikayenin anlatıcısı ile<br />
Süheyla karşılaşır ve Süheyla’nın evinde sohbet<br />
ederler. Süheyla’nın sözleri arasında anlatıcının<br />
iç konuşmaları yer alır. Bu konuşmalar da tıpkı<br />
levhalar gibi kahramanın dünyasına dönük, ona<br />
yol gösterir ve ders verir niteliktedir. Böylece<br />
levha ile anlatıcının iç konuşmaları birleşir ve bir<br />
ahlak dersi teşkil eder. Anlatıcının iç konuşmaları<br />
kuvveden fiile çıkarak Süheyla’yı yönlendirir.<br />
“Bir başka dünya var mı ki ?” Süheyla’nın bu sorusuna<br />
anlatıcı şu cevabı verir: “Bir başka Süheyla<br />
bir başka dünyadır.” Bu sırada yatsı ezanı<br />
okunmaktadır. Süheyla sorar: “Hayyaalelfelah ne<br />
demek?” Bu soru anlatıcıyı rahatlatır:”Hafiflemiş<br />
kuş gibi olmuştum sanki. Anlatacaktım, herhalde<br />
bu soruyu konuşmak, günlerde konuşmak<br />
için orada idim ben.” 3 Böylece Süheyla’nın iç<br />
yolculuğu, değişimi başlamış olur. Anlatıcı ile<br />
Süheyla arasındaki münasebet mürşid ile mürid<br />
arasındaki münasebete benzemektedir.<br />
Mefruşat başlığını taşıyan üçüncü levhada,<br />
Hak’tan, hakikatten, tabiattan uzak olan dünyanın;<br />
teknolojinin güdümündeki dünya hayatının tasviri<br />
yapılmaktadır. Bu tasvirde özellikle ön plana çıkan<br />
husus, hayatın mevcut halinin manadan bütünüyle<br />
soyutlanmış ve sadece maddi bir nitelik arz ediyor<br />
olmasıdır. Bu genel olarak dünya hayatının niteliği<br />
2 Mustafa Kutlu, Yoksulluk İçimizde, İst. 986, Dergah Y. s.<br />
5- 6.<br />
3 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.28-29.<br />
86<br />
olmakla birlike, yazar söz konusu niteliğin günümüz<br />
dünyasındaki halini ironik bir dille ifade etmektedir.<br />
Tasvir içinde kadına, kadının haline yer<br />
verilmesi de ayrıca dikkat çekmektedir. Son kısım<br />
şöyledir:<br />
“Artık taş yontulmayacaktır. Ezilmiş çimen<br />
kokusuna yatmak. Çamur çiğnemek. Dişinizin<br />
kovuğuna giren kavrulmuş bir susam tanesi.<br />
Bulunmayacaktır. Sizi eğlendirebiliriz. Şimdi tene<br />
tapanların dansı başlayacak. Mor ışıklar. Pres.<br />
Biblolar, vazolar, sürahiler, şamdanlar, oymalı<br />
altın yaldızlı çerçeveler. Bir baştan bir başa cam.<br />
O kaşları alınış kadın yüzünün hışırtılı sıcaklığı.<br />
Deoderant. Mobilyalara sinmiş, birikmiş şehvet.<br />
Hülüvv-i Zihin.<br />
Dermiş bana keşf oldu hep esrar- ı hakikat<br />
Vallahi yalandır sözü billlahi yalandır” 4<br />
Üçüncü levhayı da yine iki bölüm takip eder:<br />
İhtiras Enginleri başlığını taşıyan bölümde ilk defa<br />
olarak Engin’le karşılaşırız. Anlatıcı ilk defa olarak<br />
bakış açısını Engin’le bu bölümde birleştirir.<br />
Engin’le Süheyla’nın daha önce Süheyla’nın da<br />
hatırladığı geçmiş zamanda cereyan etmiş olan<br />
buluşmaları Engin’in bakış açısıyla verilir. Engin<br />
yoksulluk içindeki geçmişini düşünmekte ve zengin<br />
bir geleceğin hayalini kurmaktadır. Süheyla ise<br />
ona kanaryaları sevip sevmediğini sormaktadır.<br />
Engin Süheyla’yı sevmektedir, fakat kalbini aynı<br />
zamanda dünyanın “mefruşatına kaptırmıştır.<br />
Kalbim’in Dasitanı başlıklı ikinci bölümde ise<br />
Süheyla’nın dünyadan, dünyanın “mefruşatından”<br />
yüz çevirerek değişmesi anlatılmaktadır. Süheyla<br />
işinden istifa eder ve her şeyden vazgeçer. Tesettüre<br />
girer. Kendisini görüp de şaşıranlara, “kız<br />
bu ne hal?” diye soranlara; “Müslüman oldum.”<br />
diye cevap vermektedir.<br />
Bir hoca annenin sohbetlerine devam etmekte<br />
olan Süheyla, bir gün Engin’le karşılaşır. Engin,<br />
onu görünce, bir mağaza vitrinin önünde<br />
kalakalmıştır.Süheyla’ya vitrindeki mankenlerden<br />
biri gibi görünür. Süheyla onu böyle ait<br />
olduğu bütünün, “mefruşatın” bir parçası olarak<br />
görünce “hangi dünyadan vazgeçtiğini” anlar: “<br />
Ogün şuuruna vardı herşeyin. Katıldığı sohbet<br />
4 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 37.
toplantısının ve istifa gerekçesinin. Mutluydu Süheyla.<br />
Engin’i nasıl sevdiğini de anlamıştı. Engin’i<br />
yani o donmuş fotoğrafta beliren dünyayı. Annesini<br />
sevinçle kucakladı. Eve eşyalara merhametle<br />
göz gezdirdi. Merhametle hatırladı sevgilisini.<br />
Akşam yemeğinden sonra annesinin dizi<br />
dibine oturacaktı. Şuurla açacaktı elif cüzünün<br />
yapraklarını. İlk defa ve mutlaka içinde başka türlü<br />
bir duygu oluşacaktı. İşaret parmağıyla sürerken<br />
satırları. El-keremü, el-Habibu, el-Kalbu...” 5<br />
Süheyla’nın iç değişimi artık tamamlanmıştır.<br />
O bundan sonra kendinden emin bir halde yolunda<br />
ilerleyecektir. Onun hikayesi böylece son<br />
bulmuştur.<br />
Alt başlığı aşk olan dördüncü levhada Eşrefoğlu<br />
Rumi’nin aşk redifli şiirine yer verilir:<br />
Cihanı hiçe satmaktır adı aşk<br />
Döküp varlığı gitmektir adı aşk<br />
Elinde sükkeri ayruğa sunup<br />
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk<br />
Bela yağmur gibi gökten yağarsa<br />
Başını ana tutmaktır adı aşk<br />
Bu âlem sanki oddan bir denizdir<br />
Ana kendini atmaktır adı aşk<br />
Var Eşrefoğlu Rumi bil hakikat<br />
Vücudu fani etmektir adı aşk.<br />
Şiirde aşk ile ilgili olarak dile getirilen tanım, hikayede<br />
Süheyla’nın eriştiği ve daha sonra Engin’in<br />
erişeceği hali göstermekte, açıklamaktadır. Hikayenin<br />
başında Ataullah İskenderi’nin Hikem’inden<br />
alına vecizeler tevbe ile ilgiliydi. Eşrefoğlu<br />
Rumi’nin şiiri ise aşkla ilgilidir. Her iki kavramın<br />
da kişinin tasavvufi manada iç yolculuğunun<br />
aşamalarına tekabül ettiği aşikardır. Tevbe<br />
yolculuğun başlangıcını aşk ise sonunu, sonucunu<br />
göstermektedir. Tevbe ederek dünyadan yüz çe-<br />
5 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.48.<br />
87<br />
viren Süheyla, bundan sonra artık hakiki anlamda<br />
aşka ulaşmıştır ve bir bakıma şiirde anlatılan hali<br />
yaşamış ve yaşamaktadır.<br />
Dördüncü levhayı takip eden üç hikayede olaylar<br />
hızlı bir şekilde cereyan etmeye başlar. Tenhalık<br />
Basınca başlıklı hikayede, Süheyla’nın annesi ile<br />
Şükran arasındaki konuşmalar verilir. Şükran’ın<br />
anlattığına göre, artık zengin bir iş adamı olan Engin<br />
daireye gelerek ona Süheyla’yı sormuş, nişanlı<br />
olmadığını anlatmıştır. Bunları dinlerken Süheyla<br />
bir iç çatışma yaşarsa da bundan kurtulmayı<br />
başarır. Annesinin konuşmalarında onun “büyük<br />
şeyhlere bağlı” bir hoca hanıma bağlı olduğunun<br />
dile getirilmesi Süheyla’nın şahsi macerasının<br />
tasavvufla irtibatlı olduğuna işaret etmesi<br />
bakımından önemlidir.<br />
Umutsuz Bir Aşkın Münakaşası başlıklı ikinci hikayede,<br />
Süheyla ile Engin’in Şükran’ın düğününde<br />
karşılaşmaları anlatılır. Engin Süheyla’ya dışarda<br />
bir yerde yemek yemeyi teklif eder.Fakat Süheyla<br />
bu teklifi o yabancı bir erkek olduğu için reddeder.<br />
Telaşın Manidar başlıklı üçüncü hikayede, Engin<br />
bir gazinoda bir gazeteciyle iş görüşmesi<br />
yapmaktadır. Gazinonun ve gazinoda bulunanların<br />
tasviri, daha önce üçüncü levhada mefruşat<br />
başlığı altında anlatılanların bir örneğini<br />
oluşturmaktadır. Engin, zihninde Süheyla ve onun<br />
kendisine söylediği sözlerle meşguldür: “Harama<br />
batmışsın.” “Seninle günahın olmadığı bir beldeye<br />
hicret edelim.” 6 Gazeteciyi ve onun kendisine<br />
peşkeş çekmek istediği mankeni masada<br />
yalnız bırakarak dışarı çıkan Engin, bir iç çatışma<br />
yaşamaktadır. Süheylanın kendisini reddedişi ve<br />
söylediği sözler, bu iç çatışmanın merkezinde yer<br />
alır. Gök yüzüne bakar ve bir yıldızın kaydığını<br />
görür. Artık o da bir değişimin eşiğindedir.<br />
Beşinci levha, es-Salatu hayrun mine’nnevm<br />
başlığını taşımaktadır. Birinci tekil şahsın<br />
anlatımıyla, dünya hayatına kendini kaptırmış<br />
olan bir insanın hali hikaye edilmektedir. Bu,<br />
uyuyan ve rüya içinde rüya gören bir insandır.<br />
Fakat gördüğü rüya aslında bir kabustan başka<br />
bir şey değildir. Bir insanın hayatı boyunca<br />
ulaşmak isteyebeleceği maddi nitelikte hemen<br />
6 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 72.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
her herşeyin ( makam, mevki, zenginlik, çeşitli<br />
yiyecekler, güzel kadınlar v.s. ) gerçekleşmesinin<br />
söz konusu edildiği metinde bu suretle dünya<br />
hayatının aslı niteliği vurgulanmaktadır. Bu,<br />
onun gelip geçici olmasıdır; hakiki değil, yalan<br />
olmasıdır. “İnsanlar uyukudadırlar, ölünce<br />
uyanırlar” mealindeki hadis-i şerife de böylece bir<br />
telmihte bulunulduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği<br />
gibi bu hadis-i şerife mutasavvıflar tarafından<br />
özel bir önem atfedilmiştir. Örnek olmak üzere İbn<br />
Arabi’nin Fusûsu’l –Hikem’inde bu hadis-i şerifin<br />
açıklanmış olduğunu hatırlatalım. 7 Tasavvufta<br />
dünya hayatının bir rüyadan ibaret olması keyfiyeti,<br />
nazariyatta varlık anlayışıyla, amelde<br />
ise dünyadan yüz çevirip hakikate yönelme ile<br />
örtüşmektedir.<br />
Beşinci levhayı takip eden Sözün Nihayeti ve<br />
Sevdanın Bidayeti başlıklı son hikade, Engin’in<br />
uyanışı anlatılmaktadır. Engin doğduğu ve<br />
çocukluğunun geçtiği kasabaya gelir. Süheyla ve<br />
onun söyledikleri hep aklındadır. Yıldızın kaydığını<br />
gördüğü geceden sonra, her şey değişmeye<br />
başlamış ve o kendisiyle yüzleşmek, harama<br />
batmamış bir belde” de olmak için buraya<br />
gelmiştir. Kendisiyle yüzleşir, geçmişini hatırlar,<br />
fakat herşeyi değişmiş bulur. Harama bulaşmamış<br />
bir yer yoktur.Fakat Engin’in yolculuğu devam<br />
edecektir: “O yıdız madem ki yerinden kaydı. Artık<br />
gidecek, sonuna kadar gidecek. Akibet gelip mal<br />
varlığına, arabasına ve altın yüzüğüne dayanacak.<br />
Ondan önce yapılacak şeyler var. Yıllarca<br />
hırsla içinden çekip aldığı, fırlatıp attığı, her birini<br />
yarışın bir köşesinden terk ettiği, babasından,<br />
onun alınterinden, eski şehrin çarşısından rızık,<br />
bereket, nasip, hekal, haram diye bier takım kavramlara<br />
oturmuş hayatından, annesinden, onun<br />
seher vakti duaya açılan ellerinden ve bu ellerle<br />
yapılan her yemeğin kokusu duyulmuştur diye<br />
komşuya bir parça aktarılıdığından, merhametten,<br />
şefkatten, hizmetten, hürmetten...” 8<br />
Engin, dışta başlayan yolculuğu iç dünyasında<br />
derinleşerek sürmektedir. O da Süheyla’nın<br />
işinden istifa ettiği gece yaptığı gibi sebepsiz<br />
olarak ağlar:<br />
7 Muhyiddin İbn Arabi, Fusûsu’l-Hikem, Ank. 964, Çev. M.<br />
Nuri Gençosman, s. 34- 35.<br />
8 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.88.<br />
88<br />
“Niçin ağlıyorum. Belki yıllrdan beri ilk defa bir<br />
başıma ağlıyorum. Bun ağlamak denmez. Derin<br />
bir iç çekiş, geçen zamana, ömre. Belki de sular<br />
aydınlanıyour.Ulaşmak istediğim o meçhul kıyı<br />
içimin labirentlerinden çıkıp geliyor.Hicret, nereye<br />
Engin , hicret nereye?..” 9<br />
Engin kasabadan taşınırken, bavulunu taşımak<br />
isteyen hamala, parmağındaki altın yüzüğü çokarıp<br />
verir. Bu hayatından çıakracağı şeylerin ilkidir. Sngin<br />
artık değişmiş ve yeni bir hayata başlamıştır.<br />
Yüreğinde “bir doğum sonrası duyulan ferah”lık<br />
vardır. Yazar onun iç dünyasında olup bitenleri bir<br />
iç monolog aracılığıyla verir:<br />
“O sabah her yanımı kuşatan aşkı farkettim.<br />
Kasımpatılardaki şebnemlerini parlıtısını,bir serçenin<br />
sevgi üzerine söylediklerini. Toprak ve üzerinde<br />
gezinen güz yapraklarıban açıldılar. Bir bakışta<br />
insanlrın ne demmek istediklerini anlıyorudum.<br />
Bu şehre niçin gelmiştim, anlıyordum.Zaman tıkır<br />
tıkır işliyordu, geçmiş ve gelecek önümde duruyordu.<br />
Eşya hakiki hüiyetini fıısldıyordu. Bu kadar<br />
şey neye, nasıl sığıyordu farkettim. Fark ettim/<br />
fark ettim, kaybettim.” 10<br />
Süheyla’dan sonra Engin de, içinde bulunduğu<br />
dünyanın sahteliğini anladıktan ve ondan yüz çevirdikten<br />
sonra gerçek aşka erişir.Bu sonucun sebebi<br />
olarak, yine ayrılık hissinin belirleyici olduğunu<br />
görüyoruz. Süheyla’nın kendisini reddetmesinin<br />
ve kendisine söylediği sözlerin etkisiyle başlayan<br />
bir yolculuk söz konusudur. Artık sevdalı olan Engin,<br />
Süheyla’yı arar, fakat o ve annesi, evlerini<br />
satıp başka bir yere taşınmışlardır.Yazar, Engin’in<br />
bundan sonraki halini şöyle anlatmaktadır:<br />
(...) Bir 22.45 vapurunda rastlıyoruz ona.Bir<br />
mezarlık duvarının dibinde, bir cami avlusunda.<br />
Kuravatından ve arabasından kurtulmuş. Rakamlardan<br />
kurtulmuş.Dalgın, biraz dağınık skalları<br />
uzamış. Mütemadi yürüyor.Çok çeşitli insanlarla<br />
konuşuyor, onlara hep aynı şeyi soruyor.<br />
“Süheyla’yı gördüğünü söyleyenler oluyor.<br />
Temiz mütevazi insanlar. Giderek dergahlardan<br />
geçiyor yolu. Buralarda ana-kıza benzeyen<br />
o kadar insan var ki.Birbirlerinden ayırdetmek<br />
9 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.88-89.<br />
0 Ustafa Kutlu, a.g.e. s.90.
âdeta imkansız. Bazan şaşırıyor. İçlerinden birini<br />
Süheyla’ya benzetiyor.” 11<br />
Engin’in bu hali, ister istemez akla Mecnun’un<br />
halini getirmektedir. Esasen Yoksulluk İçimizde’yi<br />
yeni bir Leyla – Mecnun hikayesi olarak okumak<br />
mümkündür. Yazarın bunu son derece şuurlu bir<br />
şekilde yaptığı muhakkaktır.<br />
Engin’in yolculuğu devam etmektedir. Süheyla’yı<br />
bulabilecek midir? Bu husus eserin sonunda belirsiz<br />
bırakılmıştır. Anlaşılan odur ki yazar, asıl olanın<br />
Süheyla’nın da Engin’in de yaşadıkları hayatın<br />
sahteliğini fark etmek suretiyle değişmeleri, sahici<br />
yeni bir hayata ulaşmaları olduğunu belirtmek<br />
için hikayelerini tam bu noktada bitirimeyi tercih<br />
etmiş, onların birbirine kavuşup kavuşmayacakları<br />
hususu ile ilgili, müsbet veya menfi herhangi bir<br />
açıklama yapmayarak, bunu okuyucunun muhayyilesine<br />
bırakmıştır.<br />
Altıncı ve son levhada, Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden<br />
naklen asr-ı saadette cereyan etmiş olan bir<br />
hadiseye yer verilir: Ümmü Süleym ( Rümeysa)<br />
kendisinde evlenme teklifinde bulunan Ebu<br />
Talha’yı müslüman olmadığı için redder. Ebu Talha<br />
Rumeysa ile konuştuktan sonra Hz. Peygamber’in<br />
huzuruna çıkar ve müslüman olur. Hz. Peygamber<br />
Rümeysa’nın şartı üzerine nikahlarını kıyar.<br />
Süheyla ile Engin’in hikayesi böylece Rumeysa<br />
ve Ebu Talha’nın hikayesiyle birleştirilmektedir.<br />
Biz de bundan hareketle, Engin’in günün birinde<br />
Süheyla’yı bulduğunu ve onunla evlendiğini<br />
tahayyül edebiliriz.<br />
Aşkın insanın hakikatle yüz yüze getiren bir<br />
nitelik olarak söz konusu edilmesi, bunun tasavvufi<br />
anlayışın oluşturduğu bir çerçeve içinde<br />
gerçekleştirilmesi ve bunların yaşanan hayatla<br />
– buna modern hayat da diyebiliriz- birleştirilerek,<br />
bu hayatı yaşayan insanların hikayeleri dolayısıyla<br />
meydana getirilmiş olması, Yoksulluk İçimizde’nin,<br />
Türk edebiyatı içinde farklı ve önemli bir yer edinmesini<br />
sağlayan önemli özellikleridir.<br />
2) Bu Böyledir<br />
Bu Böyledir, birbirine bağlı sekiz hikayeden<br />
müteşekkildir. Bu böyledir başlıklı ilk hikaye ile<br />
MustafaKutlu, a.g.e. s.92.<br />
89<br />
Son başlığını taşıyan son hikaye diğer sekiz hikayeyi<br />
içine alır. İlk hikaye ile son hikaye zamandaki<br />
süreklilik bakımından birbirine bağlıdır ve şimdiki<br />
zamanda olanları içerirler. Diğer hikayelerde ise<br />
ağırlıklı olarak geçmiş zaman yer almaktadır.<br />
Şimdiki zaman ile geçmiş zaman eserini bütününde<br />
iç içedir ve bunun eserin muhtevası ile bu<br />
muhtevayı oluşturan konu ile münasebeti vardır.<br />
İlk hikayede Süleyman, karısı Zinnure ve küçük<br />
kızları ile birlikte Atatürk Parkı’nda bulunan<br />
lunaparktadır. Süleyman, kızının çarpışan otolara<br />
binme ısrarı arasında poligonda atış yapmakta,<br />
tavaşanı vurmaya çalışmaktadır. Bu sırada sürekli<br />
geçmiş zamanı hatırlar ve böylece biz sadece onun<br />
geçmişini değil, yaşadığı kasabanın da geçmişini<br />
öğrenmiş oluruz. Süleymanın hayatı değişirken<br />
kasabanın hayatı da değişmiştir. Lunapark varlığı<br />
ile değişimin niteliğine işaret etmektedir.<br />
Süleyman’ küçük yaşt babasını kaybetmiştir.<br />
Hem müezzin olan hem de küçük dükkanında<br />
yorgancılık yapan Hafız Yaşar’ın yanında<br />
hafızlığaçalışmakta ve yorgancılık öğrenmektedir.<br />
Sonra Hafız Yaşar’ın yanından ayrılıp dayısı<br />
Rafet’in dükkanında çalışmaya başlar. Felsefe dersinden<br />
kaldığı için iki yıl bekledikten sonra liseden<br />
mezun olur. Bankaya memur olarak girer, Zinnure<br />
ile evlenir. Bu bilgiler, ancak eserin bütünü okunduktan<br />
sonra biraraya getirilebilmektedir.<br />
Süleyman, geldiği nokta itibariyle hayatından<br />
memnun değildir. Sürekli geçmişi hatırlaması<br />
aslında bu memnuniyetsizliğin bir ifadesi olarak<br />
anlaşılabilir. Hikayenin bütününü oluşturan<br />
iç monologları ile adeta kendini savunmaya<br />
çalışmaktadır.:<br />
“Az sonra galiba dondurma alacağım.<br />
Kızımla birlikte çarpışan otolara bineceğim.<br />
Zinnure bizi öteden kederle seyredecek.<br />
Lunapark’ın cıvıltısı iğneleyip duracak zavallıyı.<br />
Ah Süleyman ah. Sen o duvarın üzerinden hiç inmeyecektin.<br />
Minareden yıldızları seyredecektin.<br />
Ehl-i tarik bir yorgancı ustası ne güzel. Dükkanın<br />
bir köşesinde ıtırlar, fesleğenler. Ama bir yorgancı<br />
çırağının asfaltlara belenmiş sokaklarda, blık<br />
apartman önlerinde, minareleri görünmez olmuş<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
şehirlerde esamesi mi okunur?” 12<br />
Süleyman, dünya hayatının karmaşasına istemeden<br />
sürüklemiştir.Dayısının mağazasında<br />
çalışmaya başladıktan sonra Hafız Yaşar’ın kendisini<br />
gördügü zaman “(...) sık dişini, geçim zor.”<br />
deyişini hatırladıktan sonra şöyle der: “Sıkıyorum<br />
Hafız amca sıkıyorum. O gün bu gün.” 13<br />
Süleyman’ın hikayenin sonunda dile getirdikleri<br />
içinde bulunduğu durumdan duyduğu<br />
memnuniyetsizliği ifade etmesinin yanısıra eserde<br />
lunaparka yüklenen ve son hikayede daha da<br />
geliştirilecek olan anlamı kavaramamız açısından<br />
son derece önemlidir:<br />
“(...) Bir kere de ben vursam.<br />
Devirsem şu tavşanı.<br />
Diye diye çıkıp gideceğiz, şu lunaparktan.<br />
Bu böyledir.Çünkü geldik.Yani Atatürk Parkı’ndaki<br />
sıralara oturduk. Yani semaverler kaynadı. Yani<br />
muhasebe öğrendim ve banka memuru oldum.” 14<br />
Öncelikle, ifadenin kendisinin belli bir<br />
çağrışım uyandırdığına dikkat etmemiz gerekiyor:<br />
“(...) Çıkıp gideceğiz şu lunaparktan” cümlesi,<br />
“Çıkıp gideceğiz şu dünyadan cümlesini<br />
çağrıştırmaktadır. Lunaparka gelmiş olmakla, lunaparkta<br />
bulunmakla muhasebe öğrenmenin ve<br />
banka memuru olmanın birleştirilmesiyle, daha<br />
önceki cümlenin çağrışımına bir açılım sağlanmış<br />
olmaktadır.Dolayısıyla lunapark dünyanın, dünya<br />
hayatının bir sembolü haline gelmektedir. Bunun<br />
arka planında, Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatının<br />
bir oyun ve eğlence olarak nitelendirilmiş<br />
olmasının yer aldığını belirtmek gerekir. Bu itibarla,<br />
temel özelliği, çeşitli oyun ve eğlencelerin<br />
biraraya getirildiği bir yer olması olan lunaparkın;<br />
hikayede Dünya hayatını sembolize eder şekilde<br />
kullanılması son derece anlamlıdır.<br />
Lunaparkla, muhasebe öğrenmenin banka<br />
memuru olmanın birleştirilmesiyle, dünya<br />
hayatının bu güne mahsus şekli somutlaştırılmış<br />
olmaktadır. Lunaparkın da bugüne ait, yeni bir şey<br />
olması aynı işlevi yerine getirmektedir. Dolayısıyla<br />
2 Mustafa Kutlu, Bu Böyledir, İst. 987, Dergah Y. s. 5.<br />
3 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 6<br />
4 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 7.<br />
90<br />
Lunapark eserde, modern dünya hayatının bir<br />
sembolü olmaktadır.<br />
Aynı zamanda eserin de ismi olan “Bu böyledir.”<br />
ifadesi yukarda söz konusu edilen çerçeve<br />
içinde geniş ve derin bir anlam alanı oluşturur:<br />
Lunaparkta bulunmak, muhasebe öğrenmenin<br />
ve banka memuru olmanın bir sonucudur. Süleyman<br />
bunu yaptığı için yani hafızlığı ve yorgancı<br />
dükkanını bıraktığı için buradadır ve bir kere<br />
de ben vursam, devirsem şu tavşanı diye diye,<br />
yani isteklerin peşinden sürüklenerek ve onlara<br />
kavuşamadan- öünkü dünyaya dönük isteklerin<br />
sonu yoktur- lunaparktan çıkıp gidecektir. Bu<br />
böyledir. İfadenin böyle olması, Süleyman’ın<br />
mevcut halinden duyuduğu hoşnutusuzluğu ve<br />
çaresizliği de ifade etmektedir.<br />
Lunaparktan çıkıp gideceğiz, ifadesi asıl<br />
anlamının yanısıra, lunapark’ın asıl anlamından<br />
başka taşıdığı sembolik anlama bağlı olarak<br />
ölümü ifade etmelidir. Eğer lunapark dünya ise,<br />
lunaparaktan çıkış dünyadan çıkış, yani ölüm<br />
olmalıdır.<br />
Lunapark, banka, muhasebe; günümüz dünya<br />
hayatını temsil ettiğine göre eserde bunların zıddı<br />
olarak yer alan unsurlar da bunun tam tersini ifade<br />
etmelidir. Dolayısıyla Lunapark, banka ve muhasebenin<br />
karşıtı olarak cami, yorgancı dükkanı ve<br />
hafızlığı zikretmemiz gerekir. Süleyman, yorgancı<br />
dükkanını terk edip önce dayısının mağazasında<br />
sonra da bankada çalışmaya başlamıştır; hafızlığı<br />
bırakıp muhasebe öğrenmesi de bunun gibidir.<br />
Sonuç olarak bulunduğu yer cami değil<br />
lunaparktır. O cami minaresinden yıldızlara değil,<br />
lunaparkta neon ışıklarına bakmaktadır ve bu onu<br />
aslında rahatsız etmektedir.<br />
Bu noktada özellikle vurgulanması gereken<br />
şudur: Yazar günümüz dünyasının günümüzdeki<br />
hayatın karşıtı olarak, eski dünyayı, geçmişteki<br />
hayatı oyun olan yönüyle değil, ahirete dönük, ilahi<br />
yönüyle söz konusu etmektedir. Aksi takdirde bir<br />
oyunun karşısına başka bir oyunu koymuş olurdu<br />
ve biz bambaşka bir hikaye ile nostaljik bir hikaye<br />
ile karşı karşıya kalırdık. Konumuzla doğrudan<br />
alakalı olmamakla birlikte, Mustafa Kutlu’nun<br />
sosyal değişmeyi ele alırken benimsediği ve Bu<br />
Böyledir’de bir örneğini gördüğümüz tutumun
onu başka hikayecilerden ayıran önemli özelliklerden<br />
biri olduğunu belirtelim.<br />
Eserde hızlı bir şekilde değişen bir şehirde, bu<br />
değişimin gerçekleştiği süreç içinde yaşayan<br />
çeşitli kahramanların hikayeleri anlatılmaktadır.<br />
Bahtımın Yıldızı’nda zengin bir adam olan<br />
Rauf Bey’in oğluyla evlenme hayalleri kuran<br />
Zinnure’nin kendi ağzından hikayesi anlatılır.<br />
Süleyman’ın Seçimi’nde reel zamana döneriz.<br />
Süleyman lunapartkta kum torbasına vurmaktadır.<br />
Kendisini sınıfta bırakan felsefe hocası Şinasi ile<br />
karşılaşır. Bunlar olurken o yine geçmişini, nasıl<br />
memur olduğunu, Hafız Yaşar’ı hatırlar. Memuriyeti<br />
Zinnure’yi mutlu etmeye yetmediğini<br />
düşünür. Hikayenin son cümlesi şöyledir: “Dolaşıp<br />
duracağız lunaparkın içinde. Tâ key...”<br />
Red Cephesi’nde önce kasabanın kurulu<br />
olduğu ovayı “bir bıçak gibi kesen” geniş yolun<br />
açılması, elektrik tellerinin direklerinin çakılması<br />
şiirsel bir dille anlatılır. Hikaye Hafız Yaşar üzerine<br />
kuruludur. Daha önceki hikayelerde Süleyman’ın<br />
hatıraları arasında yer alan Hafız Yaşar’ı bu hikaye<br />
dolayısıyla daha yakından tanırız. Ehl-i tarik<br />
olduğu belirtilen Hafız Yaşar, şehirde değişime<br />
karşı direnen, değişmeyen tek kişidir. Bahçesi yeni<br />
yolun kenarında kalır. Yeni binalar yapılır, herkes<br />
kâr ve zarar hesabyla hareket etmeye başlar, fakat<br />
Hafız Yaşar, bahçesini ve hayatını bu olup biten<br />
şeylerden korur:<br />
“ – İşte fırsat, yanıbaşından yol geçiverdi. Kes<br />
şu ağaçları, temizle güzelce. Tam yeri. Bi benzin<br />
istasyonu. Senin gücün yetmezse Kadiroğlu dünden<br />
razı. Ortak ol gitsin dört tane ağacın başını<br />
bekleyeceğine.<br />
Böyle deniliyor.<br />
Onlar evlerini, ocaklarını bahçelerini, ağaçlarını;<br />
bu yoldan, bu elektirik tellerinden, bu motor seslerinden<br />
kendilerine ulaşan hesap-kitap üzerine<br />
bina ettiler, ama yağma yok.<br />
-Beni geç Süleyman, beni bir yana bırak.<br />
-Yo... anlamak istiyorum. Doğrusu, doğrusu ne?<br />
-Bak. Sanıyorum toprak, bundan böyle toprak<br />
olmaktan çıkacak. Ağaca ağaç gibi bakmayan,<br />
91<br />
toprağa toprak diyerek basmayan, adama da<br />
adam gibi muameleyi bırakacak.<br />
-Peki sen ne yapacaksın?<br />
Gözlerime gölgeler düşüyor. Ne yapacağımı<br />
adım gibi biliyorum. Çünkü yeni bir şey değil bu.<br />
Eskiden nasılsam, şimdi öyleyim, daha sonra öyle<br />
kalacağım.<br />
-Ya zaman...ya bütün bu olup bitenler...<br />
-Zaman...Her zaman aynı. Güneş aynı, ay aynı,<br />
ağaçlar ve insanlar aynı, sevgi ve nefret, korku ve<br />
ümit hep aynı.<br />
Dualar aynı.<br />
Kıble tek.” 15<br />
Hafız Yaşar aslında insanın ve tabiatın insan<br />
eliyle bozulması anlamına gelen değişimden<br />
hiç etkilenmeden bildiği gibi yaşamaya devam<br />
eder. Dükkanına elektrik tesisatı kurulmaz. Ona<br />
göre gündüz çalışmak, gece ibadet içindir. Rızık<br />
Allah’tandır. Tabiatla iç içe bir hayatı olan, Yunus<br />
ilahileri söyleyen Hafız Yaşar, Kur’an’ı hıfzettiği<br />
gibi Kur’an’ın esas belirleyici olduğu bir hayatı,<br />
ağaçlarla, çiçeklerle, çeşitli güzelliklerle dolu bir<br />
hayatı da korumaktadır. Kasabayı ve her şeyi ikiye<br />
bölen yol, hikayede Hafız Yaşar’ın dışında ve<br />
karşısında olduğu bir hayata açılır ve lunapark<br />
gibi o da bu itibarla sembolik bir anlam taşır. Hafız<br />
Yaşar bu “yol” ve “bu yol”un adamları hakkında<br />
şunları söyler: “Suya, havaya, kurda, kuşa her işe<br />
karışır bunlar. Kim bunlar? Kim olacak o yolun<br />
adamları. O yolun adamlarının adamı olan adamlar.Onlara<br />
kanıp katılan başka adamlar. Bu<br />
adamların başka yerlerdeki başka adamları.<br />
Onların ortakları...” 16<br />
Hafız Yaşar, ezan okuyarak, Kur’an okuyarak,<br />
çiçek yetiştirerek, bahçesini muhafaza ederek,<br />
yeni yola ve yolun adamlarına direnmektedir.<br />
Yaptıklarını yeterli görmez, fakat elinden gelen<br />
başka bir şey yoktur. O çiçeklerle konuşmakta<br />
çiçeklerin sesini duymaktadır. Kendi sesiyle<br />
çiçeklerin sesi birleşmektedir. Karanfillerden<br />
birinin kendisine sitem etmesi üzerine söyledikleri<br />
Hafız Yaşar’ın nasıl bir anlayışa sahip<br />
5 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.35-36.<br />
6 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.4 .<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olduğunu, yeni hayata nasıl kökten bir karşı çıkış<br />
içinde bulunduğunu ifade etmektedir: “Bu karanfil<br />
delirmiş. Beni ne sanıyor? Bıraksam hemen<br />
fırlayıp köşedeki bankaya saldıracaklar. Önlerine<br />
çıkan arabaların camlarını tuzla buz edecekler.” 17<br />
Hafız Yaşar değişmeden yaşar. Süleyman’ın<br />
ailesiyle birlikte lunaparkta dolaştığı sırada çoktan<br />
vefat etmiştir. Fakat anlaşılacağı üzere onun<br />
ve diğer insanların iç âleminde bıraktığı izlerle<br />
yaşamaktadır. Hafız Yaşar’ın yorgancı dükkanı<br />
ve bahçesi, “o mahut ve meşhur yolu” tıkayan<br />
bir mekan olarak kalmış ve hakkında menkibeler<br />
anlatılır olmuştur. 18<br />
Şehirde, Batılılaşma ve onun bir sonucu olarak<br />
teknolojinin hakimiyetiyle birlikte tabiatın ve yerlelik<br />
hayat tarzının, ahlakın bozulması şeklinde<br />
nitelendirilebilecek olan değişimin karşısına,<br />
direnen tek kişi olarak Hafız Yaşar’ın, yani en<br />
önemli özelliği dindar bir müslüman olmak olan<br />
ve dindarlığının da tasavvufi anlayışla şekillenmiş<br />
olduğu anlaşılan bir kahramanın çıkarılması dikkat<br />
çekicidir. Bu, yazarın, geleneksel hayatın özü,<br />
esası olarak din ve tasavvufu gördüğünü ve yazara<br />
göre değişmenin aslında dinden, dini hayat<br />
tarzından ve buna paralel olarak da tabiatttan<br />
uzaklaşmak anlamına geldiğini; değişmeye karşı<br />
koymanın, karşı koyuşta başarılı olmanın ise yine<br />
dine ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan tabiata<br />
bağlı kalmakla mümkün olduğunu ortaya<br />
koymaktadır.<br />
Red Cephesi’ni takip eden üç hikayede,<br />
değişen dünya içinde kendine bir yer bulmaya<br />
çalışırken heba olan hayatlar hikaye edilmektedir.<br />
Manifaturacı’da Süleyman’ın dünyaya eait hesap<br />
kitap içindeyken ansızın kalp krizi geçirerek ölen<br />
dayısı Rafet; Kahkaha Çiçeği’nde Süleymanı<br />
felsefe dersinden bırakan, karısı tarafından terk<br />
edilmiş, sürekli içki içen, felsefe öğretmeni Şinasi<br />
ve Su Sesi’nde de evde kalmış bir kız olan, zabıt<br />
katibi Sabahat, anlatılır. Bu üç kahramanın hikayesi<br />
Süleyman’ın ve karısı Zinnure’nin hikayeleriyle<br />
birleştirilerek ve eserde söz konusu edilen<br />
değişimle bağlantılı olarak, dünya hayatının insanı<br />
içinde soktuğu çıkmaz gösterilmiş olur.<br />
7 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.42<br />
8 Musrafa :Kutlu, a.g.e. s.42-43.<br />
92<br />
Son başlığını taşıyan son hikaye, ilk hikayenin<br />
devamı niteliğindedir. Süleyman, Zinnure ve küçük<br />
kızlarının lunaparktaki gezintisi, eşya piyangosunun<br />
çekildiği yerde, piyangodan bir elektrikli fırın<br />
kazanmalarıyla son bulur. Lunapark’tan çıkmak<br />
isterler, fakat bir türlü çıkış yerini, çıkış yerine<br />
giden doğru yolu bulamazlar. Süleyman tam “yolun<br />
sonuna” geldiklerini düşündüğü sırada yolun<br />
sonunun olmadığını görür. Üstelik zaman adeta<br />
durmuştur. Saat hep on biri göstermektedir.<br />
Bu son hikayede anlatım, çeşitli ayrıntılar, hikayenin<br />
bütünündeki sembolik yapının daha da<br />
derinleştirilmesini sağlar. Lunapark ve lunaparkta<br />
bulunmanın anlamı da böylece açıklanmış olur.<br />
Süleyman ile Zinnure, çıkışı ararken bir<br />
gösteri çadırına sürüklenirler. Onların arayışına<br />
çıkışın nerede olduğunu sordukları bir polis ve<br />
çay bahçesinde karşılaştıkları ihtiyar bir adam<br />
da katılır. Polis çıkışı bulamaz, çıkışın nerede<br />
olduğunu sorduğu insanlar, ona çıkışın az ilerde<br />
olduğunu söylerler, fakat polis artık bu söylenenlere<br />
inanmamaktadır. İhtiyar adam ise onların yalan<br />
söylediğinden emindir:<br />
“Hıh.. Az ilerdeymiş..Bunlar asdam kandırıyorlar.<br />
Kaç defa bu ihtiyar bacaklarımla onaların dediği<br />
yere kadar gittim. Çıkış falan yok..”..Zinnure adama<br />
acıyarak “peki neden döndünüz?”diye sordu.<br />
İhtiyar, “Dönmeyip de ne yapacaktım..Tek başıma<br />
yolu bulamam diye, oturup bir yardım aramak için<br />
kaldım burada..Kimseden kimseye fayda yok...<br />
Yolu bilen biri gelir elbet diye oturup kaldım”diye<br />
cevapladı. Süleyman,”Meseleyi büyütmesek iyi<br />
olur” dedi. Polis “Biz büyütmüyoruz kardeşim,<br />
mesele zaten büyük diye konuşmaya başladı, bir<br />
yandan da çarpık çarpık gülüyordu. “Vay canına<br />
be...Böylesi de hiç başıma gelmemişti. Bu kadar<br />
insan sarhoş değil ya. Peki ne oluyor, niçin parkın<br />
çıkışını bulamıyoruz? Yoksa bildiklerimizi mi unuttuk..”<br />
<strong>19</strong><br />
Çıkışı bulamamak, yolu bilen birini beklemek,<br />
meselenin büyük oluşu, herkes çıkış yerini<br />
bildiğini söylediği halde aslında kimsenin çıkış<br />
yerini bilmiyor oluşu, bütün bunlar, yazarın hikayede<br />
oluşturduğu kabusa benzer bir atmosfer<br />
içinde cereyan eden şeylerin anlam çerçevesinin<br />
9 Mustafa Kutlu, Bu Böyledir, s.<strong>80</strong>.
kendileriyle sınırlı olmadığını, anlatılanların daha<br />
geniş bir çerçeve içinde anlaşılması gerektiğini<br />
göstermektedir. İfadenin biçimi, kendisini aşan bir<br />
anlam alanına işaret etmektedir.<br />
Eserde lunaparkın dünyayı ve modern dünya<br />
hayatını temsil ettiğini daha önce belirtmiştik..<br />
Mutasavvıfların dünyaya bakışı, onun kendisi<br />
olarak bir gerçekliği ve değeri olmadığı şeklinde<br />
özetlenebilir. Asıl olan dünya değil, ahirettir;<br />
madde değil, manadır. Modernleşme ise dünyayı,<br />
dünya hayatını yegane gerçek olarak kabul eden<br />
bir anlayışa dayanır. Dolayısıyla, dünyanın sahte,<br />
aldatıcı nitelikte oluşu, modernleşmeyle birlikte<br />
daha da artmıştır. İşte bu yüzden lunapark hikayede<br />
bugünün dünyasını;. Lunaparkta bir<br />
gösteriden başka bir gösteriye, bir oyundan<br />
başka bir oyuna telaş içinde koşan insanlar ise<br />
kendini dünya hayatının aldatıcılığına kaptırmış<br />
insanları temsil etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de<br />
dünya hayatının sık sık bir oyun ve eğlence<br />
olarak nitelendirilmiş olmasının, daha önce de<br />
belirtildiği üzere, yazarın hikayede bir temsil aracı<br />
olarak lunaparkı kullanmasında belirleyici olduğu<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Lunaparkta bulunana insanlar, çıkışın nerede<br />
olduğunu bildiklerini zannetmektedir. Fakat hiçbiri<br />
aslında çıkışın nerede olduğunu bilmemektedir. Bu<br />
bilgisizlik, lunaparktan çıkmak istediklerinde veya<br />
kendileri <strong>20</strong> ne çıkış yeri sorulduğu zaman ortaya<br />
çıkar. Süleyman, Zinnure, Polis ve İhtiyar Adam<br />
çıkış yerini arayan insanlardır. Fakat bulamazlar.<br />
Çünkü onu unutmuşlardır.Böylece çıkış yeri, hakikate,<br />
kutuluşa giden yolun bir temsili olmaktadır.<br />
Çıkış yerini unutmak, hakikati unutmak demektir.<br />
Süleyman’ın ilk hikayede hep kendini, hayattaki<br />
seçimini, ehl-i tarik bir yorgancı hafız olmayı değil<br />
de banka memuru olmayı seçişini sorgulaması,<br />
banka memuru olmayı tercih ettiğine pişman<br />
olması, onun çıkış yerini arayan bir kişi olması<br />
ile örtüşmektedir. Hikayenin sonunda söylediği,<br />
“umudu kesmemek gerek.Çıkabiliriz, çıkacağız<br />
buradan.(...) Ama keşke hiç gelmeseydik , bu<br />
parka hiç girmeseydik.” Şeklindeki sözler de bunu<br />
doğrular mahiyettedir.<br />
Diğer insanlar ise çıkış yerini unuttuklarının<br />
<strong>20</strong> Mustafa Kutlu, Bu Böyledir, s. 83<br />
93<br />
farkında bile değildirler. Bu yüzden sorulduğu<br />
zaman onu tarif ederler. Fakat bu tarifleri<br />
yanlıştir. Onların içinde bulunduğu durum Süleyman<br />
ve yanındakilerin durumundan daha vahimdir.<br />
Çıkış yerini bildiklerini zannederek oyundan<br />
oyuna koşmaktadırlar. Lunaparktan çıkmayı<br />
düşünmemektedirler. Çıkış umurlarında bile<br />
değildir.<br />
Saatin hep on biri göstermesi ve bunun hikayede<br />
sık sık belirtilmesi de yazarın oluşturduğu<br />
bu çerçeve içinde son derece önemlidir. Böylece<br />
hem kahramanları içine almış olan kabusun<br />
şiddeti daha da artmakta hem de yine temsili<br />
olarak, kahramanların içinde bulunduğu karanlık<br />
vurgulanmış olmaktadır. On bir, günün son saatini<br />
ifade etmesi bakımından da anlamlıdır.Bu aynı zamanda<br />
hikayenin başlığını da bize hatırlatır.<br />
Son, ölümü ve kıyameti çağrıştırmaktadır. İçinde<br />
bulunduğumuz zaman ahir zamandır ve ölüm<br />
her an kapımızı çalabilir. Böyleyken, yani her an<br />
kıyamet kopabilecekken ve her an ölüm mümkünden<br />
insanlar, kıyameti de ölümü de unutmuş bir<br />
halde dünyada oyun ve eğlence içinde yaşamaya<br />
devam etmektedir.<br />
3) Sır<br />
Mustafa Kutlu, Sır isimli eserinde, günümüz<br />
dünyasında varlığını sürdüren bir tarikatın, köyde<br />
başlayan, şehirde devam eden ve bir dağ başında<br />
son bulan hikayesini anlatır.Eserde birbirine bağlı<br />
sekiz hikaye vardır.<br />
Sır başlığını taşıyan ilk hikaye birinci tekil şahsın<br />
anlatımıyla kaleme alınmıştır. Hikayeni anlatıcısı,<br />
köyde yaşayan, çiftçilikle meşgul, fakat aynı zamanda<br />
bir tarikata mensup bir kişidir. Hikaye üç<br />
cümleden oluşan kısa bir bölümle başlar:<br />
“Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım.<br />
Karşımda efendim duruyordu.<br />
Yüzünün nurundan etrafa aydınlık<br />
saçılıyordu.” 21<br />
Anlatıcının hikayesine efendisini anlatarak<br />
başlaması ve anlatış tarzı ona karşı hissettiği samimi<br />
bağlılık ve sevgiyi ifade etmektedir; yazarın<br />
2 Mustafa Kutlu, Sır, İst. 990, Dergah Y. S.7.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ona bunu yaptırmasını ise anlatıcının her şeyden<br />
önce bir sufi olduğunu anlatmak istemesine<br />
bağlayabiliriz. İkinci ve ilkine göre çok daha uzun<br />
olan ikinci bölümde ise anlatıcı, gece yarısından<br />
sonra tarlasını sulamak için nasıl çabaladığını<br />
anlatır. Böylece onun tarlasından aldığı ürünle<br />
geçimini temin eden yoksul bir köylü olduğunu<br />
öğreniriz. Bu onun ikinci önemli özelliğidir.<br />
Anlatıcının üslubunun, Osmanlı döneminde<br />
yazılmış ve çok okunan, Müzekkin Nüfûs, Envâru’l-<br />
Âşıkîn gibi eserlerdeki üslûbu hatırlatan, kısa cümlelerden<br />
oluşan, yer yer secili bir üslûp olduğunu<br />
belirtmek gerekir. Yazar tarikat ehlini ve tarikatı<br />
dışardan değil, içerden bir bakışla anlatmayı tercih<br />
etmiş ve bunu yaparken sadece anlatıcıyı birinci<br />
tekil şahıs olarak belirlemekle yetinmemiş, onun<br />
üslubunu da şahsiyetine uygun düşecek şekilde<br />
biçimlendirmiştir. Bu, eserin önem ve değerini<br />
artıran çok önemli bir husustur.<br />
Efendi, anlatıcı ile “mahrem olarak görüşür ve<br />
görüşmenin sonunda kendisinden sonra, dışarıda<br />
bekleyen ihvanı çağırarak, kendisinden sonra posta<br />
geçecek kişinin anlatıcı olduğunu bildirir ve ona<br />
biat etmelerini ister. Anlatıcının göz yaşları içinde<br />
bundan azad edilmek için yalvarıp yakarması,<br />
sonucu değiştirmez. Efendi, sabah namazında<br />
onu imamete geçirdikten sonra, evden çıkarken,<br />
anlatıcıya “Bize âlem-i mânada böyle göründü.<br />
Emaneti sana tevdi ettik. Bir emr-i hak vuku bulursa,<br />
fitne zuhur ederse zinhar tasa etmeyesin,<br />
her daim birlikte bulunduğumuzu gönülden<br />
çıkarmayasın, himmet dileyene usulünce himmet<br />
edesin” der. 22<br />
Bundan sonra olaylar çok hızlı bir şekilde cereyan<br />
eder. Efendi kısa zaman sonra hastalanır ve<br />
“beka âlemine” göçer. Anlatıcı onun yerine geçer.<br />
Evi memleketin dört bucağından gelen ihvanı<br />
ağırlamaya yetmeyince, evin yanına mütevazi bir<br />
tekke ile bir misafirhane inşa edilir. Bir süre sonra,<br />
Mersedes marka arabalarıyla tekkeye gelen<br />
ve giderken de “dünya ahvaline ve masivaya dair<br />
kîl u kâl” eden şehirli müridler, ihvanın ileri gelenlerini<br />
de toplayarak tekkeyi şehre taşımaya karar<br />
verirler. Böylece fitne zuhur etmiş olur. Müridler<br />
arasında Efendi ile ilgili çeşitli dedikodular ve<br />
22 Mustafa Kutlu a.g.e. s. 0- .<br />
94<br />
şikayetler artmaya başlar. Şikayetler daha ziyade<br />
onun çiftçilikle meşgul olması ve bu yüzden<br />
ihvanın onun sohbetinden istifade edememesi<br />
etrafında toplanmaktadır. Efendi tasa içindedir.<br />
İhvanın ileri gelenleri, şehir yerinde bir arsa temin<br />
ederek tekkenin inşasına Efendi’ye haber bile vermeden<br />
başlarlar. Efendi bunu, “Böylece başımızın<br />
üzerinde dönüp dolaşan fitne bir gün omuzumuza<br />
gelip konar oldu” şeklinde hülasa eder. Bir gecelik<br />
izin ister. Hz.Peygamber’den şefaat dileyip efendisinden<br />
himmet bekler. O gece, “İmtihandır, kabul<br />
edesin.” Diye fütûhat olur. 23<br />
Efendi, tekkenin köyden şehre nakledilmesiyle<br />
telafi edilmesi imkansız, büyük bir değişimin<br />
meydana geldiği kanaatindedir. Köydeki tekkeyi<br />
ihvandan birine aynı minval üzere muhafaza etmesi<br />
için hilafet verdikten sonra şehirdeki tekkeye<br />
taşınır. Tekkenin konforu onu şaşırtır ve rahatsız<br />
eder. O gece rüyasında kendisini Muaviye olarak<br />
görür. Hz.Ebûzer-i Gıfârî kendisine “Bu sarayı<br />
halkın parasıyla yaptırıyorsan; bil ki bu bir zulümdür..Yok<br />
kendi paran ile yaptırıyorsan bil ki bu da<br />
bir israftır.” Der. Efendi, ter içinde uyanır. Okuyup<br />
üfürdükten, yaradana sığınıp, Hz.Peygamber’den<br />
şefaat, efendisinden himmet dileyip yeniden uyur.<br />
Efendisi “âlem-i mânada” kendisine şöyle buyurur:<br />
“Hz.Ebûzer-i Gıfâri haklıdır, amma ben de<br />
haklıyım. Köyde eskinin insanına eski usul üzre<br />
hizmet etmek kolay; zor olan fitnenin fink attığı<br />
bu şehir yerlerinin insanlarına mürşid olabilmektir.<br />
Bakalım el mi yaman, bey mi yaman.” 24<br />
Efendi, zorlu bir imtihanla karşı karşıyadır.<br />
Yaşadıklarının bir kısmını, “okuyup dinleyenlerin”<br />
ibret alması için nakleder. Şehir yerinde günden<br />
güne müridlerin sayısı artmıştır. Her gün<br />
başka bir eve, her mevsim başka bir diyara konuk<br />
olur. Bu ziyafetten ziyafete gitmek anlamına<br />
gelmektedir. Kısa zamanda şişmanlayıp nefes<br />
darlığı çekmeye başlamıştır. Diğer taraftan, şehir<br />
insanının kendisine tuhaf gelen, çeşitli meseleleriyle<br />
uğraşmaktadır. Bu meselelerin hemen hepsi,<br />
dünya hayatıyla ilgili vaziyetlerini dine uydurma<br />
çabasıyla ilgilidir. Efendi bunalmıştır. Sonunda<br />
iş siyaset kapısında dayanır. İhvanın ileri gelenlerinin<br />
içinde yer aldığı bir partinin başkanı tek-<br />
23 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 3.<br />
24 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 6.
keyi ziyaret edecektir. O gece Efendi, çıkıp tekkeyi<br />
dolaşır:<br />
“Bir boy aynasında kendimi gördüm.<br />
Sarıklı, cübbeli, sarıklı heybetli bir adam.<br />
Lakin artık gün görmemekten olacak çehresi iyice<br />
beyazlaşmış, yanakları pembeleşmiş.<br />
Ellerime baktım, tombul tombul olmuş.<br />
Aynada bakarken kendi kendime, nasıl bir fütuhat<br />
olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.<br />
Orada ne gördüm, onu burda söyleyemem. Hal<br />
ehli bilir.<br />
Cübbemi çıkardım, yavaşça sarığımı yere koydum.<br />
Tekkeden çıkıverdim.” 25<br />
Efendi’nin arkasından “sırrolduğu” söylenir.<br />
Kerametlerinin anlatıldığı kitaplar yayımlanır.<br />
Fakat “fitne” devam eder:<br />
“Herkes birbirine soruyormuş: “El kimde?”..<br />
Allah’tan korkmayıp “El bende” diyenler olduğu<br />
gibi, bunu kabul etmeyenler de olmuş.<br />
Bizim bir tekkeden, birkaç tekke daha<br />
doğmuş.” 26<br />
Hikayenin bütününde tekrarlanan kavramların<br />
hepsi de tasavvufi kavramlardır: İmtihan, fitne,<br />
himmet, hal ehli, fütuhat ve sır. İmtihan ile fitne,<br />
hikayede aynı vakıanın iki tarafını ifade etmektedir.<br />
Tekkenin köyden şehre nakledilmesi ve bundan<br />
sonra meydana gelen değişim, Efendi için<br />
bir “imtihan”dır; fakat aynı zamanda Efendi’ye<br />
göre “fitne”dir. Anlatıcı Efendisi yerini kendisine<br />
verirken onu “fitne” konusunda uyarır. Anlatıcı,<br />
Efendi olduktan ve fitne de zuhur ettiğinde Efendisinin<br />
tavsiyesine uyarak, ondan “himmet” diler<br />
ve her defasında efendisi kendisine yol gösterir.<br />
Tekkenin şehre taşınması, şehirdeki tekkede irşad<br />
görevinin devam etmesi, durumdan rahatsız olan<br />
Efendi, efendisinin “âlem-i mana”da kendisine yol<br />
göstermesi sonucu, sabreder, görevini sürdürür.<br />
Fakat sonunda aynada sadece cisminin değil, kalbinin<br />
de değişmiş ve bozulmuş olduğunu görür ve<br />
25 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 7- 8.<br />
26 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 8.<br />
95<br />
bunun üzerine, cübbesini, sarığını çıkarıp, kimseye<br />
görünmeden oradan ayrılır.<br />
Olay, aslında yukarda ifade edilen biçiminden<br />
farklı olarak, oldukça girift bir yapıya sahiptir ve<br />
anlaşılması için üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.<br />
Anlatıcının Efendisinin yerine geçmesinden<br />
başlayarak, tekkenin şehre nakledilmesi, şehir yerinde<br />
irşad görevinin yerine getirilmesi ve nihayet<br />
anlatıcın tekkeyi terk etmesi hep mana âleminden<br />
gelen emir ve mükaşefe ile gerçekleşir. Bunu<br />
sadece Efendi bilir. Dolayısıyla bu bir “sır”dır. Bu<br />
“sır” hikayenin sonunda Efendi’nin sır olmasıyla<br />
birleşir. Çünkü Efendi’nin “sır” olmasının sebebi<br />
bu “sır” dır. Böylece Sırrın içinde bir başka sırla<br />
karşılaşmış oluyoruz. Şehirliler, her şeyin kendi<br />
isteklerine göre gerçekleştiğini düşünürlerken, bir<br />
fitneye sebep olduklarının farkında bile değildir.<br />
“Sır” dan haberleri yoktur. Bu yüzden Efendi’nin<br />
sırrolmasını dahi fitnenin bir vasıtası olarak<br />
kullanırlar.<br />
Hikayede, fitneyi şehirli ihvan temsil etmektedir..<br />
Fitnenin kaynağında şehir ve şehirliler vardır.<br />
Bu itibarla köy ile şehir; birbirine zıt nitelikler<br />
taşır. Köy, geleneğin bozulmadan devam ettiği<br />
yerdir; şehir ise herşeyin değiştiği ve bozulduğu<br />
bir yer. Haliyle köylü ve şehirlinin nitelikleri de<br />
buna göre olacaktır. Köyde devam eden safiyet ile<br />
şehirdeki bozulmanın mahiyeti, hikayede manadan<br />
maddeye yöneliş şeklinde özetlenebilecek<br />
bir vakıa dolayısıyla anlaşılır hale gelmektedir.<br />
Köydeki tekkenin yapısı da oradaki hayat tarzı da<br />
son derece mütevazidir. Efendi, hem tarlasıyla<br />
meşgul olur hem de müridleriyle. Onlara ikram<br />
ettiği ekşi ayran ile kuru ekmektir. Maddi şartların<br />
mütevaziliğine mukabil, tekke de Efendi de safiyetini<br />
korumaktadır. Fakat şehirdeki tekkede tam<br />
tersi bir durum söz konusudur. Tekkenin yapısı da<br />
oradaki hayat tarzı da maddi bakımdan son derece<br />
şatafatlıdır. Fakat, dış dünyadaki bu maddi<br />
şatafat, iç dünyanın bozulması sonucunu doğurur.<br />
Efendi’nin, aynada bedeninin şişmanlamış, kalbinin<br />
ise bozulmuş olduğunu görmesi bu sonucun<br />
hikayedeki en açık göstergesidir.<br />
Efendi’nin tabi tutulduğu imtihanın mahiyeti de<br />
böylece anlaşılmış olmaktadır. Efendi, efendisinin<br />
söylediklerinin, âlem-i mânadan kendisine verilen<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
haberlerin gereğini yerine getirerek hareket eder.<br />
Sonunda yine bir fütuhatın sonunda, şehirdeki<br />
tekkeyi bırakır. Böylece tabi tutulduğu imtihanı<br />
kazanmış olur. Eğer, o da şehirliler gibi, içinde<br />
bulunduğu maddi konforu tercih etse, ona üstünlük<br />
atfetseydi; imtihanı kaybetmiş olacaktı.<br />
Efendi’nin tabi tutulduğu imtihanın, eserde<br />
yazar tarafından ortaya konulan bakış açısına<br />
göre anlamı şöyle ifade edilebilir: Maddenin ve<br />
maddi çıkarların üstün tutulduğu bir anlayış ve bu<br />
anlayışın gerektirdiği hayat tarzı içinde manevi bir<br />
hayatın inşa edilmesi ve sürdürülmesi mümkün<br />
değildir.<br />
Eserde yer alan diğer hikayelerde, Efendi’ye<br />
bağlı olan veya bir şekilde onu tanımış olan toplumun<br />
çeşitli kesimlerine mensup insanların hikayeleri<br />
anlatılmaktadır: Tarihin Çöp Sepeti’nde,<br />
bir gazetecinin, günlük hayatı hikaye edilir. Bu,<br />
Efendi’nin sırrolduğu güne tesadüf eder. Gazeteci<br />
ile patronu arasındaki konuşma sırasında<br />
Efendi’nin adı geçer:<br />
“-Efendi’ye gidiyor musun?<br />
-Çoktandır gitmiyorum..<br />
-Niçin?<br />
-..................( Efendi’ye gitmenin yaşadığımız<br />
hayatta gerçek bir dönüşümü, bir devrimi<br />
başlatmış olması gerekir. Bir yerden kalkıp bir<br />
yere varmalı değil miyiz? Heyhat..Ya feyiz kesilmiş,<br />
ya da artık biz- ben- bir daha ebediyyen nasip alamayacak<br />
derekeye düşmüşüz...Ooooof...Of...)<br />
-Her neyse...!Bu akşam gidiyorsun. Yeni başkan<br />
partiden birkaç arkadaşı ile gelecek. Sen de<br />
orada bulun. Üzerinde gizli bir ses alma cihazı<br />
olsun. Konuşulanları tesbit etmenin sayısız<br />
faydaları var. Fikir beyan etme..Hele benden..Ne<br />
düşündüğümden falan hiç bahsetme..Ben yokum..<br />
Tamam mı..Orada gazeteden biri olarak değil, bir<br />
tekke mensubu olarak bulunacaksın.<br />
-Ama!..<br />
-Bu bir iş..Duygu ve düşüncelerini kendine sakla.<br />
Sabaha raporunu verirsin. Kısa olmalı.” 27<br />
Gazetecinin iç konuşması, içinde bulunduğu<br />
27 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.2 -22.<br />
96<br />
hayatın, Efendi’ye gitmeyi anlamsız hale<br />
Kılan bir nitelik taşıdığını ifade etmesi<br />
bakımından, Efendi’nin sırrolmasının gerekçesini<br />
teyid eder. Nitekim patronun onu casusluk yapmak<br />
üzere tekkeye göndermek istemesi de iç<br />
konuşmada dile getirilen hissiyatı doğrulamaktadır.<br />
Gazetecinin utançtan yüzü kızarır, öfkelenir, fakat<br />
elinden bir şey gelmez. Hikayenin sonunda o gün<br />
yazmak istediği yazının, henüz bitmemiş olan ilk<br />
cümlesinin yer aldığı kağıdı elinde buruşturup,<br />
top haline getirdikten sonra çöp sepetine doğru<br />
fırlatması, hem öfke ve çaresizliğini hem de içinde<br />
bulunduğu hayatın olumsuzluğunu, bir oyundan<br />
ibaret olduğunu gösterir.<br />
Politik-Vizyon başlıklı hikayede, avukat ve<br />
mebus Halim Bey anlatılır. Halim Beyin zihni<br />
kendi kendisiyle meşguldür; fakat bu kendisiyle<br />
hesaplaşma anlamında değil, kendi menfaatini<br />
temin etme yönünde bir meşguliyettir. Bir zamanlar<br />
bağlı olduğu ideallerin uzağına savrulmuş<br />
olduğu halde bundan rahatsız değildir. Bu yönüyle<br />
Gazeteci’den ayrılır. Onu ilgilendiren kendisi<br />
hakkında ne denildiği, kendisinin ne olacağı,hangi<br />
mevkileri ele geçireceği, mesela bakan olup<br />
olamayacağı gibi hususlardır. Mensubu olduğu<br />
partinin başkanının ve karısının, Beyefendi ve<br />
Hanımefendi olarak sık sık geçmesi, onlara yaranmak<br />
için yaptıklarını hatırlaması da yine içinde<br />
bulunduğu vaziyeti yansıtır. Hikayenin sonuna<br />
doğru okuduğu gazetede, kendisinden bahsedilen<br />
bir yazıya rastlar; sevinir. O akşam, gazeteciyi<br />
görebileceğini düşünür. Çünkü Başkan’ın<br />
emriyle Efendi Hazretlerine gidilecektir. Bunları<br />
düşünürken Halim Beyin suratı asılır:<br />
“Ben çoktan kapadım o defteri..<br />
Lakin defter kapanmıyor. Mazi hiçbir zaman<br />
bizi büsbütün terk etmiyor.En umulmadık yerde<br />
karşımıza çıkıveriyor. Efendi hazretlerinin nüfuzu<br />
kullanılmak istendiğinde. Tabi bu kadar basit değil<br />
bu, nüfuz meselesi falan..Partide ilk akla gelen<br />
isim olmuştu. Bu mesele hep gizli tutulmuştu.Bütün<br />
çok gizli meseleler gibi kimsenin doğru dürüst<br />
bilmediği ve fakat herkesin bir şeyler bildiği hale<br />
dönüşecekti sonraları.<br />
Bu gazeteci çocuk da orada olabilir...Bu işlerde
gazeteler de yer alıyor artık. Gazetelerin “Efendi<br />
hazretleri, Efendi hazretlerinin gazeteleri oluryor.<br />
Olmasın mı yani...Her neyse.. Güç meselesi..” 28<br />
Halim Bey, bu buluşmanın kendisine birtakım<br />
faydalar sağlayacağını düşünerek rahatlar.<br />
Onun hikayesi ve düşünceleri, tekkenin bir güç<br />
ve menfaat vasıtası olarak kullanılmak istendiği<br />
gerçeğini ortaya koymaktadır.Bir önceki hikayede<br />
aynı husus gazete açısından söz konusu edilmişti;<br />
bu hikayede ise siyaset açısından söz konusu<br />
edilmiştir.<br />
Her Ne Var Âlemde başlıklı hikayede tarihle<br />
meşgul bir bilim adamı yer alır. Hikaye boyunca<br />
Efendi’nin kendisine naklettiği kıssa üzerinde<br />
düşünür. Kendisine intisab için gelen bir âlime bir<br />
şeyh, “Önce kitaplarınızı suya atın, sonra buraya<br />
gelin.” Demiştir. Tarihçi, bu kıssayı nakletmiş<br />
olmasından hareketle, Efendi’nin de kendisinden<br />
de aynı şeyi beklediğini düşünür. Bunu önce saçma<br />
bulur. Bütün hayatını verdiği ve çok sevdiği<br />
kitaplardan ayrılmak düşüncesi ona acı verir.<br />
Fakat bütün hayatını düşündükten ve bulunduğu<br />
noktanın, “hakikat aşkı” açısından yeterli<br />
olmadığını anladıktan sonra, yazmakta olduğu, on<br />
üç sayfası daktilo edilmiş ilmi makaleyi “sağ elinin<br />
olanca gücüyle” denize fırlatır. Efendi’nin dediğini<br />
yapmış, kitaplarını suya atmıştır.Hikayenin son<br />
kısmı şöyledir:<br />
İşte gidiyor.<br />
Çalışma odasının kapısını kilitledi gidiyor.<br />
Kitaplarından ayrıldı gidiyor. Ölmeden öldü sanki.<br />
Zehir içti.<br />
Tekkeye vardığında Efendi’nin “sırrolduğunu”<br />
söylediler.<br />
Çünkü bir adım atmıştı. Sıkıntılıydı çünkü bir<br />
bekleyişin kapılarını açmıştı.” 29<br />
Bilim adamının hikayesi, önceki hikayelerden<br />
farklı olarak, tekkenin şehirdeki varlığının, hakikati<br />
arayan insanlar için bir umut kapısı olma işlevini<br />
yerine getirdiğini göstermektedir. Bu, Efendi’nin<br />
şehirdeki varlığının da “imtihanın” yanı sıra, irşad<br />
vazifesinin de bütün olumsuz şartlara rağmen de-<br />
28 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.34.<br />
29 Mustafa Kutlu, a.g.e.s. 43.<br />
97<br />
vam ettiğini göstermektedir.<br />
Aramakla Bulunmaz başlığını taşıyan hikaye<br />
de Efendi’nin şehirdeki irşadının her şeye rağmen<br />
devam etmiş ve insanları bütünüyle olmasa da<br />
içinde bulundukları çıkmazdan kurtarmak gibi<br />
bir işlevi yerine getirmiş olduğunu gösteren bir<br />
kahramanın hikayesi ile karşılaşıyoruz. Hikayenin<br />
kahramanı, sefahat düşkünü bir kişi iken,<br />
Efendi’nin yanına gittikten sonra sefahati, içkiyi<br />
terk etmiş, işleri birdenbire yoluna girmiş, kısa<br />
zamanda zengin olmuş bir esnaftır. Başından<br />
geçenleri, yazarın bizzat kendisine anlatır, bunu<br />
ona ismiyle hitap etmesinden anlarız.<br />
Yazar ile hikayenin kahramanı arasındaki<br />
konuşma, diğer hikayelerden farklı olarak,<br />
Efendi’nin “sırrolduğu” güne değil ondan<br />
sonrasına tesadüf etmektedir. Yazarın, Efendi’nin<br />
“sırrolmasından” sonrasını sorması üzerine, yazarla<br />
kahramanı arasında geçen konuşma ile hikaye<br />
son bulur:<br />
-Ne desem bilmem ki. En iyisi hiç konuşmayayım<br />
bu mevzuları.<br />
-Neden?<br />
-Bana göre değil be abi.. Yani ne bileyim. Biz<br />
harbiden alışmışız. Dalga, dümen, siyaset..Ben<br />
annamam abi.Bizimkisi “kıl beşi kurtar başı”<br />
hesabı. Efendi sırolduktan sonra bir iki gittim tekkeye,<br />
gitmedim değil. Ne de olsa ileri gelenlerden<br />
sayılırdık. Sonra tekkenin mesarifi de söylemesi<br />
ayıp bizim sayılırdı..Ama..Nasıl diyeyim. Tadı kaçtı.<br />
İş sen-ben davasına döküldü sanki.<br />
- Anlıyorum.<br />
Birden dönüyor, nargilenin marpucunu<br />
bırakıyor:<br />
-Biz çok konuştuk Mustafa Bey..Sıra sizde..Siz<br />
niye bu işin altını bu kadar eşiyorsunuz?<br />
Cevabım hazır:<br />
-Efendi’yi arıyorum.<br />
Şaşkın:<br />
-Ya demek onu arıyorsunuz..Peki nasıl<br />
bulacaksınız?<br />
İkimizin de anlamakta güçlük çekeceği, meşhur<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olmuş bir sözü hafifçe fısıldıyorum:<br />
-Aramakla bulunmaz.Ama, bulanlar ancak<br />
arayanlardır.” 30<br />
Hikayenin sonunda yazarın bir hikaye kahramanı<br />
olarak karşımıza çıkması, sadece eseri ilginç kılan<br />
bir unsur olmakla kalmıyor, eserde ele alınan konunun<br />
bundan önceki hikayede de dile getirilen<br />
bir yönünü, bizzat yazarın da içinde olduğu bir<br />
çerçeve içinde anlaşılmasını sağlıyor. Bu, içinde<br />
bulunduğumuz bütün olumsuz şartlara rağmen<br />
hakikate ulaşma umudunu kaybetmememiz,<br />
bunun arayışı içinde bulunmamız gerektiğidir.<br />
Efendi’nin “sırrolması” bu umudu ortadan<br />
kaldırmamakta, bilakis umutla arayışı sürdürmek<br />
gerektiğini ifade etmektedir.<br />
Mürit başlıklı hikayede, gördüğü bir rüya üzerine,<br />
köyünden kalkıp elinde bir testi su ile Efendi’sini<br />
ziyarete giden “mürid”in hikayesi anlatılmaktadır.<br />
Mürit, Akpınar’ın suyuyla doldurduğu testisiyle<br />
ve azığıyla birlikte, yol boyunca geçtiği yerler,<br />
karşılaştığı insanlar üzerinde aydınlık bir etki<br />
bıraktıktan sonra, şehre gelir. Bu onun şehirle<br />
ilk karşılaşmasıdır. Hikayede, onun bakış açısıyla<br />
şehrin, şehirdeki hayatın köklü bir eleştirisi<br />
yapılır:<br />
Şehre indiğinde müridi tanımadığı bir kalabalık<br />
karşıladı.Yani esasen o kalabalık oralarda her gün<br />
her saat vardı.Asık yüzlü, çatık kaşlı bir kalabalık.<br />
Belli ki insanların her birinin hem çok mühim bir<br />
işi, hem çok acelesi vardı.<br />
Mürit önce buralarda yaramaz bir iş olduğunu<br />
sandı.Öyle ya; bu kadar adam bir araya geldiğine<br />
göre. Sonra böyle düşündüğüne utandı.İnsanoğlu<br />
hep bir yaramaz iş etrafında mı toplanır. Belki<br />
de bu yanlarda bir düğün-dernek vardır, ona<br />
gelmişlerdir dedi.Kalabalığı yarıp çıktı.<br />
Bu defa müridi birbirine yapışmış koca koca binalar<br />
karşıladı.Sel gibi akıp giden arabalar, şehrin<br />
üzerine asılmış kara bir duman karşıladı.meyus<br />
oldu mürit. Başını kaldırıp güneşe baktı. Güneş<br />
dahi ondan meyus idi, kara dumanın ardında donup<br />
kalmış idi.<br />
Yola düştü mürit.<br />
30 Mustafa Kutlu, a.g.e.s.52-53.<br />
98<br />
Geçip giderken oracıkta düşüp kalmış olan bir<br />
ağacın yaprağını okşadı. Eli toza bulandı. Yaprak<br />
nefes darlığı çekiyormuş gibi inledi. Ona çevre<br />
kirlilinden falan bahsetmeye başladı. Sonra bir<br />
kedi ile karşılaştı. Kediye selam verdi mürit. Hayvan<br />
oralı değildi, burnunun dikine gidiyordu.<br />
Galiba ipin ucu kaçmıştı buralarda.” 31<br />
Müridin şahsında, Allah’a yakınlık ile tabiata<br />
yakınlık birleşmiştir. Onun şehirde yadırgadığı<br />
şeyin tabiatın dışında, onun yok edildiği bir mekan<br />
olması, tabiatla barışık olmasıyla ilgilidir. Ağacın<br />
yaprağının onunla konuşması, insanlara değil de<br />
bir kediye selam vermesi onunla tabiat arasında<br />
nasıl bir yakınlık olduğunu göstermektedir. Fakat<br />
kedinin selamını almamasının da ortaya koyduğu<br />
gibi şehirde ipin ucu kaçmıştır. Burada can çekişen,<br />
bozulmuş bir tabiat vardır. Şehrin tabiatı yok eden<br />
yapısı onun Allah’tan uzaklaşmasının bir sonucudur.<br />
Bu sonuca, Allah’a yakın olan mürit ile şehir<br />
arasındaki zıtlıktan hareketle varıyoruz.<br />
Mürit, kalbalığı yararak, güçlükle geldiği<br />
tekkede, tekkenin yine o kalabalık tarafından,<br />
şehirdeki kalabalık tarafından kuşatılmış olduğunu<br />
görür.Kapı açılıp da Efendisini gördüğü zaman,<br />
onunla hal diliyle anlaşırlar. Mürit aşıp geldiği engellerin<br />
efendisiyle arasındaki varlığını aşamaz.<br />
Efendi, testi ile arasındakileri; siyaset adamlarını,<br />
bankacıları, sanayicileri v.s. aşıp müridin yanına<br />
gelemez. Mürit, testiyi orada bırakıp çıkar. Bundan<br />
sonra efendisi için de dua edecektir.<br />
Böylece hikayede Efendi’nin sırrolmadan hemen<br />
önceki hali, onun şehirli değil, şehri hiç bilmeyen<br />
köylü bir müridi aracılığı ile anlatılmış<br />
olmaktadır.<br />
Satılık Huzur’da yıllardır yurt dışında bulunan<br />
İlhan’ın, yurda döndüğü gün, her şeyi<br />
değişmiş bulmanın verdiği şaşkınlık içindeki hali<br />
anlatılmaktadır. Hikayenin sonunda Efendi Hazretlerine<br />
gitme ihtiyacı hisseder.<br />
Eserdeki son hikaye olan Cüz Gülü, anlatıcının<br />
aynı olması ve içeriği itibariyle, anlatıcının, yani<br />
Efendi’nin “sırrolduktan” sonra nereye gittiği ve<br />
ne yaptığı sorularının cevaplanması itibariyle<br />
hem ilk hikayeyi hem de ilk hikayeye bağlı olan<br />
3 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.57.
diğer hikayeleri,eserin bütününü tamamlar. Fakat<br />
bu hikayede anlatım daha farklıdır; anlatıcı bize<br />
“esrarının aslı”nı nakleder. Bu yüzden de esrarın<br />
anlatılabilmesine imkan veren sembolik bir dil<br />
kullanır.Anlattığı, yine kendi hikayesidir; fakat bu<br />
defa “hayatının son cüzü”nü söz konusu etmektedir.<br />
Hayatının son cüzü bir bakıma onun hakikate<br />
erişini içine almaktadır. Onun bir mürşid olarak<br />
hakikate zaten ermiş olması gerekmez miydi,<br />
sorusuyla bu yoruma itiraz edilebilir. Bu itiraza<br />
tasavvufta ermişliğin, başka bir ifadeyle velayetin,<br />
bir yerde başlayan ve biten bir süreç değil, devam<br />
eden bir süreç olduğunu ileri sürerek cevap vermek<br />
mümkündür.<br />
Hikayedeki sembolik anlatımı doğru çözümleyebilmek<br />
için, anlatımın en açık olduğu son kısımda<br />
dile getirilenlerden hareket etmek isabetli olacaktır.<br />
Anlatıcı, “sırrolduktan” sonra bir dağ başın<br />
çekilmiş ve orada yeniden bir tekke kurmuştur. Bu<br />
yeni hayatı üç safhadan oluşmaktadır.Her safhada<br />
anlatıcının karşılaştığı bir çocuk vardır. Çocuğun<br />
bir sembol olarak temizliği, safiyeti temsil ettiğini<br />
düşünebiliriz. Fakat aynı zamanda hikayenin konusuna<br />
bağlı olarak, çocukla karşılaşmanın tasavvufi<br />
manada bir “müşahede” örneği olduğunu da<br />
düşünmemiz gerekir. Tasavvufi eserlerde, özellikle<br />
İbn Arabi gibi sembolik anlatımı yoğun olarak kullanan<br />
müelliflerin eserlerinde çeşitli kavramların<br />
mücessem şekilleri olarak karşılaşılan insanlardan,<br />
gençlerden bahsedildiğini, onlarla yapılan<br />
konuşmaların nakledildiğini hatırlayabiliriz. Cüz<br />
Gülü’ndeki çocukların da buna benzer bir nitelik<br />
taşıdığı, hikayedeki işlevlerinden anlaşılmaktadır.<br />
Hikayede anlatıcının karşılaştığı üç çocuk<br />
vardır. Birinci çocuk bir değirmen, ikinci çocuk bir<br />
bahçe ve nihayet üçüncü çocuk bir şehir inşa eder.<br />
Birinci çocuk değirmeni kurduktan sonra, çamurdan<br />
bir eşek, bir buğday çuvalı ve ihtiyar bir adam<br />
yapar.Anlatıcı çocukla beraber değirmene girer<br />
ve ihtiyarın buğdayını övütmeye başlar. Her tane<br />
dünyada başından geçen macerayı anlatır. Anlatıcı<br />
da efendisinin kendisini ziyaretinden başlayarak,<br />
kendi hikayesini nakleder. Bütün bunlardan<br />
hareketle değirmenin dünyayı, tanelerin insanları<br />
temsil ettiği sonucuna varmak mümkündür. Bu<br />
sonuç bize Yunus’un, “dertli dolab”ını da hatırlatır.<br />
Anlatıcı, sadece kendi macerasını değil, bütün<br />
99<br />
insanların macerasını idrak eder. Onlara acır, onlara<br />
yardım etmeye, dertlerine derman olmaya<br />
çalışır.Bunun sonucu olarak da terinin damladığı<br />
topraklar mis kokmaya başlar, bir leylek başına<br />
yuva yapar. Anlatıcı, “mağrur kalbini” yumuşatır,<br />
“elif kaddini” dala çevirir. 32<br />
İkinci çocuğun kurduğu meyve bahçesi, gelip<br />
geçen herkesin istediği kadar yediği bir bahçe<br />
olarak anlatılmaktadır. Anlatıcı bu bahçenin<br />
kuruluşuna, çocukla beraber saman çöplerini,<br />
“bu cevizdir, bu da kiraz diyerek” dikmek suretiyle<br />
katkıda bulunur. Bunun sonucu olarak tabiatla<br />
bütünleşir ve “aşkın alevi”, “kalbindeki buzları”<br />
eritir. 33<br />
Üçüncü çocuğun kurduğu bir şehirdir.Bu<br />
şehir dünyadaki şehirlerden bütünüyle farklıdır.<br />
Bekçinin, askerin olmadığı, her mahallenin mektep,<br />
her ferdin talebe olduğu, herkesin birbirine<br />
yardım ettiği, paranın, pulun, amirin, memurun<br />
olmadığı bir şehir. Anlatıcı, ütopyalarda anlatılan<br />
şehirlere benzeyen bu şehrin bir kapısından girip,<br />
öbür kapısından çıkıncaya kadar yaşadığı hali<br />
şöyle anlatır: “Bildiklerimi unuttum unuttuklarımı<br />
hatırladım. Var olan varlığım yok olmuş, yoktan<br />
var edilmiş idim.” 34 Şehrin anlatıcı üzerindeki tesiri<br />
yeniden var olmak ve hakikate ermek şeklinde ifade<br />
edilebilir.Nitekim tasavvufi metinlerde şehrin<br />
mecazi olarak hakikat bilgisine tekabül ettiği bilinmektedir.Anlatıcının<br />
kaçtığı, bıraktığı şehirle bu<br />
şehir arasında tam bir zıtlık olduğu açıktır.<br />
Üç çocuk ve sırasıyla, değirmen, bahçe ve<br />
şehir; tasavvufun ve tasavvuftaki seyr-i sülûkun<br />
aşamaları olarak nitelendirilebilir. Tasavvufun<br />
aşamaları olarak şeriat, tarikat ve hakikat<br />
kavramalarını düşünebiliriz. Fakat birinci çocuk<br />
ve değirmen dolayısıyla, kendini bilmek ve tövbe;<br />
ikinci çocuk ve bahçe dolayısıyla aşk ve üçüncü<br />
çocuk ve şehir dolayısıyla da hakikat kavramlarının<br />
söz konusu edildiği; dolayısıyla bu üç çocuğun<br />
ve onların kurduğu yapıların, Efendi’nin iç<br />
yolculuğunun makamlarını veya menzillerini teşkil<br />
ettiği anlaşılmaktadır. Seçilen sembollerin üçünün<br />
de insanlara, muhtaçalara, çaresizlere yardım<br />
etmek ve güzel şeyler yapmakla ilgili olması dik-<br />
32 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 68.<br />
33 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.69.<br />
34 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 69.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
kat çekicidir. İnsanın hakikate erişmesi böyle bir<br />
anlayış içinde vuku bulmaktadır. Değirmen, bahçe<br />
ve şehir, insanın iç dünyasında; kendi varlığında<br />
ulaştığı, kurduğu yapılar olarak dış dünya ile de<br />
ilgilidir. Bu sonuç, mutluluğu dünyada, dünyevi<br />
menfaatleri gerçekleştirmekte arayanların bu<br />
halleriyle her şeyi bozduğunu, dünyayı kötülükle<br />
doldurduğunu, mutluluğu dünyada değil de onun<br />
ötesinde arayanların ve Allah’a kul olanların ise<br />
kendilerini ve her şeyi idrak ile birlikte güzel ve<br />
iyi şeyler yapmak suretiyle, aslında bozulanı ıslah<br />
ettiğini ortaya koymaktadır. Yazarın eserde vücuda<br />
getirdiği yapı, özelliği itibariyle buna benzer<br />
daha başka birçok düşüncelerin ifade edilmesine<br />
uygun bir genişlik ve derinlik içermektedir.<br />
Hikayenin son kısmı şöyledir:<br />
“Oradan bize tayy-ı mekan nasib oldu.<br />
Sarığımın arasına katmerli biri gül sıkışmış,<br />
onu yani ondan yayılıp duran rayihayı, o küçümen<br />
balçığa katıp, parmak kadar saman çöpü ile<br />
karıştırdım. Bu ıssız dağ başına bu tekkeyi kurup<br />
çattım..<br />
O çocukların bakışlarından, gülüşlerinden, yüzlerinden,<br />
sözlerinden toplanıp gelen ne varsa,<br />
hayatımın bu son cüzüne, o ak sayfanın kenarına<br />
nakışlandı.<br />
Esrarımın aslı budur.” 35<br />
Tayy-ı mekan tasavvufta velilerin, eşzamanlı<br />
olarak mekanda dolaşabilmesi olarak ifade edilir.<br />
Anlatıcı, hakikati temsil eden şehre ulaştıktan<br />
sonra kendisine tayy- mekanın nasip olduğunu ifade<br />
etmektedir. Anlatıcının şehirdeki tekkeyi terk<br />
etmesi de yine bu tabiri çağrıştırmaktadır.<br />
Gülün sembolik anlamı malumdur. Hz.<br />
Peygamber’e delalet eder. Anlatıcı, gülün kokusunu<br />
birici çocuğun kendisine verdiği balçığa<br />
katar, ikinci çocuğun verdiği saman çöpü ile<br />
bu balçığı karıştırır ve böylece dağ başındaki<br />
tekkesini kurmuş olur. Bu suretle, kurduğu tekkenin<br />
harcında, temelinde hakikatin var olduğu<br />
gerçeğini ifade etmiş olur. Bu aynı zamanda onun<br />
“esrarının aslı”nı ifade etmektedir. Sırrolması ve<br />
tekkesini bir dağ başında yeniden inşa etmesi, bir<br />
35 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.70.<br />
100<br />
bakıma, şehirde artık şeyhlerin ve tekkelerin var<br />
olamayacağının bir işareti olarak da anlaşılabilir.<br />
Sonuç<br />
Mustafa Kutlu’nun hikayeciliği, <strong>19</strong>79’dan<br />
başlayarak, günümüze kadar, kendi içinde iki<br />
döneme ayrılmaktadır. Birinci dönemde, kendi<br />
başına müstakil bir yapıya sahip olmakla birlikte,<br />
birbiriyle de irtibatlı ve bir kavramın oluşturduğu<br />
bir merkez etrafında toplanan kısa hikayelerden<br />
müteşekkil eserler; ikinci dönemde ise aslında pekala<br />
roman olarak da nitelendirilebilecek nitelikte,<br />
birbirine bağlı farklı hikayelerin bir kavram yerine<br />
bir ana olay etrafında birleştiği uzun hikayelerden<br />
müteşekkil eserler yer alır.<br />
Bu iki dönemde yazılmış eserlerin bütününde<br />
dini duyarlılığın ve buna bağlı olarak da tasavvufi<br />
bakış açısının ve tasavvufa ait unsurların önemli<br />
bir yere sahip olduğu görülmektedir.<br />
Yazarın, birinci dönemine ait eserler arasında<br />
tasavvufun özellikle önemli olduğu üç eser vardır:<br />
Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir ve Sır. Bu üç eserde<br />
merkezi teşkil eden kavramların sırasıyla,<br />
aşk, modern dünya hayatı ve hakikat olduğunu<br />
söyleyebiliriz.<br />
Yoksulluk İçimizde’de bir aşk hikayesi etrafında<br />
kahramanların iç dünyasında ve hayatlarnda meydana<br />
gelen değişim anlatılır ve bu, eserde hem<br />
biçim hem de muhteva bakımından tasavvufa<br />
bağlı bazı unsurlar aracılığı ile gerçekleştirilir.<br />
Bu Böyledir’de hem dünyanın bir oyun ve<br />
eğlenceden ibaret niteliği ile insanları kendine<br />
esir edişi hem de bu duruma bir dervişin karşı<br />
çıkışı, yer yer derinleşen sembolik bir anlatımla<br />
hikaye edilmektedir.<br />
Sır’da ise değişen ve bozulan bir tarikatın hikayesi<br />
vardır.Fakat tarikatın şeyhi, tekkesini terk<br />
ederek ve dağ başında yeni bir tekke inşa ederek<br />
bu bozulmaya karşı koyar ve hakikat bilgisine<br />
orada erişir.<br />
Her üç eserde de hikayeler, aynı zamanda<br />
değişim kavramı etrafında birleşmektedir. Yazar,<br />
Batılılaşma dolayısıyla gerçekleşen değişimi tenkit<br />
ederken tasavvufi anlayışı esas almakta ondan<br />
faydalanmakta ve değişim karşısında direnişin
ancak onunla mümkün olabileceğini ifade etmektedir.<br />
Yazarın tasavvufa bakışı, dışardan değil, içerden<br />
bir bakıştır; yani tasavvufu çok iyi bilen, tasavvufi<br />
kavramları yerli yerinde kullanan bir kişinin<br />
bakışıdır söz konusu olan. Yazar, hayata, insanlara<br />
genel olarak İslam; özel olarak ise tasavvufun<br />
zaviyesinden bakmaktadır. Bu, hikayelerin<br />
muhtevasından hareketle kolayca anlaşılabilir.<br />
Fakat hikayeler, tasavvufu öğretmek amacına matuf<br />
değildir. Bu yüzden Mustafa Kutlu’nun hikayelerini<br />
tasavvufi hikayeler olarak nitelendirmek<br />
gibi bir yanlışa düşmemeliyiz. Fikri arka plan itibariyle<br />
tasvvufun çok önemli olduğu bu hikayelerde<br />
asıl mesele, insanların yaşadıkları hayatla ilgilidir<br />
ve konunun nasıl anlatıldığı da büyük önem<br />
taşımaktadır.<br />
Türkiye’nin, <strong>19</strong><strong>80</strong>’li yıllardan günümüze<br />
Batılılaşmanın daha yoğun bir şekilde müessir<br />
olduğu, büyük bir değişimin yaşandığı bir dönemden<br />
geçtiği ve halen de geçmekte olduğu bilinmektedir.<br />
Türk hikayesinin bu dönemde, diğer<br />
türlerde olduğu gibi ferdi ve toplumsal hayatta<br />
yaşananlara paralel olarak, büyük bir nitelik<br />
kaybına uğradığı da yine bilinen bir gerçektir.<br />
Mustafa Kutlu’nun eseri, taşıdığı diğer hususiyetlerin<br />
yanısıra, Bu Böyledir’deki Hafız Yaşar’ın<br />
vaya Sır’daki Efendi’nin hareket tarzına benzer bir<br />
tarzı, Türk hikayesinde tek başına temsil etmektedir.<br />
Söz konusu kahramanların uğradığı yalnızlığa<br />
bu eserin uğramaması, daha çok okunması ve<br />
daha iyi anlaşılması temennimizdir.<br />
101<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
RASİM ÖZDENÖREN’İN<br />
HİKÂYELERİNDE<br />
İNSANIN KENDİNİ İDRAK<br />
BİÇİMLERİ<br />
Özet: Bu makalede Türk edebiyatının önemli<br />
yazarlarından birisi olan Rasim Özdenören’in<br />
hikâyeleri ele alınmıştır. Özdenören, hikâyelerinde<br />
modernizmin bir sonucu olarak bireydeki bilinç<br />
kaybını tartışır. O, bireyin toplumun modern<br />
yapısı karşısında kendini nasıl idrak ettiğini açıklar.<br />
Bu makale, bu çağdaş problematik bakımından<br />
Özdenören’in yaklaşım tarzına odaklanmayı<br />
amaçlamaktadır.<br />
Anahtar kelimeler: Hikâye, modernizm, toplum.<br />
102<br />
Arş. Gör. Bahtiyar ASLAN<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
Ways Of “Humans Own<br />
Perception” in Rasim<br />
Ozdenoren’s Stories<br />
Abstract: İn this paper, stories of Rasim Özdenören,<br />
one of the most prominent authors of<br />
Turkish Literature are handled. İn his stories, he<br />
discusses the concious lousing of individual which<br />
is a direct consequence of modernizm. He defines<br />
how an individual realizes himself before modernist<br />
structure of community. This article aims to<br />
focus on Özdenören’s point of view in this contemporary<br />
problematic.<br />
Keywords: Story, modernism, community.
İnsanın kendini idrak etme faaliyeti dünyaya<br />
geldiği andan itibaren başlayan bir gerçekliktir.<br />
İdrak faaliyetinin başlaması demek, aynı zamanda<br />
insan vasfının kazanılmaya başlaması demektir.<br />
Lichtenstein’ın, anneyle çocuğun tek bir birim<br />
oluşturdukları sembiyotik dönemden sonra kazanıldığını<br />
1 söylediği insan olma vasfı, dolayısıyla<br />
kendini idrak faaliyeti, insanın hayatı boyunca<br />
devam edecek bir sürece işaret eder. Öte yandan<br />
sembiyotik dönemin başarıyla aşılması her zaman<br />
mümkün olmayabilir. Bu nedenle de insanın<br />
varoluşunu tamamlayıp tamamlamaması muhtemel<br />
bir durum olarak kalmaya mahkûmdur. Çocuğun<br />
fiziksel ve ruhsal anlamda kendisini anneden<br />
ayrı görmediği sembiyotik dönemin başarıyla<br />
sonuçlanması, aslında insanın daha kapsamlı bir<br />
sembiyotik dönemin içine girmesi anlamına gelir.<br />
Bu dönem, ferdin varoluşunu içinde yaşadığı çevre,<br />
kültür ve toplumla uyumlu bir şekilde gerçekleştirmesi,<br />
onlarla anlamlı bir ilişki içine girmesi<br />
gereken bir dönemdir. Sembiyotik dönemin ilk<br />
evresi için geçerli olan varoluşun tamamlanıp tamamlanmaması<br />
muhtemel durumu bu dönemde<br />
de geçerlidir. Nitekim, Lichtenstein, bireyselliğin<br />
anneyle çocuk arasındaki ilkel bir birlik durumundan<br />
geldiğini, çocuğun bu birlik durumundan çıkıp,<br />
“bireyleşme-ayrılma” (seperation-individuation)<br />
dönemi olarak nitelenen bir süreçten geçerek,<br />
ayrı bir varlık hâline geldiğini, ancak, bu bireyselliğin<br />
aynı zamanda bir “bağlantılı olma gereksinimi”<br />
içinde olduğunu vurgular. Hem bireyselleşmeye,<br />
hem de bağlantı içinde olmaya yönelik bu<br />
zıt yönlü iki eğilim “insan varlığının eğretiliği”nin<br />
kökeninde yer alan bir durumdur. 2 Erik Erikson<br />
ise, kişinin kendisini dış dünyada bir obje olarak<br />
gerçekleştirmesinin, sosyal ve tarihî kimliklerin<br />
ortaya çıkmasına imkân verdiğini söyleyerek, bu<br />
çerçevede kişinin kendisini dış dünyada var etme<br />
biçiminin spesifik özellikleri, belirli tarihsel süreçlere,<br />
“çağ atmosferi” denilen özelliği kazandırır.<br />
Bu açıdan bakıldığında, zamanları için tipik olarak<br />
görülen karakterlerin bu çerçeve içinde değerlendirilmesi<br />
mümkündür. 3<br />
Oğuz Cebeci, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İstanbul <strong>20</strong>04,<br />
s. 73<br />
2 Oğuz Cebeci, age, s. 75<br />
3 Oğuz Cebeci, age, s. 95<br />
103<br />
İnsanın kendini gerçekleştirmesi, belli bir kimlik<br />
kazanması psikolojik ve sosyolojik boyutları olan<br />
bir meseledir. İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren<br />
içine doğduğu şartlar ve çevre tarafından<br />
kuşatılmış bir hâldedir ve kendisini bu verili dünya<br />
içinde tanımlamakla sorumludur. Kişinin kendini<br />
kuşatan şartlar ve eşyalar içinde varlığını anlamlı<br />
kılabilmesi için, öncelikle bir “kendilik bilinci”, başka<br />
bir deyişle şahsiyet oluşturması kaçınılmaz bir<br />
zorunluluktur. “Kendilik bilinci”ni oluşturma zorunluluğu<br />
meselenin psikolojik, bu bilincin gerçekleşme<br />
zemini olan çevre ve şartlar da sosyolojik<br />
boyutunu oluşturur.<br />
Son yüz elli yıldır Türk toplumunun içinde bulunduğu<br />
özel şartlar, “kendilik bilinci”ni oluşturma<br />
zorunluluğunun ve bunun psikolojik ve sosyolojik<br />
boyutlarının, tarihsel süreç içinde değişim ve gelişimini<br />
normal bir çizgide sürdüren toplumlara<br />
nazaran daha çetrefil ve çetin şartlar altında gerçekleşmesi<br />
gibi bir sonuç doğurmuştur. Çünkü, bir<br />
toplumsal, yönetsel sistematikten ötekine geçişin<br />
süreçlere dayanmadığı, kopmalarla belirlendiği<br />
alanlarda ortaya çıkan en önemli olgu red ve<br />
inkârdır. 4 Bu, özelde Türk toplumunu, genelde ise<br />
bütün Doğulu toplumları kuşatan bir gerçekliktir.<br />
Bu gerçeklik, en kısa ve kesin tarifini Doğu-Batı<br />
karşıtlığında bulur. Bu karşıtlık az çok belirlenmiş<br />
iki coğrafî bölge karşıtlığından daha çok iki<br />
düşünce karşıtlığıdır 5 ve Doğu-Batı karşıtlığının,<br />
Doğu’nun düşünceyi eylemden üstün tutmasından,<br />
buna karşılık modern Batı’nın da eylemin düşünceye<br />
olan üstünlüğünü kabul etmesinden ibaret<br />
olduğunu söyleyebiliriz. 6 Buna ilâveten Doğu<br />
düşüncesinin geleneksel karakterli olduğunu, Batı<br />
düşüncesi denildiği zaman da bundan anlaşılması<br />
gerekenin yalnızca modern düşünce olduğunu<br />
söylemek karşıtlığı vurgulamak bakımından<br />
önemlidir. Bu çerçevede Cumhuriyet’in Batı’ya yönelişinin<br />
aynı zamanda bir ideolojik arayışın sonucu<br />
olduğunu, bu arayışın da yönünü pozitivizmde<br />
bulduğunu söyleyebiliriz. Bunun, bir kopma ve yeniden<br />
yapılanma anlamına geldiğini ve otoritenin<br />
mutlak gücüyle belirlenen bu yapının kişisel tarih,<br />
4 Hasan Bülent Kahraman, “Türkiye’de Kültürel Söylem Kurguları:<br />
Kopuştan Eklemlenmeye ve Geleneksizliğin Geleneği”, Doğu<br />
Batı, Yıl 3, S. 9, Kasım-Aralık-Ocak 999, s. 26<br />
5 Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, (Türkçesi: Mahmut<br />
Kanık) Ankara <strong>20</strong>05, s. 55<br />
6 Rene Guenon, age, s. 70<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
hafıza, benlik ve kimlik gibi bireysel alanları tahrip<br />
ettiğini tabii bir sonuç olarak kabul etmek gerekir.<br />
Buna, toplumun tabii yaşama biçiminin bir sonucu<br />
olan kültürün karşısına, farklı yöntem ve deneyimlerle<br />
içselleştirilebilecek Batı kültürünün konduğu<br />
ve buradan kaynaklanan kopmanın bir çatışmaya<br />
dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğini de eklemek<br />
gerek. Kopma ve yeniden yapılanma sürecinin<br />
tamamlandığına dair elimizde hiçbir sosyolojik<br />
veri ve iddia bulunmamaktadır. Dolayısıyla,<br />
bu kopma ve yeniden yapılanmanın ferdin kişisel<br />
tarihinde, hafızasında, benlik ve kimliğinde meydana<br />
getirdiği tahrip devam etmektedir ve bu süreç<br />
içinde şu ya da bu şekilde kendini idrak çabası<br />
içine giren her insan bu kopmayı ve onun tabii neticesi<br />
olarak çatışmayı benliğinde -tamamlanmış<br />
ya da tamamlanmamış olsun- duyacak ve kendini<br />
bu iki kavram içinde idrak etmeye çalışacaktır. Bu<br />
şartlar altında girilen bir idrak çabasının saf bir<br />
idrak çabası olması mümkün değildir. Meselenin<br />
sadece psikolojik değil, aynı zamanda sosyal ve<br />
kültürel bir boyuta sahip olmasının temelinde de<br />
bu yatmaktadır.<br />
Rasim Özdenören, Necip Tosun’un da vurguladığı<br />
gibi bazı eleştirmenler tarafından, özellikle<br />
ilk hikâyelerinde varoluşçuluk 7 çerçevesinde değerlendirilir.<br />
8 Rasim Özdenören’in ilk hikâyelerini<br />
bu çerçevede okumak bir farkla mümkün görün-<br />
7 Ritter’e göre varoluşçuluk; “köklerinden kopmuş (…), temelini<br />
yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş (…), toplumda<br />
yabancılaşmış (…), mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren”<br />
bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, “toplum içinde yaşayan bireyin<br />
tehdit altında olduğu (…), günümüzle gelenek arasındaki bağlantının<br />
koptuğu (…), insanın mânâsız bir varlık hâline geldiği (…),<br />
kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde” ortaya<br />
çıkar. Özellikle, savaş ve bunalım ertesi yılları bu çıkışın keskinleştiği,<br />
göze battığı dönemlerdir.<br />
Bazı düşünürler de bu akımın köklerini makineleşmekle, sanayi<br />
toplumuyla izah ederler. Makinenin üretimde kullanılmasının<br />
bir takım ters sonuçlar doğurduğunu ileri süren bu düşünürlere<br />
göre, insan git gide kendi işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor,<br />
özünü, benliğini, kişiliğini, bilincini günden güne kaybediyor,<br />
nesneleşiyor; diğer yandan makinenin getirdiği toplumsal üretim<br />
düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin<br />
ediyor. Sartre’ın deyimiyle insan, giderek “nedensiz, zorunsuz,<br />
anlamsız bir varlık” hâlini alıyor. Varoluşçular, insanın modern<br />
çağdaki durumunun olumsuzluğunu belirtmekle kalmazlar, ferdin<br />
kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını,<br />
baskıdan kurtulmasını da isterler. Wahl’ın bir kumarda öne sürülen<br />
para gibi tehlikede olduğunu söylediği ferdin varoluşunun,<br />
bu tehlikeden kurtuluşunun yolu Sartre’a göre sorumluluğunu<br />
yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. (Geniş bilgi için<br />
bakınız: J. P. Sartre, Varoluşçuluk (existentialisme), (Çeviren: Asım<br />
Bezirci), Say Yayınları, . Basım, İstanbul 993)<br />
8 Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, İstanbul<br />
996, s. 8<br />
104<br />
mektedir; özellikle Sartre’ın varoluşçuluğu dini ve<br />
ahlâkı dışlamış, tanrıyı yok saymış bir felsefedir.<br />
Özdenören’in bu noktada Kierkegaard’ın “teist<br />
varoluşçuluk” düşüncesi çerçevesinde okunması<br />
gereken bir yazar olduğunu söylemek daha doğru<br />
olur. Öte yandan, insanın toplumsal, ekonomik<br />
ve bilimsel değişikliklerin hızı karşısında düştüğü<br />
durumun, bir felesefe akımı içinde çeşitli ilkelerle<br />
ele alınıp, çerçevelenmiş olması, o durumun doğallığına<br />
gölge düşüremez. Dolayısıyla, ferdin dış<br />
gerçeklik karşısında içine düştüğü olumsuz durumu<br />
anlatmak için ille de bir felsefî akımın ya da<br />
anlayışın içinde yer almak gerekmediğini söyleyebiliriz.<br />
İnsan, dünyadaki herşeyin olduğundan başka bir<br />
şey olabileceğini farkettiğinde, dünyanın kendisine<br />
anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin<br />
mümkün olmadığını anlamaya başlar. O zaman<br />
da, yaşamına anlam katma ihtiyacında olan<br />
insanın, anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam<br />
bulabileceği sorusuyla başbaşa kalır. 9 Bütün hikâyelerde<br />
aynı kahramanın macerasını anlatan Hastalar<br />
ve Işıklar 10 adlı eserde, her şeyden önce dış<br />
dünyayla uyumsuzluğun insanın iç dünyasına nasıl<br />
yansıdığı konu edilir. Eserde, kültürel kodların<br />
bozulması, gelenekle bağların koparılması alegorik<br />
bir dille ifade edilmiştir. Eserin baş kahramanı<br />
genellikle tedirgin, korkuyla kuşatılmış, eşyadan<br />
ve hayattan sürekli şüphe duyan, bu şüphesini bir<br />
kurtarıcı bilgiye dönüştüremeyen, kişisel ve toplumsal<br />
tarihinden kopmuş, sorgulamalarında bile<br />
akl-ı selim sahibi olamayan, dolayısıyla benlik kaybına<br />
uğramış, varoluşunu idrak etmekten uzak bir<br />
insandır. “Sabah” adlı hikâyede kahraman, bir evin<br />
içindedir ve sabah olmaktadır. Güneşin kendini<br />
belli belirsiz hissettirmeye başladığı bir ortamda,<br />
kahraman da uykudan sıyrılmakta güçlük çekmektedir.<br />
Dış dünyanın fluluğu aynen kahramanın<br />
zihni ve düşünceleri için de geçerlidir. Dış gerçekliği<br />
bir türlü kesin çizgilerle ayırt edememektedir.<br />
“Gözlerini açmamıştı henüz. Bir çizginin üstünde<br />
mi, bir merdivenin basamağında mı bilemiyordu.<br />
Penceresi, tabiatın, içinde deniz med ve cezirlerinin<br />
boğuştuğu bir köşesini çerçevelemişti. Oraya<br />
mı gitmek, burada mı kalmak?<br />
9 Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul 990, s. 35<br />
0 Rasim Özdenören, Hastalar ve Işıklar, İz Yayıncılık, 4. Baskı,<br />
İstanbul 998
Burası nereydi? Gözlerini ne zaman açacak<br />
(açacak mı)? (Hastalar ve Işıklar, s. 7) Hikâye baştan<br />
sona bu boğuntu atmosferinde geçer ve dış<br />
dünyaya ait bir gerçekliğin kesin bir şekilde tespitiyle<br />
biter: “Pencere, pencereydi. Ama o, eşyada<br />
olan olağanüstü bir şeyi farkediyormuş gibi, büyük<br />
bir şaşkınlıkla:<br />
- Ne kadar değişmiş her şeyler, dedi, ne kadar<br />
değişmiş! (Hastalar ve Işıklar, s. 8)<br />
Hikâyenin sonunda yazarın sesinin farkediyormuş<br />
gibi diyerek araya girmesi, kahramanın farkettiği<br />
olağanüstülüğün iğretiliğini ortaya koyar.<br />
Fakat buna rağmen kahraman dış dünyaya ait bir<br />
idrakin, dış dünyayı anlamlandırmanın eşiğindedir.<br />
“Çark” hikâyesinde ise kahramanın kendisiyle<br />
ve hayatla hesaplaşmasına şahit oluruz: “Ne yapmıştı!<br />
Ne yapmıştı! Binlerce şu kadar günlük ömrü<br />
boyunca hep o gıcırtılı tramvaylarda, durmadan<br />
adını heceleyen trenlerde, dile gelmez acılarını inleyerek<br />
anlatan kamyonlarda boyuna gulyabanilerden<br />
kaçmış, yakalanmamak için tükenircesine<br />
yorulmuş, kaç otel odasında gözlerini o gammaz<br />
ışıklara açmış, hangi yönlere, bilmediği nerelere<br />
koşmuş, kaçmıştı. Ne acıklı aldanış!” (Hastalar ve<br />
Işıklar, s. 10) Bu hesaplaşma, kendini idrakin ilk<br />
adımlarıdır. Ancak, bu bile kahramanı içinde bulunduğu<br />
boğuntudan kurtaramayacak, artık kaçacak<br />
bir yeri kalmadığını da, bu bir kurtuluşmuş<br />
gibi açıkça ve iyice anlayacak, adımını attığı yerde<br />
kendini usul usul erimeye bırakacaktır. (Hastalar<br />
ve Işıklar, s. 11) Böylece kahraman, olumlu anlamda<br />
olmasa da kendisini idrak etmeye başlamıştır.<br />
“Mani Olunmuş Adam”da hikâyenin adından başlayan<br />
bir kendini idrak edemeyiş ve gerçekleştiremeyişten<br />
söz edilir. Hikâyenin kahramanı, yaşadığı<br />
dünyada kendisini anlamlandırma ve bir yere<br />
konumlandırma çabası içindedir ve bunu gerçekleştiremeyişini<br />
toplumla çatışma şeklinde ortaya<br />
koyar. Kahraman, şehrin kalabalığının içindedir ve<br />
buraya kendisini hangi elin getirdiğinin bile farkında<br />
değildir. Şehrin dışındayken kendisine cazip<br />
gelen kalabalıklar, kendisini hiçbir zaman var saymamış<br />
kalabalıklardır.<br />
Hastalar ve Işıklar’ın birkaç hikâyesinden verdiğimiz<br />
bu örnekler bile, kahramanın dış dünyayı<br />
ve kendisini idrak konusunda bir düğümlenme, bir<br />
105<br />
tutukluk içinde olduğunu gösteriyor. Bu durum,<br />
kişinin hem kendisiyle, hem çevresiyle çatışması<br />
gibi bir sonuç doğuruyor. Dış dünyada olup bitenler<br />
karşısında çaresiz kalan fert, kendisini, çevresini<br />
ve çevresinde olup bitenleri anlamlandırmaya<br />
çalışmakta, bu çabasının çevresinde bulunanlar<br />
tarafından da anlaşılmaması üzerine içinde bulunduğu<br />
olumsuz durumun yoğunlaştığını hissetmektedir.<br />
Böylesi bir çaresizlik içinde olan, seçme<br />
ve değiştirme şansı bulunmayan, özgürlüğü<br />
kısıtlanan, insan olmasının beraberinde getirdiği<br />
bir takım özelliklerin gerçekleşme imkânının kalmaması<br />
ferdi, varoluşçuluğun temel ilkelerinden<br />
biri olan “soyut baş kaldırıya” yönlendirecektir. Dış<br />
dünyaya ve çevreye ait unsurların alegorik okunmaya<br />
açık olması, eseri, birden fazla okuma biçimine<br />
açık hâle getirmekte, özellikle ev, anne, baba,<br />
dede gibi unsurları geleneğin ve tarihin temsilcisi<br />
durumuna yükseltmektedir. Necip Tosun, eserin<br />
ana ekseninin birey olduğunu söyleyerek, eserde;<br />
bireyin susturulmuş, bastırılmış duygularının dış<br />
dünyanın gerçekliği ile aynı yerde çakışmamasından<br />
kaynaklanan hastalıklı hâllerin anlatıldığını<br />
vurgular. 11 Ömer Lekesiz ise; durumdan halkın istek<br />
ve seçimi dışında egemen ideoloji tarafından<br />
dayatılan yeni sistemi sorumlu tutar. 12<br />
Yaşamının doğaüstü bir örüntü izlediğine ve<br />
bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna inanan<br />
insan tabii ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz.<br />
Ama nesnel gerçekliğin soruşturulmakta<br />
olduğu teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların<br />
sayısı giderek azalmakta. Kozmik inanç<br />
sistemlerinin dünyamızın yaşamakta olduğu hızlı<br />
dönüşümlere uyum sağlayacak yenilenme süreçlerinden<br />
geçememiş olmasının da bunda payı olsa<br />
gerek. 13<br />
Çözülme 14 adlı eserde ise, insanın benliğini, anlamını<br />
yitirmesinin daha geniş bir çerçevede, ailede<br />
ele alındığını görürüz. Burada da insanların<br />
hayatla, dış dünyayla ve ailenin diğer fertleriyle<br />
sağlıklı ilişkiler kuramamaları nedeniyle içine düştükleri<br />
çıkmazlar anlatılır. Bu sağlıksız durumun<br />
Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, İstanbul<br />
996, s. 7<br />
2 Ömer Lekesiz, Öykü İzleri, Ankara <strong>20</strong>00, s. 69<br />
3 Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul 990, s. 36<br />
4 Rasim Özdenören, Çözülme, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul<br />
998<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
temel sebebi kültürel ve sosyal değişimdir. Dış<br />
dünyada meydana gelen hızlı değişime, ailenin<br />
fertleri psikolojik olarak hazırlıksız yakalanırlar.<br />
Ferdin açmazları, çıkmazları aileyi etkilediği oranda<br />
önem kazanmaya başlar. 15 Çok Sesli Bir Ölüm 16<br />
ve Çarpılmışlar 17 da bu çerçevede ele alınması<br />
gereken eserlerdir. Üç eserde de çözülmeye başlayan,<br />
dağılan aile ele alınır, nesiller arasındaki<br />
çatışmaya vurgu yapılır, şehirleşmenin tabii sonucu<br />
olarak göç olgusuna temas edilir. Bu eserlerin<br />
ayrıntısına girmeden, konumuz açısından genel<br />
olarak dış dünyadaki hızlı değişime ayak uyduramayan,<br />
moral değerler açısından hazırlıksız yakalanan<br />
ferdin içine düştüğü benlik kaybına temas<br />
ettiğini söylemekle yetinelim.<br />
Özdenören’in ilk dört eserinde toplumla, hayatla<br />
ve kendi beniyle sağlıklı ilişkiler kuramayan,<br />
kendisini ve çevresini idrak etmekte, gerçekleştirmekte,<br />
değiştirmekte bir takım sorunlar yaşayan<br />
insanlarla karşılaşırız. Fert, kendisini idrak etme<br />
konusunda çaresiz bırakılmıştır ve bir çıkış yolu<br />
bulamamaktır. İdrak ettiği en kesin gerçek çaresizliğidir.<br />
“Denize Açılan Kapı” ile birlikte ferdin,<br />
bilinçli ya da bilinçsiz bir hâlde kendini pozitif<br />
anlamda idrak etme çabası içine girdiğine şahit<br />
oluruz. Özdenören’in eserin adını bir ara Acemi<br />
Dervişler koymayı düşündüğünü söylemesi bu<br />
noktada anlamlı bir hâl almaktadır. Bu acemi dervişlerin<br />
kendilerini farklı şekillerde idrak etmeye<br />
başladıklarını görüyoruz. Bu çerçevede ferdin<br />
kendini idrak biçimleri arasında; yol ve yolculuk<br />
aracılığıyla kendini idrak, nefs muhasebesiyle<br />
kendini idrak, ölüm ve ölüm düşüncesiyle kendini<br />
idrak, tasavvuf düşüncesi ve tasavvufî kurumlar<br />
aracılığıyla kendini idrak konularını ele almaya<br />
çalışacağız.<br />
I. Yol ve Yolculuk Aracılığıyla<br />
Kendini İdrak:<br />
Her yolculuk –uzun veya kısa- bir dünyanın, o<br />
dünyaya ait alışkanlıkların ve aslında o dünyaya<br />
ait her şeyin geride, arkada bırakılması anlamına<br />
geliyor. Önündeyse bilmediğin bir dünya ve bilme-<br />
5 Necip Tosun, age, s. 24<br />
6 Rasim Özdenören, Çok Sesli Bir Ölüm, İz Yayıncılık, 2. Baskı,<br />
İstanbul 993<br />
7 Rasim Özdenören, Çarpılmışlar, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul<br />
998<br />
106<br />
diğin bir istikbal duruyor. Bir gerçek terk edilirken,<br />
bir mümküne doğru yol alınıyor. 18 Özdenören bir<br />
yazısında böyle diyor ve kanaatimizce hikâye kahramanlarının<br />
yolculuk aracılığıyla kendilerini idrak<br />
etmelerinin ana fikrini veriyor. “Ansızın Yola Çıkmak”<br />
kitabının üçüncü hikâyesi İçi ve Dışı’nda nereye<br />
gittiğinin bilincinde olmaksızın yola çıkan ve<br />
bir yerde mola veren bir adam konu edilir. Hikâyenin<br />
kahramanı, otobüsle yolculuğa çıkan, mola yerinde<br />
başka bir otobüse sadece “yeriniz var mı?”<br />
sorusunu sorup, başka bir yere, yöne doğru yeni<br />
bir yolculuğa başlayan biridir. Mola yerlerinden<br />
birinde bir kadınla karşılaşan kahraman, sohbet<br />
esnasında iki tarafın birbirini tanımak amacıyla<br />
sordukları sorulara verilen cevaplarla iç dünyasını<br />
ele verir. Aralarında geçen diyalogdan anlaşıldığına<br />
göre, dış dünyada yapılan yolculuk aslında<br />
yazarın iç dünyasında başlayan bir yolculuğun sebebidir.<br />
Yahut da, bu iki tür yolculuk birbirlerinin<br />
hem sebebi, hem sonucudur diyebiliriz. Bu yolculuk<br />
onun kendi benini kavramaya, kendini idrak etmeye<br />
yönelik bir takım varoluşsal sorular sorması<br />
sonucunu doğurmuştur. Hikâyenin kahramanı kadının<br />
bir sorusuna vevap verirken:<br />
İnsan kendi kendisinin aynası olabilir mi diye<br />
düşünüyorum. Eğer bu mümkünse, insan kendi<br />
kendinin dışına çıkma imkânına sahip demektir.<br />
Ben şimdi bunu deniyorum. Kendi kendimden kaçıp<br />
kaçamayacağımı denemek istiyorum. Bunun<br />
için geziyorum.”(Ansızın Yola Çıkmak, s. 27) diyerek<br />
yolculuğunun sebebini izah eder. Devamında<br />
ise, bildiği tek şeyin aramak olduğunu, nerede<br />
arayacağını bilmediğini ama aramadan durmanın<br />
da saçma olacağını düşündüğünü söyler. Bu, bizi<br />
mutlak gerçeği aramakla ilgili bir tasavvufî düsturla<br />
buluşturmaktadır; aramakla bulunmaz ama<br />
bulanlar arayanlardır düsturuyla.<br />
Kuyu <strong>19</strong> tren yolculuğuyla bir şehre ulaşan ve bir<br />
tekkeye giden Yusuf’un başından geçenler anlatılır.<br />
Yusuf, bu yolculuk aracılığıyla ulaştığı şehirde,<br />
iç dünyasında da bir tür yolculuğa çıkar ve sonunda<br />
uzun bir nefs muhasebesi sonunda tekrar trenle<br />
o şehirden ayrılır. Yusuf’un yolculuğu aslında<br />
bir tür manevî yolculuktur. 33 bölümden oluşan<br />
8 Rasim Özdenören, Acemi Yolcu, İz yayıncılık, İstanbul 997,<br />
s.<br />
9 Rasim Özdenören, Kuyu, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul<br />
<strong>20</strong>02
hikâye, Yusuf adlı kahramanın ruhsal arayışının<br />
ana tema olarak belirdiği bir metindir. Hikâyenin<br />
kahramanı Yusuf ile Züleyha kıssasından haberdardır<br />
ve başından geçen olayları, karşılaştığı durumları<br />
sözkonusu kıssa ile örtüştürerek ele alır.<br />
Modern metinler, dinî ya da mitolojik kıssalara genellikle<br />
soyutlama amacıyla başvururlar. Yılmaz<br />
Taşçıoğlu’nun bir yazısında temas ettiği gibi, bu<br />
soyutlama işlemi anlatının genelleştirilmesi amacına<br />
hizmet etmektedir. Dolayısıyla anlatılanların,<br />
özel, belirli bir kişinin şahsi tecrübesi değil, genel<br />
insan durumu olarak algılanması amaçlanmaktadır.<br />
<strong>20</strong> Hikâyenin kahramanı ilk bölümlerde günahı<br />
tercih ederek bir bakıma kendini gerçekleştirmekten<br />
kaçar duruma düşerken, sonraki bölümlerde<br />
günahtan kaçarak, çağrılmış olduğu sezdirilen<br />
tekkeye gitmeyi tercih edişiyle ruhsal arayışını<br />
olumlu anlamda yönlendirmiş olur. Ancak yolculuğun<br />
bittiği yerde kahramanın nefsi temsil eden<br />
köpeğe: “Şimdi biz kuyunun içinde miyiz, dışında<br />
mı?” (Kuyu, s. 90) demesi olumluya yönelen ruhsal<br />
arayışın bitmediğini gösteriyor. Yine de kahramanın<br />
“ben”iyle savaşmasını, onu öldürerek daha<br />
güçlü bir bütünle, cemaatle buluşmasının kendini<br />
idrak bakımından önemli bir aşamaya işaret ettiğini<br />
söyleyebiliriz.<br />
II. Nefs Muhasebesiyle Kendini<br />
İdrak:<br />
İnsanın, kendini ve dünyayı idrakinin temelinde<br />
sorgu ve hesaplaşma vardır. Modern insanın yaşadığı<br />
zemin, sorgular açısından son derece elverişli<br />
olmasına rağmen, modernliğin ve modernizmin<br />
inşa ettiği bilinç, bunun nefs muhasebesi düzeyine<br />
erişmesinin önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.<br />
Özdenören’in Denize Açılan Kapı 21 kitabından<br />
önceki eserlerinde bu durumun pek çok örneğine<br />
rastlanır. Nihayet bu çerçeve içindeki bütün<br />
hamleleri karanlığa çıkan insan, nefs gerçeğini<br />
keşfeder ve onunla hesaplaşmaya başlar. Bu hesaplaşmanın<br />
bir yanında ferdin kendisi, öbür yanında<br />
da yine ferdin ötekileştirdiği nefs yani öteki<br />
ben vardır. Özdenören’in hikâyelerinde kişinin<br />
<strong>20</strong> Yılmaz Taşçıoğlu, “Rasim Özdenören’in Kuyu Adlı<br />
Hikâyesindeki Anlatım Özellikleri Üzerinde Bazı Dikkatler”, Işıyan<br />
Kelimeler Rasim Özdenören (Haz. Alim Kahraman), I. Basım, İstanbul<br />
<strong>20</strong>07, s. 44<br />
2 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, İz Yayıncılık,<br />
İstanbul 997<br />
107<br />
içindeki öteki olgusunun karşılığı köpek veya başka<br />
bir adlandırmayla it vardır. İt hikâyesinde (Denize<br />
Açılan Kapı, s. 67-72) içindeki itle hesaplaşan,<br />
kimi zaman onun esiri olan, kimi zaman onu yok<br />
etmeye çalışan bir insan anlatılır. İt, bu hikâyede<br />
bir metafor olarak kullanılmıştır ve tam anlamıyla<br />
nefsi temsil eder. Zaman zaman azgınlaşan, kuduran<br />
iti içinden atmak ister kahraman. Zaman<br />
zaman da efendisinin önüne atmak ve onun kırbaçlamasını<br />
istemektedir. Bir çatı katında yaşayan<br />
hikâye kahramanı, itin kendisine hakim olduğu<br />
zamanlarda evin karşısında bir dairede oturan<br />
kadını gizlice seyretmekte ve cinsel duyguların<br />
etkisi altına girmektedir. İtle sürdürülen mücadele,<br />
hikâyede Beyazid-i Bistamî için anlatılan bir<br />
kıssayla çakışır. Kıssaya göre, Beyazid-i Bistami,<br />
nefsine eziyet ederek ondan kurtulmak istemiş,<br />
sonunda onun bir it şeklinde ağzından çıkıp gittiğini<br />
görmüştür. Ancak gaibten gelen bir ses, ona<br />
iti tekrar içine almasını emretmiş ve kendisinin<br />
onunla beraber sevildiğini söylemiştir. Hikâyenin<br />
kahramanı da itten kurtulmak isterken -bu kıssayı<br />
biliyor olmalı ki- itle birlikteyken sevildiğinin<br />
bilincine varır ve böylece bir anlamda insanın iki<br />
kutuplu bir varlık olduğunu idrak eder. Bu noktada<br />
kendisini gerçekleştirmeye yönelik olarak vardığı<br />
neticelerden biri de, itin, yani nefsinin öldürülmesi<br />
yerine terbiye edilmesi gerektiğini öğütleyen tasavvufî<br />
öğretidir.<br />
Kuyu’da Yusuf, yasak bir ilişkinin ardından rüyasında<br />
kendisini bir köpek şeklinde görür: O<br />
anda kendisi de iri kara uyuz bir köpek biçimine<br />
dönüşüyor, köpek kendini bu adamın ayaklarının<br />
dibine atıyor, o anda adamın elinde bir kırbaç<br />
peydahlanıyor…(Kuyu, s. 35) Köpek, kırbacın kendisini<br />
ikiye biçmesini ve yok etmesini istemekte<br />
ama adam bu işin daha vadesinin gelmediğini,<br />
kırbacın vuruşlarıyla yakında eğitileceğini söylüyor.<br />
Burada da aynı şekilde köpeğin eğitilmesi temasıyla<br />
karşılaşıyoruz. Aynı hikâyede değişik vesilelerle<br />
Yusuf’un köpek metaforu üzerinden nefs<br />
muhasebesini gerçekleştirdiğini görürüz. İt ya da<br />
köpek metaforunu başka bir çalışmamızda daha<br />
detaylı ele almak istediğimiz için, şimdilik burada<br />
bu kadar temas etmekle yetinelim.<br />
Yine Kuyu’nun 26. bölümünde Yusuf’un kendi<br />
nefsi üzerine düşündüğü görülür: Düşündü: nefsi-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ne itibar etmediğini sanıyordu, ama acaba nefsini,<br />
ona itibar etmediğini söyleyerek mi izzetliyordu?<br />
Ona böyle düşünebileceği öğretilmişti: nefsin<br />
oyunlarının şeytanınkinden aşağı kalır yanı olmadığı<br />
belletilmişti. Nefs, diyorlardı, kendine itibar<br />
etmediğini söyler ve kendine itibar etmediğini<br />
itiraf ederek bundan pay çıkartmaya girişir: nefse,<br />
belki de bu yüzden zalim diyorlardı. Ona şu da<br />
öğretilmişti: Zulüm bir şeye hakkı olan şeyi vermemektir!<br />
Nefs, kendine zulüm uygulandığını ileri<br />
sürerek de bundan kendine kendine pay çıkartmaya<br />
girişebilir. (Kuyu, s. 71)<br />
III. Ölüm ve Ölüm<br />
Düşüncesiyle Kendini İdrak:<br />
Özdenören’in hikâyelerinde ölüm çok sık ele<br />
alınır. Özellikle insanın kendini idrakinin bir aracı<br />
olarak kullanıldığı yerlerde ölüm düşüncesi, “Ölmeden<br />
önce ölünüz” hadisinin anlamı çerçevesinde<br />
kullanılır. Bu ve başka şekillerde kullanıldığı<br />
zaman, ölüm uyarıcı, diriltici bir role sahiptir.<br />
Ansızın Yola Çıkmak 22 kitabındaki İskelet (Ansızın<br />
Yola Çıkmak, s. 65-73) adlı hikâyede, Zehra, şiddetli<br />
bir yalnızlığın etkisiyle içindeki öteki beni bir<br />
iskelet olarak görür ve böylece içindeki ötekiyle<br />
konuşmaya başlar. Kişisel geçmişine dalan ve tasavvufî<br />
anlamda bir biatı çok önceleri gerçekleştirmiş<br />
olan Zehra, konuşmanın bir yerinde:<br />
Ben kendi sûrumu üfledim.<br />
Ben şimdi ölmeden önce ölmeyi yaşıyorum.<br />
(Ansızın Yola Çıkmak, s. 73) diyerek hadisteki düstûru<br />
gerçekleştirmiş olduğunu ortaya koyar.<br />
Arasat hikâyesinde, sürekli çevresindekilere kötülük<br />
eden, kirli bir hayatın içinde yaşayan Ejder’i<br />
halası ölüm ve ötesiyle kendine dönmeye, tövbe<br />
etmeye iknaya çalışır:<br />
Ecelin gölgesi her daim başımızdadır can alıcı<br />
gelmeden tövbe kapısına sığınmak gerek o gün<br />
celal perdeleri aralandığı vakit daha sen kabir<br />
berzahında beklerken mücrimler hayattayken en<br />
çok neden korkuyorlarsa onun sesiyle korkutulurlar<br />
ateşin bir tek şifası vardır gözyaşıdır tövbedir<br />
(Çarpılmışlar, s. 34)<br />
22 Rasim Özdenören, Ansızın Yola Çıkmak, İz Yayıncılık, 3.<br />
Baskı, İstanbul <strong>20</strong>07<br />
108<br />
Pus hikâyesinde baştan sona bir ölüm atmosferi<br />
vardır. Evin dedesi ölmek üzeredir ve torunu bu<br />
gerçeğin evin her tarafına sindiğini hissetmektedir.<br />
Dede, belki de son bir hamleyle artık görevini<br />
yapamayan bir silahı torununa bırakır. Torunu,<br />
buna bir anlam veremez:<br />
-Ben bir şey anlamadım dedim ürkek bir sesle.<br />
-İçine bir şey doğmadı mı?<br />
-Doğdu.<br />
-Hepsi o işte, dedi, gereğinden fazla aç gözlü<br />
olma.(Hastalar ve Işıklar, “Pus”, s. 22)<br />
Torunu dedesinin bu hareketinden bir şeyler<br />
hissetmiştir ama bunun tam anlamının, karşılığının<br />
ne olduğunu bilmemektedir. Bu, ölüme doğru<br />
giderken dedenin toruna bıraktığı tarih duygusudur<br />
aslında. Torun böylece, kendi tarihiyle buluşacak<br />
ve kendisini oradan idrak ve inşa etmeye<br />
başlayacaktır.<br />
Ölüm kavramı hayatın tersi, yani öteki’si olması<br />
yönüyle, doğal olarak hayatı idrak edişte, anlamlandırışta<br />
önemli bir rol üstlenir. Ölümün kaçınılmazlığı<br />
gerçeği, Özdenören’in kahramanlarını<br />
çoğunlukla ontolojik bir yolculuğa çıkarır ve bu<br />
anlamda kavramın anlam alanının tersine diriltici<br />
bir rol üstlenir. Ölüm karşısındaki çaresizlik, insana<br />
varlığının gerçekleriyle ilgili bir takım kesin bilgiler<br />
verir, ona acizliğini ihtar eder. Bu ise insanın<br />
kendini en azından bir boyutuyla idrak etmesine<br />
yarar. Ölümün bir olay olarak gerçekleşmesinden<br />
ziyade, kavramsal olarak ortaya çıkması idrak açısından<br />
önemlidir. Hışırtı 23 adlı kitaptaki Boşluktaki<br />
Duruş hikâyesindeki kahraman ölüm düşüncesiyle<br />
daha çok bu kavramsal boyutuyla buluşur; o düşünce<br />
ilk ne zaman kafasında zonkladı, bilmiyordu:<br />
ölüm düşüncesi: ölümü düşünmeye başladı,<br />
hayır kendini öldürmeyi değil, ölümün kendisini…<br />
(Hışırtı, “Boşluktaki Duruş”, s. 50)<br />
IV. Tasavvuf Düşüncesi ve<br />
Tasavvufî Kurumlar Aracılığıyla<br />
Kendini İdrak:<br />
Özdenören’in hikâyelerinde tasavvufun Denize<br />
23 Rasim Özdenören, Hışırtı, İz Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul<br />
<strong>20</strong>0
Açılan Kapı’yla birlikte daha çok yer almaya başladığını<br />
görülür. Eserin adındaki deniz kelimesi<br />
aslında bizim manevî dünyamıza, tasavvufa işaret<br />
eder ve insanın kendini idraki bu dünyada gerçekleşmelidir<br />
düşüncesinin ürünüdür bu adlandırma.<br />
Özellikle eserdeki Bir Adam, Karşılaşma, O zaman,<br />
Öteki gibi hikâyelerde insanın bir rabıta kurma, bu<br />
dünya hayatını şekillendirecek, kişinin bu dünyadaki<br />
konumunu belirlemesinde ona rehberlik edecek<br />
bir öteki dünya fikriyle buluşma, öte dünya<br />
fikrinin ışığında kendini idrak etme, anlamlandırma<br />
çabalarına şahit oluruz. Önceki hikâyelerinde<br />
insanın bilinçaltını açığa çıkarmaya çalışan yazarın<br />
böylece artık insanın metafizik boyutuna el attığını<br />
görürüz. Özellikle “Sabahın Seher Vaktinde<br />
Aman” hikâyesinde keramet olgusuyla karşılaştırır<br />
bizi yazar. Karşılaşma’da bir savaşın içinde kurşunlardan<br />
kaçan bir annenin düşürdüğü çocuğu<br />
kurtarmaya çalışan bir dedenin ölümü anlatılır<br />
torununun ağzından. Torun, hikâyenin anlatım zamanında<br />
artık rabıta sahibi bir kişidir ve hikâyenin<br />
sonunda karın üstünde donup ölen bebeğin ardından<br />
eseflenmektedir:<br />
Ama şimdiki hâlim olsa, rabıta nedir bilebilmiş<br />
olsam kor muydum o bebek ölsün. Efendimin<br />
himmetiyle atmaca gibi kapardım ki, keferenin<br />
ruhu bile duymazdı, duysa bile kurşunu bu döşüme<br />
işlemezdi…(Denize Açılan Kapı, s. 65)<br />
Bu noktada himmet kavramına vurgu yapmakta<br />
fayda vardır. Will Durant, yaşama anlam<br />
verebilecek nedenlerin, insanı kendi kişiliğinin<br />
sınırlarının ötesine götürebilmesi ve kendisinden<br />
daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini<br />
sağlaması gerektiğini söylüyor. Himmet ve keramet<br />
gibi kavramlara inanmak, kişinin kendini bu<br />
kavramların ışığıyla idrak etmesi, üst bir gerçekle,<br />
kendisinden daha büyük bir bütünle işbirliği içine<br />
girme çabasıdır.<br />
Kuyu’da da Yusuf, tasavvufi bir kurum olan<br />
tekkeye gitmek için yola çıkmış, tekkeye ulaştığında<br />
tasavvufî hayatın çeşitli rükûnları içinde<br />
kendini yeniden idrak etmeye başlamıştır. Hikâye,<br />
Yusuf’un “bağlanmak” amacıyla hakkında<br />
en küçük bir bilgi sahibi bile olmadığı bir şehre<br />
gelmesiyle başlar. Hz. Yusuf kıssasına telmihlerle<br />
açımlanan hikâyede, gece geç saatte istasyona<br />
109<br />
inen kahraman, bu saatte tekkeye gitmenin doğru<br />
olmayacağı düşüncesiyle bir otelde geceyi geçirmeye<br />
karar verir. Orada bir kadınla düşle gerçek<br />
arasında yasak bir ilişki yaşayan kahraman, sabaha<br />
kadar kendi kendisiyle hesaplaşmaya başlar.<br />
Bu hesaplaşma onun kendisinden kaçmasına ve<br />
kuyu’ya düşmesine sebep olur. Kuyu, burada insanın<br />
çıkmazlarını temsil eden birmetafor niteliğine<br />
bürünür. Kuyunun içinde nefsiyle boğuşan Yusuf,<br />
sonunda boşlukta yükselerek kuyudan kurtulmanın<br />
tek yolunun bağlanmak olduğuna karar verir.<br />
Tasavvufun temel alındığı hikâye kitaplarından<br />
biri de Ansızın Yola Çıkmak’tır. Eserde, tasavvufa<br />
girmiş ya da girmek üzere olan insanların (acemi<br />
dervişlerin) yaşadığı içsel çatışmalar, çalkantılar,<br />
sarsıntılar, geçmişle ve gelecekle hesaplaşmalar<br />
anlatılır. tasavvuf kurumunun insanı nasıl biçimlendirdiği,<br />
dönüştürdüğü, olaylara ve eşyaya nasıl<br />
bir bakış açısı kazandırdığı çeşitli öykülerde örneklendirilir.<br />
24<br />
Sonuç:<br />
Rasim Özdenören’in hikâyeleri, çağımızın gerçeğiyle<br />
örtüşen, modern hayatın ve düşüncenin<br />
ruhlarında yaralar açtığı, benlik kayıplarına neden<br />
olduğu kahramanları, aileleri konu edinir. Ele aldığımız<br />
konunun alt başlıklarının ve konuya ilişkin<br />
örneklerin çoğaltılmasının mümkün olduğunun<br />
bilincindeyiz. Ancak, bu çalışmamızda insanın<br />
kendini idrak biçimlerinin Özdenören’in hikâyelerinde<br />
nasıl belirdiğini ihsas ettirmeye çalışmakla<br />
yetinmeyi tercih ettik. Özdenören’in hikâyelerinde<br />
kendilik bilincinden uzak bırakılan ferdin, kendini<br />
idrak etmesinin yolunun ancak kendinden daha<br />
güçlü bir bütünle buluşmasından geçtiğinin vurgulandığını<br />
gördük. Bu güçlü bütünün ise özellikle<br />
metafizik alanlara, dinî ve tasavvufî kurum ve değerlere<br />
tekabül ettiğini tespit ettik.<br />
24 Necip Tosun, “Özdenören’in Son Dört Öykü Kitabında<br />
Tasavvuf, Kadın ve Aşk”, Kitap Postası, S. 3, Nisan <strong>20</strong>06, s. 58<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
KAYNAKÇA:<br />
CEBECİ, Oğuz (<strong>20</strong>04) Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İstanbul: İthaki<br />
Yayınları.<br />
GEÇTAN, Engin, (<strong>19</strong>90), Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul: Remzi Kitabevi<br />
GUENON, Rene, (<strong>20</strong>05) Modern Dünyanın Bunalımı, (Türkçesi:<br />
Mahmut Kanık) Ankara: Hece Yayınları.<br />
KAHRAMAN, Hasan Bütlent, (<strong>19</strong>99) “Türkiye’de Kültürel Söylem<br />
Kurguları: Kopuştan Eklemlenmeye ve Geleneksizliğin Geleneği”,<br />
Doğu Batı, Yıl 3, S. 9, Kasım-Aralık-Ocak <strong>19</strong>99, İstanbul.<br />
LEKESİZ, Ömer, (<strong>20</strong>00) Öykü İzleri, Ankara<br />
ÖZDENÖREN, Rasim (<strong>20</strong>01), Hışırtı, 2. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>93) Çok Sesli Bir Ölüm, , 2. Baskı, İstanbul:<br />
İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Acemi Yolcu, İstanbul: İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Ansızın Yola Çıkmak, 3. Baskı, İstanbul:<br />
İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Denize Açılan Kapı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Hastalar ve Işıklar, 4. Baskı, İstanbul:<br />
İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>98), Çözülme, 3. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />
ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>20</strong>02) Kuyu, 3. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />
SARTRE, J. P., (<strong>19</strong>93)Varoluşçuluk (existentialisme), (Çeviren: Asım<br />
Bezirci), 11. Basım, İstanbul: Say Yayınları.<br />
TAŞÇIOĞLU, Yılmaz, (<strong>20</strong>07) “Rasim Özdenören’in Kuyu Adlı Hikâyesindeki<br />
Anlatım Özellikleri Üzerinde Bazı Dikkatler”, Işıyan Kelimeler<br />
Rasim Özdenören (Haz. Alim Kahraman), I. Basım, İstanbul:<br />
Kaknüs Yayınları<br />
TOSUN, Necip, (<strong>19</strong>96) Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, İstanbul:<br />
İz Yayıncılık<br />
110
I. SÖYLEŞİ<br />
Rasim ÖZDENÖREN - Dr. Âlim KAHRAMAN<br />
111<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Rasim ÖZDENÖREN - Dr. Âlim KAHRAMAN<br />
Âlim Kahraman: Saygıdeğer dinleyiciler,<br />
Hepinizi ayrı ayrı selâmlıyorum. Sempozyumun<br />
bu bölümünde Türk hikâyesinin değerli hikâyecilerinden<br />
Rasim Özdenören’le konuşacağız. İlk hikâyesini<br />
<strong>19</strong>57 yılında yayımlıyor. Buna göre bu yıl<br />
Rasim Özdenören’in hikâyeciliğinin 50. ylıdır. Bugüne<br />
kadar değişik alanlarda farklı türlerde eserler<br />
vermiş bir yazarımız. Biz daha çok onun öykücü<br />
yönünü ele alacağız. Bu bakımdan sizlere öykü<br />
kitaplarını kısaca hatırlatmak istiyorum. <strong>19</strong>67’de<br />
Hastalar ve Işıklar, <strong>19</strong>73’te Çözülme, <strong>19</strong>74’te Çok<br />
Sesli Bir Ölüm, <strong>19</strong>77’de Çarpılmışlar, <strong>19</strong>83’te Denize<br />
Açılan Kapı, <strong>19</strong>99’da Kuyu, <strong>20</strong>00 yılında Ansızın<br />
Yola Çıkmak, yine <strong>20</strong>00 yılında Hışırtı kitabı ve<br />
son olarak da Toz adlı öykü kitapları yayınlanmıştır.<br />
Değerli hikâyecimiz Rasim Özdenören’i davet<br />
ediyorum. Buyurun efendim.<br />
Efendim, bugün öykü ve öykücülüğünüz üzerine<br />
ve bugünün sempozyumun konusu olan <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
sonrası öykü üzerine hazırladığım bazı soruları<br />
size yönelteceğim. Tabii ki bu çerçevede sohbetimiz<br />
devam edecek ama farklı konulara doğru da<br />
açılabilir. Biraz da zuhurata bırakıyoruz. Şimdi öncelikle<br />
öyküleriniz üzerini de bazı sorular soracağım<br />
ama, öykü görüşünüzü, öykü üzerine düşüncelerinizi<br />
birazcık ortaya çıkarabilmek adına bazı<br />
sorular soracağım. Bunların içinde belki öykünün<br />
doğuşu konusunda da, dünya edebiya bu tür nasıl<br />
gelişmiştir, en azından sizin pencerenizden bu<br />
konulara bakmaya çalışacağız. Öncelikle şöyle<br />
girmek istiyorum; bir yazınızda; öykü, anlatmaktır<br />
diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Yani anlatmanın<br />
“ne”yi ve “nasıl”ı da var mı?<br />
112<br />
Rasim Özdenören: O sözü tekrarlayabilirim;<br />
öykü anlatmaktır. Tıpkı fiziğin bir anlatma işi olması<br />
gibi, biyolojinin bir anlatma işi olması gibi.<br />
Anlatma ama neyi anlatma? Fizikçi, fizik nesneleri,<br />
fizik fenomenleri, olayları anlatır. Bizim görmediğimiz<br />
fenomenin mahiyetini bize açıklamaya çalışır.<br />
Mesela, Ainstein’ın meşhur formülü; E eşittir<br />
MC kare. Öyle bir formül tabiatta yok. Yani enerji<br />
eşittir kütle çarpı ışık hızının karesi. Ama bir adam<br />
gealiyor ve bizim yerimize fiziği okuyor ve bu okuduğunu<br />
bir formülle izah ediyor. Öykücü ne yi okuyor?<br />
Öykücü, o da fenomenleri anlatıyor, insanı<br />
anlatıyor insan ilişkilerini anlatıyor, gördüğü her<br />
ne ise onu anlatmaya çalışıyor. Ama anlattığı şey<br />
öykü formatında oluyor. Öykü biçiminde anlatabildiği<br />
takdirde biz ona öykü diyoruz. Şimdi herşeyin<br />
tanımlaması gibi öykü veya şiirin tanımlaması da<br />
kolay değil. Her tanımlama eksik kalır. Nitekim<br />
felsefeyi de böyle düşünebiliriz. Felsefe de neticede<br />
kavramlar tanımlanıyor ama kavramı her<br />
tanımlayan filozofun eksik bıraktığı, kendisinden<br />
sonra gelenler tarafından eksik veya yanlış görülen<br />
unsurlar, faktörler tamamlanmaya çalışılmak<br />
suretiyle zincirleme böylesine geliyor. Şimdi biz<br />
“öykü anlatmaktır” dedik, bazı eleştirmenler, edebiyat<br />
üzerine düşünen arkadaşlarımız buna dudak<br />
büktüler; herşey öyleyse anlatmaktır. Biz de zaten<br />
tersini söylemiyoruz. Fizik de bir anlatmadır, biyoloji<br />
de, bütün bilim dalları da bir anlatmadır. Ama<br />
nasıl bir anlatma? Sadece o kişinin, o fizikçinin, o<br />
öykücünün, o romancının, o şairin gözüyle, onun<br />
perspektifiyle anlatılması gereken şeyi anlatmaktır.<br />
Bunu böylece bitirmiş olalım.<br />
A. K.: Şimdi, öykü türü belli bir dönemden son-
a dünyada beliren bir tür, bizde de öyle. Hatta<br />
bunu modern anlamda öykünün ortaya çıkışını<br />
<strong>19</strong>. yüzyılın ikinci yarısına götürebiliyoruz. Bundan<br />
önce bazı metinler öykü sayılmıştır, yahut da<br />
doğuşu Decameron’a kadar götürülmüştür, oradaki<br />
bir takım anlatımlar veya Binbir Gece’deki<br />
bazı bölümler de kendine göre öyküye yaklaşan,<br />
veyahut da o tarzı haber veren bir takım örnekler.<br />
Ama modern anlamıyla öykünün ortaya çıkışı <strong>19</strong>,<br />
yüzyılın ikinci yarısında. Öncelikle şunu sormak istiyorum;<br />
bu türün dünyadaki önemli öncüleri kimlerdir?<br />
En azından sizin pencerenizden bu konuya<br />
bakmak isteriz.<br />
R. Ö. Dediğiniz gibi bizim de bugün yazmaya<br />
çalıştığımız modern öykünün mazisi çok eski değil;<br />
<strong>19</strong>. yüzyıl. Ama zorladığımız takdirde –nitekim<br />
bu zorlamayı yapan eleştirmenler, edebiyat<br />
tarihçileri yok değil, Mesnevi ile irtibat kuranlar<br />
var, Kelile ve Dimne ile irtibat kuranlar var- ama<br />
modern öykü, modern zamanların bir ürünüdür<br />
ve şöyle ibr zorunluluktan ortaya çıkmıştır; modern<br />
zamanın özellikle İngiltere’de sınaî devrimin<br />
getirdiği sıkış-tıkış bir hayat tarzı var. Hızın ön<br />
aldığı, Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’deki<br />
bir ifadesine başvurarak söylersek; bugün diyor,<br />
demir yolu ve buhar çağını yaşıyoruz. Bugün bize<br />
komik gelebilir. Ama bugün aynı şey, feza çağında<br />
yaşıyoruz, bilgisayar çağında yaşıyoruz denebilecek<br />
bir söyleyiş. <strong>19</strong>. yüzyılda bugün Türkiye’de<br />
okuma-yazma seferberliği diye anılan bir faaliyet<br />
var. Herkese okuma-yazma öğretme gayreti var.<br />
Bu okuma-yazma gayretinin kökeni gene <strong>19</strong>. yüzyılda<br />
sınai devrimine dayanıyor. Sınai devrimde,<br />
işçinin yani müşterinin, mal satın alacak şahsın en<br />
azından bir markayı okuyabilmesi veya kenidsine<br />
verilmiş olan bir tarifnameyi okuyabilmesi isteniyor.<br />
Asgarî düzeyde bir okuma yazma bilmesi gerekiyor.<br />
Bir makinenin başına geçtiği zaman onun<br />
nasıl kullanılabileceğini öğrenmesi gerekiyor. Bu<br />
okuma-yazma seferberliğinin kökeni oraya kadar<br />
indiriliyor. Şimdi böyle bir çağda insanların daha<br />
önceki dönemlerde yazılmış olan destanları, uzun<br />
romanları okumaya vaktı yok. Bu insan, evinden iş<br />
yerine gidinceye kadar otobüste, banliyö treninde<br />
açıp okuyabileceği ve otobüse bindiği yerle ineceği<br />
yer arasında bitirebileceği metinlere ihtiyaç<br />
duyuyor ve böyle bir ihtiyacı karşılama sadedinde<br />
113<br />
bugünkü kısa öykü dediğimiz öykü ortaya çıkıyor.<br />
Yani her olayda olduğu gibi tepeden inme şeklinde<br />
değil…<br />
A.K.: Veya bu açıklamanız kısa öykünün ortaya<br />
çıkışının bir cephesini ortaya koyuyor.<br />
R. Ö.: Ama bir kere ortaya çıktıktan sonra bunun<br />
sanatlı olanı da yapılabilir deniliyor ve işte asıl<br />
sorduğun soruya bu noktadan giriyoruz. Sanatlı<br />
olarak yapıldığında iki ana damar ortaya çıkmış.<br />
Ben maalesef toplantıya başından itibaren katılamadığım<br />
için belki daha önceki konuşmacılar değinmiş<br />
olabilirler butür konulara. Onun için tekrar<br />
oluyorsa affınızı istirham ediyorum. İki ana damarı<br />
var: Bir Poe damarı ki, bilahare Maupassant ile gelişen<br />
ve devam eden bir damar, diğeri de Rusya’da<br />
Çehov damarı dediğimiz damar… Birisi karmaşık,<br />
insanın tabiri caizse varoluş problemlerini dile getiren,<br />
hafakanını dile getirmeye çalışan bir öykü<br />
tarzı, diğeri de daha sade, daha basit, insanların<br />
çok fazla kafa yormaksızın -tabiri küçümsemek<br />
için söylemiyorum- ama leblebi çekirdek yercesine<br />
basitçe herkesin okuyabileceği,daha popüler<br />
bir tür. Bu iki damar o günden bugüne gelmiş ve<br />
bugünkü öykücüleri de bu iki damardan birine irca<br />
etmek mümkün…<br />
A.K.: Bir de burada yine öykülerinize geçmeden<br />
önce öykü ve diğer türler… Tabii şimdi belli<br />
bir dönemden itibaren öykü kendi bağımsızlığını<br />
kazanma mücadelesi verdi bir bakıma. Bizde de<br />
böyle oldu bu. çünkü daha önceki dönemlere baktığımızda<br />
romanla karıştırılan yahut da roman ve<br />
öykü diye onun yanına eklenen veyahut da öyküden<br />
romana geçilir, onun bir ön aşaması filan gibi<br />
tartışmalar yapıldı. Ama özellikle ellili, altmışlı ve<br />
yetmişli yıllardan sonra öykü kendi bağımsızlık<br />
alanını daha fazla vurgular hâle geldi. Günümüze<br />
geldiğimizde ise tabii o dönemlerde de var bazı<br />
çıkarılan öykü dergileri. Seçilmiş Hikâyeler hemen<br />
aklıma gelen. Günümüzde sadece öyküye ayrılan,<br />
onu konu alan dergiler var. Burada bir oturum,<br />
sempozyum yapılıyor, konusu sadece öykü olan.<br />
Bu artık iyice kendini özellikle karışma ihtimali<br />
olan romandan ayırma, bağımsızlaştırma aşamasını<br />
geçmiş oluyor. Ama ben bugün öykünün bu<br />
kadar serpilme, yayılma, açılma döneminde terse<br />
doğru soruyu sormak istiyorum. öykü diğer tür-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
lerle bağlantılı bir takım ataklar, bir takım denemeler<br />
ortaya koyuyor. Bu sizin öykünüzde de var.<br />
Mesela daha çok öykü ve şiir üzerinde durulur.<br />
Öykünün şiire yakınlığı. Romandan da uzaklaştırılmış<br />
oluyor böylece. Ama ben onu sormayacağım.<br />
Özellikle son dönemde sizin, deneme, anlatı ve anı<br />
diyebileceğimiz bazı alt türlerle öyküyü karıştırdığınız<br />
metinler var. Hatta onlara öykümsü diye başlık<br />
koydunuz. Öykümsü bugün eleştiri dünyasında<br />
hafifsemek için de kullanılıyor ama sizin öyle bir<br />
niyetle bu başlığı kullandığınızı zannetmiyorum.<br />
Öykü ve diğer türlerin birleşmesi konusunda kendi<br />
deneyimlerinizden de yola çıkarak ne söylemek<br />
istersiniz?<br />
R. Ö.: Şimdi ilkin sözün en başından başlayalım.<br />
Felsefe açısından baktığımızda öykü, roman veya<br />
şiir, bunların hepsini şiir başlığı altında toplamak<br />
mümkün, hatta zorunlu diyebilirim. Felsefe açısından<br />
bakıldığında bunların tümü insan zihninin<br />
ürünü. İnsan zihninin ürünü olarak edebiyat açısından<br />
önümüze şiir, öykü, piyes vs. türler olarak,<br />
ayrılmış olarak çıkabilir. Ama neticede bunlar insan<br />
zihninin ürünü, insan zihninin türevi olarak<br />
bakıldığında bunların hepsine poem dememiz, şiir<br />
dememiz mümkün. Burada kalite de söz konusu<br />
değil. Kaliteli veya kalitesiz. Efendim edebiyat<br />
açısından farklı noktalarda önem taşıyabilir. Filan<br />
akıma irca ederek değerlendirmemiz kolay olabilir,<br />
mümkün olabilir veya o açılardan baktığımızda<br />
bir esere romantık dememiz, gerçekçi dememiz<br />
ne bileyim, naturalist, realist, trajik veya dramatik<br />
eser olarak değerlendirmemiz o esere yaklaşırken<br />
onu anlamamız açısından bize kolaylıklar<br />
sağlayabilir. Bu, edebiyat, literatür açısından yerindedir.<br />
Fakat felsefe açısından bunların tümüne<br />
insan zihninin bir ürünü olarak baktığımızda bunların<br />
hepsi aynı pota içine yerleştirilebilir. Şimdi<br />
sorunuzun ikinci kısmına gelince onu da şöyle<br />
anlamak istiyorum ben; edebiyat yirminci yüzyılın<br />
başlarına gelinceye kadar rakipsiz olarak kendi<br />
kendisiyle başbaşaydı. Onun bir rakibi yoktu. Onun<br />
rakibi olsa olsa mesela Türk geleneksel folkloruna<br />
baktığımızda orta oyunu olabilir, Karagöz olabilir<br />
ki bunları da tam rakip saymak doğru mudur değil<br />
midir bilemiyorum. Ama yirminci yüzyılın başlarından<br />
veya arifesinden itibaren radyo edebiyata<br />
rakip olmuştur. Ondan önce gazete edebiyata ra-<br />
114<br />
kip olmuştur. Giderek sinema, televizyon. Otuzlu<br />
yıllarda radyo ağırlığını giderek artırmıştır. Bütün<br />
bunlar edebiyata rakip olmuş. O kadar rakip olmuş<br />
ki bu medya türlerinin herbiri ortaya çıktığında<br />
bunun edebiyatı öldüreceği söylenmiştir.<br />
Gazete çıktığında, gazetenin edebiyatı öldüreceği<br />
söylenmiştir. Arkasından sinema çıktığında bunun<br />
edebiyatı öldüreceği söylenmiştir. Çünkü sinemi<br />
ne yapıyordu? Sinema romanları beyazperdeye<br />
aktarma çabasına girmişti. Arkasından televizyon<br />
geldi. O ara otuzlu yıllarda doludizgin radyo geldi.<br />
Bunların herbirinin edebiyatı öldüreceği söylendi.<br />
Edebiyat da tabiri caizse bu medyaların herbirine<br />
karşı kendi gardını aldı. Bugün edebiyatın ulaştığı<br />
nokta şu, benim acizane kanaatim; edebiyat kendi<br />
özgül dilini öylesine geliştirmiş durumda ki bu<br />
özgül dil başka herhangi bir medyanın, diyelim ki<br />
tiyatronun, diyelim ki sinemanın, televizyonun hiçbirinin<br />
diline dönüştürülemeyecek bir dil geliştirmiştir.<br />
Şimdi akla gelebilir ve denebilir ki efendim<br />
hâlâ bazı romanların, öykülerin hikâyeleri filme<br />
dönüştürülmüyor mu? Hayır, o hikâyenin kendisi<br />
eğer dediğimiz nitelikte kendi özgül diline sahip<br />
çıkan bir öykü ise, kendi özgül diline sahip çıkan<br />
bir romanla karşı karşıya isek bunun sinemanın<br />
diline, televizyonun diline dönüştürülmesi söz konusu<br />
değil. Tıpkı radyonun kendi dilinin bir başka<br />
dile, yazı diline dönüştürülememesi gibi bir olay.<br />
AK: Yani sinemaya edebiyattan yapılan uyarlamalar,<br />
sinemanın dili içinde başka bir yaratma<br />
alanıdır, edebî eserin kendi dili içindeki orijinalliği<br />
ayrıca kendini korumaktadır. Filmi seyretmekle<br />
edebî eseri okumak aynı şey değildir mi demek<br />
istiyorsunuz? Yanlış anlamıyorum değil mi?<br />
R. Ö.: Gayet isabetli anladınız. Bunu şöyle örneklendirebilirim;<br />
vaktiyle bizim öykülerimizden<br />
birini televizyon filmi olarak yapmak istediler.<br />
Çözülme diye bir öyküydü. O öykünün bir yerinde<br />
–öykü genelde bilinç akımı tekniği kullanılarak<br />
yazılmış bir öyküydü- kahraman kendi iç konuşmasında<br />
şöyle bir cümle söylüyor; şimdi içerdeyim<br />
diyordu. Şimdi içerdeyim cümlesinin acaba<br />
bu filmi yapan arkadaşlarımız tarafından ekrana<br />
nasıl aksettirileceğini gerçekten merak ettim.<br />
Ama gördüğümüz şey şu; kapalı bir alanda, loş<br />
bir alanda oturan bir delikanlıyı görüyoruz. Öyküde<br />
şimdi içerdeyim cümlesinin vurgusuyla bizim
ekranda dar kapalı bir –içerde kelimesi Türkçede<br />
çeşitli anlamlarda kullanılır. Bu anlamlardan birisi<br />
de hapishanede olmak, nezarette olmaktır. Bizim<br />
kahramanımızın söylediği şey, şu anda nezarethanede<br />
bulunuyorum anlamına geliyor. Ama biz tek<br />
başına o sahneye baktığımızda göz altına alınmış<br />
bir şahsı göremiyoruz. Kapalı, dar bir alanda, loş<br />
bir yerde bir delikanlıyı görüyoruz. Onun nezarette<br />
olduğunun vurgulanabilmesi için sinema veya<br />
televizyon dilinde yardımcı unsurlara ihtiyacımız<br />
var. mesela bir ziyaretçisi gelecek, ah, seni de işte<br />
nezaretlerde mi görecektim kabilinden… Öykü dışında<br />
yardımcı unsurlarla ifade edilebilir. Yoksa<br />
kapalı bir alanda duran bir insanın şimdi içerdeyim<br />
cümlesini bize söyletmesi sözkonusu olamaz.<br />
A.K.: Öykülerinize de biraz geçtik. Gerçi o benim<br />
söylemek istediğim türler arası, denemeyle<br />
anı arası yazdığınız metinler için bir şey söylemediniz<br />
ama o genel değerlendirmenin içinde mi?<br />
Ondan mı çıkaralım yoksa söylemek istediğiniz<br />
bir şey var mı?<br />
R. Ö.: Orada tabii şu var; onlara gerçekten öykümsü<br />
dedik. Çünkü ne öyküye benziyor, ne düz<br />
denemeye benziyor. Bizim normal, alışılmış geleneksel<br />
deneme türünde yazmaya çalıştığımız<br />
yazılarda doğrudan ne söylemek istiyorsak onu<br />
dile getirmeye çalışıyoruz. Ama burada o metnin<br />
tümü bir metafor. Yani yazının içinde bir cümlede<br />
veya cümlelerde metaforlara başvurma biçiminde<br />
ifade etmek istemiyorum bunu. Yazının tümü<br />
kendi başına bir metafor olarak algılanmalı ki bu<br />
da zaten edebiyat dediğimiz şey ta başta söylediğimiz<br />
felsefece bunların tümüne şiir diyoruz.<br />
Şiirin kendisi zaten metaforik, istiare olayıdır.<br />
Onun doğrudan bize söylediği hiçbir şey yoktur.<br />
Aynen tabiatın bize doğrudan söylediği her hangi<br />
birşeyin olmaması gibi. Şimdi Newton’a gelinceye<br />
kadar, rivayete göre elma Newton’un başına<br />
düşmüş. O elmanın bahçede ağaçtan düştüğünü<br />
herkes görüyor ama onu okumak Newton’a nasip<br />
oluyor. Newton’dan önce Aristo’dan itibaren o olayı<br />
şöyle okuyorlardı, aristo’nun yaptığı açıklama<br />
muvacehesinde; şayet elma düşüyor ise, elmada<br />
düşme hassası olduğu içindir. Şayet elmada uçma<br />
hassası olsa uçabilirdi duman gibi. Duman kendi<br />
zatında mündemiç olan bir hassadan dolayı uçuyor<br />
diye okunuyor. Aristo’dan Newton’a gelinceye<br />
115<br />
kadar tabiat böyle okunmuş. Ama Newton diyor ki,<br />
hayır. Bu okuma tarzı yanlıştır. Cisimler arasında,<br />
feza cisimleri de dahil, bunların arasında çekme<br />
gücü olduğu için bir cisim düşüyor. Büyük kütleler<br />
küçük kütleleri kendine doğru çekiyor. Düşme dediğimiz<br />
olay cismin kendisinde mündemiç bir hassadan<br />
dolayı değil, bu iki cisim arasındaki çekim<br />
olayından doğuyor. Newton da böyle okuyor. Einstein<br />
farklı şekilde okuyor. Bunun gibi her yazar da<br />
kendi baktığı dünyayı farklı şekilde okuyor. Zaten<br />
farklı şekilde okumayacak idiyse yazmasının anlamı<br />
olmayacak.<br />
A. K.: Öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz? Mesela<br />
yazarken fazla müsvedde kullanıyor musunuz?<br />
Tekrar tekrar yazdığınız öyküleriniz var mı?<br />
R. Ö.: İnşallah ilgi çekici olur. Bir insanın nasıl<br />
yazdığı herkese ilginç gelir mi bilemeyeceğim.<br />
Bende bir fikir veya bir öykü, onu ancak nebüloz<br />
kelimesiyle ifade edebiliyorum, nebüloz hâlinde<br />
doğuyor. Bu şekli olmayan, formatı olmayan<br />
çerçevesi olmayan, herhangi bir kadraja sıkıştırmamız,<br />
sığıştırmamız, bir kadraja almamız söz<br />
konusu olmayan bir imaj belki. Fikir demek de<br />
aslında doğru olmayabilir. Böyle bir şey, nebüloz<br />
hâlinde çok uzaktan kafamızda doğuyor. Bu bir<br />
kelime olabilir. Daha doğrusu ancak birbirimizle<br />
iletişimi, kelimelerle, dille kurduğumuz için ancak<br />
öyle söyleyebilirim. Diyelim ki o nebülozu ben bir<br />
kahır kelimesiyle ifade ediyorum. Veya intikam,<br />
kin, sevgi, muhabbet, şefkat, merhamet kelimesiyle<br />
ifade ediyorum. Bu kelimelerden herhangi<br />
biri şeklinde kafamda doğuyor, ben onu zaman<br />
içinde bir kadraj içine almaya çalışıyorum. Bunu<br />
yapmaya çalışırken görüyoruz ki bu tek başına<br />
ifade edilebilecek bir şey değil. Öykü diliyle ifade<br />
edilebilecek bir şey değil. Şiir diliyle belki mümkün.<br />
Burada edebiyat türlerine geçmiş oluyoruz.<br />
Şiir tümüyle baştan sona bir imajinasyon olayıdır<br />
diyebiliriz. Şiirin bize söylediği hiçbir şey yoktur.<br />
Şiir aynen tabiatın kendisi gibi bir tabiat olarak<br />
şairin kafasından çıkmış, bizi kendisini okumaya<br />
davet eden bir tabiat olarak bir yerde durur. Ama<br />
öykü tümüyle, bir yanıyla imajinasyon olayı doğru,<br />
ama bir yanıyla da diyorum ki işte merhamet,<br />
şefkat, kin, intikam her nayse, nasıl bir duyguysa,<br />
nebülozu nasıl ifade etmeye çalışıyorsak, insan<br />
ilişkileriyle yanyana getirmek suretiyle, insan iliş-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
kileri muvacehesinde o nebülozu dile getirmemiz<br />
mümkün olur. Yoksa o kişinin, yazarın kafasında<br />
bir imaj olarak kalır. Ama yazarın kafasında imaj<br />
olarak kalmıyor çünkü onu yazmadığın takdirde,<br />
başkasına iletmediğin takdirde o şey seni zorluyor.<br />
Bunu iletmen lazım diyor. Artı, bu imaj sadece ve<br />
sadece kişiye özgü bir şey. O imajı ancak ve ancak<br />
o kişinin, kimin kafasında doğmuş ise onun ifade<br />
etmesi mümkün. Onun dile getirmesi mümkün.<br />
Yanlışıyla doğrusuyla, eksiğiyle fazlasıyla ancak<br />
onun dile getirmesi mümkün. Bunu ben kafamda<br />
tasarlıyorum, bunu ben şu şekilde yazabilirim dedikten<br />
sonra iş sadece yazmaya kalıyor. Yazması<br />
nispeten daha kolay oluyor. Onun üzerinde çok<br />
fazla şey yapmıyorum. Bugüne kadar belki yüzlerce<br />
öykü yazdım. Bunların neredeyse tamamı ilk<br />
yazıldığı şekilde kaldı. Üzerinde çok fazla işleme<br />
imkânımız kalmadı. Bu da yazardan yazara değişir.<br />
Mesela Tolstoy’un o devasa romanı Harp ev<br />
Sulh’ün el yazısıyla yedi defa üstünden geçmiş.<br />
Gene Yahya Kemal’in şiirleriyle ilgili böyle bir şey<br />
var. Çok uğraşmış. Bu tür şeyler oluyor tabii. Bizim<br />
bir de şöyle bir talihimiz oldu. Kurşun kalem nesliyiz<br />
biz. Hem kurşun kalem hem yerli malı nesli. Biz<br />
ilkokulun ikinci üçüncü sınıfındayken, <strong>19</strong>50’li yıllar,<br />
tükenmez kalem icat edildi. Ondan evvel hokka<br />
kalem vardı. Mürekkep nokkasının içine kaleminimizi<br />
batırıp yazıyorduk. Bir kalem icat olmuş, hiç<br />
tükenmiyormuş dediler. Malatya’daydık otarihte.<br />
Okalem Malatya’ya ne zaman gelecek diye dört<br />
gözle bekledik. Üçüncü sınıftayken birgün öğretmenimiz<br />
cebinden çıkardı; çocuklar tükenmez kalem<br />
bu dedi. Hepimiz dokunmak istedik. Hocam<br />
dedik, nasıl tükenmiyor bu? Neticede sınırlı bir<br />
şey. Çocuklar dedi, tükenmiyor. Ordan dolma kaleme<br />
geçtik. Dolma kalemin haznesi belli. Birkaç<br />
sayfa yazdıktan sonra yeniden mürekkep çekmek<br />
icap ediyor. Bir süre de dolma kalem kullandık.<br />
<strong>19</strong>70’li yıllarda ben daktiloya kavuştum. Seksenli<br />
yılların sonlarına doğru elektrikli daktilolar çıktı.<br />
Elektrikli daktilolar daha hızlı deniyordu. Halbuki<br />
mekanik daktiloda parmağınızı tuşa bastığınız<br />
anda şak diye silindire değiyor. Fakat elektrikli<br />
daktiloda, daktiloyla çalışmış olanlar beni daha iyi<br />
anlayacaktır, saniyenin nerdeyse onda biri kadar<br />
bir süre gecikerek silindire değiyor. Bir süre var. O<br />
süre benim hoşuma gitmedi. Sonunda daktilomuz<br />
bozuldu. Birgün dedim ki elektrikli daktiloyla yaz-<br />
116<br />
maya başlayayım. Elektrikli daktiloya geçtik. Bu<br />
arada bir bilgisayarımız oldu. Memur olarak çalıştığımız<br />
sırada hepimizin masasına birer bilgisayar<br />
konuldu. O zaman herkesin masasına birer bilgisayar<br />
konulmasını bazı arkadaşlar israf diye düşündüler.<br />
Ben kendim kullanmıyor olmakla beraber<br />
hayır dedim, bu israf değil. Herkesin nasıl cebinde<br />
kalemi varsa, kendine mahsussa, bilgisayar da<br />
böyle bir şey. Fakat bana öğreten arkadaş –kendisi<br />
talip oldu, ben sana öğreteyim dedi- pedagojik<br />
kabiliyeti gelişmemiş olmalı ki… Senin dedi niyetin<br />
nedir? Neden kullanmak istiyorsun? Ben, yazı yazmak<br />
istiyorum dedim. Üç beş tuşa bastı, karşımıza<br />
bir sayfa çıktı. Sen dedi bu sayfanın üzerinde şu<br />
gördüğün işaretler var, buralardan ne istiyorsan<br />
basıp yazacaksın. İyi de dedim, sen bana şu fiştir,<br />
bu prizdir gibi bir yerden başlaman lazım. Bu fişi<br />
bu prize taktığımz zaman elektrik burdan gelir, bu<br />
düğmeye bastığımz zaman işte yavaş yavaş ekran<br />
açılmaya başlar. ondan sonra şuralara bastığmız<br />
taktirde, ordan buraya gelinceye kadar en azından<br />
sekiz on işlem var. onlar bir şey değil dedi. Bir şey<br />
değil ama ben bununla çalıştığım zaman, şayet<br />
kendi başıma çalışacak isem, burdan oraya nasıl<br />
gideceğini bilemezsem nasıl bu sayfayı açacağım.<br />
O bir şey değil diyor hâlâ. Bu beni bilgisayardan<br />
on yıl ayrı koydu. <strong>19</strong>92’den <strong>20</strong>02’ye kadar. Herhalde<br />
biz bunu öğrenemeyeceğiz dedik. Birgün bir<br />
arkadaş misafir gelmişti. Kullanıyor musun dedi.<br />
Kulanmak istiyorum ama dedim, beceremiyorum<br />
dedim. O da kolay dedi. Oradan başladı, şu düğmeye<br />
basarsan şöyle olur, böyle olur… Neticede<br />
onun yönlendirmesiyle bir günde öğrendim. Bugün<br />
de çok istifade ediyorum doğrusu.<br />
A.K.: Şimdi öykülerinizi nasıl yazıyorsunuzun<br />
burda bir kalemden bilgisayara doğru giden bir<br />
süreci var. Acaba araçların öykünün tadına kattığı<br />
ya da tadını kaçırdığı yerler var mı? İlk öykülerle<br />
sonrakilere baktığınızda böyle bir…<br />
R. Ö.: Şimdi, özlemin eski tadı yok demişler<br />
ama bana göre var. şöyle kalemi ağzımıza götürüp<br />
uzaklara bakarak düşünmenin tadı bilgisayarda<br />
yok. Onu daktiloda da bulamamıştım. Daktiloya<br />
ben uzun süre ayak diredim. Kurşun kalemden tükenmeze<br />
geçerken de aynı tereddütlere yaşadım.<br />
Şunu düşünüyordum; kurşun kalemi silmek mümkün.<br />
Yanlış bir kelime yazmışsak onu silebiliriz.
Fakat tükenmezde ne yapacaktık? Çok basit gibi<br />
görünen bu şeyler insanların hayatında önemli<br />
roller oynuyor. Bir öyküyü yazarken üzerini çizip<br />
kelimeyi üste yazmak Newton’un graviti olayını<br />
keşfetmesi kadar önemli bir olay. Bütün bunlar,<br />
insanın bir yerden bir yere geçmesi için bir merhale<br />
bu. evet onun üzerini çizmeyi düşünebiliyorsun,<br />
çiziyorsun fakat orada çizilmiş kelime insana<br />
rahatsızlık veriyor. Bunu uzun bir süre kabul etmek<br />
istemedim ama neticede teknoloji kendisini<br />
bize dayattı ve kabul ettik. Daktiloya geçtiğimizde<br />
şunu düşündük, o taktirde üstünü nasıl çizeceğiz?<br />
Üstü diye bir şey yok ki. Meğer onların herbirinin<br />
bir çaresi varmış.<br />
A.K.: Sohbet çok güzel gidiyor ama zamanımızın<br />
da sonuna doğru yaklaşıyoruz. Uzun öyküler<br />
de yazdınız. Bu öykülerin sizde bir takım hikâyeleri<br />
olsa gerek. Özellikle ben uzun öykülerin ortaya<br />
çıkış süreçlerinin daha etrafıyla olduğu için hikâyesinin<br />
oluşmasına daha müsait görüyorum. Bize<br />
bir öykünüzün hikâyesini anlatabilir misiniz?<br />
R. Ö. :Herbirinin bir tarihçesi var. ama uzun<br />
öykü dediğinize göre Çatışma diye bir öykümüz<br />
var, onu anlatabilirim. Yanılmıyorsam Çok Sesli Bir<br />
Ölüm’de yer alan bir öykü. O tarihte Şırnak’tayım<br />
ve askerlik görevimi ifa ediyorum. Şırnak, o tarihte<br />
<strong>19</strong>73-74 yılı, otuz küsur sene önceki Şırnak.<br />
Henüz il değil. Nüfusu dört beş bin civarında. Küçücük<br />
bir çarşısı var. o çarşıda bir manifaturacı<br />
dükkanı var, bir manav var, bir iki tane bakkal var.<br />
sekiz on civarında dükkanı olan bir yer. Gazete<br />
gelmiyor. En yakın canlı belde Cizre. Cizre’den gazete<br />
geliyor iki üçgünde bir toplanarak. O da hepimizin<br />
eline geçmiyor. Kese kâğıtları da gazeteden<br />
yapılıyor. Birgün çarşıdan geldiğimde gazeteden<br />
kese kâğıdını itinayla açtım. Bir haber var orada.<br />
Küçücük, üç dört satırlık bir haber. Başlık şöyle;<br />
Tülay ikinci duruşmada ifadesini değiştirdi. Sağır<br />
ve dilsiz olan Tülay babasının ablasını vurmasıyla<br />
ilgili olarak görülen davada ifadesini değiştirdi.<br />
Babam diyor, vurmadı, elindeki silah kendiliğinden<br />
patladı. Haber bu, önü yok arkası yok. daha<br />
önce anlaşılan günler boyu süren bir olay olmuş<br />
ki en son böyle minik bir haberle noktalamışlar.<br />
Şimdi benim elimde de böyle bir şey var. kendimi<br />
dört duvar arasına sıkışmış ve bu haberle başbaşa<br />
görüyorum. Tülay, kimdir? Baba niye Tülay’ın ab-<br />
117<br />
lasını öldürmeye çalışmış, veya gerçekten vurmuş<br />
mu, vurmamış mı hiçbir şey yok. Oradan kafamda<br />
dediğim nebüloz olayı doğdu. Bunu biz geliştirdik.<br />
Bunlar olsa olsa taşradan İstanbul’a göç etmiş bir<br />
ailedir. Tülay’ın ablası bir terzihanede çalışıyor<br />
olabilir. Bir delikanlıyla bir gönül ilişkisine girmiş<br />
olabilir. Babası taşradan getirdiği değerleri<br />
İstanbul’da muhafaza etmek isteyebilir. Etraftan<br />
bunların dedi kodusu olabilir ve neticede böyle bir<br />
vurma olayı vuku bulmuş olabilir. fakat Tülay ikinci<br />
duruşmada ifadesini değiştirdiğine göre babasını<br />
da koruyor olabilir. Çocuk olduğuna göre buna<br />
birilerinin akıl vermesi gerekir. O zaman yeni bir<br />
kahraman daha sahneye girmiş oluyor. Bu kim<br />
olabilir? Tülay’ın halası… Derken Çatışma öyküsünün<br />
örgüsü ortaya çıktı.<br />
A.K.: Türk edebiyatı hakikaten unutulmaz bir<br />
öykü kazanmış. Ama bunun çıkışı böyle, üç dört<br />
satırlık bir gazete haberi. Tabii ki ateşleyici ögeler<br />
ne olursa olsun yazarın içindeki birikim ve onun<br />
dünyası burda önemli. O sizde bulduğu karşılıkla<br />
hikâyeye dönüşüyor. Benim aslında soracağım<br />
başka sorular da var. şöyle yapalım, kısaca bugünkü<br />
sempozyumun konusunu da düşünerek o soruya<br />
geçeceğim. Ondan sonra yine bir kısa soruyla<br />
bitireceğim oturumu. Acaba <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyesi,<br />
mutlaka izliyorsunuz, zaman zaman yazılar da<br />
yazdığınızı gördüm yeni hikâyecilerle ilgili. Kısaca<br />
nasıl bakıyorsunuz hikâyenin seksenden sonraki<br />
dönemine?<br />
R. Ö.: Şimdi gene uzatıyorsun demezseniz bir<br />
tarihçesinden başlamak istiyorum. yıl <strong>19</strong>56. Bizim<br />
edebiyat dergileriyle yeni tanıştığımız bir dönem,<br />
onbeş-onaltı yaşlarındayız. Sait Faik hikâye armağanının<br />
ikincisi verilmiş Tahsin Yücel’e. Tahsin<br />
Yücel’le Varlık dergisinin Mayıs sayısında bir mülakat<br />
var. mustafa Baydar imzasını taşıyan. Tahsin<br />
Yücel’le ilgili mülakatın başında minik bir biyoğrafi<br />
var. Deniliyor ki; Tahsin Yücel <strong>19</strong>33 yılında<br />
Elbistan’da doğmuş. Halen İstanbul Üniversitesi<br />
Edebiyat filolojsi’nde tahsilini sürdürüyor diye bir<br />
bilgi var. Yani 23 yaşında. Dedim ki ahı gitmi vahı<br />
kalmış bu adamın. Ayağının biri çukura girmiş.<br />
Böyle bir adamın nesine ödül verirler? Hemen bir<br />
mektup yazdım Yaşar Nabi’ye hitaben, dedim ki;<br />
böyle yaşı geçmiş adamlara armağanlar veriyorsunuz.<br />
Bizim gençler yeni yeni yazmaya başlıyor.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Asıl sayfalarınızı bize açmanız gerekir. Size öykü<br />
göndersek yayımlar mısınız diye bir mektup yazdım.<br />
Onlar da hemen ertesi sayıda bana bir cevap<br />
verdiler. Şunu söylüyorlar; bize bu tarihten itibaren<br />
iki sene boyunca herhangi bir hikâye gelmese<br />
bile bize iki yıl boyunca yetecek hikâye birikimimiz<br />
var. Tabii çok moral bozucu bir olay. O arada başka<br />
şeyler var. Bu arada dergiyi okumaya devam<br />
ediyoruz. Refik Halit, Yakup Kadri gibi anlı şanlı<br />
yazarlarla da mülakatlar yapılıyor dergi sayfalarında.<br />
Onlara da şu soru soruluyor; yeni edebiyatı<br />
nasıl buluyorsunuz? Onlar da; “ya öyle mi, yeni<br />
edebiyat mı var? Bizden sonra hikâye yazan mı<br />
çıkmış?” havasıyla konuşuyor ve kendinden sonrakileri<br />
yok sayıyor. Onların o sözleri beni çok yadırgatıyor.<br />
Demek ki diyordum bunlar etrafı göremiyor.<br />
Varlık dergisinde çıkan bu mektup üzerine<br />
Türk Dili dergisinde Nurullah Ataç’ın bir yazısı çıktı.<br />
Temmuz sayısında <strong>19</strong>56. O da şunu söylüyor:<br />
gençler ne kadar ivecen, aceleci. Varlık dergisine<br />
bile diyor, böyle eski yazarları yazan bir gözle<br />
baktıktan sonra diyor, ne yapacağız bilemiyorum<br />
gençlerin elinden. Orhan Veli diyor bu dergide yetişmedi<br />
mi? Orhan Veli dediği adam <strong>19</strong>50 yılında<br />
ölmüş, ölümünün üzerinden altı sene geçmiş genç<br />
adam diye tanıtıyor. O arada Cahit Sıtkı <strong>19</strong>10 doğumlu,<br />
<strong>19</strong>56’da 46 yaşında demek ki, Viyana’da<br />
bir hastalıktan dolayı tedavi görüyor. Cahit Sıtkı<br />
diyor bu dergide yetişmedi mi? Ölmek üzere olan<br />
bir adam genç yazar diye lanse ediliyor. Bütün bu<br />
olaylar benim kafamda çok farklı. Bugün de şöyle<br />
bakıyorum; bir arkadaşımla konuşuyoruz, Ali dedim,<br />
bizim hikâye yazmamızda belli bir rolü olan<br />
bir arkadaşımızdı, ölüm yaşı kaç senin için dedi.<br />
Bence dedim kırk yaş fena bir yaş değil. Kınkına<br />
kadar bir insan yaşarsa yapacağını yapmış olmalı.<br />
bütün bu tecrübeden sonra söyleyeceğim şey<br />
şu; Fethi Naci’nin bir deneme kitabı var İnsan Tükenmez.<br />
O da Fazıl Hüsnü’nün bir şiirinden kendi<br />
kitabına aktarmış. Nesil tükenmez, insan tükenmez.<br />
Her yeni nesil biz beğensek de beğenmesek<br />
de, kabul etmekte zorlansak da, zorlanmasak da<br />
kendi birikimiyle geliyor. O birikimin içinde bizler<br />
de varız. Dolayısıyla ben bizden sonra gelen<br />
yeni edebiyat, yeni şiir ne olursa olsun yeniliklere<br />
minnetle, şükranla bakıyorum. Üstelik de yazı yazmanın<br />
az çok çilesini çekmiş birisi olarak iki satır<br />
çiziktirmiş olan birisine bile gerçekten hayranlık<br />
118<br />
ve gıptayla bakıyorum. Dolayısıyla yeni nesle nasıl<br />
baktığımı böylece özetlemiş oluyorum.<br />
A.K.: Süremizi doldurduk ama genç öykücülere<br />
mesleğin sırrını verecek misiniz acaba?<br />
R. Ö.: Genç öykücü onun sırrını kendi keşfedecektir.<br />
Haricen söylediğimiz şey onun için hiçbir<br />
anlam ifade etmeyebilir. Ama mesela bu salonda<br />
diyelim ki yazmaya hevesli genç arkadaşlarımız<br />
var. şu söylediğimiz söz günün birinde kimin nerede<br />
nasıl işine yarayacağını biz bilemeyiz. O mesaj<br />
kendi muhatabını bulduğu zaman, kendi fonksiyonunu<br />
yerine getirmiş olur. Haricen söylenecek<br />
sözün çok fazla anlamlı olduğunu kabul etmek<br />
istemiyorum.<br />
A.K.: Teşekkür ediyorum. Bu sohbeti burada<br />
noktalıyoruz.
III.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Durali YILMAZ<br />
1<strong>19</strong><br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYESİNDE<br />
GELENEKSEL <strong>TÜRK</strong><br />
TAHKİYESİNİN İZLERİ<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde geleneksel<br />
Türk tahkiyesinin türlerinden olan Türk halk hikâyesi,<br />
mesnevi, meddah hikâyesi ve masal gibi türlerin<br />
etkilerini, izlerini, değişik şekilde yansımalarını<br />
görmek mümkündür. Özellikle Türk şiirinde<br />
yaygın olan gelenekten yararlanma eğiliminin<br />
Türk tahkiyesinde de yankı bulduğunu görmek,<br />
Türk edebiyatının sıhhati açısından önemlidir.<br />
Yaptığım inceleme ve araştırmalar sonucunda bu<br />
etkilenmeyi örneklem yoluyla türlere göre tasnif<br />
ederek ve genelleyerek göstermek istiyorum.<br />
1. Türk Halk Hikâyeciliği<br />
Etkileri:<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde Türk halk<br />
hikâyelerinden yararlanan ve onları çağdaş yorumlarla<br />
modernize ederek yeniden üreten en başarılı<br />
hikâyecimiz Mustafa Kutlu’dur. Yazarın birçok<br />
kitabında olduğu gibi Kapıları Açmak (<strong>20</strong>07)<br />
adlı kitabında da Türk halk hikâyeciliğinde yaygın<br />
olarak yer alan bir kurgusal yapının modernize<br />
edilerek kullanıldığını görüyoruz. Yazar, bu eserin<br />
türü için “uzun hikâye” (s.27) demektedir.<br />
Türk halk hikâyelerinde genellikle şöyle standart<br />
bir kurgusal yapı vardır: Farklı ailelere ait oğlan ve<br />
1<strong>20</strong><br />
Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />
Ankara Üniversitesi<br />
kız çocukları doğar, çocukluk ya da ilk gençliklerinde<br />
birbirlerini severler, âşık olurlar. Evlenmeleri<br />
gündeme gelir. Ancak araya sosyal, kültürel,<br />
ekonomik veya değişik nitelikli engeller girer.<br />
Birbirlerinden ayrılırlar. Farklı mekânlara savrulurlar.<br />
Sevgililer, birbirine kavuşmak için uzun bir<br />
mücadele sürecine girerler. En sonunda bir araya<br />
gelirler. Ya mutlu bir evlilik yapıp birleşirler ya da<br />
vuslat ahirete kalır.<br />
Ana hatlarıyla verdiğimiz geleneksel Türk halk<br />
hikâyelerine ait bu kurgusal yapıyı Mustafa Kutlu,<br />
bazı değişikliklerle, içinde yaşadığımız çağın Türk<br />
toplumuna uyarlayıp modernize ederek Kapıları<br />
Açmak kitabında uygulamıştır. Aslında bir roman<br />
hacminde olan bu uzun hikâyede olay örgüsü ana<br />
hatlarıyla şöyledir:<br />
Bir Anadolu kasabasında doğup büyüyen Zehra<br />
ve Cihan, ilk gençlik yıllarında birbirlerini severler.<br />
Kasabalılar da bunları birbirine denk bulur.<br />
Bir süre sonra evlenmeleri gündeme gelir. Ancak<br />
Cihan’ın çekingen mizacı ve bazı ailevî sebeplerden<br />
dolayı bu evlilik bir türlü gerçekleşmez. Kasabanın<br />
kopuklarından İpsiz Kemal’in de gözü<br />
Zehra’dadır. Zehra’nın kardeşi Ahmet, Kemal’e iş<br />
ortaklığı teklif eder. Kemal de bunun için serma-
ye koyacağını ama karşılığında Zehra’yı istediğini<br />
söyler. Ahmet buna razı olur ama Zehra, Cihan’ı<br />
sevdiğini, Kemal’e varamayacağını söyler. Kemal,<br />
Zehra’yı İstanbul’a kaçırır. Dinî nikah yapar ama<br />
resmî nikah yapmaz. Kemal İstanbul’da kumar,<br />
gazino, kadın, uyuşturucu gibi pis işlerle uğraşır,<br />
başı belaya girer ve yurt dışına kaçar.<br />
Zehra’yı orta yerde bırakır. Zehra isteği dışında<br />
pavyona düşürülür. Uzun süre İstanbul’da ayakta<br />
kalma mücadelesi verir. Sonunda kasabasına,<br />
ailesine döner; ancak kasabalı ve kardeşi Ahmet<br />
tarafından dışlanır, fahişe olarak damgalanıp suçlanır.<br />
Zor şartlar altında yaşar. Bu arada Kemal de<br />
yurtdışından kasabaya döner. Zehra’yla birleşmek<br />
istediğini söyler. Ama Zehra yüz vermez. Kemal<br />
bir gece sarhoş bir hâlde evini bastığında Zehra<br />
onu tabancayla öldürür. Hapse düşer. Cihan’la<br />
tekrar bir araya gelirler, eski aşkları depreşir. Cihan,<br />
yurtdışına çalışmaya gider ve hikâye biter.<br />
Kısaca özetlediğimiz bu hikâyenin kurgusal yapısını<br />
geleneksel Türk halk hikâyelerinin yapısıyla<br />
mukayese ederek aradaki etkilenmeleri gösterelim:<br />
-Sevgililerin doğuşu ve ilk aşkın ortaya<br />
çıkışı: Hikâyenin başlarında kasabanın zengin<br />
ve ileri gelen bir ailesinin çocuğu olan Kemal’in<br />
doğuşundan, kişiliğinden, yaşantısından, ailesinin<br />
özelliklerinden bahsedilir. Sonra Dokumacıların<br />
Arif’in Zehra adlı kızının doğumundan ve ilk gençlik<br />
yıllarından, kişiliğinden ve diğer özelliklerinden<br />
söz edilir. Aynı şekilde Mahir Hoca ve oğlu Cihan’ın<br />
doğuşu, kişiliği, özellikleri, ailesinin de tanıtıldığını<br />
görüyoruz. Bu, hikâyenin erkek kahramanıdır.<br />
Cihan’ın babası Mahir Hoca ile Zehra’nın babası<br />
Arif Efendi yakın dostturlar. Zamanla Zehra ile Cihan<br />
birbirlerini severler, âşık olurlar. Tüm kasaba<br />
ahalisi de bunları birbirine denk bulur. Evlenecekleri<br />
konuşulur.<br />
-Araya engellerin girmesi ve ayrılık süreci:<br />
Cihan ile Zehra’nın evlenmeleri gündeme geldiğinde<br />
araya bir çok engeller girer. Bu engeller ana<br />
hatlarıyla şöyledir:<br />
1. Psikolojik engel: Cihan çekingen ve pasif bir<br />
yaratılışa sahiptir. Kıza açılmaya, evlilik teklif etmeye<br />
bir türlü cesaret edemez. Çok silik bir şahsi-<br />
121<br />
yettir. Bu durum, âşıkların birleşmesine psikolojik<br />
bir engeldir.<br />
2. Ekonomik engel: Cihan’ın annesinin hastalığı,<br />
sürekli tedavi görmesi ve babasının iş yapamaz<br />
hâle gelmesi, ailenin yükünün Cihan’ın üzerine<br />
kalması gibi ekonomik sebepler engel olarak ortaya<br />
çıkar.<br />
3. Sosyal ve coğrafî engel: Zehra’nın kardeşi<br />
Ahmet, para karşılığı kız kardeşini kötü rakip figürü<br />
olan İpsiz Kemal’e satar. Kemal Zehra’yı<br />
İstanbul’a kaçırır. Böylece birbirini seven iki genç,<br />
birbirlerinden uzak mekanlarda, farklı mesafelerde<br />
konumlandırılarak ayrılık süreci başlatılır.<br />
-Engelleri aşma ve kavuşma mücadelesi:<br />
Türk halk hikâyelerinde sevenler, birbirine kavuşmak,<br />
araya giren engelleri aşmak, ayrılığı gidermek<br />
için fiilî bir mücadele içine girerlerken,<br />
Kutlu’nun hikâyesinde bu yok. İstanbul’da bulunduğu<br />
süre içinde Zehra kişisel olarak kendini<br />
kurtarma ve ayakta kalma mücadelesi verirken,<br />
kasabada kalan Cihan’da hiçbir çaba yoktur. O olacakları<br />
pasif bir şekilde bekleyen, aslında kendisini<br />
tamamen hayatın akışına bırakmış silik bir şahsiyet<br />
olarak kalır.<br />
Sonunda Zehra’nın aktif mücadelesi ile biraz<br />
da iradesi dışında gelişen olayların etkisi ile kötü<br />
rakip figürü İpsiz Kemal engelini aşar ve kasabaya<br />
gelir. Burada tek başına verdiği sıkıntılı hayat<br />
mücadelesi ile, sabırla, metanetle bir başka kötü<br />
figür kardeşi Ahmet engelini de aşar.<br />
-Sonunda bir araya gelme, ama vuslatın<br />
ahirete kalması: Sonunda Zehra, Kemal’i öldürüp<br />
cezaevine girer. Cihan onu ziyarete gelir.<br />
Duygulu bir karşılaşma olur. Konuşurlar. Satır<br />
aralarında birleşme, evlenme isteği sezilir. Ancak<br />
Cihan, yurtdışına çalışmaya gidecektir. Zehra,<br />
Cihan’a bu son görüşmeleri olduğunu söylediğinde<br />
Cihan şu karşılığı verir:<br />
“-Yok canım niye son olsun. Ben izne gelirim.<br />
Sen çıkmış olursun. Allah sağlık versin.” (s.1<strong>80</strong>)<br />
Zehra: “Bir araya gelemedik be Cihan” (s.1<strong>80</strong>)<br />
der. Cihan da: ”Öyle. Kabahat benimdir ama sen<br />
üzerine düşeni fazlasıyla yaptın.”(s.181) der.<br />
Sonunda el ele tutuşup göz göze gelirler ve<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ayrılırlar. Böylece geleneksel halk hikâyelerinde<br />
olduğu gibi burada da vuslat, bu dünyada gerçekleşmemiş,<br />
ahirete kalmıştır.<br />
-Engelleyici ve yardımcı figürler: Söz konusu<br />
hikâyede Zehra’yı sevdiği Cihan’dan ayıran engelleyici<br />
figürler olarak kardeşi Ahmet ve kendisini<br />
İstanbul’a kaçıran İpsiz Kemal’i görürüz. Dolaylı<br />
olarak Cihan’a kavuşmasına yardımcı olan figürler<br />
ise İstanbul’dan arkadaşı Gül, Cihan’ın babası Mahir<br />
Hoca gibi kişilerdir.<br />
-Kıssadan hisse çıkarma motifi: Ayrıca bu<br />
hikâyede geleneksel Türk tahkiyesinde olduğu gibi<br />
yaşanan olaylardan ahlakî dersler çıkarma motifi<br />
de işlenmiştir. Hem Ahmet hem de Kemal, yaptıkları<br />
onca kötülüklerden pişman olmuşlar, ama iş<br />
işten geçmiştir. Bunların kişilikleri ve hayat hikâyeleri<br />
sergilenirken dolaylı olarak okuyucuya ahlakî<br />
telkinlerde bulunulmuştur.<br />
-Sevgiliye hediye verme motifi: Bu hikâyede<br />
Cihan, marangoz olduğundan sevgilisi Zehra’ya<br />
ceviz ağacından minik bir çekmece yapar ve ona<br />
aşkının bir nişanesi olarak verir.<br />
-Araya manzum parçalar koyma: Mustafa<br />
Kutlu, bazı metinlerinde bunu uygular. Mesela<br />
Rüzgarlı Pazar adlı kitabında bunun bir örneği<br />
şöyledir:<br />
“ve tabi her Anadolu çocuğu gibi çok geçmedi<br />
bir türkünün bildiği ilk dörtlüğü gelip dudaklarına<br />
tünedi:<br />
Mavi yelek, mor düğme<br />
Yine düştün gönlüme<br />
Her gönlüme düşende<br />
Kan damlar yüreğime” (s.142)<br />
Aynı uygulamayı Recep Seyhan’ın “Cennet Kokusu”<br />
(Çiçekler Kesmişti Selamı, Ayane Yayınları,<br />
Ankara <strong>19</strong>91, s.7,8,11) adlı hikâyesinde de görüyoruz.<br />
Bir başka örnek de Nisan Kumru’nun “Demir<br />
Almak Günü” (Üçüncü Çekmece, Dergah Yayınları,<br />
İstanbul <strong>20</strong>06, s.24) adlı hikâyesinde yer alır.<br />
2. Mesnevi Etkisi:<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde mesneviler-<br />
122<br />
den de değişik şekillerde yararlanıldığını görüyoruz.<br />
Bunlara verebileceğimiz en önemli örnek,<br />
Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf ile Züleyha (<strong>20</strong>00) adlı<br />
eseridir. Yazar, başta Hamdullah Hamdi olmak<br />
üzere diğer şairlerin Yusuf u Züleyha mesnevilerinden<br />
yararlanmıştır. Yazar, eserinin geleneksel<br />
Yusuf u Züleyha mesnevileriyle olan irtibatını şöyle<br />
ifade ediyor: “her Yusuf u Züleyha bir öncekinin<br />
hem aynı hem başkası. Bu da öyle. Ayna aynı, kitap<br />
farklı.” (s.16)<br />
Bekiroğlu’nun eserini geleneksel mesnevilerle<br />
olan ilişkisi bağlamında şöyle değerlendirebiliriz:<br />
*Geleneğin yeniden üretilmesi: Nazan Bekiroğlu,<br />
Yusuf ile Züleyha hikâyesini çağdaş bir bağlamda<br />
geleneği yeniden yorumlayarak üretiyor.<br />
Metni klasik mesnevi kurgusu ve üslubunda değil,<br />
modern bir kurguya bağlı olarak ele alıyor. Yazar,<br />
Kur’an kıssasının esasına bağlı kalarak bu zamanın<br />
duyarlığı, şartları ve durumuna uygun yeni bir<br />
mesnevi yazmış. Bu bakımdan geleneği devam<br />
ettirmiyor, yeniden üretiyor.<br />
*Klasik mesnevi yapısından tam olarak<br />
uzaklaşmamak: Klasik Yusuf u Züleyha tertipleri<br />
aşağı yukarı şöyledir: Başta besmele, hamdiye,<br />
tevhid, münacat, na’t, çâr-yâr methiyeleri, sebeb-i<br />
telif ve hikâye gövdesi. Klasik mesnevi yazarları,<br />
genellikle Kur’an’da anlatılan hikâyeye bağlı<br />
kalarak onu hayal dünyalarında biraz daha zenginleştirerek,<br />
tasvirler ve dinamik olay parçaları<br />
ekleyerek, dokunaklı bir üslupla ve akıcı bir hikâye<br />
kurgusuyla manzum olarak kaleme almışlardır.<br />
Kıssanın esas tiplerine gerçekte söyleyebilecekleri<br />
sözleri söyletmişler, yapabilecekleri fiilleri yaptırmışlardır.<br />
Genellikle insanlara kıssadan hisse<br />
vermeyi, yaşanmış olaylardan ders çıkarmayı, bir<br />
takım ahlakî telkinlerde bulunmayı amaçlamışlardır.<br />
Nazan Bekiroğlu da aşağı yukarı bu kurguya<br />
bağlı kalmıştır. Ancak bu bağlılık, aynen değildir.<br />
Yazar, bu klasik kurguya tam olarak bağlı kalmamakla<br />
beraber, o yapıdan tam olarak da uzaklaşmamıştır.<br />
Kıssaya özgü belirli vaka kalıbını esas<br />
almış, standart motifleri, tipleri aynen muhafaza<br />
etmiştir. Klasik mesnevinin başlangıç bölümleri,<br />
Bekiroğlu’nda aynen yoktur. Besmele, münacat<br />
gibi kısımlar belli bir sisteme bağlı kalmayarak yer
alır. Klasik mesnevi yazarı gibi Nazan Bekiroğlu da<br />
ara başlıklar kullanmıştır. Ancak bu sabit yapı içinde<br />
kıssanın esasına halel getirmeyecek şekilde bir<br />
hikâyeci olarak şahsi tasarruflarına, muhayyilesinin<br />
imkan verdiği ölçüde yeniden üreterek özgün<br />
bir metne ulaşmıştır.<br />
Klasik mesnevide aralara tekdüzeliği kırmak<br />
için hikâyeden ayrı olarak gazel, tardiye gibi farklı<br />
metinler eklenir. Nazan Bekiroğlu da “Öykü: Vurgun<br />
Yiyen Mahir Dalgıç” (s.86) gibi esas hikâyeyle<br />
alakasız ya da çok az ilgili ara bölümler koymuştur.<br />
Bu konuda benzerlik vardır.<br />
*Kıssanın kendisinin araç konumuna indirgenmesi:<br />
Klasik mesnevi yazarı, hikâyenin<br />
kendisini, olayı ve bu olayın barındırdığı hikmeti,<br />
ahlakî dersleri ön plana alıyordu. Nazan Bekiroğlu<br />
ise hikâyeyi, olayı, ahlakî dersleri ve hikmeti amaç<br />
değil araç hâline getiriyor. Bekiroğlu, kıssanın somut<br />
unsurlarını geri plana itip soyut kavramları<br />
ön plana alıyor. Bunu da “önce söz vardı, sonra<br />
hayat geldi” ilkesine bağlı olarak gerçekleştiriyor.<br />
Bu durumda kıssanın barındırdığı hayat somut bir<br />
yapıdır, o hayatı anlamlı kılan soyut kavramlar ise<br />
öne alınmıştır. O, bu kıssadan yola çıkarak adeta<br />
şiirsel bir mensure yazmıştır. Daha çok da aşk,<br />
çöl, kuyu, zindan, ayna gibi kavramların felsefesini<br />
yapmaya çalışmıştır. Mesela metnin başlarında<br />
“Çöl ile başlasın bu hikâye” cümlesinden oluşan<br />
bir ana örgeyi sıklıkla vurgular ve çölü belirleyici,<br />
yönlendirici bir kavram olarak irdeler. Buna göre<br />
hikâyeyi doğuran çöldür. Klasik mesnevilerde<br />
hikâye, birincil konumda ilen Nazan Bekiroğlu’nun<br />
kitabında hikâye ikincil konumdadır. Hikâye, onun<br />
duygu ve düşüncelerini, kendi edebiyat projesini<br />
gerçekleştirmek için sadece bir vesiledir, amaç<br />
değildir. Klasik mesnevilerde edebiyat yapma gayesi<br />
zayıf bir damardır.<br />
*Kıssayı vahdet-i vücut kuramına bağlı<br />
olarak tasavvufî bağlamda yorumlamak: Bekiroğlu<br />
şöyle diyor: “İşte bütün hikâye: Kim düştü<br />
kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyha mı, Zindan<br />
kimin kaderi, Yusuf’un mu, Yakub’un mu, yoksa<br />
Züleyha’nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyha yok aslında.<br />
Hepsi bir, hepsi O bir, hepsi tek bir.” (s.15)<br />
Klasik mesnevilerdeki tecelli kuramının uygulamasını<br />
Nazan Bekiroğlu’nda da görüyoruz. Be-<br />
123<br />
kiroğlu, Yusuf’un güzelliğini vahdet-i vücut bağlamında<br />
Allah’ın Cemil isminin mahlukata yansıması<br />
şeklinde algılamaktadır. Klasik mesnevi yazarıyla<br />
Bekiroğlu arasında algılama aynı olsa bile bunu<br />
ifadeye dökme farklıdır. Mesela Bekiroğlu şöyle<br />
der: “ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya,<br />
nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka<br />
bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin<br />
ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir<br />
şey değildir senin de güzelliğin.<br />
Sen suretsin O asıl. Sen fersin O mana.<br />
Sen bedensin O ruh. Sen gurbetsin O yurt.<br />
Sen parçasın O bütün. Sen gölgesin O ışık.”(s.28-<br />
29)<br />
* Romana özgü motiflere yer vermek: Nazan<br />
Bekiroğlu, geleneksel Doğu hikâye geleneğinden<br />
çok uzaklaşmadan modern anlamda roman<br />
türüne özgü bazı motiflere de yer vermiştir. Bunları<br />
örneklendirelim:<br />
-Tiplerin dramatik ve trajik gelişimleri içinde<br />
sunulması: Bekiroğlu, roman türüne özgü bir motif<br />
olan kişileri dramatik ve trajik yapıları içinde<br />
sergileme gayreti içindedir. Bu durumu en bariz<br />
biçimde Züleyha tipinin işlenmesinde görüyoruz.<br />
Züleyha’nın kaderi dramatik ve trajik bir yapı içinde<br />
çok iyi analiz ediliyor. Züleyha, zorlu bir yolculuktan<br />
geçer. Yusuf’un aşkından ilahî aşka ulaşır.<br />
Züleyha’nın hayat hikâyesi, hâl değişimi ve arayış<br />
yolculuğu kalıbına uygun bir süreçtir. O, bir<br />
mücadele süreci yaşar. İyi hâlden kötü hâle, kötü<br />
hâlden iyi hâle intikal eder. Bu aslî fıtrata dönüştür.<br />
Hem somut anlamda hem de ruhsal anlamda<br />
çetin bir mücadele sürecine sokulur ve tasaffi<br />
ameliyesinden geçer. Arınır ve saf bir hakikat ve<br />
aşka ulaşır sonunda. Önce saf, masum bir kızdır,<br />
sonra beşerî, tensel, bedensel bir aşk ve şehvet<br />
talebindedir, zamanla tasavvufî bir nefs tezkiyesine<br />
benzer şekilde saf bir ilahî aşka ulaşır. Züleyha<br />
fıtratı aslında iyidir. İşlediği kötülükler arızîdir, geçicidir,<br />
zamanla iyi olan fıtratına döner, anlayışına<br />
uygun bir kurgulama var. Züleyha işlediği kötülüklerden<br />
dolayı yargılanmaz. Yazar onu anlamaya ve<br />
irdelemeye çalışır. Züleyha, yaşadığı tecrübeleri<br />
ve yanılmaları sonucu iyiye ulaşmıştır. Ayrıca Züleyha,<br />
geleneksel tahkiyede egemen olan edilgen<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
kadın tipine karşı etken, baskın, belirleyici ve yönlendirici<br />
kadın tipidir. Bu bakımdan da özgündür.<br />
-Tip ve motiflerin simgesel değerleriyle sunulması:<br />
Öncelikle yazar, hikâyenin tiplerini, motiflerini<br />
simgesel değerleriyle değerlendiriyor. Mesela<br />
Yakup, ona göre hikâyenin Yakup kişisi olarak değil,<br />
kalın, kocaman ve koruyucu dalları ile serinletici<br />
yaprakları ile güçlü bir çınara benzettiği ideal<br />
bir baba imgesini ön plana çıkarır. Ya da şefkatli,<br />
merhametli bir baba figürünü kendi edebiyatında<br />
belirginleştirebilmek için Yusuf ile Züleyha kıssasının<br />
Yakup tipini bir araç olarak kullanır.<br />
-Nesnelerin kişileştirilmesi: Kuyu, ayna gibi nesnelerin<br />
kişileştirilerek konuşturulması ve buradan<br />
tahlillere ulaşılması da metnin özgün bir yanını<br />
oluşturuyor.<br />
* Kıssadan evrensel değerlere ulaşmak:<br />
Sadece tipler değil, durum ve olgular da genel<br />
insanlık hâllerini, psikolojik bazı durumları daha<br />
iyi vurgulayabilmek için bir çıkış noktası olarak<br />
alınmış. Bilinen hikâyeyi anlatırken mesela araya,<br />
vurgulamak istediği bir kavramı şöyle ifade eder:<br />
“Nerede ki devlet ve muhabbet var, nerede ki hâl<br />
var makam var, orada kıskançlık vardır.”(s.26)<br />
Eserde değerler analizini sıklıkla görüyoruz.<br />
Mesela bir yerde şunları okuruz:<br />
“Şeytanın tasallutundan korunmak zor, onun<br />
tasallut edebileceği karanlıklardan uzak durmak<br />
daha kolaydır. “Yapma” yasağını yerine getirmekten<br />
daha kolaydır ”yapma” emrini gerektirecek<br />
kötülüğe hiç yaklaşmamak.<br />
Hele ki saf çocuk kalbi iyilik kadar kötülük karşısında<br />
da savunmasızdır, çocuk yüreği kötülüğün<br />
kötülüğünü fark edemeyecek kadar gönül gözünden<br />
mahrumdur. Bilgi ve tecrübe, terbiye ve<br />
erdem biriktirilip de o kalbin içerisinde, kıvamın<br />
gücüyle kendi kalbinin emrettiği iyiliğe sahip çıkıncaya<br />
kadar çocuğun kalbi, kötülük ihtimalinden<br />
uzak tutulmalı. Şeytanın içine sızabileceği aralıklara<br />
izin verilmemeli. Bu yüzden ey on oğul, ithamım<br />
size değil şeytanadır. Şimdilik bu bilgi sizden<br />
uzak tutulmalıdır.” (s.33)<br />
* Mensur şiir üslubuna yer verme: Klasik<br />
mesnevi yazarı, hikâyenin şiirselliğini manzume<br />
124<br />
yapısında vermeye çalışmıştır. Nazan Bekiroğlu<br />
ise mensur bir metin bünyesinde şiirsel bir üslup<br />
üretme cehdi içindedir.<br />
* Leyla İle Mecnun Mesnevisi Etkisi: Bir başka<br />
önemli mesnevi metni olan Leyla ile Mecnun<br />
mesnevisinin izlerini Mustafa Kutlu’nun Mavi Kuş<br />
adlı uzun hikâyesinde görmekteyiz. Kasabanın<br />
zengin bir ailesinin oğlu olan Bilal, sevdiği bir kızı<br />
alır. Oğlu ölü doğar. Karısı da bu güç doğumdan<br />
dolayı can verir. Bilal çok sevdiği karısı ve çocuğunun<br />
ölümü üzerine hayata ve dünyaya küser. Her<br />
şeyden elini eteğini çeker, kendini dağlara vurur,<br />
avcılığa başlar. Fakat hiçbir canlıyı vurmaz da vurdurmaz<br />
da. Bir iyilik meleği hâlinde dolaşır durur.<br />
Bu hâliyle Bilal, adeta çöllerde vahşi hayvanlarla<br />
dost olan, onları avcıların vurmasına engel olan<br />
Mecnun’un değişik şekilde modern bir türevi olarak<br />
karşımıza çıkar.<br />
3. Çerçeve Hikâye Tekniği:<br />
Geleneksel Türk tahkiyesinde kullanılan kurgulama<br />
tekniklerinden biri de çerçeve hikâye tekniğidir.<br />
Bu teknikte olaylar, merkezden çevreye<br />
yayılan birbirinin içine girmiş daireler gibidir ve<br />
girifttir. Buna ‘çerçeve hikâye tekniği’ denir. Bu<br />
tür metinlerde merkezî konumu işgal eden ve çıkış<br />
noktasını oluşturan bir ana olay (birinci düzey<br />
olay ya da çerçeve hikâye) vardır ve ona bağlı olarak<br />
uzayıp giden iç içe geçmiş ya da arka arkaya<br />
dizilip giden yan olaylar ve hikâyeler (ikinci düzey<br />
olaylar ya da hikâyeler) vardır. Özellikle Binbir<br />
Gece Masalları, Tutîname, Feridüddin-i Attar’ın<br />
Mantıku’t-Tayr’ı, Muhayyelat-ı Aziz Efendi gibi eski<br />
Doğu ve Türk-İslam hikâyelerinde bu tekniği görmek<br />
mümkündür.<br />
Geleneksel tahkiye metinlerinde yer alan bu<br />
kurgu tekniğini Mustafa Kutlu, bazı kitaplarında<br />
modernleştirerek, çağa uyarlayarak, kısmen farklılaştırarak<br />
uygulamıştır. Meselâ Rüzgarlı Pazar adlı<br />
uzun hikâye kitabında Yozgat köylerinden fakirlik<br />
yüzünden İstanbul’a göç eden Recep Efendi’nin<br />
11-12 yaşlarındaki sokak aralarında balon satarak<br />
eve günde 2-3 lira para getiren oğlu Duran’ın<br />
hayat hikâyesi ana olayı, merkezî olayı oluşturur.<br />
Yazar, buna bağlı olarak diğer ara olayları yani<br />
ikinci düzey hikâyeleri aktarır.
Duran’la birlikte yol kenarında, sokakta satıcılık<br />
yapan diğer satıcıların hikâyelerini de ikinci düzey<br />
hikâye parçaları olarak anlatır. Böylece merkezde<br />
Duran’ın hikâyesi, ona bağlı olarak gelişen, etrafında<br />
dalga biçiminde yayılan Hurdacı Bilal, Çiçekçi<br />
Cemile, ufak tefek eşya satan âmâ Nimet, çaycı<br />
Cino, meczub Doktor, âmâ Cesur, Dürümcü Baba<br />
gibi fakir ve çilekeş sokak satıcılarının hayat hikâyeleri<br />
anlatılmaktadır.<br />
Kitap, roman boyutunda olup başlıksız bölümlerden<br />
meydana gelmektedir. Başlıksız her bölüm,<br />
bir bakıma ayrı bir kişinin hayat hikâyesinden<br />
oluşmaktadır. Bunlar ikinci düzey hikâyelerdir.<br />
Duran ise hemen her bölümde yer alır ya da ikinci<br />
düzey hikâye kişileriyle ilişkilendirilerek sunulur.<br />
Biz, kitaptaki diğer kişilerin hayat hikâyesini Duran<br />
vesilesiyle öğreniriz. Yani yazar, Duran’ı merkeze<br />
almış, ondan yola çıkarak onunla ilişkilendirerek<br />
diğer kişilerin hayatını aktarmıştır. Böylece suya<br />
atılan taş Duran, bu taşın ürettiği iç içe geçmiş<br />
dalgalar da diğer kişilerdir.<br />
Mustafa Kutlu, bu hikâye tekniğini başka bazı<br />
kitaplarında da uygulamıştır.<br />
4. Meddah Hikâyeleri Etkisi:<br />
Meddah gösterisi, saraylardan, halk kahvehanelerine,<br />
çarşı pazarlardan kasabalara kadar değişik<br />
mekanlarda sergilenen tek kişilik Türk halk tiyatrosudur.<br />
Meddah hikâyelerinde meddah, hikâyesini<br />
etkili kılabilmek için canlı konuşmalar, şive<br />
taklitleri ve dramatizasyon ile sunar. Meddah, anlattığı<br />
kişilerin özelliklerini ve ses tonlarını başarılı<br />
bir şekilde sunar. Çeşitli tipleri ustalıkla taklit<br />
ve hareketle canlandırır. Anlatılanın gerçekliğine<br />
inandırma kaygısı ve mizah, iki temel unsurdur.<br />
Meddah, seyirci-dinleyici önünde bazı hikâyeleri<br />
dramatize eder, hem anlatır hem oynar. Kişilerin,<br />
tiplerin olaylarını hem anlatır hem de taklitlerle<br />
canlandırır. Seyirci-dinleyici ile sıcak bir iletişime<br />
geçer, mukallit-kıssahandır. Meddah, canlandırma<br />
ve konuşma sanatçısıdır. Bu yüzden konuşma<br />
dilinin bütün inceliklerini bilir. Meddah, içinde yaşadığı<br />
toplumu, çeşitli insan tiplerini gözlemler,<br />
inceler, günlerce onları takip eder, birlikte olur,<br />
yakından tanır, bunları hafızasına kaydeder ve<br />
yansılamayla aktarır. Meddah, toplumun düzenini<br />
bozan, hırsız, rüşvetçi, asalak, mirasyedi gibi tiple-<br />
125<br />
ri sergiler. Meddah, hikâyeyi anlatırken arada bir<br />
olayın dışına çıkarak araya bir fıkra, bir açıklama,<br />
başka bazı bilgiler sokuşturur.<br />
Meddah hikâyelerinin bazı özelliklerini, meddah<br />
üslûbunu Mustafa Kutlu, hikâyelerinde sıklıkla kullanır.<br />
Özellikle okuyucuyla sıcak bir iletişime geçmek<br />
için doğrudan ona hitap eder, onunla sohbet<br />
eder, ahbaplık kurar. Bir örnek:<br />
“Şimdi ey aziz okuyucu, biz burada neciyiz, neyiz<br />
(sokakların çocuğu Doğuş’un bir şarkısında geçiyordu,<br />
değil mi)..<br />
Biz bir hikâyeciyiz, üstümüze ne lazım deyip<br />
geçmeyelim.<br />
Geleceğin bilim adamlarına bir koltuk çıksak<br />
fena mı olur yani.<br />
Olmaz.<br />
Çıkalım öyleyse, işin ucunu açık edelim.” (Rüzgarlı<br />
Pazar, 4. baskı, İstanbul <strong>20</strong>06, s.70)<br />
Mustafa Kutlu, eserinin geleneksel anlamda<br />
meddah hikâyesi ve halk hikâyesi olmadığını,<br />
modern bir tahkiye metni olduğunu ifade ederek<br />
doğrudan doğruya şunları da söyler:<br />
“Yahu ben meddah mıyım? Ara sıra omzumdaki<br />
havlu ile alnımın terini sikilip “Ey yârenler nerde<br />
kalmıştık bakalım” diye mevzuyu çekip uzattıktan,<br />
tadını kaçırdıktan sonra toparlamaya çalışacak.<br />
Hayır, hayır!..<br />
Bu hikâye ile roman arasında bir kitap.<br />
Kayda-kuyda bağlı. Girişi-gelişmesi-sonucu var.<br />
Altyapısı-üstyapısı, çatısı, bacası var. Göstereni,<br />
gösterileni, imi, timi var.<br />
Bizi böyle Erzurum Mahallebaşı’nda halk hikâyesi<br />
anlatan rahmetli Behçet Emi’ye benzetip de<br />
arpayla samanı karıştırmayın.” (Mavi Kuş, Dergah<br />
yayınları, 5. basılış, İstanbul <strong>20</strong>4, s.17)<br />
Yazar mizahî olarak böyle dese de aslında yaptığı<br />
işin geleneksel tahkiye ile irtibatlı modern bir<br />
tahkiye yazmak olduğunu ele veriyor. Meddah üslubu<br />
her hâlinden kendini belli ediyor.<br />
5. Masal Etkisi:<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde halk masalları-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
nın kurgusal yapısı, üslubu, bazı motifleri ve tipleri<br />
de değişik şekillerde kullanılmıştır. Örnek olarak<br />
şunları verebiliriz:<br />
Ali Ayçil, Sur Kenti Hikâyeleri (Şule Yayınları,<br />
İstanbul <strong>20</strong>04) adlı eserindeki metinlerde masal<br />
unsurlarına yer vermiştir. Mesela “Anısız At Hızlı<br />
Koşar” (s.41) adlı hikâyesinde ölen padişahın yerine<br />
hangi şehzadenin geçeceğinin bir sınava bağlı<br />
olarak belirlenmesi motifine yer verilir. “Sarraf<br />
Nizamettin’in Üç Kızı” (s.45) hikâyesinde masallara<br />
özgü üç kız motifine yer vermiştir. Ayrıca masal<br />
hava ve üslubu değişik şekillerde hissedilir.<br />
Diğer yandan Murathan Mungan’ın Lal Masalları<br />
(Metis Yayınları, İstanbul <strong>19</strong>93) ve başka bazı<br />
eserlerinde de masal etkisi kendini kuvvetle hissettiriyor.<br />
Sonuç:<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde geleneksel<br />
Türk tahkiyesinden değişik ölçülerde ve şekillerde<br />
yararlanıldığını, geleneksel malzemenin modernize<br />
edilerek yeniden üretildiğini, böylece modern<br />
Türk edebiyatının geleneksel Türk edebiyatına eklemlendiğini<br />
görüyoruz. Bu durum, hiç şüphesiz<br />
nesiller arası kültürel kopukluğu ortadan kaldıran<br />
ve çağdaş edebiyatı zenginleştiren bir durumdur.<br />
Edebiyat, bir anlamıyla kültürdür. Her edebiyatçı,<br />
bir bakıma kendisinden önceki edebiyatın, kültürel<br />
birikimin, sanat, edebiyat, bilim birikiminin<br />
izini sürer. Edebiyatçı, önceki nesillerden tevarüs<br />
ettiği metinleri, fikirleri, imgeleri çağının durumuna,<br />
özelliğine, yapısına, algısına göre yeniden üretir.<br />
Böylece bir kültür, kartopu gibi yuvarlanarak<br />
devam eder.<br />
Mustafa Kutlu ve Nazan Bekiroğlu gibi günümüzün<br />
önde gelen Türk hikâyecileri, geleneksel<br />
tahkiyeyle bağ kurmada oldukça başarılı, bilgili ve<br />
bilinçli çabalar ortaya koymuşlardır. Diğer genç<br />
Türk hikâyecilerinin de onları bu anlamda örnek<br />
almaları, hem kendi sanatları, hem de Türk kültürü<br />
adına olumla bir çalışma olacaktır.<br />
126
HALK HİKÂYECİLİĞİ<br />
GELENEĞİNİN <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
<strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYECİLİĞİNE<br />
YANSIMALARI<br />
Özet: Modern anlamda hikâyelerin yazılmaya<br />
başlandığı Tanzimat Edebiyatı dönemine kadar<br />
Türk edebiyatında hikâye ihtiyacını karşılamada<br />
halk hikâyeleri önemli bir yer tutmuştur. Modern<br />
hikâyelerle halk hikâyeleri arasında yaratım, aktarım,<br />
şekil ve muhteva bakımından birçok farklılıklar<br />
bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Kerem ile<br />
Aslı, Âşık Garip ve Tahir ile Zühre gibi halk hikâyeleri,<br />
modern Türk hikâyeciliğine çeşitli tesirler<br />
yapmıştır. Bu tesirler, Tanzimat dönemi roman ve<br />
hikâyelerinde daha fazla görülmektedir. Bu bildiride<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde halk hikâyelerinin<br />
etkileri ele alınmış ve modern Türk hikâyeciliğinde<br />
halk hikâyelerinin yeri üzerine tespitler<br />
yapılmıştır.<br />
Anahtar Kelimeler: Hikâye, Öykü, Halk Hikâyesi,<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Edebiyatı.<br />
127<br />
Prof. Dr. Ali DUYMAZ<br />
Balıkesir Üniversitesi<br />
The Reflections of Folk<br />
Story Tradition to the<br />
Turkish Story After <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
Abstract: Till the period of Tanzimat when the<br />
modern stories were started to be written, folk<br />
stories has represented the kind of story in Turkish<br />
literature. There are some differences of<br />
creation, transfer, form and content, between the<br />
modern and folk stories. Besides that folk stories<br />
like Kerem and Asli, Ashik Garip ve Tahir and<br />
Zuhre, has made several influence to the modern<br />
Turkish story. That effects is seen more commenly<br />
in the stories and novels which belong to the<br />
period of Tanzimat. In this study the effect of folk<br />
stories on the Turkish story after the period of<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong>’s has been investigated and the importance<br />
of folk stories on modern Turkish story has been<br />
possesed.<br />
Key Words: Story, Folk Story, After <strong>19</strong><strong>80</strong>.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Giriş<br />
Halk hikâyesi, genellikle aşkın konu edildiği ve<br />
XVI. yüzyıldan itibaren âşık edebiyatına bağlı olarak<br />
şekillenmeye başlayan bir halk edebiyatı türüdür.<br />
Bu gelenek, âşıklar vasıtasıyla toplumun en<br />
ücra bölgelerine taşınırken meddahlarla da şehir<br />
insanının hayatına girmiştir. Âşık meclislerinde,<br />
kahvelerde veya özel toplantılarda anlatılan halk<br />
hikâyeleri, toplumun büyük kesimince sevilerek<br />
dinlenen ve böyle olduğu için de tesirini günümüze<br />
kadar devam ettiren bir gelenek haline gelmiştir.<br />
Esas olarak sözlü gelenekte icra edilen halk<br />
hikâyeleri, az da olsa cönk adı verilen defterlerle<br />
ve matbaanın ülkemize girmesiyle de basılı şekilleriyle<br />
yazılı edebiyata aktarılmıştır. Klasik edebiyattaki<br />
mesnevilerle birlikte halk hikâyeleri, uzun<br />
bir süre edebiyatımızdaki hikâye türünü temsil etmişlerdir,<br />
ancak Tanzimat dönemiyle birlikte Türk<br />
edebiyatı yeni bir hikâye tarzıyla tanışmıştır. Edebiyatımızdaki<br />
hikâye anlayışından farklı olan bu<br />
yeni tarz, kısa sürede geleneksel hikâyenin yerini<br />
almış ve toplumsal yaşamın da değişmesiyle halk<br />
hikâyeleri devrini tamamlama sürecine gimiştir.<br />
Ancak bu geleneksel tarz, edebiyat hayatımızdan<br />
hemen çekilmemiş, Tanzimat döneminde kaleme<br />
alınan bazı hikâyelerde çeşitli unsurlarıyla yaşamaya<br />
devam etmiştir (Özön <strong>19</strong>85). Daha sonraki<br />
yıllarda da halk hikâyelerinin Türk hikâyesindeki<br />
etkisinin giderek azaldığını, ama tamamen ortadan<br />
kaybolmadığını görürüz. Halk hikâyelerindeki<br />
aşk anlayışı, insan tipi ve hatta üslûp, zaman zaman<br />
modern hikâyelerimizde kullanılmıştır.<br />
Gelenek, hemen bütün dünya edebiyatlarında<br />
olduğu gibi modern edebiyat için de başvuru kaynaklarından<br />
biri olmuştur. Tarihî gelişmelere, edebiyat<br />
akımlarına ve sanatçıların tercihlerine bağlı<br />
olarak gelenekten farklı şekillerde ve farklı amaçlarla<br />
faydalanılmıştır. Kimlik oluşturma, eskiyi yeniden<br />
inşa etme, farklı olma veya kaçış bu amaçlardan<br />
bazılarıdır. Geleneğin kullanılma amacı<br />
ne olursa olsun ortaya çıkan asıl gerçek, modern<br />
insanın geleneksel insan modeline ve düşünce<br />
yapısına ihtiyaç duyduğudur. Özellikle insanların<br />
giderek yalnızlaştığı, toplumsal değerlerin hızla<br />
yıprandığı ve insanların model alabileceği davranış<br />
ve tiplerin hızla hayattan çekildiği modern<br />
dönemde gelenek, edebiyatın daha fazla dikka-<br />
sitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk<br />
128<br />
tini çekmektedir. Bunun somut örneklerini yakın<br />
dönem Türk hikâyesinde görmek mümkündür.<br />
Destan, masal ve halk hikâyelerindeki temalar ve<br />
tipler farklı şekillerde Türk hikâyesine girmektedir.<br />
Bütün bunlar, kaynağını Batı kültüründen alan<br />
modern Türk hikâyesinin artık kendi mecrasına<br />
dönmeye ve kendine özgü bir tarzının oluşmaya<br />
başladığını gösterdiği gibi çağdaş hikâyemizin<br />
aslında geleneksel hikâyemizin bir devamı olduğunu<br />
da göstermektedir (Su <strong>20</strong>00). Bütün bunlar<br />
da modern hikâye ile geleneksel hikâye arasında<br />
bu ilişkinin araştırılmasını ve ayrıntılarının ortaya<br />
konmasını zorunlu kılmaktadır.<br />
Bu bildiride Mustafa Kutlu, Sevinç Çokum, Murathan<br />
Mungan, Hüseyin Su ve Tomris Uyar gibi<br />
yazarların hikâyelerinde halk hikâyelerine, diğer<br />
bir ifade ile geleneksel hikâyeye bakış açışı ve bu<br />
hikâyelerden faydalanma şekilleri üzerinde durularak<br />
halk hikâyelerinin modern hikâyeye yansımaları<br />
ve <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde halk<br />
hikâyelerinin konumu üzerine tespit ve değerlendirmeler<br />
yapılacaktır. Ayrıca Sadık Yalsızuçanlar<br />
gibi bazı hikâyecilerin halk hikâyelerini yeniden<br />
yazma çalışmaları da bildirimizde ele alınacaktır.<br />
1. <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk<br />
Hikâyesinde Arayışlar ve<br />
Gelenek<br />
Yetmişli ve seksenli yıllardaki gelişmeler, edebiyatın<br />
farklı türlerini etkilediği gibi hikâyeyi de etkilemiştir.<br />
Türkiye’nin siyasal çalkantılarla uğraştığı<br />
ve toplumdaki kamplaşmanın giderek arttığı yetmişli<br />
yıllarda Türk edebiyatının önemli bir bölümü,<br />
siyasal düşüncelerle mücadele eden, estetik kaygılardan<br />
uzak ve klişe söylemlere yönelmiş bir karakter<br />
çizer. Bazı hikâyeciler bu dönemin edebiyat<br />
anlayışını şekillendiren “Sosyalist/Toplumcu Gerçekçilik”<br />
gibi temel kavramlarla işçileri ve yoksulları<br />
hikâyeye dâhil etmişlerdir. Ayrıca bu dönemin<br />
bütün hikâyecileri hikayelerinde <strong>19</strong>71 darbesini,<br />
grevleri ve öğrenci olaylarını işleyerek âdetâ ortak<br />
bir tema anlayışına doğru gitmişlerdir. Adalet<br />
Ağaoğlu, Tomris Uyar, Selim İleri gibi isimler toplumcu<br />
anlayışla; Mustafa Kutlu, Sevinç Çokum ve<br />
Rasim Özdenören gibi yazarlar ise muhafazakâr<br />
düşünceyle hikâyeler kaleme almışlardır. 12 Eylül
<strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesi ile edebiyatımızda farklı bir dönem<br />
daha başlar. Bu dönemde toplumcu edebiyat<br />
büyük yara alırken sosyalizmin çöküşü gibi dünyadaki<br />
önemli gelişmelerle birlikte ideolojilere karşı<br />
bakış açısı değişmiş, kimlik bunalımı ve buna bağlı<br />
olarak yeni arayışlar başlamıştır (Tosun <strong>20</strong>07: 85-<br />
86). Özcan Karabulut, Nalan Barbarosoğlu, Faruk<br />
Duman gibi hikâyeciler, <strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesine tepkiyi,<br />
şehir yaşamının gerçeklerini dile getirerek<br />
gösterirken, Murathan Mungan, Buket Uzuner<br />
gibi hikâyeciler ise siyasal iktidara karşı çıkmaksızın<br />
veya başka tartışmalara girmeksizin hikâyede<br />
edebî kalmayı seçmişlerdir (Lekesiz <strong>20</strong>05).<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesindeki eğilimlerden<br />
birisi de yazarların kendi içlerine dönmüş olmasıdır.<br />
Toplumsal gerçeklerden uzak, bireyin kendi<br />
içindeki gerçekleri daha fazla öne çıkaran bu eğilim<br />
pek çok taraftar bulmuştur. Ancak, içe dönük<br />
bir edebiyat anlayışını reddederek toplumcu edebiyat<br />
anlayışı ile gelenekten faydalanma yoluna<br />
gitmiş hikâyeciler de vardır. Bunlar, doğunun hikmetli<br />
ve sade üslûbunu benimseyerek geleneksel<br />
anlatıları, tasavvufu ve bazı tarihi olayları yeniden<br />
yorumlamışlar ve geçmişle günümüz arasında<br />
kültürel bağ kurma yoluna gitmişlerdir. Daha doğrusu<br />
kültürümüzde var olan ve toplumsal değerlerin<br />
beslediği ideal insan tiplerini ve ahlak anlayışını<br />
modern hikâyenin yeni teknikleriyle işleyerek<br />
topluma yeniden sunma tarzını benimsemişlerdir.<br />
Bu anlayışı benimseyen hikâyecilerin geleneğe ve<br />
eskiye olan ilgilerini eserlerinde zaman zaman<br />
dile getirdikleri görülür. Geleneği hikâyelerinde en<br />
fazla kullanan hikâyecilerden Mustafa Kutlu, geçmişle,<br />
diğer bir ifade ile gelenekle ilgili özlemini<br />
ve düşüncelerini “Masal ve Rüya” adlı hikâyesinde<br />
“Masallara düşman oldular, folklor ölmüştü, şifalı<br />
bitkiler “kocakarı ilacı” diye alay konusu edildi.<br />
Sözün özü eski dünya, eski günler pılını pırtısını<br />
toplayıp hayatımızdan çekip gitti.” şeklinde ifade<br />
eder ve ekler “Eski dünya dediğimiz şey bir çam<br />
kozalığıdır, yeni sağılmış süt kokusudur, çimen yeşili<br />
ve yün kuşaktır. Bu nedir? Bu hayattır.” (Kutlu<br />
<strong>20</strong>05a: 25-26) Geçmişin, geleneğin temiz, saf<br />
dünyasını yeniden hayatın içine çekmeye çalışan<br />
Kutlu, hikâyeciliğini geleneğe ve özellikle halk<br />
hikâyeciliği geleneğine yaslamıştır. Sevinç Çokum<br />
da hikâyelerinde eski dönemlerde kalan masal ve<br />
129<br />
hikâye anlatma geleneğine, hikâye anlatma ortamındaki<br />
insanların mutluluklarına sık sık temas<br />
eder. “Ninem bize destanlar, hikâyeler anlatırdı”<br />
diyerek Battal Gazi’nin hikâyelerini ninesinden<br />
dinlediklerini, ninesinin artık yok olduğunu geçmişin<br />
verdiği özlemle dile getirir (Çokum <strong>19</strong>88:<br />
47). Çokum, “Küller” adlı hikâyesinde geçmişi ve<br />
geleneği ocakta eşelenmeyi bekleyen küllere benzetir.<br />
Bu küller karıştırılınca geçmişten günümüze<br />
değerli pek çok şeyin taşınabileceğini, ancak bunu<br />
yapacak bir iradeye ihtiyaç olduğunu söyler (Çokum<br />
<strong>19</strong>87: 60). Çokum, bu konudaki diğer düşüncelerini<br />
“Çok Eskiden” adını verdiği hikâyesinde<br />
sıralamaya devam eder. Çocukluğunda dinlediği<br />
Hanife Teyze’nin yine hikâyelerine “çok eskiden”<br />
diye başladığını ve onu dinleyenlerin kendilerinden<br />
geçtiklerini anlatır (Çokum <strong>19</strong>88: 24). Tomris<br />
Uyar ise “Gecegezen Kızlar” adıyla yayınladığı<br />
kitabına yazdığı girişte geleneksel anlatılarda geçen<br />
cesaret, cömertlik ve özgürlük gibi temaların<br />
modern hikâyede de yer alabileceğini, hatta günümüzdeki<br />
pek çok kişinin farkında olmadan bu<br />
eski kahramanlara benzediğini söyleyerek (Uyar<br />
<strong>20</strong>05: 7-8) gelenek ile modern hikâye arasında<br />
bağ kurulması gerektiğini belirtir.<br />
Geleneğin <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde<br />
kullanımı farklı şekillerde ve amaçlarda gerçekleşmiştir.<br />
Hikâyelerinde geleneksel unsurlara yer<br />
veren bazı hikâyeciler, modernizme ve modernizmin<br />
getirdiği akılcılığa karşı çıkarak postmodernizme<br />
yaklaşan bir çizgide dinin ve geleneğin<br />
prensiplerini hikâyelerinde işlemişlerdir. Bu anlayışı<br />
benimseyen hikâyeciler, insanın derinliklerine<br />
yönelmek, gizemli geçmişi yeniden inşa etmek ve<br />
yüce insan modelini hikâyelerinde kurgulamak<br />
amacıyla geleneksel tipleri ve konuları modern<br />
hikâye teknikleriyle yeniden ele almışlardır (Külahlıoğlu<br />
<strong>20</strong>02: 216). Ancak bazılarının herhangi<br />
bir yüce fikre kapılmadan sadece yeni malzemeleri<br />
ve tipleri hikâyeye katmak için geleneğe yöneldikleri<br />
görülmektedir. Sonuçta geleneği gerek din,<br />
tasavvuf, ahlak, hikmet gibi kavramlar bağlamında<br />
kullananlar, gerekse yeni konular keşfetmek<br />
için bir başvuru kaynağı olarak görenler <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
sonrasındaki karamsar havaya kapılmadan yeni<br />
bir tarz yaratmayı, içe dönük edebiyat yerine dışa<br />
dönük ve gelecekten umutlu bir edebiyat yapmayı<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
hedeflemişlerdir. Bu bakımdan seksen sonrasındaki<br />
gelenekçi tutum, Türk hikâyesinin konu alanını<br />
genişletmiş ve geleneksel malzemenin modern<br />
hikâyede yer alabileceğini göstermiştir.<br />
2. <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk<br />
Hikâyeciliğinde Türk Halk<br />
Hikâyeciliği Geleneğinin<br />
Yansımaları<br />
a. Halk Hikâyelerine Postmodernist Yaklaşımlar<br />
Edebi metinlere herhangi bir değer atfetmeyi<br />
reddeden ve temel ilke olarak her şeyin metin olduğunu<br />
iddia eden postmodernist tutum (Yener<br />
<strong>20</strong>04: 163), özellikle <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyesinde<br />
görülür. Örneğin Murathan Mungan’ın, Lal Masallar<br />
ve Cenk Hikâyeleri adlı kitaplarındaki hikâyeler,<br />
postmodern edebiyatın birçok özelliğini taşır.<br />
Mungan’ın bazı hikâyelerine yakından baktığımızda<br />
bu tutum çok daha iyi ortaya çıkacaktır. “Âzer ile<br />
Yadigâr” hikâyesini anlatmaya başlamadan önce<br />
yazar postmodernist bir anlayış içinde olduğunu<br />
kullandığı bazı cümlelerle belirtir. “Ansızın kendisini,<br />
gözünü diktiği o noktada dağa tırmanırken gördü.<br />
Kendi kendini mi büyülemişti? Erken başlayan<br />
bir sanrı mıydı? Bir bellek oyunu mu?” (Mungan<br />
<strong>20</strong>04: 7), “Herkes rolüne, rolünün gerekliliğine göre<br />
bir imge geliştiriyor” (Mungan <strong>20</strong>04: 9), “Bu kız da<br />
adsız bir oyuncudur. Oyundaki sözlerinin sayısı da<br />
üçü beşi geçmez” (Mungan <strong>20</strong>06: 164) şeklindeki<br />
cümlelerde geçen oyun ve oyunla bağlantılı kavramlar,<br />
postmodernist düşüncenin temel ilkeleri<br />
arasında yer almaktadır. Aşağıdaki örneklemelerde<br />
de Mungan’ın hikâyelerindeki postmodernist<br />
tutumun bilinç dışına çıkma ve gerçeklik algısını<br />
zayıflatma özelliklerini görmek mümkündür: “Her<br />
şeyi anlayarak mı yaşıyoruz sanki? Bilerek mi? Yaşadıklarımızda<br />
bilinç payının ne kadar olduğunu<br />
hiç düşündün mü?”, “Hayat diye bize yaşattıkları<br />
şey, koskoca bir sayıklama değil mi zaten?” (Mungan<br />
<strong>20</strong>04: 11, 13). Mungan, “Muradhan ile Selvihan<br />
ya da Bir Billur Köşk Masalı” adlı hikâyesinin<br />
girişinde “Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler;<br />
masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler,<br />
sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına<br />
ermiş gibi” diyerek gerçeklik anlayışının göreceli<br />
olduğunu, neyin gerçek neyin yalan olduğunu<br />
130<br />
ayırmanın çok güç olduğunu söyleyerek postmodernist<br />
çizgide olduğunu beyan eder.<br />
Postmodern edebiyatın temel prensiplerinden<br />
biri olan metinlerarasılık, Mungan’ın “Âzer ile<br />
Yadigâr”, “Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur<br />
Köşk Masalı”, “Şahmeran’ın Bacakları”, “Ökkeş<br />
ile Cengâver” ve Kasım ile Nâsır” gibi hikâyelerin<br />
başlıklarından bile anlaşılmaktadır. Farklı metinlerden<br />
alıntılar yaparak yeni bir metin kurmaya<br />
izin veren postmodernizmin bu tutumu, Murathan<br />
Mungan’ın hikâyelerinde açıkça görülmektedir.<br />
“Âzer ile Yadigâr” hikâyesinde Kerem ile<br />
Aslı, Âşık Garip gibi geleneksel halk hikâyelerine<br />
benzer bir aşk ve âşık tipi yer almaktadır. Hikâyede<br />
Dede Korkut Kitabı’ndan da önemli alıntılar<br />
vardır. Bamsı Beyrek hikâyesindeki Banı Çiçek’in<br />
bir benzeri olan Yadigâr, çocuksuzluk çeken bir<br />
annenin olağanüstü şartlarda dünyaya getirdiği<br />
bir kızdır. Babası Deli Türkmen’dir. Bilindiği üzere<br />
Bamsı Beyrek hikâyesinde Deli Karçar vardır ve<br />
Banı Çiçek’in ağabeyidir (Ergin <strong>19</strong>97). Burada ise<br />
isimlerde bir değişiklik yapılmıştır. “Muradhan ile<br />
Selvihan ya da Bir Billur Köşk Masalı”nda da hem<br />
halk hikâyelerinden hem Dede Korkut Kitabı’ndaki<br />
bazı hikâyelerden hem de masallardan alıntılar<br />
bulunmaktadır.<br />
Mungan’ın metinlerarasılığa en fazla başvurduğu<br />
hikâyelerinden birisi de “Ökkeş ile Cengâver”dir.<br />
Burada Dede Korkut Kitabı’ndaki bazı hikâyelerde<br />
yer alan alplığa geçiş olgusu yer almaktadır (Duymaz<br />
<strong>20</strong>00). Hikâyede töreye göre on beş yaşına<br />
giren Ökkeş ile Cengâver, ergenliğe geçiş için<br />
yapılacak sınavdan başarılı çıkmak zorundadırlar.<br />
İki aşamalı sınavın takipçisi “Dede” adı verilen<br />
bilge bir kişidir. Dede, tıpkı Dede Korkut gibi<br />
Cengâver’in sınavda başarılı olduğunu ve ergenliğe<br />
geçiş yaptığını söyleyerek ona hayır duada<br />
bulunmuştur. Alplığa geçişin yanı sıra yazar Dede<br />
Korkut Kitabı’ndan töre, sınav, bilge kişi, kutsal<br />
ağaç gibi kavramları da almıştır. “Ökkeş ile Cengâver”<br />
hikâyesinde Mungan Yunan mitolojisinden<br />
de alıntı yapmıştır. Yunan mitolojisinde Akhilleus<br />
adıyla bilinen ve vücuduna ok batmadığı için büyük<br />
bir savaşçı olan bir kahramanın hikâyesi özetlenerek<br />
alınmıştır (Mungan <strong>20</strong>06: 117). Akhilleus’i<br />
annesi, küçükken sihirli sulara batırmış ve vücuduna<br />
demir işlemez olmuştur, ancak annesi onu
ayaklarından tuttuğu için sadece topukları korumasız<br />
kalmış ve oradan yaralanıp ölmüştür (Can<br />
<strong>20</strong>02: 261). Mungan, Yunan mitolojisinden yaptığı<br />
bu alıntının yanında genellikle masallarda geçen<br />
ve dış ruh tasarımı ile ilgili başka bir alıntıyı daha<br />
hikâyeye dâhil eder. Devlerin bile yenemediği olağanüstü<br />
güce sahip masal kahramanının bütün<br />
gücü başındaki üç saç telinde gizlidir. Bu saçların<br />
koparılmasıyla masal kahramanının sıra dışı gücü<br />
yok olur (Mungan <strong>20</strong>06: 117).<br />
Metinlerarasılık bağlamında Mungan’ın ele<br />
alacağımız son hikâyesi “Kâsım ile Nâsır” adını<br />
taşımaktadır. Hz. Ali’den ve Kerbelâ olayından<br />
bahsederek başlayan hikâye, Bamsı Beyrek’in<br />
tutsaklıktan kurtulup yurduna geri döndüğü gibi<br />
uzun yıllardan sonra obasına dönen kahramanın<br />
karısının başkasıyla evlenmek üzere olduğunu öğrenmesiyle<br />
devam eder. Dede Korkut’tan yapılan<br />
bu alıntıdan sonra Türk folklorunda çeşitli şekillerde<br />
görülen kesikbaş motifi karşımıza çıkar (Ocak<br />
<strong>19</strong>89). Avcıları peşinden sürükleyen ve bazı çocukları<br />
emzirdikleri rivayet olunan geyiklerle ilgili<br />
anlatılar ve Hz. Muhammet’e Cebrail’in Hasan ve<br />
Hüseyin’in şehit düşeceğini söylemesi yine yazar<br />
tarafından bu hikâyeye dâhil edilmiştir.<br />
Görüldüğü gibi Murathan Mungan, hikâyelerinde,<br />
halk hikâyelerindeki unsurları daha çok<br />
postmodernist bir anlayışla kullanmıştır. Belirli<br />
bir zamandan ve mekândan kopuk, gerçeklikle<br />
bağlantısı zayıflatılmış, metinlerarası ilişkinin sık<br />
sık kullanıldığı hikâyelerde geleneksel öğeler, olduğundan<br />
daha değişik bir tarzda yer almaktadır.<br />
Mungan, geleneksel halk hikâyelerinden, masallardan<br />
veya efsanelerden aldığı malzemeyi postmodernist<br />
bir bakış açısıyla yeniden yazmış ve<br />
kendi hikâyesini elde etmiştir. Esas olan da “hikâye<br />
yazmak/söylemek”tir. Postmodern edebiyat,<br />
kesinliğin, verili değerlerin şüpheyle karşılandığı<br />
bir alandır. Bu yüzden geçmiş, gelecek, mekânlar,<br />
zamanlar ve kültürler iç içe girerek bir “metin<br />
gerçekliği” meydana getirmektedir.<br />
b. Halk Hikâyesi Motiflerinin <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Hikâyesinde<br />
Kullanımı<br />
Halk hikâyelerinin en dikkat çekici yanlarından<br />
birisi olağanüstü denilebilecek aşkları anlatmasıdır.<br />
Kerem’in Aslı’ya, Garip’in Şahsenem’e duydu-<br />
131<br />
ğu aşk, yüzyıllar boyunca anlatılmış ve günümüze<br />
kadar ideal aşklar olarak nitelenmişlerdir. Daha<br />
çocukluklarından itibaren tanıtılmaya başlanan<br />
âşıklar, bu hikâyelerde sevgililerini bulmak için<br />
çıktıkları uzun gurbet yolculuklarından sonra<br />
çoğu zaman vuslata ererler, bazen de kavuşamadan<br />
bu dünyadan göçüp giderler (Alptekin <strong>19</strong>97).<br />
Halk hikâyelerindeki aşk, maddi duygulardan tamamen<br />
sıyrılmış ve hastalık derecesinde bağlılık<br />
gerektiren bir duygudur. Bu aşk anlayışı, modern<br />
hikâyenin gelişimiyle birlikte değişmeye başlamış,<br />
ancak etkilerini tamamen yitirmemiştir. Tanzimat,<br />
Milli Edebiyat ve Cumhuriyet dönemi hikâyelerinde<br />
akislerini gördüğümüz geleneksel aşk teması,<br />
konumuz olan <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyelerde de yerini<br />
almıştır. Ancak hikâyecilerin bu konuda tutumları<br />
farklı farklı olmuştur. Geleneksel aşkı, halk hikâyesi<br />
üslûbunu kullanarak modern hikâyenin imkânlarıyla<br />
işleyenler olduğu gibi geleneksel üslûbu<br />
kullanmadan, kendine özgü bir anlatımla yeni tipler<br />
ve mekânlar içinde yorumlayanlar da vardır.<br />
Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri adlı kitabındaki “Beri<br />
Dön Güzel De Yüzün Göreyim”, “Yiğidim Ya Ondan<br />
Gücüm Yetmiyor”, “Gömleği Yırtık Kırmızı Gül”,<br />
“Sen Gelmezsen Güvercinler Küser” ve “Ayrılık<br />
Makamında Gönül Ezgisi” gibi hikâyelerinde, halk<br />
hikâyelerinde gördüğümüz ideal aşkı, modern<br />
hikâyenin üslûbuyla ele almıştır. “Beri Dön Güzel<br />
De Yüzün Göreyim”de hikâye kahramanı bir<br />
parktan geçerken bir kadının kendisinden sakınıp<br />
başka bir tarafa döndüğünü görür ve kendisinden<br />
kaçan bu yüzü görmek ister. Ona farklı yönlerden<br />
yaklaştıkça o yüzünü başka istikametlere çevirmeye<br />
devam eder. Defalarca denemesine rağmen<br />
bu kadının yüzünü göremez ve sonunda bir<br />
kere olsun yüzünü göstermesi için kadına yalvarır.<br />
Kadın, bu adamın isteğini kabul edip döndüğünde,<br />
göz göze gelirler. Kadının yüzünü görünce çarpılmışa<br />
dönen hikâye kahramanı, bundan sonra ne<br />
yaptığını, nereye gittiğini hatırlamaz. Gittiği her<br />
yerde, baktığı her köşede o yüzü görür. Sokak<br />
sokak dolaşır, eve dönmek aklına bile gelmez, o<br />
gün büyük bir aşka tutulmuştur (Su <strong>20</strong>06: 27-29).<br />
“Yiğidim Ya Ondan Gücüm Yetmiyor” hikâyesinde<br />
Su, bir kadının âşıklığını anlatır. Onun sevgisini<br />
Züleyha’nın aşkına benzetir. Aşkın insanı zayıflattığını,<br />
elini kolunu bağladığını, kendisini kaybettir-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
diğini ve ateşte yaktığını söyleyen yazar Yusuf u<br />
Züleyha hikâyesindeki gibi kendisinin de karşılıksız<br />
bir sevda içinde olduğunu düşünür. Sevdiği kişi<br />
hakkında “Halk öykülerinden çıkıp gelmiş, aşkın<br />
bereketiyle yaşayan bir kahramandı o benim gözümde”<br />
diyerek kendi aşkı ile geleneksel hikâyelerdeki<br />
aşk arasında bir bağ kurduğunu ifade eder<br />
(Su <strong>20</strong>06: 31-49). “Sen Gelmezsen Güvercinler<br />
Küser” ve “Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi” adlı<br />
hikâyelerinde de yazar, aşkın yakıcılığından söz<br />
ederek bu yanmanın aslında insana zevk verdiğini,<br />
aşkla ayrılığın aynı doğayı taşıdığını belirtir.<br />
Yazarın kullandığı “Bizim aşkla, kadında ya da erkekte<br />
aradığımız huzur değil demek ki; bir tür ceza,<br />
bir avunma, bir arınma; en ince taraklardan geçme<br />
dürtüsü, hamurumuzun mayası; acı verdikçe<br />
sevdiğini, acı çektikçe sevildiğini sanması insanın,<br />
dalından düşüp yarılma… Buna benzer bir şey işte”<br />
(Su <strong>20</strong>06: 86) şeklindeki cümlelerde onun aşk anlayışını<br />
görmekteyiz.<br />
Hüseyin Su’nun hikâyelerinde kullandığı aşk anlayışı,<br />
geleneksel anlatılarda yer alan aşkın başka<br />
bir üslûpla anlatımından başka bir şey değildir.<br />
Halk hikâyesi kahramanlarının aşkları uğruna sonunu<br />
bilmedikleri maceralara atıldıkları ve sürekli<br />
olarak birbirlerini aradıkları gibi Hüseyin Su’nun<br />
hikâyesindeki kahramanlar da aşkı, imkânsızın<br />
peşinden koşmak, aşk ateşiyle yanmanın hazzına<br />
varmak ve içindeki sevgiliyi aramak olarak görürler.<br />
Bu nedenle Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri’nde aşkı<br />
yüceltmiş ve aşka şehvetten uzak, insanı olgunlaştıran,<br />
arayışa sevk eden bir olgu olarak bakmıştır.<br />
Sonuçta klasik hikâyelerde gördüğümüz<br />
aşk anlayışını günümüz şartları içinde özde bir değişiklik<br />
yapmaksızın yeniden yorumlamıştır. Aşkın<br />
Halleri’nde dikkat çeken önemli bir öğeye de değinmek<br />
isteriz. Halkın yaşayışının, idrakinin ifadesi<br />
olan ve esasında içlerinde daima bir hikâye taşıyan<br />
türküler, Aşkın Halleri’nin hem kültürel hem<br />
de hikâye zeminini oluşturur. Hikâyelerine seçtiği<br />
isimlerde gizli olan türküler de bunu ispatlar.<br />
Halk hikâyelerindeki âşık tipinin benzerlerine<br />
Murathan Mungan’ın hikâyelerinde de rastlanmaktadır.<br />
Mungan, “Âzer ile Yadigâr” hikâyesinde<br />
halk hikâyelerinde saz çalan, şiir söyleyen ve<br />
gurbette sevgilisini arayan âşık tipine örnek olarak<br />
Âzer’i gösterir. Âzer, saz çalıp şiir okuyan ve<br />
132<br />
hikmetler söyleyen bir beyin tek oğludur. İçine<br />
düşen gurbete çıkma arzusunu bastıramaz ve gitmemesi<br />
yönündeki bütün ısrarlara rağmen obasından<br />
ayrılıp gurbete yönelir. Gurbet günlerinde<br />
uğradığı kahvehanelerde saz çalıp şiir söyler, âşıklarla<br />
atışır, hünerini gösterir. Yadigâr da bir beyin<br />
dilsiz ve yüzünde peçesi olan tek kızıdır. Bu peçeyi,<br />
Yadigâr’ın doğumuna yardımcı olan ermiş taktırmış<br />
ve Yadigâr’ın dili çözüldüğünde peçenin de<br />
kendiliğinden yok olacağını söylemiştir. Bu kahramanların<br />
doğumu ve âşıklığa geçişleri hakkında<br />
ayrıntılı bilgiler verilmiş ve geleneksel motifler<br />
kullanılmıştır. Halk hikâyesi kahramanlarının genellikle<br />
olağanüstü şartlarda, ermiş veya pirlerin<br />
yardımlarıyla dünyaya geldiklerini bilmekteyiz. Bu<br />
hikâyede de Yadigâr, dokuz yıl çocuksuzluk çeken<br />
bir kadının rüyasında bir ermiş görmesi sonucunda<br />
dünyaya gelmiş ve yine adını da bu ermişten<br />
almıştır. Âzer’in doğumu hakkında bilgi verilmemiş,<br />
ancak onun da âşık olduğu, iyi saz çalıp şiir<br />
söylediği belirtilmiştir.<br />
“Âzer ile Yadigâr” hikâyesinde halk hikâyelerinde<br />
olduğu gibi âşıkların şiirlerini icra ettikleri ortam<br />
hakkında da bilgiler bulunmaktadır. Mungan’ın bu<br />
hikâyesinde âşık olan Âzer, âşık kahvelerinde ve<br />
düğünlerde şiirler söyler. Hatta âşık kahvelerinin<br />
birinde sazını duvardaki diğer sazlardan daha yukarıya<br />
astığı için bu sazların sahiplerine meydan<br />
okumuş olur ve onlarla atışmak zorunda kalır.<br />
Âzer, bu atışmadan galip çıkarak kendisinin usta<br />
bir âşık, Mungan’ın ifadesi ile “hak âşığı olduğunu”<br />
ispatlar. Hikâyenin devamında da âşıklık geleneğinin<br />
önemli bir unsuru olan âşık için bahşiş<br />
toplama geleneğine rastlanır. Kahvede toplanan<br />
paralar Âzer’e sunulur; ancak o hepsini almaz,<br />
sadece hak ettiği kadarını alır (Mungan <strong>20</strong>04: 22-<br />
24). Mungan’ın bu hikâyesi, âşıkların kahvehanelerle<br />
ve diğer âşıklarla olan ilişkisini modern bir<br />
edebiyat yapıtı içinde yeniden ele almış olmasıyla<br />
oldukça dikkat çekidir.<br />
Murathan Mungan’ın Lal Masallar’daki diğer bir<br />
hikâyesi “Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur<br />
Köşk Masalı”nda da geleneksel bir aşk teması<br />
işlenmiştir. Bu hikaye, Dede Korkut Kitabı’ndan<br />
alınmış bazı üslûp özellikleriyle bir âşık veya<br />
meddah edasıyla yazılmış bir hikâyedir. Hikâyede<br />
Mungan’ın “Muradhan’ın Selvihan’ı Gördüğünün
Temsili Hikâyesidir” başlığını verdiği kısımda Billur<br />
Köşk’ün geç doğmuş tek kızı olan Selvihan, göçer<br />
bir aşiretin semahında Muradhan’ı görür ve ona<br />
âşık olur. Birbirlerini seven bu iki âşığın en büyük<br />
engeli, kızın yerleşik hayata mensup bir beyin kızı<br />
olması, Muradhan’ın ise göçebe bir ailenin oğlu<br />
olmasıdır. Bu engeli ortadan kaldıramayan âşıklar,<br />
yine bir semah esnasında kendilerini öldürürler<br />
(Mungan <strong>20</strong>04: 47-72). Mutsuz bir sonla biten<br />
bu hikâyede Mungan, geleneksel üslûbun gereklerini<br />
yapmış ve muhtevayı da klasik bir aşk hikâyesine<br />
benzer bir şekilde kurmuştur, ancak aşk<br />
anlayışında değişikliğe gitmiştir. Artık âşık, Ferhat<br />
kadar güçlü olmadığını, dağlarını delemeyeceğini,<br />
Mecnun ve Kerem gibi diyar diyar dolaşıp yaşlanmak<br />
istemediğini söyler (Mungan <strong>20</strong>04: 69). Bu<br />
şekilde Mungan, daha gerçekçi bir aşk anlayışını<br />
benimsediğini göstermektedir.<br />
Tip bahsinde Mustafa Kutlu’nun hikâyelerine de<br />
değinmek gerekir. Özellikle “Hüzün ve Tesadüf”<br />
adını verdiği hikâye kitabında yer alan Seyfettin,<br />
Cevat ve Kambur Hafız tipleri birer âşık tipi olmasalar<br />
bile geleneksel tip tanımlamalarına uyan<br />
niteliklere sahiptirler (Kutlu <strong>20</strong>05). Toplumun<br />
içinden, belli değerleri benimsemiş, karakterleri<br />
kolay değişmeyen bu tipler sayesinde Kutlu, hikâyelerinde<br />
geleneksel hikâye yapısını oluşturmayı<br />
başarmıştır. Modern bir meddah edasıyla hikâyeler<br />
yazan/anlatan Kutlu, hikâye anlayışı nedeniyle<br />
karakterlerden daha ziyade tipler üzerinde<br />
çalışmayı tercih etmiştir. Bunun için de geleneksel<br />
dokudaki tip anlayışını günümüz şartlarına uyarlamıştır.<br />
Halk hikâyelerinde çeşitli efsanelerle örülmüş<br />
kutsal mekânlar bulunabilir, çünkü halk hikâyeleri,<br />
toplumun inandığı ve saygı gösterdiği değerleri<br />
geleneksel motifler olarak bünyelerinde<br />
barındırmışlardır. Mungan’ın “Âzer ile Yadigâr”<br />
hikâyesinde Deliyar’ın efsanesi bulunmaktadır.<br />
Bu efsaneden sürekli Âzer ve Yadigâr seslerinin<br />
duyulmasının sebebini öğrenmekteyiz. Obasından<br />
ayrılıp gurbete çıkan Âzer, Deliyar’ın yakınlarında<br />
Yadigâr’la karşılaşır. Âzer’in çaldığı sazın ve söylediği<br />
şiirlerin tesiriyle Yadigâr’ın yüzündeki peçe<br />
kalkar ve dili çözülür. Doğduğundan beri konuşamayan<br />
Yadigâr konuşmaya başlar. Yadigar’ın<br />
babası ve oba beyi olan Deli Türkmen, kardeşinin<br />
133<br />
dilini çözen Âzer’i ödüllendirmek ister ve “iste<br />
benden ne istersen” der. Âzer, Yadigâr’ı isteyince<br />
Deli Türkmen hiddetlenir ve Âzer’i kovar. Uzun<br />
uğraşlara rağmen Âzer’le Yadigâr kavuşamayınca<br />
çareyi Deliyar’dan kendilerini uçuruma bırakmakta<br />
bulurlar. Âzer’le Yadigâr’ın Deliyar’da ölümünden<br />
sonra bu uçurumda hep Âzer’in ve Yadigâr’ın<br />
isimleri duyulur olmuştur (Mungan <strong>20</strong>04: 7-45).<br />
Sevinç Çokum da efsanelere veya efsane ile<br />
bağlantılı şahıslara, olaylara ve mekânlara hikâyelerinde<br />
yer vermiştir. “Çok Eskiden” adlı hikâyesinde<br />
yazar, evlerinin penceresinden “Yeşil<br />
Türbe”nin göründüğünü, sabahları bulutların<br />
türbenin etrafını sararak sanki onu koruduklarını,<br />
dedesinin bilerek evi “Yeşil Türbe”nin karşısına<br />
yaptırdığını, bu şekilde içlerinin ferahlayacağını<br />
ve dillerinden duanın eksik olmayacağını umduğunu<br />
anlatır (Çokum <strong>19</strong>88: 21). Çokum, bir diğer<br />
hikâyesi “Küller”de, sağlığında çevresi tarafından<br />
çok sevilen Sultan Ana’nın vefatından sonra bir<br />
elma ağacının dibine gömüldüğünü ve onu tanıyanların<br />
sürekli onun mezarını ziyaret ettiğini<br />
nakletmektedir. Hatta sınava girecek öğrencilerin,<br />
bir sıkıntısı bir dileği olanların da Sultan Ana’nın<br />
mezarını ziyaret etmeye başladıklarını söyler (Çokum<br />
<strong>19</strong>87: 52-53). Efsanelerin izlerini Çokum’un<br />
dışında Mustafa Kutlu’da da görmek mümkündür.<br />
Kutlu, “Masal ve Rüya” adlı hikâyesinde geçmişin<br />
unutulduğundan ve ciddiye alınmadığından yakınırken<br />
“Geriye dönüp bakmak günahtı sanki, sanki<br />
gayrı ihtiyarî geriye dönüp baksa taş kesilecek, donacaktı.”<br />
diyerek taş kesilme efsanelerine atıfta<br />
bulunmaktadır (Kutlu <strong>20</strong>05a: 25 ). Taş kesilme efsaneleri<br />
ile ilgili kullanımlar, Murathan Mungan’ın<br />
Muradhan ile Selvihan hikâyesinde de vardır<br />
(Mungan <strong>20</strong>04: 51). Kutlu, Mavi Kuş adlı hikâye<br />
kitabında da “çifte çınarlar”la bağlantılı bir efsane<br />
anlatır. Aynı gün evlenen iki kız kardeşin gelin<br />
alayını eşkıyalar basar. Gelinler, bu eşkıyaların<br />
eline düşüp “Namusumuzu kirleteceğimize ölürüz<br />
daha iyi” deyip yüzüklerindeki zehri içerler. Bu gelinleri<br />
de bir pınar başına defnederler. Mezarların<br />
yanında biten iki çınar ağacı da o zamandan beri<br />
ziyaretçilerin bez bağladığı kutsal ağaçlar arasına<br />
girer (Kutlu <strong>20</strong>05b: 10).<br />
Halk hikâyeciliği geleneğinde kullanılan bazı<br />
inanışların yansımalarını <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyele-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
rinde de görmek mümkündür. Mustafa Kutlu’nun<br />
hikâyelerinde çocuklara ad verme ile ilgili inanışlardan<br />
olan çocuğun yaşaması için Duran adının<br />
konması (Kutlu <strong>20</strong>05c: 13), Çokum’da da güzel<br />
şeylere bakan hamile kadınların güzel çocuklar<br />
doğuracağı inanışı ile çocuğun isminin kulağına<br />
söylenmesi ve nazar boncuğu takılması gibi uygulamalar<br />
yer almaktadır (Çokum <strong>19</strong>88: 23, 90).<br />
Murathan Mungan’da ise bir halk hikâyesi motifi<br />
olan beşik kertme geleneğinin kullanımını ve<br />
bununla ilgili inanışları, Nevruz günlerinde genç<br />
kızların kısmetleri ile ilgili fal bakma geleneklerini<br />
takip edebilmekteyiz (Mungan <strong>20</strong>04: 29, 37).<br />
Tomris Uyar’ın Gecegezen Kızlar kitabında yer<br />
alan “Düşkırıcı” adlı hikâyesinde bir kuklanın ağzından<br />
adeta halk hikâyelerinde gurbete çıkan bir<br />
âşığın, meslek edinme çabaları anlatılmaktadır.<br />
Evinden uzaklaşmış, başka birine satılmış bir kukla,<br />
evini barkını ve geride bıraktıklarını düşünerek<br />
şöyle der:<br />
“Polis olsam sanıkları dövemem<br />
Kahya olsam şoförleri kovamam<br />
Memur olsam kimseleri savamam<br />
Savcı olsam insanları sevemem” (Uyar <strong>20</strong>05:<br />
89-90).<br />
Âşık edebiyatında meslek destanı adı altında<br />
söylenen ve âşıkların gurbet yıllarında hikâyelerde<br />
kullandıkları bu şiir tarzını Uyar, modernize<br />
ederek kullanmıştır.<br />
Sonuçta halk hikâyelerindeki âşık olma, aşk için<br />
gurbete çıkma, gurbette çeşitli engellerle karşılaşma,<br />
pir veya derviş gibi yardımcı kahramanların<br />
yardımına başvurma gibi temel motifler<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde de yer almaktadır.<br />
Bunların dışında halk hikâyelerinin bünyesinde<br />
yer alabilecek ve motif niteliği kazanmış pek çok<br />
unsur da yine modern hikâyede kullanılmaktadır.<br />
Tabii ki bunların kullanımı tümüyle halk hikâyelerindeki<br />
gibi değildir, bazıları günümüz şartları<br />
içinde tekrar yorumlanmıştır.<br />
c. Geleneksel Hikâyelerin Yeniden Yazılması<br />
Son yıllarda halk hikâyelerinden bazıları çeşitli<br />
yazarlar tarafından kaleme alınmış ve modern<br />
134<br />
edebiyatın gereklerine ve yazarların kendi şahsi<br />
üslûplarına uygun olarak yeniden yorumlanmıştır.<br />
Kaleme alınan ve yeniden yorumlanan halk hikâyeleri<br />
arasında Kerem ile Aslı, Elif ile Mahmut,<br />
Arzu ile Kamber, Tahir ile Zühre, gibi hikâyeler<br />
bulunmaktadır. Ayrıca klasik hikâyeler arasında<br />
gösterilen ve meddah anlatıları içinde de yer alan<br />
Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha,<br />
Şahmaran gibi hikâyeler de modern edebiyat teknikleriyle<br />
yeniden yorumlanmışlardır. Geleneksel<br />
hikâyeleri modern edebiyatta tekrar yorumlayan<br />
yazarlar hikâyelerin konu, yapı, motif, kahraman<br />
ve mekan gibi unsurlarına sadık kalmışlar, bununla<br />
birlikte hikayelerin aslında olmayan birtakım<br />
ayrıntılara yer vermişler ve modern edebiyatın dil<br />
ve üslûbunu da kullanmışlardır.<br />
Âşıklar ve meddahlar, halk hikâyelerini anlatırken<br />
hikâyeyi birtakım bölümlere ayırıp anlatmazlar.<br />
Halk hikâyesi araştırmalarında ise hikâyeler<br />
konusuna göre ana hatlarıyla I. Doğum, II. Âşıklığa<br />
geçiş, III. Gurbet ve IV. Sonuç şeklinde epizotlara<br />
ayrılarak incelenmektedir. Yukarıda sayılan tekrar<br />
yorumlanan hikâyeler ise, modern edebiyatın gerektirdiği<br />
şekilde yazarları tarafından birtakım bölümlere<br />
ayrılmış ve bu bölümlere uygun başlıklar<br />
konmuştur. Ancak hikayeler bölümlere ayrılırken<br />
halk hikayelerini incelemede kullanılan epizot sistemi<br />
kullanılmamış, hikayeler yazarların inisiyatifine<br />
bağlı olarak daha ayrıntılı ve farklı bölümlere<br />
ayrılmıştır. Orhan Güzel tarafından kaleme alınan<br />
Kerem ile Aslı hikayesi otuz iki bölüme ayrılmış ve<br />
bölümlere “Ulu Sultan’ın Beklentisi, Ulu Sultan ile<br />
Sohbet Arkadaşı, Yaşlı Bahçıvan, Meryem ile Mirza<br />
Han, Zengi Dağlarında Bir Ceylan, ……. Yollar Çatallaştı,<br />
Ey Erzincan Erzincan, Zile Yolları, …… Kara<br />
Keşiş Pes Etti, Kırk Gün Kırk Gece Düğün, Yanarım<br />
Aslı’m Yanarım” gibi başlıklar verilmiştir(Güzel<br />
<strong>20</strong>04).<br />
Sözlü edebiyatta hikâyeciler mekânı ayrıntısıyla<br />
tasvir etmezler, onun yerine belki onun bir sıfatını<br />
belirtmekle yetinirler. Önemli olan mekân değil,<br />
olay ve şahıslardır. Oysa modern roman ve hikâyelerde,<br />
özellikle hikâyeye başlarken ayrıntılı mekân<br />
tasvirleri yapılabilmektedir. Yeniden yorumlanan<br />
Elif ile Mahmut hikâyesi, Buhara’nın girişinde yer<br />
alan bir pınarın neredeyse bir sayfa süren ayrıntılı<br />
tasviriyle başlamaktadır: “Buhara’nın girişinde taş-
larını o dönemin ustalarından Hayri Ağa’nın örüp,<br />
duvarlarını çinilerle süslediği bir pınar vardı. Hayri<br />
Ağa, pınarın en görünür yerine, Erzurum’dan getirtilmiş<br />
oltutaşlarıyla ‘Ey yolcu, içmeden geçme’,<br />
diye yazmıştı. Ağra’da Taç Mahal ne ise, Buhara’da<br />
bu pınar o idi…… Suyunun içimi çok hafifti pınarın.<br />
Ağzına lokma sokamayacak kadar tok olan bir kişi<br />
bile, bir yudum içse, daha tas ağzındayken acıkmaya<br />
başlardı…..” (Binyazar <strong>20</strong>06: 13). Kerem ile Aslı<br />
hikâyesinde de modern edebiyatın hikâye ve romanlarında<br />
görülen şahıs ve mekânların ayrıntılı<br />
tasvirleriyle karşılaşılmaktadır: “Şehzade bahçeye<br />
girdi ya, ne görsün! Ben diyeyim Firdevs cennetlerinden<br />
bir bahçe, siz deyin İrem bağları…<br />
Yeryüzünde hangi meyve varsa, ağacı buradan.<br />
Hangi çiçek varsa, kokusu buradan.<br />
Nereye baksan zümrüt yeşili içinde rengârenk<br />
bitkiler.<br />
Ortada billur bir pınarın havuzu, şırıl şırıl dereler<br />
akıyor.<br />
Sanki periler içinde yıkanıyor.<br />
Bakan bulut gibi kendinden geçiyor.<br />
Envai çeşit kuşlar ötüşüyor.<br />
Dikensiz gül bahçesi sanki.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:<br />
35).<br />
Çeşitli yazarlar tarafından yorumlanan halk<br />
hikâyelerinde yazılı edebiyatın etkileri de görülmektedir.<br />
Yazarlar, geleneksel hikâyecilerin kullanmadığı<br />
Divan edebiyatı başta olmak üzere başka<br />
yazılı edebiyat unsurlarına telmihte bulunmuşlardır.<br />
Adnan Binyazar, Kerem ile Aslı’da Fuzuli’nin<br />
Şikâyetname’sinde en fazla akılda kalan sözü kullanmıştır:<br />
“Selam verdiler, lakin rüşvet diye kimse<br />
almadı.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 81). Yine “… Bendeki<br />
derdi Lokman Hekim de çözemez, Eflatun-ı Yunani<br />
de…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 39-40) örneğinde yazarın<br />
yaptığı telmihler ortadadır. Aynı şekilde “Zamanlardan<br />
bir zaman şehirler güzeli İsfahan’da,<br />
adalet ve mürüvvetiyle, dağdaki kurda kuşa bile<br />
hükmünü geçiren bir hükümdar yaşardı. Halkının<br />
talihi yaver olan Han’ın, olgunluk ve güzelliklerini<br />
yazmaya hiçbir kalemin gücü yetmezdi. Rüstem<br />
gibi yürekli, Herkül gibi bilekli, etbaının hukukunu<br />
135<br />
korumada Ömer bin Abdülaziz kadar tedbirli, düşmana<br />
bile merhamet edecek kadar sevgili, hem<br />
adil hem müşfik, hem de siyaseten temkinli idi.”<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 143). Hanın tasvirlerinde kullanılan<br />
Rüstem, Herkül, Ömer bin Abdülaziz Arap-<br />
Fars ve Yunan kültürünün önemli kahramanlarıdır<br />
ve bunlar da hikâyeye dâhil edilmiştir.<br />
Kerem ile Aslı hikâyesinde Kerem, Sofu ile ava<br />
çıktığında bir pınarın başında uyuya kalır. Rüyasında<br />
ak saçlı bir pir ona bir güzel gösterir. O güzelin<br />
tasviri çok ayrıntılı verilmiş olup, sanatsal<br />
ifadelerle yazıya dökülmüştür:<br />
“Şehzade bir uyandı ki ne görsün!<br />
Ceylan gözlü bir peri.<br />
Sütten ak bir teni var, teninde dünyanın bütün<br />
fitnelerini toplamış bir beni var.<br />
Saçları simsiyah bir tuzak, yılan gibi kıvrım kıvrım<br />
kıvranmış da avına doğru ilerliyor.<br />
Yanakları bir gül, güller içinde…<br />
Boyu bir selvi, dallar içinde…<br />
Badem gözleri nergis bakışlı,<br />
Dişleri inciden nakışlı…<br />
Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep;<br />
Güzelliğini yazmaya yetmez…<br />
Bir peri suret ki dünyada menendi yok,<br />
Bir sayyad-ı bi insaf ki kemendi yok…” (Yalsızuçanlar<br />
<strong>20</strong>05: 29).<br />
Tasvir edilen güzele bakıldığında, Divan şiirinde<br />
hep aynı mazmunlarla ifade edilen beyaz teninde<br />
beni olan, siyah ve yılan gibi kıvrımlı saçları olan,<br />
yanakları güle benzeyen, servi boylu, gözleri badem<br />
veya nergise benzeyen, inci dişli güzel tasviri<br />
ile birebir örtüştüğünü görmekteyiz. Kısacası yazarlar<br />
geleneksel bir konu ele almalarına rağmen<br />
hikâyelerde yazılı edebiyatın etkileri de görülmektedir.<br />
Hikâyelerdeki manzum yapıya sadık kalan yazarlar,<br />
sözlü gelenekte hikâyeci-âşıkların şiirlerinden<br />
önce kullandıkları kalıp ifadeleri de kullanmışlardır:<br />
“Tekrar uzandı sazına, görelim neler<br />
söyledi, oradakiler neler dinledi” (Yalsızuçanlar<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
<strong>20</strong>05: 60), “Aldı sazı sinesine, geldi sözün binasına.<br />
Görelim neler söyledi, Sofu ile pınar neler dinledi”<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 61), “ ‘Tellerden al cevabı’<br />
diyerek aldı sazı eline” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 78),<br />
“Yüreğinden mi boşaldı, dilinden mi döküldü, bir<br />
deyiş söyledi Mahmut, görelim ne söyledi” (Binyazar<br />
<strong>20</strong>06: 32), “ ‘Babam… Babam… İzin ver, derdimi<br />
saz söylesin’ dedi. Mahmut, gövdesi gül nakışlı<br />
sazını aldı, söyledi, söyledi” (Binyazar <strong>20</strong>06: 47),<br />
“Kendine geldiğinde sazını eline aldı, görelim neler<br />
söyledi” (Binyazar <strong>20</strong>06: 100), “Kerem sazı eline<br />
aldı, dağa baktı, dokundu sazına” (Güzel <strong>20</strong>04:<br />
136), “Söz incisini dizdi Kerem” (Güzel <strong>20</strong>04: 142),<br />
“Kerem aldı sazı eline, ne gelirse söyledi kavruk diline”<br />
(Güzel <strong>20</strong>04: 159). Kahramanların karşılıklı<br />
atışmalarında da sözlü geleneğin gerektirdiği kalıp<br />
ifadeler kullanılmıştır: “Atıştılar, bakalım nasıl<br />
atıştılar. Aldı Arap:… Aldı Mahmut: …” (Binyazar<br />
<strong>20</strong>06: 60), “Sözü aldı kız” (Güzel <strong>20</strong>04: 147)…<br />
Bunlarla birlikte uzun zamanı kısaca ifade etmek,<br />
mekân ve şahsı değiştirmek için kullanılan kalıp<br />
ifadelere yeniden yorumlanan halk hikayelerinde<br />
de yer verilmiştir. Yazarlar bu kalıp ifadeleri verirken<br />
kendi yaratıcılık ve üslûplarını da kullanarak<br />
yeni kalıp ifadeler de üretmişlerdir: “Gün güne ekleniyordu<br />
yıl yıla… Zamanla birlikte insanoğlu da<br />
büyüyor, serpiliyor, eskiyordu. Günlerden bir gün<br />
Keşiş…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 24), “Zaman dediğin<br />
nedir ki! Çocuk bir derken iki, üç derken dört,<br />
beş derken altı yaşına ayak bastı, nihayet yedisine<br />
merdiven dayadı.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 26), “Bu<br />
halde, bu melalde günler ayları, aylar yılları kovaladı.”<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 28), “Gün tamama erdi,<br />
güneş ışıklarını aynı anda çekti hırlının da hırsızın<br />
da üzerinden. Her gecenin bir neharı vardı, yine<br />
felek çarkını çevirdi, döndü dolaştı vakit sabaha<br />
erdi.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 39), “Bir gün, iki gün, üç<br />
gün…derken üç ay, beş ay..Böyle sürüp gitti. Koca<br />
delikanlı günden güne eriyordu.” (Yalsızuçanlar<br />
<strong>20</strong>05: 33), “Günler gelip geçmekteydi, kuşlar gibi<br />
uçmaktaydı” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:109)…<br />
Sadık Yalsızuçanlar’ın kaleme aldığı Kerem ile<br />
Aslı hikâyesinde mekanı değiştirmek için kullanılan<br />
kalıp ifadeler genellikle masallarda kullanılan<br />
kalıp ifadelerdir:<br />
“Yeniden düştüler yollara.<br />
136<br />
Şahin gibi uçarak,<br />
Ceylan gibi kaçarak..<br />
Düz yollardan yavaş,<br />
Eğri yollardan tez geçerek..<br />
Az gittiler uz gittiler..<br />
Dere tepe düz gittiler..<br />
Altı ay, bir güz gittiler…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:<br />
82)<br />
Modern edebiyat üslûbuyla yeniden yorumlanan<br />
halk hikayelerinde her ne kadar yazı dili kullanılsa<br />
da, yazarlar tıpkı bir âşık-hikayeci veya meddah<br />
gibi hikayenin içine dahil olmuşlar ve arasözler<br />
kullanmışlardır: “İnsan darda kalmasın, yardımına<br />
yetişen bir kul çıkarmış. Genç de adının Korkut olduğunu,<br />
isterse ona yoldaş olacağını önerdi” (Binyazar<br />
<strong>20</strong>06: 57), “Garibin yüzü soğuktur diye boşuna<br />
söylememişler. Lakin iyi insanlar ölmedi ya…”<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 81), “Yanık Kerem nereden<br />
bilsin köprünün öyküsünü” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:<br />
91), “Gençlik çağı deyip geçmemeli… Bu çağda<br />
insanın kanı fokur fokur kaynar, yüreği her güzelliğe<br />
açılır, bir anda yerinde duramaz. Şehzade ile<br />
Sofu’nun da başında kavak yelleri esiyordu.” (Yalsızuçanlar<br />
<strong>20</strong>05: 28), “Keşiş bu, şeytanın pabucunu<br />
ters giydirir…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 35), “Şehzade<br />
bahçeye girdi ya, ne görsün! Ben diyeyim Firdevs<br />
cennetlerinden bir bahçe, siz deyin İrem bağları…”<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 35).<br />
Sözlü edebiyatta halk hikayelerinde genellikle<br />
3, 7, 40 gibi formel sayılar kullanılmaktadır. Bu<br />
hikayeleri yazan yazarlar da bu formel sayılara<br />
sadık kalmışlardır: “Kırk sayılı gün geçti, Kerem<br />
gözünü açıp dünyaya merhaba diyemedi” (Yalsızuçanlar<br />
<strong>20</strong>05: 104), “Kırk gün kırk gece, misli görülmemiş<br />
eğlencelerle kutladılar bebeklerin gelişini.”<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 24), “Yedi kez temenna edip<br />
üç kez eşik öptü…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 47), “Ak<br />
sakallı kırk kişiyi o sırada gördü” (Binyazar <strong>20</strong>06:<br />
29), “Elif bu yedi kızın içinde” (Binyazar <strong>20</strong>06: 49),<br />
“Kırk gün sönmedi kazanların altı… Toy oldu kırk<br />
gün” (Pala <strong>20</strong>07: 6), “Böylece insanlar arasına döneli<br />
yedi yıl oldu” (Sezer <strong>20</strong>06: 91)<br />
Hikâyelerin sözlü gelenekteki genel yapısını ko-
uyan yazarlar, hikâyelerde geçen mekân isimlerini<br />
de değiştirmemişlerdir. Kerem ile Aslı hikâyesinde<br />
(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05) olayların geçtiği mekânlar<br />
İsfahan, Zengi, Süphan dağı, Tusi, Gence, Revan,<br />
Acuz, Çıldır, Ahıska, Gürcistan, Kars, Van, Muş gibi<br />
yerlerdir. Kahramanların isimlerine de sadık kalan<br />
yazarlar, sözlü edebiyatta isimleri hikâyede belirtilmeyen<br />
kahramanlara ise kendileri isim vererek<br />
hikâye içine yerleştirmişlerdir. Sözlü gelenekte<br />
Kerem ile Aslı hikâyesinde Aslı’nın annesinin adı,<br />
Elif ile Mahmut hikâyesinde Mahmut’un annesinin<br />
ve Elif’in babasının adı belirtilmezken, modern<br />
edebiyatta tekrar yorumlanan aynı hikâyelerde<br />
Aslı’nın annesinin adı İriskin (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05),<br />
Mahmut’un annesinin adı Gülşah Sultan ve Elif’in<br />
babasının adı Salih’tir (Binyazar <strong>20</strong>06).<br />
Sonuç olarak sözlü gelenekten alınıp modern<br />
edebiyatta çeşitli yazarlar tarafından kaleme<br />
alınan halk hikâyelerinde hikâyelerin konusuna,<br />
motif ve yapısına genel olarak sadık kalınmıştır.<br />
Hikâyelerin manzum-mensur yapısı, kalıp ifadeleri,<br />
şahıs ve mekân kadrosu korunmuştur. Ancak<br />
yazarlar gelenekten aldıkları hikâyeleri yazıya aktarırken<br />
yazılı ve modern edebiyatın gerektirdiği<br />
dili ve üslûbu da kullanmışlar, özellikle mekân ve<br />
şahıs tasvirlerinde ayrıntıya yer vermişlerdir. Dolayısıyla<br />
sözlü gelenek ile modern hikâyenin gerektirdiği<br />
öğeleri bir arada kullanarak geleneksele<br />
daha yakın farklı bir tarz oluşturmuşlardır.<br />
ç. <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesinde Halk Hikâyeciliği<br />
Üslûbu<br />
Yukarıdaki bölümde ele aldığımız üslûp özelliklerinin<br />
dışında bir de hikâye yazarlarının özgün<br />
hikâyelerde kullandıkları bazı üslûp özelliklerinin<br />
halk hikâyesi üslûbunu çağrıştırdığı görülmektedir.<br />
Günümüzde halk hikâyelerindeki üslûbu en iyi<br />
kullanan hikâyecilerin başında Mustafa Kutlu gelmektedir.<br />
Kendisinin de belirttiği gibi meddahlık<br />
geleneğinin anlatım tarzından çok önemli teknikler<br />
ve üslûp öğeleri almıştır. Halk hikâyelerinin en<br />
bariz şekil özellikleri arasında onların nazım-nesir<br />
karışımı ürünler olması bulunmaktadır. Yani halk<br />
hikâyesini anlatan âşık, olayların geçtiği bölümleri<br />
nesir halde anlatırken kahramanların yoğun duygu<br />
ve coşkularını ifade ettiği kısımlarda şiiri kullanır.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyelerde nazım-nesir karışımı bir<br />
137<br />
üslûbu genel olarak görmek oldukça güçken Kutlu<br />
gibi bazı hikâyecilerde bulmak mümkündür.<br />
Kutlu, hikâyelerindeki manzum kısımları bazen<br />
kendisi oluşturmakta, ama çoğunlukla da türkülerden<br />
ve modern şiirden almaktadır. “Rüzgârlı<br />
Pazar”da;<br />
“Mavi yelek, mor düğme<br />
Yine düştün gönlüme<br />
Her gönlüme düşende<br />
Kanlar damlar yüreğime” (Kutlu <strong>20</strong>05c: 141).<br />
“Mavi Kuş”ta;<br />
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir<br />
Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat” (Kutlu<br />
<strong>20</strong>05b: 185).<br />
“Efendim âfiyet olsun tırâşın<br />
Gitsin tûyun selâmet bulsun başın” (Kutlu<br />
<strong>20</strong>05b: 12).<br />
“Amman şeker oğlan<br />
Yandım şeker oğlan<br />
Anasına küsmüş<br />
Damda yatan oğlan” (Kutlu <strong>20</strong>05b: 87).<br />
“Hüzün ve Tesadüf”te;<br />
“Anne burda işler iyi<br />
Ser veriyon sır alıyon<br />
Merak etme beni gayrı<br />
Ar veriyon yar alıyon<br />
Bu nasıl alış-veriş<br />
Anlamıyon anlamıyon…” (Kutlu <strong>20</strong>05a: 65).<br />
“Yattım Allah kaldır beni<br />
Nur gölüne daldır beni<br />
Cennetine girdir beni<br />
Yattım sağıma, döndüm soluma<br />
Melekler şahit olsun<br />
Dinime imanıma<br />
Kalkarsam ikbalime<br />
Ölürsem vay halime” (Kutlu <strong>20</strong>05a: 65).<br />
Kutlu’nun hikâyelerinde buna benzer örnekleri<br />
çoğaltmak mümkündür. Bütün bu örnekler,<br />
Kutlu’nun hikâyeleriyle şekil olarak halk hikâyeleri<br />
arasında bir bağın, yakınlığın olduğunu göstermektedir.<br />
Tomris Uyar’ın “Düşkırıcı” hikâyesinde de manzum-mensur<br />
bir yapı yer almaktadır. Bir kuklanın<br />
hayatını anlattığı hikâyesinde Uyar, bir meslek<br />
destanı kullanır;<br />
“Ettim edemedim, bir sanat tutayım dedim.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Amma ve lakin ne olsam?<br />
Kayyum olsam kandilleri yakmalı<br />
Mezin olsam minareye çıkmalı<br />
Münsür olsam el hatırı yıkmalı<br />
Hâkim olsam şer’isine kıyamam.<br />
Bakkal olsam kaldıramam kantarı<br />
Kasap olsam sallayamam satırı<br />
Nalbant olsam nallayamam katırı<br />
Berber olsam eşin dostun hatırı…” (Uyar <strong>20</strong>05:<br />
88).<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyelerinde gördüğümüz diğer<br />
bir husus, hikâyelerde formel ifadelere benzer yapıların<br />
kullanılmış olmasıdır. Bu konuda Kutlu’nun<br />
hikâyeleri oldukça zengindir. Kutlu, hikâyelerinde<br />
geleneksel tarza yakın çok sayıda geçiş ve bitiş ifadesi<br />
kullanmaktadır. Geçiş için “Evet Köprü işi böyle,<br />
biz dönelim Bayram’a”, “Neyse uzatmayalım”,<br />
“Günlerden bir gün”, “Zamanla insan çoğalmış, su<br />
azalmış”, “Selami aşkını anlata dursun biz dönelim<br />
yalıya”, “Bu menakıp dilden dile anlatıla dursun”,<br />
“Bunu tarif ve tasvire ne hacet, bırakalım onu romancı<br />
anlatsın”, “Gün geçti, yıl geçti, zaman akıp<br />
gitti” şeklinde sözler kullanırken bitiş için ise “Laf<br />
uzuyor, yol uzuyor, telgrafın tellerine kuşlar konuyor,<br />
herkes sevdiğine yanıyor”, “Ölme eşeğim ölme<br />
yaz gelende, yonca bitende, bak seni nasıl besleyeceğim”,<br />
“Masal bitti”, “Gece bitti gün doğdu, hikâye<br />
tamam oldu” gibi ifadeler kullanmıştır. Murathan<br />
Mungan da “Bu söz üzre aldı sözü Muradhan bakalım<br />
ne dedi”, “Bu söz üzre aldı sözü Selvihan bakalım<br />
ne dedi” ve “Av avladı, kuş kuşladı” gibi geçiş<br />
ifadelerini hikâyelerinde kullanmaktadır.<br />
Meddah veya hikâyeci âşıkların anlatım tarzının<br />
modern hikâyeye yansımaları çok daha dikkat<br />
çekicidir. Mustafa Kutlu’nun “Hüzün ve Tesadüf”,<br />
“Mavi Kuş” ve “Rüzgârlı Pazar” gibi hikâyelerinde<br />
tam bir meddah tarzı anlatım vardır. Hatta Kutlu<br />
“Mavi Kuş” adlı hikâyesinde “Yahu ben meddah<br />
mıyım? Ara sıra omzumdaki havlu ile alnımın terini<br />
silip “Ey yarenler nerde kalmıştık bakalım” diye<br />
mevzuyu çekip uzattıktan, tadını kaçırdıktan sonra<br />
toparlamaya çalışacak” (Kutlu <strong>20</strong>05b: 17) diyerek<br />
esasında meddah tarzı anlatımı benimsediğini<br />
ima eder. Kutlu, halk hikâyelerinde olduğu gibi<br />
günlük konuşma dilinin rahatlığıyla, bazen ağızları<br />
da kullanarak okuyucuyla konuşur gibi, onlara<br />
138<br />
bir hikâye naklediyormuş gibi bir tavırla hikâyeler<br />
yazmıştır. “Ya efendi, işte böyle, iğde deyip geçmeyeceksin”,<br />
“Şimdi ey okuyucu, biz burada neciyiz,<br />
neyiz… Biz bir hikâyeciyiz, üstümüze ne lazım deyip<br />
geçmeyelim”, “Bu karlı tipili günlerde yaşanmış<br />
bir olay var ki burada nakletmeden geçersek hem<br />
size hem bize yazık olur”, “Buraya kadar iyi, ama<br />
hikâyenin bundan sonrası anlatılmak için bile çok<br />
acı. Kısa keseyim”, “Ya, az öne çekilmez diyordun.<br />
Hayır, aziz okuyucu onu sen diyorsun”, “Yahu biz<br />
asıl anlatacağımız mevzuyu terk ettik” diyerek<br />
sanki hikâyeyi yazmadığını, adeta karşısındaki bir<br />
guruba anlatıyormuş edasında olduğunu görmekteyiz.<br />
Geleneksel hikâye anlatımında kullanılan tekniklerden<br />
birisi de anlatıda atasözleri ve arasözler<br />
kullanmaktır. Mustafa Kutlu’da bunların güzel<br />
örnekleri vardır. Kutlu hikâyesini anlatırken bazı<br />
olayları ve durumları daha güzel ve daha etkili<br />
ifade edebilecek atasözlerini ve atasözü niteliğindeki<br />
sözleri kullanmaktadır. “Suya dizgin vurulmaz”,<br />
“Aramakla bulunmaz”, “Arayan belasını da<br />
Mevlasını da bulur”, “Bir iyilik yap at denize, balık<br />
bilmez ise Hâlık bilir”, “Hak yerini bulur ve elbette<br />
hak gelince bâtıl zâil olur”, “Hamama giren terler”,<br />
“Çabuk parlayan çabuk söner” gibi atasözleri<br />
bunlardan bazılarıdır. Tomris Uyar’ın Gecegezen<br />
Kızlar adlı hikâye kitabında da “Doğru söyleyeni<br />
dokuz köyden kovarlar” gibi atasözlerini kullandığı<br />
görülmektedir. Kutlu’nun bir diğer geleneksel<br />
tutumu hikâyesinde arasözlere, açıklamalara<br />
yer vermesidir. “Okumak’ın davet manası da var,<br />
Anadolu’da düğüne davet için okuntu gönderilir,<br />
bilirsiniz”, “Nazım’ın zaten ağzı var, dili yok. Hani<br />
ne derler vur ensesine al elinden ekmeğini”, “Verilen<br />
söz bir tutulmaz, iki tutulmaz, üçüncüsünde<br />
dönüp sahibini çarpar”, “Deştin Düzü’ne ulaştı.<br />
Deşt bildiğiniz gibi çöl demek”, “Kırsal muhitte bilirsiniz<br />
çocuk çok önemli” gibi arasözler kullanan<br />
Kutlu, Rüzgârlı Pazar’da güz günlerinin şurup gibi<br />
zamanlar olduğunu söyler ve uzun uzun şuruplar<br />
hakkında bilgiler verir.<br />
Sonuç olarak hangi konunun anlatıldığından<br />
daha ziyade hangi konunun nasıl anlatıldığının<br />
daha önemli hale geldiği <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyesinde<br />
Mustafa Kutlu’nun temsil ettiği geleneksel tutum,<br />
meddahın anlatma tekniklerini ve üslûbunu
devam ettirmektedir. Hem postmodernist hikâye<br />
anlayışında hem de geleneksel olanı günümüz<br />
şartlarında devam ettirmek isteyen hikâyecilerde<br />
halk hikâyesi üslûbundan izler bulunmaktadır.<br />
Okuyucu ile senli benli bir konuşma tarzı, kalıplaşmış<br />
ifadeler kullanma, taklitler yapma, bazı<br />
tiplerin ağzını olduğu gibi hikâyeye dâhil etme,<br />
hikâyeyi kesip çeşitli bilgiler verme gibi hususlar,<br />
batılı anlamdaki hikâyenin izin vermeyeceği kullanımlardır.<br />
Bu nedenle geleneksel tutumu sürdüren<br />
hikâyeciler, Türk hikâyesinin kendi şartları<br />
içinde yeni bir tarz yaratması gerektiği mesajını<br />
da vermektedirler.<br />
Sonuç<br />
Yapılan tespit ve değerlendirmeler sonucunda<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinin halk hikâyelerinden<br />
üç şekilde faydalandığını görmekteyiz. Bunların<br />
ilki, Murathan Mungan’ın temsil ettiği ve halk<br />
hikâyelerinden veya geleneksel diğer anlatılardan<br />
da faydalanılarak metin oluşturma anlayışını benimseyen<br />
postmodernist tarzdır. Diğer bir tutum<br />
ise ideal ve geleneksel olanı okuyucuya sunma<br />
kaygısıyla halk hikâyelerinin tiplerinden, konularından<br />
ve motiflerinden faydalanmadır. Burada<br />
da hikâyeciler iki yol tercih etmişlerdir. Bazıları<br />
motifleri geleneksel şeklinde olduğu gibi kullanmaya<br />
çalışırken bazıları ise sadece özünü korumuş,<br />
diğer kısımları ise modern hikâyeciliğin ve<br />
günümüz şartlarının gerekleri doğrultusunda şekillendirmiştir.<br />
Son olarak da bazı hikâyeciler, geleneksel<br />
kurguyu çok fazla değiştirmeden, eldeki<br />
mevcut nüshalardan faydalanarak halk hikâyelerini<br />
kendi üslûpları ile tekrar yazmışlardır.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası gibi Türk edebiyatında büyük kırılmaların<br />
ve kopuşların gerçekleştiği ve yazarların<br />
içe dönük bir edebiyat anlayışına doğru gittiği<br />
bir dönemde bazı yazarların halk hikâyelerinden<br />
faydalanarak hikâyeler yazmaları bazı mesajlar<br />
içermektedir. Halk hikâyeleri, toplumun ortak<br />
değerlerini ve düşünme tarzını yansıtan, böyle<br />
olduğu için de uzun yıllar halkın takdirini kazanmış<br />
geleneksel ürünlerdir. Bu hikâyelerde yer alan<br />
tipler ve konular, öyle sanıldığı gibi hayal âleminden<br />
alınma, hayattan kopuk değil, aksine bugün<br />
de modern dönem insanına bir şeyler verebilecek<br />
kalitede ve yeterliliktedirler. Ayrıca Türk hikâyesi-<br />
139<br />
nin kendi mecrasına çekilmesi, yerli malzeme ile<br />
yeni ve orijinal bir Türk hikâyesinin ortaya konabilmesi<br />
için halk hikâyesi gibi geleneksel ürünlerin<br />
Türk hikâyecisinin temel başvuru kaynakları arasında<br />
olması gerekliliğini belirtmek gerekir.<br />
Kaynaklar<br />
Alptekin, Ali Berat (<strong>19</strong>97). Halk Hikâyelerinin Motif Yapısı, Ankara:<br />
Akçağ Yayınları.<br />
Aslan, Bahtiyar (<strong>20</strong>07). “Ben Kendi Türküsünü Söyleyen Bir Yazarım”,<br />
Türk Edebiyatı, 401, Mart, 4-11.<br />
Başgöz, İlhan (<strong>20</strong>03). “Sözlü Anlatımda Arasöz: Türk Hikaye Anlatıcılarının<br />
Şahsi Değerlendirmelerine Ait Bir Durum Değerlendirmesi”,<br />
çev.: M.Ekici, Halk Biliminde Kuramlar ve Yaklaşımlar,<br />
Ankara: Milli Folklor Yayınları.<br />
Bekiroğlu, Nazan (<strong>20</strong>03). Yusuf ile Züleyha, İstanbul: Timaş Yayınları.<br />
Binyazar, Adnan (<strong>20</strong>06). Elif ile Mahmut, İstanbul: Merkez Kitaplar.<br />
Boratav, Pertev Naili (<strong>20</strong>02). Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği,<br />
İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.<br />
Can, Şefik (<strong>20</strong>02). Klasik Yunan Mitolojisi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.<br />
Çetin, Nurullah (<strong>20</strong>04). “Modern Öykünün Edebiyatımızdaki Serüveni:<br />
Hazırlayıcı Geleneksel Dönem (Başlangıçtan Tanzimat’a<br />
Kadar)”, Hece Öykü, 2, Nisan-Mayıs, 56-57.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>87). Onlardan Kalan, İstanbul: Cönk Yayınları.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>88). Derin Yara, İstanbul: Cönk Yayınları.<br />
Duymaz, Ali (<strong>20</strong>00). “Dede Korkut Kitabı’nda Alpların Eğitimi ve<br />
Geçiş Törenleri”, Uluslararası Dede Korkut Bilgi Şöleni (<strong>19</strong>-<br />
21 <strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>99, Ankara), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı<br />
Yayınları, 109-122.<br />
Elçin, Şükrü (<strong>19</strong>88). “Kitabî, Mensur, Realist İstanbul Halk Hikâyeleri”,<br />
Halk Edebiyatı Araştırmaları II, Ankara: Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı Yayınları, 56-72.<br />
Enginün, İnci (<strong>20</strong>06). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul:<br />
Dergâh Yayınları.<br />
Ergin, Muharrem (<strong>19</strong>97). Dede Korkut Kitabı I Giriş-Metin-<br />
Faksimile, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.<br />
Güzel, Orhan (<strong>20</strong>04). Kerem ile Aslı, İstanbul: Karanfil Yayınları.<br />
Kaplan, Mehmet (<strong>19</strong>94). Hikâye Tahlilleri, İstanbul Dergâh Yayınları.<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>81). Yoksulluk İçimizde, İstanbul: Dergâh<br />
Yayınları.<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05a). Hüzün ve Tesadüf, İstanbul: Dergâh<br />
Yayınları.<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05b). Mavi Kuş, İstanbul: Dergâh Yayınları.<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05c). Rüzgârlı Pazar, İstanbul: Dergâh Yayınları.<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05ç). Ya Tahammül Ya Sefer, İstanbul: Dergâh<br />
Yayınları.<br />
Külahlıoğlu, Ayşenur İslam (<strong>20</strong>02). “Modern Türk Hikâyesinin Kısa<br />
Tarihi”, Türkler, Ankara <strong>20</strong>02: Yeni Türkiye Yayınları, <strong>20</strong>5-218.<br />
Lekesiz, Ömer (<strong>20</strong>05). “ 9<strong>80</strong>-<strong>20</strong>00 Yılları Arasında Türk Öykücülüğü”,<br />
Hece Öykü, 9, Haziran-Temmuz, 45-50.<br />
Mungan, Murathan (<strong>20</strong>04). Lal Masallar, İstanbul: Metis Yayınları.<br />
Mungan, Murathan (<strong>20</strong>06). Cenk Hikâyeleri, İstanbul: Metis Ya-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yınları.<br />
Ocak, Ahmet Yaşar (<strong>19</strong>89). Türk Folklorunda Kesikbaş: (Tarih-<br />
Folklor İlişkisinden Bir Kesit), Ankara: Türk Kültürünü Araştırma<br />
Enstitüsü Yayınları.<br />
Okay, Orhan (<strong>19</strong>92). Cumhuriyet Devri Hikâye ve Romanı, Erzurum:<br />
Atatürk Üniversitesi Yayınları.<br />
Önertoy, Olcay (<strong>19</strong>84). Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve<br />
Öyküsü, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.<br />
Özön, Mustafa Nihat (<strong>19</strong>85). Türkçede Roman, İstanbul: İletişim<br />
Yayınları.<br />
Pala, İskender (<strong>20</strong>07). Leyla ile Mecnun, İstanbul: Kapı Yayınları.<br />
Sakaoğlu, Saim vd. (<strong>19</strong>99). Meddah Behçet Mahir’in Bütün<br />
Hikâyeleri I-II, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.<br />
Sezer, Şennur (<strong>20</strong>06). Şahmaran, İstanbul: Merkez Kitaplar.<br />
Su, Hüseyin (<strong>20</strong>00). Öykümüzün Hikâyesi, Ankara: Hece Yayınları.<br />
Su, Hüseyin (<strong>20</strong>06). Aşkın Hâlleri, Ankara: Hece Yayınları.<br />
Tonga, Necati (<strong>20</strong>05). Mustafa Kutlu ve Yoksulluk İçimizde,<br />
Ankara: Akçağ Yayınları.<br />
Tosun, Necip (<strong>20</strong>04). “Geleneğin Penceresinden Öykü”, Hece<br />
Öykü, 2, Nisan-Mayıs, <strong>80</strong>-83.<br />
Tosun, Necip (<strong>20</strong>05). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzleşme,<br />
Yalnızlık, İçe Dönüş”, Hece Öykü, 9, Haziran-Temmuz, 59-68.<br />
Tosun, Necip (<strong>20</strong>07). “Öykü”, Türk Edebiyatı, 401, Mart, 85-90.<br />
Uyar, Tomris (<strong>20</strong>05). Gecegezen Kızlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.<br />
Yalsızuçanlar, Sadık (<strong>20</strong>05). Kerem ile Aslı, İstanbul: Timaş Yayınları.<br />
Yener, Ali Galip (<strong>20</strong>04). “Türk Romanında Postmodernist Eğilimin<br />
Sosyopolitiği Üzerine”, Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri, Ankara:<br />
Hece Yayınları.<br />
140
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HiKÂYECiLiĞiNDE<br />
MERKEZDEN<br />
UZAKLAŞMA:<br />
TAŞRA ÖYKÜLERi<br />
Özet: Edebiyatımızda Anadolu’dan bahseden<br />
metinler hep önemsenmiştir. Bu bağlamda eserlerinde<br />
taşrayı anlatan yazarlar da genellikle dikkat<br />
çekmiştir. Türk hikâyesinde de aynı durum söz<br />
konusudur. <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesinde olduğu gibi, daha sonra<br />
gelişen hikâyemizde de taşrayı anlatan öyküler<br />
yazılmıştır. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasındaki bu tarz hikâyelerde<br />
genellikle taşrada yaşam, taşra insanlarının<br />
sorunları, köy-kent ilişkisi gibi konular işlenmiştir.<br />
Bildiride, bu bağlamdaki hikâyeler ve hikâyeciler<br />
üzerinde durulacaktır.<br />
Anahtar Kelimeler: “taşra”, “köy”, “Anadolu”,<br />
“<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası”, “öykü”.<br />
141<br />
Doç. Dr. Şaban SAĞLIK<br />
<strong>19</strong> Mayıs Üniversitesi / Samsun<br />
Drifting Away From The<br />
Mainstream Turkish<br />
Story-Writing After <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
S T O R I E S A B O U T T H E C O U N T R Y<br />
Abstract: In our literature, the stories about<br />
Anatolia have always been given considerable<br />
importance. In this context, the writers who told<br />
about the country in their Works have attracted<br />
attention. It is the same for Turkish stories. As it<br />
was before <strong>19</strong><strong>80</strong>, our stories which developed later<br />
on also include stories about the country. The<br />
stories after <strong>19</strong><strong>80</strong> generally cover the topics such<br />
as ‘life in the country’, ‘the problems of the country<br />
people’, ‘country-city interactions’. This article<br />
deals with the stories and story tellers.<br />
Key Words: “the country”, “village”, “Anatolia”,<br />
“after <strong>19</strong><strong>80</strong>”, “story”.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Giriş<br />
İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu genellikle<br />
bir mekânı gerektirir. Bu manada mutluluk, kişinin<br />
istediği ve sevdiği bir yerde bulunma halini; mutsuzluk<br />
ise istenilmeyen ve sevilmeyen bir yerde<br />
olma durumunu 7ifade etmektedir. Burada söz<br />
konusu ettiğimiz mekân (yer) hem mikro hem de<br />
makro düzeyde ele alınabilir. Mesela küçük bir oda,<br />
yerine göre bir kulübe, bir ev, bir sokak, mahalle,<br />
semt, şehir, bölge; son olarak da genel anlamda<br />
ülke (vatan), kişinin mutluluk ya da mutsuzluğunun<br />
mekânı olabilir. Bütün bu mekân katmanlarının<br />
her biri, insanın moral yapısının oluşmasında<br />
büyük bir öneme sahiptir.<br />
Mekân, hangi katmanda olursa olsun aynı zamanda<br />
göreceli bir değer ifade eder. Yani, birini<br />
mutlu eden bir mekân katmanı, bir başkasını<br />
pekala mutsuz edebilir. Bu durum kişisel bakışla<br />
ilgilidir. Bir başka ifade ile “mutlu” ya da “mutsuz”<br />
gibi sıfatlar mekânın tabii yapısında yoktur.<br />
Mekân, tabii olarak nötr bir değer taşır. Ona mutlu<br />
ya da mutsuz sıfatını veren insandır. Bu açıdan -<br />
ve göreceli olarak neyi ifade ettiği noktasından-<br />
bakınca mekân konusunda “mutlu insana göre”<br />
ve mutsuz insana göre” başlıkları altında şöyle bir<br />
kavram dünyası ile karşılaşıyoruz:<br />
Mutlu İnsana Mutsuz İnsana<br />
Göre Mekân Göre Mekân<br />
-Vatan Herhangi bir coğrafya<br />
-Sıla (memleket) Gurbet<br />
-Merkez Taşra<br />
-Bizim eller Yâd eller<br />
-Cennet Cehennem<br />
-Yakın Uzak<br />
-Harika bir yer Sıkıcı bir yer<br />
Daha da uzatabileceğimiz bu tabloda anlatılmak<br />
istenen aslında “Kuşu altın kafese koymuşlar,<br />
ille vatanım demiş” sözünde özlü olarak ifade<br />
edilmiştir. Bu tablodan da görüleceği gibi, insan<br />
açısından mekân diyalektik bir nitelik göstermektedir.<br />
142<br />
İster bireysel isterse toplumsal açıdan bakalım,<br />
yukarıdaki tabloda anlatılan diyalektik yapı hep<br />
aynı şeyi ifade eder. Yani bir tarafta insanı/insanları<br />
“mutlu” eden, diğer yanda ise “mutsuz” eden<br />
mekân vardır. Bu durumda meseleyi iki kavrama<br />
indirgemek mümkündür. İnsanın kendisini mutlu<br />
eden mekân için “merkez”; mutsuz eden için de<br />
“taşra” kelimelerini kullanabiliriz.<br />
İnsanın hayat çizgisine baktığımızda, mutsuz anlarının<br />
mutlu anlardan fazla olduğu görülecektir.<br />
Yani insan merkezden çok kendini “taşrada” hissetmektedir.<br />
Taşrada olmak ya da taşraya itilmek<br />
aynı zamanda bireysel ve toplumsal sorunların<br />
da sebebidir. Bundan dolayıdır ki sanat, genellikle<br />
“taşrada” olan ya da kendini taşrada hisseden insanın<br />
acısını anlatır. Merkezde olanın pek bir acısı<br />
ve sıkıntısı olmadığı için, sanatta “merkezde”<br />
olanın değil, “taşrada” olanın dramı gözler önüne<br />
serilir. Daha önce de değindiğimiz gibi “merkez”<br />
ve “taşra” kavramları görecelidir. Kime göre neresi<br />
merkezdir, neresi taşradır? Bu soruların cevabı<br />
kişiden kişiye göre değişebilir.<br />
Bu yazıda “merkez” ve “taşra” kavramları açısından<br />
Türk hikâyesine bakacağız. Coğrafi açıdan<br />
genellikle merkez İstanbul olarak kabul edilmiş.<br />
İstanbul dışında olan her yer ise taşra şeklinde nitelendirilmiş.<br />
Dikkatle bakılınca, Türk hikâyesinin<br />
gelişim çizgisinde söz konusu merkez ve taşra ayrımının<br />
olduğu görülür. Bu makalede, işte bu gelişim<br />
çizgisi ilk önce genel anlamda irdelenecek,<br />
daha sonra da <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasındaki Türk hikâyesindeki<br />
merkez-taşra durumu –örnek hikâyelerden<br />
hareketle- ortaya konmaya çalışılacaktır.<br />
Taşra Nedir/Neresidir<br />
Türk kültüründe genellikle İstanbul dışında<br />
kalan her yer anlamında kullanılırken, zamanla<br />
anlam alanı genişleyerek, “merkez olarak tanımlanan<br />
her yerin dışı” anlamına gelen “taşra”, köy,<br />
kasaba ve Anadolu gibi anlamlarda yaygın olarak<br />
kullanılmaktadır. ‘Dış’ anlamına gelen taşra sözü,<br />
Osmanlı için bir tek şeyi tanımlıyordu: İstanbul<br />
dışında kalan her yer. Bir küçümseme, bir acıma,<br />
bir hayıflanma anlamı da taşır. Merkez, yani<br />
metropol dışında kalan her yerin taşra sayılması
sadece Türkiye’ye özgü değildir. Mesela Fransa’da<br />
da Paris dışındaki her yer taşradır. 1 İlhan Berk’e<br />
göre taşra, yabani, her şeyden atılmış, dünya ile<br />
ilgisi olmayan, kendi kabuğu içinde yaşayan, ileriyi<br />
göremeyen ve en önemlisi “uzak” anlamlarına<br />
gelir. 2<br />
Böylesine çok anlamlı bir kelime olan taşranın,<br />
söz konusu çok anlamlılığının bazı sebepleri vardır.<br />
Mesela Gregory Jusdanis, “bölgesel gurur” ve<br />
“merkezi güçlerin üstünlüğü”nden söz eder. Yazar,<br />
bölgesel gurur ile merkezi güçlerin üstünlüğünün<br />
doğurduğu çatışma ekseninde “taşra”nın varlık<br />
kazandığını söyler. 3 Yukarıda da vurguladığımız<br />
gibi, taşra sabit bir olguyu ifade etmez. Onun da<br />
kendi içinde pek çok alt katman vardır. “Köy” ve<br />
“kasaba” olguları bu katmanlardan sadece ikisidir.<br />
Mesela Mikhail Bakhtin, Gustave Flaubert’in “Madame<br />
Bovary” romanında görülen saf, karmaşık<br />
bir yapısı olmayan kasabaları şu şekilde tanıtır:<br />
“Bu tür kasabalar gündelik döngüsel zamanın<br />
mahalleridir. Burada hiçbir olaya rastlanmaz,<br />
yalnızca kendilerini sürekli yineleyen “etkinlikler”<br />
bulunmaktadır. Zaman burada, ilerlemekte olan<br />
hiçbir tarihsel devinim barındırmaz; bunun yerine<br />
dar devirlerle ilerler: günün, haftanın, ayın, bir<br />
kişinin yaşamının devri. Bir gün bir gündür yalnızca,<br />
bir yıl bir yıldır, bir yaşam yaşamdır. Her gün<br />
durmadan, aynı etkinlikler döngüsü yinelenir, aynı<br />
konuşma konuları, aynı sözcükler…” 4<br />
Taşranın merkezden genellikle geri bir durumda<br />
olduğu bilinen bir gerçektir. Mesela İstanbul,<br />
hemen her yönüyle Anadolu’dan daha fazla gelişmiştir.<br />
Bu durum hemen her merkez için geçerlidir.<br />
Türkiye ölçeğinde bakarsak, taşra ve Anadolu<br />
(köy ve kasabalar) kalkınmışlık düzeyi açısından<br />
İstanbul’dan geridedir. Bu açıdan mesele “Ne<br />
kadar modernleştik?” sorusunda düğümleniyor.<br />
Sorunun cevabında şunu görüyoruz ki, taşra<br />
(Anadolu) modernleşme açısından da İstanbul’un<br />
gerisine düşmektedir. Bu geri düşüş taşranın ve<br />
Anadolu’nun bir kusuru mudur? Bu önemli soruya<br />
da Gregory Jusdanis cevap veriyor. Ona göre,<br />
Güven Turan, “Taşra Coğrafya mıdır?”, Kitap-lık, Haziran<br />
<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 5 .<br />
2 İlhan Berk, “Taşra”, Kitap-lık, Haziran <strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 7 .<br />
3 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür,<br />
(Çev. Tuncay Birkan) Metis Yay. İst. 998, s. 23.<br />
4 Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana, (Çev. Cem Soydemir),<br />
Ayrıntı Yay. İst. <strong>20</strong>0 , s. 32 .<br />
143<br />
ortada bir kusur varsa, bu, modernliğin olmayışı<br />
değil, modernliğin yerel şartlar ihmal edilerek<br />
ülkeye sokulmasıdır. Ayrıca, modernleşmenin sadece<br />
belirli yerler ve alanlarla sınırlı tutulmasıdır.<br />
Eğer modernleşme sürecinde bazı yerler dışarıda<br />
kalırsa, sorunlar oluşur. 5<br />
Taşra konusunda dile getirilen bütün görüşler,<br />
dönüp dolaşıp “mekân”a odaklanmaktadır. Mekân<br />
ise yaşanılan yer olmanın ötesinde başka bir anlam<br />
alanını da içermektedir. Yani mekân insanın<br />
sadece yaşadığı yeri değil, aynı zamanda mutlu<br />
ya da mutsuzluğu tattığı alanı ifade eder. Bir başka<br />
ifadeyle mekân önümüze hep “merkez” ya da<br />
“taşra” boyutuyla gelmektedir. Ian Watt, büyük şehirleri<br />
Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı<br />
ve kişiyi kutsal güçlerle donattığı düşünülen Kutsal<br />
Kâse’ye benzetir. Kim ki bu Kutsal Kâse’den içer,<br />
işte o kişi bahtiyardır. Kâse’den nasiplenmeyen<br />
ise, ebedî saadetten uzakta (taşrada) kalır. Mesela<br />
İngiliz edebiyatında Londra Kutsal Kâse’den içki<br />
içenlerin olduğu bir yer olarak tasvir edilir. Yani<br />
Londra zenginliğin, lüksün, heyecan verici olayların<br />
ve belki de zengin bir kocanın simgesi olarak<br />
belirir. 6 Gaston Bachelard ise, mekânla insan<br />
ilişkisini irdelerken, bu ilişkinin iki yönlü geliştiğini<br />
söyler. Bir taraftan insan mekânın içinde yaşarken,<br />
diğer taraftan mekânı da içinde yaşatır. 7<br />
Bachelard’ın bu görüşü şair Kemalettin Kamu’nun<br />
“Gurbet” adlı şiirinde geçen “Ben gurbette değilim,<br />
gurbet benim içimde” mısrasını hatırlatmaktadır.<br />
Gerek Bechelard gerekse Kemalettin Kamu,<br />
insanın mekânla ilişkisine psikolojik bir boyut katmaktadırlar.<br />
Bu boyut bazen öylesine genişliyor<br />
ki, insanla mekân adeta birbirinden kopmaz birer<br />
varlık haline geliyor. Bu bağlamda insanın her şeyi<br />
mekâna; mekânın her şeyi de insana bağımlı hale<br />
gelebiliyor. Gaston Bachelard buna insanın “düş<br />
kurması”nı örnek veriyor. Yazara göre, boyutu ne<br />
olursa olsun, mekânın insana “düş (hayal)” kurduran<br />
bir unsur olduğunu söyler. Daha doğrusu<br />
“düş”le mekân arasında çok yakın bir ilişki vardır.<br />
Hatta bir yazar, coğrafi boyutlardan söz ettiğinde<br />
bile, bu boyutların köklerinin düşsel bir değere<br />
5 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, s.<br />
2.<br />
6 Ian Watt, Romanın Yükselişi, (Çev. Ferit Burak Aydar), Metis<br />
Yay. İst. <strong>20</strong>07, s. <strong>20</strong>7.<br />
7 Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, (Çev. Aykut Derman),<br />
Kesit Yayıncılık, İst. 996, s. 28.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
uzandığını içgüdüsel olarak bilir. 8 İnsanın sahip olduğu<br />
psikolojik yapının bir işlevi olan düş (rüya),<br />
“zaman” kavramıyla da ilgilidir. Bachelard, mekâna<br />
bu açıdan da bakar ve şunu söyler: “Mekân, peteklerinin<br />
binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış<br />
olarak tutar. Mekân bu işe yarar.” 9<br />
“Taşra” kavramının tasavvufi-mistik bağlamda<br />
da anlamı vardır. Bu manada “taşra”, insanın sürgün<br />
yeri olan “dünya”yı; “merkez” ise, insanın ebedî<br />
yurdu “cennet”i ifade der. Hatta Batı kültüründe<br />
ve sanatında işlenen “Ebedî Dönüş Mitosu” 10 da<br />
insanın taşradan (dünyadan) bir an önce kurtulup<br />
asıl mutluluk vatanı olan “Cennet”e dönüş arzusunu<br />
ifade eder.<br />
Taşra kavramına öznel anlamlar yükleyenler de<br />
vardır. Mesela Ramis Dara, Türk kültüründe tartışmasız<br />
merkezin İstanbul olduğunu belirttikten<br />
sonra, taşra kavramına öznel anlamlar yükler.<br />
Mesela der ki: “Taşram nefes aldığım, gördüğüm,<br />
işittiğim, kokladığım yerler; merkezimse okumayazmalarımdır.”<br />
11 Taşraya öznel anlam yükleyenlerden<br />
biri de Oğuz Atay’dır. Oğuz Atay yazdığı<br />
“Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” adlı öyküsünde<br />
taşraya ruhsal-tinsel bir anlam verir. Yazara göre<br />
taşra bir tür delilik, ayaklarını kucağına almış yere<br />
basmadan yürüme hali, yazmanın götürdüğü uzak<br />
yer, bir seçimdir. Bir seçimdir, çünkü kimse bu büyük<br />
şehirlere uzak dağ başı kasabasında yaşamaya<br />
mecbur değildir. 12 Birinin taşra dediği yer, bir<br />
başkasının gözünde merkez olabilir. Bu durumun<br />
tersi de doğrudur. Bütün bunlar da taşra kavramına<br />
yüklenen öznel anlamdan başka bir şey değildir.<br />
Taşra konusunda daha pek çok şey söylenebilir.<br />
Ancak taşranın bilhassa edebiyat eserlerine yansıyan<br />
değişmez anlamları vardır. Yani taşra bütün<br />
olumsuz çağrışımlarının yanında içerdiği bazı<br />
olumlu anlamlarla da önemlidir. Burada anlam<br />
yerine “taşra değerleri” desek yanlış olmaz.<br />
8 Gaston Bachelard, a.g.e., s. <strong>20</strong>.<br />
9 Gaston Bachelard, a.g.e., s. 36.<br />
0 “Ebedî Dönüş Mitosu”, aynı zamanda Mircea Eliade’nın bir<br />
kitabının adıdır. Eliade bu kitabında insanın merkezden taşraya<br />
(cennetten cehenneme) sürgün edilişini anlatır. (Bk. Mircea Eliade,<br />
Ebedî Dönüş Mitosu, İmge Kitabevi, Ank. 994).<br />
Ramis Dara, “Merkez-Taşra, Tarih-Coğrafya”, Kitap-lık, Haziran<br />
<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 73-75.<br />
2 Filiz Özdem, “Bir İç Mekân Olarak Taşra”, Kitap-lık, Haziran<br />
<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 79.<br />
144<br />
Taşra Değerleri<br />
Taşra kavramının pek çok anlamı olduğunu söylemiştik.<br />
Bunlar arasında köy, kırsal alan ve dağlar,<br />
yaylalar ve ovalar gibi yerleri de anabiliriz. Bu<br />
yönüyle taşra, temiz hava, berrak ve soğuk sular,<br />
saf ve cana yakın inanların çok olduğu yerler anlamına<br />
gelir. Bilhassa romantik-pastoral bakışın<br />
ürünü olan taşra görüntüsü, pek çok edebi esere<br />
konu olmuştur. İşte taşra kavramına atfedilen<br />
“değerleri” de bu bağlamda ele alabiliriz. Mesela<br />
Mustafa Kutlu’ya göre merhamet, vefa, hürmet,<br />
şefkat, feragat, fedakarlık ve sevgi gibi inanç ve<br />
ahlâkımızdan kaynaklanan insani vasıflar bizi<br />
zengin kılan değerlerdir. Bu değerler aynı zamanda<br />
taşrayı akla getirir. Söz konusu değerler insanı<br />
zenginleştirir. Maddi varlıklar ise insanı fakirleştirir.<br />
Bu yüzden “yoksulluk” maddiyatta değil, maneviyattadır,<br />
yani içimizdedir. 13<br />
Taşra değerleri, genellikle idealize edilen davranışları<br />
ifade eder. Bir başka açıdan “özlenen ahlâkı”<br />
işaret eder. Buna Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli<br />
Yemeni” adlı öyküsünü örnek olarak verebiliriz.<br />
Öykünün anlatıcısı olan genç, her ne öğrendiyse<br />
Hala’sından öğrendiğini belirtir. Bu da taşralı bir<br />
özelliktir. Çünkü taşrada ataerkil ailelerde, anne<br />
ve babası dışında çocukla ilgilenen pek çok kişi<br />
bulunur: “Ben de ablalarım da ne öğrendiysek<br />
halamdan öğrenmişizdir. Dört kardeşin dördü de<br />
doğumumuzdan itibaren halamın koynunda büyümüşüz.<br />
Geceleri ağladığımızda o uykusuz kalır,<br />
bezimizi o değiştirir, beleğimizi o sarar, beşiğimizi<br />
o sallarmış. Hastalandığımızda neremizin ağrıdığını<br />
annemizden çok halam bilirmiş. Dördümüzü<br />
de annemiz doğurduğu halde halamız büyütmüş.”<br />
14 “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküdeki Hala’yı<br />
geleneksel taşra değerlerine bağlayan bir önemli<br />
özellik de bu kadının hiç şikâyetçi olmamasıdır.<br />
Çünkü, şikâyet etme olgusu, dini-tasavvufi hayatta<br />
pek hoş karşılanmaz. Öykünün anlatıcısı olan<br />
genç, kendi üzerlerinde annelerinden çok emeği<br />
olan Hala’nın bu özelliğini şu sözüyle dile getirir:<br />
“Bütün bunlara karşın bir kez bile şikâyet ettiğini,<br />
alnını kırıştırdığını gören olmamış.” 15<br />
3 İlyas Dirin, “Mustafa Kutlu İle Öykücülüğü Üzerine Söyleşi”,<br />
Hece, <strong>Ekim</strong> 999, Sayı: 33-34, s. 5.<br />
4 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yay. Ank. 998, s. 9.<br />
5 Hüseyin Su, a.g.e., s. 9.
Taşra değerleriyle iç içe giren bir başka kavram<br />
da taşra gelenekleridir. “Gülşefdeli Yemeni” adlı<br />
öyküde bunu da görürüz. Geleneksel bir değer<br />
olan “doğan çocuklara aile büyükleri tarafından<br />
ad koyma geleneği”ni de öyküde Hala sürdürür:<br />
“Ablalarımın da, benim de adlarımızı halam koymuş.”<br />
16 “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküde ayrıca<br />
şöyle bir taşra geleneği de yer alır: “Ölen sevdiğinin<br />
adını bir başkasına verme”. Hala, sevdiği<br />
adam ölünce onun adını yeğenine verir: “Halam,<br />
bana adını verdiği nişanlısını bir kez görmüş.” 17<br />
Hüseyin Su, “Yanağımda Dedemin Sakal İzleri”<br />
adlı öyküsünde de bir kasabada yaşayan ataerkil<br />
bir aileden kesitler sunar. Bu ailenin yaşam şeklinden<br />
bütün bir kasaba (taşra) yaşantısı (taşra gelenekleri<br />
ve değerleri) adeta gözler önüne serilir.<br />
Öykünün anlatıcısı bir çocuktur ve bu çocuk, taşrada<br />
yaygın bir gelenek olarak yaşanan sevgi ve<br />
saygıya dayalı “dede-torun ilişkisi”ni bütün saflığı<br />
ve netliği ile gözler önüne serer. Mesela çocuğun<br />
babası, dedenin yanında öz oğlunun şımarıklıklarına<br />
katlanmak zorunda kalır: “…annemle babam<br />
şımaracağımdan korkacaklar, ne de olsa kendi<br />
çocuklarıyım, ama dedemin yanında gıkları çıkmayacak,<br />
oh olsun; annemin sevmediği, parmağını<br />
sallayıp beni tehdit ettiği, babamın kaş, göz<br />
ve bıyık işaretleriyle sorarım dediği davranışlarını<br />
bile sırtımı dedeme dayayarak yapacağım, evdeki<br />
iktidarımın sınırsız özgürlüğü ile…” 18<br />
Rasim Özdenören’in “Ocak” öyküsünde de bir<br />
taşra geleneği olan “ölen aile büyüklerinin adlarının<br />
yeni doğan çocuklara verilmesi” âdetini görürüz:<br />
“Kadir diye sesleniyor babam, sonra heceleri<br />
ayırıp uzatarak: “Abdül-kadir.” Kucağına alıyor bebeği.<br />
Anlıyorum bebeği bana göstermek için yapıyor<br />
bunu. Söyleyecek başka söz bulamadığı için<br />
olacak: “Abdülkadir, Abdülkadir” deyip duruyor küçük<br />
parmağını bebeğin dudağına değdirerek. /dedemin<br />
adı, onun adını koymuşlar.” <strong>19</strong> Aynı geleneği<br />
Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />
de görürüz. Yani, “çocuklara ölen aile büyüklerinin<br />
adının verilmesi” bu öyküde de işlenmektedir:<br />
“Dedem en çok beni seviyor. Bu yüzden babasının<br />
6 Hüseyin Su, a.g.e., s. 0.<br />
7 Hüseyin Su, a.g.e., s. 0.<br />
8 Hüseyin Su, a.g.e., s. 39-40.<br />
9 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, İz Yayıncılık, İst.<br />
999, s. 30.<br />
145<br />
ismini vermiş bana.” <strong>20</strong><br />
Osman Çeviksoy’un “Büyü” adlı öyküsünde büyükbaba<br />
Veligazi, ölmekte olan torununa Kur’an<br />
okur. Bu dini gelenek taşrada/Anadolu’da çok<br />
yaygındır. Tabii olarak Kur’an okunurken herkes<br />
dinler: “Ailede herkes Kur’an dinlemenin farz olduğunu<br />
biliyordu.. Herkes olduğu yere sessizce<br />
çöküvermişti.” 21<br />
Cemal Şakar’ın “Irmak” adlı öyküsünde de taşra<br />
genel anlamda başka bir güzelliği ile karşımıza<br />
çıkmaktadır. Öykünün baş kişisi olan Adam, sürekli<br />
bir şeyler aramaktadır, fakat bulamamaktadır.<br />
Bu yüzden hep morali bozuktur. Bir türlü meramını<br />
da anlatamayan bu adam, Attar’la görüştükten<br />
sonra dili çözülür ve konuşmaya başlar. Burada<br />
Attar bu kişiye mürşitlik yapmıştır. Attar’ın<br />
mürşitliğinden fayda gören adam artık meramını<br />
anlatacak bolca mektup yazmaktadır. Bütün bunlardan<br />
anlaşılıyor ki, köy (taşra) bir arınma mekânıdır;<br />
dolayısıyla saflık sembolüdür.<br />
Örnek olarak seçtiğimiz öykülerden de anlaşılacağı<br />
gibi, taşra bir takım değer ve geleneklerin<br />
toplamını ifade etmektedir. Söz konusu gelenek<br />
ve değerlere yazarlar farklı gözlerle bakmaktadırlar.<br />
Yani taşra değerleri ve geleneklerini bazı<br />
yazarlar idealize ederken, kimi yazarlar bunlara<br />
eleştirel bakarlar. Mesela Hüseyin Su, “Gülşefdeli<br />
Yemeni” adlı öyküsünde taşra değerlerini evrenselleştirircesine<br />
anlatıcı gencin ağzından şu çarpıcı<br />
mesajı verir: “Halamın öyküsü, insanın o büyük<br />
romanına karışıyordu. Halama bakıp yürekleri<br />
parçalananlar, onun hasretinde bulduğu huzurdan<br />
ve ayaklarının toprağın altındaki suya değişinden<br />
habersizdiler.” 22 Nurullah Çetin’e göre Hüseyin<br />
Su, özellikle “Gülşefdeli Yemeni” adlı kitabındaki<br />
öykülerde Anadolu ve kasaba olgusunu en sahih<br />
biçimiyle ele almıştır. Yazar, Anadolu’yu ideolojik<br />
bir kalıba uydurulacak zorlama derlenmiş bir<br />
malzeme olarak görmüyor. Ne resmi ideolojiye<br />
destek olacak bir malzeme olarak görüyor ne de<br />
sınıf çatışmalarında kullanıyor. İçinden çıkıp geldiği<br />
çevreyi saf ve samimi bir atmosferde sunmakla<br />
<strong>20</strong> Ethem Baran, Unuttuğum Bütün Akşamlar, Doğan Kitap,<br />
İst. <strong>20</strong>05, s. 28.<br />
2 Osman Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, Mayaş Yay. Ank. 985,<br />
s. 06.<br />
22 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 9.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sanatçı sorumluluğunun gereğini yapıyor. 23<br />
Taşraya Bakış<br />
Milli Edebiyat döneminde pek çok yazar ve şairin<br />
Anadolu’ya çok olumlu batıklarını biliyoruz.<br />
Özellikle “Beş Hececiler” olarak bilinen şairlerin<br />
bu konudaki gayretleri dikkate değerdir. Bu şairlerinden<br />
bilhassa Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat”<br />
adlı şiirinin son dörtlüğünde geçen “Başka san’at<br />
bilmeyiz, karşımızda dururken / Yazılmamış bir<br />
destan gibi Anadolu’muz.”, mısraları, adeta taşra<br />
konulu öykü yazanların parolası olmuştur. Özellikle<br />
Milli Edebiyat döneminin bakışını yansıtan bu<br />
mısralar, dikkatlerin Anadolu’ya çevrilmesinde bir<br />
hayli etkili olmuştur. Faruk Nafiz’in sadece bu şiiri<br />
değil, özellikle “Han Duvarları” adlı şiiri de okuyucuyu<br />
Orta Anadolu gerçekliği ile yüz yüze getirmiştir.<br />
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise taşra ve<br />
Anadolu’ya bakışta bir çeşitlenme görülür. Beş<br />
Hececiler gibi Anadolu’yu yüceltenler olduğu gibi,<br />
tam ters bakışı savunanlar da vardır. Mesela edebiyatımızda,<br />
kendisi de merkezden (İstanbul’dan)<br />
uzak bir yerde (Bağdat’ta) doğmasına rağmen,<br />
merkezi (İstanbul’u) ve merkezin merkezi olan<br />
modern Batılı değerleri yücelten ve ustaca içselleştiren<br />
şair Ahmet Haşim bile taşrayı olumsuzlar.<br />
Haşim yazdığı “Kır” başlıklı yazısında, gelecek medeniyetlerde<br />
bir çok hastalıktan eser kalmayacağını<br />
söyledikten sonra, sosyal bir hastalık olarak<br />
nitelendirdiği “köy”den eser kalmayacağını belirtir.<br />
Yazısında, Belçikalı şair Verhaeren’in “kırları<br />
emip boşaltan şehrin cazibesinden” söz ettiğini de<br />
belirten Haşim, yazısını şu satırlarla bitirir: “Sevimsiz<br />
kırların şehir şiirine hâlâ konu teşkil edişi,<br />
dünyaya artık yalnız kötü şairin geldiğine bir alamettir.”<br />
24<br />
İçerdiği değer ve geleneklerle taşra kavramına<br />
farklı bakışlar söz konusudur. Bu bağlamda, özellikle<br />
“taşra öyküleri” konusunda üzerinde durulması<br />
gereken iki ayrı bakış açısından söz edilebilir:<br />
23 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 5, Kaknüs Yay.<br />
İst. <strong>20</strong>0 , s. 00.<br />
24 Ahmet Haşim, Bize Göre/Gurebâhane-i Laklakan/Frankfurt<br />
Seyahatnamesi, (Haz. Mehmet Kaplan), Kültür Bak. Yay. Ank.<br />
98 , s. 50- 5 .<br />
146<br />
1-Kentli yazarların taşraya bakışları;<br />
2-Taşralı yazarların taşraya (kendi memleketlerine)<br />
bakışları;<br />
Birincisinde yer yer aşağılama ve köye kasabaya<br />
yukarıdan bakma tavrı görülebileceği gibi, tam<br />
ters bir tavır da söz konusu olabilir. Yani kentli yazar,<br />
romantik-pastoral bir bakışla taşrayı idealize<br />
edebilir. İkincisinde ise, yer yer taşra değerlerini<br />
yüceltme ve gerçek hayat sahneleriyle öyküyü anlatma<br />
tavrı söz konusudur. Ancak yazar hangi kategoride<br />
yer alırsa alsın, ideolojik bir tavır takınırsa,<br />
anlattıklarına daha bir dikkatle bakılması gerekir.<br />
Siyasi ve ideolojik bakışlar, çoğu zaman gerçekliği<br />
olduğundan farklı gösterebilir; hatta ters yüz bile<br />
edebilir. Bu bağlamda Adorno şöyle bir anekdot<br />
aktarır: “Bir anekdota göre Mart Devrimi (1848)<br />
günlerinde Balzac politik olaylara sırtını dönmüş,<br />
masasının başına oturup demiş ki: “Hadi bakalım,<br />
gerçekliğe geri dönelim.” Uydurulmuş bile olsa<br />
Balzac’ı çok doğru bir şekilde yansıtan bir öykü.” 25<br />
Siyasal ve ideolojik tavır alarak değil de, taşra<br />
gerçekliğini ancak sanatın diliyle ifade etme yolu<br />
tercih edilirse, yapılanın bir anlamı olur. Burada<br />
Ian Watt’ın söyledikleri devreye girmektedir. Ian<br />
Watt, “muhit incelemeleri” şeklinde bir tabir kullanır.<br />
Bu ifade ile insanların yaşadıkları yerlerin<br />
(coğrafyanın, mekânın, bölgenin vs.) bilimsel bir<br />
gözle incelenmesinin, olayların gerçek boyularına<br />
ışık tutacağı ve perde arkasındaki görünmez olguların<br />
tespit edileceği ifade edilir. Büyük yazarlar<br />
(mesela Zola ve Balzac) roman ve hikâyelerinde<br />
tıpkı bir bilim adamı gibi muhit incelemesi yaparlar.<br />
26<br />
Buradan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Taşra<br />
gerçeğini “muhit incelemesi” tarzında yapan yazarlar<br />
daha güvenilir bir tavır sergilemektedir.<br />
Ömer Lekesiz bu konuda Türk hikâyesinden örnek<br />
isimler vermektedir. Ona göre, öykücülüğümüzde,<br />
hem doğdukları/yetiştikleri kentlerden sanatlarına<br />
taşıdıklarıyla hem de kendi özlerinden<br />
oralara yansıttıklarıyla meşhur olmuş öykücüler<br />
vardır. Mesela Ömer Seyfettin Gönen’le, Sait Faik<br />
Ada’larla, Onat Kutlar Gaziantep’le, Tahsin Yücel<br />
Elbistan’la anılır olmuştur. Ömer Lekesiz, <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
25 Theodor W. Adorno, , Edebiyat Yazıları, (Çev. Sabir Yücesoy-<br />
Orhan Koçak), Metis Yay. İst. <strong>20</strong>04, s. 53.<br />
26 Ian Watt, Romanın Yükselişi, s. <strong>20</strong>7.
sonrası Türk öykücülüğünde de benzer durumun<br />
söz konusu olduğunu belirttikten sonra, buna<br />
Yücel Balku’yu örnek verir. Ona göre genç yaşta<br />
vefat eden öykücü Yücel Balku da Bursa ile anılır<br />
olmuştur. 27 Ancak bütün yazarlar taşraya aynı<br />
gözle bakmazlar. Pek çok yazar, aslen taşralı da<br />
olsa, özellikle “merkez” ilân ettikleri büyük kentlere<br />
daha bir hayranlıkla bakarlar. Mesela Özcan<br />
Karabulut’un “Otel Odalarında” adlı öyküsündeki<br />
anlatıcı, taşraya karşılık özellikle Ankara’yı daha<br />
çok sevdiğini söyler: “Bizi mutlu kılan, yıkımlara<br />
uğratan, labirentlere sokan, artık her köşesi alışkanlık<br />
haline gelmiş Ankara kenti…” 28<br />
Bu genel değerlendirmeden sonra bazı öykü<br />
yazarlarımızın taşraya nasıl baktıklarına örnek<br />
verebiliriz. Bu konuda görüşlerine ilk baş vurulacak<br />
yazar Mustafa Kutlu’dur. Hemen hemen bütün<br />
hikâyelerinde taşra/kasaba insanlarının dramlarını,<br />
yani taşralı insanların kentte yaşadığı sorunları<br />
anlatan Mustafa Kutlu, bu konuda şunları söylemektedir:<br />
“Türkiye’de yaşanan toplumsal değişme,<br />
şehirleşme olgusu ve göç beni sürekli meşgul<br />
eden konuların başında gelmektedir. Dolayısıyla<br />
muhtelif yazılarda olduğu gibi hikâyelerimde de<br />
bu konuları ele aldım.” 29 Mustafa Kutlu’ya göre<br />
ayrıca merhamet, vefa, hürmet, şefkat, feragat,<br />
fedakarlık ve sevgi gibi inanç ve ahlâkımızdan<br />
kaynaklanan insani vasıflar bizi zengin kılan değerlerdir.<br />
Bu değerler aynı zamanda taşrayı akla<br />
getirir. Söz konusu değerler insanı zenginleştirir.<br />
Maddi varlıklar ise insanı fakirleştirir. 30<br />
Köy ve kasaba konulu öyküler yazan önemli yazarlardan<br />
biri de Sezai Karakoç’tur. Kamil Eşfak<br />
Berki’ye göre Karakoç, özellikle “Portreler” kitabında<br />
köylülere büyük bir yer verir. Köy Enstitülü<br />
yazarların köy gerçekliğinden apayrı; gözlem<br />
karelerinde sır ve hikmetli auraları ile köyler ve<br />
köylüler Karakoç’un hikâyelerinde boy gösterirler.<br />
Bu kategori Karakoç’un “Kasaba Edebiyatı” dediği<br />
edebiyat anlayışının bir ifadesi olabilir. 31<br />
27 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, Selis<br />
Kitaplar, İst. <strong>20</strong>06, s. 230.<br />
28 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, Telos Yayıncılık,<br />
İst. 997, s. 56.<br />
29 İlyas Dirin, “Mustafa Kutlu İle Öykücülüğü Üzerine<br />
Söyleşi”, Hece, <strong>Ekim</strong> 999, Sayı: 33-34, s. 3.<br />
30 İlyas Dirin, a.g.y., s. 5.<br />
3 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 4, Kaknüs<br />
Yay. İst. <strong>20</strong>0 , s. 498.<br />
147<br />
Hüseyin Su, kendine ait öykü damarından söz<br />
ederken, özellikle çocukluğunda aldığı değerleri<br />
ve şifahî eğitimi anlatıyor. Özellikle ailesinde ve<br />
mahallesinde çocukken öğrendiklerini çok önemsiyor.<br />
Yazar daha sonra okuduklarının etkisini anlatıyor.<br />
Hüseyin Su’nun özellikle çocukluğundan<br />
getirdiği değerlerin mekânının taşra (Orta Anadolu)<br />
olması, onun neden taşra/Anadolu ağırlıklı<br />
öyküler yazdığı sorusunun da cevabıdır. 32<br />
“Rojda” ve “Kybele” gibi yabancı kökenli kelimeler<br />
seçerek öykülerine ad olarak seçen Özcan<br />
Karabulut, bunun sebebini de taşrada/Anadolu’da<br />
mevcut olan kültürel etnik unsurlara bağlar. Mesela<br />
yazara göre “Rojda” Kürtçede “doğan güneş”<br />
anlamına gelmektedir. Rojda Anadolulu olduğu<br />
için bizden biridir. Kybele ise Anadolu kökenli ana<br />
tanrıçanın adıdır; dolayısıyla o da bizden bir parçadır.<br />
33<br />
Pek çok öyküsünde Mardin ölçeğinde Güney<br />
Doğu dramına yer veren Murathan Mungan,<br />
bunun sebebi konusunda özetle şunları söyler:<br />
“Mardin…Ben orada doğdum, orada büyüdüm.<br />
Bazı şairler, bazı yazarlar “memleketlerini” düşündürürler.<br />
Çocukluğun altın çağı ile yazarlığın<br />
altın çağı arasında hep ilişki kurmuşumdur.<br />
Bir başkasının memleketini, örneğin Lorca’nın<br />
Granada’sını, Pavese’nin Piomente’sini bunca anlamamı<br />
Mardin’e borçluyum. Mardin benim tutku<br />
derecesinde sevdiğim bir şehir.” 34<br />
Tabii ki taşraya ve Anadolu’ya bakış bu kadarla<br />
sınırlı değildir. Bu konuda daha pek çok yazardan<br />
farklı görüşler derlemek mümkündür. Ancak meramımızı<br />
anlatmak için seçtiğimiz bu birkaç örneğin<br />
yeterli olacağına inanıyoruz. Böylece sözü<br />
taşra (Anadolu) konulu öykülere getirmiş oluyoruz.<br />
Burada üzerinde durduğumuz taşra öyküleri,<br />
klasikleşmiş ve belirli şablonlara oturan “köy edebiyatı”<br />
örneği olan öykülerden farklıdır. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası<br />
öykümüzde bir eğilim olarak varlık gösteren<br />
taşra öyküleri, bambaşka bir öykü tarzı ve estetiği<br />
içinde ele alınmalıdır.<br />
32 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 5, s.<br />
06- 07.<br />
33 Ömer Lekesiz, a.g.e., s. 78.<br />
34 Ömer Lekesiz, a.g.e., s. 222.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Türk Öyküsünde Taşra (<strong>19</strong><strong>80</strong><br />
Öncesi)<br />
Edebiyatımızda taşradan ve köyden bahseden<br />
eserler hep önemsenmiştir. Bu durum, edebiyatımızın<br />
belirli merkezlerde odaklandığını gösterir.<br />
Başta İstanbul olmak üzere edebiyatımıza merkez<br />
teşkil eden bu büyük mekânların, büyük mekân<br />
olma işlevlerini hâlâ sürdürdüklerini söyleyebiliriz.<br />
Bu durum Türk hikâyeciliğinde de böyledir.<br />
Genelde başta İstanbul olmak üzere, diğer bazı<br />
büyük şehirlerin anlatıldığı hikâyelerimizde az da<br />
olsa Anadolu ve taşra da işlenmiştir. Bunların başında<br />
Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri”<br />
ve “Gurbet Hikâyeleri”nin adını anabiliriz. Memduh<br />
Şevket Esendal ve Sabahattin Ali de pek çok<br />
hikâyesinde Anadolu’yu konu olarak işlemiştir. Bu<br />
manada daha bir çok isim zikredilebilir.<br />
Burada önemli olan “Neden taşra?” sorusudur.<br />
Siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda meydana<br />
gelen değişimlerin sorunun cevabıyla şüphesiz<br />
ilgisi vardır. Mehmet Kaplan, Remzi Oğuz Arık,<br />
Şevket Raşit Hatipoğlu, Nurettin Topçu ve Mümtaz<br />
Turhan gibi bilim adamlarının Anadolu üzerine<br />
yaptığı araştırmaların köye ve Anadolu’ya olan<br />
ilginin artmasında etkili olduklarını söyler. 35 İkinci<br />
Yeni’nin öncü şairlerinden Cemal Süreya, “Türk<br />
Yazarının Halklaşması” başlıklı bir yazı kaleme<br />
alır. Cemal Süreya’ya göre halklaşma sürecinin<br />
iki boyutu vardır. Biri, Anadolu doğumlu/kökenli<br />
yazarların artışı; diğeri ise edebiyat coğrafyamızdaki<br />
halklaşmadır. Yani İstanbul’un, büyük kent<br />
gerçeğinin dışındaki gerçeklerin edebiyatımızda<br />
ağırlıklı olarak dile getirilme sürecidir. 36 Cemal<br />
Süreya’nın tespitleri daha farklı alanlara da kayar.<br />
Şair, merkez kabul edilen İstanbul için “İstanbul<br />
dükalığı” tabirini kullanır. Türk sanatındaki pek<br />
çok alan bu dükalığın elindedir. Mesela Türk sanatçısının<br />
gitgide Anadolu doğumlular arasından<br />
ve yoksul çevrelerden gelmesi olayı daha çok edebiyatta<br />
görülür. Resim, heykel, müzik, tiyatro ve<br />
sinema dükalığın elindedir. Edebiyattan çekilen<br />
varlıklı aile çocukları daha çok sinemaya, tiyatroya<br />
yüklenmektedir. Sözgelimi özel öğrenim kurumu<br />
35 Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, Dergah Yay. İst. 979,<br />
s. <strong>80</strong>.<br />
36 Cemal Süreya, Papirüsten Başyazılar, Cem Yayınevi, İst.<br />
s. 43-46<br />
148<br />
olan bazı liseler eskiden edebiyatçı yetiştirirlerken,<br />
şimdi sinemacı ve tiyatrocu yetiştirmektedir.<br />
Sanatçılar içinde halklaşma yalnız edebiyatçılarda<br />
gözlemleniyor. 37<br />
Güven Turan ise, Behçet Necatigil’in “Edebiyatımızda<br />
İsimler Sözlüğü”nden hareketle,<br />
Cumhuriyet’in ilânından sonra, İstanbul dışında<br />
doğmuş şair ve yazarların sayısının arttığını söyler.<br />
38<br />
Cemal Süreya ve Güven Turan’ın bu tespitlerinin<br />
tarihçesi olarak Milli Edebiyat ve özellikle<br />
Cumhuriyet dönemini başlangıç noktası olarak<br />
kabul edebiliriz. Daha doğrusu “halka gitme<br />
eğilimi” Tanzimat’la başlamış, Milli Edebiyat ve<br />
Cumhuriyet’ten sonra daha bir gelişim göstermiştir.<br />
Söz konusu sürecin <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra da<br />
gelişim kaydettiğini ifade edebiliriz. <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesindeki<br />
taşra konulu öykülerin tarihi gelişimini de<br />
aynı periyot içinde ele alabiliriz.<br />
Ramazan Kaplan “Cumhuriyet Dönemi Türk<br />
Romanında Köy” adlı kitabının önsözünde, köylünün<br />
yaşayışı ve problemlerinin yakın dönem Türk<br />
edebiyatının başlıca konularından biri olduğunu<br />
söyler. Geçmişi Tanzimat dönemine kadar giden<br />
bu konu, Cumhuriyetten sonra yeni bir ilgi alanı<br />
haline gelmiştir. Roman ve hikâye başta olmak<br />
üzere, şiir ve köy notlarında da, köy ve köylünün<br />
yaşayışına yönelen pek çok deneme yapılmıştır. 39<br />
Ramazan Kaplan aynı kitapta köy konusunda sıralanan<br />
“Ekonomik Güçlükler, Sosyal Hayatın Geriliği,<br />
Köydeki Çekişmeler ve Nüfuz Çevreleri, Köyü<br />
Kalkındırma Çabaları ve Köyde Teknolojik Gerilik,<br />
Eğitim Problemi, Sağlık Sorunları, Köylü ve Devlet<br />
İlişkisi, Köyün Sosyal Hayatında Etkili Unsurlar,<br />
Ekonomik Hayatın Görünüşü, Yasaya ve Ahlâka<br />
Aykırı Tutumlar, Evlilik Problemleri” 40 gibi sorunlar,<br />
genellikle <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında yazılan öykülerde<br />
de işlenir.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> öncesindeki öykücülüğümüzde taşra konusunda<br />
kimler neler yazmışlardır? Bu soruya<br />
kısaca cevap aramakta fayda görüyoruz. Ama ilk<br />
37 Cemal Süreya, a.g.e., s. 46.<br />
38 Güven Turan, “Taşra Coğrafya mıdır?”, Kitap-lık, Haziran<br />
<strong>20</strong>04, Sayı: 73, 53.<br />
39 Bk. Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında<br />
Köy, Akçağ Yay. Ank. 997.<br />
40 Bk. Ramazan Kaplan, a.g.e.
önce Orhan Okay’ın şu tespitini verelim: “Edebiyatımıza<br />
köyün ve Anadolu’nun girişi oldukça geç<br />
tarihlere rastlar. Anadolu ve köyün ayrıntılı olarak<br />
edebiyatımıza girişi Milli Edebiyat ve özellikle<br />
Cumhuriyet’ten sonraya denk gelir.” 41 Hüseyin<br />
Ferhat’a göre de, Cumhuriyet öncesindeki şair ve<br />
siyasetçilerin Anadolu’dan doğru dürüst haberleri<br />
yoktur. Sadece Beş Hececilerden Faruk Nafiz bu<br />
konuda istisnadır. 42<br />
Necati Mert, <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesi Türk öykücülüğünde<br />
taşrayı, köyü ve Anadolu’yu konu alan önemli öyküler<br />
ve öykü yazarları konusunda “Gödeli Mehmet”<br />
adlı öyküyle Memduh Şevket Esendal’ın; “Silindir<br />
Şapka Giyen Köylü” ve “Bacayı İndir Bacayı<br />
Kaldır” adlı öykü kitaplarıyla Sadri Ertem’in; “Nam<br />
Uğruna” adlı öyküsüyle Kemal Tahir’in; “Sam<br />
Amca” adlı kitabıyla Samim Kocagöz’ün; “Nine”<br />
adlı öyküsüyle Afet Ilgaz’ın; “Harran” adlı kitabıyla<br />
Bekir Yıldız’ın; “Acenta Mirza” adlı kitabındaki<br />
öykülerle Osman Şahin’in ve “Asfalt” adlı öyküsüyle<br />
de Adnan Özyalçıner’in adlarını anar. 43 Mehmet<br />
Kaplan ise bu konuda uzun uzun Sabahattin<br />
Ali üzerinde durur. Sabahattin Ali de öykülerinin<br />
çoğunda taşrayı ve bilhassa Anadolu’yu işlemiştir.<br />
Özellikle “Ses” ve “Kağnı” adlı öyküleri bu bağlamda<br />
üzerinde durmağa değer metinlerdir. Ayrıca<br />
yazarın “Hasan Boğuldu” adlı öyküsü de tipik<br />
bir Anadolu öyküsüdür. Mehmet Kaplan “Hasan<br />
Boğuldu” öyküsünü tahlil ederken şunları söyler:<br />
“Hasan Boğuldu hikâyesiyle yeniden bitmez tükenmez<br />
zenginliklerle dolu Anadolu’ya açılmış<br />
oluyoruz. Anadolu’da acı gerçekler, fakirlik ve ızdırap<br />
vardır; fakat onların yanı sıra, hatta onların<br />
içinde şiir, aşk ve yiğitlik de mevcuttur. Anadolu<br />
halk edebiyatının şaheserleri olan Kerem İle Aslı<br />
ve Köroğlu hikâyelerinde de biz, hayatın bu iki büyük<br />
kaynağını bulmaz mıyız?” 44<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> öncesinde ve sonrasında köy ve Anadolu<br />
sorunlarını mizahi bir dille öyküleştiren yazarlardan<br />
biri de Aziz Nesin’dir. Pek çok öyküsünde köyü<br />
ve taşrayı konu alan Aziz Nesin’in bu bağlamdaki<br />
öyküleri “Şehirden İndim Köye” adıyla kitaplaştı-<br />
4 Orhan Okay, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Dergah Yay.<br />
İst. <strong>20</strong>05, s. <strong>80</strong>.<br />
42 Hüseyin Ferhat, “Şairin Yurdu Lisanıdır”, Kitap-lık, Haziran<br />
<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 64.<br />
43 Necati Mert, “Köy, Kent ve Sanayi Öykülerinde Toplumsal<br />
Değişim”, Hece-Öykü, Kasım-Aralık <strong>20</strong>05, Sayı: 2, s. 96- 03.<br />
44 Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, s. 39.<br />
149<br />
rılmıştır. Hemen her öykü kitabından seçilen öykülerden<br />
belirli bir seçkiyi içeren kitap, Nesin Yayınevi<br />
(İstanbul) tarafından <strong>20</strong>06 yılında “Aziz Nesin<br />
90 Yaşında” logosuyla basılmıştır.<br />
Türk öyküsünde taşra ve Anadolu; taşralı ve<br />
köylünün çektiği çileler denilince akla ilk gelen<br />
kitaplardan biri de Nurettin Topçu’nun “Taşralı”<br />
adlı öykü kitabıdır. İlk baskısı <strong>19</strong>59’da yapılan<br />
“Taşralı” adlı kitabın ikinci baskısı Dergah Yayınları<br />
tarafından <strong>19</strong>98’de yapılmıştır. 45 Ayrıca Onat<br />
Kutlar’ın ilk baskısı <strong>19</strong>60’ta yapılan “İshak” 46 adlı<br />
öykü kitabında da tamamen “Gaziantep” merkezli<br />
olarak taşra anlatılır. Rasim Özdenören, <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
öncesinde yayımladığı başta “Çok Sesli Bir Ölüm”<br />
adlı kitabı olmak üzere pek çok öyküsünde taşrayı<br />
ve Anadolu’yu konu olarak işlemiştir. Tabii ki bu<br />
isimleri de artırmak mümkündür. Bilhassa Köy<br />
Enstitülü yazarların kaleme aldıkları “köy hikâyeleri”<br />
bu konuda akla gelen ilk örneklerdir. Özellikle<br />
Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’in öyküleri bu konunun<br />
tipik örnekleridir. Ancak zamanla Köy Enstitülü<br />
yazarların öncülük ettiği bu “Köy Edebiyatı”<br />
yozlaştı ve çok kötü örnekler ortaya çıktı. İbrahim<br />
Yıldırım bu bağlamda köy romanlarını eleştirirken<br />
şunları söyler: “Konunun hep aynı olması, tiplerin<br />
giderek klişeleşmesi; bu tiplerin çevresinde daima<br />
aynı öykünün anlatılması, Köy Edebiyatı denen<br />
akıma ilginin zaman içinde azalmasına neden<br />
olmuştur.” 47 <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra taşrayı konu edinen<br />
öyküler, İbrahim Yıldırım’ın eleştirdiği köy hikâyelerinden<br />
çok farklıdır.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Öyküsü<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Öyküsünde sadece “taşra”<br />
değil, başka konular da işlenmiştir. Hatta bu tarihten<br />
sonra Türk öykücülüğünde büyük bir gelişme<br />
yaşandığı görüşü de yaygındır. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyemizi<br />
böylesine farklı kılan nedir? Ömer Lekesiz,<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası gelişen Türk öykücülüğünü şu şekilde<br />
kategorize eder:<br />
1-Köyden kente göçün artması üzerine yaşanan<br />
toplumsal sorunlar, “yeni toplumcu gerçekçilik”<br />
adıyla öyküde yeni bir damar oluşturmuştur. Bu<br />
45 Bk. Nurettin Topçu, Taşralı, (Yayına Haz. Ezel Erverdi-İsmail<br />
Kara), Dergah Yay. İst. 998<br />
46 Bk. Onat Kutlar, İshak, Can Yay. İst. 985.<br />
47 İbrahim Yıldırım, “Bir Taşra Tipi “Yosturoğlu” Üzerine Notlar”,<br />
Kitap-lık, Haziran <strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 60.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
bağlamda bir “orta direk” kavramı gündeme gelmiştir.<br />
2-Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yaygınlık<br />
kazanan globalizmin sebep olduğu postmodern<br />
ortamda şekillenen “kurgu, estetik, biçim,<br />
dil” ağırlıklı öyküler ve öykücüler kategorisi.<br />
3- Devrin hiçbir eğilimine angaje olmayan, öykülerini<br />
içlerinden geldiği gibi yazan öyküler ve<br />
öykücüler kategorisi.<br />
4-Toplumcu gerçekçi motifler kullanan, biçim ve<br />
estetiğe büyük önem veren, ancak İslâmî öğelere<br />
de öykülerinde yer veren öykücüler kategorisi.<br />
5-Toplumsal sorunları dindar insanların yaşadıkları<br />
bağlamda işleyen öyküler ve öykücüler kategorisi.<br />
48<br />
Görüldüğü gibi, <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında Türk öykücülüğünde<br />
bir zenginlik ve çeşitlenme vardır. Hatta<br />
kimi öykü yazarları yukarıdaki kategorilerden herhangi<br />
birine dahil olamamaktadır. Kategori dışı<br />
kalan bu yazar ve şairler için <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında<br />
“lokal” ve “ada” kavramları kullanılmaktadır. 49<br />
Ömer Lekesiz, <strong>19</strong><strong>80</strong>-<strong>20</strong>00 yılları arasında öykücü,<br />
öykü kitabı, öykü dergisi, öykü kuramı, öykü tarihi<br />
ve öykü eleştirisi sayısının arttığını da söyler.<br />
Hatta bu durum “<strong>80</strong>’li yıllarda Türk öykücülüğünde<br />
patlama yaşandı.” tarzında sözlerin söylenmesine<br />
bile sebep olmuştur. Ancak bu artış yazara<br />
göre sayısal bir artıştır. Kaliteli ürünler yönünden<br />
söz konusu artışın pek bir önemi yoktur. 50 Ömer<br />
Lekesiz, <strong>80</strong>’li yıllarda öykü alanındaki çalışmaların<br />
artışının sebebi olarak şunları dile getirir: “<strong>80</strong>’li<br />
yıllarda, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, tutuklama/sorgulama<br />
sırasındaki işkencelerin ve<br />
yenilmişlik psikolojisinin neden olduğu zihinsel<br />
travmaların toplumsal bir boyut kazanması, ağırlıklı<br />
olarak yazma eğilimindeki o genç kuşakta<br />
öykü ateşinin yanmasını sağlamıştır.” 51<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk öykücülüğü için daha farklı<br />
şeyler de söylenebilir. Ancak konuyu taşra öyküleriyle<br />
sınırladığımız için <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası öykücülüğü-<br />
48 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, s. 98-<br />
0 .<br />
49 Hüseyin Ferhat, “Şairin Yurdu Lisanıdır”, Kitap-lık, Haziran<br />
<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 64.<br />
50 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, s. 94.<br />
5 Ömer Lekesiz, a.g.e., s. 97.<br />
150<br />
müzün başka boyutlarına girmeyeceğiz. Yukarıda<br />
Ömer Lekesiz’in <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası öykülerini beş kategoriye<br />
ayırdığını söylemiştik. Buna, 6. kategori<br />
olarak -bu yazıda konu edindiğimiz- “taşra, köy<br />
ve Anadolu’yu konu edinen öyküler ve öykücüler<br />
kategorisi”ni de ekleyebiliriz.<br />
Seçilen Bazı Öyküler Eşliğinde <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası<br />
Türk Öyküsünde Taşra<br />
Öykü sanatı bir takım temel unsurlardan oluşur.<br />
Bu unsurları “olay örgüsü, vaka”, “şahıslar kadrosu”,<br />
“zaman ve mekân”, “tema/fikrî yapı”, “kurgu/estetik”<br />
şeklinde sıralayabiliriz. Acaba “taşra”<br />
konusu bu unsurlara nasıl yansımıştır? Seçtiğimiz<br />
bazı örnek öykülerden hareketle bu soruya cevap<br />
arayalım:<br />
Olay Örgüsü, Vak’a<br />
Taşra konulu öykülerde tabii olarak köy ve kasabada<br />
yaşanan hayat işlenir. Köy ya da kasaba<br />
insanlarının yaşam şekilleri, birbirleriyle ilişkileri,<br />
yine bu insanların tabiatla mücadeleleri vs. konu<br />
olarak seçilir. Mesela Rasim Özdenören’in bu bağlamda<br />
taşrayı konu edinen en ilginç öykülerinden<br />
biri “Ocak” adını taşır. Bu öykü bölgesi belirtilmez<br />
ama, bir taşra köyünde geçer. Öyküde hapisten<br />
yeni çıkan bir gencin, ailesine dönüşü; döndüğü<br />
evde nasıl karşılandığı anlatılır. Bütün bunlar anlatılırken<br />
yansıtılanlardan bu taşralı aileyi ve bu<br />
ailenin yaşadığı bölgeyi ve mekânı tanımış oluruz.<br />
Yani öyküde taşra manzaraları ve taşralı insanların<br />
yaşam tarzları gözler önüne serilir. “Ocak”<br />
öyküsünde bir taşra ailesinin şahsında, taşra hayatını<br />
kuşatan atmosfer de anlatılır. Öykünün bir<br />
yerinde geçen şu cümleleri buna örnek olarak verebiliriz:<br />
“Damların kerpiç bacalarından dumanlar<br />
tütüyor, poyrazla oraya buraya savruluyor. Göğe<br />
ağmış ulu kanatlı güvercinler halindeki yamaçlar…<br />
Kül renginde, tüyleri kıpır kıpır. Tarifsiz bir keder<br />
var bu çırpınışta; asılmış bir adamın etekleri savrulurcasına.<br />
Ocakların yanmaya başladığı vakittir.<br />
Eşekçiler daha sık görünmeye başlamıştır sokak<br />
aralarında, bir eşek yükü oduna dünyanın parasını<br />
isterler. Bizim evin ocağında tuğla ısıtıyorlardır.<br />
Islak güz havalarında belinin ağrıları azar babamın.”<br />
52<br />
52 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, s. 26.
Hüseyin Su ise “Yanağımda Dedemin Sakal İzleri”<br />
adlı öyküsünde taşralı ataerkil bir ailenin<br />
ramazan ayındaki yaşantısını öyküleştirmiştir. Öyküde<br />
bu ailenin Ramazan ayındaki yaşamından bir<br />
kesit şöyle anlatılır: “…babaannem, biraz dedemin<br />
sinirlerini yatıştıracak, biraz da takılmak için, çocuğa<br />
örnek olma hacı, otur şuraya, deyip okunan<br />
ezanı duyabilmemiz için pencereyi açacak; annemin,<br />
yengelerimin hareketleri hızlanacak, babam<br />
ve amcalarım saygılı ve sessiz oturacaklar, dedem<br />
kendisine yetmediği için o anda eve babaannem<br />
vaziyet edecek; evimize her gün bu saatlerde kurşuni<br />
bir huzur yayılacak, sessizlik açlığı güzelleştirecek,<br />
sabır yemekleri tatlandıracak, suyu berraklaştıracak<br />
ve zemzem niyetine içirecek hepimize,<br />
herkesin önüne konan birer zeytinin tadına doyum<br />
olmayacak, çorbanın üstündeki kekik mis olup kokusu<br />
evin dört köşesini dolduracak; babaannem,<br />
benim için pilava daha çok kuşüzümü, kabak tatlısının<br />
üzerine daha bol ceviz dökecek, hepsini de<br />
ezandan önce işte böyle, her akşam olduğu gibi<br />
sofranın babaannemin oturduğu yanına dizecekler;<br />
bu görüntü son dakikaları uzattıkça uzatacak;<br />
babaannem, dedemle bana hep sabırtaşını hatırlatacak…”<br />
53<br />
Cihan Aktaş’ın “Fırat’a Giden Ömür” adını taşıyan<br />
öyküsünde bölge insanlarının Fırat nehriyle<br />
olan ilişkisi şöyle anlatılır: “Köyleri Fırat’ın kenarındaydı.<br />
Urfa’dan Adıyaman’a gidecek yolcular<br />
Fırat yükselince köyde gecelemeye mecbur olurlardı.<br />
Çocukken Fırat’ın öte yakasına geçirecek<br />
eski tahta kayığın geliş gidişlerini izlemek için<br />
nehrin kenarlarında dolaşıp dururdu.” 54<br />
İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda” adlı öyküsü de<br />
bir taşra öyküsüdür. Hangi bölge olduğu belirtilmiyor<br />
ama, tütün yetiştirilen bir yerde geçiyor<br />
olaylar. Öyküde köy ve kent mukayesesi yapılmaktadır.<br />
Kentten kastedilen de İstanbul’dur. Öyküde<br />
köyün zor şartlarından kurtulup kentte rahat bir<br />
şekilde yaşama hayali kuran insanlar anlatılır. Öyküde<br />
köy sorunlarından bir kesit de görürüz. Mesela<br />
bir evde besleme olarak yaşayan “Şeker” adlı<br />
kızın şahsında köylü kızlarının dramları, bölünmüş<br />
aileler (ailenin yarısı köyde, yarısı kentte) gibi<br />
53 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 42.<br />
54 Cihan Aktaş, Suya Düşen Dantel, Nehir Yay. İst. 999, s.<br />
90.<br />
151<br />
köy insanının sorunları öykü diliyle anlatılır. İnci<br />
Aral’ın “Karanlığa Kumru Nakışıdır” adlı öyküsü<br />
de bir taşra öyküsüdür. Olayların Malatya-Ankara<br />
ekseninde yaşandığı öyküde ağırlık Malatya’dadır.<br />
Öyküde gerçekte 12 Eylül eleştirisi yapılır. Malatyalı<br />
bir kızla Ankaralı bir genç, üniversitede tanışıp<br />
birbirlerini severler. Hatta birlikte yaşarlar. Kızın<br />
ailesi, bilhassa babası bu birlikteliğe karşı çıkar.<br />
Sonra her iki genç de hapse düşer. Kız hapisten<br />
çıkınca Malatya’ya döner. Artık hem kızın hem de<br />
erkeğin ailesi evlilik isterler. Öyküde bolca Malatya<br />
tasviri de yer alır.<br />
Özen Yula’nın “Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı<br />
Metrukesi: Fetret” adlı öyküsü ise Adana’da<br />
geçmektedir. Adana’daki “Şen Pavyon”da geçen<br />
öykünün kahramanları genellikle kadınlardır. Her<br />
biri konsometrist olan bu kadınların içindeki Şengül,<br />
öykünün baş kişisidir. Şengül, konsometristlik<br />
hayatını “fetret” olarak nitelendirir. Tek arzusu bu<br />
fetretten kurtulmaktır. Bunun için de İstanbul’daki<br />
bir başka pavyona gitmek ister. Ancak amacına<br />
ulaşamaz ve muhtemelen intihar eder. Öyküde,<br />
taşra kavramı içinde yer alan halk türkülerine ve<br />
yine bir Anadolu (taşra) fenomeni olan Mevlana’ya<br />
göndermede bulunulur. Öyküde çokça mekân tasviri<br />
de vardır. Özen Yula’nın ayrıca “Su Gibi Sudan<br />
Gibi” adlı öyküsü de bir taşra öyküsüdür. Bu öykü,<br />
adı “Su” olan anlatıcının aktardığı üstkurmaca bir<br />
öyküdür. Çok renkli taşra tasvirlerinin yapıldığı<br />
öyküde, ayrıca taşranın neyi ifade ettiği de vurgulanır.<br />
Öyküde modernleşme eleştirileri de yapılmaktadır.<br />
Sadık Yalsızuçanlar’ın “Tahakküm” adlı öyküsünde<br />
ise, bir kentlinin bir Karadeniz kasabasına<br />
öğretmen olarak gidişi anlatılır. Bu kentli genç,<br />
kültürlü orta sınıf bir ailenin çocuğudur ve felsefe<br />
öğretmenidir. Bu öğretmen Karadeniz’i ve kasabayı<br />
beğenmekle beraber, kendini yalnız hisseder.<br />
Hem yalnızlık çeker hem de sıkılır. Bu yüzden de<br />
anılarına sığınır. Dolayısıyla öyküde hem Karadeniz<br />
kasabası hem de Karadenizli insanlar tasvir<br />
edilmektedir. Ayrıca öyküde “kentlileşen kasaba”<br />
teması da işlenmektedir.<br />
Sadık Yalsızuçanlar’ın “Riyad” adlı öyküsü<br />
de bir taşra öyküsüdür. Bu öyküde anlatılanlar<br />
Malatya’da geçmektedir. Öyküde nesil çatışmala-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
rı ve sosyal değişim ele alınmaktadır. Bu öyküde<br />
de taşra tasvirleri yer alır.<br />
Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküsü<br />
-yukarıda da değindiğimiz gibi- bir taşra öyküsüdür.<br />
Bu öyküde muhtemelen Orta Anadolulu ilginç<br />
bir figür olan “Hala”nın hikâyesi anlatılır. Modernleşme<br />
görüntülerinin de belirli çatışma düzlemlerinde<br />
eleştirel olarak yansıtıldığı öykü, geleneği<br />
ve geleneksel değerleri yücelten bir yapıya sahiptir.<br />
Gerek aile içi ilişkilerinin geleneksel vurgusu<br />
gerekse herhangi bir kişiye toplumun bakışındaki<br />
mistik duyarlılık bu öyküyü önemli kılmaktadır.<br />
“Aşk”ı geleneksel ölçüler içinde yaşayan, yani sevdiği<br />
ile sıkı fıkı bir ilişki geliştirmeyen bir “Hala”,<br />
geleneksel aşkın yapısında mevcut olan “kavuşamama”<br />
kaderini yaşamıştır. Yani sevdiği erkeği<br />
yitirmiştir. Ona duyduğu aşktan dolayı da gönlünü<br />
bir başkasına açmamıştır. Hala, hem kendi ailesinde<br />
hem de çevresinde bu özelliği ile “ermiş bir<br />
kişi” mertebesine erişir. Çevresindeki herkes ona<br />
saygı duyar. Gerçi o bu saygıyı fazlasıyla hak eder.<br />
Hatta kendisine saygısızlık yapan yeğeninin nişanlısı<br />
genç kıza bile hoşgörüyle davranır. Bu özelliği<br />
ile olsa gerek yazar, öyküsünün baş tarafına aldığı<br />
epigraf ile bu Hala’yı Yunus Emre ile özdeş kılmıştır.<br />
Öykünün epigrafı şöyledir: “Yunus’un anısına;<br />
paslanmaz bıçak gibi” 55<br />
Taşra ve Anadolu’dan bahseden bir diğer hikâyeci<br />
Hasan Ali Toptaş’tır. “Ölü Zaman Gezginleri”<br />
adını taşıyan kitabında Hasan Ali Toptaş, neredeyse<br />
bütün Anadolu’yu anlatır. On altı öyküden<br />
oluşan kitabındaki her bir öykü bir taşra kentine<br />
götürür okuyucuyu. Kent merkezinden uzakta<br />
yaşayan köy ve kasaba insanlarının hayatlarından<br />
kesitlerin sunulduğu öykülerde dikkat çeken<br />
önemli bir unsur da, yazarın bu öykülere kattığı<br />
düşsellik ve masal öğeleridir. Hasan Ali Toptaş’ın<br />
“Ölü Zaman Gezginleri” adını taşıyan kitabında<br />
Anadolu’yu konu alan daha pek çok öykü vardır.<br />
Cemal Şakar’ın “Irmak” adlı öyküsü de bir taşra<br />
öyküsüdür. Aynı zamanda tasavvufi bir özü de olan<br />
bu öyküde, tasavvufun gerektirdiği “inziva mekânı”<br />
tarifine en iyi uyan taşra ve Anadolu olduğu<br />
için, olay bir Anadolu köyüne yakın ırmak kenarında<br />
geçmektedir. Öyküde arayan bir adam figürü-<br />
55 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 7.<br />
152<br />
nün ön planda olduğunu görürüz. Bu adam ırmak<br />
kenarında küçük bir kulübede yaşamaktadır. “Küçük<br />
bir kulübe”, “ırmak kenarı”, “köy ortamı” gibi<br />
kavramlar ilk planda öykünün içeriği hakkında<br />
sezdirimde bulunmaktadır. Öykünün kahramanları<br />
arasında bulunan “Yaşlı Sandalcı” ve “Attar” da<br />
söz konusu sezdirimi kuvvetlendirmektedir.<br />
Kamil Yeşil’in “Desti” adlı öyküsü de bir taşra<br />
öyküsüdür. Bu öyküde geçen olay Aydın iline bağlı<br />
Nazilli ilçesinde yaşanmıştır. Olay zamanı çok<br />
eskilere dayanır. Türkiye’de tek partinin hüküm<br />
sürdüğü yıllarda yaşanan bir olay öykülenmiştir.<br />
Tek partinin köyden seçtiği, ama köylü tarafından<br />
hiç sevilmeyen iki kişi (muhtar ve bekçi) öykünün<br />
önemli kişilerindendir. Ancak öykünün asıl baş kişisi<br />
“Destici Hoca”dır. Öyküde köylüler, bekçi, muhtar<br />
ve Destici Hoca arasında yaşanan olaylar konu<br />
edilmiştir. “Desti”deki olayların zamanını metinde<br />
geçen şu cümle sezdirmektedir: “Halk Partisi bekçi<br />
ve muhtardan sonra, hoca da mı tayin etmişti<br />
yoksa?” 56<br />
Özcan Karabulut da öykülerinde taşrayı konu<br />
olarak işlemiştir. Bu öykülerden birinin adı aynı<br />
zamanda öykü kitabına ad olarak seçilen “Belki<br />
de Kaybeden Zaman”dır. Klasik öykü kalıplarının<br />
dışında adeta bir deneme ya da ideolojik-siyasal<br />
tonu ağır basan bir gazete yazısını hatırlatan bu<br />
öyküde, 2 Temmuz <strong>19</strong>92’de yaşanan Sivas olayları<br />
ele alınmıştır. Bu olaylarda adı bir şekilde<br />
geçen hemen her gerçek kişiye temas edilen öyküde,<br />
özellikle şair İsmet Özel’e de eleştiri yöneltilmiştir.<br />
Bilindiği gibi İsmet Özel, Sivas olayları<br />
bahane edilerek özellikle dindar insanlara yapılan<br />
dozu ağır eleştiriler karşısında “Sivas semalarına<br />
Sırp uçaklarını gönderin ve orayı bombalatın” anlamında<br />
bir tepki göstermişti. O günler aynı zamanda<br />
Sırpların Bosnalıları katlettiği bir devirdir.<br />
İsmet Özel ironik bir dille, Müslüman öldürmede<br />
ustalaşan Sırpların gelip Sivaslıları da öldürmesinin<br />
faydalı olacağını söylemişti. İsmet Özel’in<br />
bu sözleri o dönemde çok konuşulmuştu. Özcan<br />
Karabulut, İsmet Özel’i bu bağlamda öyküsüne almış<br />
ve ironik bir dille ünlü şairi eleştirmiştir. Özcan<br />
Karabulut’un taşrayı konu alan bir diğer öyküsü<br />
“Otel Odalarında” adını taşır. Necip Fazıl’ın<br />
56 Yeni Öykü Antolojisi, (Haz. Taha Çağlaroğlu), Gökkuşağı<br />
Kitabevi, Ank. <strong>20</strong>00, s. 257.
meşhur “Otel Odaları” şiirini hatırlatan öyküde,<br />
anlatıcının bir şekilde kaldığı taşra şehirlerindeki<br />
otellerde yaşadığı unutulmaz hatıralar anlatılmaktadır.<br />
Öyküdeki anlatıcı taşrayı neden ve nasıl<br />
dolaştığını şu sözlerle dile getirir: “Sık sık yolculuklar<br />
yapıyordum, yolculuk artık hayat tarzım<br />
olmuştu. Sülalemin hayal bile edemeyeceği dört<br />
yıldızlı, beş yıldızlı otellerde kalıyordum, ortalama<br />
altı ayda bir öykü yazıyordum.” 57<br />
Cihan Aktaş’ın “Fırat’a Giden Ömür” adını taşıyan<br />
öyküsü de, öykünün adından da anlaşılacağı<br />
gibi taşrayı konu olarak alır. Güney Doğu<br />
Anadolu’nun adeta can damarı olan, ancak pek<br />
çok insanın ölümüne de sebep olan Fırat nehri,<br />
bu özelliği ile pek çok türküye de konu olmuştur.<br />
Cihan Aktaş öyküsünde Fırat çevresinde yaşayan<br />
insanların Fırat’la ilişkilerini ve GAP Projesi kapsamında<br />
sular altında kalan köyleri ve istimlâk<br />
edilen yerleri konu anlatır.<br />
Hangi taşra kenti olduğu belli olmayan, ancak<br />
bir köyde yaşanan olayların anlatıldığı “Büyü” adlı<br />
öykü de bir taşra öyküsüdür. Öykünün yazarı Osman<br />
Çeviksoy’dur. Bu öyküde Osman Çeviksoy,<br />
çocuğu olmayan kısır bir erkeğin köy/taşra ortamında<br />
“erkekliğinden şüphe edilmesi” sorununu<br />
işler. İrfan adlı genç adamın uzun yıllar çocuğu<br />
olmaz. İrfan, Allah’a “Allah’ım bana bir çocuk ver,<br />
sonra da al” şeklinde dua eder. Duası kabul edilir<br />
ve İrfan’ın bir çocuğu olur ve aradan fazla zaman<br />
geçmeden çocuk ölür. İrfan’ın babası Veligazi, torununu<br />
cenaze töreni ile defneder. Osman Çeviksoy,<br />
köy/taşra gerçekliğini “Adak” ve “Başlangıç”<br />
adlı öykülerinde de anlatmaya devam eder. 58<br />
Taşra ve kasaba gerçekliğini öykülerinde ağırlıklı<br />
olarak işleyen yazarlardan biri de Ethem<br />
Baran’dır. Burada yazarın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsüne<br />
kısaca değinmekte fayda görüyoruz. “Çiğ<br />
Düşmüş” adlı öyküsünde Ethem Baran, bir dede<br />
torun ilişkisini ele alır. Hatta “çocuklara ölen aile<br />
büyüklerinin adını verme” geleneği bu öyküde de<br />
karşımıza çıkar. Öyküde çok sevdiği dedesiyle bir<br />
süre birlikte yaşadıktan sonra, ondan ayrılan çocuk,<br />
daha sonra acı bir sürprizle karşılaşır. Çünkü<br />
çok sevdiği dedesi ölmüştür ve bu ölüm haberi<br />
57 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, s. 58.<br />
58 Bk. Osman Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, s. - 24.<br />
153<br />
çocuktan mümkün olduğu kadar gizlenmektedir.<br />
Çocuk dedesinin evindeki kalabalıktan şüphelenir<br />
ama, hâlâ dedesinin yaşadığına inanır gibidir.<br />
Öykü boyunca çocuk hep dedesinin hatıralarına<br />
sığınır.<br />
Taşra konulu öykü yazanlardan biri de Sevgi<br />
Soylu Koyuncu’dur. Hem akademisyen hem de<br />
sanatçı kimliklerini taşıyan Koyuncu’nun “Gelincikler<br />
Geceye Düşer” adındaki kitabında yer alan<br />
bütün öyküler taşrayı anlatır. ‘Gelincik’ konulu<br />
bir çok tablonun sahibi olan Koyuncu, bu güzel<br />
çiçeği kitabındaki öykü kişilerinin -ki bu kişiler<br />
genelde kadındır- imgesi olarak seçmiş ve ustaca<br />
işlemiştir. Aynı zamanda kitaba da ad olarak<br />
seçilen “Gelincikler Geceye Düşer” adlı öyküde<br />
gelincik çiçeğinin bir özelliği (görüntüsü) öykü kişisinin<br />
macerasını yansıtacak şekilde yer almıştır.<br />
Yazar kitabının baş tarafında gelincik çiçeğini ‘şiir<br />
dili’ne benzer bir söyleyişle şöyle tanıtmaktadır:<br />
“Adındaki inceliğe, ürkek duruşuna, kokusunu getiren<br />
dağ yellerine, söz düğünleri kurulur. Arayışın<br />
dilini, özdeyişin suretini, acının rengini yapraklarındaki<br />
sevinçte saklar. Mümkünsüzlüğün buz tutmuş<br />
ırmağında yaşar. Taşralıdır gelincik. Tezgaha<br />
inemez, papatyalar gibi demet demet satılamaz;<br />
kırlarda iç içe yaşasalar bile, solmamak için kendi<br />
yüreğine tutunmaktır yazgısı. Umudun renk kuşağında<br />
bin bir lisanla yazılan kısa masaldır.” 59 Sevgi<br />
Soylu Koyuncu’nun kitabında yedi öykü yer alıyor.<br />
Bu öykülerin hemen hepsi kadınlar üzerine kurulmuş<br />
ve yine her bir öykü taşrada geçiyor. Türk öykücülüğünde<br />
pek alışık olmadığımız Kars, Mersin,<br />
Konya, Ordu ve Samsun gibi şehirler Sevgi Soylu<br />
Koyuncu sayesinde birer öykü mekanı olmuştur ki<br />
bu, çağdaş Türk öykücülüğü açısından son derece<br />
önemli bir açılımdır.<br />
Hem <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesinde hem de sonrasında taşra<br />
konulu öyküler yazan öykücüler de vardır. Mesela<br />
Bekir Yıldız’ın “Mahşerin İnsanları” ve “Bozkır Gelini”<br />
adlı kitaplarındaki öyküler; Mustafa Kutlu’nun<br />
hemen hemen bütün öyküleri; Şevket Bulut’un<br />
bazı öyküleri; Osman Şahin’in öyküleri; Sevinç<br />
Çokum’un bazı öyküleri… Bu listeyi de daha uzatabiliriz.<br />
59 Sevgi Soylu Koyuncu, Gelincikler Geceye Düşer, Yom Yayınları,<br />
İst. <strong>20</strong>05, s. 3.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Şahıslar Kadrosu<br />
Hikâye sanatının en önemli unsurlarından<br />
olan “olay örgüsü (vaka)”, “şahıslar”, “zaman ve<br />
mekân”ın birlikteliğinden oluşur. Vakanın öznesi<br />
durumunda olan “şahıslar”, taşra konulu hikâyelerde<br />
genellikle köy veya kasabadan seçilir. Bu<br />
kişiler en azından taşrayla bir şekilde ilişkisi olan<br />
insanlardır. Hikâye sanatında bir şahıs nasıl ve<br />
hangi özellikleriyle öyküde yer alıyorsa, taşra konulu<br />
öykülerde de aynı şekilde yer alır. Yani taşra<br />
konulu öykülere has özel bir şahıs kadrosundan<br />
söz edemeyiz. Tek fark kişilerin taşralı olmalarıdır.<br />
Taşralı olmalarından dolayı da, taşra insanına<br />
özgü bir tavır sergilemeleridir.<br />
Rene Girard, insanları “tutkulu kişiler”, “kibirli<br />
kişiler” tarzında kategorilere ayırır. Tutkulu kişiler<br />
geçmişe ait kişilerdir. Kibirli kişiler ise şimdiki<br />
zamana aittir. 60 Bu bağlamda hayalperest ya da<br />
hasret çeken kişilerin de geleceğe ait oldukları<br />
söylenebilir. Köy/taşra konulu öykülerdeki pek<br />
çok kişi hayalperest ya da hasret duygusu içindedir.<br />
Rene Girard, bir taşra öyküsünü anlatan Gustave<br />
Flaubert’in “Madame Bovary” romanındaki<br />
Emma’nın hayallerini gerçekleştirecek nesnelerin<br />
taşrada olmadığını söyler. Bundan dolayı Emma<br />
çok fazla düş kurar. 61 Yani taşra konulu öykülerin<br />
şahıslarının en başat özelliği, bu kişilerin çokça<br />
hayal kurmaları ve hep bir şeylerin hasretini<br />
çekmeleridir. Adorno ise köylünün şehirle münasebetine<br />
değinir. Mesela “Köylü kente geldiğinde<br />
karşısına çıkan her şey “kapalı” der ona.” 62<br />
Karl Marks’a atfedilen “Sarayda yaşayanlarla<br />
kulübede yaşayanlar aynı şeyi düşünmezler” anlamında<br />
bir söz vardır. Bu sözü genişletip “kentte<br />
yaşayanlarla taşrada yaşayanlar aynı şeyi hissetmezler”<br />
şeklinde yorumlasak yanlış olmaz. Taşra<br />
konulu öykülerde dramları anlatılan insanlar, bir<br />
anlamda taşrada yaşadıklarının farkındadırlar. Bu<br />
fark ediş onların her bir hareketinden belli olur.<br />
Şimdi taşra konulu öykülerden buna bazı örnekler<br />
verelim: Sadık Yalsızuçanlar’ın “Tahakküm” adlı<br />
öyküsünün ilk satırlarında Karadeniz insanı şöyle<br />
anlatılır: “Minibüste, yanımda Karadenizli olduğu-<br />
60 Rene Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, (Çev.<br />
Arzu Etensel İldem), Metis Yay. İst. <strong>20</strong>0 , s. 69.<br />
6 Rene Girard, a.g.e., s. 83.<br />
62 Theodor W. Adorno, , Edebiyat Yazıları, s. 48.<br />
154<br />
nu sandığım, deniz yeşili gözleriyle arada bir beni<br />
süzen adam vardı.” 63<br />
İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda” adlı öyküsünde<br />
köylü kadınlar -Yakup Kadri’nin “Yaban” romanındakine<br />
benzer bir tarzda- şöyle anlatılır: “Bu kapıların<br />
ardında birdenbire yaşlı, şişman, dümdüz<br />
kadınlar. Böcek zehri kokan yaz odalarında yitip<br />
gitmişler. Ağrılı başlarındaki çatkıları çözemiyorlar.<br />
Çok sıkıldıklarında çeki çekiveriyorlar birbirlerinin<br />
kapı iplerini zamanlı zamansız, oturup dedikodu<br />
ediyorlar. Durmadan konuşuyorlar. Soğan<br />
ve bulaşık suyu kokan izbe mutfaklarda çabucak<br />
buruşuverdiklerini unutuyorlar böylece. Salçalarını<br />
sokağın tozuyla karıyorlar ölü kelebekler<br />
ayıklayarak tepsilerinden.” 64 “Karanfil Saksılarda”<br />
adlı öyküde ayrıca köyde kalan Şeker ile kente<br />
giden Neriman’ın mukayesesi yapılır. Mesela şehre<br />
giden Neriman saçlarını hem sarıya boyamıştır<br />
hem de kestirmiştir. Buna karşılık köyde kalan<br />
Şeker ise, iri pörtüklü ellere sahiptir. Saçları ise<br />
yaş tütün yaprağı kokar. 65 “Karanfil Saksılarda”<br />
öyküsünde aslen İstanbullu olan bir kadının köye<br />
duyduğu isyan ve öfkeyi de görürüz: “Hepiniz köylüsünüz,<br />
dedi annem. Beni aldın buralara getirdin,<br />
ben İstanbul kızıyım, burada yaşayamıyorum anlıyor<br />
musun? Yirmi yıldır yaşıyorsun ya, dedi babam.<br />
Yaşamak mı bu ha? Beni de köylü yaptın.” 66<br />
Özcan Karabulut’un “Otel Odalarında” adını taşıyan<br />
öyküsünde ise taşralı insanların, -<br />
seslerini birilerinin duyması için olmalı- öykülerinin<br />
ve maceralarının anlatılmasını istediklerini<br />
görüyoruz. Öyküde Feride adında bir kadın vardır<br />
Anlatıcının geçici bir süre sevgilisi olmuş bu kadın<br />
hakkında öyküde şu bilgi verilir: “Feride, izin<br />
ver Ankara’ya geleyim, diyordu. Bunun olanaksız<br />
olduğunu anladığında “Bari öykümü yaz” diye yineliyordu.<br />
İşte yıllar sonra bu öyküye girdin, adını<br />
yazdım…” 67<br />
Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />
taşralı yaşlı erkeklerin çok önemli bir<br />
özelliği olan “ağaç ve tabiat sevgileri”ne değinilir:<br />
“Adamlardan biri dedemin armut ağacına yaslan-<br />
63 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, Akçağ Yay.<br />
Ank. 996, s. 7.<br />
64 İnci Aral, Uykusuzlar, Can Yay. İst. <strong>20</strong>00, s. 42.<br />
65 İnci Aral, a.g.e., s. 46.<br />
66 İnci Aral, a.g.e., s. 46-47.<br />
67 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, s. 53.
mıştı. Dedem bir görse, nasıl sinirlenirdi. Kimse<br />
dokunamaz o ağaca. Gözü gibi bakıyor ona. Dedem,<br />
bir ağaçları çok seviyor, bir de kuşları…” 68<br />
Taşra konulu öykülerdeki şahıslarda dikkat çeken<br />
en önemli özelliklerden biri de şahıs adlarının<br />
taşralı olmasıdır. Daha doğrusu taşrada (bilhassa<br />
köylerde) ve bazı Anadolu kasabalarında o yöreye<br />
has isimler vardır ve yaygın olarak kullanılır.<br />
Mesela Özen Yula’nın “Su Gibi Sudan Gibi” adlı<br />
öyküsü bir taşra öyküsüdür. Öyküde kişilerin hepsinin<br />
adı taşralı isimleridir. Mesela “Tayyibe” gibi.<br />
Tayyibe’nin babası “Yoğurtçu”dur. Annesinin adı<br />
ise Hasene’dir. İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda”<br />
adlı öyküsü de bir taşra öyküsüdür. Öyküde köyün<br />
zor şartlarından kurtulup kentte rahat bir şekilde<br />
yaşama hayali kuran insanlar anlatılır. Mesela<br />
bir evde besleme olarak yaşayan “Şeker” adlı<br />
kızın şahsında köylü kızlarının dramları anlatılır.<br />
Buradaki “Şeker” adı bile taşralı bir çağrışım yapmaktadır.<br />
Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />
de bütün isimler köylü/taşralı isimleridir.<br />
Osman Hafız, Mevlüde Abla, Nuri Amca gibi…<br />
Taşra konulu hikâyelerde şahısların çoğu zaman<br />
hayattan ne beklediklerine de şahit oluruz.<br />
Bunu şöyle de söyleyebiliriz: Köy ve taşradan bahsedince,<br />
buradaki insanların hayat felsefelerinden<br />
de söz edilmelidir. Anadolu insanlarının sanata<br />
edebiyata bakışları açısından geleneksel halk anlatılarına<br />
düşkün oldukları görülür. Bazı öykü yazarları<br />
(Hüseyin Su, Özen Yula, Sadık Yalsızuçanlar<br />
mesela) halkın bu hassasiyetini dikkate almaktadırlar.<br />
Aksi takdirde halk modern hikâyeye pek<br />
ilgi göstermemektedir. Bu konuda Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar’ın anlattığı şu anekdot dikkate değerdir:<br />
“Geçen gün Battal Gazi’yi okuyan kapıcımla konuşuyordum.<br />
“Niye roman okumuyorsun?” dedim.<br />
“Roman yalan” dedi, “Bu tarih”. Benim hikâye<br />
yazdığımı biliyordu. “Sizi görüyorum, masanızın<br />
başında bir şeyler yazıyorsunuz” diye cevap verdi.<br />
“Ama benden başka türlü olanlar var” dedim.<br />
“Yine kafasından uydurmuyor mu?” dedi. O halde<br />
bizim halkçılık iddialarımız da kendi aramızda bir<br />
şey. Ne zaman halk bizi okur? Bize benzediği gün,<br />
makineye alıştığı gün, rençber amele olduğu ve<br />
kitaba kendiliğinden çıktığı zaman…” 69<br />
68 Ethem Baran, Unuttuğum Bütün Akşamlar, s. 3 .<br />
69 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İst.<br />
155<br />
Mekân-Zaman<br />
Mekân ve zaman da öykü sanatının önemli unsurlarındandır.<br />
Olayların geçtiği yer anlamındaki<br />
mekân, taşra konulu öykülerde, geniş coğrafyayı<br />
içerir. Bu bağlamda bolca şehir, köy ve tabiat<br />
manzarası ile karşılaşırız. Zaman açısından bazı<br />
taşra öykülerinde, modern zaman adlarından çok,<br />
üretim-tüketim ilişkileriyle şekillenen, ya da bölgesel-kültürel<br />
hatta dini hayatla şekillenen zaman<br />
adları kullanılır. Bu manada “hasat zamanı”, “kiraz<br />
vakti”, “ramazan ayı”, “kurbandan sonra”, “ikindi<br />
üzeri” vs. gibi zaman belirten kavramlar taşra konulu<br />
öykülerde dikkat çeker. Bunun dışında olayların<br />
gelişim sürecini ifade eden zaman unsurları<br />
diğer öykülerdeki gibi kullanılır.<br />
Mekânın, taşra konulu öykülerde daha çok manzara<br />
tasvirleriyle yer aldığını söylemiştik. Buna<br />
seçtiğimiz öykülerden şu örnekleri verebiliriz:<br />
Özen Yula’nın “Ölecek Bir Konsomatrisin Evrakı<br />
Metrukesi: Fetret” adlı öyküsünde şöyle bir bina<br />
tasviri yer alır: “Şen Pavyon eski Adana kentinin<br />
mutena semtlerinden birinde, olanca haşmetiyle,<br />
geçip giden at arabalarına bakardı. Kâgir demeye<br />
bin şahit ister, iki katlı bir binaydı.” 70 Özen Yula’nın<br />
yine aynı öyküsünde Adana şehrinin tasvirine de<br />
yer verilir: “İlk gelen adam muhteşem bir Adana<br />
gecesi boyamış duvarın sağ yanına. Boydan<br />
boya ışıl ışıl, kıpır kıpır, Seyhan nehrinin yakamozları,<br />
taş köprüye vuran gece, gecenin içinde<br />
faytonlar.” 71 Özen Yula’nın “Bir Yaz Vardı Unuttuğumuz”<br />
adlı öyküsünde de taşra kasabaları şu<br />
şekilde tasvir edilir: “Yine bu sahil kasabasındayız,<br />
o zamanlar beyaz yazlıklarının taraçaları petunya<br />
saksılarıyla dolu olan. Gece denize açılan balıkçılar,<br />
tan yerinin ağarmasıyla birlikte teknelerini kıyıya<br />
çekerlerdi. Hep “Kısmet” olurdu teknelerinin<br />
adı, bilinmez. Baygın iğde kokuları gelirdi sabah<br />
yeliyle. Kasaba gün ışığından bu kokuyla yıkanırdı.<br />
Esnafı sokaklarını süpürür, sabaha hazır ederdi<br />
kasabayı.” 72<br />
Sadık Yalsızuçanlar’ın “Tahakküm” adlı öyküsünde<br />
ise şöyle bir manzara tasviri yer alır: “Deniz<br />
ve orman bitmiyordu. Yeşilliğin arasına serpilmiş<br />
996, s. 328.<br />
70 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 3.<br />
7 Özen Yula, a.g.e., s. 4.<br />
72 Özen Yula, a.g.e., s. 39.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
küçük, bakımsız evler, sanki hiç kimsenin senelerdir<br />
buralara uğramadığı veya terkedilmiş olduğu<br />
izlenimleri veriyorlardı.” 73 Aynı öyküde şöyle bir<br />
köy tasviri de yer alır:<br />
“Anneler beslemeleri tokatladı küf kokan mutfaklarda.<br />
Karpuzlar çeşme yalaklarında üstüne ev<br />
içlerinden kordonla uzatılıp çamaşır teline asılmış<br />
cılız ampullerin ışıkları düşüyor.” 74<br />
İnci Aral’ın “Karanlığa Kumru Nakışıdır” adlı<br />
öyküsünde ise Malatya’ya giderken karşılaşılan<br />
manzaralar şöyle tasvir edilir: “Sıcak bir çorba<br />
içebilmeyi istiyorum. Bir gece otobüsüne binip<br />
Malatya’ya gidebilmeyi. Farların ışıklı konilerinde<br />
hızla yiten bir evi, bir yol kahvesini, bir meyve<br />
bahçesini, bir akarsuyu, yükselip alçalan, uzayan<br />
tepeleri görebilmeyi…” 75 Aynı öyküde şöyle bir<br />
Malatya tasviri de yer alır: “Sabah oluyor, kumrular<br />
ötüyor, toprak kokuyor hava. Kayısı ağacının<br />
arkasından güneş doğuyor. Mor salkımlı çardakta<br />
oturuyorum.” 76<br />
Cemal Şakar’ın “Irmak” adlı öyküsünde “arayan<br />
bir adam” figürü vardır. Bu adamın kulübesi ve bu<br />
kulübenin çevresi (mekân) şöyle tanıtılır: “Yıllar<br />
önceydi; sadece kitap yüküyle buraya gelen misafire,<br />
evlendikten sonra kendisinin oturmadığı,<br />
köye uzak, nehre yakın bu tek odalı kulübeyi vermişti.<br />
Misafir köyde hep yabancı olarak kalmıştı.<br />
Hiç kimseyle görüşemedi. (…) Odanın tüm duvarları<br />
kitapla kaplıydı. Bir köşede yere serilmiş bir<br />
yatak, yorgan üzerine güzelce çekilmiş…” 77 Aynı<br />
öyküde köy de şu şekilde tasvir edilmektedir:<br />
“Meydana göz attı. Cami küçüktü. Avlusunda tek<br />
bir selvi, camiyle yaşıt. Meydanı çevreleyen yedi<br />
ev. Köy, meydanı merkez alınarak konumlandırılmış.<br />
Burnuna gelen kokular ağaçlardan değilmiş.<br />
Kahveyle bitişik, ıhlamurun gölgelediği küçük bir<br />
işlik…” 78<br />
Özcan Karabulut’un “Otel Odalarında” adlı öyküsü<br />
de taşradan manzara tasvirleri içerir. Bu<br />
öykü klasik öykü kalıplarına pek uymaz. Anlatıcının<br />
kaldığı otelin balkon ya da penceresinden<br />
73 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, s. 7-8.<br />
74 İnci Aral, Uykusuzlar, s. 49.<br />
75 İnci Aral, a.g.e., s. 64.<br />
76 İnci Aral, a.g.e., s. 7 .<br />
77 Yeni Öykü Antolojisi, s. 222.<br />
78 A.g.e, s. 223.<br />
156<br />
gördüklerinin uzun uzun anlatıldığı öyküde ilginç<br />
taşra manzaraları tasvir edilir. Bu tasvirlerden<br />
biri şöyledir: “Mersin’de Otel Ramada’da yüzümü<br />
Akdeniz’e vermiş, onyedinci kattan uzaklara<br />
bakarken kendimi dingin duyumsuyordum. Kış<br />
bitmiş, yorgun gövdemi Yaşar Kemal’in sarı sıcağında<br />
buluvermiştim. Limandan bir tanker<br />
uzak sulara aldırmadan aşağıdaki bulvarda geziniyor,<br />
aşlamacılar, piyangocular, çocuklu aileler,<br />
sevgililer… bir resme yerleştirilmiş rengarenk<br />
lekeler gibi kaynaşıyordu.” 79 Aynı öyküdeki anlatıcı,<br />
Erzurum’da da bulunmuştur. Bir taşra şehri<br />
olarak Erzurum anlatıcıya neleri hatırlatır: “Cumhuriyet<br />
Caddesi, Dağ Mahallesi, Kızılay Öğrenci<br />
Yurdu, EDGD, Orhan Yavuz’un üniversite kampusünde,<br />
Mahmut Yıldırım’ın Taşmağazaları’nın hemen<br />
başında katledilmesi geliyor aklıma o Erzurum<br />
deyince. Kentin dört bir yanından yükselen<br />
ezan sesleri, ağaçlardan havalanan kargalar, karlı<br />
dağlar, Palandöken, ülkenin, dünyanın bir ucunda<br />
yapayalnız olduğumuz…” <strong>80</strong><br />
Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />
bir çocuğun ağzından taşra manzarasını tanırız.<br />
Kasabanın imamı bu çocuğu çok merak ettiği minareye<br />
çıkarır. Çocuk minareden gördüklerini şöyle<br />
anlatır: “Minareden uzaklara bakınca, dünyanın<br />
büyüklüğü başımı döndürdü, soluğum kesildi. Tepeler<br />
birbiri ardına uzayıp, mavileşip, silinip gidiyordu.<br />
Uzakta bahçeler, yeşile gömülü bağ evleri<br />
vardı. Kuşlar altımızdan uçuyordu. Evler küçücük<br />
kalmıştı aşağıda. Adamlar karınca gibiydi.” 81<br />
Taşra konulu bazı öykülerde de genel anlamda<br />
taşra tanıtılır. Buna da Özen Yula’nın “Su Gibi<br />
Sudan Gibi” adlı öyküsünü örnek verebiliriz. Bu<br />
öyküde taşra hakkında genel manada şunlar söylenir:<br />
“Taşra kenti bunaltıcıydı. Bütün küçük taşra<br />
kentleri gibi bir küçük alanı, gösterişli ancak soğuk<br />
görünümlü resmi binaları, sıradan sivil binaları,<br />
küçük parkları, insanların hafta sonları piknik<br />
yapmak amacıyla gittikleri bir mesiresi, yıpranmış<br />
yolları, insanları, gelenekleri, görenekleri, türküleri,<br />
el sanatları ve sivil, resmi bütün ölüleri içinde<br />
barındıran bir gömütlüğü olan yabancıların içini<br />
karartan bir küçük kentti orası.” 82<br />
79 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, s. 53.<br />
<strong>80</strong> Özcan Karabulut, a.g.e., s. 6 .<br />
8 Ethem Baran, Unuttuğum Bütün Akşamlar, s. 27.<br />
82 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 6 .
Hüseyin Su’nun “Giden Gün Ömürdendir” adlı<br />
öyküsünde kasaba hakkında şu ifadeler yer alır:<br />
“Bu kasabada, bu sokaklarda, bu evlerde her örtü<br />
bir yüzü, her perde bir görüntüyü, bir gizi, bir merakı;<br />
her kapı acıyı, iyi ve kötüyü, derdi ve tasayı;<br />
her yüz binlerce anlamı gizlerdi ardında. Her insan,<br />
her anlam bir giz perdesiyle güvenceye alırdı<br />
kendisini.” 83<br />
Tema/Fikrî Yapı<br />
Taşra konulu öykülerin bizce en önemli özelliği,<br />
bu öykülerde vurgulanan tematik yapıdır.<br />
Öykü yazarının ideolojik-fikri donanımından<br />
kaynaklanan tematik kaygı, taşra konulu her öyküde<br />
karşımıza çıkar. Bazı öykü yazarları ortak<br />
kaygılar da taşıyabilirler. Ortak kaygı da genellikle<br />
Türkiye’deki toplumsal değişmeye dayanır.<br />
Necati Mert, Türkiye’deki toplumsal değişimin<br />
“modernlik/milli iktisat; sanayileşme/kalkınma;<br />
küreselleşme/özelleştirme” gibi kavramlarla izlenebileceğini<br />
söyler. Bu alanlardaki gelişmeler<br />
yazara göre doğal olarak öyküye de yansımıştır.<br />
Yazar, toplumsal değişime yaklaşım konusunda<br />
öykü yazarlarının iki eğilim içinde olduklarını da<br />
söyler. Muhafazakarlar “kültür”e vurgu yaparken;<br />
ilericiler ve Batıcılar da “ekonomik durum”a dikkat<br />
çekerler. Ancak her iki grup Batı’nın evrensel<br />
değerlerini kabul etme noktasında uzlaşır. 84<br />
Edebi metinde tematik özün olması sorun değildir.<br />
Tematik özün nasıl ve hangi dille verildiği<br />
önemlidir. Öykü diliyle ve sanatın kuralları ihmal<br />
edilmeden metnin kurgusal yapısına yedirilen tematik<br />
yapı, eseri güzelleştirir. Burada taşra konulu<br />
öykülerde tematik özün olmasını olumsuz bir<br />
durum olarak nitelendirmiyoruz. Sloganik ve metin<br />
içinde sırıtan tematik unsurlar, hem amacına<br />
ulaşmaz hem de metnin kurgusal (sanat) değerini<br />
düşürür. İncelediğimiz taşra konulu öykülerde her<br />
iki tipteki tematik yapı örneklerine de rastladık.<br />
Şimdi bu konuda seçtiğimiz öykülerden bazı örnekler<br />
verelim.<br />
Özen Yula’nın “Bir Yaz Vardı Unuttuğumuz” adlı<br />
öyküsünde mekân Akdeniz bölgesinde bir sahil<br />
kasabasıdır. Yazar bu öyküsünde “çevre kirliliği”<br />
83 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 27.<br />
84 Necati Mert, “Köy, Kent ve Sanayi Öykülerinde Toplumsal<br />
Değişim”, Hece-Öykü, Kasım-Aralık <strong>20</strong>05, Sayı: 2, s. 96- 0 .<br />
157<br />
sorununa parmak basar. Eski yıllarda bir çok aşka<br />
mekân olan Akdeniz artık kirlenmiş ve bu kirli<br />
ortamda temiz aşklar kalmamıştır. Öykünün son<br />
cümlesi de şöyledir: “hem sonra, artık Akdeniz de<br />
kirlendi.” 85 Özen Yula’nın “Su Gibi Sudan Gibi” adlı<br />
öyküsünde de modernleşme eleştirileri yapılmaktadır.<br />
Bu bağlamda öykünün sonunda yer alan şu<br />
cümle çok ilginçtir: “Kent gün geçtikçe gelişiyor ve<br />
büyüyor ama, akıl yerinde sayıyor.” 86 “Su Gibi Sudan<br />
Gibi” öyküsünde ayrıca taşralı kızların dramlarına<br />
da yer verilir. “Köyden/kasabadan büyük<br />
kente kaçıp kötü yola düşme” olgusu bu öyküde<br />
de işlenmiştir: “Tayyibe ilkin evden kaçtı, pavyona<br />
düştü; sonra bileklerini kesti, hastaneye yetiştirilirken<br />
yolda öldü. Duasız gömdüler.” 87<br />
Sadık Yalsızuçanlar’ın taşra konulu öyküleri<br />
de tematik yönden zengindir. Kentten kasabaya<br />
gidenler genellikle kendi değerlerini köye ya da<br />
kasabaya benimsetme çabası içindedirler. Yalsızuçanlar,<br />
“Tahakküm” adlı öyküde bu bağlamda<br />
şu önemli cümle yer almaktadır: “Kenti anlatma;<br />
kasabayı anla” 88 Sadık Yalsızuçanlar, aynı öyküde<br />
modernleşme eleştirisi de yapar. Türkiye’de modernleşme<br />
olgusunun bir başka boyutu da halka<br />
zorla bazı değerleri kabul ettirme gayretleridir.<br />
“Tahakküm” adlı öyküde buna da değinilir. Kendi<br />
oğullarıyla zaten belirli bir çatışma yaşayan<br />
öykü kahramanı bir de devletin gadrine uğrar:<br />
“Yeni vali, eski Malatya’ya Ulucami’ye giderken<br />
kıyafetine saldırdı. Dışarıya küstü.” 89 “Tahakküm”<br />
adlı öyküde bölgesel değişime de değinilir: “Varto<br />
depreminden arta kalan insanların bir bölüğü<br />
Malatya’ya geldiler ve büyük bir kısmı fabrikalara<br />
işçi olarak girdiler. Küçük esnafın bir bölümü<br />
büyümüş, kimisi şirkete dönmüş, güçlü ortaklıklar<br />
haline gelmişti. Hekimhan ve Pötürgelilerin İstanbul,<br />
Ankara ve yurtdışından bazı şirketlere kaçakçılık<br />
işlerine girdikleri söyleniyordu. Silah, eroin,<br />
kadın.” 90 Sadık Yalsızuçanlar “Riyad” adlı öyküde<br />
de modernleşme eleştirisi yapar. Mesela Malatya<br />
yöresinde yerli dindar halkın “bereket” kavramı<br />
zamanla yerini “iktisat” kavramına bırakmıştır. Bu<br />
durum baba-oğul çatışması ekseninde ele alınır.<br />
85 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 44.<br />
86 Özen Yula, a.g.e., s. 68<br />
87 Özen Yula, a.g.e., s. 67.<br />
88 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, s. 3.<br />
89 Sadık Yalsızuçanlar, a.g.e., s. 33.<br />
90 Sadık Yalsızuçanlar, a.g.e., s. 34.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Babalarının “bereket” dediği şeye okumuş çocukları<br />
“iktisat” demektedir. 91<br />
İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda” adlı öyküsünde<br />
köy sorunlarından bir kesit görürüz. Mesela bir<br />
evde besleme olarak yaşayan “Şeker” adlı kızın<br />
şahsında köylü kızlarının dramları, bölünmüş aileler<br />
(ailenin yarısı köyde, yarısı kentte) gibi köy<br />
insanının sorunları öykü diliyle anlatılır. Yazarın<br />
“Karanlığa Kumru Nakışıdır” adlı öyküsünde ise<br />
bir taşra adeti olan, evlenecek kız ve erkeğin evlilik<br />
öncesi birlikteliklerine müsaade etmeme durumunu<br />
görürüz. Öyküde, genç kız (Gülgez) evleneceği<br />
genci (Ayhan’) evine davet eder. Fakat kızın<br />
babası Ayhan’ı kapıdan kovar. 92<br />
Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküsünün<br />
tematik özü de modernizm eleştirisine<br />
dayanır. Özellikle eleştirilen modern unsur eğitimdir.<br />
Hala’nın pratikleri ile modern eğitimin teoride<br />
kalan boyutu öyküde şu şekilde karşılaştırılır:<br />
“Öğretmenimden öğrendiklerimin hemen hepsini<br />
unuttum ama, halamla birlikte yaşadıklarım, halamın<br />
hayatı, hâlâ benim hayatıma yön veriyor.” 93<br />
Rasim Özdenören’in “Ocak” adlı öyküsünde ise,<br />
bir taşra sorunu olan “kız çocuklarına kötü muamele<br />
etme” sorunu gündeme gelir. Bu sorunun<br />
bir boyutu da kızların insan yerine konulmaması<br />
yahut erkeklerin daha fazla önemsenmesidir. Öyküde<br />
bu soruna şu cümlelerle değinilir: “Sıra çocuklara<br />
gelince babam üç çocuk diyerek sadece<br />
oğlanların adını sayınca kapı komşumuz “Üç değil,<br />
altı çocuğun var senin Bekir Efendi” diye babamı<br />
uyarmış, babam da şaşkın şaşkın: “Haa, kızlar da<br />
mı dahil?” diye bir şeyler gevelemişti. Komşu dayıya<br />
ters ters bakmasından bu işe bozulduğunu<br />
anlamıştım.” 94<br />
“Ölü Zaman Gezginleri” adını taşıyan kitabında<br />
yer alan “Yabu” adlı öyküsünde Hasan Ali Toptaş,<br />
Türkiye’nin Güneydoğu’sunda Suriye sınırında yaşayan<br />
“parçalanmış aileler” sorununu işler. Bilindiği<br />
gibi bu sorun bölge insanının kanayan yarasıdır.<br />
Çünkü ailenin bir kısmı Türkiye’de bir kısmı<br />
da Suriye’dedir. Yalnızca bayramlarda bu aileler<br />
görüşebilmektedir. “Yabu” adlı öyküde bu konu<br />
9 Sadık Yalsızuçanlar, a.g.e., s. 32.<br />
92 İnci Aral, Uykusuzlar, s. 6 .<br />
93 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 8.<br />
94 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, s. 29.<br />
158<br />
fonda yer alır. Yabu adlı öykü kahramanı da Suriye<br />
sınırında yakınlarıyla görüşmek isteyen biridir.<br />
Ancak Yabu artık yaşlanmıştır. Ayrıca Yabu’nun<br />
karısı da ölmüştür. Öykünün anlatıcısı o yıllarda<br />
Suriye sınırında askerlik yapan biridir. Yabu’nun<br />
öyküsünü Ender adlı arkadaşına aktaran anlatıcı,<br />
öykünün sonunda şunları söyler: “Bildiğim şu ki,<br />
Yabu’nun tuhaflığı o bayram sabahından sonra<br />
başlamış. İçimi çektim birden. O gün, tel örgüde<br />
nöbetçiydim ben, dedim Enver’e. Suriye’den gelenlerle<br />
Türkiye’dekilerin görüşmesi ve hediye alıp<br />
vermeleri ilk kez serbest bırakılmıştı.” 95<br />
Cihan Aktaş’ın “Fırat’a Giden Ömür” adını taşıyan<br />
öyküsünde ise bölge insanının korkusu haline<br />
gelen “Fırat’ta boğulma” sorunu işlenmiştir.<br />
Öykünün başında yer alan şu cümlelerde, sevdiği<br />
bir yakınının Fırat’a düşüp boğulması korkusunu<br />
yaşayan bir kişinin kâbusu (rüyası) anlatılmaktadır:<br />
“Ağıt sesleri yükselen suyu sesini bastırıyor.<br />
Tepeye doğru saçını başını yolarak tırmanan kadını<br />
kız kardeşine benzetiyor. Gelme, nereye geliyorsun,<br />
su yükseliyor. Yoo, bir türlü duyuramıyor<br />
sesini. Kapının menteşelerini sökmeyi bırakarak<br />
odadan çıkarken ansızın bir dalganın kız kardeşini<br />
alıp uzaklara savurduğunu görüyor. Biraz dikkatli<br />
bakınca dalganın önünde sürüklenenin kız kardeşi<br />
değil Berivan olduğunu görüyor. Bir çığlıkla elini<br />
uzattığını görür görmez tanıyor onu ve aynı anda<br />
yerinden sıçrıyor. Bir rüya bu, içindeyken bile farkındaydı;<br />
defalarca görülmüş bir rüya. Suyun alıp<br />
götürdüğü bazen kız kardeşidir bazen kızlarından<br />
biri ama çoğu kez Berivan’dır.” 96<br />
Osman Çeviksoy’un “Büyü” adlı öyküsünde, köy<br />
ortamında bir erkek kusuru olarak görülen “kısır<br />
erkek” sorunu konusunda öykü kahramanı İrfan’ın<br />
ağzından şunlar söylenir: “Az çekmedim. Aş, ekmek<br />
yiyemez, iş güç tutamaz oldum. Eve köye sığmaz<br />
oldum. Deliler gibi kendimi dağa taşa vurdum. Allah<br />
affetsin kendimi asmayı bile düşündüm. Dört<br />
yaşındaki çocuklar bile arkamdan “Hadım İrfan”<br />
diye bağırıyorlardı. Çeşmede, çamaşırhanede,<br />
köy odalarında, kahvelerde, ekmek tandırlarında,<br />
düğünde, dernekte, her yerde, her evde, herkes<br />
benim hadımlığım üzerine konuşuyordu.” 97<br />
95 Hasan Ali Toptaş, Ölü Zaman Gezginleri, Adam Yay. İst.<br />
<strong>20</strong>0 , s. 7 .<br />
96 Cihan Aktaş, Suya Düşen Dantel, s. 77.<br />
97 Osman Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, s. 09.
Kurgu/Estetik<br />
Bir metne sanatsal bir nitelik kazandıran unsurların<br />
hepsi “kurgu/estetik” kapsamına girer. Metnin<br />
kurgusu, yani malzemenin işlenişi, söz konusu<br />
malzemenin insanda haz veya heyecan uyandıracak<br />
nitelikte dille ifade edilmesi, kurmaca kavramının<br />
en önemli şartıdır. Bu, öykü sanatının değişmez<br />
kuralıdır. Burada şu soruyu sorabiliriz: “Taşra<br />
konulu öykülere özgü bir estetik var mıdır?” Estetik<br />
veya kurgu evrensel bir nitelik taşıdığı için, bu<br />
soruya “taşra estetiği” veya “taşra öykülerinin estetiği<br />
vardır” şeklinde bir cevap vermek tartışılabilir.<br />
Öykü yazarının taşralı olması, malzemesinin<br />
büyük bir kısmını taşradan alması, ortaya koyduğu<br />
öykünün “taşra estetiğini” taşıması için yeterli<br />
midir? Bu sorunun cevabı da tartışılabilir. Bu yazının<br />
baş taraflarında değindiğimiz “taşra değerleri”<br />
konusu, “taşra estetiği” olarak da anlaşılmalı<br />
mı, diye bir başka soru sorsak, böyle bir soruya da<br />
kesin cevap vermenin zorluğu ortadadır.<br />
Tartışmalı bu duruma rağmen, taşra konulu öykülerin<br />
estetiği konusunda, incelediğimiz öykü örneklerinden<br />
hareketle bazı tespitlerde bulunabiliriz.<br />
Mesela Ngugi’ye göre edebiyatta birbirine zıt<br />
iki ayrı estetikten söz edilir. Bunlardan biri “sömürü<br />
ve baskının estetiği”, diğeri ise “özgürleşmenin<br />
estetiği”dir. 98 Sömürü ve baskı “başat unsur” olan<br />
kent merkezini; özgürleşme ise “taşra”yı işaret<br />
etmektedir. Bu durumda taşra, özgürleşmenin<br />
estetiği ile izah edilebilir. Taşra konulu öykülerde<br />
ise, merkezi (kentsel) değerlere baş kaldıran yazarların<br />
başkaldırı esasına dayanan bakış açıları<br />
hakimdir. Ancak bu başkaldırı mesela Türk öykücülüğünde<br />
kendine özgü bir “öykü estetiği” geliştirecek<br />
derecede gelişmemiştir. Sadece bazı taşra<br />
değerlerini malzeme olarak kullanma şeklinde<br />
varlığını hissettirmektedir.<br />
Bu konuda seçtiğimiz öykü ve öykücülerden bazı<br />
örnekler verelim. Mesela Osman Bayraktar, taşra<br />
estetiğine örnek olarak Sezai Karakoç’u örnek verir<br />
ve ünlü şairin kasabayı konu alan hikâyelerinde<br />
“kasaba zamanı”, “kasaba insanı”, “kasaba ilişkileri”,<br />
“büyük şehir ile kasaba ortamındaki yaşantı<br />
özü ve algı farklılıkları”nın ele alındığını söyler. 99<br />
98 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür,<br />
s. 27.<br />
99 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 4, s. 503.<br />
159<br />
Özcan Karabulut’un “Belki de Kaybeden Zaman”<br />
adlı öyküsünde bilinen öykü öğeleri yer<br />
almaz. Mesela derli toplu bir olay örgüsü yoktur;<br />
derli toplu olay örgüsü olmayınca olay örgüsünün<br />
unsurları olan kişiler, zaman ve mekân gibi öğeler<br />
de bulanık kalmaktadır. Öyküde sadece anlatıcının<br />
sesini duymaktayız. Bu yönüyle deneysel bir<br />
biçim özelliği gösteren öyküde sanki, kişinin sevdiği<br />
insanların yaşadığı felaketi dile getirmekte<br />
suskun kalması durumu hissettirilmektedir. Yani<br />
anlatıcı bir türlü öyküyü anlatmaya başlayamıyor.<br />
Bu durum öykünün bir yerinde şu sözlerle<br />
dile getirilmektedir: “Belki de kaybeden zaman,<br />
beş yıl boyunca mırıldandığın bir tümceyi öyküye<br />
dönüştüremeyişini buradan anlıyorsun.” 100 Özcan<br />
Karabulut’un öyküsündeki bu kurgu farklılığı, bizi<br />
taşra estetiğine götür mü? Bu konuda açık bir fikir<br />
ortaya koymak da zordur.<br />
Özen Yula’nın “Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı<br />
Metrukesi: Fetret” adlı öyküsünde ise,<br />
Mevlana’nın meşhur “Çinli ressamlarla Anadolulu<br />
ressamlarının yarışını konu edinen öyküsüne göndermede<br />
bulunur. Öyküde, pavyonun duvarına bir<br />
resim yapılır. Bir başka ressam da karşı duvara<br />
büyük bir ayna yerleştirir. Böylece her iki ressamın<br />
marifetleri de karşılık bulur. 101 Yazarın aynı<br />
öyküsünde ayrıca bir halk türküsü olan “Odam<br />
kireçtir”e de göndermede bulunulur: “Babam kasaptı,<br />
odam kireçti, yüzüm güleçti benim.” 102 Özen<br />
Yula’nın “Su Gibi Sudan Gibi” adlı öyküsünde ise<br />
üstkurmaca tekniği kullanılmıştır. Yazarın gerek<br />
Mevlana’ya göndermede bulunması gerek halk<br />
türküsünü malzeme olarak kullanması, gerekse<br />
üstkurmaca tekniğine başvurması şüphesiz öyküsünün<br />
artı değeridir. Ancak bu artı değerlerden de<br />
“taşra öykülerinin estetiğine” gidemiyoruz. Kısaca<br />
taşra konulu öykülerde varlığı hissedilen bir “taşra<br />
öyküsü estetiği” henüz oluşmamıştır.<br />
Sonuç<br />
Türk Edebiyatında taşra ve Anadolu’yu konu<br />
alan eserler ve yazarlar genellikle “edebiyatımızın<br />
ilkleri” arasında sayılır. Yani, taşra ve Anadolu<br />
konulu edebi eserler hep dikkat çekmiştir. Bu<br />
00 Özcan Karabulut, Belki de Kaybeden Zaman, Can Yay. İst.<br />
998, s. 86.<br />
0 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 4.<br />
02 Özen Yula, a.g.e., s. 6.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
dikkat çekişte, modern Türk Edebiyatı’nın -pek çok<br />
sapmaya ve farklı yönelimlerine rağmen- “halk<br />
tarafından anlaşılma” ve “halka inme” hedefinin<br />
etkisi vardır. Tanzimat Edebiyatı, Milli Edebiyat ve<br />
Cumhuriyet Edebiyatı periyotları bu konudaki bireysel<br />
veya toplu manifestolarla doludur. Halk tarafından<br />
anlaşılma ve halka inme, Cumhuriyet’ten<br />
sonra taşra ve Anadolu’yu da bütünüyle içine alan<br />
bir siyasal projeye dönüşünce, bazı edebiyat hareketleri<br />
de ortaya çıktı. Bu konuda adı anılması<br />
gereken ilk toplu hareket “Beş Hececi Şairler”in<br />
hareketidir. <strong>19</strong>40’larda kurulan Köy Enstitüleri,<br />
bir taşra projesi olarak hayata geçirildikten sonra,<br />
bu projenin kültürel ayağı olan “Köy Edebiyatı” da<br />
devreye girdi. Köy Edebiyatı kapsamında pek çok<br />
eser ortaya kondu. Taşra ve Anadolu’nun edebiyatımıza<br />
konu olması işte böyle bir ortamda varlık<br />
kazandı. Bu alanda şiir, roman, hatıra gibi pek çok<br />
edebi türde eser yazıldı. Çokça yazılan edebi türlerden<br />
biri de hikâyedir.<br />
Taşrayı ve Anadolu’yu konu alan hikâyelerin sayısı<br />
her geçen gün arttı. Özellikle <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra<br />
gelişen Türk öykücülüğünde de bu bağlamda kayda<br />
değer artışlar oldu. Ancak taşrayı konu alan<br />
pek çok öykünün yukarıda bir fenomen olarak<br />
varlığından bahsettiğimiz “Köy Edebiyatı” ile pek<br />
bir ilgisi yoktur. 103 Bu öyküler derli toplu bir hareketin<br />
ürünü olmadıkları için, çok farklı yapılarda<br />
ve içeriklerde ortaya çıktılar.<br />
Bu yazıda <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra çok farklı yapıda ve<br />
içerikte ortaya konulan bu öyküler, seçilen bazı örnekler<br />
eşliğinde incelendi ve şu sonuçlara varıldı:<br />
-Öncelikle şunu belirtelim ki, <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra<br />
taşra konulu öykülerin sayısında bir artış oldu.<br />
Bu artışın pek çok sebebi vardır. Sadece öykü alanında<br />
değil, siyaset, kültür ve ekonomi alanında<br />
da taşra kökenli oluşumlar gözlemlendi. Mesela,<br />
yakın geçmişte belirli sınıf insanların tekelinde<br />
görülen bazı mesleklere <strong>19</strong><strong>80</strong>’lerden sonra taşra<br />
ve Anadolu’dan gelen “halk çocukları” da sahip<br />
oldu. Anadolu’dan büyük şehirlere gelen pek çok<br />
insan holdingler kurarak ekonomik hayata ortak<br />
oldular. Aynı gelişme mesela siyaset alanında da<br />
gözlemlendi. Ancak bunlar başka yazıların konu-<br />
03 Füsun Akatlı, Öykülerde Dünyalar, Boyut Kitapları, İst.<br />
998, s. 9.<br />
160<br />
sudur. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında taşra ve Anadolu konulu<br />
öykülerin artışının sebebini de bu bağlamda değerlendirmek<br />
gerekir.<br />
-Taşra konulu öyküler, genellikle taşra doğumlu<br />
yazarlar tarafından kaleme alınmaktadır. İstanbul<br />
veya başka büyük kentte doğan yazarların da<br />
yazdığı taşra konulu öyküler vardır, fakat bunlar<br />
romantik-pastoral bir nitelikte olup “uzaktan sevme”<br />
yaklaşımını içermektedirler.<br />
-Taşra konulu öykülerde anlatılan olaylar, genellikle<br />
köy, kasaba veya Anadolu’nun herhangi<br />
bir ücra yerinden seçilmiştir. Türkiye gerçeğini<br />
göz önüne aldığımızda, -<strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonraki artışa<br />
rağmen- Anadolu’nun ve taşranın bütünüyle öykümüze<br />
girmediğini görüyoruz. Yani, “taşra” olarak<br />
nitelendirebileceğimiz başta Anadolu olmak<br />
üzere bütün köy ve kasabalar henüz hikâyemize<br />
girmemiştir. Ülkemizde hemen her yörenin bir<br />
“türküsü” 104 ve “efsanesi”, kısaca folklorü olmasına<br />
rağmen, maalesef her yörenin modern anlamda<br />
bir hikâyesi, romanı ya da şiiri mevcut değildir.<br />
Bu da Yeni Türk Edebiyatında ciddi bir “temsil sorunu”<br />
olduğu anlamına gelir. Bu durumu “meclis”<br />
metaforuyla ifade edersek, şunu belirtmiş oluruz:<br />
Modern hikaye, roman ve şiir meclisimizde Anadolu<br />
ve taşra bütünüyle temsil edilmemektedir.<br />
-İncelediğimiz hikâyelere göre değerlendirecek<br />
olursak, konu ve kişilerin taşradan seçildiğini<br />
belirtmemiz gerekecek. Konu taşradan seçilince,<br />
ister istemez macerası anlatılan kişiler de taşralı<br />
olacaktır. Bu kişiler kimi öykülerde içinde yaşadıkları<br />
bölge ve iklim özellikleriyle tanıtılmıştır. Mesela<br />
öyküdeki isimlerin de genelde taşrada tercih<br />
edilen isimler olmasına dikkat edilmiştir. İsmin,<br />
kişinin sınıfsal konumunu yansıtmasına ve ismin<br />
anlamı ile öyküdeki işlevinin özdeş kılınmasına da<br />
özen gösterilmiştir.<br />
-Bazı yazarlar taşra insanlarını idealize edip yüceltirken,<br />
bazıları da bu kişileri eleştirel bir gözle<br />
ele almıştır. Yukarıda Necati Mert’in yazarları<br />
04 Yeni edebiyatımızın bu temsil sorununa Tanpınar yıllar<br />
öncesinden dikkat çeker. Ona göre Anadolu demek “türkü” demektir.<br />
Yahya Kemal nasıl ki “Bizim romanımız şarkılarımızıdır”<br />
diyorsa, Tanpınar da “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler<br />
ona mutlaka türkülerden gitmelidirler.” der. (Bk. Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh Yay. İst. 979, s. 68)
“muhafazakâr” ve “ileri-Batıcı” şeklinde kategoriye<br />
ayırdığını belirtmiştik. Bu iki tipteki yazarlar,<br />
taşra ve Anadolu’ya farklı bakmaktadır. Muhafazakâr<br />
kimlikli yazarlar Anadolu ve taşrada genellikle<br />
“kaybolan değerleri”, bu değerlerin muhafaza<br />
edicisi durumunda olan büyük anne, nine ve<br />
dede gibi kişileri arıyorlar; Batıcı (toplumcu) yazarlar<br />
ise, eski köy edebiyatı döneminden kalma<br />
bir alışkanlıkla taşra ve Anadolu’da “ağa, maraba,<br />
ezilmişlik, yoksulluk” vs. gibi sorunları aramaktadırlar.<br />
-Taşra konulu öykülerde dikkat çeken bir önemli<br />
özellik de, bol bol mekân (manzara, köy, kasaba<br />
vs. ) tasvirine yer vermeleridir.<br />
-Taşra konulu öykülerin en önemli özelliklerinden<br />
biri de, hemen hepsinde tematik kaygının hissedilmesidir.<br />
Taşra konulu hemen her öyküde herhangi<br />
bir taşra sorununu görmek mümkündür.<br />
-Taşra konulu öykülerde ağırlıklı olarak karşımıza<br />
çıkan tematik unsurlardan biri de, pek çok öyküde<br />
taşra geleneklerinin (değerlerinin) eleştirel<br />
veya yüceltici bir gözle işlenmesidir. Ancak taşra<br />
konulu öykülerde, “taşra değerleri” işlenmesine<br />
rağmen, öykülerin içerdikleri orijinal bir “taşra<br />
öyküsü estetiği” henüz oluşmamıştır.<br />
Bu yazıda Rasim Özdenören, Hüseyin Su, Hasan<br />
Ali Toptaş, Ethem Baran, Özen Yula, Osman Çeviksoy,<br />
Sadık Yalsızuçanlar, Cihan Aktaş, Özcan Karabulut<br />
ve İnci Aral gibi öykü yazarlarından örnekler<br />
aldık. İstenilirse bu örnekler daha da artırılabilir.<br />
Çünkü <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında taşra konulu öykü yazan<br />
şüphesiz başka yazarlar da vardır. Son olarak şunu<br />
belirtelim ki, <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra merkezden uzaklaşan<br />
öykücülüğümüz, merkez dışındaki alanlara<br />
kayma eğilimini günümüzde de sürdürmektedir.<br />
161<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
EDEBİYATIN TEKİNSİZ<br />
ALANI:<br />
FANTASTİĞİN <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYESİNDEKİ<br />
SERÜVENİ<br />
Özet: Gerçekle gerçeküstünün aynı kurgu içerisinde<br />
bir araya getirilmesinden doğan fantastik,<br />
temeli oldukça eskiye dayanan ve zaman zaman<br />
tekrar canlanan, zengin içeriğe sahip bir edebî<br />
türdür. Dünya edebiyatında başlangıcı Homeros’a<br />
kadar götürülen bu tür, Türk edebiyatında her<br />
çağda farklı şekiller altında varlığını devam ettirmiştir.<br />
Gerçekliğin sınırlarını zorlayan, kısmen de<br />
aşan unsurları işleyen bu tür ne yazık ki edebiyatımızda<br />
bir gelenek halkası meydana getiremez.<br />
Bunda fantastik edebiyatın bir ‘kaçış edebiyatı’<br />
şeklinde nitelendirilmesinin payı olmalıdır. Ancak<br />
fantastik, bu olumsuz değerlendirmelerin ötesinde<br />
edebiyata, kurmacaya farklı açılımlar kazandıran,<br />
olanaklar dünyasına olanaksızlıkları da<br />
ilave eden bir tür olarak kabul edilmelidir. Ben de<br />
bildirimde fantastik hikâyeyi teorik alt yapısından<br />
hareketle, çağdaş edebiyatımızda Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar ve Nazlı Eray isimleri etrafında incelemeyi<br />
amaçladım.<br />
Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, fantastik,<br />
hikâye, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazlı Eray.<br />
162<br />
Arş. Gör. Ayşe DEMİR<br />
Erciyes Üniversitesi / Kayseri<br />
Abstract: The fantastic genre emerges from<br />
gathering of the reality and surreal in the same<br />
fiction. It is a literary genre whose basis relies on<br />
very ancient times and its fertile content refreshes<br />
now and then. This genre whose origin extents<br />
as far as Homer, has kept its entity up in different<br />
forms in Turkish literature in each period.<br />
This genre processes the elements which compel<br />
and some times go beyond the limits of the reality.<br />
But unfortunatelly it doesn’t bring about a<br />
circle of tradition. Describing of the fantastic as<br />
‘an escape literature’ has a share in this stuation.<br />
However beyond these negativi assessments<br />
fantastic must be thought as a kind that brings<br />
different expansions to the fiction and adds impossibilities<br />
in to the world of possibility. In our<br />
communique we aim to start examining from<br />
the theoretic background of the fantastic story<br />
around the names of Ahmet Hamdi Tanpınar and<br />
Nazlı Eray.<br />
Key Words: Turkish literature, fantastic, story,<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazlı Eray.
Giriş<br />
Fantastik, edebiyatın, insanın hayal gücü ve gerçeklikle<br />
arasında kurduğu bağı ortaya koyan ilginç<br />
bir türüdür. Fantastikte sadece kahraman değil<br />
okur da olağanüstüyle katı gerçeklik arasında<br />
sonu belirsiz maceralara atılır. Temel olarak insanın<br />
varlığını, özellikle de ruhsal yapısını anlamaya<br />
ve anlamlandırmaya çalışan bu tür okura heyecan<br />
verici bir okuma serüveni de yaşatır.<br />
Çalışmamda bu farklı türü hikâye zemininde,<br />
kuramsal yapısından hareketle Ahmet Hamdi Tanpınar<br />
ve Nazlı Eray etrafında incelemeyi amaçladım.<br />
Kısaca değindiğim Kenan Hulusi Koray’ın<br />
hikâyelerinin ve söylenenlerin aksine Aziz Efendinin<br />
Muhayyelat’ının fantastik değilse de fantastiğe<br />
yakın türlere ait olabileceklerini tespit ettim.<br />
Hikâyelerin değerlendirilmesinde yararlandığım<br />
başlıca kaynak ise türü tanımlayan ve temalarını<br />
ortaya koyan Tzvetan Todorov’un Fantastik adlı<br />
eseridir. Çalışma boyunca kullandığım, ‘tekinsiz’,<br />
‘olağanüstü’ ve ‘izlek’ gibi terimler onun çizmiş<br />
olduğu kuramsal çerçeveye aittir.<br />
Fantastiğin Tanımı<br />
Fantastik son yıllarda, özellikle romanla birlikte<br />
tekrar edebiyat ve okur gündemine oturan, bu<br />
sebeple çok konuşulan ve aynı zamanda çokça da<br />
tartışılan bir tür olmuştur. Yapılan bu tartışmalar<br />
çoğunlukla fantastiğin tanımlanması, sınıflandırılması<br />
ve niteliklerinin ortaya konulmasıyla ilgilidir.<br />
Ancak bu görüşler ne kadar çeşitli olsa da hemen<br />
hemen hepsi, türün neredeyse ilk kuramcısı kabul<br />
edilen Todorov’un görüşleri etrafında toplanmaktadır.<br />
Onun fantastik hakkında söyledikleri öncelikle<br />
türün tanımı hakkında çelişkileri gidermeye<br />
yöneliktir. Todorov fantastiği bir ara tür olarak<br />
nitelendirmektedir. Ona göre fantastik, tekinsizle<br />
olağanüstü arasında kalan ara bölgeye yerleştirilmelidir.<br />
“Todorov’a göre, metinden okura geçen<br />
bir ikircim ya da kararsızlık deneyimidir. Anlatılan<br />
olay(lar) gerçek midir, yoksa yanılsama mı?<br />
Bu soru şöyle de ifade edilebilir: anlatılan şeyler,<br />
bildiğimiz gerçekliğin yasalarıyla açıklanabilir mi,<br />
yoksa büsbütün başka gerçeklik alanına mı aittir?<br />
Fantastik, bu soruyu cevaplandırmada düşülen<br />
kararsızlık kadar sürer. Eğer soruya kolayca birinci<br />
cevabı verebiliyorsak, okuduğumuz metin baş-<br />
163<br />
ka bir türe, Todorov’un ‘tekinsiz’ olarak adlandığı<br />
türe geçmişizdir. İkinci cevapsa bizi yine bir başka<br />
türe, ‘olağanüstü’nün alanına götürür. Fantastik,<br />
bu iki komşu türden farklılığıyla belirlenir; ikisinin<br />
arasındaki geçiş bölgesidir” 1<br />
Örneğin son dönem Türk edebiyatında fantastik<br />
türünün önemli isimlerinden kabul edilen Nazlı<br />
Eray’ın çoğu hikâyesi bu üç yakın tür arasında<br />
gidip gelen kurgulamalardır. Bazen yaşadığımız<br />
dünyanın gerçekliğiyle açıklanabilecek deneyimler,<br />
çoğu zaman da olağanüstünün sınırlarına<br />
dâhil olan kurgular, okuru bu üç tür arasında bir<br />
yolculuğa çıkarır ve bu durum sürekli olarak yinelenir.<br />
Olağanüstülük rüyaya dayandırıldığında,<br />
aslında tüm anlatılanların rüya ya da uykuyla<br />
uyanıklık arasında görülen bilinçli düşler olduğu<br />
ifade edildiğinde fantastiğin başladığı söylenebilir.<br />
Çünkü bu noktadan itibaren okur neyin gerçek<br />
neyin gerçeküstü olabileceğine ilişkin ciddi çelişkiler<br />
içerisine düşmüştür. Zaten fantastik, “(…)<br />
kendi doğal yasalarından başka yasa tanımayan<br />
bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay karşısında<br />
yaşadığı kararsızlıktır.” 2 Yaşanan olaylar da aslında<br />
kendi içerisinde belirli yasalara dayanır, her<br />
ne kadar olağandışı görülse de kendi içerisinde<br />
gerçekçi bir bütünlük taşımaktadır. İşte bu yüzden<br />
hem olayları yaşayan ya da bunlara şahit olan<br />
kahramanlar hem de okurlar kararsızlık duygusunu<br />
yoğun biçimde yaşamaktadırlar. Bu kararsızlık<br />
noktası aşıldığı andan itibaren de kurgu fantastik<br />
olmaktan çıkar. Yazar açısından bu belirsizlik anını<br />
yakalamak ve bunu sürekli kılmak önemlidir. Her<br />
an olağanüstü ya da tekinsiz diye adlandırılan iki<br />
yakın türe geçmeden fantastik bir çizgide kurguyu<br />
ilerletmek gerçekten de güçtür. Çünkü tekinsiz ve<br />
olağanüstü kapsamları daha belirgin geniş alanları<br />
karşılıyorken, fantastik bu ikisi arasında çekilmiş<br />
bir sınır çizgisi olarak tarif edilebilir. Montague<br />
Rhodes James’in tanımlaması da bu kısıtlılığı<br />
farklı bir benzetmeyle ifade etmektedir:<br />
“Doğal bir açıklamaya götürecek bir çıkış kapısı<br />
bulunması kimi zaman gerekli, ama şunu da eklemeliyim:<br />
Bu kapı öyle kullanmaya elverişli olacak<br />
kadar geniş de olmamalı.” 3<br />
Tzvetan Todorov, “Sunuş”, Fantastik, (çev. Nedret Öztokat),<br />
Metis Yayınları, İstanbul 999, s. 7.<br />
2 age., s. 3 .<br />
3 age., s. 32.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Todorov, tüm fantastik tanımlamalarının birleştiği<br />
ortak bir noktaya da sık sık işaret etmektedir:<br />
“Her seferinde ‘gerçek yaşama’ ya da ‘geçek<br />
dünya’ya ya da ‘gündeliğin değişmez yasallığına’<br />
katılan bir ‘gizem’ , ‘açıklanamaz olan’, ‘kabul<br />
edilmesi olanaksız’ bir şey vardır.” 4 Tüm bunlar<br />
ise kahramanın çevresinde gelişen onu şaşkınlık<br />
ve kararsızlık içerisinde bırakan hususlardır. Kahramanın<br />
yaşadıkları ya da gözlemlediği gizem ve<br />
imkânsız aynı zamanda onun hikâyesiyle iletişimde<br />
bulunan okuru da etkilemektedir. Kurgu bu<br />
dünyaya okuru da çeker. Ancak fantastik, kahramanın<br />
şaşkınlığı ve kararsızlığı bırakıp bu dünyanın<br />
parçası olmayı doğal kabul etmesiyle birlikte<br />
olağanüstüye dâhil olur. Aydın Ertekin ise fantastikle<br />
olağanüstü arasındaki bir farka daha şöyle<br />
işaret etmektedir:<br />
“Zamansal imler bugün, şimdidir. Doğaüstü<br />
anlatılarda ise zaman ‘evvel zaman içinde…’ ile<br />
başlar ve hiçbir şey gerçek değildir. Anlatı sonları<br />
da farklıdır; doğaüstünde prens prensesle evlenir,<br />
mutlu sona ulaşır. Fantastik anlatıda ise son çoğunlukla<br />
ürkünçtür.” 5<br />
Fantastik tanımlamalarında kuramcılar sık sık<br />
okuyucunun rolünden bahsetmektedirler. Bu türde<br />
kahramanın içerisinde bulunduğu kararsızlık<br />
hissini, gerçekle gerçeküstü arasında yaşadığı<br />
ikilemi okuyucunun da aynı şekilde hissetmesi<br />
beklenir. Okurun da tıpkı kahraman gibi bu iki zıt<br />
bölge arasındaki eşikte yani fantastikte, yazarın<br />
belirlediği süre boyunca kalması istenir. “Böylece<br />
okuyucunun kararsızlığı fantastiğin ilk koşulu”<br />
6 olmaktadır. Bu durum fantastik türünün<br />
diğer türlerden daha fazla, eserin oluşturduğu<br />
ve onun dışında kalan iletişime, etkileşime gerek<br />
duyduğunu ortaya koymaktadır. Bunu yapabilmek<br />
okuru anlatılan dünyanın içerisine katabilmeye ve<br />
kahramanla aynı deneyimi yaşama algısını/yanılsamasını<br />
onun da hissedebilmesini sağlayan<br />
aşamaların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Okur,<br />
sonuçta kahramanın macerasına uzak kalmamalı,<br />
aynı kurgunun kendi başından da geçebileceğini<br />
hissetmeli, gözlemekten çok olay örgüsünün<br />
akışına katılmalıdır. Fantastiğin etkileyiciliği ve<br />
4 age., s. 33.<br />
5 Aydın Ertekin, “Fantastik Yazın Nedir?”, Atatürk Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. , C. 9, <strong>20</strong>07, s. 37.<br />
6 Todorov, Fantastik, s. 37.<br />
164<br />
sürükleyiciliği de bir bakıma bu iletişimin sağlam<br />
kurulmasına dayanmaktadır. Eser sadece kahramanı<br />
değil okuru da aynı kararsızlık eşiğinde yeterince<br />
tutabildiği sürece sürükleyiciliğini, takip<br />
edilebilirliğini artırmaktadır.<br />
“Fantastik üç koşulun yerine gelmiş olmasını<br />
gerektirir. Metin öncelikle okuyucunun, öyküdeki<br />
kişilerin dünyasını canlı kişilerin yaşadığı bir dünya<br />
olarak görmesini ve anlatılan olaylarla ilgili<br />
olarak doğal bir açıklama ile doğaüstü bir açıklama<br />
arasında kararsızlık duymasını sağlamalıdır.<br />
Sonra, bu kararsızlık bir öykü kişisi tarafından da<br />
hissedilmelidir; böylece okuyucunun görevi bir kişiye<br />
verilmiş olur, aynı zamanda da “kararsızlık”<br />
metin boyutunda da ortaya konduğu içindir ki<br />
yapıtın izleklerinden biri haline gelir; saf bir okumada<br />
gerçek okuyucu öykü kişisiyle özdeşleşir.<br />
Son olarak, okuyucunun metin karşısında bir tavır<br />
takınması gerekir: Hem alegorik, hem de şiirsel<br />
türden yorumlamaları reddedecektir.” 7 Todorov<br />
yaptığı bu tanımlamanın ardından, saydığı ikinci<br />
maddenin türün yapılanmasında diğerleri kadar<br />
hayati işlevinin olmadığını da belirtmektedir.<br />
Ancak bu, sıradan bir okurun da farklı bir eserle,<br />
kurguyla karşı karşıya olduğunu anladığı noktadır.<br />
Yazar ‘kararsızlık’ duygusunun hem okura hem de<br />
öykü kişisine duyurmakla fantastiğin vurgusunu<br />
yapmış olmaktadır. Bu durumda sadece yazar değil<br />
okur ve kahramanlar da farklı bir alana adım<br />
attıklarını hissetmektedirler.<br />
Todorov her ne kadar bunu olmazsa olmaz bir<br />
şart olarak değerlendirmese de fantastik kurmacaların<br />
çoğunda bu vurguya rastlanır. Hikâye<br />
kahramanı, çoğu kere de onunla eşzamanlı olarak<br />
okur, kararsızlık karşısında kaldığını duyurma,<br />
vurgulama ihtiyacı hissetmektedirler. Olağanüstünün<br />
sınırları içerisine girildiğinde ise kararsızlık<br />
hâli ortadan kalkar. Çünkü kahraman da okur da<br />
sınırları belli, ikilemlerin yaşanmadığı ve kendine<br />
özgü bir gerçekliğin hüküm sürdüğü bir alana girmiş<br />
olmaktadırlar. Fantastik kurmacada gerçekle<br />
gerçeküstü arasında yaşanan belirsizlik ve şaşkınlık<br />
burada giderilmiştir.<br />
Aslında fantastiğin de karşıladığı, daha doğrusu<br />
sağlamaya çalıştığı kararsızlık, ikilemde ve eşikte<br />
7 age., s. 39.
kalma duyguları birey için oldukça rahatsız edici<br />
konumlardır. Çünkü günlük yaşamda birey maddi<br />
ve manevi varlığının güven içerisinde devamlılığı<br />
için sınırları belirlenmiş bir çerçeve dâhilinde yaşamayı<br />
ister. Onun bir alandan diğerine geçmesi<br />
sorun teşkil etmiyorken, ara bölgelerde, tam anlamıyla<br />
hiçbir yere bağlı olmayan sınırlarda yaşaması,<br />
olması gerekenin dışında bir durumdur.<br />
Eşikte yaşamak kısa bir süre için bireye kaygı verir,<br />
bu uzun bir sürece dönüştüğünde ise varlığın<br />
bütünlüğü özellikle de ruhsal yapısı tehdit altındadır.<br />
Çünkü insan tam anlamıyla bir yere ait olmaya<br />
ihtiyaç duyar. Oysa fantastik, bireyi tehdit edici<br />
olarak nitelediğimiz tüm olumsuz özellikleri taşıyan<br />
daha doğrusu bununla varlık bulan bir türdür.<br />
Ancak fantastik bu olumsuz özelliklerden olumlu<br />
bir yapı meydana çıkarır. Okur, bu türde verilen<br />
eserler karşısında, hatta kendini kahramanla özdeşleştirdiğinde<br />
bile hissetmesi gereken tedirginlikten<br />
uzaktır. Okurun hisleri daha çok merak, şaşkınlık<br />
ya da hayranlık olarak adlandırılabilir.<br />
Bunun yanında bir “(…) başka fantastik türü<br />
daha vardır, gerçek ile düşsel arasında duyulan kararsızlığa<br />
dayanır. İlk durumda olayların meydana<br />
gelmesinden değil, onları anlayıp anlamadığımızdan<br />
kuşku duyarız.” 8 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın<br />
bazı hikâyelerinde gerçekleşen fantastiğin bu<br />
türü/biçimidir. Hikâyelerde kurgu o şekilde ilerletilir<br />
ki kahraman yaşadığı şeylerin bir rüya mı yoksa<br />
gerçek mi olduğuna bir türlü karar veremez.<br />
Bu durum hikâye kahramanını daha farklı ve derin<br />
bir kararsızlığa sürüklemektedir.<br />
Türün tanımlanması çerçevesinde değinilmesi<br />
gereken bazı ara alanlardan, başka bir söyleyişle<br />
geçiş bölgelerinden de söz etmek gerekmektedir.<br />
Her ne kadar fantastik, tekinsiz ve olağanüstü<br />
birbirinden farklı, başlı başına türler olsa da aralarında<br />
geçişlerin olması kaçınılmazdır. Todorov<br />
tekinsizle fantastik arasında tekinsiz-fantastiğe,<br />
fantastikle olağanüstünün kesiştiği noktada ise<br />
fantastik-olağanüstüne yer verir. Bunlardan ikincisi<br />
“(…) fantastik gibi görünen ve olağanüstünün<br />
kabullenilmesiyle son bulan anlatı sınıfı(dır). Bunlar<br />
gerçek fantastiğe en yakın örneklerdir, çünkü<br />
fantastiğin açıklanamazı akıl çerçevesine yerleştirilemez<br />
olduğu içindir ki bize doğaüstünün varlığı-<br />
8 age., s. 42.<br />
165<br />
nı hissettirirler. Bu durumda ikisi arasındaki sınır<br />
belirsiz olacaktır; yine de bazı ayrıntıların varlığı<br />
ya da yokluğu karar vermemizi sağlayacaktır.” 9 İncelediğimiz<br />
birçok hikâye özellikle de Nazlı Eray’ın<br />
kaleme aldıkları bu türe yerleştirilebilecek niteliktedir.<br />
Bu hikâyelerdeki kahramanlar fantastikte,<br />
gerçekle gerçekdışı arasında bocaladıktan sonra<br />
hiç yadırgamadan olağanüstünün alanına geçerler.<br />
Kendi yaşadıkları gerçekliğin çok dışında olan<br />
bu dünyaya aitlermiş, baştan beri bu dünyanın<br />
üyesiymiş gibi gerçekdışının içerisinde yaşamaya<br />
başlarlar. Zaman zaman gerçeğin alanına dönen<br />
kahramanlar iki farklı gerçeklikten oluşan/meydana<br />
gelen geniş bir mekâna yayılırlar.<br />
Kenan Hulusi Koray’ın hikâyeleri ise genelde<br />
tekinsiz ve tekinsiz-fantastik olarak nitelendirilen<br />
türlere, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyeleri büyük<br />
ölçüde fantastiğe dâhil edilebilir. Aynı şekilde<br />
Muhayyelat’ın ilk hikâyesi de fantastik-olağanüstü<br />
başlığı altında incelenebilir. Burada kahramanların,<br />
yaşadıklarının rüya mı gerçek mi olduklarına<br />
bir türlü karar veremeyişleri onları bir süre fantastiğin<br />
alanında tutar.<br />
Fantastiğin Söylemi<br />
Todorov, fantastiğin söylemi başlığı altında, bu<br />
tür öykülerde anlatıcının ben diliyle konuştuğunu,<br />
bu değerlendirmenin dışında kalanlarınsa genelde<br />
fantastikten uzaklaşan eserler olduğunu belirtmektedir.<br />
Nitekim bizim incelediğimiz hikâyelerde<br />
de çoğunlukla ben anlatıcının tercih edildiği,<br />
anlatımın bu şekilde gerçekleştiği söylenebilir.<br />
Todorov, bu kullanımı ‘güven’ duygusuna dayandırmaktadır.<br />
Okurun, anlatıcıya duyduğu güven<br />
onun hikâye ettiklerine de yansımaktadır. Bir bakıma<br />
okura özgü bir yanılsamayla anlatıcının da<br />
kurmacanın bir parçası olduğu onun da roman<br />
kişisi vasfını taşıdığı göz ardı edilir. Anlatıcının<br />
aktardıklarının doğaüstüne yaklaştığı noktalarda<br />
onun güvenilir kimliği ön plana çıkarılarak okurun<br />
kararsızlık hâlini devam ettirmesi sağlanır.<br />
Todorov’a göre ikinci sebep, ben anlatıcının dâhil<br />
olduğu her kurguya sağladığı önemli bir nitelik<br />
olarak, özdeşleşmedir. Okurun zaman zaman<br />
kendisini yerine koyabileceği bu anlatıcı maceraya<br />
ortaklığı kolaylaştırmaktadır. “Bundan başka,<br />
9 age., s. 57.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
özdeşleşmeyi kolaylaştırmak için anlatıcı hemen<br />
hemen her okurun kendi yansısını bulacağı ‘normal<br />
bir insan’ olacaktır. Böylece fantastik evrene<br />
giriş en dolaysız yoldan gerçekleşir.” 10 Bu bakımdan<br />
okurun, yaşadığı özdeşleşmeyle birlikte üstlenmesi<br />
gereken görevler de belirginleşir. Sadece<br />
kahramanla özdeşleşmesi değil onun macerasına<br />
da katılması, yaşananlar karşısında onun hissettiği<br />
arada kalmışlığı, kararsızlığı duyumsaması<br />
beklenir. Herhangi bir edebiyat eseri için, bu eserin<br />
başarısını artırmak için gerekli olan bu okur<br />
tepkisi, bu türde fantastiğin anlaşılabilmesi, bu<br />
farklı dünyanın anlamlandırılabilmesi için önemlidir.<br />
Yani fantastik yazarının ana amaçlarından biri<br />
hissetmek kadar hissettirmektir de. Todorov bu<br />
noktada Freud’un nükte ile ilgili sözlerini hatırlatır<br />
ve fantastiğin de tıpkı nükte gibi anlatıldığında<br />
değil, anlaşıldığında asıl etkisini göstereceğini belirtir.<br />
Bu bakımdan fantastik türdeki eserler örneğin<br />
gerçekçi bir romandan çok daha fazla eser dışı<br />
iletişime, katkıya ihtiyaç duymaktadır. Fantastiğin<br />
tanımında da geçen algılanma sadece kahramanın<br />
gerçekleştirdiği bir eylem değil okurun da<br />
katıldığı bir sürece dönüşmekte ya da dönüşmesi<br />
beklenmektedir/umulmaktadır.<br />
Fantastiğin İzlekleri/Temaları<br />
Olay örgüsü içerisinde gelişen tuhaf olaylar bu<br />
türün/fantastiğin olmazsa olmaz koşullarından<br />
biri sayılmaktadır. Bu türde yazılmış olan eserlerde<br />
ilk aranması gereken şartlardan biri de hiç<br />
kuşkusuz kendi gerçekliğimize göre tuhaf ya da<br />
beklenmedik bulacağımız tutum, davranış veya<br />
eylemlerdir. Neyin tuhaf neyin olağan karşılandığına<br />
gelince. Todorov sıfat şeklinde tuhafı tanımlarken<br />
öncelikle bunun anlamsal bir olgu olduğunu<br />
vurgulamaktadır:<br />
“Bir olayı tuhaf diye nitelerken anlamsal bir<br />
olguyu dile getirmiş oluyoruz. Söz dizimsel ve<br />
anlamsal arasındaki ayrım, burada ele aldığımız<br />
biçimiyle şöyle açıklanabilir: bir olay, daha geniş<br />
bir figürün bir parçası olduğu, az çok yakın öğelerle<br />
bir aradalık ilişkisi kurduğu ölçüde sözdizimsel<br />
bir öge olarak tanımlanacaktır. Buna karşılık aynı<br />
olay, onu benzer ya da farklı başka ögelerle karşılaştırdığımızda,<br />
eğer bu ögelerle doğrudan bir<br />
0 age., s. 86.<br />
166<br />
ilişki kurmuyorsa anlamsal öğe olarak tanımlanabilir.<br />
Anlamsallık dizisel (paradigmatik) boyutta<br />
meydana gelir. Sözdizim ise dizimsel (sentagmatik)<br />
boyutta. Tekinsiz bir olaydan söz ederken, bu<br />
olayın kendisiyle bir arada meydana gelen olaylarla<br />
olan ilişkisine bakmayız. Zincirin uzak bir<br />
noktasında bulunan benzer ya da karşıt, başka<br />
olaylarla olan ilişkisine dikkat ederiz.” 11<br />
Todorov’a göre izlekler sadece görüntüden ibaret<br />
olan ögelerdir. Önemli olan bunların neden<br />
ortaya çıktığı, nasıl yansıtıldığı ve bağlam içerisinde<br />
ne gibi fonksiyonlar üstlendiğidir. Örneğin bir<br />
izlek olarak vampir ya da şeytan birçok fantastik<br />
öyküde yer alabilir. Ancak önemli olan bunları belirleyip<br />
sıralamak, tasnif etmek değil eserin bütünlüğü<br />
içerisindeki görünümü ve kaynağı olmalıdır.<br />
Ona göre böyle bir araştırma/değerlendirme<br />
sonucunda, daha önce yapılmış sınıflandırmalar<br />
değişebilecektir. Biz de bu değerlendirmeden<br />
hareketle, belirleyebildiğimiz temaları, mümkün<br />
olduğunca sadece görünümleriyle değil ortaya çıkış<br />
ve kullanım amaçları doğrultusunda sunmaya<br />
gayret edeceğiz.<br />
Dönüşüm-Başkalaşım İzleği<br />
Metamorfoz (dönüşüm) fantastiğin başta gelen<br />
izleklerinden biridir. İnsanın insan dışı bir varlığa<br />
dönüşmesi ya da böyle bir varlığın insan haline<br />
girmesi metamorfoz izleğinin kapsamında yer<br />
almaktadır. Fantastiği yeterince iyi çözümleyebilmek<br />
içinse bunların niçin kullanıldığını ve metin<br />
içerisinde ne gibi işlevler gördüğünü açığa çıkartmak,<br />
aynı zamanda da yorumlamak gerekmektedir.<br />
Bu dönüşümün yanında insan dışı, doğaüstü<br />
varlıklar da fantastik unsurların başında gelmektedir.<br />
Ancak bunları da “… saptamak yeterli değil,<br />
ne anlama geldiğini de sorgulamak gerekir. Kuşkusuz<br />
bu tür varlıkların bir güç hayalini simgelediği<br />
söylenebilir, ama dahası da var. Aslında genel<br />
olarak, doğaüstü varlıklar eksikliği duyulan bir<br />
nedenselliğin yerine geçmektedir. (…) Bir kişinin<br />
yazgısını mutlu kılan peri, ‘talih’, ‘rastlantı’ diye<br />
adlandırdığımız düşsel bir nedensellik’in temsilinden<br />
başka bir şey değildir.” 12<br />
Dönüşümün bir çeşidi kabul edebileceğimiz<br />
age., s. 93-94.<br />
2 age., s. 0- .
oyut değiştirme Nazlı Eray’ın Aşk Artık Burada<br />
Oturmuyor adlı kitabının bir dizi hikâyesinde devamlılık<br />
unsuru olarak belirmektedir. Bunlardan<br />
biri olan ‘Unutmayı Başlatma Düğmesi’nde ana<br />
kahraman ayrıldığı sevgilisiyle duygusal bağını<br />
hâlâ kuvvetle muhafaza etmeye çalışmaktadır.<br />
Bu sırada sevgilisi insani özelliklerini korumakla<br />
birlikte küçülür ve bir cebe sığacak hâle gelir. Kahraman<br />
da bu küçük varlıkla birlikte günlük yaşamını<br />
devam ettirmeye başlar. Oldukça olağanüstü<br />
kabul edilebilecek bu durum kahramanın çektiği<br />
derin acı sonucunda başvurduğu bir savunma<br />
mekanizması olarak da değerlendirilebilir. Gerçek<br />
kişi yanında olmadığı için onunla sohbet etmekte,<br />
onunla paylaşamadığı şeyleri ya da alışkanlıklarını<br />
bu varlıkla sürdürmektedir. Böylelikle ruh halini,<br />
iç dünyasının sağlığını korumaya çalışmaktadır.<br />
Hikâye boyunca anlatılan bu durum fantastik etkisini<br />
de sağlamaktadır. Okur olarak biz kurmacanın<br />
sonuna kadar kahramanın, ayrılık sonucu yaşadığı<br />
üzüntü nedeniyle hayal mi kurduğuna, yoksa anlatıcının<br />
bizi doğaüstüne mi dâhil ettiğine karar<br />
veremeyiz.<br />
“İki izleğin, metamorfoz ve pandeterminizmin,<br />
ortak paydasının madde ve ruh arasındaki sınırın<br />
kırılması (yani gün ışığına çıkarılması) olduğu söylenebilir.<br />
Öyleyse bu ilk bağlamda toplanan tüm<br />
izleklerin ortaya çıkış ilkesine ilişkin bir varsayım<br />
ileri sürmeye hakkımız var demektir: Ruhtan<br />
maddeye geçiş artık olanaklıdır.” 13 Bu geçişe incelediğimiz<br />
hikâyelerde sıklıkla rastlamak mümkündür.<br />
Örneğin Nazlı Eray’ın hikâyelerinde canlanan<br />
nesnelere, normal ölçülerini kaybedip birer minyatüre<br />
dönüşen şehirlere, yarasaya dönüşüp tüm<br />
şehri gezen anlatıcı kahramanlara hatta dirilip<br />
sevdiklerini ziyaret eden ölülere rastlamak mümkün<br />
olur. Tüm bu şaşırtıcı öğeler hem gerçeklikle<br />
hem de olağanüstüyle bağlantılarını muhafaza<br />
ederler ama yine de arada/sınırda ve fantastikte<br />
kalmaya devam ederler. Buna bağlı izleklerden birisi<br />
de özne ve nesne arasındaki ilişkinin kurallarının<br />
neredeyse tamamen değiştirilmesidir.<br />
Fantastiğin birçok temasını içerisinde barındıran<br />
“Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinde de<br />
metamorfoza, başkalaşıma rastlanmaktadır:<br />
3 age., s. 4.<br />
167<br />
“Şüphesiz ki onlar insanî şekilden büsbütün çıkmamışlardı.<br />
Bu baş ve onun omuz üzerinde duruşu<br />
hep aynı idi. Sade bazı kısımlar gerilemiş, bazıları<br />
ilerlemiş, alın arkaya doğru kaçarak ve burun<br />
hafif yassılaşarak hayvani şekle daha yaklaşmışlardı.<br />
Bütün bu başları taşıyan boyunlarda acayip<br />
bir kalınlaşma, kendi kendisini, görünmemiş bir<br />
şekilde hodbin ve tatmini gaye edinmiş bir idrâk<br />
vardı. Fakat değişikliklerin en şaşırtıcısı, uzviyetin<br />
belden aşağı doğru çöküşündeydi; bu bir nevi<br />
tortulanmağa benziyordu. (…) Bütün bu karanlık,<br />
değişmiş, hüviyetini kaybetmiş vücutların doymaz<br />
iştahlarıyla birbirleriyle birleşiyor, birbirlerine kenetleniyor,<br />
halkalanıyor, birbiri içinde kayboluyor,<br />
birbirinden doğuyor, elle tutulacak kadar kesif bir<br />
homurtu içinde ölüp diriliyordu.” 14<br />
Abdullah Efendiyi bu karmaşık ortamda şaşırtan<br />
ve aynı zamanda kızdıran bir başka olay ise<br />
lokantada yanan diğer kişiliğinin de vücudunu<br />
sürükleyerek bu curcunaya katılmasıdır. Tüm bu<br />
görüntülerden oluşan sahne/tablo karmaşıklığı<br />
ve çözümsüzlüğüyle adeta bilinçaltına/id’e yapılan<br />
bir gezintiye benzemektedir. Burası da tıpkı,<br />
herhangi bir şeye gönderme yaptığı düşünülmeyen,<br />
ancak her ögesi farklı bir olguyu gösteren,<br />
işaret eden bilinçaltından farksızdır. Birbiriyle ve<br />
gerçeklikle bağlantısız gibi görünen tüm unsurlar<br />
aslında varlığın geçmişinde bıraktığı ancak ondan<br />
ayrılmayan, bastırılan anıları temsil etmektedirler.<br />
Egoyu temsil eden Abdullah Efendi de adeta<br />
bu sahneyle, kendisine yakın olduğu bilinçaltıyla<br />
baş başa kalmıştır. Ancak tamamlanmamış, ayrışmış<br />
bir varlık olduğu için, fantastik bir biçim<br />
alan bu ögelerle başa çıkması imkânsız hâle gelmiştir.<br />
Burada bastırılan tüm arzular, toplum tarafından<br />
onaylanmayan düşünce ve davranışlar<br />
açığa çıkmış adeta kendi içlerinde bağlantısız bir<br />
olağanüstü oluşturmuşlardır. Bunları denetim<br />
altına alabilecek tek şey ise yanan diğer kimlik<br />
yani süper egodur. Süper egodan yoksun bir ego<br />
bilinçaltıyla mücadeleyi tek başına gerçekleştiremez.<br />
Bilinçaltına doğru yolculuğa çıkan Abdullah<br />
Efendinin bu kadar çaresiz kalması, şaşırması bu<br />
sebepledir.<br />
“Evin Sahibi” adlı hikâye diğerlerinden farklı<br />
4 Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul<br />
99 , s. 96- 97.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olarak tekinsiz fantastiğe yakındır. Buna da sebep<br />
olan şey kahramanın çocukluğunda büyük yeri<br />
olan ve hayatının diğer kısımlarımda da kendisini<br />
takip ettiğini düşündüğü yılan motifidir. Canavar<br />
ya da yaratıktan çok dönüşüm geçirmiş bir insana<br />
benzetilen bu varlık kahramanın çocukluğunun<br />
neredeyse tamamını doldurmaktadır. Yılanın bir<br />
insan gibi davranması, kahramanın annesine âşık<br />
olması, intikam hissi gütmesi ve yaşanan tüm diğer<br />
şeyler onu gerçeklikten ayırır ve masal dünyasının<br />
içerisine dâhil eder. Ancak bu öge sadece<br />
masalın getirdiği olağanüstünü değil tekinsizin<br />
yol açtığı ürpermeyi ve korkuyu da açığa çıkarır.<br />
Hikâye bu üç alan, tekinsiz, fantastik ve olağanüstü<br />
arasında gider gelir.<br />
Metamorfoz, ilginç bir yansımasını Nazlı Eray’ın<br />
“Maskeli Yarasa” adlı hikâyesinde bulur. Burada<br />
kahraman dev bir yarasaya dönüşerek şehirde<br />
sevdiklerini, dostlarını bulmak için dolaşmaya<br />
başlar. Burada, dönüşümü başlatan ana sebep,<br />
yaşamın günlük akışında kaybolan duyarlılığı elden<br />
kaçırmama ve sevdiklerine gerçekte neler<br />
hissettiğini söyleme ihtiyacıdır. Kahramanın ‘günışığında<br />
körleşeceği bu duyarlılığını’ ifade etmenin,<br />
onun peşinden gitmenin en kolay yolu ise<br />
kendini gecenin dinginliğine teslim etmektir. Gece<br />
her şey sustuğunda ve durakladığında görüntüler<br />
kaybolmakta ve asıl olan ortaya çıkmaktadır.<br />
Aynı yazarın “Av Köşkünde Bir Yemek” hikâyesinde<br />
dönüşüm temasını örneklendirebilecek<br />
farklı bir kullanım bulunmaktadır. Bir av köşkünde<br />
yemeğe çağrılan kahraman önüne getirilen yemeği<br />
gördüğünde büyük bir şok geçirir:<br />
“Tepsinin kenarında ufak top patatesler, Brüksel<br />
lahanaları, turplar, havuç dilimleri ve haşlanmış<br />
bezelye vardı.<br />
Anlatamayacağım bir dehşetle, gümüş tepsinin<br />
içinde birbirine sarılmış yatan âşıkların, sen ve<br />
ben olduğunu gördüm.<br />
Sevgiyle sarılmıştık birbirimize. İkimiz de sırtımızdan<br />
vurulmuştuk. Yara yerleri, kırmızı lahana<br />
yaprakları ile ustaca kapatılmıştı.<br />
(…)<br />
Öldürmüşlerdi bizi.<br />
168<br />
Oracıkta senin yanında yatıyordum.<br />
Avcı Bülent Bey,<br />
‘Tepedeki ağaç kümelerinin orada avladım onları,’<br />
diyordu. ‘Orman çocuğu denen bir cins yaratık<br />
bunlar. Dişisi ve erkeği. Ne değişik değil mi?<br />
Etleri çok yumuşak olur.” 15<br />
“Mösyö Hristo” 16 hikâyesinde ise aynı adlı kahraman<br />
kuşa dönüşür ve şehri gezer. Kuş olma<br />
süresinin dolduğunu anlayınca da bir yere konar<br />
ve eski hâline dönüşerek karısı Madam Marina’nın<br />
yanına, eve döner.<br />
Kararsızlık-Fantastik Vurgusu<br />
Fantastik, türün önemli bir belirtisi olarak, hem<br />
okuru hem de kurmaca kahramanını yaşananların<br />
gerçek olup olmadığına dair kararsızlığa<br />
düşürür. Kahraman ve onunla beraber okur, olağanüstü<br />
yeni bir dünyanın sınırlarında ilerlerken<br />
birden gerçeklikle sarsılırlar. Yaşananların kendi<br />
içerisinde bir gerçekliğe sahip olağanüstü olduğu<br />
düşünüldüğü anda bunların aslında birer yanılsama<br />
olabileceği açıklanır ve eserle ilgili kabuller<br />
sarsılır. “Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinde<br />
de böyle anlar, ifadeler mevcuttur. Eseri fantastik<br />
yapan da büyük oranda bu hususlardır. Hikâyenin<br />
son bölümlerinde bahsettiğimiz durumu örnekleyen<br />
ifadeler yer almaktadır:<br />
“Kendisini gittikçe iyileşir bulmanın verdiği hafiflik<br />
içinde tekrar, bütün bu olan biten şeyleri, sinirlerini<br />
geçici bir oyunu addetmeğe bile başladı.<br />
‘Evet, diyordu, evet, belli ki bunlar, içkinin ve sinir<br />
bozukluğunun verdiği bir vehimdi. Artık geçti.<br />
Şimdi herkes gibi ben de kendimi geceye, bütün<br />
etrafın içinde yüzdüğü bu sâkin uykuya emanet<br />
edebilirim!” 17<br />
Yine bu hikâyenin ilk kısımlarında rüya haline<br />
geçiş, sarhoşlukla birlikte başlamaktadır. Abdullah<br />
Efendinin çokça içmesi ve üst benliğinden,<br />
kendisini daima baskı altında tutan ikinci kişiliğinden<br />
kurtulmuş olması ve bundan duyduğu mutluluk<br />
onu sarhoşluğun neden olduğu rüyayla gerçek<br />
arasında bir konumda bırakmıştır. Fantastiğin<br />
5 Nazlı Eray, Aşk Artık Burada Oturmuyor, Can Yayınları, İstanbul<br />
994, s. 69.<br />
6 Nazlı Eray, Ah Bayım Ah, Can Yayınları, İstanbul 994, s.<br />
09- 3.<br />
7 Tanpınar, Hikâyeler, s. 93.
hem özel/dar anlamda izleksel bakımdan hem<br />
de genel anlamda atmosfer olarak ortaya çıkışı,<br />
Abdullah Efendinin gerçekle düş arasında kaldığı/<br />
kalacağı bölgeye girişiyle başlamaktadır. Anlatıcı<br />
bu durumu/bu geçişi bir soru cümlesiyle belirgin<br />
hale getirir ve bir bakıma fantastiğin vurgusunu<br />
yapar:<br />
“Bütün bunları düşünürken, birdenbire nasıl<br />
oldu da lokantada bulunan diğer müşterilere bakmağa<br />
başladı? İhtimal kendi içinde olan bu değişikliğin<br />
aksülâmelini etrafta da görmek istiyordu:<br />
İşin doğrusu, burasını sonraları kendisi de hatırlamadı;<br />
yalnız bildiği bir şey varsa, o esnada bir<br />
uykudan, tuhaf, ağır bir uykudan uyanmış gibi bir<br />
hal, bir nevi yükü üzerinden atmış olanlara mahsus<br />
bir hafiflik içinde olduğu idi. (…)<br />
Bu emniyetle sandalyesinde biraz yana doğru<br />
kayarak kadının ayaklarına doğru baktı ve işte o<br />
andan itibaren gecenin bütün füsunu kayboldu ve<br />
Abdullah Efendi, garip, hikâyesi güç bir serencama<br />
daldı.” 18<br />
Abdullah Efendi, bu noktadan itibaren kendisinin<br />
bambaşka bir insan olduğuna ve eşyayla olan<br />
ilişkisinin çok farklı bir boyut kazandığına inanmaya<br />
başlar. Aslında bu birdenbire gerçekleşmiş bir<br />
durum değildir. Değişim süreci üç sene önce başlamıştır.<br />
Üç sene öncesinden Abdullah Efendi, her<br />
şeyin, hayatının tümüyle değişeceğinin farkındadır.<br />
Bu noktada sıra dışı bir hikâye ve sıra dışı bir<br />
kahramanla karşı karşıya olduğunu anlayan okur,<br />
tam da fantastiğin tanımına uygun biçimde bir<br />
kararsızlık bölgesinde, eşikte kalmıştır. Abdullah<br />
Efendi içkinin etkisiyle hayaller görmeye başlayan<br />
sıradan bir insan mıdır yoksa gerçekten deliliğe<br />
varan ruhsal bir hastalık mı geçirmektedir? Yine<br />
buna bağlı olarak anlattıklarını içkinin yol açtığı<br />
hayallerle mi yoksa olağanüstüye mi dâhil etmek<br />
gerekecektir?<br />
Kararsızlık temasının en belirgin ve belki de en<br />
başarılı şekilde kullanıldığı ve sürdürüldüğü bir diğer<br />
hikâye “Geçmiş Zaman Elbiseleri’dir. Bu hikâye<br />
de yine tesadüflerin ve talihsizliklerin hâkim<br />
olduğu bir geceyle başlar ve yine içkinin etkisiyle<br />
varılan bir rüya hâlini alır:<br />
8 age., s. 63- 64.<br />
169<br />
“İşte tam bu esnada geçirdiğim bir kaza, rahatsız<br />
edici bir rüyaya çok benzeyen bu gecenin talihini<br />
değiştirdi.” <strong>19</strong><br />
Hikâye boyunca hem kahraman hem de okuyucu<br />
kendilerine anlatılanların hangisinin doğru<br />
olduğuna bir türlü karar veremezler. Kadın kahraman<br />
babasıyla birlikte hiç dışarı çıkmadan evde<br />
hayatını geçirdiğini ve tüm bunlara onu mutlu<br />
etmek için katlandığını anlatır. Bu kahramanın<br />
baba olarak nitelendirdiği yaşlı erkek ise yedi<br />
yıldır evli olduklarını ve karısının beş yıldan beri<br />
sinirlerinin bozuk olduğunu açıklar. Duyduğunda<br />
her ikisine birden inanan ana kahraman ise sabah<br />
uyandığında evin boşaltılmış olması ve evde<br />
bulunanların ayrılması sonucunda yine büyük bir<br />
şaşkınlık ardından da kararsızlık yaşar. Kahraman<br />
bunların arasında bocalarken bir diğer bilgiye<br />
daha ulaşır. Yaşlı bir komşu kadın tarafından söylenenler,<br />
kadın kahramanı desteklese de bu sefer<br />
babanın üvey olduğu iddiası ortaya çıkar. Ana kahramanın<br />
bundan sonraki amacı yaşadıklarını sonuçlandırmak,<br />
kararsızlığına tatmin edici cevaplar<br />
bulmaktır. Bunlarla birlikte kadın kahramana<br />
ulaşmak ve onu elde etmek de asıl amaçlardan<br />
biri sayılmalıdır. Ancak uğraşları sonuçsuz kalır ve<br />
onlar hakkında hiçbir ize rastlayamaz. Bu noktada<br />
okur ana kahramanın yaşadıklarının, duyduklarının<br />
sarhoşluğunun ve geçirdiği kazanın etkisiyle<br />
gördüğünün bir rüya olup olduğunu sorgulamaya<br />
başlar. Bunu besleyen bir husus evlerinde kaldığı<br />
genç kadının ve yaşlı erkeğin hiçbir iz bırakmadan<br />
ortadan kayboluşları diğeri ise anlatımda rüya ve<br />
masal atmosferine sık sık göndermelerde bulunulmasıdır.<br />
Aynı zamanda kahraman tüm bunları<br />
yaşarken kendini bir rüya içerisinde ve uyuşmuş<br />
olarak tanımlamaktadır. Kahraman buna bağlı<br />
olarak bir noktada gerçeklikle ilgisini kaybetmiş,<br />
olağanüstünün sınırına rahatlıkla geçmiş bulunabilir.<br />
Fakat bir süre mümkün görünen bu düşünce<br />
tarzı hikâyenin sonunda diğer kahramanların tekrar<br />
görünüp kaybolmalarıyla yerini sürekli bir kararsızlığa<br />
bırakır. Ne kahraman ne de okur aslında<br />
kim olduklarına ve neler yaşadıklarına dair kesin<br />
bir hüküm sahibi olabilir. Bu okur açısından rahatsız<br />
edici bir durum olsa da fantastiğin başarısıdır.<br />
Nazlı Eray’ın hikâyelerinde de fantastik vurgusu<br />
9 age., s. 2 8.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olarak adlandırdığımız bu geçişlere sıklıkla rastlanmaktadır.<br />
Örneğin yazarın “İzmir” hikâyesinde<br />
kahraman uçtuktan ve şehri bir süre gezdikten<br />
sonra gerçek mekâna ve yaşama döner:<br />
“Kenti boydan boya geçtim; Tunalı Hilmi Caddesini<br />
bir hamlede aşıverdim, Bakanlıkların damlarına<br />
basa basa Kızılay’a indim. Köşedeki piyango<br />
bileti satıcısının gözleri önünde bir hamle daha<br />
yapıp Kızılay’daki gökdelenin tepesine sıçradım.<br />
(…) Birden bıraktım paratoner direğini; yedi<br />
yüz metrelik bir atlayışla, kendimi yolun ortasındaki<br />
yaya geçidinin demir tırabzanının üstünde<br />
buldum.” <strong>20</strong><br />
Kahramanın yaşadıklarının gerçeklik sınırlarının<br />
içerisinde değerlendirilmesi elbette ki mümkün<br />
değildir. Ancak bunun varlığın kendisi tarafından<br />
mı yaşandığı yoksa kahramanın düşüncelerinin mi<br />
bu gezintiyi yaptığı kestirilememektedir. Fakat bu<br />
fantastik öğelerin ortaya çıkış sebebi kahramanın<br />
iç dünyasıyla, buradaki duygusal dalgalanmalarla<br />
bağlantılıdır. Kahramanın sevgilisi İzmir’e gitmiştir,<br />
Ankara’da kalan kahraman ise bu şehre<br />
sığamamaktadır. İster olağanüstü olarak kendi<br />
gerçekliği içinde isterse bir hayal olarak nitelendirilsin<br />
bu aşma isteğinde elde olmayana duyulan<br />
özlemin ve onu geri getirme arzusunun rolü büyüktür.<br />
Nitekim bu hikâye içerisinde anlatılan diğer<br />
öyküler de fantastik ögeler taşır ve kaynağını<br />
aynı gözlem duygusundan alırlar. Çekmecesinde<br />
eski bir İzmir ve bir kadın saklayan erkek kahraman<br />
geride bıraktığı bu iki unsura derin bir özlem<br />
ve bağlılık duymaktadır.<br />
Muhayyelat içerisindeki anlatılar ise fantastiğin<br />
belirtisi olan kararsızlık anında çok az kalırlar. Bu<br />
kısa anlardan biri de Kamercân’la Gülruh’un hikâyesiyle<br />
başlayan ilk hayalde yer almaktadır:<br />
“Kamercân, sabah uyanıp da o gece yatağında<br />
olan kızı bulamayınca çok sıkıldı; acaba rüya mıydı?<br />
Derken parmağında olan yüzüğü görüp vakanın<br />
gerçekliğin anladı.” 21<br />
Fantastiğin vurgusu, başladığını hissettiren<br />
ifade Kamercân’ın bir an için kendisine sorduğu,<br />
<strong>20</strong> Nazlı Eray, Yoldan Geçen Öyküler, Can Yayınları, İstanbul<br />
993, s. 7.<br />
2 Aziz Efendi, Muhayyelat-ı Aziz Efendi, (sadeleştiren: Ahmet<br />
Kabaklı), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 990, s. 6.<br />
170<br />
‘Acaba rüya mıydı?’ sorusudur. Ancak kahraman<br />
bu eşiği çabuk atlamış ve hemen ardından yaşananların<br />
gerçekliğine inanarak olağanüstüne adım<br />
atmıştır. Hayalin bundan sonraki kısmında ise olağanüstü<br />
kendi gerçekliği içerisinde süre gider.<br />
Tuhaf Olaylar<br />
“Abdullah Efendi’nin Rüyaları” adlı hikâye okuyucuyu<br />
adından başlayarak bir ikileme daha doğrusu<br />
kararsızlığa sürükler. Anlatıcının Abdullah<br />
Efendinin yaşadıklarıyla ilgili anlattıkları zaman<br />
zaman olağanüstünün sınırına dayansa da hem<br />
hikâyenin akışında yer alan birtakım ifadeler hem<br />
de hikâyenin ismi aslında her şeyin rüyadan ya da<br />
delirmenin eşiğindeki tuhaf bir adamın hayallerinden<br />
ibaret olduğunu düşündürmektedir. Hikâye<br />
içerisinde Abdullah Efendinin oturduğu lokantada<br />
yaşadığı garip olaylar okuru da kahramanı da olağanüstünün<br />
sınırına kadar getirir:<br />
“Erkek bir müddet konuştuktan sonra birdenbire<br />
başını ileriye doğru uzatarak etrafa acele bir<br />
bakışla bakmış, sonra genç kadının elini tutarak<br />
yavaşça ağzına götürmek istemişti. (…) Kadın dişlerinin<br />
güzelliğini gösteren ve dudaklarının genişleyen<br />
çizgileriyle âdeta yüzün alt kısmını alan bir<br />
tebessümle gülmekte devam ediyordu, yüzü bir<br />
büyü ile değişmiş gibiydi (….) Fakat eli tam delikanlının<br />
ağzına değeceği anda ve bir lahzada,<br />
evvelâ bu tebessüm, sonra bu çehre silindi, siyah<br />
mantonun, kırmızı bluzun ve tüllü şapkanın çerçevelediği<br />
baş ortadan kayboldu. Hepsinin yerine<br />
bir uçurumdan daha korkunç bir boşluk, sarı muşamba<br />
renginde küçük bir boşluk peydahlandı ve<br />
delikanlının ağzına götürdüğü elin yerinde sadece<br />
bir yen kaldı. Bu kelime ile, deminden beri güzelliğine,<br />
zarifliğine, hayat iştahına hayran olduğu<br />
genç kadın ortadan kaybolmuş, yerinde bir yığın<br />
elbise, sadece bir yığın eşya kalmıştı.” 22<br />
Bu olağanüstü durum, yok oluş ne Abdullah<br />
Efendi’yi ne de diğer erkek kahramanı şaşırtır.<br />
Kadının karşısındaki erkek bu duruma çoktan<br />
alışmış gibidir. Abdullah Efendiyse zaten uzun<br />
süredir normal olmayan gelişmelere tuhaf vakaları<br />
kanıksamıştır. Onun yaşananlar karşısında<br />
duyduğu şaşkınlığın uzun süreli olmayışı, bunları<br />
kısa bir süre sonra kanıksaması ve daha önce ya-<br />
22 Tanpınar, Hikâyeler, s. 70.
şadıklarıyla örtüşmesi bir an okur zihninde ‘Acaba<br />
saf olağanüstüye geçiş mi yapılıyor?’ sorusunu<br />
oluşturur. Ancak anlatıcının bu vaka halkası için<br />
yaptığı yorum fantastiğin çerçevesinden çıkılmadığını<br />
hatırlatır. Anlatıcı, “Şüphesiz ki hakikatte bu<br />
gördüklerinin hiçbirisi vâki değildi; bütün bunları<br />
can sıkıntısından kendisi icat etmişti”, derken<br />
kurgunun da farklı bir türe dâhil olmasını engellemektedir.<br />
Aslında hikâyenin başlangıcında yer<br />
alan bu halkalar asıl anlatılacak olana ön hazırlık<br />
niteliğindeki yoklamalardır. Okur çoğu zaman kararsızlık<br />
içerisinde bırakılarak kimi zaman da bunlara<br />
cevap verilerek fantastik dünyanın yapısına<br />
alıştırılır.<br />
Nesnenin Özneleşmesi<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, fantastik türüne<br />
dâhil edebileceğimiz hikâyelerinde de, bir izlek<br />
olarak maddenin, eşyanın üstünde sıklıkla durur.<br />
Bu tutum, fantastik tür için oldukça önemli bir<br />
kategoridir. Eşyada ruh görme eğilimi, nesnenin<br />
kahramanların hayatında yayıldıkları alan bir süre<br />
sonra onları nesneyi özne hâline dönüştürmeye<br />
kadar sürükleyecektir. Burada kesin bir metamorfozdan/dönüşümden<br />
söz edilemez ancak her iki<br />
form (madde-ruh) arasındaki geçirgenlik oldukça<br />
açıktır. Tanpınar’ın kahramanlarına bu bakımdan<br />
her iki dünyanın kapıları da, sıradan bir insana<br />
göre daha rahat açılmaktadır. Bu durum hem<br />
kahramanları hem de genel anlamda kurguyu<br />
fantastiğe bir adım daha yaklaştırır:<br />
“Evet, isteseydi şu yanı başında duran çiçek saksısı<br />
ile dost olabilir ve üstünde oturduğu iskemle<br />
ile uzun uzun konuşabilirdi. Bütün etrafıyla kendi<br />
arasında imkânsız denilebilecek derecede kuvvetli<br />
bir münasebet teşekkül etmişti. Sanki ara yerden<br />
bir yığın perde, mânia kalkmıştı.” 23<br />
“Abdullah Efendinin Rüyaları” adlı bu hikâyede<br />
ana kahraman sürekli olarak nesneleri özneleştirme<br />
eğilimindedir. Her şeyde bir hayatiyet, ruh<br />
ve geçmişi görmesi eşyayı sık sık özne boyutuna<br />
çıkartır:<br />
“Ne tuhaf geceydi bu; bir büyü, bir masal içinde<br />
başlamıştı. Şimdi bu yırtık çarşaflı kirli yatağın yarısından<br />
fazlasını kapladığı küçük ve mezar kadar<br />
23 age., s. 74.<br />
171<br />
dar odada bitiyordu. Bir kenarına ilişmek arzusuyla<br />
bu yatağa yaklaştı. Ömründe bu kadar kirli, sefil<br />
ve harap bir yatak görmemişti. O kadar eski ve<br />
sefildi ki, âdeta bu sefalet onu canlı ve biçare bir<br />
mahlûk yapıyor, ona bir nevi beşeri talih veriyordu.”<br />
24<br />
Nesnenin özneleşmesi teması, Nazlı Eray’ın<br />
“Çevre Sokağı” adlı hikâyesinde iki hayvanın, horozla<br />
tavuğun hikâye kahramanı olmasında belirmektedir:<br />
“Arkadaşım horoz, karısı tavuk ve ben, Çevre<br />
Sokağının yanında dik yamaca tırmanıyoruz. Ağaç<br />
dikme bayramı varmış, yamacın tepesinde. Oraya<br />
gidiyoruz. Horoz bir dut fidanı dikecek, dediğine<br />
göre mor dutmuş. Çok az bulunur. Ben bir erik fidanı<br />
dikeceğim. Tavuk da incir ağacından bir dal<br />
koparmış.” 25<br />
Ayna<br />
“Abdullah Efendinin Rüyaları”nda, önemli bir<br />
vurgu olarak kişilik bölünmesi de yer almaktadır.<br />
Abdullah Efendi sık sık kendisinin gündelik ve<br />
olağanüstü hayatlar için ayrı bir kimliği olduğunu<br />
hisseder. Bu okuyucuya bazen kahramanın kendisi<br />
bazen de anlatıcı tarafından aktarılır. Bu durum<br />
hikâyedeki, geçişleri, geçişliliği de açıklar niteliktedir.<br />
Olay örgüsü de tıpkı kahraman gibi olağan<br />
ve olağanüstü arasında gidip gelmektedir. Kuramcılar<br />
tarafından fantastiğin önemli bir teması<br />
şeklinde değerlendirilen bu bölünmenin sözünü<br />
ettiğimiz hikâyedeki yansımasını açığa çıkartan<br />
ifadelerden biri de şudur:<br />
“Ve bu derinlik sanki karşı karşıya konmuş iki<br />
ayna gibi bakışlarının takıldığı her şeyi sonsuzluk<br />
içinde çoğaltıyordu. Şüphesiz bu hususiyet yüzünden<br />
olacak, şimdi bizzat kendisini üç adım önünde<br />
görüyor ve her an tekrarladığı müteaddit hareketlerle<br />
ikizleşen hüviyetlerinden hangisinin asıl<br />
hakikisi olduğunu anlatmağa çalışıyordu.” 26<br />
Ayna unsuru fantastik türünde, gerçekliğin<br />
değişimine, bulanıklaştırılmasına, bir anlamda<br />
da ikinci bir gerçeklik oluşturulmasına işaret etmektedir.<br />
Aynanın ve aynadaki görüntünün insanı<br />
24 age., s. 77.<br />
25 Eray, Ah Bayım Ah, s. 99.<br />
26 age., s. 74.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olağandan kopardığı, farklı bir dünyanın kapılarına<br />
getirdiği de söylenebilir. Çünkü yansıma gerçekliğin<br />
ta kendisi değildir. Orada madde değil<br />
görüntü vardır. Görüntünün somut olmayışı onu<br />
maddeden çok ruha yaklaştırır. Bu durum ‘dolaylı<br />
vizyon’ hakkındaki yorumları da beraberinde getirir.<br />
“Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinde<br />
aynayla birlikte fantastiğin bir diğer teması olan<br />
kişilik bölünmesinin, bir benzerin, ikizin ortaya çıkışının<br />
da görülmesi oldukça kayda değer bir durumdur.<br />
Böylelikle hem birbiriyle bağlantılı iki öge<br />
aynı sahne içerisinde yer almış hem de aynanın<br />
olağanüstüne geçiş kapılarından biri olduğu doğrulanmış<br />
olmaktadır.<br />
Ayna izleği bu hikâyede bir kez de Abdullah<br />
Efendinin hafızasına, geçmişine yaptığı yolculukla<br />
ortaya çıkar. Ancak aynanın buradaki işlevi farklıdır.<br />
Burada nesne görüşü bozmaz bilakis doğruyu,<br />
asıl olanı yansıtır. Bunun sebebi de yansıtmakta<br />
olduğu şeylerin aslının bozuk, yanlış olmasıdır.<br />
Bozulmuş öge aynaya yansıdığında doğru görüntü<br />
olarak karşımıza çıkar. Nitekim bu durum, yani<br />
yansıyacak olanın bozukluğu anlatıcı tarafından<br />
vurgulanmaktadır:<br />
“Ne garip odalardı bunlar… Hepsinin duvarlarında<br />
o içeriye ayak atar atmaz cilâlanmış gümüş<br />
parıltısı birdenbire sanki bir beddua veya bir tılsımla<br />
bulanan büyük, geniş aynalar vardı. Birtakım<br />
insanlar, ömrünün macerasında oynadıkları<br />
rolün hakiki yüzüyle bu aynalarda görünüyorlar,<br />
sonra tekrar kayboluyorlardı. (…) fakat bu acayip<br />
gecede, bu ıssız evde o kadar mutlak bir boşluktan<br />
sonra, zembereği kırılmış bir eski saat gibi, bu<br />
aynaların birdenbire bu kadar çıplak ve zalim hakikati<br />
birbiri ardınca ortaya atmasına tahammül<br />
edemiyordu.” 27<br />
İkizleşme-İkizin Ortaya Çıkışı<br />
İkizleşme, ikizin ortaya çıkış teması “Abdullah<br />
Efendinin Rüyaları” adlı hikâyede neredeyse tüm<br />
metin boyunca yer alan önemli bir unsurdur. Bu<br />
durum, eseri fantastik türe dâhil etmemizi sağlayan<br />
bir ipucudur. Bu doğrultuda hikâye anlatıcısı<br />
ikizin ortaya çıkışını sezdirdikten sonra en belirgin<br />
hâlini ilk şu satırlarla çizmektedir:<br />
27 age., s. <strong>20</strong>3-<strong>20</strong>4.<br />
172<br />
“Abdullah Efendi kapıdan çıkmadan evvel oturduğu<br />
sandalyeye baktı; kendisine çok benzeyen<br />
bir gölgenin orada uyuduğunu gördü, tecrübesinde<br />
muvaffak olmuştu, yavaşça bir parmağını dudağına<br />
götürerek şaşıran garsona: “Aman uyandırmayın,<br />
sonra gelir alırım…” dedi.” 28<br />
Olağanüstüyü esere getiren bu ilginç kullanım<br />
görünüş bakımından hikâyeyi daha farklı bir duruma<br />
getirir, yüzeysel anlamda hikâyeye çok şey<br />
katan, onu çarpıcı bir hâle getiren bu bölümün asıl<br />
incelenmesi gereken kısmı onun derin yapısıdır.<br />
İkizleşmenin nasıl göründüğünden fazla niçin kullanıldığı<br />
sorulması gereken soruların ilkidir. Burada<br />
kendine, bilinçli olarak, kendi iradesiyle bir<br />
ikiz oluşturan, “… emin ve sabırlı bir çalışma ile<br />
kendini, daima üç adım ötesinde görmekte devam<br />
ettiği hayaline (…), tıpkı bir evden başka bir eve<br />
eşya ve itiyatlarımızı nakleder gibi…” 29 nakleden<br />
kahramanın bu eylemlerinde açıklanması gereken<br />
birçok husus bulunmaktadır. Ve tüm bunlar görünenden<br />
çok görünmeyenle, maddeden çok ruhla,<br />
iç dünyayla alakalıdır. Abdullah Efendi, hikâyede iç<br />
dünyasıyla dış gerçeklik arasında sürekli bir çatışma<br />
hâlinde ancak tüm bunlardan yorgun düşmüş<br />
bir insan olarak resmedilir. O, sıradan bir insan<br />
olmak, diğer insanların yaşadığı amaçsız, düşüncenin<br />
fazla yerinin olmadığı hayatı yaşamak ister.<br />
Kendisi farklıdır ancak bu durum diğerleri tarafından<br />
tuhaflık olarak görülmektedir. Hayata tutunamamak,<br />
olanın, cereyan edenin dışında kendi<br />
gerçekliği içinde yaşamak günlük hayatta ona acı<br />
çektirmektedir. Ancak çok istemesine rağmen hep<br />
istediği yaşamın çevresinde dolanıp durur, bir türlü<br />
onun parçası olamaz. Olmaya çalıştığında diğer<br />
insanlar tarafından kısmi bir kabul görür ama bu<br />
sefer de kendi bütünlüğünden taviz verdiği için<br />
hareketlerinden iğrenir. Yani Abdullah Efendi ya<br />
insanlar tarafından suçlanarak ya da kendisini<br />
suçlayarak sürekli bir ikilemde yaşar. Her iki durumda<br />
da zarar gören onun benliği, ruhu, iç dünyasıdır.<br />
Yine bu durumu yoğun şekilde hissettiği<br />
hikâyenin de anlatımını esas aldığı bir gece, bu<br />
duruma geçici bir çözüm bulur. Önünde belirmeye<br />
başlayan ikizine her şeyini nakleder ve hayatı en<br />
azından anı ikizleşmiş ya da daha doğrusu ikiye<br />
28 age., s. 76.<br />
29 age., s. 75.
ölünmüş varlıkla devam ettirmeye karar verir.<br />
Hayaline, gölgesine aktaramadığı tek şey düşüncesidir.<br />
Zaten kendini içkiye ve tenin zevklerine<br />
bırakmaya karar verdiği için buna pek de gerek<br />
yoktur. Burada yaşanan fantastik ayrışma aslında<br />
psikolojide ego ve süper ego olarak tanımlanan,<br />
alt ve onu kontrol altında tutan üst benliğin ayrımına<br />
işaret etmektedir. Abdullah Efendi sadece<br />
dış dünyayla değil iç dünyasında da çatışmalar<br />
yaşar. Kendi prensipleriyle ve düşünce yapısıyla<br />
beslediği süper egosu da egoyla karşı karşıya<br />
gelir. Aslında onun dış dünyayla uyuşamamasının<br />
temel sebebi de buna dayanmaktadır. Sonuç olarak<br />
ikizine, bilerek veya bilmeyerek süper egodan<br />
yani düşünüş ve kontrol sisteminden başka her<br />
şeyi yükler. Temeli iç dünyaya, insan psikolojisine<br />
dayanan bu durum ise hikâyede fantastik bir<br />
çerçeve örgü içerisinde sunulur. Ancak sonrasında<br />
asıl benliği, varlığı olmadan yaşayamayacağını ve<br />
sadece maddenin tek başına yeterli olamayacağını<br />
anlayan Abdullah Efendi asıl kimliğini bıraktığı<br />
yerden almaya gider. Fakat lokanta yanmış ve<br />
asıl kimliği yangında hayatını kaybetmiştir. Önce<br />
büyük üzüntü yaşayan ve ardından bu duruma<br />
alışmaya çalışan Abdullah Efendi kendi cenazesine<br />
katılmaya ve hatta orada bir nutuk söylemeye<br />
karar verir. Oluşturduğu bu nutkun içerisindeki bir<br />
ifade, hikâyenin etrafında döndüğü merkez noktayı<br />
tam anlamıyla ifade etmektedir:<br />
“Doğrusu istenirse o küçük bir talihti, fakat bu<br />
küçük talih büyük bir ruha eklenmişti… Bilmem ki<br />
böyle bir tezadın ürpertmeyeceği bir düşünce var<br />
mıdır?” 30<br />
Hikâyedeki çatışmanın oldukça güçlü olması ve<br />
fantastik boyutlara ulaşması işte bu tezadın büyüklüğüne<br />
dayanmaktadır. Belirli sınırların, insan<br />
vücudunun kısıtlılığına yerleşmiş ve onu aşamayan<br />
derin bir ruh ve bu ruhla baş edemeyen, sıradan<br />
talihini yaşamak isteyen bir varlık birbirine<br />
karşıtlığı, tezadı meydana getirir. Yazarın bu geniş<br />
boyutlu durumu, belirli bir gerçekliğe dayanan<br />
kurgusallığın çok ötesinde ifade etmesi gerekir.<br />
Fantastik ise gerek izlekleri gerek birçok açılıma<br />
olanak veren sembolleriyle bu çok katmanlı çatışmayı<br />
yansıtabilmek için uygun bir türdür.<br />
30 age., s. 90.<br />
173<br />
İkizleşme, varlığın ikiye bölünmesi “Geçmiş<br />
Zaman Elbiseleri”nde bir rüya içerisinde ortaya<br />
çıkmaktadır. Burada kahraman, geçirdiği kazadan<br />
sonra bulunduğu evde karmaşık simgelerle dolu<br />
bir rüya görür. Bu rüyadaki görüntüler ve sahneler<br />
Abdullah Efendinin bilincine doğru yaptığı yolculukta<br />
karşılaştıklarını hatırlatmaktadır. Burası<br />
da tüm karışıklığı ve kopukluğuyla bilinçaltının<br />
tasvirine oldukça benzemektedir. Ancak bunlar<br />
kahramanın yakın zamanda yaşadıklarına göndermeler<br />
içeren bir rüyayı daha fazla andırır. Ama<br />
bu görüntülerin ardından gelen bir diğer sahne bilinçaltını<br />
ve bilinç düzeyini, fantastiğin izlekleriyle<br />
ortaya koyan önemli bir parçadır:<br />
“Sonra birdenbire bütün bunlar kayboluyor,<br />
kendimi tek başıma bir bahçede buluyordum.<br />
Ayaklarımın altında bir sarnıç kapağı vardı, ve ben<br />
kapağın hem üstünde ve hem altında olduğumu<br />
biliyordum. Evet, sarnıçta mahpustum ve aynı zamanda,<br />
sarnıcın üstünde bekliyordum. Fakat hakikaten<br />
sarnıcın üstündeki ben miydim? 31<br />
Bilinç ögelerinin bu şekilde kişileştirilmesi ve<br />
varlığın kendisiyle ifade edilmesi ikizleşme temasının<br />
büründüğü sıra dışı ve ilginç bir görünümdür.<br />
Yazar böylelikle hem fantastiği üretmiş hem<br />
de bu türün ögelerini, izleklerini kullanarak insan<br />
psikolojisine, görünmeyene yolculuk yapmıştır.<br />
Aynı zamanda bu fantastiğin derin boyutlar kazanmasını<br />
da sağlamaktadır.<br />
İkizin ortaya çıkışı, ikizleşme teması kısmen fantastik<br />
sayabileceğimiz Muhayyelat’ın ilk hayalinde<br />
karşımıza çıkar. Bu hikâyenin kahramanları olan<br />
Kamercân ve Gülruh birbirlerine ikiz kadar benzemektedir.<br />
Böylece her ikisinin de güzellik olarak<br />
birbirlerinden aşağı olmadığı vurgulanmış olmaktadır.<br />
Bu durum hayalin ilerleyen bölümlerinde<br />
kaybolan Kamercân’ın yerine Gülruh’un almasına<br />
da zemin hazırlayacaktır.<br />
“Görünüş ve çehrece Kamercân’a çok benzeyen<br />
Gülruh, bundan istifade etti. Şehzâdenin esvaplarını<br />
giyerek azametle dışarı çıkıp(…) 32<br />
Ancak bu ikiz motifi sadece fantastiğin değil<br />
aynı zamanda masalların da önemli öğelerinden<br />
3 age., s. 2<strong>20</strong>.<br />
32 Muhayyelat, s. 6.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
biridir ve burada daha çok masal kurgusu içerisindeki<br />
işleviyle ortaya çıkmaktadır.<br />
İdeal Aşk<br />
İdeal aşk teması “Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı<br />
hikâyenin hemen tümüne yayılmış ve aynı zamanda<br />
entrikayı sürükleyecek biçiminde kullanılmıştır.<br />
Kahramanın bir masal atmosferi içerisinde karşılaştığı<br />
kadının, “ (…) hayallerine ve geçmiş zaman<br />
elbiselerine kapalı yaşayan bu kadının gerçekle ve<br />
dış âlemle ilgisi yoktur.” 33 Günlük yaşamla ilgisi<br />
olmadığı gibi sıradan bir hayat da sürmez. Yazar<br />
onunla birlikte masala bir giriş yapar. Zaten ideal/idealleştirilmiş<br />
aşk sıradan bir atmosferde yaşanamaz.<br />
Zaten hatırlanacağı gibi masallar ideal<br />
aşkların anlatılarıdır. Bu anlatılarda birbirlerine<br />
türlü engellerin, çatışmaların sonucunda ulaşan<br />
âşıklar sonsuza dek mutlu yaşarlar. Bu bakımdan<br />
“Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı hikâyeyi bu önemli<br />
vaka halkasını yarım kalmış bir masal, sonuca<br />
ulaşamamış ideal aşk olarak tanımlamak mümkündür.<br />
Ana kahramanın tesadüflerin sonucunda<br />
ve bir rüya hali içerisinde karşılaştığı mekân masal<br />
uzamlarını çağrıştırırken genç kadın da masal<br />
kahramanlarına benzemektedir. Zaten hikâyede<br />
buna da vurgu yapılmaktadır:<br />
“Bunlar bana o kadar garip, olmayacak şeyler<br />
gibi geliyor ki… Bu evde, bütün eski şeyler içinde,<br />
bu eski zaman elbiseleriyle kendimi o kadar başka<br />
bir dünyanın adamı, o kadar yaşadığım zamandan<br />
ayrı buluyorum ki… (Bir müddet düşündü…) Demin<br />
beni eski zaman kadınlarına benzettiğiniz zaman<br />
ben size niçin olmasın, demiştim. Doğrusunu isterseniz<br />
yavaş yavaş ben de kendimi onlardan biri<br />
gibi, hiç olmazsa babamın uydurduğu bir masalın<br />
kızı gibi görmeye başladım ve içime sonuna kadar,<br />
böyle tek başıma, bir başkasının gördüğü bir rüya<br />
olarak kalmanın korkusu çökmeye başladı.” 34<br />
Anlatılan bu hikâye doğru kabul edildiğinde<br />
ideal aşkla birlikte, çünkü ana kahraman ve genç<br />
kadın birbirlerine görür görmez âşık olmuşlardır,<br />
masal öğelerinin de yerli yerine oturduğunu görürüz.<br />
Buna göre genç kadın hapsedildiği yerden<br />
kurtarılmayı bekleyen bir masal prensesidir, ana<br />
33 Mehmet Kaplan, “Geçmiş Zaman Elbiseleri”, Millî Kültür,<br />
Ağustos-Eylül-<strong>Ekim</strong> 9<strong>80</strong>, s. 34.<br />
34 Tanpınar, Hikâyeler, s. 226.<br />
174<br />
kahraman ise bilmeden de olsa onu kurtarmaya<br />
gelmiş bir prenstir. Hatta bu örgüde kızına ulaşılmasına<br />
izin vermeyen ve bu sebeple her iki kahramanın<br />
kavuşmasını engelleyen bir baba, üvey<br />
baba motifi bile bulunmaktadır. Masal prensiyle<br />
örtüşen ana kahraman tıpkı Doğu masallarında<br />
olduğu gibi bilmediği bir mekânda uyanır, uyuyup<br />
tekrar uyandığında ise dekor kaybolmuştur. Yaşadıklarının<br />
gerçek olup olmadığına dair ise elinde<br />
pek bir şey kalmamıştır. Tipik bir şark masalı yapısı<br />
gösteren bu iç hikâye bu şekilde devam etmez.<br />
Gerçeklik, olağanüstüyü sürekli sarsar ve bu durumda<br />
fantastik ortaya çıkar.<br />
Abdullah Efendi de hikâyede anlatıldığı üzere,<br />
hayatı boyunca bu garip ve olağanüstü hayatına<br />
eşlik edecek ideal kadını ve ideal aşkı aramaktadır.<br />
O, herkesten, her kadından farklı olmalı ve<br />
onu anlamalıdır. Ancak böyle bir kadın onun her<br />
iki benliğine hitap edecek, onu her yönden tamamlayacaktır.<br />
Benliğinin sadece bir katmanına<br />
hitap etmesi yine onu aynı karmaşanın içerisinde<br />
bırakmaktadır:<br />
“Fakat Abdullah, aşkı o kadar idealleştirmişti ki,<br />
realitedeki manzarasına artık tahammül edemiyordu.”<br />
35 Tüm o evlerden kaçış sebebi ve o görüntüleri<br />
kurma, bilinçaltından bilinç düzeyine çıkarma<br />
sebebi onun bu düşüncesidir.<br />
Nazlı Eray, ideal aşk temasını birbirinin devamı<br />
niteliğindeki “Hücre Mühendisi”, “Mutluluk Kliniği”<br />
ve “Erkek İade Reyonu” adlı hikâyelerinde işler.<br />
Fantastikten de öte olağanüstüne yakın olan bu<br />
hikâyelerin ilkinde ana kahraman ve Nizami Öney<br />
klonlamadan yararlanarak yeni insanlar oluşturabilmektedirler.<br />
Önce tek bir örnekte denedikleri<br />
bu işi klinik açarak ilerletirler. Buraya sevgilileri,<br />
kocaları ya da oğulları ölmüş, kendilerini terk etmiş<br />
kadınlar başvururlar ve siparişlerini alarak<br />
ayrılırlar. Bu noktadan itibaren ikizleşme teması<br />
da belirmeye başlar. Eskiye dair hiçbir şey hatırlamayan<br />
bu yeni erkekleri kadınlar ilk başta, oluşturmaya,<br />
onlara bir kimlik kazandırmaya çalışırlar.<br />
Ancak ideal olan ve kendilerine ideal aşkı, sevgiyi<br />
sunan bu ikizler kadınları mutlu etmez. Onlar kusurlu<br />
da olsa hayatı paylaştıkları ve her şeyleriyle<br />
kabul ettikleri insanlara özlem duymaktadırlar.<br />
35 age., s. 9 .
Ölüm<br />
Fantastik edebiyat içerisinde ölülerin tekrar ruh<br />
ve vücut bulmaları sıklıkla ortaya çıkan temalardandır.<br />
İnsanlık tarihi boyunca kurulan bu fantezi<br />
güncelliğini hâlâ yitirmemiş birer motiftir. Zombi,<br />
vampir gibi görünümleriyle sık karşılaşılan bu<br />
tema kimi zaman sadece korku yaratmak kimi zaman<br />
da bir mesaj vermek amacıyla kullanılmaktadır.<br />
Tanpınar’ın “Abdullah Efendinin Rüyaları”<br />
hikâyesinde ise bu tema canlanan ve konuşmaya<br />
başlayan bir ölü şeklinde açığa çıkar:<br />
“Abdullah başını kaldırdı ve tahta kurusu lekeleriyle<br />
çivi deliklerinin baştanbaşa kapladığı sefil<br />
duvarda tavana yakın asılmış bir zembilin içinden<br />
kendisine istihza ile, istihfafla bakan bir ihtiyar<br />
çehresi gördü. Bu en aşağı yüz elli, iki yüz<br />
yaşlarında bir erkekti. Abdullah Efendi bu kadar<br />
korkunç bir şekilde ihtiyarlamış bir başka çehreye<br />
hayatında rastlamamıştı. Ufalmış, bir el ayası kadar,<br />
buruşuk yüzünü seneler kemire kemire âdeta<br />
bir sünger yahut daha iyisi kuru ve çürük bir ceviz<br />
haline getirmişti.” 36<br />
Ancak bu istekle geldiği ikinci evde de karşılaştığı<br />
olaylar, sol göğsünü kaybeden kadın, canlanıp<br />
dans etmeye başlayan resim kişileri onu yine delirmenin<br />
eşiğine getirirler. Bu sahnelerde sanki<br />
bilinçaltı canlanmış onu baskıcı üst benliğinden<br />
kurtaracak, normal bir insan haline dönüştürecek<br />
her eyleminin önüne geçmektedir. Bu hikâyede<br />
neredeyse tüm fantastik tema ve ögeler kişilik<br />
bölünmesine ve çatışmaya, genel anlamda ise iç<br />
dünyaya işaret etmektedirler.<br />
Nazlı Eray’ın “Ödül” hikâyesinde de ölüm temasına<br />
rastlarız. Tam bir fantastik bütünlük içerisinde<br />
kurgulanan bu hikâyede ölüm sonrası<br />
yaşantıya da yer verilir. Hikâyenin bir yazar olan<br />
kahramanına dalgınlıkla yolda yürüdüğü esnada<br />
araba çarpar ve bu andan itibaren rüyaya benzer<br />
bir öte dünya anlatımı başlar. Burada arkadaşları<br />
olan diğer yazarlarla karşılaşır:<br />
“Sevim, Oğuz’a döndü:<br />
‘Sait memnun ama.’ dedi.<br />
‘Evet,’ dedi Oğuz, ‘Sait her yıl iner, ödül törenini,<br />
36 Tanpınar, Hikâyeler, s. 77- 78.<br />
175<br />
Burgaz Adasındaki evinin üst kat pencerelerinden<br />
birinde izler. Sonra mutlu döner buraya.” 37<br />
Hikâyeye fantastik-olağanüstü bir görünüm<br />
kazandıran bu süreç kahramanın komadan çıkışı<br />
ve bir hastane odasında gözlerini açmasıyla sona<br />
ermektedir. Bu da kahramanın sevdiği insanlara<br />
yeniden hayatiyet kazandırmak için onları zihninde,<br />
iç dünyasında yaşattığı izlenimini kuvvetlendirmektedir.<br />
Nazlı Eray’ın “Ziyaret” adlı öyküsü de ölüm teması<br />
etrafında kurgulanmıştır. Bu sefer birinin<br />
ölümü değil ölen birinin kısa süreliğine de olsa<br />
hayata dönüşü söz konusudur. Anlatıcı kahramanın<br />
dokuz sene önce ölen anneannesi ona telefon<br />
açmıştır ve ziyaretine gelmek istemektedir. Önce<br />
büyük bir şaşkınlık duyan kahraman durumu kabullenir<br />
ve onu evine getirir. Anneannesine kendi<br />
yaşamı ve hayat koşulları hakkında bilgi veren<br />
kahraman daha sonra onunla vedalaşır ve onu<br />
yolcu eder. Asıl bu sahneden sonra kararsızlık hali<br />
başlar ve okuyucu olarak biz yaşananları hangi<br />
kategoriye yerleştirebileceğimizi bilemeyiz. Çünkü<br />
kahramanın anlattığına göre o, anneannesiyle<br />
on sekiz yılı paylaşmış ve onun ölümünden büyük<br />
üzüntü duymuştur. Tüm bunlar pekâla günlük yaşamın<br />
sıkıntılarından bunalan ve dertleşme, sığınma<br />
ihtiyacı duyan kahramanın hayali de olabilir.<br />
Ancak bu noktada fantastik tekrar devreye girer<br />
ve hayalden ibaret saymaya yöneldiğimiz unsurlar<br />
birçok soru işaretiyle birlikte varlıklarını hissettirirler:<br />
“Oturduğum yerden duyuyordum, kayışını takıyordu<br />
köpeğini dışarıya çıkaracaktı.<br />
‘Anneciğim,’ diye seslendi.<br />
‘Ne var?’ dedim.<br />
‘Kim geldi bugün? Bak burada birisi lacivert eldivenlerini<br />
unutmuş” 38<br />
Nevroz<br />
“Abdullah Efendinin Rüyaları”nda hikâyeye adını<br />
veren kahramanı yoğun içsel çatışmalar ve olağanüstüne<br />
yaklaşan unsurların bulunduğu sahneler<br />
37 Eray, Yoldan Geçen Öyküler, s. 33.<br />
38 age., s. 90.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
oldukça sarsar ve nevrozun eşiğine getirir. Gece<br />
olmasına rağmen evlerde gördüğü hareketlilik,<br />
hepsinin içinde bulunan, normalden farklı hayvanlar,<br />
testilerin içinden öten horozlar, canlanan<br />
asmalar ve diğer bitkiler, onu, bulunduğunu zannettiği<br />
geçeklikten uzaklaştırmaktadır. Kafası allak<br />
bullak olmuş ve yuvarlanmak “… üzere olduğu<br />
uçurumun kenarında tuttuğu son çalı veya sivri<br />
taş parçasının da ağırlaşan parmaklarının arasından<br />
kaymakta olduğunu hisseden bir kazazedenin<br />
ümitsizliğiyle etrafa bakınan…” 39 Abdullah Efendinin<br />
macerası bu aşamadan itibaren fantastikle<br />
olağanüstü arasında, bunlardan ikincisine yakın<br />
biçimde ilerler.<br />
Nevroz hâli “Geçmiş Zaman Elbisesi’nin kadın<br />
kahramanında da vardır ya da onun böyle olduğu<br />
söylenir. Ancak onun hakkında tam bir karara<br />
varmak hikâye bittikten sonra bile mümkün olmamıştır.<br />
Hasta ve asabi olan kadın mı yoksa onun<br />
kocası olduğunu söyleyen orta yaşlı erkek kahraman<br />
mıdır, bunların cevapları verilmemiş belki de<br />
okurun kararına bırakılmıştır.<br />
Şeytan<br />
Fantastiğin sen izlekleri başlığı altında yer<br />
alan insan dışı yaratıklar ve bir ölçüde şeytan, A.<br />
H. Tanpınar’ın “Abdullah Efendini Rüyaları” adlı<br />
hikâyesinde de yer almaktadır. Kahramanın gerçeklikle<br />
ilgisini yitirmeye başladığı ve delirmemek<br />
için çabaladığı noktada bulunan bu unsurlar diğer<br />
izleklerle beraber fantastiğin kadrosunu tamamlamaktadırlar:<br />
“Abdullah Efendi bundan sonra daha ileride<br />
ihtiyar bu papazın, bir ahretliğin parçalanmış vücudunu<br />
bir torbaya doldurarak sırtlandığını, biraz<br />
ötede genç bir kadının aşkının kesik bakışını bir<br />
yıldız gibi boşluğa fırlatarak yatağının üzerinde<br />
katıla katıla ağladığını, beri tarafta ihtiyar bir cadının<br />
son derecede uzun, boğum boğum parmaklarıyla<br />
genç bir çocuğun kalbini yerinden kopardığını<br />
görüyordu.<br />
(…)<br />
Fakat bununla bitmiyordu, hayal gittikçe büyü-<br />
39 Tanpınar, Hikâyeler, s. 94.<br />
176<br />
yor, genişliyor, emsali ancak bazı ortaçağ abartmalarında<br />
veya şimal ressamlarının tablolarında<br />
görülen, hayalî, zalim ve çılgınca bir mahşer halini<br />
alıyordu.<br />
(…)<br />
Sanki bir şeytan, kötü bir ruh bütün eşyayı,<br />
bütün mevcutları hep birden zaptetmiş, onların<br />
ağızlarıyla gülüyor, onların uzuvlarıyla doymak<br />
bilmeyen iştihasını tatmin ediyordu.” 40<br />
Mekân-Uzam Dönüşümleri<br />
Fantastik türünde zaman ve mekân da sık sık<br />
değişme, dönüşüme uğramaktadır. Bu kurguyu<br />
renklendirmek amacıyla olabileceği gibi daha derin<br />
ve karmaşık nedenlere de dayanabilir. “Abdullah<br />
Efendinin Rüyaları”nda yaşanan dönüşümse<br />
kahramanın macerasıyla yakından ilgilidir:<br />
“Bir tesadüf, bir talih onu bu gece alelâde fânilerin<br />
yaşadığı zamanın hudutları dışına çıkarmıştı;<br />
başka türlü bir zamanı yaşıyordu; buna itiraz etmek<br />
gülünçtü.” 41<br />
Burada sadece zaman değil mekân da günlük<br />
gerçekliğin dışına çıkmıştır. Bunun sebebi Abdullah<br />
Efendinin macerasının da sıradan olmasından,<br />
yolculuğun doğrudan onun iç dünyasına yapılmasından<br />
kaynaklanmaktadır.<br />
“Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı hikâyede mekânın<br />
dönüşümünden ziyade atmosferin başkalaşmasından<br />
söz edebiliriz. Zaten bu hikâyede<br />
mekândan çok atmosferin ön planda olduğu görülmektedir.<br />
Bu başkalaşma aynı zamanda gerçeklikten<br />
fantastiğe, bir ölçüde de olağanüstüye<br />
geçişi temsil etmektedir:<br />
“(…) birdenbire uzak ve o zamana kadar hiç duymadığım<br />
bir musiki dalgasını, huzursuz uykumun<br />
beni içine kapattığı karanlık yeraltı zindanına sızmağa<br />
başladı. Yekpare, rutubetli duvarlar yavaş<br />
yavaş aydınlandılar, gerildiler, etraftaki kalabalık<br />
sesin ve ışığın sıcak çağlayanın karışık şekillerini<br />
kaybettiler ve sert maskeler yumuşayarak eşyanın<br />
her zamanki alışık yüzlerini aldılar. Sonra<br />
yavaş yavaş musiki uzaklaştı ve ben ifadesi güç<br />
40 age., s. 96- 97.<br />
4 age., s. 98.
uh hâleti içinde uyandım. O anda bütün benliğimi<br />
dolduran acayip, esrarlı, âdeta fevkattabia saadet<br />
hissini nasıl anlatmalı?” 42<br />
Bu ruh hali ve atmosfer hikâyenin bu bölümünde,<br />
ana kahramanın evde kaldığı süre boyunca ve<br />
sonra tekrar bu evin sakinleriyle karşılaşması esnasında<br />
devam eder. Bu da masal ögeleri olarak<br />
tavsif edilen diğer kahramanların kendileriyle birlikte<br />
havalarını, atmosferini de kurguya taşımalarıyla<br />
açıklanabilir.<br />
Mekân ve zaman dönüşümüne güzel bir örnek<br />
de Nazlı Eray’ın “İzmir” hikâyesinde verilmektedir.<br />
Ankara caddelerinde İzmir’i bulmak için dolaşan<br />
hikâye kahramanı her anlatılan olayda şehrin farklı<br />
bir yüzüyle karşılaşmaktadır. Ama bunlardan en<br />
ilginci girdiği bir lokantada bir İzmir ısmarlaması<br />
üzerine önüne getirilen şehirdir:<br />
“Lokantanın arka tarafında bir gürültü koptu!<br />
İskeleye yanaşan bir vapurun düdük sesi dükkânın<br />
içini doldurdu. Hepimiz şaşkınlık içinde çevreye<br />
bakınıyorduk.<br />
Derken garson mutfak kapısından belirdi. Elindeki<br />
tepside, akıl almaz büyüklükte bir İzmir taşıyordu…<br />
(…)<br />
Garson, güm! diye tepsiyi masaya koydu.<br />
Bir anda her şey sakinleşmiş, kent eski yaşantısına<br />
dönmüştü.<br />
Baktım, masa örtüsüne körfezin suyu azıcık sıçramış…”<br />
43<br />
Daha sonra kahraman olayı daha da ilginçleştirerek<br />
şehrin içine atlar ve bu sefer de İzmir’de<br />
gezmeye başlar. Tüm bunları olağanüstünden ayıran<br />
fark ise kahramanın zaman zaman gerçekliğe<br />
dönmesi ve okurun aklında, ‘Acaba hayal mi kuruyor?’<br />
sorusunu oluşturabilmesidir.<br />
42 age., s. 2<strong>20</strong>.<br />
43 Eray, Yoldan Geçen Öyküler, s. 6- 7.<br />
177<br />
Sonuç<br />
Sonuç olarak sözünü ettiğim her iki yazarın<br />
fantastik hikâye alanındaki konumlarını kısaca<br />
vurgulamak istiyorum. Bunlardan Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar, Türk romanına olduğu kadar hikâyemize<br />
de yeni kapılar aralamış, büyük katkılarda bulunmuş<br />
bir yazardır. Fantastik hikâye de onun varlığını<br />
hissettirdiği, kendi çizgisini yansıtabildiği farklı<br />
bir alan olmuştur. O, fantastiğin ögelerini sadece<br />
yüzeysel anlamda kullanmamış bunlardan hareketle<br />
bireyin iç dünyasına, bilinçaltına yolculuklar<br />
yapmıştır. Bu bakımdan okurunu fantastik bir kurguyla<br />
en az bu kurgu kadar olağandışı bilinçaltıyla<br />
yüzleştirmiştir. Onun ele aldığım hikâyeleri her<br />
yönüyle fantastiğin çok başarılı uygulamaları olarak<br />
kabul edilmelidir. Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />
sadece okur değil maceranın içerisindeki kahraman<br />
da benzer şaşkınlığı yaşamaktadır.<br />
Nazlı Eray da hikâyelerinde her adımda okuru<br />
şaşırtmayı, onu olağanüstüyle günlük yaşamın<br />
gerçekliği arasında gezdirmeyi sever. Bu bakımdan<br />
fantastiğin anlatım tekniklerinden büyük<br />
ölçüde faydalanır. Fantastik zaten yeni açılımlar<br />
arayan ve okuru sıradan olandan uzaklaştırmak<br />
isteyen yazar için doğru bir tercihtir. Nazlı Eray’ın<br />
hikâyelerinde fantastik-olağanüstünün renkli, aydınlık<br />
ve sınırsız dünyası tercih edilir. Bu olanaklar<br />
dünyasında kahramanlar doğaüstüne çoklukla<br />
alışkındır, burada asıl şaşıran okurdur. Ancak onun<br />
hikâyelerinde olağanüstü yine olağanın, gerçeğin<br />
belirlediği çerçevede cereyan etmektedir. Bu yüzden<br />
fantastiğin sınırları zorlansa da kahramanlar<br />
gerçekliğe dönüş yaparak türün gereği olan kararsızlığın<br />
doğuşunu sağlarlar.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
GOTİK EDEBİYAT VE<br />
GÜNÜMÜZ<br />
HİKÂYESİNDEKİ<br />
YANSIMALARI<br />
Özet: Batı edebiyatında on sekizinci yüzyıl sonunda<br />
Aydınlanma Hareketi’nin rasyonalist ortamına<br />
tepki olarak ortaya çıkan gotik edebiyat; cin,<br />
peri, vampir, hortlak gibi doğaüstü unsurlardan<br />
beslenerek okurda korku hissi uyandırmayı hedefleyen<br />
edebi bir türdür. Gotik edebiyat bilhassa<br />
roman ve hikâye türleri çerçevesinde Batı edebiyatlarında<br />
giderek gelişmiş ve günümüze başarılı<br />
örnekleri ile gelmiştir.<br />
Türk edebiyatında birçok eserde korku motifi<br />
yer almakla birlikte, korku temasının gotik bir<br />
amaç doğrultusunda kullanıldığı sınırlı sayıda örnek<br />
vardır. Bu çalışmaların ortaya çıkışı yirminci<br />
yüzyıla rastlar. Türk edebiyatındaki varlığını uzun<br />
aralıklarla ortaya konan gotik örnekler ile sürdüren<br />
türe duyulan ilgi <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası artmaya başlar.<br />
Bildiride gotik ve gotikimsi ögeler barındıran<br />
Türk hikâyeleri ekseninde Türk edebiyatında gotik<br />
türünün serüvenini ortaya koyulmaktadır.<br />
178<br />
Özge YÜCESOY<br />
İSTANBUL Üniversitesi<br />
Abstract: Gothic literature, appeared as a<br />
reaction in western literature to the rationalist<br />
aspect of Enlightenment Movement in the latest<br />
years of the 18th century, is a literal genre<br />
of which target is to make the reader feel scared<br />
by the means of metaphysics elements such as<br />
fairy, jinn, vampire, fearsome ghost. Gothic literature<br />
has been improved gradually in western<br />
literatures especially in the frame of novel and<br />
story genres and has reached today with successful<br />
examples.<br />
In Turkish literature, although there are figures<br />
of fear in many literary works, the number of<br />
examples in which the theme of fear is used for a<br />
gothic purpose are few. The appearance of those<br />
studies corresponds to the <strong>20</strong> th century. The interest<br />
for the genre mentioned here which survives<br />
by the means of gothic examples produced at<br />
long intervals, started to rise after <strong>19</strong><strong>80</strong>.<br />
In this title the adventure of the genre of gothic<br />
put forth for consideration in the frame of Turkish<br />
stories bearing gothic and gothic-like elements.
Batı edebiyatında on sekizinci yüzyıl sonunda<br />
Aydınlanma Hareketi’nin rasyonalist ortamına<br />
tepki olarak ortaya çıkan gotik edebiyat cadılar,<br />
cinler, periler, hortlaklar, vampirler gibi doğaüstü<br />
yaratıklardan ve rasyonel-irrasyonel çatışmasının<br />
ortaya konulmasında etkili bir araç olan spiritüalizm<br />
gibi akımlardan beslenerek okurda korku hissi<br />
uyandıran; olayları, olguları ve bastırılmış ruh<br />
hallerini, biçimsel dönüşümle açığa vuran edebî<br />
bir türdür. Batı edebiyatına on sekizinci yüzyılda<br />
İngiliz gotik romanlarıyla yerleşen tür, bu kültürde<br />
edebî saha ile sınırlandırılamayacak bir gelişim<br />
göstermiş ve sinema başta olmak üzere moda,<br />
müzik gibi çeşitli sektörler içinde yeni yeni aktarım<br />
kanalları edinerek varlığını sürdürmüştür.<br />
Bilindiği gibi on sekizinci yüzyıl Aydınlanma<br />
Çağı’dır. Kurucu ilkesi ‘akıl’ olan Aydınlanma<br />
Çağı’nda öne sürülen temel görüş doğru bilgiye<br />
akıl aracılığıyla ulaşılabileceği, insan doğası ve<br />
toplumsal yaşamın bu bilgi ile düzenlenebileceğidir.<br />
Ortaçağ’ın kabullerini yıkıp, her şeyi akla<br />
dayanarak yeniden inşa etmeyi ilke edinen, akılcılığın<br />
insanın, toplumsal yaşamın ve düşünüşün<br />
başat öğesi olduğunu ileri süren bu dönemde<br />
akıl dışılık, düş gücü ve batıl inançlarla beslenen;<br />
doğaüstü unsurlar içeren; barbarlık, düzensizlik,<br />
kaos, korku ve dehşete yönelik çağrışımları olan<br />
gotik edebiyata ilginin uyanması dikkat çekicidir.<br />
Bu ilginin ardında yatan temel gerekçe Aydınlanma<br />
Hareketine ve on sekizinci yüzyılın ilk yarısına<br />
egemen olan klasisizmin kurallara uygun, dengeli<br />
ve ölçülü yapısına duyulan tepkidir.<br />
Bir eserin gotik olmasını belirleyen ön koşul<br />
yukarıda belirtildiği gibi doğaüstü unsurlardan ve<br />
durumlardan beslenmesi ve ana eksenini, mekân<br />
unsuruna belirleyici bir rol yükleyerek, korku zemini<br />
üzerine oturtmasıdır. Edebiyat çevrelerinde<br />
başarılı kabul edilen gotik roman örneklerinin çoğunda,<br />
mekâna dayalı ürpertici atmosfer oluşturma<br />
gayesi güdülmüştür. Gotik edebiyatta mekân<br />
unsurundan bahsederken, Amerikan Gotiğinin<br />
önemli temsilcilerinden olan Edgar Allan Poe’nun<br />
(1<strong>80</strong>9-1849) The Fall of The House of Usher (Usher<br />
Evi’nin Çöküşü) adlı öyküsünü anmak gerekir.<br />
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında İngiliz yazar<br />
Sir Horace Walpole’un Otranto Şatosu adlı çalış-<br />
179<br />
ması ile ilk örneğini veren gotik roman, yüzyılın<br />
sonuna dek Walpole’un eserinde getirdiği karakter<br />
ve mekân şablonuna bağlı kalır. 1 Büyük şatolar,<br />
ıssız dehlizler, yer altı geçitleri, hayaletlerle dolu<br />
odalar, eski malikaneler, loş salonlar gibi hikâyenin<br />
gerilim dozunu arttıran ürpertici mekânların<br />
kurguya dahil edildiği gotik eserlerde; hayaletler,<br />
canavarlar, kötü ruhlar, cesetler, iskeletler, günahkâr<br />
aristokratlar, din adamları, güçsüz kadın kahramanlar,<br />
mal varlığı elinden alınmış vârisler ve<br />
haydutlar şahıs kadrosunu oluşturur.<br />
18<strong>19</strong> yılında John William Polidori tarafından<br />
yazılan The Vampyr (Vampir) adlı öykü ile bu kadroya<br />
gotik esintiler taşıyan ilk vampir figürü eklenir.<br />
2 Vampirlerin dışında gotik edebiyatın şahıs<br />
kadrosunda insanlığı etkileyen çalışmaları ile bilim<br />
adamları; suçlular; psikolojileri bozuk, tuhaf<br />
davranışlar sergileyen bireyler; ikiyüzlülüğe ve<br />
kötülüğe gönderme yapan canavar eş kimlikler<br />
yer alır. Frankenstein’ın canavarı ve Dr. Jekyll ve<br />
Mr. Hyde romanında Mr. Hyde, insan kimliğinin bütünlüğüne<br />
yönelik soru işaretlerinin oluştuğu on<br />
dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında<br />
gotik yazının ana karakterlerinden birini oluşturan<br />
canavar eş kimliklere örnek olarak gösterilebilir.<br />
Yirminci yüzyıl gotik kahramanlarda dikkat çeken<br />
bir başka nokta da kahramanların değişmez<br />
bir biçimde tutkuları yüzünden yıkıma uğrayan,<br />
dışlanan, keskin bir ifade ile ‘kötü’ olarak tanımlanan<br />
karakterler olmamasıdır. Öyle ki, zaman<br />
zaman okur eskisi gibi ‘iğrenç’ ve ‘toplum dışı’<br />
bulmadığı kahramanla özdeşim kurabilmektedir.<br />
Bir çizgi roman olan ve gördüğü ilgi neticesinde<br />
sinema ve dizi filme çekilen, bilgisayar oyunları<br />
yapılan Addams Family (Addams Ailesi) örneğinde<br />
olduğu gibi, gotik karakterlerle bir arada yaşayıp,<br />
onlarla dalga geçerek kendini eğlendirmektedir.<br />
Addams Family yirminci yüzyılda gotik karakterlerin<br />
kitle tüketimi için bir araç halini almış olmasını<br />
göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.<br />
Şahıs kadrosu ve mekân unsurunu yazımızın sınırları<br />
içerisinde ana hatları ile belirlemeye çalıştığımız<br />
gotik türü, 1764 tarihli Otranto Şatosu’ndan<br />
günümüze temaları bakımından da renklenmiştir.<br />
Scognamillo, Korkunun Sanatları, s.48-49.<br />
2 Scognamillo, Dehşetin Kapıları, s.88.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
18.yüzyılın rasyonalist ortamına, sanatsal yaratıcılığı<br />
sınırlayan aklın katı tonlarına duyulan tepkinin<br />
ürünü olan gotik; Batı’da ilk ortaya çıktığı<br />
dönemde aristokratların can sıkıntısına, burjuvazinin<br />
kendine yönelik kaygılarına işaret eder. Ensest,<br />
cinsel aşırılıklar, geçmişten gelen ve tüm aile<br />
fertlerini etkileyen lanet, şeytana satılmış ruhlar<br />
on sekizinci yüzyıl gotiğinin belli başlı temalarını<br />
oluşturur. İlk dönem gotik eserlerde okurlar The<br />
Castle of Otranto’da olduğu gibi canlanıp çerçevesinden<br />
çıkan portrelerden; Ann Radcliffe’in The<br />
Mysteries of Udolpho’sunda olduğu gibi kasvetli<br />
şatolardan, karanlık ormanlardan oluşan kasvetli<br />
doğa betimlerinden ürkmekte ve gotik roman<br />
okurlarını bu yolla hedeflediği gibi dehşete düşürebilmektedir.<br />
Ancak, on sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren<br />
hayatı tanımlamaya yönelik geleneksel, metafizik<br />
ve dinsel yaklaşımların yerini seküler ve materyalist<br />
buluşlar alınca gotiğin temaları sosyolojik,<br />
politik ve kültürel değişimler ışığında farklı bakış<br />
açıları ile yeniden değerlendirilmeye ve çeşitlenmeye<br />
başlar. On dokuzuncu yüzyılda İngiltere tarım<br />
toplumu olmaktan endüstri toplumu olmaya<br />
doğru yönelmiştir. Gelişmekte olan kapitalizm<br />
yabancılaşma ve yalnızlaşmayı beraberinde getirir.<br />
Makineleşme işçileri işlerinden, kent yaşamı<br />
ise insanı doğadan koparır. Bilimin, feodal dönem<br />
sonrası ortaya çıkan burjuva-kapitalist toplumun<br />
bireyi için anlamı, insan doğasını yorumlamak ve<br />
anlamlandırmak, hayatı bütünüyle kavrayabilmek<br />
ve bu idrakten hareketle sadece kendi dürtülerini<br />
değil modern toplumun bütün alanlarını sınıfsal<br />
çıkarlarını gözetecek biçimde denetleyebilmektir.<br />
Bu arzunun altında burjuva sınıfının hızla gelişen<br />
kapitalist dünyada, kaybetmekten korktuğu iktidarını<br />
elinde tutma arzusu vardır. Dolayısıyla bu<br />
dönem gotiğinde bilimin insan yaşamındaki yeri,<br />
endüstrileşmenin etkileri ele alınır. Frankenstein,<br />
bu yönelimin ilk örneğidir. 3<br />
Giovanni Scognamillo’ya göre Frankenstein’in<br />
yayımlanışı ve ardından gelen örneklerde gotik<br />
türü kendini bir değişimin eşiğinde bulur: “Rönesans<br />
etkilerini taşıyan, romantik Latin kahramanlarından<br />
ve lanetlerden kurtulamayan ilk örnekle-<br />
3 David Punter, Glennis Byron, The Gothic, United Kingdom,<br />
Blackwell Publishing, <strong>20</strong>04, s.2 .<br />
1<strong>80</strong><br />
rinden sonra (...) yeni, hatta çağdaş, daha anlamlı<br />
ve karmaşık yönlere sapar. 4 Frankenstein’ın canavarını<br />
ortaya çıkaran şey on sekizinci yüzyıl gotiğinde<br />
olduğu gibi geçmişten gelen bir lanet ya da<br />
açıklanamayan doğaüstü bir durum değil, doğrudan<br />
on dokuzuncu yüzyıl burjuva kültürüdür.<br />
Canavar, dönemin bilimsel gelişmeleri ışığında insanoğlunun<br />
kendi yapay benzerini yaratma teşebbüsünün<br />
ve Marksist eleştirel yaklaşımla burjuva<br />
sınıfının bastırılmış sosyal ve sınıfsal endişelerinin<br />
ürünüdür.<br />
Görüldüğü gibi gotik, kültürel gerilimin arttığı<br />
anlarda parlayan, psikolojik ve sosyolojik endişelerin<br />
biçimini dönüştürerek açığa vuran bir türdür.<br />
Dehşet verici durumların anlamları ve simgeleri<br />
kültürel birikimlere bağlı olarak hızla değişir. Yirminci<br />
yüzyılda yaşanan sosyo-kültürel değişmeler<br />
neticesinde bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanın<br />
ruh ve beden bütünlüğüne yapacağı etkinin<br />
boyutları üzerinde durulmaya başlanır. Teknolojik<br />
gelişmeler yirminci yüzyıl gotiğinin ana temalarındandır.<br />
Yirminci yüzyıl gotiğinde belirleyici rolü olan unsurlardan<br />
biri de Freud’un çalışmalarıdır. Değişik<br />
disiplinlerde farklı yönleri ile irdelenen Freud’un<br />
savları, gotik dehşetin gereçlerinin bireyin içine<br />
yerleşmesine; iyi ve kötünün şeytanî ve ilahî<br />
olanla değil, arzuları kontrol edilemeyen açgözlü<br />
id ve kontrol altına alan süper ego ile ilişkilendirerek<br />
birey merkezli yorumlanmasına kapı aralar.<br />
Tekinsizlik (Uncanny) kavramı <strong>19</strong><strong>19</strong> tarihinde<br />
Freud tarafından korkunun kaynağı olarak gösterildiğinden<br />
beri Gotik yazının korkuyu ele alış<br />
biçimi değişmiştir. Freud, ’tekinsizlik’ kavramını<br />
tanımlarken Schelling’in ‘unheimlich’ tanımından<br />
faydalanmıştır. ‘Sır olarak kalması gerektiği halde<br />
açığa çıkmış her şey’ anlamına gelen ‘unheimlich’i<br />
kendi terminolojisi içinde değerlendiren ve ‘bastırılmış<br />
olanın geri dönüşü’ biçiminde formüle eden<br />
Freud’a göre hangi türden olursa olsun bastırılan<br />
duygular korkuya dönüşür. Fertler, çatışma halindeki<br />
iki duygudan toplum nezdinde meşru olanına<br />
yönelir ve diğerini bastırır. Bastırılmış duygular<br />
herhangi bir sebeple geri dönüp kendini zihne<br />
dayattığında korku ortaya çıkar. Freud’un kendi<br />
ifadesi ile söylersek: “Tekinsiz bir deneyim, ya bas-<br />
4 Scognamillo, a. g. e., s.49.
tırılmış bir çocukluk kompleksi herhangi bir etkiyle<br />
yeniden canlandığında ya da aşıldı sanılan ilkel<br />
inançlar yeniden doğrulanırmış gibi göründüğünde<br />
ortaya çıkar.” 5 Yirminci yüzyıl gotiğini on sekiz<br />
ve on dokuzuncu yüzyıl gotiğinden ayıran önemli<br />
farklardan biri Freudyen yaklaşımın gotik bakış<br />
açısına dâhil olmasıdır.<br />
Tarihi süreçte şahıs kadrosu, mekân ve temalar<br />
bakımından çeşitlenen ve görüldüğü üzere her<br />
türden aşırılığın (excess) ifadesi olan gotik yazında<br />
‘defamiliarization’ yöntemine başvurulur. Rus<br />
Biçimcileri’nin kullandıkları ve Türkçeye ‘alışkanlığı<br />
kırma’ şeklinde çevirebileceğimiz bu kavrama<br />
göre edebiyat eserinin yaptığı, gerçeği yansıtmak<br />
değil onu farklı bir ifade ile değişik bir biçimde algılatmaktır.<br />
‘Alışkanlığı kırmak’ için sıklıkla ironik<br />
bir üslup benimsenir. 6<br />
Bunun ötesinde on dokuzuncu yüzyıldan itibaren<br />
gotik, katı bir çekirdek olma özelliğini yitirmiş<br />
ve diğer türlerle iç içe geçmiştir. Örneğin, Frankenstein<br />
bilimkurgu öyküsü anlatan, Dracula ikinci<br />
bölümü ile modern dedektif yazına örnek teşkil<br />
eden gotik eserlerdir.<br />
Anglo-Sakson kültürdeki bu geniş yelpazeye<br />
karşın tür, Türk kültüründe oldukça farklı bir serüven<br />
geçirir. Türün beslendiği ana kaynak olan<br />
doğaüstü yaratıklar ve mistik inançlar, Anadolu ve<br />
İslam kültüründe de var olmakla birlikte bu unsurlar<br />
Batıdaki anlamıyla gotik edebiyat doğurmaz.<br />
Pek çok romanda korku motifi yer almakla birlikte,<br />
temanın gotik bir amaç doğrultusunda kullanıldığı<br />
sınırlı sayıda eser vardır. Kanımızca Türk<br />
edebiyatında gotiğin ortaya çıkışını geciktiren<br />
nedenlerin neler olduğu sorusunun yanıtı; türün<br />
ortaya çıktığı yıllarda Batı kültürü ve Türk kültüründeki<br />
toplumsal yapı, dini inançlar ve edebiyat<br />
özelinde ele aldığımızda karşımıza çıkan sanatsal<br />
kabullerdeki farklılıkların karşılaştırmalı olarak incelenmesi<br />
yoluyla aranmalıdır.<br />
Dikkat çekilmesi gereken ilk nokta Hıristiyanlık<br />
ve bu inancın doğaüstü yaratıklar, şeytan ve kötülük<br />
inancını ele alış noktasında İslami çizgiden<br />
farklı olan yaklaşımlarıdır. Hıristiyanlıkta var olan<br />
5 Sigmund Freud, The Uncanny, http://people.emich.edu./<br />
acoykenda/uncanny3.htm<br />
6 Berna Moran, Edebiyat Kuramları Ve Eleştiri, İstanbul, Cem<br />
Yayınevi, 99 , s. 62.<br />
181<br />
ve korkuyu sürekli diri tutan ‘İlk Günah’ inancı gotik<br />
edebiyatın bu kültürün ürünü olmasında önemli<br />
paya sahiptir. Hıristiyan inancına göre Hz. Âdem<br />
yasak ağacın meyvesinden yiyerek sadece kendini<br />
değil tüm insanlığı günaha sokmuş 7 , işlediği ‘İlk<br />
Günah’ nedeniyle insan doğası hasar görmüş, kutsal<br />
varlığı adeta kirli bir kılıfla örtülmüştür. Her<br />
insanın doğduğu andan itibaren içinde taşıdığı<br />
‘kir’den ancak Hz. İsa’nın, Tanrı’nın affedici lütfuna<br />
erişebilmek için insanlık adına açtığı ve ilk adımı<br />
vaftiz ile atılan dönüş yolu takip edilerek arınılır. 8<br />
Kuran-ı Kerim ise ortak sorumluluk fikrini En’am<br />
164, İsrâ 15, Zümer 7, Tûr 21, Necm 36-38, Zilzal<br />
7-8 ayetlerinde görülebileceği gibi kesin bir ifade<br />
ile reddetmiştir. Bu sebeple, dünyaya gelişinde<br />
kendi içerisinde çatışma doğuracak bir varoluş<br />
problemini yaşamayan İslamî anlayışın şekillendirdiği<br />
‘insan’ın, Mr. Hyde ya da kendisi genç kaldıkça<br />
portresi çirkinleşen Dorian Gray gibi gotik<br />
figürler yaratma ihtimali; günahın davranış şekli<br />
içerisindeki yeri et ve kemik birliği gibi olan, iyi ve<br />
kötü çatışmasını bağlı olduğu inanç sistemi gereği<br />
doğduğu andan itibaren içinde taşıyan Anglo-Sakson<br />
kültürün insanına göre daha azdır.<br />
Hz. İsa’nın sağaltıcı yoluna girene dek varoluş<br />
problemini içinde barındıran ‘insan’ın yanı sıra<br />
Hıristiyanlıkta gotik hayal gücünü besleyen bir<br />
diğer önemli faktör şeytan’dır. Hıristiyan inancına<br />
göre şeytan, Tanrı’nın hükmü altında olmakla<br />
birlikte, Tanrı’ya karşıt bir güce ve etki alanına sahiptir;<br />
adeta anti-tanrı formundadır. Şeytanın etki<br />
alanı, içinde yaşadığımız dünyaya yani yeryüzüne<br />
yöneliktir. Yeryüzü ontolojik olarak Tanrı’nın iradesince<br />
yaratılmış bir varlık alanı olmakla birlikte<br />
Şeytan’ın ilk günahla başlayan etkinlik gücü dolayısıyla<br />
ikinci sınıf bir varlık alanıdır. Öyle ki şeytan<br />
tarafından ele geçirilen yeryüzü “Civitas Terrana”<br />
(Dünya Devleti) veya “Civitas Diaboli” (Şeytan Devleti)<br />
olarak adlandırılır. 9<br />
Hıristiyan inancında şeytanın gotik bir figür<br />
olarak algılanmasına yol açan hâkim gücü, Anglo-Sakson<br />
kültürde gotik edebiyatın doğmasına<br />
7 İncil, Romalılara Mektup: Günahın Sonucu; Tanrı’nın Armağanı<br />
8 Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, Isparta, Fakülte Kitabevi,<br />
<strong>20</strong>04, s. 334.<br />
9 Durmuş Hocaoğlu, “Korku Edebiyatı Üzerine 2: Korku Edebiyatı,<br />
Ölüm Mistisizmi ve Şeytan”, Yağmur Dergisi, sayı , Nisan<br />
Mayıs Haziran <strong>20</strong>0 .<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ve kendini şekillendirmesine önemli bir kaynak<br />
teşkil ederken; İslam inancında yeryüzünün, imtihan<br />
dünyası olmasından kaynaklanan birtakım<br />
olumsuzlukları içinde barındırmakla birlikte, şeytanın<br />
hükümdarlığında bir varlık alanı olarak kabul<br />
edilmemesi ve bu sebeple içinde yaşayanlar<br />
için mutlak korkutucu bir niteliği olmaması gotiği<br />
besleyen damarlardan birinin daha kurumasına<br />
yol açmıştır.<br />
Dinî boyutun ötesinde toplumsal şartlar bakımından<br />
da Türk kültürü ile Anglo-Sakson kültür<br />
arasında gotiği doğuran belirgin farklar vardır.<br />
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi gotiğin edebî bir<br />
tür olarak ortaya çıkışında etkili olan en önemli<br />
faktör; hem yıkıcı hem inşa edici bir reform programı<br />
olan, on sekizinci yüzyılda Batı düşüncesini<br />
şekillendiren Aydınlanma Hareketi’ne duyulan<br />
tepkidir. Dine düşmanlıkla bir arada yürüyen bir<br />
akla iman, aklın her şeyi yapabileceğine, insanın<br />
kendisiyle ve toplumla olan ilişkisini değiştirebileceğine<br />
duyulan güvenden ibaret olan Aydınlanma,<br />
Türk düşünce dünyasında Batıdaki anlamı ile yaşanmamıştır.<br />
Aydınlanmanın bütün doktrinlerinin<br />
toplum bazında karşılık bulduğu Batı kültüründe<br />
bu reform programının yeryüzünü cennete çevirmek<br />
gibi inandırıcı olmayan bir vaatte bulunduğu;<br />
duygulara yeteri kadar önem vermediği; insanlığa<br />
karşı işlenmiş büyük suç ve cinayetlere sebep<br />
olduğu; totaliteryen hareketleri doğurduğu; aklı<br />
gelenek, inanç ve deneyimden bağımsız kılmak<br />
suretiyle insanları birbirinden bağımsız atomize<br />
bireyler haline getirip içinde bulundukları toplumu<br />
unutturduğu gerekçesi ile eleştirilmesi ve<br />
bu eleştiri ortamına tepki olarak doğaüstünün<br />
sanatsal yaratıcılıktaki önemini vurgulayan gotik<br />
edebiyatın ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Ancak,<br />
tepeden inme bir anlayışla benimsetilmeye<br />
çalışılan ve fikrî hareketlerin doğal sonucu olmayan<br />
Aydınlanma, toplum bazında tam olarak<br />
yaşanmadığı için sanatsal oluşuma neden olacak<br />
şiddetli bir tepkinin doğmasını ve Batı edebiyatı<br />
ile eşzamanlı olarak gotik eserlerin üretilmesini<br />
beklemek anlamsızdır.<br />
Aydınlanma sürecinin gotik edebiyat üzerine etkisi<br />
başka bir tarihsel dönem göz önüne alınarak<br />
incelendiğinde, türün oluşmasına yönelik olumsuzlayıcı<br />
etkinin değişmediği ancak bu kez farklı<br />
182<br />
bir gerekçe ile ilintilentiği görülür. Cumhuriyet<br />
sonrası büyük bir kısım Türk aydını için pozitivist<br />
akımların katı bir anlayışla benimsendiği yıllardır.<br />
Pozitivizmin başat öğe olduğu bu yıllarda gotik<br />
unsurlar Türk aydını tarafından, bilinçaltında küçümseneceği<br />
beklentisi ile net bir biçimde dışlanmıştır.<br />
Oysa akla aşırı vurgu yapan rasyonalistlere<br />
bir tepki olarak gotiğin baş gösterdiği Batıda, bir<br />
süre sonra akla sınır çizen ve aklı dışlayan akımların<br />
etkisiyle aklın her tonu yaşanmış ve bu durum<br />
gotiğin bir tepki ürünü olarak ortaya çıkıp zamanla<br />
yok olmasını önlemiştir.<br />
Gotik eserlerin üretilmesini geciktiren bir diğer<br />
neden ise Türk edebiyatçısının sanatsal kabulleri<br />
ve beğenileri ile Batı edebiyatçısının sanatsal kabulleri<br />
ve beğenileri arasındaki farklılıktır. Türk romanının<br />
başlaması ile birlikte masallarımızda ve<br />
divân şiirinde bir şekilde varlığını sürdüren doğaüstü<br />
unsurların kullanımında ciddî bir kırılma yaşanır.<br />
İnsanın çevresiyle ve kendi benliğiyle girdiği<br />
çatışmadan doğan ve böylesi bir çatışmayı doğuracak<br />
sosyal çevrenin var olmadığı Türk kültüründe,<br />
kendine ‘yabancı’, ‘ithal’ ve ‘aykırı’ bir türü<br />
köklendirmeye çalışan ilk dönem romancılarımız<br />
evvela anlatılardaki doğaüstü unsurları ortadan<br />
kaldırmayı hedefler. Tanzimat yazarlarının anlatılardan<br />
doğaüstü unsurları uzak tutmaya yönelik<br />
sistematik çabası, Tanzimat’tan itibaren sürekli<br />
bir yeniden inşa seferberliği içerisinde olan toplumun<br />
ve bu inşa seferberliği içerisinde Aydınlanmacı<br />
ideallere yaptığı vurguyu koruyan sanat ve<br />
ilim adamlarının görüşlerinin bir yansıması olarak<br />
sonraki yıllarda da sürer; bu durum irrasyonel<br />
kaynaklardan beslenen gotik edebiyatın temel dayanak<br />
noktası olan doğaüstünü ortadan kaldırdığı<br />
için gotik edebiyat, Batı ile eş zamanlı olarak ve<br />
benzer bir verimlilik göstererek ortaya çıkmaz.<br />
Gotik türe dahil edebileceğimiz sınırlı sayıda<br />
eser vardır. Ancak, <strong>19</strong><strong>80</strong>’lerden (hatta ve hatta<br />
<strong>19</strong>90’lardan) sonra türe yönelik ilgide artış yaşanır.<br />
Peki ne olmuştur da <strong>19</strong><strong>80</strong>’lerde böyle bir<br />
kırılma yaşanmıştır?<br />
Bilindiği gibi <strong>19</strong>60-<strong>19</strong><strong>80</strong> arası, ihtilaller dönemidir.<br />
<strong>19</strong>60’la birlikte Türkiye’de siyasal yapı ile<br />
birlikte kültürel yapıda da değişimler olur. Türk<br />
düşünce hayatında kendini gösteren Türkçülük,
İslamcılık, Komünizm, Atatürkçülük gibi ideolojiler<br />
bu dönemde mecralarını bulur. Toplum bazında<br />
yoğun ideolojik kamplaşmaların yaşanması<br />
edebiyatımızın hâkim renginin politize olmasına<br />
yol açar. Bu dönem edebiyat, adeta ideolojileri<br />
yansıtmak için kullanılan bir propaganda aracıdır.<br />
Kutuplaşmaların yaşandığı bu politik ortamda<br />
yazarlar doğaüstüne yer vererek ideolojilerini<br />
arzu ettikleri açıklıkta yansıtamayacakları için<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong>’lere kadar bu tarz çalışmaların kaleme alınılmadığı<br />
düşünülebilir.<br />
Yoğun kamplaşmaların yaşandığı bu dönemin<br />
ardından gelen ve kamplaşmaların geri plana<br />
itildiği, toplumun her kesiminde etkili olan bir<br />
depolitizasyon sürecinin yaşandığı <strong>19</strong><strong>80</strong>’li yıllarda;<br />
politik bir tavrı olsa da eserlerinde toplumsal<br />
fikirlere yer vermeyi ilgi çekici bulmayan edebiyatçılar;<br />
toplumsal konuları bir tarafa bırakarak,<br />
yeni şeyler söylemek arzusu içinde doğaüstüne<br />
yönelirler. Doğaüstüne yönelen bu çalışmalar gotiğe<br />
kapı aralanmasına yol açar.<br />
Ayrıca, özellikle <strong>19</strong>90’lardan itibaren gotik,<br />
gençler arasında yaygınlaşan giyim tarzı ile modada<br />
ve müzikte ‘çok satan bir üründür’. Bu durum<br />
gotiğin, pazar piyasası içinde ‘tüketicisine’<br />
ulaşacağı öngörüsü ile edebiyata yansımasına ve<br />
bu tarz eserlerin bir talep karşılığı ‘tüketim aracı’<br />
olarak okura sunulmasına yol açar.<br />
Doğaüstü unsurların korkutucu bir bağlam içinde<br />
verilmesine neden olan şey korkunun başlı başına<br />
bir ‘çok satan’ olmasının yanında toplumda<br />
gotik hayal gücünü şekillendiren birtakım değişmeler<br />
ve gelişmelerin yaşanmasıdır. Satanizm ile<br />
şeytan, çok seyredilen televizyon programları ile<br />
cinler gotik unsurları günlük hayatın içine taşır.<br />
Yine de, gotik edebiyata yönelen ilgide en önemli<br />
payın belli başlı gotik eserlerin ilk kez bu zaman<br />
diliminde dilimize kazandırılmasına ait olduğu<br />
söylenilebilir. Yapılan çeviriler vasıtasıyla yabancı<br />
dil bilmeyen Türk okurları gotik türle buluşur.<br />
Bu hareketlenmeye karşın Türk edebiyatı söz<br />
konusu edildiğinde Batıdaki anlamıyla şablonları<br />
tam olarak oturan, öğeleri yerli yerinde ve aynı<br />
belirginlikte kullanılan gotik edebiyatın varlığından<br />
söz edebilmek olası değildir. Mekâna yönelik<br />
183<br />
ürpertici atmosferi kurgulamaya yapısı gereği<br />
daha yakın olan roman türünde bile oldukça az<br />
sayıda örnek varken, gotik hikâyelerin sayısındaki<br />
sınırlılık şaşırtıcı değildir. Bu noktada, zihinlerde<br />
oluşabilecek bir soruyu gidermek yerinde olacaktır.<br />
Şüphesiz, hikâye gotik türde eserler vermeye<br />
kapalı bir tür değildir. Poe, Lovecraft gibi yazdığı<br />
gotik hikâyeler ile öne çıkan yazarlar vardır. Ancak,<br />
Batı edebiyatında 18.yüzyıldan beri süregelen<br />
referansları bol, çağrışım alanı zengin bir<br />
gelenek olduğu unutulmamalı ve gotik hikâyelerin<br />
bu gelenek üstüne yükseldiği bir kez daha hatırlatılmalıdır.<br />
<strong>80</strong> öncesi dönemde Kenan Hulusi Koray, Necip<br />
Fazıl Kısakürek, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi edebiyatçıların<br />
kimi hikâyelerinde yer yer gotik unsurlara<br />
rastlanır. Yukarıda açıkladığımız sebeplere<br />
bağlı olarak <strong>80</strong> sonrasında gotik türde yazılmış<br />
hikâyelerin sayısında artış yaşanır ve bu dönemde<br />
hikâyelerinde gotik farklı kaygılarla yoklanır.<br />
Hikâyelerin ayrışan özelliklerinden söz etmeden<br />
önce dikkat çeken genel bir durumu belirtmek<br />
yerinde olacaktır. <strong>80</strong> sonrası gotik türü yoklayan<br />
yazarların hemen hepsi batı formasyonu<br />
ile beslenmiş, ekseriyetle genç isimlerdir. Günah<br />
Yiyen adlı kitabında gotik hikâyelere de yer veren<br />
Dost Körpe, Lovecraft çevirileri yapan İngiliz Dili<br />
ve Edebiyatı mezunu bir çevirmendir. Anadolu<br />
Korku Öyküleri kitabındaki altı genç yazardan beşi<br />
kolejden yahut yabancı dilde eğitim veren bir üniversiteden<br />
mezun olmuştur. Yazımız içinde daha<br />
önce de ifade edildiği gibi dilimize son yıllarda<br />
kazandırılmaya başlanan ve hala Türkçeleştirilmemiş<br />
önemli eserlerin varlığından rahatlıkla söz<br />
edilebilecek bir ortamda gotik türde eser veren<br />
yazarların yabancı dil bilen ve türü yabancı kaynaklardan<br />
takip edebilen kimseler olması şaşırtıcı<br />
değildir. Tür yapısı gereği Batı’yı, Batı edebiyatını<br />
tanıyan yazarlara gereksinim duyar.<br />
<strong>80</strong> sonrası gotik türde kaleme alınmış hikâyelerde<br />
dört yönelim vardır. İlk öbekte internet ortamında<br />
yayımlanan, sayıca sınırını belirlemenin<br />
neredeyse imkânsız olduğu hikâyeler yer alır. Bu<br />
hikâyelerin çoğunda Stephen King, Peter Straub,<br />
Dean R. Koontz gibi korkuyu endüstri haline getiren<br />
yazarların etkisi görülür. Ne yazık ki, sanal<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
âlem yazarlarının çoğu bu isimlerin taklidi olmanın<br />
ötesine geçemez.<br />
İkinci öbekte gotiği gerçeklik konusundaki algıları<br />
sarsmak, bilinçaltına inmek ve modern hayatın<br />
kuşattığı bireylerin yalnızlığını, ‘yabancılığını’<br />
ortaya koymak için araç olarak kullanan hikâyeler<br />
vardır. Kimi kez ironik söylemle kaleme alınan<br />
bu hikâyelerde birey kuşatma altındadır. Modern<br />
dünyada tanımlayamadığı her şey varlığını zedelemekte,<br />
bu durum adeta varoluşsal bir probleme<br />
kaynaklık etmektedir. Bu noktada Nuray Tekin’in<br />
yer yer gotik ögeler barındıran Korkunun Yüzleri<br />
adlı kitabının Vampir isimli ilk hikâyesinde, ismi<br />
olmayan bu sebeple ortak olana, herkesçe paylaşılana<br />
yaptığı vurguyu belirginleştiren ve hikâye<br />
sonunda vampire dönüşen kahramanının sözleri<br />
dikkate değerdir:<br />
“ Dış dünyaya ait öğeleri kendimin kılarken de<br />
hep bir ikilik yaşıyordum. Onlar sanki doğdukları<br />
andan itibaren kendilerini öldürecek şeyi de içlerinde<br />
taşıyorlardı. Yaşadığım dünyaya yabancılaşarak<br />
ondan kopma noktasına gelişimin nedeni buydu<br />
belki de. (...) Dış dünyadaki süreksizlik ve parçalanmaya<br />
koşut olarak benliğim de parçalanmaya<br />
başlamıştı. (...) Hiçbir şey algılamak istemiyordum.<br />
Her şey ilk kez görülen yabancı bir nesnenin verdiği<br />
o özel korkuyu ve yabancılaşma duygusunu yaşatıyordu<br />
bana. Benim olan bir şey dışıma çıkmış<br />
gibiydi. Yabancı bir âlemdeydim artık. Her gün gördüğüm<br />
şeyler bana acı veriyordu. Onları görmeye,<br />
seslerini işitmeye dayanamıyordum.” 10<br />
Üçüncü öbekte ise şablonları yerli yerinde kullanılan,<br />
gotik başlığı altında değerlendirmekte<br />
tereddüt edilmeyecek hikâyeler ile karşılaşılır. Bu<br />
hikâyelerde gotik hayal gücü kendini Batılı kaynaklardan,<br />
kültürden, düşünüşten beslemiştir. Örneğin,<br />
gotik metinlerin vazgeçilmezi olan mekâna<br />
yönelik vurguyu İstanbul’a taşıyan ve Deccal adlı<br />
hikâyesinde İstanbul’u gotik bir mekân olarak işleyen<br />
yazar Tanseli Polikar, hikâyesini Hıristiyan<br />
kabullere göre şekillendirir. “Evet, bir prensim ben.<br />
Şeytan (veya Satan’la) iş birliği yaptığım söylenir.<br />
Oysa be bağımsız davranmayı yeğlerim. Zaten<br />
kötülükleri kışkırtmak dünyanızda inanılmayacak<br />
0 Nuray Tekin, Korkunun Yüzleri, İstanbul, İletişim Yayınları,<br />
996, s.9, 0, .<br />
184<br />
kadar kolay! İnsanoğlu öylesine hazır ki ben sadece<br />
yönetiyorum.” 11 diyen Deccal, Hz. İsa ile karşı<br />
karşıyadır. Hikâyede Hz. İsa Tanrı’nın oğlu olarak<br />
tanımlanır.<br />
Türe dair kaynak kitaplarda da imzası bulunan<br />
Giovanni Scognamillo’nun Beyoğlu Kabusları ve<br />
Diğer Öyküler adlı hikâye kitabındaki gotik öyküler<br />
de aynı başlık altında değerlendirilmelidir. Bilimsel<br />
çalışmaları korkutucu sonuçlar doğuran bilim<br />
adamları, içinde yaşayanları etkileyen lanetli evler<br />
gibi belirgin gotik temaları hikâyelerinde ustalıkla<br />
işleyen Scognamillo’nun hikâye kahramanlarının<br />
isimleri dikkat çekicidir. Sir James Readmore, Meana<br />
Rice, Profesör Casimir Potock, Naan adlı hikâyede<br />
karşımıza çıkan isimlerdir. Her ne kadar çalışmamız<br />
esnasında yaptığımız söyleşide Giovanni<br />
Scognamillo, bu durumu hikâyelerini ilk olarak<br />
yabancı bir dilde kaleme almasıyla ilişkilendirse<br />
de kanımızca Türkçeleştirilirken isimlerin değişmeyişi,<br />
kurguyu besleyen kaynağın tamamen Batılı<br />
olmasına ve Ahmet, Recep gibi Türkçe isimlerin<br />
böylesi bir yapıda iğreti durmasının kuvvetle<br />
muhtemel olmasına bağlıdır.<br />
Aynı kitaptaki Duvarın Arkasındaki Ses adlı hikâyenin<br />
kahramanı kompozitör ise piyano çalması,<br />
müzik zevki, bestelediği senfoniler ile Batı kültürüne<br />
yakın durmaktadır. Bu hikâyede gotik ile<br />
mekân ve gotik mekân ile kahraman ilişkisi başarıyla<br />
verilmiştir. Aşağıda, hikâyeden alıntılanan<br />
bölüm bu ilişkiyi göstermektedir:<br />
“ Günlerce, hatta haftalarca Eski Kentin mahallelerinde<br />
arayıp durdum, çamurlu sokaklara usanmadan<br />
girip çıktım, köhne, çarpık çurpuk yarı yıkık<br />
evlerin çürümüş tahta basamaklarında, soluğum<br />
tükeninceye kadar inip çıktım ve sonunda düşlerimin<br />
mekânını buldum.<br />
Kâbuslardan çıkma bir eve benziyordu kapkara<br />
ve yabancı, dengesiz ve garip, ne işgal ettiği yere<br />
ne de içinde bulunduğu zamana sanki yakışmayan.<br />
Aslında tam yerini bulmuştu: Daracık sokaklardan<br />
oluşan bir labirentin sonunda, çıkmaz bir sokağın<br />
köşesinde yükseliyordu.<br />
Tam aradığım ev idi bu, yeri, görünüşü ve yıp-<br />
Tanseli Polikar, Deccal- Karanlık Öyküler, İstanbul, Gökkuşağı<br />
Yayınları, 997, s.30.
anmış malzemeleri, dokusu ile. Her şeyden önce<br />
etrafındaki hüzünlü atmosfer çalışmalarıma çok<br />
uygun düşüyordu.<br />
(...)<br />
Her neyse, belki neden o ev idi. Ya da içindeki bir<br />
şey. Ama ne...<br />
İlk yerleştiğim gün tüm binayı gezmiştim, mahzenlerden<br />
tavan arasındaki ufacık odaya kadar ve<br />
tozdan, örümcek ağlarından, çürümüş nesnelerden<br />
ve farelerden başka hiçbir şey bulamamıştım, artık<br />
işe yaramayan bazı eşyalarla bir arada. Sonunda<br />
barınak olarak üç kocaman odadan oluşan ve karanlık,<br />
ıssız ve umutsuz bir çıkmaza bakan ikinci<br />
katı seçtim.<br />
Fırtınalı, yağmurlu bir kasım sonu gecesinde ilk<br />
kez Sesi, duvarın arkasındaki sesi duydum.” 12<br />
Son öbekte ise Türk folklorundan, Türk mitolojisinden<br />
beslenen; Anadolu korkularını esin kaynağı<br />
olarak kullanan hikâyelerin varlığından söz edilmelidir.<br />
Tanseli Polikar’ın kısmen türe yaklaştığı<br />
Hızır 3 adlı hikâyesinin yanı sıra Demokan Atasoy,<br />
Galip Dursun,Koray Günyaşar, Kayra “Keri” Küpçü,<br />
Ayşegül Nergis, Işın Beril Tetik adlı altı genç<br />
yazarın kaleminden çıkma Anadolu Korku Öyküleri<br />
4 isimli kitap tümüyle yerel esintilerle bezelidir.<br />
Kara büyü, cinlerle mücadele, intikamcı köy güzeli<br />
gibi folklorik malzemelerle örülü bu hikâyelerde<br />
geleneksel Anadolu korkuları ve Anadolu’nun<br />
modern hayattan uzak köşelerinin bilinmezliği<br />
okurda korku ve dehşet hissi uyandıracak biçimde<br />
sunulmuştur. Hikâyelerdeki gerilim çoğu kez<br />
kent insanının Anadolu’ya ayak basmasıyla ivme<br />
kazanmıştır.<br />
Kanımızca Türk hikâyesinde ve hatta romanında<br />
gotiği bir noktaya taşıyacak olan bu özgün<br />
malzemedir. <strong>80</strong>’lerden sonra türe yönelik ilginin<br />
canlanması; gotiğin, edebiyatımızda yeni ve başarılı<br />
örneklerle serüvenini sürdüreceğine dair inancımızı<br />
kuvvetlendirmektedir.<br />
2 Giovanni Scognamillo, Beyoğlu Kâbusları ve Diğer Öyküler,<br />
İstanbul, Okuyanus Yayın, <strong>20</strong>0 , s.73,75.<br />
3 Polikar, a.g.e., s. 40.<br />
4 Demokan Atasoy, Galip Dursun, Koray Günyaşar, Kayra<br />
KEri Küpçü, Ayşegül Nergis, Işın Beril Tetik, Anadolu Korku Öyküleri,<br />
İstanbul, Laika Yayınları, <strong>20</strong>06.<br />
185<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
IV.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Hasan AKAY<br />
186
MURATHAN MUNGAN’IN<br />
LAL MASALLAR’INDA<br />
POSTMODERN<br />
BAŞKALDIRI OLARAK<br />
MASALSI KURGU VE<br />
DİLSİZLİĞİN POETİK DİLİ<br />
Özet: Murathan Mungan, <strong>19</strong>89’da yayımlanan<br />
Lal Masallar adlı hikâye kitabında yer alan hikâyelerinde<br />
masal ögesinden yararlanarak bir hikâye<br />
koleksiyonu ortaya koymuştur. Yazar, bu hikâyelerinde<br />
aşk, töre, iktidar çatışması ve ölüm gibi<br />
temalarla birlikte dilsizliği ve dilsizlikten doğan<br />
iletişim eksikliğini anlatma yoluna gitmiştir. Konuşarak<br />
iletişim ortamı kuramayan hikâye kişilerinin<br />
vücut dilini ve iç sesini öne çıkarma yolunu<br />
seçmiştir.<br />
Anahtar kelimeler: Murathan Mungan, Lal<br />
Masallar, hikâye.<br />
Yard. Doç. Dr. Cafer GARİPER -<br />
Arş. Gör. Yasemin KÜÇÜKCOŞKUN<br />
Süleyman Demirel Üniversitesi / Isparta<br />
187<br />
Abstract: In Murathan Mungan’s story book<br />
called Lal Masallar published in <strong>19</strong>89 the writer<br />
draws his story collection by using fairy tale elements.<br />
The writer treated themes like love, customs,<br />
power conflicts and death. In addition to<br />
these themes he narrated dumbness and communication<br />
defects as a result of dumbness. Mungan<br />
brings about the body language and inner voice<br />
of the story persons who can’t establish a communication<br />
atmosphere by talking.<br />
Key words: Murathan Mungan, Lal Masallar,<br />
story.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Murathan Mungan’ın ilk baskısı <strong>19</strong>89’da yapılan<br />
Lal Masallar adlı hikâye kitabında Âzer ile Yadigâr,<br />
Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk Masalı<br />
ve Ulak ile Sadrazam adlı uzun hikâyeleri yer alır.<br />
Yazar, bu üç hikâyenin ilk ikisinin kurgulanışında<br />
ve anlatım düzleminde masal, efsane ve halk hikâyelerinden<br />
gelen ögelerden yararlanarak, konusu<br />
geçmiş dönemlere uzanan söz konusu hikâyelere<br />
masal ve efsane atmosferi kazandırmaya, postmodern<br />
tavırla modernizmi parçalayarak geçmiş<br />
çağların anlatılarına yaşama alanı açmaya çalışır.<br />
O, metinlerarasılık çerçevesinde gelenekle kurduğu<br />
bağı konu düzleminde de sürdürme yoluna<br />
gider. Masal atmosferi içerisinde olaylara olabilirlikle<br />
imkânsızlığın arasındaki sınırı saydamlaştırarak<br />
masal atmosferi ve masalsı gerçeklik kazandırmayı<br />
deneyen Mungan, hikâyelerin masalsı<br />
anlatımından gelen akıcı üslûbuna tematik yapıda<br />
gelişen merak artırıcı ögeleri ekleyerek hikâyeleri<br />
ilgi çekici hâle getirir. Bu hikâyelerden üçüncüsü<br />
olan Ulak ile Sadrazam’da ise masal ögesine pek<br />
başvurmadan tarihî dönem içerisinde geçen olaylar<br />
dizisini hikâyeleştirme yolunu seçer.<br />
Lal Masallar’da Murathan Mungan’ın ele aldığı<br />
aşk, töre, iktidar çatışması, ölüm gibi temaların<br />
yanında, ilgi çekici uygulamalarından biri, tematik<br />
güç durumundaki hikâye kişilerinin bir kısmını<br />
ortak bir noktada, dilsizlikte birleştirmesidir. Hayatı<br />
dilsiz olarak eksik bir tarafıyla sürdürmek zorunda<br />
kalan hikâye kişileri, zengin iç dünyalarıyla,<br />
hayatın içerisinde önemli görev üstlenmeleriyle<br />
fonksiyonel kılınırlar. Somut planda ve diyalogsuzlaşma<br />
ortamında dilsizliğin kişiden topluma<br />
doğru genişleyen boyutta iletişimsizliğin iktidarını<br />
kurduğu Lal Masallar’da hikâye kahramanları<br />
davranış şekilleriyle, sır vermeyen bağlılıklarıyla,<br />
vücut dilleriyle, danslarıyla ve hâkim bakış açısına<br />
sahip anlatıcının iç dünyalarından geçenleri ifade<br />
alanına taşımasıyla dilsizliğin poetik ifade alanını<br />
oluştururlar. Böylece konuşma dilinin dışında<br />
ikinci bir dil evreni yaratarak kendileriyle ve diğer<br />
toplum kişileriyle olan çatışmalarını, iletişim-iletişimsizlik<br />
problemini yansıtma şansı bulurlar. İnsanın<br />
iç dünyasının şiirsel yanını, saf ve samimi<br />
tarafını üreten poetik dil, bu hikâyelerin kurmaca<br />
dünyalarının ifadesinde geniş açılımlar sağlar.<br />
188<br />
Sonunda hikâye kişilerinin sessiz, dilsiz duruşları<br />
onların iç sesini oluşturan, derinleştiren ve zenginleştiren<br />
söyleşimsel poetik bir anlam alanının<br />
ifadesine zemin hazırlar.<br />
Murathan Mungan, bu hikâyelerinde modern<br />
hikâyeden postmodern anlatıya geçiş sürecinde<br />
gelenekle kurduğu köprüyle yeni sanatın bir tarafıyla<br />
geleneğin birikimi üzerine kurulabileceğini<br />
göstermiş olur. Tematik düzlemde dilsizliğin öne<br />
çıkması da dilin modernin büyük anlatılarında<br />
önemli bir iktidar aracı olmasına karşı seçilmiş bir<br />
strateji olduğu izlenimini uyandırır. Lal Masallar’da<br />
yer alan hikâyeler, modernitenin hayatın dışına<br />
sürmeye çalıştığı geleneksel anlatılara yer açarak,<br />
aynı zamanda postmodernizm adına moderne<br />
başkaldırıyı içinde barındırır. Modernin idealleştirmeye<br />
çalıştığı insan, zaman ve mekân birliği<br />
veya bunların dille ve modern metin formuyla<br />
mutlak iktidarı ya da merkezileştirilmeleri yazar<br />
tarafından masal unsurlarının ve bir iletişim aracı<br />
olarak dilsizliğin seçilmesiyle parçalanır. Çünkü<br />
burada modern zamanların gerçeklik takıntısını<br />
aşan, masal ögesiyle modern zamanların ötesine<br />
geçerek daha derin bir boyut kazanan farklı bir<br />
dil konuşmaya başlar. Bu masal ögeleri, bir başka<br />
bakışla içeriklerindeki anlamı aşarak moderne bir<br />
şey söylemeyen, ama gerçekte çok şey söyleyen<br />
modernist açıdan birer dilsiz dile dönüşür.<br />
Masal ögeleri ve motifleri<br />
Murathan Mungan, Lal Masallar’da yer alan<br />
hikâyelerin anlatım tarzlarında ve kurgularında<br />
masalın anlatım tarzlarından, kurgu unsurlarından<br />
ve motiflerinden geniş olarak yararlanır.<br />
Bunun yanında tematik düzlemde de masal<br />
ögesinden yararlanma yoluna gider. Bir taraftan<br />
da masal dilinden ivme alan yeni bir dile yönelir.<br />
2 Böylece hikâyeleri masal düzlemine taşıma<br />
gayreti içinde olur. Birbirleriyle geçişken alanları<br />
bulunan efsane, halk hikâyesi, masal ve tarih anlatısını<br />
kendi kurduğu masal dünyasının atmosferi<br />
içinde toplar. Yazarın kendisi de Lal Masallar<br />
hakkında bilgi verirken Âzer ile Yadigâr’ı önce bir<br />
film hikâyesi olarak düşündüğünü ifade eder ve<br />
“[b]irçok geleneksel masaldan süzdüğüm uydurul-<br />
2 Bildirimizde kitabın şu baskı kullanılmıştır: Murathan Mungan,<br />
Lal Masallar, Metis Yayınları, 0. baskı, İstanbul <strong>20</strong>04. Metin<br />
içindeki sayfa numaraları bu baskıya aittir.
muş bir masaldır bu” 3 der. Yazar, elindeki malzemeyi<br />
hikâyeleştirirken amacının “masal kipinin<br />
hızı, sıçramaları ve atlamalarıyla çağımızdaki film<br />
dilinin hızı arasında özel bir ortaklık kurmak, keşfedilmemiş<br />
bir benzerliği ortaya çıkarmak, bu ikisi<br />
arasında gizli bir yumuşak geçiş sağlamak” olduğunu<br />
söyler. “Geleneksel malzemeyi, salt kolaylıkla<br />
görünen ve alımlanan yanıyla değil, aynı zamanda<br />
çağımızdaki bir başka tekniğe yakın düşen bu yanıyla<br />
değerlendirmek” istediğini belirtir. 4<br />
Kitabın ilk hikâyesi olan Âzer ile Yadigâr’da masal<br />
ögeleri ve masal motifleri ile halk hikâyelerinden<br />
gelen ögeler önemli yer tutar. Halk hikâyelerinden<br />
gelen motiflerle iç içe geçmiş yapıda<br />
kendisini gurbet tutan oba beyinin oğlu olan kahramanın<br />
masallarda çokça görülen evden uzaklaşarak<br />
5 yolculuğa çıkması, Âzer’in gözüne çekilen<br />
Arap sürmesi buhurun olağanüstü özelliğinin olması,<br />
uçurumun konuşması, rüya motifi, sevginin<br />
önüne konan engeller, dilsiz kahraman Yadigâr’ın<br />
dilinin çözülerek konuşması bunlar arasında sayılabilir.<br />
Bütün bu olağanüstü ögeler aynı zamanda<br />
moderne başkaldırıyı, onun buyurgan gerçeklik<br />
kipini bulandırmayı hedefler.<br />
Âzer ile Yadigâr hikâyesinin varlık kazanmasında<br />
itici güç oluşturan mekân durumundaki uçurumun<br />
dibinden,<br />
“Âzer! Âzer! Âzer!<br />
Yadigâr! Yadigâr! Yadigâr!” (s. 15)<br />
şeklinde seslerin yükselmesi bir masal ögesidir.<br />
Âzer’in annesi Oba Hatununun gurbete çıkacak<br />
olan Âzer’in gözlerine Arap sürmesi çekmesi de<br />
halk hikâyesi geleneğiyle olduğu kadar, içinde barındırdığı<br />
olağanüstülüklerle masala bağlanacak<br />
türdendir:<br />
“ ‘Kapa gözlerini oğul. Bu tütsülü sürmeyi gözüne<br />
çekerim ki, gözün tekmil kötülüklerden ırak<br />
kalsın. Kem şeylere bakış düşürmesin. Dünya<br />
malına tutsak düşmesin, harama ve zulme gönül<br />
indirmesin. Ve de gözyaşına bend olsun. Yol vermesin<br />
gözlerinin pınarına. Nazar boncuğu olsun<br />
3 Feridun Andaç, Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları, Ümit Yayınları,<br />
Ankara 999, s. 56.<br />
4 Murathan ’95, Metis Yayınları, İstanbul 995, s. 55.<br />
5 [Murathan Mungan], Murathan ’95, Metis Yayınları, İstanbul<br />
995, s. 55.<br />
189<br />
bedenine; esirgesin seni, kollasın. Bu sürmeyi<br />
anan çekti gözlerine; yârin, ayalin bozsun, kendi<br />
sürmesin çekmeye…’<br />
Bu sözlerden sonra Oba Hatunu, oğlu Âzer’in<br />
gözlerine buhuru üzerinde kutlu, tütsülü bir sürme<br />
çekti. Bakışları yalazlandı Âzer’in, gözleri harlandı.<br />
Gözleri, baktığı yeri tutuşturuyordu artık.”<br />
(s. <strong>19</strong>).<br />
Âzer’e yolculuğu sırasında gökyüzünde turnaların<br />
yol göstermesi, bir güvercinin omzuna konması,<br />
sonra uçarak Âzer’e rehberlik etmesi ve bir<br />
obaya getirmesi, Yadigâr’ın çadırının üzerine konması,<br />
Âzer’in oba halkına yol vermeyen azgın bir<br />
ırmağı sazı ve sözüyle durgun bir çaya çevirmesi<br />
masal ögeleri ve masal kurgusu olarak metindeki<br />
yerini alır.<br />
Âzer gibi hikâyenin kadın kahramanı Yadigâr da<br />
birtakım olağanüstülükler taşır. Ailenin ilk çocuğu<br />
olarak annesiyle babasının evliliğinden dokuz<br />
yıl aradan sonra doğması, bu doğumda annesinin<br />
rüyasına giren ermişin kör erkek çocuk yahut dilsiz<br />
kızdan birini dilemesini istemesi, onun dilsiz<br />
kız çocuk dilemesi, ermişin isteğine bağlı olarak<br />
kıza yedi yaşına kadar ad verilmemesi, çocuğun<br />
yüzünde yedi yaşından itibaren kırk düğümle düğümlenmiş<br />
yüzüne yapışık peçenin bulunması,<br />
kızın büyü ile olan ilgisi dolayısıyla çevrede ünü<br />
herkes tarafından duyulan kilimler dokuması, her<br />
iki hikâye kişisinin olağanüstü özelliklere sahip<br />
olması masal ve halk hikâyesiyle ilişkilidir. Buna<br />
benzer şekilde yedi, dokuz ve kırk gibi sayı sembolizasyonları<br />
hep bu masal dünyasından ve halk<br />
hikâyesinden gelen ögeler olarak metindeki yerini<br />
alır.<br />
“Kehanet bildiren veya bir teamül koyan kutsal<br />
nitelik taşıyan rüyalar. Bu tür rüyalarda açıkça ve<br />
doğrudan doğruya bir nasihat veya bir emir verilmektedir.<br />
Türk halk hikâye ve masallarında daha<br />
çok bu grubdan sözlü mesaj taşıyan rüyalara rastlanmaktadır.”<br />
6 Âzer ile Yadigâr’da birçok adak ve<br />
duadan sonra rüyada ermiş tarafından oba beyinin<br />
karısına çocuklarının olacağı müjdesinin verilmesi<br />
ve bunun teamüle bağlanması bu motifle<br />
uygunluk taşır.<br />
6 Vladimir Propp, Masalın Biçimbilimi, Om Yayınevi, İstanbul<br />
<strong>20</strong>0 , s. 45.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Yadigâr’ın annesinin rüyasına giren ermişin<br />
daha önce haber verdiği üzere, Yadigâr’ın yüzüne<br />
yapışık olan ve sadece gözlerinin görünmesini<br />
sağlayan peçenin Yadigâr’la Âzer’in kuytu bir yerde<br />
karşılaşmalarıyla düşmesi, lal olan Yadigâr’ın<br />
dilinin çözülerek konuşmaya başlaması yine masal<br />
dünyasından gelen motifler olarak değer kazanır.<br />
Âzer ile Yadigâr’da olduğu gibi, Lal Masallar’ın<br />
ikinci hikâyesi olan Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />
Masalı’nda da masal ögeleri ve masal motifleri<br />
önemli yer tutar. Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />
Masalı’nda hiçbir dağa benzememesi, ulaşılmazlığı<br />
ve olağanüstülüğüyle Billur Köşk’ün bulunduğu<br />
dağ, hikâyenin daha başlangıcında masal motifi<br />
taşıyan bir dağa dönüşür. Yine masal ögesi olarak<br />
Selvihan’ın bu dağdaki Billur Köşk’te yaşaması, ırmağın<br />
kıyısında durduğunda ırmağın da durması,<br />
“[r]aksında Billur Köşk”ün deprem yemişçesine<br />
yerinden oynaması (s. 54) gibi ögeler, bu postmodern<br />
hikâyenin kurmaca dünyasında masal motifi<br />
olarak yerini alır.<br />
Masal atmosferi ve kurgusu<br />
Murathan Mungan, Lal Masallar’da yalnızca masal<br />
motiflerinden yararlanmakla kalmaz. Masalla<br />
modern hikâyenin anlatım tarzlarını iç içe kullanan<br />
yazar, bu iki anlatım tarzından gelen ögeleri<br />
harmanladığı hikâyelerde masal atmosferi kurma<br />
uğraşı içinde olur. Masaldan halk hikâyelerine,<br />
halk hikâyelerinden modern hikâyeye evrilerek<br />
gelen hikâyenin masalla olan organik bağını yeniden<br />
inşa etmeyi dener. Adının ilk kısmı Âşık Emrah<br />
ile Selvihan adlı halk hikâyesini çağrıştıran, ikinci<br />
kısmı Türk masallarının en yaygını olan Billur<br />
Köşk’e 7 gönderme yapan Muradhan ile Selvihan<br />
yada Bir Billur Köşk Masalı’nda,<br />
“Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; Masala<br />
inanmazlar,<br />
masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş<br />
gibi,<br />
sanki hakikatin sırrına ermiş gibi,<br />
7 Hopkins, Ferial Ghazoul, “The Nature and Function of The<br />
Dream Motif in Turkish Folk Literature”, I. Uluslararası Türk Folklor<br />
Kongresi Bildirileri, 2. Cilt, Ankara 976, s. 33’den Umay<br />
Günay, Türkiye’de Âşık tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ<br />
Yayınları, Ankara 992, s. 89.<br />
<strong>19</strong>0<br />
masala inanmayan gerçeğe inanır mı?” (s. 47)<br />
diyen anlatıcı, postmodern başkaldırıyla, bir<br />
yandan modern çağın gerçeklik bağlamında masala<br />
yaklaşım tarzına eleştiri getirirken diğer<br />
yandan anlatacağı hikâyenin masal olduğu fikrine<br />
okuyucuyu hazırlar. Bu ifadeler aynı zamanda<br />
masalın başında yer alan ve dinleyicileri masalın<br />
olağanüstü dünyasına hazırlamaya yarayan “Bir<br />
varmış, bir yokmuş…” şeklindeki kalıp ifadenin<br />
yani tekerlemenin yerini tutar.<br />
Hikâyelerin başlangıçları gibi sonları da efsaneyi<br />
ve masalı andıran bir kuruluşa sahiptir. Âzer ile<br />
Yadigâr hikâyesinden aktaracağımız şu satırlarda<br />
da görüleceği üzere,<br />
“İkisi de uçurumdan aşağıya doğru süzülürken<br />
nerden bilinmez her ikisinin arasına keskin bir kılıç<br />
düştü.<br />
O gün, bu gün o yankı sürer uçurumun ağzında.<br />
Uçurumun başına gidenler hâlâ duyarlar o yankıyı,<br />
o sesi.<br />
Başka adlara lal olmuştur Deliyar<br />
Ancak Âzer, der. Yadigâr, der.” (s. 45).<br />
bu kuruluş daha çok efsaneden gelen yapıya yakındır.<br />
Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />
Masalı’nda ise anlatıcı hikâyeyi,<br />
“Raksın en kıvrak yerinde ateş kırmızısı kuşağından<br />
çıkarıp altın rengi hançerlerini, kendini<br />
hançerledi Muradhan.<br />
biri lal rengi bir ağuyla bir yana serildi,<br />
öteki hançer yarasıyla öte yana devrildi,<br />
ortalarına nerden bilinmez bir dal zakkum düştü.<br />
Billur Köşkün düğünü ölümdü.<br />
Ay dindi,<br />
Güneş eridi,<br />
Çınar devrildi.<br />
Billur köşk destana karıştı, söylenceye karıştı.<br />
Ölümden düğün yapan Billur Köşk kalmadı ge-
iye. Ağusu kaldı, o da lal rengi bir masaldı. Buna<br />
sebep kimse bilmezdi bu masalı, kimse bilmedi<br />
bu masalı. Destanın tarihinde gizli bir ırmak gibi<br />
aktı.<br />
Gün geldi biri bildi, o da tuttu adını verdi.” (s.<br />
74).<br />
sözleriyle sonlandırır. İçine postmodern ögelerin<br />
de karıştığı bu cümleler, masalın sonundaki tekerlemeyi<br />
hatırlatır. Özellikle masaldaki “gökten<br />
üç elma düştü …” şeklindeki formelle “ortalarına<br />
nerden bilinmez bir dal zakkum düştü” ifadesi<br />
benzerlik gösterir.<br />
Ulak ile Sadrazam’da sınırlı olarak masal ögeleri<br />
yer almakla birlikte masal atmosferi pek yer<br />
tutmaz. Ancak, hikâyede tarihî kişiliklerin isimsizleştirilerek<br />
soyutlanması masaldaki genellemeye<br />
yaklaşır. Diğer yandan ulağın üzerinde dönüp<br />
duran kuşlar uğursuzluğu sembolize etmeleriyle<br />
halk inançlarıyla ve yine masalla bağ kurabileceğimiz<br />
zemini hazırlar.<br />
Murathan Mungan’ın bu masalsı hikâyeleri yer<br />
yer masal motiflerinden ve masal atmosferinden<br />
ayrılır. Özellikle hikâyelerin dramatik bir sonla,<br />
ölümle bitişi, çoğu masalda karşılaştığımız mutlu<br />
sondan ayrıldığı nokta olur.<br />
Dilsizliğin poetik dili<br />
Lal Masallar’da yazar, postmodern tavrın da rol<br />
oynadığı yapıda, geniş olarak dilsizliğin poetik dilini<br />
ve anlamını kurar. Bu hikâyelerde tematik güç<br />
konumunda olan yahut önemli fonksiyon üstlenen<br />
kahramanların büyük bir kısmının belirleyici özelliği<br />
lal, yani dilsiz oluşlarıdır. Âzer ile Yadigâr ve<br />
Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk Masalı<br />
hikâyelerinde bu özellik öne çıkar. Postmodern<br />
başkaldırı, dilsizliği merkezîleştirerek modern<br />
dönemde dilin kurduğu iktidarı sarsmaya yönelmiş<br />
olur. Modern çağın içinde hayatın her yanını<br />
dolduran dil, insanı tabiat varlıklarından, insanı insandan<br />
ve kendinden uzaklaştırmıştır. Yazar, aracı<br />
olarak dilin kurduğu sahte dünyayı yıkarak doğrudan<br />
insanın iç sesinin içtenliğini kurar. Sonunda<br />
Lal Masallar’da dilsizlik, insanı tabiata, başka<br />
insana ve kendine götüren köprü olur.<br />
Kitabın ilk hikâyesi Âzer ile Yadigâr’da oba beyi<br />
<strong>19</strong>1<br />
Deli Türkmen’in tek çocuğu Yadigâr, dilsiz genç<br />
bir kız olarak iç dünyasının anlamını gözlerinde<br />
toplar. Kalabalıklardan kaçan, kimseye görünmek<br />
istemeyen Yadigâr, ıssız arazide dolaşmalarında<br />
tabiat varlıklarıyla gizli bir iletişim alanı kurar. Atını<br />
hızla koşturmaları ve özellikle çevrede ün salan<br />
kilim dokumaları, nevruz günlerinde her genç<br />
kız gibi uçurumun başına gelmeleri, diğer kızların<br />
uçuruma bağırıp nasipleri konusunda ondan cevap<br />
beklemelerine karşılık onun bir köşeye çekilip<br />
mahzun bekleyişleri dilsizliğinin poetik anlamının<br />
dışa vurumu olur.<br />
Âzer ile Yadigâr’da aslında “saza, hikmete, kelama,<br />
tasavvufa merak” duyan Âzer’in “Beni gurbet<br />
tuttu” (s. 17) diyerek halk şairleri gibi gurbete<br />
çıkmak istemesi, içinde bulunduğu psikolojik durumun<br />
anlamını üreten, fakat onu geniş olarak<br />
vermeyen bir anlam yüküne sahiptir. Bu sır dolu<br />
anlam yükü, onun Yadigâr’la karşılaşmasından<br />
sonra poetik anlamını bulacak ve sır çözülecektir.<br />
Buna benzer şekilde Muradhan ile Selvihan yada<br />
Bir Billur Köşk Masalı’nda dilsizliğin ürettiği poetik<br />
anlam genişliğine ortaya konur. Birbirlerine gönüllerini<br />
kaptıran Selvihan ile Muradhan, nehrin<br />
kenarında karşı karşıya geldiklerinde Muradhan’ın<br />
lal olması dolayısıyla birbirleriyle dilsiz bir şekilde,<br />
iç sesle/gönül diliyle konuşmaları bu anlamdadır.<br />
Oba beyinin yirmi yıl bekledikten sonra kavuştuğu<br />
tek kızıyla bir uşağın evlenmesinin önüne geleneğin<br />
koyduğu engel, onların birbirine kavuşmasını<br />
imkânsız kılar. Bunun bilgisine sahip olan Selvihan,<br />
Muradhan’dan kendisini kaçırmasını isteyecektir.<br />
Fakat, Muradhan’a göre onu kaçırmak çözüm<br />
değildir. Aralarında, Muradhan’ın gönül diliyle konuştukça<br />
çoğaldığı, şöyle bir söyleşme geçer:<br />
“ ‘Bilirim dilin laldir, lakin aşikâr et bana yüreğini.’<br />
Selvihan’ın bu sözü üzre Muradhan dedi ki,<br />
yedi sesiyle birden,<br />
yedi sesiyle gür ve delikanlı:<br />
‘Sen bir Bey kızısın, ben bir oba uşağı, dünyadaki<br />
yerimiz birbirin tutmaz. Mezhebimiz bir değildir,<br />
nikâhımız tutmaz. Ben bir göçerim, sense bir<br />
dağlı, mekânımız tutmaz. Ben bir lalim, sense bir<br />
bülbül, kelamımız tutmaz.’<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Selvihan bu söz üzre dedi ki:<br />
‘Ya Muradhan peki, beni bu on günlük yola süren,<br />
seni semahında kitleyen şey n’ola ki bunca<br />
tutmazı, tutar etmek ister’<br />
Muradhan dedi ki,<br />
yedi sesinde yedi kırık ezgiyle:<br />
‘Belli ki sevdadır. Beni gönlüne, sevdana, derdine,<br />
mihnetine ortak ettin. Sevdam yenidir; lakin<br />
vadelidir. Benim de ilk sevdam, ilk volkanımdır.<br />
Bunca yıl volkanım bedenimi dolaştı durdu, oyun<br />
oldu, raks oldu, semah oldu. Beni piri olduğum semahı<br />
tutarken kitleyen sevda kolay geçmez elbet.<br />
Diyeceğim o ki Selvihan, benim başımı diklediğim<br />
sevda değil mânidir.’ ” (s. 68).<br />
Selvihan, bu konuşmada Mecnun’un Kerem’in,<br />
Ferhat’ın aşkını Muradhan’a örnek göstererek<br />
aşkı için mücadele vermesini ister. Muradhan bir<br />
şekilde Selvihan’ın yaşadığı köşke geleceğini, birbirlerine<br />
kavuşamasalar bile gözleriyle birbirlerini<br />
sevebileceklerini ifade eder. Bu dilsiz konuşmada<br />
“yedi vakit” düşündükten sonra çözüm bulunmuştur.<br />
Muradhan, uzun aradan sonra Billur Köşk’e<br />
köçek olarak girer. Her akşam dans ederek uzaktan<br />
da olsa Selvihan’ı görme, onunla görüşme<br />
imkânını bulur. Fakat, bir süre sonra Selvihan’ın<br />
güçlü bir beyin oğluyla evlenmek zorunda bırakılması<br />
bu beraberliği sonlanacağı tehlikesini getirir.<br />
Düğünün kırkıncı ve son gününde dans eden<br />
Muradhan’la göz göze gelen Selvihan onunla yine<br />
dilsiz konur, birbirlerini anlarlar. Selvihan kendi elleriyle<br />
yaptığı zehri içerken Muradhan da hançer<br />
oyununda kendini hançerler. Toplum kurallarıyla,<br />
gelenekle baskılanan iki âşık, aşklarının ifadesi<br />
anlamına gelecek şekilde ölümü bir dil, bir söylem<br />
olarak seçerler. Böylece iki sevgili kendileri için<br />
aşklarının her şeyin üstünde olduğunu dille ifade<br />
edemeyince ölümü seçerek aşklarının ifade alanı<br />
olarak ikinci bir dil kullanmış olurlar.<br />
Ulak ile Sadrazam’da dilsizliğin anlamı ulak olarak<br />
seçilen kişinin iç konuşması şeklinde hâkim<br />
anlatıcının sözü kahramana bırakması yoluyla<br />
sunulur. Hükümdarın ölümü üzerine sadrazam tarafından<br />
ulak olarak seçilen lal hikâye kişisi, sadrazama<br />
olan bağlılığını dile getirirken bir yandan<br />
da ona karşı gücenmişliğinin anlamını iç sese dö-<br />
<strong>19</strong>2<br />
nüştürür. Padişahın ölümü üzerine iki şehzadenin<br />
tahta geçme rekabeti içerisinde yakalandığında<br />
konuşamasın diye ulak seçildiğini bilen hikâye<br />
kişisi, bunu incitici bulur. Çünkü onun efendisine<br />
bağlılığı dili olsa bile konuşmamasını, efendisi olarak<br />
gördüğü sadrazamı ele vermemesini gerektirmektedir.<br />
Bunu iç diyalogla,<br />
“Bende sizi ilgilendiren en önemli şey, dilsizliğimdi.<br />
Yakalanırsam ele verilmemeyi güven altına<br />
almak istiyordunuz. İşte o an haddim olmayarak<br />
gözlerimi kaldırmış, ta gözlerinizin içine bakmıştım.<br />
Hayatımda hiç bu kadar konuşma ihtiyacı hissettiğim<br />
başka bir an olmamıştır sevgili Efendim.<br />
Büyük bir haksızlığa kurban gittiğim duygusuna<br />
kapılmıştım. Yüreğimi size aşikâr edememiştim,<br />
demek ki gözlerim yetmemişti kalbimi anlatmaya,<br />
duruşum yetmemişti. (…) Bilmiyordunuz ki, dilim<br />
lal olmasa da sizi ele vermezdim, veremezdim. (…)<br />
O an dile gelip işte bunları söylemek isterdim size.<br />
Masallarda dile gelen kuşlar gibi.” (s. 112).<br />
şeklinde dile getirir. Sadrazamı her zaman göz<br />
ucuyla takip ettiğini, akşamları onun saraydaki<br />
odasının penceresine baktığını belirten ulak, kendisinin<br />
de pek anlam veremediği ona olan bağlılığını<br />
“tutku” (s. 117) şeklinde adlandırır. Onun<br />
sadrazama bakışı ve onunla ilgilenişi efendi-uşak<br />
ilişkisini aşan bir poetik dil alanı yaratır. Fakat,<br />
sadrazam tarafından doğru yorumlanamayan ve<br />
anlamlandırılamayan bu beden dili, ulağın kendi<br />
iç dünyasında derinleşmesini, söyleşim alanını yoğunlaştırmasını<br />
getirir. Ulak, gittikçe iç monologa<br />
dönüşmeye başlayan iç sesiyle yaşadığı dilsizliğin<br />
dramatik boyutunu ifade alanına taşımaya başlar.<br />
“Toprak kadar sessiz bir çocuktum. Dilsizliğim<br />
doğuştan” (s. 118) diyen ulak, kelimelere ulaşılamayacak<br />
büyülü varlıklar olarak bakar. Onun<br />
durmadan konuşan iç sesi, bütün çevresini, insan<br />
ilişkilerini ve tabiat varlıklarını, dilsizliğin yarattığı<br />
şiddetli konuşma ihtiyacıyla derin anlamlarla donatır.<br />
Âzer ile Yadigâr’da dilsizliğin poetik anlamı insanlarla<br />
sınırlı kalmaz. Tabiat varlıkları ve çeşitli<br />
nesneler de masal ögesi olarak bu anlamın bir<br />
tarafını kurar. Birçok kavuşamayan sevgilinin mezarı<br />
durumundaki kutlu bir uçurum olan Deliyar’ın<br />
(s. 33) genç kızların seslenmelerine karşılık ver-
mesi, sevgililerinin, bir anlamda nasiplerinin adlarını<br />
söylemesi, birbirlerine sevgilerini rahatlıkla<br />
açamayan gelenekli yaşama içindeki insanların<br />
iletişimsizliğinin poetik anlamını üretir. Âzer ile<br />
Yadigâr’ın kendilerini uçuruma bırakmalarından<br />
sonra Deliyar’ın seslenenlere artık hep “Âzer”<br />
ve “Yadigâr” şeklinde cevap vermesi Âzer ile<br />
Yadigâr’ın şahıslarında aşkın anlamının yüceltilmesinden<br />
başka bir şey değildir.<br />
Âzer ile Yadigâr’da, Âzer’in saz çalmasıyla ve<br />
sesiyle tabiat varlıkları sessizliğe bürünür. Bunun<br />
gibi Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />
Masalı’nda da Muradhan semaha başlamadan<br />
önce “tekmil bedeni, ova lal” olur. “Börtüsü-böceği,<br />
otu-çiçeği, suyu-pınarı hepten” susar (s. 57).<br />
Ovanın her köşesi büyülü bir sessizliğe bürünür.<br />
Kendinden sır taşıyan Muradhan’ın semahı göç<br />
tutmak gibi, uzun yollar, uzun diyarlar gibi, hayat<br />
gibidir. Semah, sevdanın, arınmanın ve insanın<br />
kendisinin dışına çıkmasının anlamını veren bir dil<br />
kurar.<br />
Lal Masallar’da nesnelere de anlam yüklenir. Onların<br />
insanların iç dünyalarından geçenleri, duygu<br />
ve düşüncelerini, karar ve kararsızlıklarını yansıtıcı<br />
gücü vardır. Yadigâr’ın duygu ve düşünce dünyasının<br />
zenginliği dokuduğu kilimde, Selvihan’ın<br />
kararsızlığı ise yaptığı gergefte nesnelerin diline<br />
dökülür. Selvihan’ın Muradhan’ın bulunduğu obaya<br />
gideceği zaman gergefe yol çizmesi ve sonunu<br />
koymaması, bilinmezi ifadeye yarayan nesnelerin<br />
dili olarak değer kazanır. Bu durum Âzer’de daha<br />
çok sazı aracılığıyla ortaya çıkarken Muradhan’da<br />
semah dönmesindeki vücut dilinde anlamını bulur.<br />
Çeşitli tabiat varlıklarının ve nesnelerin yanında<br />
Lal Masallar’da, Muradhan’ın dansında olduğu<br />
gibi, insan vücudu da anlam yüklenir. Gönlünü<br />
Muradhan’a kaptıran Selvihan’ın öfkesine Billur<br />
Köşk ve Billur Köşkün bulunduğu dağ da eşlik<br />
eder. Mutradhan’ın obasının göçtüğünü haber<br />
aldıktan sonra yatağa düşen oba beyinin tek kızı<br />
Selvihan, Muradhan’ın obasının izinin bulunduğunun<br />
ve semah oynanacağının müjdesinin getirilmesi<br />
üzerine yatağından yaya sürülmüş bir ok<br />
gibi fırlaması bunun anlamını verir. Buna karşılık<br />
semah oynarken Selvihan’ı karanlıkta ilk kez gören<br />
Muradhan’ın ilk defa vücudunun kilitlenmesi<br />
ve oyunu tamamlayamaması vücut yoluyla aşkın<br />
<strong>19</strong>3<br />
dile gelmesini ifade eder.<br />
Lal Masallar, bir bakıma modern çağda artık<br />
dilin yapmacıklı kullanım alanına karşı, dilsizliğin<br />
ve vücut dilinin içtenliğini koyar. Bu postmodern<br />
başkaldırı da ancak, modernizmin kirlettiği yaşama<br />
alanlarından çıkarak geleneğin duru kaynaklarına<br />
gitmekle mümkün olacaktır.<br />
Dilin poetik anlamı ve iktidar<br />
alanı<br />
Lal Masallar’da dil, dolayısıyla ona bağlı olarak<br />
söz bir iktidar erkine ve aracına dönüşür. Bu iktidar<br />
erkini ve aracını kimi zaman ses ve musiki,<br />
kimi zaman verilmiş bir söz kurar ve idare eder.<br />
Önemli bir tarafıyla geleneğe bağlı yaşama alanının<br />
anlatımını sergileyen hikâyeler, aynı zamanda<br />
sesin, dilin, sözün ve bunlara ters yönde gelişen<br />
dilsizliğin insanların yaşama alanında tuttuğu yeri<br />
işaretler. Kullanılan dilin, söylenilen sözün ve hatta<br />
dilsizliğin geniş bir iktidar alanı kurduğu görülür.<br />
Bu iktidar alanı, kişilerin yazgısını belirleyecek<br />
kadar geniş bir sahaya yayılır.<br />
Âzer ile Yadigâr’da ses, dil ve sözden oluşan<br />
poetik anlamdan ve iktidar erkinden söz etmek<br />
mümkündür. Âzer, sazı ve sözüyle insandan tabiat<br />
varlıklarına kadar genişleyen etkileme gücüne<br />
sahiptir. Hikâyede Hak âşığı olarak anlamını bulan<br />
Âzer, aşkın varlığın olağanüstülük yüklediği kişiliktir.<br />
Nitekim çıktığı yolculukta turnaların ve güvercinin<br />
yol göstericiliğiyle geldiği obada insanların<br />
köprü kurarak geçemediği coşkun ırmağın dilinden<br />
anlaması, onunla söyleşmesi ve sonunda onu<br />
sazı ve sözüyle durgun bir çaya çevirmesi onun<br />
sazının ve sözünün gücünü gösterir.<br />
Âzer ile Yadigâr’da sözün iktidarını önemli bir tarafıyla<br />
Yadigâr’ın babası oba beyi Deli Türkmen’in<br />
kızını aynı gün doğan başka bir oba beyinin oğluyla<br />
beşik kertmesi yapması ve kızını ona vereceği konusundaki<br />
sözü kurar. Sözünde duran, irade sahibi<br />
bir karakter olarak çizilen Deli Türkmen’in verdiği<br />
bu söz, birbirlerine âşık olan Âzer ile Yadigâr’ın<br />
önünde engel oluşturur. Kaçmalarına, dağ taş<br />
dolaşmalarına rağmen Deli Türkmen’in verdiği<br />
söze bağlı takibi onların peşlerini bırakmaz. Çünkü<br />
Âzer’in sazından ve sesinden çıkan nağmeler,<br />
Yadigâr’ın parmaklarından dökülerek kilime dönü-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
şen ilmikler, onların takibini kolaylaştıran ikinci bir<br />
dilin anlamını üretir. Bu takip, Âzer ile Yadigâr’ın<br />
kendilerinden önceki çaresiz âşıklar gibi vücutlarını<br />
Deliyar adı verilen uçuruma bırakmalarına kadar<br />
sürer. Böylece bu hâdise, Yadigâr’ın annesinin<br />
rüyasında görünen ermiş kişinin dokuz yıl aradan<br />
sonra adaklarla kavuştukları kızlarını izinsiz beşik<br />
kertmesi yapmalarının bedelsiz kalmayacağı (s.<br />
29) şeklindeki sözünün anlamını bulması olarak<br />
değer kazanır. Aslında Yadigâr’ın babası ve annesi,<br />
bu davranışlarıyla adaklarla kavuştukları kızlarının<br />
yazgısına dışarıdan müdahale etmişlerdir.<br />
Burada artık aşkın irade ile Yadigâr’ın babasının<br />
vermiş olduğu sözün iktidar mücadelesi belirmiştir.<br />
İktidar mücadelesinde ne Yadigâr’ın babası<br />
sözünden dönecektir, ne de aşkın iradenin dileğinin<br />
dışında bir netice alınacaktır. Sonuç açıktır. Bu<br />
mücadele ölümle sonuçlanacaktır.<br />
Âzer ile Yadigâr’da sözle birlikte ses, Âzer’in<br />
âşıklar toplantısında konuşmasında da iktidar<br />
erkine dönüşür. Âzer’in yabancısı olduğu âşıklar<br />
toplantısında bilgisizlikten sazını en üste asması<br />
çatışmayı yaratır. Bunu bir meydan okuma olarak<br />
algılayan âşıklar, onu söz meydanına davet eder.<br />
Bunun üzerine Azer’in saz çalması ve arkasından<br />
alçak gönüllü sözleri orada bulunan âşıkların<br />
sazlarını meydana bırakmalarına, onun ustalığını<br />
kabul etmelerine, hatta bütün dinleyicileri etkisi<br />
altına almaya kadar giden iktidar gücü yaratır.<br />
Lal Masallar’ın üçüncü hikâyesi Ulak ile<br />
Sadrazam’da ise seferdeki hükümdarın ölümünün<br />
gizlenmesi etrafındaki faaliyetler ve sessizliğin dili<br />
iktidarını kurar. Hükümdarın ölümünün duyulması<br />
hâlinde orduda baş gösterecek başıbozukluğun<br />
giderek başkaldırıya ve talana dönüşeceği korkusunu<br />
yaşayan sadrazam, bu durumu saklama ihtiyacı<br />
duyar. Yapılacak işin iki şehzadeye ulaklarla<br />
haber göndermek, bu arada hükümdar hayattaymış<br />
gibi davranarak onun cesedini saraya taşıyıp<br />
ölümünü şehzadelerden biri tahta geçene kadar<br />
gizlemek olduğuna karar verir. Sadrazamın bu<br />
karara varmasında etkili olan unsur, sessiz duran<br />
Yeniçeri ordusunun kendisini de katletmeye varıncaya<br />
kadar birçok taşkınlığı yapabileceğini düşünmesidir.<br />
Bu düşünceden hareketle “Hünkârın<br />
ölümünden haberi olan Kapıkulu ve Peşkirdar için<br />
tedbir almak” gerekir. “Hünkârın ölümünden ha-<br />
<strong>19</strong>4<br />
berdar olmaktan başka hiçbir günahı bulunmayan<br />
bu hizmetkârların cesetleri, gün karardığında gömülmek<br />
üzere” minder altına tıkılarak hükümdarın<br />
ölümü gizlenir (s. 99). Böylece bütün çevreye<br />
korkunun yarattığı sessizliğin dili hâkim olur.<br />
Murathan Mungan’ın Lal Masallar kitabında yer<br />
alan üç hikâyesinde de tematik güç durumundaki<br />
kişiler gelenekle yazgıları arasına sıkışmıştır. Bu<br />
durumu şöyle basit bir şemayla gösterebiliriz:<br />
A B<br />
C<br />
Burada A geleneği, B insanın yazgısını, C ise insanı<br />
ifade etsin. C yani insan, A ile B’nin gelenekle<br />
yazgısının baskısı altında onlara karşı mücadele<br />
verir. Fakat, sonunda Lal Masallar’da C ile ifade<br />
ettiğimiz tematik güç durumundaki kahramanlar<br />
gelenek-yazgı ikilisi karşısında hep kaybetmeye<br />
mahkûm olurlar.<br />
Sonuç<br />
Murathan Mungan, Lal Masallar’da kitabın adına<br />
uygun masal atmosferi taşıyan hikâye dünyaları<br />
kurar. Bu kurmaca dünyalarda gerçeklikle<br />
olağanüstülüğün kesişme alanında ilgi çekici olaylar<br />
anlatma yoluna gider. Onun masal, efsane ve<br />
halk hikâyelerinden yararlandığı bu anlatıları, bir<br />
yandan gelenekten beslenirken diğer yandan Türk<br />
edebiyatında, hikâyelerin yazıldığı yıllarda yeni<br />
gelişmeye başlayan postmodern anlayıştan gelen<br />
ögeleri bünyesine katar. Bu yanıyla Lal Masallar,<br />
moderne karşı postmodern başkaldırıyı da içinde<br />
barındırır. Yazar, bir anlatım tekniği olarak yararlandığı<br />
masal, efsane ve halk hikâyesinin anlatım<br />
tarzları ve kurgu özelliklerinin yanında bu türlerden<br />
tematik olarak da yararlanma yoluna gider.<br />
Onun Lal Masallar kitabında yer alan hikâyeleri,<br />
bir tarafıyla sosyolojik olgu olarak hikâyelerin kaleme<br />
alındığı dönemin baskıcı toplum yaptırımlarına,<br />
insanlar arasındaki statü farklarından doğan
problem alanlarına ve sosyolojik olgu olarak geleneğin<br />
belirleyiciliğine de dikkat çeker. Bir yandan<br />
da iktidar mücadelelerinin daha çok insanın iç<br />
sesinde anlamını bulan söyleşim alanını yaratma<br />
yoluna gider. Dilsizlikten doğan iletişim eksikliğini<br />
tematik problem hâline çeviren hikâyeler, kişiden<br />
topluma doğru genişleyen iletişimsizliğin poetik<br />
anlamını kurar. Fakat, iletişimsizliğin içinde gizli<br />
bir dille iletişim ortamı yaratır. Bu gizli dilin gücü<br />
ve içtenliği, okuyucuyu kullanılan gündelik gerçek<br />
dil karşısında şüpheye düşürür. Aslında Lal<br />
Masallar’dan çıkan toplu sonuç, herkesin yalnız<br />
kendisini dinlediği, kendisine dönük hayat kurduğu<br />
bir dünyada insanların yazgılarının ve hayatlarının<br />
önemli bir tarafıyla lal olduğu ve hayatlarını lal<br />
yaşadıklarıdır. Bunda başkasını kendi dünyasının<br />
dışına iterek ötekileştiren modernizmin önemli<br />
rolü vardır. Lal Masallar’da yer alan hikâyeler,<br />
dilsizliğe ve modernizmin olumsuzluklarına başkaldırı<br />
olarak da okunabileceğinin bilgisini bünyesinde<br />
barındırır.<br />
KAYNAKÇA<br />
Andaç, Feridun, Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları, Ümit Yayınları,<br />
Ankara <strong>19</strong>99.<br />
Günay, Umay, Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi,<br />
Akçağ Yayınları, Ankara <strong>19</strong>92.<br />
Mungan, Murathan, Lal Masallar, Metis Yayınları, 10. baskı, İstanbul<br />
<strong>20</strong>04.<br />
[Mungan, Murathan], Murathan ’95, Metis Yayınları, İstanbul<br />
<strong>19</strong>95.<br />
Propp, Vladimir, Masalın Biçimbilimi, Om Yayınevi, İstanbul <strong>20</strong>01.<br />
Sakaoğlu, Saim, Gümüşhane Bayburt Masalları, Akçağ Yayınları,<br />
Ankara <strong>20</strong>02.<br />
Saim Sakaoğlu, Gümüşhane Bayburt Masalları, Akçağ Yayınları,<br />
Ankara <strong>20</strong>02, s. 36.<br />
<strong>19</strong>5<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ÜNİVERSİTE<br />
GENÇLERİNİN<br />
HİKÂYELERİNDEKİ<br />
TEMALAR VE<br />
DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ<br />
54 değişik üniversiteden 284 hikâyenin katıldığı<br />
hikâye yarışmasındaki ürünler, edebiyatımızın,<br />
daha doğrusu hikâyeciliğimizin günümüzdeki<br />
farklı bir boyutunu ortaya koyması bakımından<br />
dikkate değer. Bu 54 üniversite geniş ölçüde Ankara,<br />
İstanbul ve İzmir’den olmakla birlikte Türkiye<br />
ortalamasını aksettirmektedir. Üniversite<br />
gençlerinin hikâyelerindeki temalar; onların hayata<br />
bakış tarzını, eşyayı ve tabiatı yorumlamasını,<br />
cinselliğe, daha doğrusu karşı cinsle ilgisini,<br />
modern Türkiye’de gençlerin içinde bulunduğu<br />
durumu, büyük şehirlerin gittikçe yalnızlaştırdığı<br />
insanı dikkatlere sunar niteliktedir. Hikâyelerdeki<br />
kullanılan ve kullanılmayan temalardan hareketle<br />
gençlerimizin hayata bakış tarzını, toplumsal konumunu<br />
daha iyi belirlemek mümkün olacaktır.<br />
Büyük şehirlerin toplum dışına itip yalnızlaştırdığı<br />
insan tipi, hikâyelerin hakim tipi durumundadır.<br />
Bu bakımdan da gençlerimizin hikâyelerindeki<br />
temaların çok büyük ekseriyeti bireysel duygular<br />
çevresinde şekillenmektedir. Üniversite gençliğinin<br />
hikâyelerinde ele aldığı temalar ve onları işleyiş<br />
tarzları şöyledir:<br />
Aşk: Hikâyeler arasında en dikkati çeken temalardan<br />
biri aşktır. Aşk, çok farklı boyutlarıyla ele<br />
alınmış; aşkın insanı çeşitli bakımlardan etkileyen<br />
yönleri farklı kurgulamalar ile dikkatlere sunulmuştur.<br />
“Sen Esra Ben Faber” adlı hikâyede bir<br />
<strong>19</strong>6<br />
Doç. Dr. Yakup ÇELİK<br />
Başkent Üniversitesi / Ankara<br />
silginin yaşadıkları çevresinde, bir genç kızın dile<br />
getirilemeyen duyguları arasında ilişki kurulur.<br />
Burada ölmeyi bile aklından geçiren, bir kenara<br />
itilmişliği hazmedemeyen silgi ile sembolleştirilmiş<br />
bir genç kızın dünyası söz konusudur. Yazılı<br />
belgelerin şahidi olan silgi, aşk mektupları ile iyice<br />
küçülmekte ve aşkın günden güne soldurduğu<br />
insan ile birlikte üzülmektedir. Silginin ağzından<br />
kaleme alınan bu hikâyede;aşk acısından bunalmışlıkla,<br />
toplum dışına itilmişlik arasında bağlantı<br />
kurulur. Ölüme teslim olmak kurtuluş olarak görülür:<br />
“Hayatım boyunca özlemini çektiğim bir çift ses<br />
yankılandı en son kulaklarımda: Seni seviyorum”.<br />
Aşk, “Sensiz Gözlerim” hikâyesinde çok değişik<br />
bir boyutta ele alınmaktadır. Hikâyede Birbiriyle<br />
evlenemeyen Can ve Burcu adında iki gencin organ<br />
nakli çevresinde aynı bedende yaşamaları işlenmektedir.<br />
Çocukluktan itibaren birbirini seven<br />
iki insan, yıllar sonra tekrar bir araya gelmiş; çocukluk<br />
yıllarını bilmeden tekrar sevmişler birbirlerini.<br />
Ancak gözleri görmeyen Burcu’nun dünyası<br />
aydınlandığında yanında Can yoktur. Ölmüştür ve<br />
gözlerini Burcu’da yaşatmaktadır. Bu hikâyede<br />
dramatik bir aşk vardır: Hikâyenin sonu da final niteliğindedir:<br />
“Bu gözler zamanında çok şeyler gördü,<br />
yorgun. Erken kapanırsa bana kızmasın. Çünkü<br />
benden önce de benim sevdiğimindi. O gözlerini
ana verdiği için öldü. Ben de onu hiç göremediğim<br />
için. “Sensiz Gözlerim” hikâyesi, insan sevgisi<br />
teması içerisinde de değerlendirilebilir;yaşama<br />
ve kaderin imkânsızlaştırdığı aşk olarak da. Organ<br />
nakli, güncelliğinden kaynaklansa gerek, hikâyelerde<br />
çokça kullanılan bir motif durumundadır.<br />
“ ‘İlk’e Söylenen Tirad” hikâyesi aşkta ayrılık<br />
duygusu üzerine şekillenir. Aşkın bekleyen ile beklenen,<br />
seven ve sevmeyen boyutu; bir kadının iç<br />
hesaplaşması, duyguları ve doğrularıyla çatışması<br />
tarzında ele alınmaktadır. Kalbin söyledikleriyle,<br />
toplumun değer yargıları ve yetişme tarzı çatışma<br />
halindedir. Bu bakımdan da aşkta imkânsız<br />
olan kaçınılmazdır.<br />
“Söylenmemiş Sözler” hikâyesinde de dile getirilememiş<br />
bir aşk söz konusudur. İç diyalog tarzında<br />
kaleme alınmış hikâyede, toplumsal baskıyı<br />
üzerinden atamayan kadının, bu nedenle mahkum<br />
olduğu mutsuzluk vardır. Mutsuzluğun adı da aşk<br />
acısıdır.<br />
“Tahtlı Ece” hikâyesinde özürlü bir genç kızın<br />
yaşadığı aşk anlatılmaktadır. Burada insan sevgisi<br />
ile aşk iç içe girmiş durumdadır. Özürlü olduğunu<br />
bilmeden pencerede gördüğü bir genç kıza aşık<br />
olan gencin; güzellik ve yürek çelişkisi ile özürlü<br />
olduğunu söylemek istemeyen genç kızın dramı.<br />
İnsan Sevgisi: İnsan sevgisi çokça karşılaştığımız<br />
temalardan birisidir. Bu temadaki hikâyelerde<br />
yazarların çevreye dair gözlemleri önemli rol<br />
oynamaktadır. Kurgulama yerine yaşadıklarından<br />
dersler çıkarma ve çıkardıkları dersleri sunma endişesi<br />
hakimdir.“Yine Bir Sabah” adlı hikâyede, bir<br />
edebiyat öğrencisinin yaşadıklarından, tabiata ve<br />
yaşamaya dair gözlemlerinden dem vurulur. Hikâye<br />
ders niteliğindeki bir açıklama ile sonuçlandırılır:<br />
“Çünkü dünya biz ne dersek diyelim dönüyor.”<br />
İnsan sevgisi, bazen acıma duygusu halinde<br />
karşımıza çıkmaktadır. “Yalnızlığın Titrek Elleri”<br />
hikâyesinde, yüreği insan sevgisi ile dolu<br />
anlatıcının,yalnız bir insanın mektubundan sonra<br />
dile getirdiği acıma duygusu ile dolu atmosfer<br />
vardır. Bu hikâyede bir baba ile oğlu arasındaki<br />
çatışmanın, daha doğrusu bir nesil çatışmasının,<br />
mektup aracılığıyla anlatıldığını görmekteyiz.<br />
“Yüzünde Bir Tebessüm Vardı” hikâyesinde de<br />
<strong>19</strong>7<br />
bir insanın günlük hayatı çevresinde yaşama sevinci<br />
ve insanlara olan sevgisi dile getirilmektedir.<br />
Sait Faik’in hikâyelerini hatırlatan bu çalışmada,<br />
dış mekândan, tabiat güzelliklerinden ziyade iç<br />
mekân vardır.Memduh Şevket Esendal hikâyelerinden<br />
çıkmış izlenimi veren “Bugün Aynaya Baktın<br />
mı”da, tabiatı gözleyen bir anlatıcının insan<br />
sevgisi ve yaşama sevinci ile dolu dünyası vardır.<br />
“Yaz Günü Üşümek” adlı hikâyede yanlış evlilik<br />
sonucunda ortada kalan çocukların dramı işlenmektedir.<br />
Günümüz sosyal hayatının önemli problemlerinden<br />
birini ele alan hikâyede, Selvi Boylum<br />
Al Yazmalım filminde işlenen“sevgi emektir” sözüne<br />
özel bir vurgu yapılmaktadır.<br />
İnsan sevgisi teması, “Penceredeki Gölge” adlı<br />
hikâyede kürtajla çocuğunu aldırmış bir genç kızın<br />
yaşadığı acı çevresinde işlenmektedir.Canlı<br />
bir varlığı, biraz toplumsal baskı, biraz da maddi<br />
nedenlerle ortadan kaldırmaya karar vermek, sürekli<br />
bir acıyı da hayat boyu yaşanacak hâle getirmektedir.<br />
Bu hikâyede “tekerlek sesi”, alıp götüren<br />
uzaklaştıran bir sembol olarak kullanılmaktadır.<br />
Acıma duygusu ve insan sevgisi temasının ele<br />
alındığı “Yağmur” adlı hikâyede; yağmurun neden<br />
olduğu bir kaza sonucunda sakat ve evinden dışarıya<br />
adım atamayan bir insanın dramı anlatılır. Bu<br />
dram, acıma duygusu ile birlikte işlenir.Yağmur<br />
önce sakatkalışa neden olur, sonra tabiat güzelliği<br />
olması hasebiyle yaşamaya sığınmaya davet eder.<br />
Yağmurun bu iki zıt durumdaki olgusu, hikâyeye<br />
yön vermektedir.<br />
Bir AIDS hastasının hayatını gözlerinin önüne<br />
getirerek iç hesaplaşmasının ve yaşamaya tutunma<br />
çabasının anlatıldığı “Pencere” adlı hikâyede;<br />
insan sevgisi en üst düzeyde dile getirilmektedir.<br />
Hikâyede AIDS hastasının anlatımına adım adım<br />
geçilir. Önce bir hastanenin koridorlarından çeşitli<br />
insan manzaraları ortaya konur. Daha sonra İhsan<br />
adlı hastanın AIDS mikrobunu nasıl kaptığını,<br />
eşinden nasıl ayrıldığının anlatımına geçilir. Ancak<br />
bu olayların sıralanmasından çok bir iç hesaplaşma<br />
olarak sunulur. Hikâye, AIDS hastasının “her<br />
şeye rağmen” ayakta durabilme çabasına karar<br />
verişiyle bitirilir. Çünkü yaşamak her zorluğa, her<br />
acıya rağmen güzeldir.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
“Bir Küçük Ağaç” adlı hikâyede tabiat, anne,<br />
insan sevgisi söz konusudur. Bunalım, intihar ve<br />
ölüm düşüncesinin çoğunlukta olduğu hikâyeler<br />
arasında dünyaya sevecen yaklaşan bir bakışla<br />
karşılaşmaktayız. “Su Tanesi” adlı hikâyede de<br />
kendini su tanesi diye tanımlayan bir insanın yaşama<br />
sevinci içinde arzu ve isteklerine yönelmesi<br />
söz konusudur. Yazarının isminin“Damla” olduğu<br />
düşünülürse, bu hikâyede hayata sevecen ve arzulu<br />
bakmaya hazırlanan yazar “ben”in ümit dolu<br />
dünyasının anlatıldığını da söyleyebiliriz.<br />
Ölüm: Ölüm kavramının bütün boyutlarıyla ele<br />
alındığı, ölüm düşüncesinin insanı sürüklediği bunalım<br />
da gençlerin ele alıp işlediği temalardandır.<br />
Geleceğe mektup yazma fikrinden doğmuş olan<br />
“Kırk Yıl Bir Ay” adlı hikâye, yaşama süresini belirlemiş<br />
bir insanın Azrail ile yaptığı konuşmalar<br />
tarzında düzenlenmiştir. Anlatıcı durumundaki<br />
insanın ruhlar âleminden dünyaya bakışı da ilgi<br />
çekicidir.<br />
Fortuna adlı hikâyede bir denizcinin ölümü anlatılmaktadır.<br />
Fırtınaya tutulan bir gemiden sağ<br />
kurtulamayan denizcinin ölümünü anlatan hikâye;<br />
denizciye ağıt niteliğindedir. Güzel bir kurgu ve<br />
anlatımla kaleme alınmıştır.<br />
“Soğuk Uyku”da, Sait Faik Abasıyanık’ın<br />
Semaver’ine benzer tarzda bir annenin ölümü<br />
işlenmiştir. Anne sevgisinin ve ölüm duygusunun<br />
yaşama sevinci ile birlikte işlendiği “Yorgun Bir<br />
Hayat” adlı hikâyede de Semaver’in etkisi hissedilmektedir.<br />
“Bana Kalan Düşüşler” hikâyesinde de ölüm teması,<br />
korku boyutunda işlenmiştir. Burada, ölüm<br />
korkusunu, biraz da, yaşanılan hayatın anlamsızlığı<br />
davet etmektedir. Hayal – gerçek – rüya – kabus<br />
gibi olan ile olmayan arasında gidip gelen “ben”,<br />
ölüme teslim olma korkusunu hikâyenin sonunda<br />
teslimiyete döndürür, intihara benzer bir sona<br />
gider.“Kumsalda Ölümü Bekleyenler” hikâyesi de<br />
ölüm – gerilim – korku arasındaki insanın dünyasını<br />
dile getirmektedir.“Ruh ve Beden” hikâyesinde<br />
ise ölüm – doğum ilişkisi, anne bedenine giren<br />
bir ruhun macerası tarzında nakledilmektedir.<br />
“Zamanı Doldurmak” hikâyesinde de, ölümün,<br />
aile çevresindeki sevenleri birbirinden ayırma bo-<br />
<strong>19</strong>8<br />
yutu üzerinde durulmaktadır.Gündelik hayatın getirilerinin<br />
işlendiği hikâyelerle de karşılaşmaktayız.<br />
“On Yedi”, gençlerin eğitim problemlerinden,<br />
ayakta kalabilme çabalarından dem vurmaktadır.<br />
Ancak hikâye, Elif ile Su adlı iki kız kardeşten birinin<br />
garip bir şekilde ölümü ile sonuçlanmaktadır.<br />
Ölüm kanıksanan bir olgu durumuna gelmiştir; tıpkı<br />
Albert Camus’nün Yabancı’sı gibi. Bu bakımdan<br />
Elif’in kardeşi Su’nun ölümü karşısında “bir Türk<br />
filmi izler gibi” tavır takınması oldukça önemlidir.<br />
Burada eğitim problemlerinin duygulardan uzaklaştırdığı<br />
gençliğimiz üzerinde de düşünmeliyiz.<br />
“Kör Odanın Cansız Sakini” adlı hikâyede de bir<br />
çocuğun doğuş anı ve ölüm anı üzerinde durulur.<br />
Bu hikâyede de aşırı karamsarlık, bunalım en dikkati<br />
çeken özellik durumundadır.<br />
İntihar: İntihar teması çevresinde şekillenen<br />
“Hafifletilmiş Sebepler” hikâyesinde insan – yaşama<br />
– ölüm ilişkisi; insanın kendi kendisiyle ve toplumla<br />
hesaplaşması tarzında işlenmiştir. Bu hikâyede;<br />
bugünün toplum dışına itilmiş insan tipini,<br />
bunalımlarıyla, çelişkileriyle, toplumda gördüğü<br />
zıtlıklarla, hayatı yorumlamasıyla tanırız.Önce, ismini<br />
dahi söylemeden, birisiyle konuşur gibi, kendini<br />
aşk ve hayat karşısındaki tavrıyla tanıtır.Hem<br />
hayat, hem de aşk onun için oldukça gerilerde kalmıştır.<br />
Hayat oldukça monotondur, aşk ise sadece<br />
“sivilceli yıllarda bir kez” hissettiği bir şeydir o kadar.<br />
Hikâye boyunca bilge bir insan olarak karşımıza<br />
çıkan kahraman anlatıcı, ismini söylemekte<br />
geciktiğini bildirir ve “kusura bakmayın” özrüyle<br />
birlikte “Erdem” olduğunu söyler.İntihara karar<br />
veren ve uygulayan Erdem, ismiyle müsemmadır;<br />
bilge bir insandır: “Tarihini bilmeyen geleceğini<br />
bilemez… Bize tarih derslerinde böyle öğretildi.<br />
Öğretmedikleri şey, geçmiş ve gelecek arasındaki<br />
ilişkinin de zamanla değiştiğiydi. Geçmişte işini<br />
şansa bırakmayan insanlar sayesinde günümüzde<br />
birçok kişinin işi şansa kalmış vaziyetteydi çünkü.<br />
Tarihin kazananların tarihi olduğu da söylenir. Eksik<br />
olan kısım geleceğin daima kaybedenlerin geleceği<br />
olduğudur.”Görüldüğü gibi bilge insan, sürekli<br />
kabul görmüş doğruları sorgulayan durumundadır.<br />
Böylece intihara götüren nedenlerin başında<br />
sürekli sorgulayan kişilik gelmektedir: “Hayatı<br />
çözsem ve tüm doğa ve insan davranışlarını sebep<br />
ve sonuçlarıyla yazsam bile bu neyi değiştirirdi ki?
Ben, kendi kafamın içinde kurduğum hapishanede<br />
duygularımı hücre hapsinde tutarken, dışarıda insanlar<br />
neyi, nasıl ve neden yaptıklarını bilmeden<br />
özgürce yaşıyorlar ve ne acı çeken ne de çektiren<br />
bunu benim kadar sorgulamıyordu.”Erdem, adım<br />
adım intihara gidişini, intiharı kurgulayışını ve<br />
hayatın anlamsızlığını da şöyle anlatır: “Ergenlik<br />
döneminde çok okuduğum zamanlarda, hayat üzerine<br />
tüm görüşlerimi yazacağım; insanların ikiyüzlülüğünü,<br />
tutarsızlığını, hayatı nasıl birbirlerine dar<br />
ettiklerini gözler önüne sereceğim kitabi bir intihar<br />
mektubu düşünürdüm. İçimi boşalttıktan sonra posamı<br />
ne yapacağıma dair fikirler üretirdim. Hatta<br />
gazete başlıklarını bile hayal ederdim. … Fakat bu<br />
sabah anladım ki benim yıllar yılı okuyarak, düşünerek,<br />
kendimi harcayarak sahip olduğum düşüncelerin<br />
hiçbir değeri yok. Çünkü insanlar bunları<br />
zaten biliyorlar. Tüm savaşların, anlamsız çıkar<br />
oyunlarının, reklam kurnazlıklarının ya da tutku cinayetlerinin<br />
sebebi insanların bilgisizliği değil karar<br />
verme yetenekleri. İnsanlar en basit bir doğruyu<br />
ya da yanlışı anlamak için hayatın tümünü kavramaya<br />
çalışmıyorlar. Çünkü içgüdüsel olarak bunu<br />
kavrayamayacaklarını biliyorlar. Bendeki eksiklik<br />
ve kafamda fazlalık yapan şey de bu. Benim pozitif<br />
ya da negatif bir katma değerim hiç olmamıştı,<br />
çünkü iki tarafı birbirine eşit bir denklemde<br />
hiçbir değeri olmayan bir sıfırdım ve hangi tarafta<br />
olursam olayım bu hiç değişmeyecekti. Değişmesi<br />
gereken taraflar değil, bendim”.Hikâye ümitsiz bir<br />
feryatla bitirilmektedir: “Ama inanın artık umurumda<br />
değil. Ateistler yeminli mali müşavir olabiliyor<br />
mu acaba?”. Hikâyedeki insanın toplumla,<br />
toplumun kabul görmüş değerleriyle problemleri<br />
var, sitemi var. Kendini kabul ettirememenin acısı<br />
ve haykırışı var. Bundan da kurtuluşun bir tek yolu<br />
kalmıştır: İntihar. Ahmet Emre Ulugün’ün hikâyesinde<br />
anlatılanlar kurgulanmış olaylar dizisi olarak<br />
algılanmamalı. Bugünkü gençliğin ortak problemi<br />
olarak görülmelidir.<br />
Toplumla uyuşmazlığın, anlaşılamamanın getirdiği<br />
bunalım ve bunun sonucunda ortaya çıkan<br />
intihar düşüncesi “Mor Yanılsamalar” hikâyesinde<br />
de işlenmektedir. Buradaki genç kızın bunalımı,<br />
anne – kız çatışması ile başlamakta; kadınlar muhabbetinin<br />
dışında bir dünyaya sahip bir insanın<br />
iç dünyasının dile getirilmesi ile devam etmek-<br />
<strong>19</strong>9<br />
tedir. Bu çatışma, genç kızın toplum tarafından<br />
kabul görmüş yaşama tarzı ile uyuşmamasından<br />
da kaynaklanmaktadır. Bu çatışma da, intihar düşüncesini<br />
davet etmektedir.<br />
İntihar teması, “Devran” adlı hikâyede kadın<br />
cinselliği ile birlikte verilmektedir. Cinsel bakımdan<br />
kocası ile uyuşamayan bir kadının hamile kaldıktan<br />
sonra yaşadığı bunalım, kadının kendisiyle,<br />
toplum (annesinin kendisine anlattıkları olarak<br />
değerlendirmek gerekir, çünkü cinsellikle ilgili bütün<br />
bilgiler anneden alınmıştır) ile çatışması işlenmektedir.<br />
Bütün bu çatışmalar hikâyenin intiharla<br />
bitişine zemin hazırlamaktadır. Bu hikâyede kadını<br />
sadece bir cinsel obje görmeye kadınca bir tepkinin<br />
söz konusu edildiğini de söyleyebiliriz. “Jilet<br />
Bileği Öpünce” hikâyesinde de cinselliğin getirdiği<br />
bunalım ve intihar teması vardır.<br />
İntihar bazı hikâyelerde isim olarak telaffuz<br />
edilmese de, bunalımlar ve karamsarlıklar çevresinde<br />
yaşanılanlar intiharı hemen çağrıştıracak<br />
niteliktedir. “Tatil” adlı hikâyede; bunalımlı bir<br />
genç kızın yaşadıkları, bunalımları ve dramı dile<br />
getirilmektedir. “Ya Gerçek Rüyaysa” adlı hikâyede<br />
de yalnızlık ile toplumla uyuşamadan doğan bir<br />
genç kızın dramı ve bunalımı, belirli bir anın anlatılması<br />
tarzında düzenlenmiştir. “Geç Kalan Vakitlere”<br />
hikâyesi; bir genç kızın kendini ve geçmişini<br />
sorgulaması; yalnızlığın aile ve çevre boyutunu işlemektedir.Toplum<br />
– ben çatışması, genç kızların<br />
iç diyalogları çevresinde “Yine de Yeniden” hikâyesinde<br />
de anlatılmaktadır.<br />
Yalnızlık: Hikâyeler arasında en çok işlenen<br />
tema yalnızlıktır. Büyük şehirlerin gittikçe yalnızlaştırdığı<br />
insan, bu insanın kendi içerisinde yaşadığı<br />
büyük dram hikâyelerin büyük bir çoğunluğunda<br />
dile getirilmektedir. “Kaybolan Benliğim” adlı<br />
hikâye daha ilk satırlarından itibaren bu durumu<br />
ortaya koyar niteliktedir: “Yine bir çöküntünün ardından<br />
evdeyim. Yavaş yavaş bitkin düşüyorum,<br />
uzanmak istiyorum ama korkuyorum.Göz kapaklarım<br />
yaşamış olduğum rüyaların tek tanığı, korkunç<br />
manzaranın tek şahidi. Her sabah acı çığlıklarla<br />
uyanmak, görünen her nesneyi tarifi imkansız korkularla<br />
seyretmek ve her insan içine karıştığımda<br />
zihnimdeki yıkılış ve karmakarışık hale gelen hayal<br />
dünyam”. Hayal dünyası ile baş başa kalmış genç<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
insanın, dış dünya ve hayalleriyle oluşturduğu bir<br />
âlem vardır. Hikâyede bu âlemin gerçek dünya ile<br />
karşı karşıya gelişini, yalnız insanın gittikçe yalnızlaşan<br />
bunalımlarını görürüz.“Yaşıyorum Dünya”da<br />
da, bunalım içerisindeki bir genç kızın dünyası işlenmektedir.<br />
Büyükşehir hayatının gittikçe yalnızlaştırdığı insan;<br />
“Son” , “Duygu ve Diğerleri” adlı hikâyelerin<br />
de teması durumundadır.Anlaşılamayan, derdini<br />
anlatacak insan bulamayan, dostsuz, düşmansız,<br />
ortak zevki ve kederi olmayan, sevinci ve acıyı<br />
tek başına yaşamak durumunda kalan Büyükşehir<br />
yalnızlarının dramı ve anlaşılamazlıkları işlenmektedir.Burada<br />
sessiz gibi duran, toplumsal olanın<br />
dışında görünen gençliğin bir tepkisinin dile<br />
getirildiği de unutulmamalıdır. Toplumla uyuşmazlığın<br />
getirdiği bunalım, kaçma arzusu, arayış<br />
“Engellenmiş Hayaller” adlı hikâyenin teması durumundadır.<br />
“Vehim”, büyük şehirlerdeki insanların kalabalıklar<br />
içerisindeki yalnızlığını işler. Bir ömür gibi<br />
geçen otobüs yolculuklarında tasarlanan, kurgulanan<br />
bir yaşama hikâyeyi oluşturmaktadır.<br />
Kalabalık kitleler, insanı bir cüce yapmaktadır.<br />
Benliğini, feryadını bile kendi içerisinde yaşamaya<br />
zorlamaktadır. “Vehim”de,otobüs yolculuğunda<br />
karşılaşılan ve hayranlık ile duyguların beslendiği<br />
bir insan üzerine yapılan yorum, tasarı ve<br />
hayaller söz konusudur. Burada yapılan vurgu,<br />
bir daha karşılaşılamayacak insandır. İnsanlar<br />
birbirlerini bir kez görürler, insanca iletişim kurmaları<br />
oldukça zordur. Çünkü insanların ilişkileri<br />
makine haline dönüşmüş, insanca ilişkiler çoktan<br />
rafa kaldırılmıştır.Burada içinizden geçirdiğiniz,<br />
hayran olduğunuz bir insana, toplumsal davranış<br />
değerleri çevresinde yaklaşıp düşüncelerinizi bile<br />
iletemezsiniz. En azından aydın insanların problemidir<br />
bu. Hikâye, bu kopuşa bir tepki mahiyetinde<br />
de algılanabilir.<br />
“Yeni Hayat, Yeni Umut” hikâyesinde üniversite<br />
öğrencisi bir genç kızın yalnızlığı, toplumla uyuşmazlığı<br />
ve iç hesaplaşması işlenmiştir.Aslında<br />
toplumla uyum sağlamak için adım atmaya hazırlanan<br />
genç kız, aşkı yaşayıp yaşamamakta kararsızdır.<br />
Yeni bir hayata başlamakla kalbinin emrettiği<br />
yöne gitmek arasındaki tereddüdü hikâyenin<br />
<strong>20</strong>0<br />
temelini oluşturmaktadır. Bir çok hikâyede karşılaştığımız<br />
bu tereddüt, gençlerimizin korkularla<br />
örülmüş dünyasını dikkatlere sunar niteliktedir:<br />
“… yeni bir kader yazıyordu kendine ve hayatının<br />
yıl sonu hesaplarını çıkarıyordu sene sene. Kararlıydı,<br />
hayatına yeşil bir nehre bakar gibi kenardan<br />
bakmayacaktı. Hayat gidişatının haritasını çıkaracaktı,<br />
kendine yeni bir kader yazacaktı. Sadece<br />
hayatında olmasını istediği şeylere yer verecekti.<br />
Şimdilik elleri ruhunun affedilemeyenlerini karalıyordu.<br />
Tabii ya, her kaderin bir aşk acısı olmalıydı.<br />
Ama o aşkı yazmak istemiyordu”.<br />
“Dalgacı” adlı hikâyede de büyük şehirlerin<br />
ortaya çıkardığı kendi içerisinde yalnız, ancak<br />
çok boyutlu, farklı kişiliklere sahip insan modeli<br />
karşımıza çıkmaktadır. Yazma sancısının işlendiği<br />
hikâyede iç içe girmiş âlemler bulunmaktadır.<br />
“Öykümüzün kahramanı Ayla, zeki, başarılı ama<br />
yılların fazlasıyla örselediği bir kadındır” cümlesiyle<br />
ve peşinden gelen toplumun popüler beğenisine<br />
dair düşünceleriyle yazma sancısını ortaya<br />
koyan “ben”; bir bakıma iç diyalog yoluyla toplumla<br />
çatışmasını gözler önüne sermektedir. Bu bakımdan<br />
da “dalgacı” tanımlamasında bulmaktadır<br />
kendisini.<br />
Cinayet: Para tutkusu ve zengin olma özlemi<br />
ile işlenen cinayet, özellikle kovboy filmlerinden<br />
çıkmış bir tarzda nakledilmektedir. “Üç Hırsızın<br />
Hazinesi” hikâyesinde,hazine aramaya çıkan üç<br />
arkadaşın ölüm ve öldürülme ile biten macerası<br />
vardır. Anlatım ve tema bakımından diğerlerinden<br />
ayrılan bu hikâyede; aksiyon hikâye boyunca en üst<br />
noktada tutulmakta, okuyucunun heyecanı ayakta<br />
tutulmaktadır. Sinema filmleri ve televizyon dizilerinin<br />
etkisinin hemen hissedildiği, anlatım ve<br />
yazım bozukluklarının çokça bulunduğu hikâyede,<br />
bitiş ancak ölümle sağlanmaktadır: “Kemal tetiğe<br />
dokunuyor silah ateş almıyordu kurtlar gittikçe<br />
yaklaşıyordu. Cavit silahın tutukluk yaptığını fark<br />
ettiğinde aklına şeytanî bir fikir saplanmıştı. Silahı<br />
alıp Kemal’in kafasına vurmaya başladı. İki üç vuruştan<br />
sonra Kemal’in cansız bedeni buz gibi karın<br />
üzerindeydi.”<br />
Cinayet teması “Kan Kırmızı Bir Gece” hikâyesinde<br />
de karşımıza çıkar. Burada anlatıcı geçmişte<br />
yaşadığı acı bir olayı anlatır: Babasının eşini, yani
çocuğunun annesini öldürmesi. Olay, annesinin<br />
ölümünü anlatan bir çocuğun duygularıyla daha<br />
da dramatik bir hâl almaktadır. Bu hikâye gazetelerin<br />
üçüncü sayfasının bir yansıması gibidir.<br />
Gündelik Hayat: Erkekler tarafından kaleme<br />
alınan hikâyelerin bir kısmında “erkek muhabbeti”<br />
etkili olmuştur. “Karar Vermek” hikâyesinde<br />
arkadaşları ile halı saha maçına çıkan bir gencin<br />
duyguları anlatılmaktadır. Bu arada futbol bilgisi<br />
bütün incelikleri ile ortaya konulmakta, futbolun<br />
okulda, kızlar arasında nasıl algılandığına dair<br />
çeşitli açıklamalar yapılmaktadır. Futbol oynayan<br />
gençlerin iç dünyalarındaki çatışmalarını, kendini<br />
gösterebilme çabalarını, arkadaşlık duygularını<br />
ortaya koyan bu hikâyede; iç dünyalarına mahkum<br />
olmuş insanların kalabalıklar içerisindeki<br />
yalnızlığının işlendiğini söyleyebiliriz.<br />
Diğer: 284 hikâye içerisinde, toplumsal problemlerin<br />
ele alındığı temalar, bir elin parmaklarını<br />
geçmeyecek kadardır. Bunlardan birisi “Dönüş”<br />
adını taşır. Dönüş, Güneydoğu’ya öğretmen olarak<br />
atanan gençlerimizin yaşadığı problemleri,<br />
orada şehit olmuş öğretmenlerimizin dünyasını<br />
dile getirir niteliktedir.Dönüş’te toplumsal bir<br />
problem, idealist bir öğretmenin yaşadıklarının<br />
kurgulanması sonucu anlatılmaktadır. “Bir Garip<br />
Kütüphane” adlı hikâyede de bir köye kütüphane<br />
yaptırmak isteyen gencin yaşadıkları anlatılmaktadır.<br />
Bir idealin hikâyesi niteliğindeki çalışma,<br />
kurgu tanımlamasından çok bir sergüzeşt olarak<br />
değerlendirilmelidir.Bireyin iç dünyasındaki çatışmaların<br />
dile getirildiği hikâyeler arasında toplumsal<br />
bir olaya değinilmesi bakımından dikkate<br />
değer.“Evlat” adlı hikâyede de, yaşlı insanlarla<br />
gençler arasındaki diyaloglardan hareketle vatan<br />
ve millet sevgisi işlenmektedir.<br />
SONUÇ<br />
1. Üniversite gençlerinin hikâyelerinde çoğunlukla<br />
bireysel temalar vardır. Toplumsal temalar<br />
yok denecek kadar azdır. Toplumsal olanın dile<br />
getirildiği hikâyelerde de anlatım bozuklukları ve<br />
kötü bir kurgunun bulunduğunu görmekteyiz.<br />
2. Öykü yazanların büyük bir çoğunluğunu kızlar<br />
oluşturmaktadır. Bu bakımdan ele alınan temaların<br />
çoğunluğu da genç kızların bunalımları,<br />
<strong>20</strong>1<br />
yalnızlıkları, toplumun davranış değerleriyle çatışmaları,<br />
dile getirilemeyen duygularından dolayı<br />
intihara sürüklenmeleri tarzında karşımıza<br />
çıkmaktadır. Erkeklerin kaleme aldığı öykülerde,<br />
birkaç istisna dışında, gündelik hayatın ayrıntıları,<br />
futbol, terör gibi popüler temalar söz konusudur.<br />
Erkeklerin, yazarıntoplum önderliği işlevini faaliyete<br />
geçirecek bir etkinlikte bulunduğunu söylemek,<br />
hem yazarlık becerisi hem de kullanılan<br />
tema bakımından, oldukça zor.<br />
3. Kızların öykülerinde dil ve anlatıma büyük<br />
özen gösterildiğini, kâğıt düzeni ve sunuma dikkat<br />
edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak erkeklerin<br />
öykülerinde dil ve anlatım bakımından gerekli<br />
özenin gösterilmediğini, sunulan kâğıt düzeninde<br />
de kayıtsızlığın olduğunu görmekteyiz. Bu durum<br />
erkeklerin daha az okuduğunu ve yazdığını; buna<br />
karşılık kızların sorumluluk duygusu içerisinde<br />
birbirinden kopuk okumalar içerisinde olduğunu<br />
göstermektedir. Kızların okumalarının yönlendirilebileceğini<br />
düşünmeliyiz. Sait Faik, Memduh<br />
Şevket,Elif Şafak, Nazlı Eray, İnci Aral dışına çıkmaları;<br />
Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal,<br />
Tarık Buğra okumaları sağlanmalıdır.<br />
4. Hikâyelere, genellikle bir durumun veya tabiatın<br />
anlatılması ile başlanmaktadır. Bu bakımdan<br />
vak’anın anlatımına geçmekte, genç hikâye<br />
yazarlarının hiç zorlanmadığını söyleyebiliriz. Bu<br />
durum gençlerin özellikle Sait Faik Abasıyanık’ı<br />
çok okumalarının bir sonucu olsa gerek.<br />
5. Her ayrıntıyı rahatlıkla ifade edebilecek dil<br />
kullanımına sahip hikâyeler bulunmaktadır. Bu<br />
durum hikâyeciliğimiz bakımından oldukça sevindirici.<br />
Ancak kullanılan temalar, edebiyatın işlevinin<br />
tamamen bireysel karmaşaya, iç çatışmalara<br />
yöneldiğini de göstermektedir. Yalnızlık, bunalım,<br />
ölüm düşüncesi, intihar; biraz da gençlerimizin iç<br />
dünyalarını fazla dinlemelerinin, toplumla koordinasyon<br />
sağlayamamalarının bir sonucu olabilir. Ya<br />
da hikâye yazanların büyük bir kısmında bu zengin<br />
iç dünya var.<br />
6. Hikâyelerde işlenen temalardan hareketle,<br />
edebiyatın gittikçe toplumu yönlendirme işlevini<br />
kaybettiğini, üzülerek, belirtmemiz gerekir. Edebiyat<br />
veya öykü; sadece iç çatışmaları, davranış değerleriyle<br />
uyumsuzluğu sessiz dile getiren, etkisiz<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
bir işleve dönüşmek üzere.<br />
7. Hikâyeyi bir oyun olarak algılayan ve sembollerden<br />
hareketle duygularını, yaşadıklarını dile<br />
getirmeye çalışan güzel çalışmalarla karşılaştık.<br />
Silgi ve su damlası örnekleri; tıpkı Sait Faik’in<br />
“Dülger Balığı” gibi, oldukça anlamlı mesajlar yüklenmişlerdir.<br />
8. Ölüm ve intihar temasının çok fazla kullanılması,<br />
gençlerimizin ilgi beklediğini, anlaşılmak<br />
istediklerini haykırmaktadır.Hikâyelerin büyük bir<br />
kısmında; anlaşılamayan, derdini anlatacak insan<br />
bulamayan, dostsuz, düşmansız, ortak zevki ve<br />
kederi olmayan, sevinci ve acıyı tek başına yaşamak<br />
durumunda kalan Büyükşehir yalnızlarının<br />
dramı ve anlaşılmazlıkları işlenmektedir.Burada<br />
sessiz gibi duran, toplumsal olanın dışında görünen<br />
gençliğin bir tepkisinin dile getirildiği de unutulmamalıdır.<br />
9. Toplumla uyuşamayan, kendini anlatamayan<br />
gençlerin bu hikâyelerdeki çokluğu; üniversitedeki<br />
gözlemlerimizle birlikte bir vahim geleceği daha<br />
bize haber verir niteliktedir.<br />
10. Edebiyatımız çok gelişmekte, çok güzel hikâyeler<br />
kaleme alınmakta, özetle Türkçe altın devrini<br />
yaşamaktadır.Ancak, edebiyatımız tutunacak<br />
dal bulamamaktadır. Çünkü edebiyatın toplumla,<br />
toplumsal olanı dile getirmekle ilgisi kalmamıştır.<br />
Edebiyatçının, hepimizin bildiği nedenlerden dolayı,<br />
Şinasi’ler, Namık Kemal’ler, Ziya Gökalp’ler,<br />
Ömer Seyfettin’ler, Yahya Kemal’lerde olduğu gibi<br />
toplum lideri olma şansı kalmamıştır.<br />
<strong>20</strong>2
KÜÇÜREK ÖYKÜ<br />
(SHORT-SHORT STORY)<br />
TÜRÜ ya da<br />
BİR ÇIĞLIĞIN<br />
METİNLEŞMESİ<br />
Giriş<br />
Küçürek öyküler üzerine çalışırken zamanla onların<br />
bende bir çığlık izlenimi uyandırdığını sezinledim.<br />
Bu çığlık kimin çığlığıydı, nereden gelmekteydi,<br />
niçin atılmıştı ve neye yönelikti? Doğrusu<br />
çığlığın yönü olmaz’dı, amacı ve yeri de. O, başlı<br />
başına bir yurtsuzluğun öne sürümü idi; zamana<br />
sığamayışın, yerini kabullenemeyişin, kendi olamayışın,<br />
kaçırılan fırsatların vb…<br />
Oysa çağımız, bilimin ve teknolojinin tarihteki<br />
en büyük nimetlerini bize sunmaktaydı; kişi başına<br />
düşen refah düzeyi artmakta, yenilmez sanılan<br />
hastalıklar tedavi edilmekte ve geçilmez sanılan<br />
dağlar aşılmaktaydı; azgın ırmaklar dizginlenerek<br />
ışığa, enerjiye kısaca yaşama dönüştürülmekte<br />
idi… Peki o zaman bu çığlık niyeydi? Çağımız kazanımlarıyla<br />
insanlığı daha mı mutsuz etmişti? Her<br />
yerde modern zamanların hakimiyeti yol, su, elektrik,<br />
okul ve sağlık olarak insanlara ulaşamıyor<br />
muydu? Bu çığlık, çağın nimetlerinin ulaşamadığı<br />
insanlardan mı yoksa onlara erişmiş olan fakat<br />
çağın nimetlerinin erişemediği ya da zulüm, yoksulluk,<br />
savaş ve ölüme dönüşerek ulaştığı mutsuz<br />
çoğunluğun sesini/acılarını empatik olarak duyumsayan<br />
aydınlık bilinçlerden mi gelmekteydi?<br />
<strong>20</strong>3<br />
Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />
Fırat Üniversitesi / Elazığ<br />
Rodin’in o meşhur düşünen adam heykeli, hangi<br />
çağın kaygılarını taşımakta ve neyin endişesini<br />
duymakta idi? Sartre, neden modern zamanların<br />
insanını, tarihin arabasına koşulmuş yorgun ve<br />
çaresiz bir ata benzetmişti? Bilim ve teknoloji<br />
geliştikçe ve medeniyet denilen şey arttıkça/ ya<br />
da arttığı varsayıldıkça neden insanlar daha mutsuz<br />
oluyordu? Yoksa modern zamanlar, insanlara<br />
sunduğu teknolojik nimetlerin karşılığında onların<br />
sağlıklarını, mutluluklarını, paylaşma kültürünü,<br />
empati yeteneklerini ellerinden alıyor ve onları<br />
daha sağlıksız, daha mutsuz ve daha mı yalnız ve<br />
sürgün meduzalara çeviriyordu?<br />
Modern zamanlara bulaşan bu hastalık neydi?<br />
Bu çığlığı kimler niçin atıyordu?<br />
Temel sorun şu ki, geniş kitleler çoğu zaman<br />
içgüdüleri ile yaşayıp gidiyor ve kısa zamanda birbirine<br />
benzeyerek acıyı kabulleniyor ve ona alışıyordu.<br />
Acıları verilmiş, yaşanması gereken doğa<br />
olgular gibi görüyor ve bir tür kötü bir yazgı gibi<br />
benimsiyordu. Oysa onlar adına düşünen, acı çeken<br />
Prometelerin olduğunu bilmiyorlardı.<br />
Modern zamanlar hız’ı öne çıkarmıştı ve insanlık<br />
tarihi son yüz yılda bütün zamanlardan daha<br />
radikal değişim ve dönüşümleri hazmetmeden/<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
içselleştirmeden, oryantasyondan geçmeden yaşamıştı.<br />
Geniş kitleler, ya teknolojik gelişmelerin<br />
sağladığı rahatlıkla rehavet içinde sızıp kalmış ya<br />
da bu müthiş hız karşısında abandone bir şekilde<br />
olanları anlamaktan çok seyrediyordu.<br />
Ama çığlık vardı ve kendi adına bir türe dönüşmekteydi.<br />
Çağın sanatçıları, çağa uygun bir dille<br />
onu ifade etme çalışıyordu. Küçürek öyküler, çoğu<br />
kez kendisi konu ettiği çoğunluğun belki uzun zamanlar<br />
sonra bile farkına varamayacağı mutlak<br />
tükenişin öyküsüydü. Fakat bu öykü, çağın zamansızlığa<br />
mahkum ettiği insanlara ulaşabilmesi için<br />
kısa olmalıydı hem de çok çok kısa ama aynı zamanda<br />
sarsıcı bir etkiyi de içermeliydi; Küçürek<br />
öyküler işte bu yüzden çığlığa dönüştü.<br />
Bütün bu görüşler doğrultusunda küçürek öykülerin<br />
gelişimi, temel nitelikleri ve yazarları hakkında<br />
genel bir değerlendirmeyi şöyle yapabiliriz;<br />
Devir-Edebî Tür İlişkisi<br />
Her çağın ruhu, özüne uygun anlatı araçlarıyla<br />
kendini açığa çıkarmak ister. Devirler arasındaki<br />
tip ve tür, ekoller arasındaki –izm farklılıklarının<br />
arkasında, o çağa ait baskın düşünce etkinliklerinin<br />
birikimi yatar.<br />
İnsanlığın genelde değer ve düşünce rezervinde<br />
binlerce yıldır varolan, ama çağın gereğince,<br />
gelişerek açımlanan ve bazen ekolleşen düşünceleri<br />
besleyen temel güç, o çağın ruhudur. Antik<br />
çağın hümanist yönelimi, Orta Çağ’ın skolastizmi,<br />
Aydınlanma çağının kuşkucu tavrı; hep kendine<br />
özgü tipler, ekoller ve türler aracılığı ile kendini<br />
açımlamıştır.<br />
İnsanlık tarihi incelendiğinde; ‘yeni’ nitelemesiyle<br />
ortaya çıkan her düşünce ve yönelimin, eskiden<br />
beri insanlığın düşünce rezervlerinde varolan<br />
bir kıvılcımın, çağın baskın ruhunca beslenip<br />
nefeslendirilerek bir aleve dönüştürülmesinden<br />
başka bir şey olmadığı görülür.<br />
Daha çok <strong>20</strong>. yüzyılın son çeyreğine yakın bir<br />
zamandan itibaren yoğun bir şekilde öne çıkan<br />
küçürek öykü de aslında Filozof Beydaba, Ezop,<br />
Şeyh Sadi ve Mevlana’dan beri hep varolagelen<br />
bir anlatı türüdür. Ancak yüzyılın son çeyreğinden<br />
<strong>20</strong>4<br />
itibaren biraz da fast food/laşan çağın ruhuna uygun<br />
bir biçimde ve yeni bir içerik yapılanmasıyla<br />
daha çok öne çıkmaya başlamıştır. Bu yüzden<br />
küçürek öyküleri; hayvan yahut cansız nesneleri<br />
kişileştirerek öğretici/öğütleyici içerikle anlatan<br />
fabl, bir kişi veya olayla ilgili sınırlı durumları öyküleyen<br />
anekdot ve daha çok hikemi nitelikte bir<br />
ders vermeyi amaçlayan mesel tarzı küçük anlatılardan<br />
özellikle ayırmak gerekir.<br />
‘Küçürek öykü’ tanımlaması<br />
ve temel özellikleri<br />
Dünya edebiyatında “flash fiction”, “short<br />
–short history” (Asimov <strong>19</strong>92), “Anlık Kurmaca”<br />
(Baxter <strong>19</strong>97: 87) diye tanımlanan küçürek<br />
öykü, Türk edebiyatında; “minimal öykü”, “çok<br />
kısa öykü”, “öykücük” (Edgü <strong>19</strong>90: 245; <strong>19</strong>97: 38),<br />
“kısa kısa öykü” (Duru <strong>19</strong>97: 37), ”kıpkısa öykü”,<br />
“sımsıkı öykü”(Emre <strong>20</strong>02: 13), “kısa kurmaca”,<br />
“kısa öykü”, “minik öykü”, “mini öykü”, “küçük<br />
öykü”, “küçük ölçekli kurmaca” (Kökden <strong>19</strong>97:<br />
16, <strong>19</strong>), “mesel” (Andaç <strong>19</strong>97: 18), “küçük ölçekli<br />
kurmaca” (Erden <strong>20</strong>02: 314) gibi adlandırmalarla<br />
bilinmektedir. Doğu edebiyatlarının “hikemi” nitelikli<br />
meselleri ve kısa hayvan masalları, bu türün<br />
edebiyatımızdaki ilk örnekleri sayılsa da, çağdaş<br />
bir zorunluluğun öne sürümü olan küçürek öyküler,<br />
içerik ve söylem itibariyle bu anlatılardan hayli<br />
farklı özellikler taşır.<br />
Öncelikle küçürek öykülerin bir hikmeti nakletme,<br />
bir düşünceyi vülgarize ederek anlaşılır kılma<br />
(Sadi’nin veya Mevlana’nın Mesnevi’sindeki meseller<br />
biçimiyle), birilerine ders/öğüt verme gibi<br />
görünür amacı ve işlevi yoktur. Zaten tezli bir yaklaşımı<br />
oluşturup sürdürebilecek hacim ve zamana<br />
da sahip olmayan küçürek öyküler, bir bakıma anlatı<br />
kişilerinin zamansızlık ve yurtsuzluk sorunlarının<br />
metinleşmesi gibidir.<br />
Sanat eserleri ile içinde oluştukları zamanın ana<br />
karakteri ve baskın eğilimleri arasında sıkı bir ilişki<br />
olduğu unutulmamalıdır. Modern insanın süre/zaman<br />
sorunu ve yer/yerleşme, ‘yer edinme’ çabası<br />
küçürek öykülerin kalkış noktasıdır. Zira hızlı tüketim<br />
çağının istemli bir ürünü gibi ortaya çıkan ve<br />
genel anlamda dağınıklığa karşı bir protesto olan
(Pritchett <strong>19</strong>98: 15) küçürek öykü/ler, akreple yelkovan<br />
arasına sıkışan özgür görünümlü, ama bürokrasinin<br />
kağıttan kelepçelerle tutukladığı çağcıl<br />
mahkûmların, kendini fark ettikten sonraki çığlığı<br />
gibidir; kısa, keskin ve tiz.<br />
Bu keskin çığlıkta, sınırlarına çarparak hiçbiryerdeliğini<br />
keşfeden insanın bunaltılı arayışları<br />
vardır. Yurtsuzluğunu birey olarak duyumsayan<br />
insan, umutsuzca yaşamı sorgulamaktadır. O yüzden<br />
yabancılaşma, köleleşme, umutsuzluk, çöküntü<br />
ve bunaltı ana izlekleri üzerine kurulan küçürek<br />
öyküler, çağın baskın eğilimi doğrultusunda ulusal<br />
ya da geleneksel öğelerden çok bireysel öğeleri<br />
işler.<br />
Yaşamın özüne tutulan ayna niteliği ile küçürek<br />
öyküler, bir zamansızlığın öne sürümüdür; bu nedenle<br />
öykülemekten çok gösterir ve anlatmaktan<br />
çok haykırır; “Son derece yoğunlaştırılmış, son<br />
derece yüklü, sinsi, çok yönlü, anlık, ürkütücü,<br />
kışkırtıcı, düş kırıklığına uğratıcı olan bu kısa kısa<br />
öyküler (..) romanın iki yüz sayfada yaptığını bir<br />
sayfada yapıyor..” (Shapard <strong>19</strong>97: 94) Sıkıştırılmış<br />
yapısıyla daima bir roman içeriği taşıyan bu anlatılar;<br />
bir eylem, bir yerde ve bir zamanda serimlenme<br />
keyfiyeti gibi, Fransız tiyatrosunun o meşhur<br />
üç birlik kuralına sıkı sıkıya bağlıdırlar.<br />
Damıtılmış niteliği, yoğun ve örtük söylemi ile<br />
şiire yakın duran küçürek öykülerde; anlık aydınlanmalar,<br />
şok uyarı ve etkiler esas alınır; “Romantik<br />
şiir gibi kısa öykü de önemli bir an, bir algılama<br />
anı üzerinde yoğunlaşır. Bir olayın içsel anlamı<br />
üzerinde, birdenbire geliveren anlık sezgiler üzerinde<br />
yoğunlaşarak örülür. Özlü ve incelikli olması<br />
nedeniyle kısa öykü, bireyin en uyanık ya da en<br />
yalnız olduğu durumları tam bir dakiklikle yakalayabilir.”<br />
(Salman-Hakyemez <strong>19</strong>97: 10) Bu tür öykülerdeki<br />
şiirsel tadın kaynağı, insanın en uyanık<br />
haliyle kurduğu rüya halini dile taşıması ve böylesi<br />
sezgi/algı anları üzerinde yoğunlaşmasıdır. Necati<br />
Tosuner, öykülerin içerik yoğunlaşmasını, “Okyanusu<br />
simgeleyen akvaryum kabarcığı” (Tosuner<br />
<strong>19</strong>97: 40) gibi çok yerinde bir şiirsel imgeyle anlatır.<br />
Anlatıcı, bir kişideki herkesi görmeye ve göstermeye<br />
gayret ederken; dilin bütün çağrışım<br />
değerlerini hesaba katarak kullanır. Kısa, özlü ve<br />
<strong>20</strong>5<br />
sindirilmiş yapısıyla anlık fark edişlerin şiirsel çığlığı<br />
sayabileceğimiz küçürek öyküler; keskin ve tiz<br />
çığlık gibi, etkisini yitirmemesi için ayrıntılardan,<br />
süslerden ve nağmeleştirecek uzantılardan her<br />
zaman kaçınmak zorundadır. Hacim olarak bir<br />
çığlık ne kadar uzun olabilirse küçürek öykü de o<br />
kadar uzundur. Bilinmeli ki, bir çığlık uzadıkça etkisini<br />
yitirir ve nağmeye dönüşür. Küçürek öykü de<br />
uzadıkça, uyaran, şaşırtan vurucu etkisinden arınır.<br />
Bu nedenle sözcük eksiltme, zaman /mekân<br />
perspektiflerini silme ve bir durumu minyatürleştirme<br />
gibi edimler, küçürek öykülerin en çok<br />
yararlandığı anlatı unsurlarıdır.<br />
Hacim olarak küçürek öykü/ler için 500<br />
(Wright <strong>19</strong>98: 16) veya 250–300 (Erden <strong>20</strong>02:<br />
315) sözcüklük bir sınır konsa da bana göre, 250<br />
veya 500 sözcük, çığlığı nağmeye dönüştürmek<br />
için yeterli süreyi hazırlayan bir anlatım örgüsü<br />
oluşturur. Bu bakımdan 100 sözcüğü geçmeyecek<br />
anlatıları ancak küçürek öykü diye adlandırabiliriz<br />
(Korkmaz <strong>20</strong>03: 26). Zira küçürek öykü, vazetmez,<br />
nasihatte bulunmaz, karakter geliştirmez, okuyucuyu<br />
bir yere taşımaz vb. Ancak bazı değişmez<br />
hakikatleri sezdirir, insanları onlarla aniden yüzleştirerek<br />
şok uyarmalar yapar. Vurucu etki ve şok<br />
uyarı niteliği, romanın iki yüz sayfalık hacmini, birkaç<br />
tümcede anlatma iddiasındaki anlatıları, doğrudan<br />
oluş an’ları üzerinde yoğunlaşmaya zorlar.<br />
Genellikle “süredizimsel bir ilerlemeye uyan nesnel<br />
zamanın bir an’la sınırlandırıl”dığı (Öztokat<br />
<strong>19</strong>97: 42) küçürek öyküler, bireyin en keskin oluş<br />
anlarına dikkati çekerek, bireyin içindeki çıplak insan<br />
gerçeğini ortaya çıkarmaya çalışır.<br />
Küçürek anlatıların bireysel niteliklerine özellikle<br />
vurgu yapan Ferit Edgü’nün (Edgü <strong>19</strong>79: <strong>20</strong>)<br />
“Öç” adlı öyküsü, bu türün en özgün örneklerinden<br />
birini oluştur;<br />
“Öç<br />
Köyün en hoppa kızıydı.<br />
Onu köyün en aptal gencine verdiler.<br />
Hiç çocukları olmadı.<br />
Daha doğrusu, sayısız çocuklarından hiçbiri o<br />
en aptal gençten değildi.”<br />
(İşte Deniz, Maria,<strong>19</strong>99: 52)<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Toplam 4 tümce ve 24 sözcükten oluşan “Öç”,<br />
oldukça sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış bir anlatıdır.<br />
Bu kadar sözcük tasarrufu ile yaşamın birçok<br />
yönünü anlatmak pek de mümkün görünmez. Zaten<br />
öykü de anlatmıyor; yalnızca bir durumu belirtiyor,<br />
gösteriyor ve katlanılamaz bir durum’un<br />
çığlığı gibi yüzümüze çarpıyor; bizi en kısa yoldan<br />
sarıp uyarmaya ve ilgimizi doğrudan bu katlanılmaz<br />
olana yöneltmek istiyor. Bu yüzden öykülerin<br />
çözümlenmesinde, anlatıdaki olaylardan çok<br />
durumları ve söylemi esas almak gerekir. Göreceli<br />
bir nitelendirmenin ifadesi olan “hoppa”lık,<br />
“Öç”teki trajik çatışmaya neden olan kendilik<br />
değeri’nin negatif göstergesidir.<br />
Köyün genç kızı, yaşama dönük yüzü ile<br />
“sıradışı”dır; zihniyet taşlaşmasını simgeleyen köyün<br />
sıradan, ezberlenmiş ilişkileri ötesinde olduğu<br />
için de “hoppa”dır. Ona dışarıdan verilen, yapıştırılan<br />
“hoppalık” belirtimi, genç kızın varlığı ile özü<br />
arasındaki engelleri, yani ezberlenmiş ilişkileri<br />
dışlayarak; daha özgün ve daha yaratıcı bir ilişki<br />
kurma potansiyeline gönderme yapar. Ancak bu<br />
farklılığı, kendi varlığına yönelmiş bir tehdit gibi<br />
algılayan ve bir zihniyet taşlaşmasını, hoşgörmezliği<br />
(intolerance) simgeleyen köylüler, onu ‘hoppalık’<br />
belirtimi ile önce ikaz eder ve sonra kendilerine<br />
benzetmek üzere köyün en aptal genci’ne bir<br />
nesne gibi verirler. Bireyin böylesine yapayalnız<br />
bırakılmışlığı ve nesneye çevrilmişliği; ürkütücü<br />
bir boyuttaki Kafkaesk (Ecevit <strong>19</strong>92: 28) güvensizliğin<br />
refakatinde umutsuzluğa yönelir. Zira birey,<br />
yığın adına özgünlüklerinden vazgeçmek zorunda<br />
kalacak ve kendini iptal edecektir. İşte tam bu<br />
noktada da kitlenin gittikçe kendini hissettiren kör<br />
gücü ile karşılaşırız. Bu kör güç, kitleyi otomatlaştırarak<br />
Gustave Le Bon’ün ifade ettiği bireysel duyarlılıkları<br />
yok eden bir “cinai sınıf” (Le Bon <strong>19</strong>79:<br />
157)’a dönüştürecektir.<br />
Farklılıkları baskı ve öç mantığı ile cezalandırarak<br />
susturmak isteyen toplumun zorba mantığı,<br />
kısa sürede anlık çözüm yolu gibi görülse de, özde<br />
ve gelecekte büyük kırılmalara ve parçalanmalara<br />
neden olacaktır. Kısa ve öz olanı bir araya getirme<br />
güdüsünün kaynaklık ettiği ve yoğunlaştırılmış bir<br />
sadeliğin egemen olduğu (Deveci <strong>20</strong>05: 399) Ferit<br />
Edgü’nün “Öç” adlı küçürek öyküsünde bir Emma<br />
Bovary dramını bulmak mümkündür. Küçürek öy-<br />
<strong>20</strong>6<br />
külerin, roman açılımına sahip yoğunlaştırılmış<br />
anlık yaşam deneyimlerini içerdiğini özellikle belirtmeliyim.<br />
Yine türün genç yazarlarından Murat Yalçın’ın<br />
‘ölm’ adlı öyküsü de aynı kısa ve yoğun yaşantılar<br />
dünyasına gönderme yapar;<br />
“ölm<br />
‘Savaşlar çocukları büyütür’, dedi yaşlı kadın,<br />
buruşuk ağzının kenarındaki tükürükleri silerken,<br />
‘Babalarının mezarları başında ağlayan adamlar<br />
görürsen şaşırma, yaşları büyüktür babalarından…’<br />
Bu sözler, örümcek ağına takılmış bir sinek oldu,<br />
salındı kafasının köşesinde.” (Yalçın <strong>20</strong>03: 81)<br />
Başlıkla birlikte 33 sözcükten oluşan “ölm”;<br />
yaşamı birden fark ettirici ve bireyi zamansız olgunlaştıran<br />
etkisiyle şok acıların, insan benliğine<br />
yaptığı aşırı yükleme ile onun varlığını çatlatan,<br />
parçalayan yönüne işaret eder. Savaşların, babalara<br />
yaşam deneyimini sindirerek çocuklarına<br />
aktarma imkanı tanımayan ve çocukları birden<br />
büyümek zorunda bırakan amansızlığı; okuyucuyu<br />
kalbi ve zihniyle birlikte Hz. İsa gibi sonsuz zaman<br />
panosuna çiviler. Birdenbire büyümenin insan<br />
benliğindeki şok kırılmaları, bireyin tüm yaşam<br />
algısını bir hastalık gibi sarar ve onu yalnız, mutsuz<br />
ve şefkatin mekânından sürgün kılar. Sevgiyle<br />
değil ama ölümle ve kinle birbirine ulanan ömürler,<br />
ancak modern meduzalar üretir ve dünyayı<br />
cehenneme çevirir. Bu yoğun ve rafine anlatım,<br />
bir sis çanı gibi insanları kendi içinde taşıdıkları<br />
katastorofik tehditlere karşı düşündürmek ister.<br />
Yukarıdaki metinlerde de görüldüğü gibi, küçürek<br />
öykü yazarı, sıradan ama yoğun ve özgün<br />
yaşantıları daha çok simgesel düzeyde bize anlatır.<br />
Zira bir yoğunlaştırma göstergesi olan simge,<br />
daima kendisi olmayandır ve hep ötelere, derin<br />
anlamlara çağrıda bulunur. Temelde görselleşen<br />
bir dünyada ve süre/hız faktörlerinin kıskacında<br />
yaşamaya çalışan <strong>20</strong>. yüzyıl insanı, zaman yoksuludur;<br />
uzun romanlar okumaya vakti yoktur. Dolayısıyla<br />
bu gereksinimi giderecek “fast food” tarzı<br />
bir anlatı türü, geçmiş deneyimleri de arkasına
alarak kendiliğinden gündeme gelir.<br />
Hızlı tüketim çağının ürünü olan küçürek öyküler,<br />
bu çağın ruhuna uygun bir biçimde; anlatısını<br />
tip, olay ve betimlemeden olabildiğince arındırır<br />
ve yaşamın sonsuz derinliğini, şimşek gibi anlık<br />
parıldamayla bir noktadan aydınlatmaya, göstermeye<br />
çalışır.<br />
Dünya edebiyatından Max Aub, J. Cortazar,<br />
Micel Leiris, Max Jacob, Gertrude Stein, Marry<br />
Butts, W.C.Williams, Joyce, Robert Kelly, Bretch ve<br />
Oscar Wilde gibi sanatçıları; Türk edebiyatından<br />
ise Tezer Özlü, Küçük İskender, Sevim Burak, Tarık<br />
Günersel, Haydar Ergülen, Yeşim Dorman, Murat<br />
Yalçın ve özellikle Ferit Edgü’yü küçürek öykünün<br />
önemli yazarları arasında sayabiliriz.<br />
KAYNAKÇA<br />
Andaç, Feridun (Mart-Nisan <strong>19</strong>97), “Ferit Edgü ile Dünden Bugüne”,<br />
Adam Öykü, S. 9: s.17-28<br />
Asimov, Isaac (<strong>19</strong>92), 00 Great Science Fiction Short-Short Stories,<br />
New York: New American Library<br />
Baxter, Charles (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Anlık Kurmaca”, (çev. Taner Karakoç),<br />
Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.85-90<br />
Deveci, Mutlu (<strong>20</strong>05), Varoluş ve Bireyleşme Açısından Ferit<br />
Edgü’nün Öykü ve Romanlarında Yapı ve İzlek, Fırat Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ (Yayımlanmamış Doktora Tezi)<br />
Duru, Orhan (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Öykünün Biçimleri”, Adam Öykü-Kısa<br />
Öykü Özel Sayısı, S.12, s.36-37<br />
Ecevit, Yıldız (<strong>19</strong>92), Kurmaca Bir Dünyadan, “Ferit Edgü ve ‘Kafkaesk’,”<br />
Ankara: Gündoğan Yay., s.28-32<br />
Edgü, Ferit (Eylül <strong>19</strong>79), “Çağdaş Sanatın <strong>80</strong> Yıllık Serüveni (3)”,<br />
Milliyet Sanat, S. 336: s.24<br />
Edgü, Ferit (Ağustos <strong>19</strong>90), “10 Minimal Öykü”, Milliyet Sanat,<br />
S. 245: s. 5-6<br />
Edgü, Ferit (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Çok Kısa Öyküler... Öykücükler”, Adam<br />
Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.38-39<br />
Edgü, Ferit (<strong>19</strong>99), İşte Deniz, Maria, İstanbul: YK Yay.<br />
Emre, Gültekin (30 Mayıs <strong>20</strong>02), “Do Sesiyle Uyanmak”, Cumhuriyet<br />
Kitap Eki, s.13<br />
Erden, Aysu (<strong>20</strong>02), Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul:<br />
Gendaş Kültür Yay.<br />
Korkmaz, Ramazan (Kasım- Aralık <strong>20</strong>03), “Küçürek Öykü (Short<br />
Short Story) Türü ve Örnek Bir Öykü Çözümlemesi Ferit Edgü’nün<br />
Öç’ü”, Adam Öykü, S.49, s. 25-30<br />
Kökden, Uğur (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Kısa Kurmaca”, Adam Öykü-Kısa<br />
Öykü Özel Sayısı, S.12, s.16-<strong>19</strong><br />
Le Bon, Gustave (<strong>19</strong>79), Kitleler Psikolojisi, İstanbul: Timaş Yay.<br />
Lingis, Alphonso (<strong>19</strong>77), Ortak Birşeyleri Olmayanların Ortaklığı,<br />
(çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Ayrıntı Yay.<br />
Öztokat, Nedret T. (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Çağdaş Türk Yazınında Kısa Kısa<br />
Öykü”, Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12, s.41-45<br />
Pritchett, V. S. (Mart-Nisan <strong>19</strong>98), “Kısa Öykü Üstüne”, (çev. Almıla<br />
Özdek) Adam Öykü, S.15: s.37-39<br />
Salman-Hakyemez, Y. D. (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Öykülemenin Öyküsü”,<br />
Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12, s. 5-15<br />
<strong>20</strong>7<br />
Shapard, R. (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Kısa Kısa: Anlık Öykü”, (çev. Taner Karakoç),<br />
Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.91-94<br />
Tosuner, Necati, (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Çok Kısa Öykü İçin Çok Kısa Sözler”,<br />
Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.40<br />
Wright, Austin M. (Mayıs-Haziran <strong>19</strong>98), “Kısa Öyküyü Tanımlama<br />
Üzerine: Tür Sorunu”, (çev. Taner Karakoç), Adam Öykü, S: 16:<br />
s.<strong>19</strong>-26<br />
Yalçın, Murat (<strong>20</strong>03), İma Kılavuzu, İstanbul: YK Yay.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
YAKIN DÖNEM KADIN<br />
HİKÂYELERİNDE<br />
KADININ KADINI İNŞASI<br />
Özet: Bu çalışmada <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında<br />
kadın yazarların hikâyelerinden yola<br />
çıkılarak kadınlarla ilgili olarak hangi meseleler<br />
üzerinde durdukları ve bundan sonraki yeni kadın<br />
modelini hangi göndergelerle oluşturmaya çalıştıkları<br />
üzerinde durulmuştur.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında kadın yazarların<br />
sayısının arttığı görülmektedir. Kadın yazarlar<br />
yazdıkları eserlerle yeni dünya düzeninden beklentilerini<br />
ve bu anlamda kendi tecrübelerini anlatmaya<br />
başlamışlardır.<br />
Kadın yazarların özellikle modernleşme süreci<br />
içerisinde kadının durumunu yansıtan bir anlayışı<br />
taşıdıkları görünüyor. Ev kadını olmanın dışına çıkıp<br />
birden fazla sorumluluk üstlenmeye başlamış<br />
olmak bölünmüş bir kadın kimliğinin ortaya çıkmasına<br />
sebep olmuştur. Geleneksel kadın kimliği<br />
ile modern kadın kimliğinin aynı kişide birleşmiş<br />
olması kadının hayat içerisindeki durumunu zorlaştırmaktadır.<br />
Onlara göre bu toplumsal bir sorundur.<br />
Kadın yazarlar sonraki dönemlerde daha<br />
doğru ve yeni bir kadın kimliğinin oluşturulması<br />
konusunda katkılarının olması amacıyla konuyla<br />
ilgili dikkatlerini hikâyeleri aracılığıyla da ifade etmek<br />
istemişlerdir.<br />
Anahtar kelimeler: <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesi,<br />
kadın yazarlar, kadın ve edebiyat, Feminist<br />
edebiyat, Modern kadın<br />
<strong>20</strong>8<br />
Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />
Erciyes Üniversitesi / Kayseri<br />
Construction of Woman<br />
in Turkish Woman<br />
Writers’ Stories After<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong><br />
Abstract ; In this study we focused on women<br />
writers’ aspects about problems of woman and<br />
how they create ideal new woman form in their<br />
products. After <strong>19</strong><strong>80</strong> the increasing have seen<br />
at the population of woman writers. They have<br />
began to describe their own experiences and expactations<br />
about new world system. Especially<br />
at the modernism process, it seems that woman<br />
writers have sensibility about other women. Accepting<br />
too much responsibility, except being a<br />
house-wife, has caused a divided woman identity.<br />
And combining the two identities -traditional and<br />
modern woman identities- in one life gets woman<br />
life much harder. According to them this is a social<br />
problem. So they want to convey attentions<br />
with their stories to contributing proper and new<br />
woman identity.<br />
Key Words: Turkish story after <strong>19</strong><strong>80</strong>, woman<br />
writers, woman and literature, feminist literature,<br />
modern woman
Giriş:<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında sadece hikâye<br />
alanında değil edebiyatın bütün alanlarında kadın<br />
yazar sayısında bir artışın olduğu gözlemlenmektedir.<br />
Kadın yazarların kalem tecrübelerini kendi<br />
adlarını kullanma zorluğundan hatta imkânsızlığından<br />
dolayı imzasız yayımladığı ya da erkek imzaları<br />
kullanarak okuyucuyla buluşturduğu, buna<br />
rağmen yine de oldukça incitici karşılıkların alındığı<br />
bir başlangıçtan, edebiyatın yükünün kadın<br />
yazarlar tarafından omuzlandığının açıkça ifade<br />
edildiği bir döneme gelinmiştir. Neredeyse yüz<br />
yıl süren bu yolculukta nice tarihsel ve toplumsal<br />
değişim yaşanmış, bu değişimin paralelinde kadınlar<br />
da gerekli duruşlarını alarak kendilerine bu<br />
yapının içinde sunulan dönüşüm imkânlarını kullanmışlardır.<br />
Kadınlar, modernleşme sürecinde Fatma Aliye<br />
ve Emine Semiye Hanımlarla adımlamaya başladıkları<br />
edebiyat yolunun en büyük dönemecini<br />
Halide Edip’le alırlar. <strong>20</strong>. yüzyılın başındaki uzun<br />
savaş yıllarının özellikle bizim coğrafyamızdaki<br />
kadınları daha hızlı ve belki de hiç beklemedikleri<br />
bir kolaylıkla sosyal hayatın içine dâhil ettiği bilinmektedir.<br />
Bu hızlı sosyalleşme sürecinde elbette<br />
<strong>19</strong>08 sonrası ortaya çıkan Osmanlı feminist hareketlerinin<br />
büyük bir katkısı vardır. Bizzat savaşın<br />
içinde veya cephe gerisinde devlet ve milletin devamı<br />
için üzerine düşen görevleri yerine getiren<br />
kadınlar, bir yandan da kurulmaya çalışılan yeni<br />
düzen içindeki beklentilerini ve siyasal taleplerini<br />
dile getirmek için çaba gösterirler. Bu dönemde<br />
kadınların kendi cinslerine özgü isteklerinden çok<br />
cumhuriyet ideolojisinin hedefleri doğrultusunda<br />
oldukları görülür. Bu sebeple yaptıkları kadar yazdıkları<br />
da cumhuriyet ideolojisinin ortaya çıkardığı<br />
temel felsefenin yarattığı söylemlerin içindedir.<br />
Halide Edip ve eseri ancak böyle açıklanabilir.<br />
Böylece artık ‘geleneksel kadın’ imgesinin dışına<br />
çıkılmış; okumuş, bilgili ve bilgisini vatanı için kullanmayı<br />
seçen, fedakâr, devri için ‘yeni kadın’lar<br />
yaratılmıştır. Devlet olma ve kalkınma savaşının<br />
içindeki ‘yeni erkek’lerin yanındaki bu ‘yeni<br />
kadın’lar önemli sorumlulukları üstlenebilecek<br />
yeterliliktedirler.<br />
<strong>20</strong>. yüzyılın başından itibaren yaşanan olağa-<br />
<strong>20</strong>9<br />
nüstü şartların da yönlendirmesiyle baş döndürücü<br />
bir süratle cahil, geleneksel kadından eğitimli,<br />
çalışkan kadına dönüşüm <strong>19</strong>30’ların ortalarında<br />
hız keser. Verilen siyasal haklarla yetinen kadınlar,<br />
buna paralel olarak sosyal hayatta bir suskunluğa<br />
girerken bunun yansımaları edebiyatta<br />
da görülmeye başlar. Böylece bir önceki dönemin<br />
toplumsal yapının dışında kalmış hülyalı ve bencil<br />
kadınına aşağı yukarı geri dönülür. Bu kadın, yolun<br />
başındaki isim Fatma Aliye’nin bile öngörmediği<br />
bir kadındır. Çünkü onun kadınları bütün itaatkâr<br />
karakter yapılarının içinde kendisi olabilme çabasını<br />
gösterebilmiş tiplemelerdir. Oysa Muazzez<br />
Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Peride Celal gibi<br />
bu dönem yazarlarının tiplemeleri bağımlı, zayıf,<br />
çoğu zaman iyi eğitim görmüş olsa da bunun karşılığını<br />
sosyal hayatta aramayan, pasif, hayatı ev<br />
içiyle sınırlı ama zarif, duygulu hatta aşırı duygulu<br />
olmakla da malul kadınlardır. Bu durum <strong>19</strong>60’ların<br />
başına kadar sürer. Bundan sonraki on yılın aşırı<br />
politize olmuş hayatı, hızlı sosyalleşme ve kentleşme<br />
kadın edebiyat ilişkilerini de etkiler. Önceki<br />
yıllara oranla daha fazla sayıda kadın yazar politik<br />
mücadelenin saflarında yerini belirlerken yazdıkları<br />
eserlerdeki kadınları da bu doğrultuda yaratırlar.<br />
Tamamen erkek değerlerinin hâkim olduğu<br />
bu ortamda kadın olma konumlarını silerek, bir<br />
anlamda erkek dünyasının değerleriyle özdeşleşmiş,<br />
ideolojisi için yaşayan cinsiyetsiz kadınlar ortaya<br />
çıkarlar. Bu sebeple de <strong>19</strong>60’lı yılların kadın<br />
yazarları, ‘kadın yazar’ olmayı reddederek edebiyatta<br />
cinsiyetin getirdiği ayırımlara karşı çıkarlar.<br />
<strong>19</strong>70’lerden itibaren feminizmin yükselen bir<br />
değer olmasıyla kadın-edebiyat ilişkileri daha<br />
farklı bir anlam kazanmaya ve edebiyatta kadına<br />
özgü duyarlıklar kabul edilmeye başlanır. Beraberinde<br />
bu günler için henüz yeni de olsa bir ‘kadın<br />
edebiyatı’ ve ‘kadın yazar’ olgusu gelir. Bir önceki<br />
dönemin Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Füruzan,<br />
Pınar Kür, Tomris Uyar gibi yazarları bu yıllarda<br />
toplumsal kaygılar taşıyan kadına cinsiyetiyle ilgili<br />
duyarlıkları eklerler. Bu durum 60’lı on yılın<br />
ancak toplumsal davanın içinde var olabilen kâğıt<br />
karakterlerinin yerlerini yavaş yavaş yaşayan,<br />
duyan, bunalan gerçek kadınlara bırakmasını<br />
sağlamıştır. Bu yazarlardan özellikle Pınar Kür<br />
ve Nezihe Meriç, daha sonraki yıllarda neredey-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
se Duygu Asena ismiyle özdeşleşecek olan kadın<br />
ve cinsellik konusunu edebiyata daha belirgin bir<br />
şekilde yerleştirme cesaretini gösterirler. Sonuç<br />
olarak <strong>19</strong>70’lerde kadınlığı ve kadınlık tecrübelerini<br />
kabul eden ve bunlarla övünen kadın yazarlar<br />
yetişmeye başlar.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong>’lerin depolitizasyonu ise Türkiye’de feminizmin<br />
daha hızlı gelişmesine vesile olmuştur.<br />
Çünkü önceki dönemlerin politik zemini içerisinde<br />
siyasal gelişimini tamamlamış, ardından da cinsiyetiyle<br />
yüzleşerek kabullenmiş kadın yazar, artık<br />
önüne geçilmez bir şekilde kendini ifade ve ispat<br />
çabasının peşindedir. Bunda elbette kadınların<br />
eğitim seviyelerinin, paralelinde sosyal hayatın<br />
içinde yüklendikleri rolün ve çok tabii olarak da<br />
ekonomik konumlarının yükselmesinin büyük payı<br />
vardır. Ancak kadının sosyal hayat içerisindeki<br />
rolü bu kadar hızla genişlerken toplumsal cinsiyet<br />
anlayışının aynı paralelde değişmediği ve erkek<br />
egemen toplumun kadını, yüklediği sorumlulukların<br />
dışına çıkarmadığı görülür. Yazar olarak bu<br />
trajedinin farkına varan ve belki bu trajedinin bizzat<br />
parçası olan kadınlar, edebiyat faaliyetlerinin<br />
içerisinde özellikle de bu aydın kadının buhranlarına<br />
geniş yer vermeye başlarlar. Öyle ya Virginia<br />
Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sından itibaren asıl<br />
özgürlüğün ekonomik yeterliliğin kazanılmasıyla<br />
mümkün olabileceğine inanılmış, bu bir hedef<br />
hâlinde algılanarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.<br />
Ancak tam da bunun gerçekleştirildiği noktada<br />
görülmüştür ki kadını asıl bağlayan toplumsal<br />
cinsiyetin kendisine yüklediği kadın olma sorumluluğudur.<br />
Modern hayatın içinde çetin bir var<br />
olma mücadelesi veren kadın bütün değişimlere<br />
rağmen kendisini muhafaza eden ataerkil toplum<br />
yapısının geleneksel kadın kimliğinden de kurtulamaz.<br />
Sosyalleşmenin yükledikleriyle kadınlık<br />
görevleri arasında sıkışmış kalmış olan çağdaş<br />
kadın, bu sebeple parçalanmış bir hayatı sürdürür.<br />
Bir kadın yazardan ödünçlemeyle söylenecek<br />
olursa modern kadın artık “bölünmüş insandır.”<br />
(Atasü <strong>20</strong>01: 24).<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında birçok kadın yazar, yaratıcılığının<br />
kaynaklarını bu bölünmüşlüğün meydana<br />
getirdiği trajedide bulur. Kadınların farklı zaman<br />
ve mekânlarda aynı tecrübeleri yaşadıkları tezinden<br />
yola çıkarak bu trajediyi içselleştirir ve<br />
210<br />
anlatır. Aslında kadın yazar da bir taraftan toplumun<br />
kendisine yüklediği sorumlulukları yerine<br />
getirmeye çalışırken ve bir taraftan yazmak gibi<br />
zihinsel bir faaliyeti sürdürürken için için bu trajediyi<br />
yaşamaktadır. Bu sebeple eseri bir farkına<br />
varmanın doğal ve samimi sonucu olarak ortaya<br />
çıkar ki Erendiz Atasü kadın yazarlığın bir kendini<br />
keşfetme olduğunu belirtirken bunu kastetmektedir<br />
(Atasü <strong>20</strong>01: 23).<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında feminizmin daha fazla kabul<br />
görmesi üzerine yeni bir anlayış hâlinde gelişmeye<br />
başlayan kadın-edebiyat ilişkileri, daha çok<br />
kadın üzerinde odaklaşan bir edebiyatın meydana<br />
gelmesini, kadının hem yazar olarak hem de kurgusal<br />
kimlik olarak yerini daha fazla genişletmesini,<br />
üzerinde daha çok söz söylenmesini getirir.<br />
Bu anlayış içinde kadın yazarlar, daima marjinal<br />
bir söylem olarak kabul edilen feministlikle suçlanmışlardır.<br />
Bu suçlama aynı kolaylık ve çabuklukla<br />
okuyucularına hatta eleştirmenlerine de<br />
yöneltilir. Hâlbuki kadın yazarlar çok tabii olarak<br />
bireysel tecrübelerini kurgusal bir dünyanın içinde<br />
anlatırken bütün bunları bir toplumsal sorun<br />
olarak kabul etme eğilimindedirler. Çünkü toplumun<br />
yarısını ilgilendiren durumlar ya da sorunlar<br />
ancak diğer yarının farkında olmasıyla bir çözüme<br />
varabilecektir. Ancak modern kadın sorunların<br />
karşısında tek başına olduğunu fark eder. Son<br />
otuz yılın kadın yazarları işte bu modern ama yalnız<br />
kadının trajedisini eserlerinin kaynağı olarak<br />
seçmişlerdir.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasının kadın<br />
hikâyecileri…<br />
Kadın yazar sayısının <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında artması<br />
modern kadının yaratılması konusunda daha hızlı<br />
adımlarla hareket edilmekte olunduğunun ve bunun<br />
da sonuçlarının artık alınmaya başladığının<br />
en belirgin göstergesidir. Çünkü kadın ve yazar<br />
olma durumu bir tarafa bırakılsa bile insan, içinde<br />
yaşadığı toplumun tarihî ve sosyal durumundan,<br />
gelişim ve değişiminden doğrudan etkilenmektedir.<br />
Bu ise düz bir mantıkla yazarın, burada özel<br />
olarak kadın yazarın, bütün boyutlarıyla bu etkilerin<br />
altında olduğunu düşündürür. Bu durumda ka-
dın yazarların anlattığı konular, ait oldukları toplumun<br />
tamamını ilgilendiren konular, sundukları<br />
çözüm önerileri bu topluma uygulanabilir önerilerdir.<br />
Kadın yazarların ilgilendikleri konulara bakmak,<br />
eserlerinde kadınları çevreleyen sorunları<br />
görmek ve bu sorunlar içindeki kadınların duruşunu<br />
tespit etmek kadının kadını inşasını fark etmek<br />
demektir. Çünkü sadece kadın-edebiyat ilişkileri<br />
için değil genel edebiyat kavramı için de yazarların<br />
dikkat çektikleri konular ve yarattıkları tiplemeler<br />
arasında toplumun geleceğini ve yeni insan<br />
tiplerini inşa konusunda bir paralellik vardır.<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde kadının kadını<br />
inşa sürecini değerlendirirken mümkün olduğu<br />
kadar çeşitli yazarların eserleriyle karşılaşmaya<br />
çalıştım. Sonra da aralarından en tipik olanları<br />
seçtim. Bu seçimi yaparken tercihlerimi yazarların<br />
kadın yazar olma durumu, kadın-edebiyat ilişkileriyle<br />
kadın olarak yazma bilincine sahip olup<br />
olmamaları belirledi. Çünkü bu maddeler, özel olarak<br />
da kadın olarak yazma bilincine sahip olarak<br />
yazma eserlerden yola çıkarak elde edilecek sonuçları<br />
değiştiriyordu. Değerlendirmeye aldığım<br />
yazarlar şunlardır: Adalet Ağaoğlu, Nezihe Meriç,<br />
Erendiz Atasü, Sevinç Çokum, Fatma Karabıyık<br />
Barbarosoğlu ve Cihan Aktaş. Farklı dünya görüşü<br />
ve birikimlere, hatta edebî geçmişlere sahip bu<br />
yazarlar kalem tecrübelerinde kadın ve sorunları<br />
konusuna aynı duyarlıkta yer vermemişlerdir. Bu<br />
daha çok onların kadın yazar konusuna bakışlarının<br />
bir yansımasıdır. Örneğin özellikle Adalet<br />
Ağaoğlu ilk hikâyelerinde kadın edebiyatı ve kadın<br />
yazar kavramlarına çok sıcak bakmamış ancak<br />
yakın dönemde yazdıklarında bu durumu kabul<br />
etme eğilimini göstermiştir. Sevinç Çokum ve<br />
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu için de bu durum<br />
aşağı yukarı geçerlidir. Her biri edebiyatı kadın<br />
ve erkek diye ayırmaktansa insan konusunu ele<br />
almanın daha kapsayıcı olduğunu ifade ederler.<br />
Ancak onların da yakın dönem eserlerinde kadınedebiyat<br />
ilişkilerine karşı bir duyarlık kazandıkları<br />
ve sadece hikâyede değil diğer türlerde de konuyla<br />
ilgili yaklaşımlarını ortaya koyacak çabalara giriştikleri<br />
görülmektedir. Sevinç Çokum’un son romanları<br />
Karanlığa Direnen Yıldız ve Deli zamanlar<br />
ile Barbarosoğlu’nun Uzak Ülke’si bu durumun bir<br />
sonucu olmalıdır.<br />
211<br />
Diğer yandan Nezihe Meriç, Erendiz Atasü ve<br />
Cihan Aktaş’ın başlangıçtan itibaren kadın olma<br />
bilinciyle hareket ettikleri görülmektedir. Bu yazarlar<br />
edebî faaliyetlerinin yanında sosyal hayatın<br />
içinde kadının yerini sorgulayan çalışmalar da<br />
yapmışlardır.<br />
Kadın olmakla yazar olmak arasında karmaşık,<br />
çelişkili, çoğu kez de acılı bir ilişki bulan Erendiz<br />
Atasü, kadınlığı eserinin doğuş noktası olarak seçer.<br />
Atasü’ye göre kadın yazarlık önce kendini keşifle<br />
başlamaktadır. Bu ise kendi koşullarında kendini<br />
yeniden yaratma biçimidir (Atasü <strong>20</strong>01: 23).<br />
Cihan Aktaş’ın da kadın yazar ve kadın-edebiyat<br />
ilişkileri konusuna bu noktadan baktığı seziliyor.<br />
Çünkü eserinde önceliği hayatın akışı içinde kaybolmanın<br />
sancısını çeken kadının sıkıntıları oluşturmaktadır.<br />
Genel bir değerlendirme yapmak<br />
gerekirse, adı geçen yazarların tamamında kadın<br />
edebiyatı ve kadın yazarlık kavramları bir yana bırakılsa<br />
bile anlatılanların bireysel bir tecrübe ya<br />
da gözleme dayandırıldığı, hiç değilse kadın ve<br />
etrafındaki sorunlar yumağının tam bir içselleştirme<br />
ile yansıtıldığı söylenebilir.<br />
“Yeni kadın bölünmüş<br />
insandır.”<br />
Son otuz yılın kadın hikâyecilerinin üzerinde en<br />
çok durdukları konu eğitimli, aydın kadının sosyal<br />
hayattaki ve aile içindeki çelişkili konumudur. Bu<br />
durum yazarlar tarafından iki farklı düzlemde değerlendirilir.<br />
Çalışan, bazen aldıkları eğitimle ilgili<br />
bir çalışma hayatını sürdüren kadınlarla, eğitim<br />
aldıkları hâlde çeşitli sebeplerle çalışma hayatına<br />
geçemeyen veya çalışma hayatından ayrılan kadınların<br />
dünyası… Her iki durumda da sosyal sorumluluklarıyla<br />
biyolojik sorumlulukları arasında<br />
kalmış olan kadın, tam bir bunalımın içinde görünür.<br />
İş hayatı içerisinde başarılı olmak isteyen<br />
kadın ev hayatında da aynı duyarlığı sürdürür.<br />
Buna ek olarak çalışmayan kadınların ekonomik<br />
bağımlılık içinde olmaları ile çalışan kadınların kadınlıklarını<br />
yaşayamamaları ve çevreyle, açık bir<br />
söyleyişle ev hanımlarıyla da uyum içinde olamayışlarını<br />
eklersek bu parçalanmışlık ya da arada<br />
kalmışlık biraz daha belirginleşir.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Bu durum kadın yazarlar tarafından doğal olarak<br />
kadının dışındaki bir toplumsal değerle, ‘toplumsal<br />
cinsiyet’ kavramıyla açıklanabilmektedir.<br />
Bir yanda kadının sosyal hayata kazandırılması<br />
için uzun zaman gösterilen olağanüstü çabalar,<br />
bir yanda toplumun değişmeyen katı değer yargıları…<br />
Bu toplumsal yargılar, görev ve sorumluluklarla<br />
modern hayatın getirdikleri arasında<br />
ezilen, tükenen kadınlar… Bütün modernleşme<br />
çabalarına bir çelişki olarak, sonraki kadınların<br />
cehennemi olmak üzere dedesi ve babası gibi yetiştirilen<br />
erkek çocukları da eklenmelidir. Kısacası<br />
kadın hayata hazırlanmış ancak hayat gerekli<br />
değişimleri gerçekleştirerek kadına hazır bir hâle<br />
gelememiştir. İşte burada yeni kadının trajedisi<br />
yatmaktadır. Hikâyeciler her iki durumdaki kadının<br />
da ayrı ayrı sorunlar yumağıyla karşı karşıya<br />
olduğunu ve aldıkları eğitimin, sosyal hayatın<br />
içindeki konumlarının onların toplumsal cinsiyet<br />
rollerini değiştirmediğini veya hafifletmediğini,<br />
bir statü kazandırmadığını anlatırlar. Ev ve iş hayatının<br />
zorlukları arasında kalmış olan dışarıdaki<br />
kadın da, bilgi ve yeteneğini hiçbir şekilde kullanamayan<br />
içerideki kadın da başka başka yüklerin<br />
altındadırlar. Kısacası her ikisinin durumu da trajiktir.<br />
Erendiz Atasü “Kadınlar da Vardır” başlıklı<br />
hikâyesinde Doktor Gülşen’le ev hanımı Servet<br />
Hanım’ın öykülerini bir hastane ortamında kesiştirir.<br />
Kocasından, çocuklarından, sonra da torunlarından<br />
dolayı kendisine ‘hastalanma sırası<br />
gelememiş’ olan Servet Hanım rahim kanseridir:<br />
“Bir gün hep sıradan işler yapmış, kimsenin pek<br />
önemsemediği ama herkesin yıkılmaz duvar yerine<br />
sırtını dayadığı anne, sıra dışı bir şey yapıverir,<br />
tutar kanser olur.” (Atasü <strong>19</strong>97: 53) ve hemcinslerine<br />
karşı objektif kalmayı başaramayan ‘yanlı<br />
doktor’ Gülşen’in hastası olur. Gülşen, hastalığı<br />
kendisinden gizlenen Servet Hanım’a kanser olduğunu<br />
söylediği gibi içinde bulunduğu durumu<br />
bundan sonraki hayatı için bir başlangıç, bir dönüm<br />
noktası olarak değerlendirmesi telkininde de<br />
bulunmaya çalışır.<br />
Servet Hanım, Doktor Gülşen’in de kendi hayatını,<br />
geçmişini gözden geçirmesine sebep olmuştur.<br />
Zaman kıtlığı içinde yaşayan, daima acelesi olan,<br />
hep koşan, yavaş yürümeyi unutmuş, aynı anda<br />
212<br />
en az iki işi birden yapmak zorunda olan Gülşen<br />
“Ertesi sabah sekizde ameliyata gireceksen, gece<br />
üçte türlü maskaralıklar yapan bebeğini bağrına<br />
basabilir misin?” (Atasü <strong>19</strong>97: 55) diye düşünür.<br />
Analığın evlatlardan başkasını dışlayan, ‘onlar<br />
uzaklaştıktan sonra insanı hırpalanmış, uyumsuz,<br />
sakat bırakan içine kapanıklığından’ ürker. İşinde<br />
başarılı kadın doktor, çocuklarına ve sevgisinden<br />
emin olduğu eşine rağmen kendisini yalnız hissetmektedir.<br />
Bütün bunlar, çocuklarının ve eşinin,<br />
Gülşen’in yaptıklarının kendi yapmadıklarının farkına<br />
varamamış olmalarından kaynaklanmaktadır:<br />
“Bir süre sonra hepsi nasıl da el ele verip acımasız<br />
bir egemen kesiliyor, kadının elini kolunu<br />
bağlıyordu. Yoo, bunları ancak evde çalışan bilir,<br />
dışarıdan bakmayla anlaşılır gibi değil. Kapının<br />
arkasında, büfenin üstündeki, ancak duyarlılaşmış<br />
gözün görebileceği toz, ‘sil beni, süpür beni’<br />
diye bağırır. Tencerenin dibindeki ufacık kara büyür<br />
büyür de dünyayı kaplar. … Beş dakika sigara<br />
molası verip oturamazsın, sandalye diken olup<br />
da batar. ‘Elimi bulaştırmışken şunu da yapayım,<br />
oturmadan bunu da bitireyim’lerin sonu gelmez.<br />
Yakınsan, yanıt hazırdır. ‘Yapma efendim, yapma’<br />
derler. Gerçekten yapmasan, herhalde evde kıyamet<br />
kopar. … Gülşen tavayı teller, henüz tıbbı<br />
bitirmeden ölen annesini düşünür.” (Atasü <strong>19</strong>97:<br />
60)<br />
Evlenmeden önce bütün ev kadınlarının birer<br />
asalak olduğunu düşünen Gülşen, kendisini tanıyıp<br />
annesinin küçümsediği sorumluluklarını kendi<br />
hayatında da yaşamaya başladıkça başta annesi<br />
olmak üzere hayatlarını ‘ocakların, fırınların, çamaşır<br />
leğenlerinin, bulaşık tencerelerinin önünde<br />
tüketen’ bütün kadınları anlamaya başlar. Hastasına<br />
bu sebeple bundan sonraki hayatını kazandırmak<br />
istemiştir. Başlangıçta yaşayamadığı yılların<br />
acısını kıskanç bir şekilde hemen çıkarmak isteyen<br />
Servet Hanım için bir süre sonra ‘Ben yaşlı<br />
bir kadınım, başka ne yapabilirim ki’ cümlesi bütün<br />
itirazların yerini alır. Alışılmış ve kemikleşmiş<br />
düzenin dışına çıkma cesaretini gösteremez. Gülşen<br />
de aradaki kuşak farkına rağmen ondan çok<br />
farklı durumda değildir. Sorumluluklarını yerine<br />
getirdiği kadar var olduğunu, bunun dışında kendi<br />
bedeniyle, duygu dünyasıyla öncelikle bizzat ken-
disi tarafından unutulduğunu idrak eden kadın, bu<br />
unutuluştan kurtulmak ister. Bu onun kendisini<br />
yeniden kazanması, varlığını fark ettirmesi olacaktır.<br />
Ancak toplumun kendisine yüklediği kimlik,<br />
daha önce annesine, sonra Servet Hanım’a engel<br />
olduğu gibi ona da engel olur. Gülşen çelişkilerini<br />
bir kere daha yaşar:<br />
“Kocasıyla birlikteliğinde yitirdiği, oğulları okul<br />
çağına geleli beri onlarla artık kuramadığı, hastanenin<br />
küçük çıkar ve dedikodu dolu havasında un<br />
ufak olup giden dostluklarda tükettiği insan sıcaklığını<br />
aramıştı. … Mademki bir sokak çocuğu kadar<br />
kimsesizdi, bütün bu boğucu bağlar niyeydi?<br />
Sabah sekiz mesaileri, itiş kakış otobüsler, şu leş<br />
gibi pis hastane… Geceleri televizyon karşısında<br />
esneyen bir adam ve laf anlamayan afacan iki oğlan.<br />
Acil koğuşunu dolduran kadın kalabalığı. … Bir<br />
an usundan işinden istifa etmek, Erol’dan boşanmak,<br />
çocuklarını yatılı okullara vermek geçti. Alıp<br />
başını uzaklara, taa uzaklara gitmeliydi. … Oysa<br />
hiçbir yere gidebileceği yoktu. Birkaç saat sonra<br />
ameliyathaneye gidecekti, o kadar, … sonra akşamüstü<br />
filelerini doldurup kuzu kuzu evinin yolunu<br />
tutacaktı.” (Atasü <strong>19</strong>97: 78)<br />
Fakat Gülşen düşünür. Kendinden sonraki kadınları<br />
düşünür, pijamasını katlamayı bilmeyen<br />
kocasına karşılık oğulları kendi yataklarını toplamayı,<br />
çoraplarını yıkamayı, yumurta kırmayı, düğme<br />
dikmeyi öğrenmelidirler. Sonraki kadınların<br />
bölünmemesi için sormadan giydirilmiş bu cinsel<br />
kimliğin çıkarılması, ataerkil yapının değişmesi<br />
gerekmektedir.<br />
“Kadınlar da Vardır”da gelenekle modern kadın<br />
arasında kurulamamış dengeden dolayı bölünmüş<br />
bir hayatı yaşayan Gülşen’in üzerinden anlatılmaya<br />
çalışılan okumuş ya da cahil, meslek sahibi ya<br />
da tersi bütün kadınların toplumsal kimlik sorununu<br />
aşamadıkları, aşamayacakları ve aynı hayatı<br />
az çok farklılıklarla başka yerlerde ve zamanlarda<br />
yaşamak zorunda kaldıkları gerçeğidir.<br />
Nezihe Meriç de “Dedi Ölüm Aklımda” başlıklı<br />
hikâyesinde eviyle işi arasında bocalayan, evine<br />
özlem duyan bölünmüş başka bir kadının portresini<br />
çizmiştir. “Ya insanın kendi hayatı?” diye<br />
düşünür kadın, “Gün görmeden yaş oldu kırk, ne<br />
kendine fayda ne insanlara. Hiç… Akşam yemeği<br />
213<br />
tasası olmasa, balkona çıkıp koltuğa şöyle bir yan<br />
gelip otursa insan. Ağrıyan bacaklarını uzatarak<br />
bir fincan kahve içmek! Yaşamak budur işte. Hele<br />
bir de akşam sofrasını kurup buyur diyenin varsa<br />
nedir ki dışarıda çalışmak kadın için. … ‘Oysa ben’,<br />
dedi, ‘haldır haldır koş oraya, haldır haldır koş<br />
buraya. Dairede onun bunun ağız kokusu, evde<br />
bunların derdi, kadınlığımı insanlığımı unuttum.”<br />
(Meriç <strong>19</strong>98: 14) “Susuz IV”te de evinin içinde kocası<br />
çocukları için kokular sürünüp, dingin bir kafayla<br />
gezinmenin tadını yaşayamamış, erkenden<br />
kalkıp kahvaltı edemeden sokağa fırlamış, otobüs<br />
duraklarında ömrünü tüketmiş kadının hikâyesi<br />
vardır. Kocası şimdi başka kadına âşık olmuş,<br />
boşanmak istemektedir. Kendine bakınca onu hiç<br />
de haksız bulmaz. Ama harcadığı hayatın farkına<br />
varılmamasından dolayı kırgın ve yalnızdır.<br />
Sevinç Çokum “Denizin Dalgası Saçların”da bu<br />
parçalanmış kadını başka bir biçimde örnekler.<br />
Nahide, kadınlık görevlerini, evini ve evin kendisine<br />
telkin ettiği kavramları bir şefkat duygusunun<br />
arkasından düşünür. Bu evcillik hâli Çokum’un<br />
kadınlarla ilgili hikâyelerinin tamamına hâkimdir.<br />
Kadının sosyalleşmesine inanmış, ama aile ve çocuk<br />
bağından da kopamayan kadınlar onda Nezihe<br />
Meriç ya da Erendiz Atasü’nün kadınlarındaki<br />
bedbinlik ya da isyan duygusu taşımazlar. Kendilerini<br />
ve hayatı sorgularlarken bir kabullenişin<br />
arkasında hareket ederler.<br />
Çocukları doğunca öğretmenliği bırakan Nahide,<br />
şimdi hayatın artan ihtiyaçları yüzünden yeniden<br />
çalışmaya başlamıştır. Aslında çocuklarının<br />
yarınlarını kurarken bugünlerini kaçırdığının farkındadır,<br />
kendisini bir kafesteki kanaryaya benzetir.<br />
Şaşkın, oradan oraya çırpınarak sıçrayan<br />
kanaryanın verdiği savaşın bütün uçları kendi içindedir:<br />
“Sokak ve ev… Bu ikisi apayrı şeylerdi. İnsan<br />
sokakta daha yalnızdı. Evden kopup birdenbire<br />
kendisini iş hayatının içinde bulan bir kadın bu<br />
yalnızlığı daha derinden duyardı. … Aklı evdeydi.<br />
Ev bakım isterdi. Evsiz hayat olmazdı. Ev… Biriken<br />
çamaşırlar, tozlanan eşyalar… Bazen öğle vakti<br />
bir minibüse atlayıp evine gidiyor, ortalığı kolaçan<br />
ediyordu. Odaların ıssızlığı içini sızlatıyordu. Sanki<br />
bu ev canlıydı, nefes alıyordu; onların yokluğunda<br />
garipleşiyor, boynu bükülüyordu. Nahide geldi mi<br />
o saatlerde üzerlerine güneş vurmuş halılar, tozlu<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
eşyalar, mutfak ve balkonlar, yıkayamadığı üç beş<br />
çay bardağı hepsi seviniyordu. Ama bu ayrılığa<br />
alışmalıydı ev. Alışmalıydı.” (Çokum <strong>19</strong>87: 83, 87)<br />
Nahide dışarıdaki kadınla içerideki kadının çatışmasını<br />
en masum biçimiyle dile getirir. Bunda kadına<br />
özgü fedakârlık duygusunu içselleştirmesinin<br />
büyük bir payı vardır.<br />
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu “Sevilmek için<br />
Randevu Alan Çocuk”ta çalışan kadının başka bir<br />
trajedisine, anne-çocuk ilişkilerine dikkat çeker.<br />
Başkalarının annelerinde kendi annesinin hasretini<br />
çeken çocuk, eve yorgun gelen üstelik de iş<br />
getiren annesinden işlerini bitirince kendisini sevmesini<br />
ister ve bir köşede kıvrılarak bekler. Bütün<br />
bu fedakârlıkların, yorgun günler ve gecelerin,<br />
yaşanmayan, ertelenen zamanların sebebi olarak<br />
çocuklara kazandırılmak istenen güzel gelecek<br />
gösterilir. Ama anlaşılır ki çocuklar bu kavganın<br />
içerisinde bir köşede unutulmuşlardır.<br />
Bu sosyal gerçekliğin tersi, eğitim aldıkları hâlde<br />
çocuklarını büyütmek gibi sebeplerle çalışma<br />
hayatına giremeyen veya çalışma hayatından ayrılan<br />
kadınlarla onların yaşadıkları çelişkiler de<br />
kadın yazarların hikâyelerinde işledikleri konulardandır.<br />
Örneğin Barbarosoğlu “Dostluk Efekti” adlı<br />
hikâyesinin kadınını dramatik bir sondan değerlendirmiştir.<br />
Evlendikten sonra tamamen biyolojik<br />
bir gerekçeyle çalışmayı bırakan mimar kadın,<br />
yaşadığı çelişkilerin içinde gün gelmiş kendini<br />
kaybetmiştir. O güne kadar bizzat kurguladığı<br />
oyunu o kadar inandırıcı bir şekilde oynamıştır<br />
ki hiç kimse onu bu sona götüren sebepleri anlayamamış,<br />
yavaş yavaş tükenişini ve bitişini fark<br />
edememiştir. Hâlbuki o, ev kadını olmayı bir türlü<br />
sindirememiştir. İçinde yaşadığı şartlarda başarılı<br />
ve mutlu olmayı denemiş, bu sebeple su börekleri,<br />
ev baklavaları, erişteler yapmış, herkesi bir üniversite<br />
mezunu kadın olarak bunları yapabilmesiyle<br />
şaşırtmıştır.<br />
Mimar kadın, ‘Zengin bir adama ev çizeceğim<br />
diye insan çocuğunu kapıcının karısına bırakır<br />
mı?’ cinsinden sözleriyle aslında kendi hayatının<br />
bir parodisini ortaya koymaktadır. Arkadaşlarına,<br />
“Çocuklarınız büyürken yanında değilsiniz, çocuğunuzun<br />
çocukluğuna tanık kapıcının karısı…”<br />
214<br />
(Barbarosoğlu <strong>20</strong>00: 87) der. Ancak bütün hayatını<br />
ev içinde hiç işe yaramayan bir bilgi yüküyle<br />
sürdürmeye çalıştığı, ilişkilerini bu süzgecin<br />
içinden düzenlediği için yavaş yavaş çevresindeki<br />
insanlar azalır, apartman komşularıyla ‘hayatlarında<br />
camların temizliğinden başka bir şey yok<br />
diyerek’ görüşemez. Eşi onu bu olumsuz olayın<br />
arkasından doktoruna şöyle tanımlar: “Çok başarılı<br />
bir mimar olabilirdi. Ama o bizi seçti. İki çocuğumuz<br />
arka arkaya oldu. Çocuklarım büyürken<br />
yanlarında olacağım dedi. Kesin kararlıydı. Bir bakıcı<br />
bulabilirdik. Yuvaya verebilirdik. Teferruatları<br />
yaşayan bir kadındı. Yıllar sonra çocuğum bana<br />
ilk ne zaman yürüdüm derse, ne derim demişti.<br />
İlk defa neyi ısırdığını. İlk çişini söylediği günü. İlk<br />
konuştuğu kelime. İlk yaptığı resim. Karım için<br />
bunlar çok önemliydi. Çocuğumu kendi özel tarihinden<br />
yoksun bırakamam diyordu.” (Barbarosoğlu<br />
<strong>20</strong>00: 88) Mimar kocanın karısı hakkında<br />
sarf ettiği bu sözlerde ‘Teferruatları yaşayan bir<br />
kadındı.’ anahtar cümledir. Çünkü kadın psikolojisinin<br />
kadın yazar olma hâli de dâhil olmak üzere<br />
ayrıntıda gizli olduğu anlaşılıyor. Çocuğuna özel<br />
tarihini kazandırmak için kendi tarihinden vazgeçen<br />
kadın, sadece anne değil aynı zamanda<br />
‘farkında olan insan’dır. İşte kadına bölünmüşlüğü<br />
getiren de bu ‘farkında olma’ hâlidir. Hikâyedeki<br />
mimar kadın önceleri gün geçtikçe sessizleşir,<br />
içine kapanır, konuşmaz olur. Hiç şikâyet etmez,<br />
soru sormaz, sadece konuşulanları dinler. Ardından<br />
da beklenmedik bir zamanda herkesi şaşırtan<br />
dramatik sonuna varır.<br />
Bir başka yazar Cihan Aktaş, “Dağınık Dünya”da<br />
kocasına ait ‘Kadının yeri evidir.’ felsefesi doğrultusunda<br />
yaşayan, çocuğunu büyüten ama ev<br />
hayatını hiç sevmeyen hukuk mezunu Gülnihal’in<br />
hikâyesini yazar. Gülnihal, evin dışında alabildiğine<br />
hızlı değişen modern bir hayatın varlığının ve insanların<br />
bunun içindeki uyum çabalarının farkındadır.<br />
Ama onu ilgilendiren bütün bunların dışındaki<br />
basit bir konudur. O her gün ne pişireceğini düşünerek<br />
günlerini geçirmektedir: “Yemek pişirmeyi<br />
sevmiyordu, hiç sevmemişti. Ama pişiriyordu, en<br />
önemli göreviydi bu.” (Aktaş <strong>19</strong>96: 178). Gittikçe<br />
hırçınlaşan, geçimsiz, içine kapalı bir kadın hâline<br />
gelen Gülnihal, aslında kendisini yüksek idealler<br />
için hazırlamıştır. Onu böylesine bedbin yapan da
yüksek ideallere hazırlanan ruhunun sıradan bir<br />
düzenin içindeki yerini kabullenememesidir: “Bildikçe<br />
yalnızlaşır mıydı insan hep, hatta miskinleşir<br />
miydi?” diye düşünür. Bir türlü ne kafasını ne de<br />
hayatını düzene sokabilir. Dışındaki dağınıklık kafasındaki<br />
dağınıklığın bir benzeridir. Yıllardır kafasında<br />
taşıdığı hayatını düzenleme hayalini gerçekleştiremez,<br />
ne herkesin kabul ettiği bir ev kadını<br />
ne de meslek sahibi bir kadın olabilmiştir. Tam bir<br />
boş vermişlik içindeki evde her gün neresinden<br />
başlayacağını düşündüğü düzenleme işini hep bir<br />
sonraki zamana bırakarak günlerini sürdürür. Aslında<br />
bu dağınıklığın sebebi bir çeşit beklentidir.<br />
Sanki alışveriş yapmasa, yemek pişirmese, ortalık<br />
toplamasa olmasını beklediği bir şeyler gerçekleşebilecekmiş<br />
gibi gelir kadına.<br />
Modern kadının bölünmüşlüğü Cihan Aktaş’ın<br />
da hikâyelerindeki en temel konulardandır. Pek<br />
çok hikâyesindeki kadınlar eğitimli, başlangıçta<br />
içinde oldukları çalışma hayatından ayrılmış, böylece<br />
aslında dışarıdaki hayatla bağlarını kesmiş<br />
yalnız kadınlardır. İçinde yaşadığı toplumla kendisi<br />
arasında yer alan derin uçurumları fark eden<br />
Cihan Aktaş’ın kadınları, hemcinsleriyle de kendine<br />
sunduğu hayatı tercih ederek bir anlamda adına<br />
fedakârlık yaptıkları eşleriyle de anlaşamazlar,<br />
giderek uzaklaşır ve yalnızlaşırlar. Hayat onlar için<br />
bir iç konuşmadan ibaret hâle gelir. “Ağzı Var Dili<br />
Yok Şehrazat” başlıklı hikâye bütün ironisiyle başlığından<br />
itibaren kadının bu bağlamdaki yalnızlığı<br />
üzerine kurgulanmıştır. Günlük hayatın ortak dilini<br />
kullanamayan, davranışlarını benimseyemeyen<br />
Şehrazat, isminin düşündürdüğü geceler boyu<br />
konuşan masal kahramanının tersine konuşamaz,<br />
konuşmak isterse de ne zaman hangi dille konuşacağını<br />
bilemediği için konuşmaktan korkar. Yazar<br />
onu “…anlatmak yerine dinleyici konumda olmak<br />
daha uygun düşüyordu kişiliğine ve amaçlarına.<br />
Dinlemeyi seviyor, dinledikçe rahatladığını, hafiflediğini,<br />
dahası garip bir şekilde çevresini sarıp<br />
sarmalayan bir iyimserlikle, bir anlama ihtiyacıyla<br />
dolup taştığını, atalar deyişine uygun bir şekilde<br />
‘altın gibi ışıldadığını’ hissediyordu.” cümleleriyle<br />
tanımlar (Aktaş <strong>20</strong>05: 91).<br />
“Başka Türlü Bir Aşk”, “Üç İhtilal Çocuğu”, “Sihirli<br />
Karanfiller”, “Teşekkürü Hak Ettiniz Bay Yargıç”<br />
Aktaş’ın bu konuyu işleyen en çarpıcı hikâyeleridir.<br />
215<br />
Bir kısmı musallat baş ağrıları yaşayan bu hikâyelerin<br />
kadınları, uğrunda bütün gençlik hayallerini<br />
terk ettikleri evlilikte aradıklarını bulamamışlardır.<br />
“Virginia Woolf Mutsuzluğu”nun Levize’si bu<br />
anlamda dikkate değer bir kahramandır. Levize<br />
aslında eğitimli bir kadın değildir. Ortaokul mezunudur.<br />
Çalışmaz da. Ama okur. Sendika çalışmaları<br />
yapan kocasının günlerce süren seyahatleri yüzünden<br />
gecelerini kitap okuyarak geçirmektedir.<br />
Başlangıçta sadece yalnız geçen geceleri doldurmak<br />
için başlayan okuma faaliyeti bir süre sonra<br />
bir yaşama biçiminin kendisi oluverir. Aktaş’ın bu<br />
kadın üzerinden anlatmak istediği ne çalışan kadının<br />
ne de ev kadınının zorluklarıdır. Levize okuyan<br />
kadının toplumdaki yalnızlığını örnekler.<br />
Levize bir gün okuyacak bir şeyler ararken Virginia<br />
Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sıyla karşılaşır<br />
ve okur. Bilindiği üzere Virginia Woolf ve Kendine<br />
Ait Bir Oda kadın ve edebiyat ilişkilerinin neredeyse<br />
sembol isimlerindendir. Okumak, öğrenmek,<br />
hayatın içinde bu konumuyla bir yer edinmek isteyen<br />
kadının sıkıntılarının anlatıldığı kitap Levize<br />
için yaşadığı hayatı yorumlamak ve düzenlemek<br />
için bir başlangıç olur. Okuduğu bu kitabın tesiriyle<br />
yalnız başına yaşayabileceğine dair inancını<br />
pekiştirmeye, bunu neredeyse bir inat hâline getirmeye,<br />
bütün hayatını kitapların, okumanın ve<br />
düşünmenin etrafında kurmaya başlar. Kasabanın<br />
ufku dar, insanlar tarafından daha da darlaştırılmış<br />
dünyasında basit bir kasaba insanı olarak<br />
kalmamak için okur. Durmadan okur, konuşmayı<br />
unutacak kadar çok okur. Ama okudukça yalnızlığı<br />
artar. Çünkü okuduklarının izdüşümleri içinde yaşadığı<br />
hayatta yoktur. Bu da onu duygusal olarak<br />
etkiler, acı verir, geleceğe dair umutsuzluğu artar.<br />
Hayatında eksik bir şeyler vardır. Sonunda kendine<br />
ait boş saatlerin, boş odaların, çok okumaların<br />
onu bir şeyler yapmaya ya da yaratmaya sevk edemediğini<br />
fark eder. Okuduklarını paylaşabileceği<br />
farklı insanları, mesela edebiyat topluluklarını<br />
özler. Yoksa yazı yazmasının, güzel konuşmasının,<br />
zevk ve duygularının incelmesinin içinde yaşadığı<br />
kasaba açısından hiçbir önemi yoktur. Üstelik<br />
onların kullandıkları ortak dili kullanamadığı için<br />
kasabalı kadınlarla iletişim kuramayan, onların<br />
beğendiklerini beğenemeyen, hoşlandıklarından<br />
hoşlanamayan, hatta pratik hayatın içinde kendini<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
savunamayan kadın gittikçe pasifleşir, yalnızlaşır,<br />
kendi üzerine kapanır. Dergileri, kitapları ve çocuklarından<br />
oluşan bir dünya kurar kendine.<br />
Cihan Aktaş bu hikâyesinde aslında ‘kendine ait<br />
bir oda’nın parodisini yapmıştır. Levize’nin kendine<br />
ait odaları, boş zamanları vardır. Ama bunlar<br />
onu mutlu edemez. Çünkü kadın bilginin yükü altında<br />
ezilmeye, bildikçe fark etmeye ve fark ettikçe<br />
yalnızlaşmaya, bulunduğu yeri ve konumu sorgulamaya<br />
başlamıştır. Sonunda incelen duygular<br />
ve zevkler, ayrıntıyı gören gözler ve fark eden iç<br />
dünya kadına yük olmaya başlar.<br />
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu “Mazi<br />
Rüyaları”nda böyle bir kadının hikâyesini anlatır.<br />
Beş okul arkadaşı kadın yıllar sonra buluşmuşlardır.<br />
Okul yıllarında kurdukları gelecek hayalleriyle<br />
vardıkları noktaları karşılaştırmaktadırlar.<br />
Birçoğu hayallerinin çok uzağına düşmüş hatta<br />
durumlarına da uyum sağlamışlardır. Anlatıcı kişi<br />
bu beş kadın arkadaştan biridir. Psikoloji tahsili<br />
yapmıştır ama ‘kadının yeri evi’ felsefesince yaşamaya,<br />
ev hanımlığı yapmaya zorlanmıştır. Ama<br />
o bu rolü hiç istemeden oynar. Bulunduğu yere ait<br />
olmadığını hisseder. Aslında çevresindekiler de<br />
onu kabul etmiş gibi değillerdir. İç konuşması bu<br />
parçalanmışlığının bir göstergesidir: “Yarın komşular<br />
bize geleceklermiş. Niye geliyorlar? Nasıl<br />
olsa beni sevmiyorlar. Takıp takıştırıp geliyorlar<br />
yine de. … Evin her tarafını değişik bahaneler eşliğinde<br />
geziyorlar. … Temizlikten ve tertipten imtihana<br />
çekiliyorum. … Evime girmeleri dünyama<br />
girmelerine yetmiyor. Yine de pastalar, börekler<br />
yapıyorum. Sen psikoloji tahsilini bunun için yaptın.<br />
‘Yüz soruda psikolojik pasta ve börek yapmanın<br />
püf noktası’ diye kitap yazmanın tam vaktidir.”<br />
(Barbarosoğlu <strong>20</strong>06: 23)<br />
Erendiz Atasü “Balkon Saati”nde öğretmen<br />
Neşe’yi anlatır: “Eskiden epey kitap okurdum”<br />
diye düşünür Neşe, “Yani bebek doğmadan, daha<br />
doğrusu evlenmeden önce, Simon de Beauvoir,<br />
filan. Bahse girerim Nemide Hanım Simon de<br />
Beauvoir’ı duymamıştır bile. Ve ben, Nemide Hanım,<br />
biz, hepimiz işte şimdi aynı çizgideyiz. Neye<br />
yaradı vaktiyle okuduklarım? İnsan öğrendiklerini<br />
başka bir şeylere, davranışlara, eyleme dönüştüremedikten<br />
sonra… Nemide Hanım benden iyi<br />
216<br />
durumda. Mürekkep lekesinin nasıl çıkaracağını<br />
biliyor; yarım saatte çilekli turta pişirebiliyor; işini<br />
en çabuk o bitirip, balkona en erken o çıkıyor.”<br />
(Atasü <strong>19</strong>97: 89) Neşe’nin bu iç konuşması aslında<br />
bütün eğitimli ama ev hanımı olmak zorunda<br />
kalmış kadınlara ait duygulardır. Kadın yazarların<br />
hangi birikime ve bakış noktasına sahip olurlarsa<br />
olsunlar eserlerinde özellikle bu tür kadın kimlikler<br />
oluşturarak onların çelişkilerinde yoğunlaşmaları<br />
oldukça dikkat çekicidir.<br />
Atasü’nün “Balkon Saati”nde kahramanı Neşe’yi<br />
evin uzantısı olan bir açık mekânda hayatı üzerinde<br />
düşünürken göstermesi modern kadının<br />
bölünmüşlüğünü/arada kalmışlığını anlatması<br />
bakımından son derece anlamlıdır. Balkon evin<br />
de dışarının da kenarında dar, kısır bir alandır ve<br />
ev hanımlarının hayatlarını sembolize eder. Onlar<br />
için dışarıdaki hayat içeride bunaldıktan sonra<br />
çıktıkları, nefes alıp ışıklarını, renklerini seyrettikleri<br />
bir yerdir sadece. Sonra kaldıkları yerden<br />
devam etmek için geri dönerler. Balkon dışarının<br />
eve bağlı bir parçası olarak bu sebeple anlamlıdır.<br />
Çocuğu olduktan sonra işinden ayrılan Neşe,<br />
ev hanımlarının akşam saatlerinde, günlük işlerini<br />
bitirdikten, ocağa yemeği koyduktan sonra balkonun<br />
bu dar alanında kendilerine ait bir zamanı,<br />
‘keyif zamanını’ yaşadıklarını gözlemler. Oysa<br />
Neşe için balkon tam anlamıyla ne içeriye ne de<br />
dışarıya ait olabilmiş bir yer olarak onun arada<br />
kalmış hayatını temsil etmektedir.<br />
Atasü “Uçu” ve “Antiokos’un Mirası”nda bambaşka<br />
bir şeye dikkati çeker. Ev ve çalışma hayatı<br />
arasında kalmış, evde ezilmiş kadınların iş hayatında<br />
çok sert tutumlar takındıklarını, yenilgilerini<br />
iş hayatında ellerine geçirdikleri küçük iktidarın<br />
içinde acımasızca kullandıklarını, ezilen onurlarını<br />
böylece onarmaya çalıştıklarını vurgular. “Uçu”da<br />
bir öğretmen, “Antiokos’un Mirası”nda ise bir konsolosluk<br />
memuresi üzerinden evde ezilmiş ve hafife<br />
alınmış kadının aslında hiç de eşitlikçi olmayan<br />
iş hayatında yer edinebilmek, kendilerine biçilmiş<br />
değeri sonuna kadar kullanabilmek için çaba sarf<br />
edişlerini, alabildiğine sert ve ciddi görünmek için<br />
kadınlık çizgilerinden uzaklaşışlarını eleştirel bir<br />
yaklaşımla verir. Bu durum parçalanmanın başka<br />
bir boyutudur. Buna kadınlığını olabildiğince örterek<br />
yaşamak denilebilir.
Cihan Aktaş’ın “Seçilen” başlıklı hikâyesinde<br />
buna benzer bir durumu anlatılır. Dava arkadaşı<br />
olarak görülen kadın, sürekli olarak kendini baskılama<br />
hâli içindedir. Kendine “cinselliğini hissettirmemelisin,<br />
iç dünyanın kırılganlığını yansıtmamalısın,<br />
gülüşünde çekici tonlar yakala(n)mamalı”<br />
(Aktaş <strong>19</strong>95:1<strong>20</strong>) telkininde bulunur. İnsanlarla,<br />
dahası yakınlaşmak istediği erkekle arasına mesafeler<br />
koymayı öğrenir. Bir davanın kadını olur,<br />
ama sevilmeyi beceremez. Onun trajedisi ‘okşanmadan<br />
ağaran saçlar’ın arkasına gizlenir. “Uzun<br />
Cümle”nin yazar olmak isteyen kadını bunu şöyle<br />
dile getirir: “Daha çok çirkin kadınlar bilimle, sanatla,<br />
felsefeyle ilgilenirler. Belki de siyasetle ve<br />
felsefeyle yoğun iç içelik çirkinleştiriyor kadını,<br />
cinsiyetine yabancılaştırıyor, ona korkutucu ve<br />
ürkütücü bir hüviyet kazandırıyor, diye düşüncelerini<br />
tashih etti. Böyle bir kadın diye düşündü<br />
giderek kadınsı yumuşaklığını, letafetini, kadınsı<br />
hatlarını hatta kadınsı kokusunu yitirir ve erkeğe<br />
benzemeye başlar; yani kadın olarak çirkinleşir<br />
…”(Aktaş <strong>19</strong>95: 26). Bu tespit parçalanmış hayatın<br />
başka bir görüntüsüdür. Bunun adı kadınlığını<br />
yaşayamama ya da gizleme hâlidir.<br />
Hikâyelerden seçilmiş bu örnekler modern hayatın<br />
içindeki kadının bölünmüşlüğünü gösteriyor.<br />
Bu bölünmenin sebeplerinden biri toplumsal<br />
kimlikse diğeri kadının biyolojik kimliğinin beraberinde<br />
getirdiği açmazlarıdır. Anne olmak ve<br />
ayrıntıyı fark etmek, erkek düzeninin bir parçası<br />
olmak ama kadınsı iç dünyanın beklentilerini taşımak<br />
kadın kimliğinin açmazlarıdır. Kadının eğitilmesini<br />
isteyen toplumsal yapı, onun gün gelip<br />
öğrendiklerini uygulamak için alan isteyeceğinin<br />
farkında değilmiş gibi üzerindeki sorumlulukları<br />
azaltmaz. Böylece birden fazla kimliği, anne, eş,<br />
gelin, kardeş, evlat, iş kadını, öğretmen hatta sevgili<br />
kimliğini üzerinde taşıyan kadın, bu kimliklerin<br />
her birinin acımasız talepleri, kendilerine doğru<br />
çekiştirmeleri arasında kalır. Hikâyelerde toplumun<br />
kadına biçtiği kimlik ilgi çekici bir çözüm<br />
önerisini getirir: Kadına göre iş. Daha çocukluktan<br />
itibaren kadınlık rolü yüklenen kız çocuğuna örneğin<br />
‘başbakan olacak değil ya hemşire olsun inşallah’<br />
denilerek sınırlamalar getirilir. Bu toplumsal<br />
bilinçaltının başlangıçtan itibaren kırılamadığı ve<br />
<strong>20</strong>. asır başındaki savaşlar dolayısıyla bir müddet<br />
217<br />
kesintiye uğradıysa da arkasından gelişen zamanlarda<br />
kadınların ev içine, en fazla ‘kadına yaraşır<br />
işlere’ doğru yönlendirildiği görülüyor. Şemsettin<br />
Sami 18<strong>80</strong>’de yazdığı “Kadınlarımız” başlıklı risalesinde<br />
<strong>19</strong>. asrın sonlarında kadının sosyalleşmesi<br />
anlamındaki bir toplumsal izni anne-çocukmedeniyet<br />
ilişkileri üzerinden düşünerek en fazla<br />
ilkokul öğretmenlerinin kadın olmalarını tavsiye<br />
ederek vermiştir. Eğer kadın yazarların hikâyelerini<br />
yaşanan hayatın bir yansıması olarak kabul<br />
ediyorsak bugün bunun çok da uzağına gidilmediği<br />
görülmektedir (Argunşah <strong>20</strong>04: 223-232). Barbarosoğlu<br />
“Kim Kimdir?”de konuyla ilgili ilginç bir<br />
örnek sunar. Biri erkek diğeri kız iki kardeş çocukluktan<br />
itibaren toplumsal bilinçaltının ölçüleriyle<br />
yönlendirilmişlerdir. Kız kardeşin tespitleri şöyledir:<br />
“Bayramlarda o el öptüğünde mendili, harçlığı<br />
‘paşa olasıca, hâkim olasıca’ diye verilirdi. Bana<br />
gelince erkekler ‘çok yaşa evladım’ diye sırtımı<br />
sıvazlardı; kadınlar çeyizime koymak üzere daha<br />
süslü mendiller takdim edip ‘nişanını, düğününü<br />
de göreceğiz inşallah’ derlerdi.” (Barbarosoğlu<br />
<strong>20</strong>06:13). Kız çocuğu büyüyünce kadın olacaktır.<br />
Bu sebeple ona kadınlık rolleri uygun görülür.<br />
“Hepimizin vazifesi iyi bir<br />
anne olmak!”<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası kadın yazarların yarattıkları kişiliklerin<br />
en büyük ikilemini çocuk karşısındaki durumları<br />
oluşturur. Çocukları kendi bedenlerinden<br />
koparılmış bir parça, belki kendilerinin biyolojik<br />
devamı olarak gören kadınlar çocuksuz, biraz erkekleşmiş<br />
bir hayatı kendilerine uygun bulmazlar<br />
ama çocuğu da emellerine ulaşmada bir engel<br />
olarak görürler. Kimileri hayatını bütün anlamıyla<br />
çocuklarına feda ederken kimileri dışarıdaki hayata<br />
geri dönmek için kreşe başlama zamanının gelmesini<br />
sabırla beklerler. Fakat ne taraftan bakılırsa<br />
bakılsın çocuk, kadının parçalanmış hayatının<br />
en değerli parçalarından birini oluşturur. Ancak ev<br />
içi hayatının alışılmış, tekrara dayanan ve kadını<br />
giderek edilginleştiren düzeni çalışan ve eğitimli<br />
kadınları tatmin etmekten çok uzaktır. Bilgilerini<br />
kullandıkları, ekonomik özgürlüklerini kazandıkları<br />
bir işe yaradıklarını görüp bir şeyler yapmanın<br />
hazzını yaşadıkları evin dışındaki bir dünyayı<br />
seçtiklerinde ise ev hayatında kaçırdıkları, tekrarı<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ve tamiri olmayan anlarının sorumluluklarını taşıyamazlar.<br />
Modern kadın, mutluluğu yakalamak<br />
isterken mutsuz, tatmini yakalamak isterken tatminsiz<br />
kalmakta ve yetersizlikleriyle boğuşur bir<br />
duruma gelmektedir.<br />
Cihan Aktaş’ın kadınları bu anlamda çok daha<br />
belirgin örnekler olarak yaratılmışlardır. Onun birçok<br />
hikâyesinde evlilik ve özellikle çocuk için işini<br />
bırakmış ama mutsuz olmuş kadınlarla karşılaşılır.<br />
Aktaş gibi Barbarosoğlu da, hayatı iki ayrı düzlemde<br />
yaşamaktansa bunlardan birini, evi seçerek<br />
bölünmüşlüğü ortadan kaldırmayı, mutluluğu bu<br />
yolla yakalayabileceğini düşleyen kadının da aslında<br />
mutlu olamadığını anlatmak ister. Çünkü meselenin<br />
bir kısmı kadının dışındaki dünyadaysa bir<br />
kısmı da kadının bizzat içindeki dünyadadır.<br />
Cihan Aktaş’ın “Parkta Bir Sabah Erkenden” adlı<br />
hikâyesinde çocuğu doğunca işini bırakan kadın<br />
anlatılır. Çocuğunu kreşe verdiği gün durumu içine<br />
sindiremeyerek işinden ayrılan kadın, bundan<br />
sonra yıllarını iyi bir eş ve iyi bir anne olmak için<br />
harcar. O da “Dağınık Dünya”nın Gülnihal’i gibi şişmanlamış,<br />
ağırlaşmış ve dağınıklaşmıştır. Kocası<br />
da telkinleri dışında bir hayatı sürdüren kadından<br />
uzaklaşmaya başlamıştır. Kocasının kendisiyle<br />
ilgilenmediğine belki de artık aldattığına inanan<br />
kadın, bu uzaklaşmayı acımasız ve haksız bulur.<br />
Dikkat çekmek için de bir sabah erkenden çocuğunu<br />
alarak evden kaçar, çevredeki bir parka sığınır.<br />
Parkta geçirilen zaman kendi içine bir yolculuk<br />
yapması için vesile olur. Sorun, kendine olan güvenini<br />
artık kaybetmiş olmasıdır. Fakat o şişmanlığı<br />
ve özensizliğinin bile kocasının ilgisizliğine<br />
karşılık bir intikam olduğunu düşünür. Hayatını<br />
değiştirmek için birtakım kararlar almayı, birilerinin<br />
kendisine telkinlerde bulunmasını, iyi ve kötü<br />
örnekler vererek yönlendirmesini ister, sonra kabullenişe<br />
geçer. Çocuğu güven içinde ve babasının<br />
yanında büyüsün diye eve geri döner. Çünkü<br />
“Günlük düzeninde, hayatında ne kadar çok şey<br />
değişirse değişsin; evi, mahallesi, eşyaları, kocasının<br />
tutumu; yine de korunacaktır.” (Aktaş <strong>19</strong>96:<br />
1<strong>20</strong>). Barbarosoğlu “İmajatörün Evi”nde böyle<br />
bir kadına kendini anlattırır. O da kendini çocuklarına,<br />
evine teslim etmiştir. Çocuklar büyüyünce,<br />
anneye olan ihtiyaçları azalınca kendi üzerinde<br />
düşünmeye başlar. Artık değişmek isteyen kadın-<br />
218<br />
dır. Kocasının “daireyi kaçıncı defa turlamasına”<br />
karşılık o aynı noktada “Ayşegül küçük anne rolünü<br />
bıkıp usanmadan tekrar be tekrar oynadığını”<br />
fark etmiştir. İlk defa kendi üzerinde düşünmeye<br />
ve başkasına kendinden söz etmeye karar verir,<br />
imajatörden değişmek için yardım ister:<br />
“Hayatımda … hep aynı nokta üzerinde durduğumu<br />
bilmiyordum.<br />
Evim bana yetiyordu.<br />
Onların ihtiyacını karşılamak. Hizmet etmeyi<br />
seviyordum. Her biri için ayrı hizmet etmeyi. Birinin<br />
sevdiği yemek ötekine uymaz. Kimisi için<br />
soğanlı yemekler yapıyordum, kimisi için soğansız<br />
haşlama. Birisi bol salçalı yağlı et seviyorsa öteki<br />
vejeteryandı.<br />
Olsun.<br />
Ben onlara kurban.<br />
Her biri için ayrı yerden alış veriş eder, aldıklarımı<br />
zevkle pişirmeye dururdum.<br />
Benim saadetim yarım saatlik bir saadetti. Gün<br />
boyu didinmelerimin neticesi, akşam yemeği esnasında<br />
birlikte oturulan sofranın saadetiydi. …<br />
Çocuklar büyüdü. Akşam yemeklerinin saadeti yavaş<br />
yavaş elimden alındı.<br />
Ortaokulu bitiren, benim dünyamdan uzaklaşmaya<br />
başladı. Temiz çorap için, ütülü gömlek ve<br />
pantolonlar için kuruldu aramızdaki diyalog. Çocuklar<br />
böyleydi.” (Barbarosoğlu <strong>20</strong>00: 45)<br />
Örnekler çalışma hayatının kadınları disipline<br />
ettiğini gösteriyor. Her ne kadar zorlansalar da<br />
bu parçalanmış hayat onları dış yaşamın koşulları<br />
içerisinde tutarak mücadele etme, kendini aşma<br />
ve yenileme imkânlarını daha rahatça kullanmalarını<br />
sağlıyor. Başlangıçtan itibaren bir ev yaşamını<br />
sürdüren kadınlar bunun tam olarak farkında<br />
değillerse de çalışma hayatından bir şekilde ev<br />
hayatına geçmiş olan kadınlar bunu daha yoğunlukla<br />
hissediyorlar.<br />
“Çocukluğumu Verin Bana”:<br />
Geçmişte yaşayan kadınlar…<br />
Çocukluğa sığınma kadın hikâyecilerde çok sıkça<br />
rastlanan bir durum. Özellikle yaşlılıklarında ve
mutsuz oldukları zamanlarda çocukluklarına geri<br />
dönen kadınları anlatan kadın yazarlar, çocukluğu<br />
ve mutlu geçmişi tam bir sığınak olarak tasarlarlar.<br />
Geçmişe sığınma yaşanan zamandan memnuniyetsizliğin<br />
getirdiği bir çağrışımdır. Yaşadığı,<br />
mutlu olmadığı ama dönüştürme gücünü kendinde<br />
bulamayan pasif ya da güçsüz kadın kahraman,<br />
hayattaki benzerleri gibi mutlu ya da mutsuz geçmişine<br />
sığınır. Aslında kadın yazarların yarattığı<br />
kadınların çocukluklarına dönme arzusunu taşımalarının<br />
en mühim gerekçesi pişmanlıklar ve<br />
hayatı yeniden kurma arzusudur. Bu bir anlamda<br />
yeniden yaratma çoğu zaman da yeniden yaratılmayı<br />
arzulamadır.<br />
Erendiz Atasü, ilginç bir kurgusu olan “Çocukluğumu<br />
İstiyorum Çocukluğumu Verin Bana”nın<br />
birinci bölümü “Kayısı Gülü”nde kahramanını bir<br />
kadın mekânı olan mutfakta yakalar. Hikâyenin<br />
kahramanı kadın, kendisi için değişmenin imkânsızlığının<br />
farkındadır “Mutfağa tıkmışlar beni…<br />
sonra da mutfaktan ötesini bilmiyormuş diye saygı<br />
duymuyorlar.” diye söylenir ve çocukluğuna geri<br />
dönmek ister: “Çok şükür çocuklarımı büyüttüm.<br />
Daha ne isterim?.. Kimse vermez ki istediğimi…<br />
Çocukluğuma dönmek istiyorum… Çocukluğuma…<br />
Rengârenkti çocukluğum. Gök mavisi, yaprak yeşili,<br />
gül pembesi, ille de kayısı gülü sarısı… Mis gibi<br />
kokardı çocukluğum, yosun kokusu, manolya, hanımeli,<br />
ful kokusu, ille de leylak kokusu… Çocukluğumu<br />
istiyorum.” (Atasü <strong>19</strong>98:153) diye söylenir.<br />
Hikâyenin ikinci bölümü “Kiraz Dalları”nda bu<br />
defa akademisyen bir kadın daktilosunun başında<br />
kendi içinde bir yolculuğa çıkar. Kadın, hayatının<br />
tek düzenli parçası olan çocukluğunu hatırlar. Yorgun<br />
ve bezgindir. “Çalışsana be kadın, çalışsana,<br />
dünya kadar işin var! Ne çok metin okumalı, not<br />
çıkarmalı, özümlemelisin; tümce tümce çözümlemelisin.<br />
Sonra yeni metinler üretmelisin” (Atasü<br />
<strong>19</strong>98:155) diye kendine çıkışır. Ama artık öyle bir<br />
noktaya gelmiştir ki üretmesi mümkün değildir.<br />
Kendini yeniden yaratmak için çocukluğuna dönmek<br />
ister.<br />
Kadın yazarların hikâyelerinde en çok ilgilendikleri<br />
bir grup kadın da yaşlı kadınlardır. Onlar<br />
da geçmişleriyle meşgullerdir. Yaşadıkları geçmişi<br />
pencereden dışarıyı seyreder gibi seyrederler.<br />
2<strong>19</strong><br />
Artık tekdüzeleşmiş ve alabildiğine durgunlaşmış<br />
hayatlarıyla çocuk, ev, iş hayatı arasında kalmış<br />
olan genç kadınların hayatına tam bir tezat oluştururlar.<br />
Bölünmüşlükler, beklentiler, kıt zamanlar,<br />
bir türlü yetişmeyen yetiştirilemeyen işler onlar<br />
için artık sadece birer hatıradır. Dinlenmek, düşünmek,<br />
konuşmak, muhakeme etmek hatta yanlış<br />
doğru yargılamak için oldukça geniş zamanları<br />
vardır. Bu kadınlar bulundukları zamandan geçmişlerine<br />
baktıklarında inatçı ve ilgisiz kocalarla,<br />
ihtimamla büyütülmek istenen çocuklar yüzünden<br />
yaşanmamış zamanları görürler. Şimdi kendilerine<br />
ait sonsuz zamanları ve mekânları vardır.<br />
Ama onlar ne bu zamanı ne de yalnızlığı isterler.<br />
Mutfak yerine pencerelerin önünü ve değişmeyen<br />
koltuklarını mekân seçmiş yaşlı kadınlar bazen<br />
bir örgü esnasında parmaklarına doladıkları ip<br />
gibi takılır kalır, dakikalarca şimdiki zamanın kıyısında<br />
uzanan bir geçmişi hatırlarlar. Genç kadınların<br />
iç konuşmaları yaşlı kadınları esas alan bu<br />
hikâyelerde geçmişle yapılan konuşmalara dönüşür.<br />
Zaman sık sık geriye dönüşlerle zenginleşir.<br />
Böylece farklı zamanların insanları aynı hikâyenin<br />
içerisinde toplanırlar. Aslında bu noktadan bakıldığında<br />
yaşlı erkeklerin konumunun da onlardan<br />
pek farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik onlar<br />
artık otoritelerini de kaybetmişlerdir. Anne ve<br />
çocuk arasındaki biyolojik bağlılık, zamanla ve<br />
çocuklar büyüdükçe erkeklerin lehine olan otoritenin<br />
kadınların lehine dönüşmesine sebep olur.<br />
Erendiz Atasü “Bir Ters Bir Yüz”de böyle bir örnek<br />
üzerinde durur. Artık çocuklarını büyütmüş, evlendirmiş,<br />
torun sahibi olmuş yaşlı bir çift emekli<br />
Fikret Bey’le Nurten Hanım’ın bir akşamlarını anlatır.<br />
Kadın örgü örmekte erkek televizyon seyretmektedir.<br />
Her ikisi de bir anlamda emekliliği<br />
yaşamaktadırlar. Çünkü Nurten Hanım kocasının<br />
kaybettiği otoritenin yeni sahibi olarak artık her<br />
gün yemek yapmaz. Mutfakta üç günlük, yağları<br />
donmuş yaprak sarmasına iğrenerek bakan Fikret<br />
Bey hatırlar: “Eskiden ne güzel şeyler pişirirdi…<br />
Aybaşlarında sobada yapılan ızgara köftenin tadına<br />
doyum mu olurdu?.. Ne güzel mezeler hazırlardı…<br />
Haddine mi düşmüştü, bir yemeği iki kez Fikret<br />
Bey’in önüne sürmek. Alimallah sofrayı yıkardı<br />
Fikret Bey, yumruğuyla… Şimdiyse ne içinde iştah,<br />
ne ağzında tat, ne yumruğunda kuvvet kalmıştı…”<br />
(Atasü <strong>19</strong>97: 27) Hâlbuki Nurten Hanım için gün-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ler hayatın hiçbir devresinde bu kadar renkli olmamıştır.<br />
Ayda bir gidilen ev toplantıları, on beş<br />
günde bir gidilen kuaför, tanışılan yeni kadınlar,<br />
öğrenilen yeni yemek tarifleri ve komşularla sohbet<br />
ederken üreyiveren örgüler, örgüler. Hikâye<br />
de zaten adını Nurten Hanım’ın bu örgülerinden<br />
almaktadır. İç konuşmayı başlatan örgü, önceki<br />
yıllarda mutfakta ocak başında yapılan konuşmalardan<br />
pek de farklı değildir. Ancak Nurten Hanım<br />
içindeki genç kadını hatırlamayacak kadar derinlere<br />
gömmüş, öldürmüştür. Artık geçmişi hatırlamak<br />
istemez: “Geçmiş… Geçmiş neydi? Fikret’in<br />
verdiği üç buçuk kuruşluk maaşla bir türlü gelmek<br />
bilmeyen aybaşına ulaşmaya çalışmak, bakkalla,<br />
kasapla, manavla veresiye için didişmek neydi? …<br />
sanki onun özlemleri, düşleri olmamıştı.” (Atasü<br />
<strong>19</strong>97: 37-38)<br />
Cihan Aktaş’ın “Fıstıkağacı’ndaki Ev” hikâyesindeki<br />
yaşlı kadın Hacer, Nurten Hanım’dan farklıdır.<br />
O da durmadan örgü örer, onun da geçmişinde<br />
hatırlanacak güzel şeyler yoktur ama o geçmişten<br />
kaçmaz daha doğrusu bir türlü kaçamaz. Geçmişe<br />
takılı kalmış aklı yüzünden kendini zor toparlar.<br />
Yemekleri yakar, sorulara geç cevap verir ve uyuyamaz.<br />
Bunun en önemli sebebi ‘öteki’ olarak algılanan<br />
dünyanın içine geçmesi ve aklının hep ‘kendisinin<br />
olan’da takılı kalmasıdır. Bu yaşlı kadının<br />
dramını bir gece aniden terk edivermek zorunda<br />
kaldığı vatan toprağına duyulan hasret oluşturmaktadır.<br />
Bütün hayatını ‘bir misafir gibi, yarın<br />
vatanına dönecek bir turist gibi’ yaşayarak geçirir.<br />
Bütün sevinçleri ‘orada’ kalmıştır. Burası onun için<br />
hiçbir zaman anlamı ve geleceği olmayan, kocanın<br />
misyonu için katlanılan ve onu gittikçe yalnızlaştıran<br />
bir yerdir. Hacer Hanım içinde bulunduğu<br />
dünyadan sadece ihtiyacı olanı ihtiyacı kadar alarak,<br />
daima geçmişte ve orada, Fıstıkağacı’ndaki<br />
evde yaşamıştır. İç konuşmalarını bile yıllar önce<br />
Fıstıkağacı’nda bıraktığı komşularıyla yapar. İçerideki<br />
odada erkek kalabalığındaki kocasını beklerken<br />
‘oradaki’ kendi insanlarıyla birlikte olur. Fakat<br />
hem Nurten Hanım’ı hem de Hacer Hanım’ı hem<br />
de “Kadınlar da Vardır”ın Servet Hanım’ını hayata<br />
bağlayan, hayatın devam ettiğini somut olarak<br />
kendilerine hissettiren torunlarıdır. Bu kadınca bir<br />
devamlılık duygusudur.<br />
Sevinç Çokum’un hikâyelerindeki yaşlı kadınlar<br />
2<strong>20</strong><br />
da geçmişe dönerek yaşadıkları hayatı sorgularlar.<br />
Pencereler bu yaşlı kadınların dış dünyayla ve içinde<br />
yaşanan zamanla bağlarını kuran koridorlardır.<br />
Yaşanmış, bitmiş ama kapanmamış zamanlar bu<br />
pencereler aracılığıyla yaşlı kadınların dünyasına,<br />
oradan hikâyeye geçerler. Bu durumun Sevinç<br />
Çokum hikâyelerinde yaşlılığı seçmiş kadınlar için<br />
de söz konusu olduğu görülür. Örneğin “Denizin<br />
Dalgası Saçların”da Füsun kocası tarafında işten<br />
alınıp eve kapatılınca penceresinin önüne döner.<br />
Üzerine bir yaşlılık çökmüştür (Argunşah <strong>20</strong>00:<br />
132). “Yüreklere Uğramak”ın Emine Hanım’ı, “Yokuş<br />
Aşağı”nın Dilber Hanım’ı yalnız ve boş dünyalarını<br />
pencerelerin önlerine açtığı aslında kendilerinin<br />
olmayan bir dünyayla zenginleştirirler. “Güz<br />
Esintileri” Binnaz Hanım’ın penceresi önünde ‘akide<br />
şekeri tadındaki gençlik günleri’ni hatırlayışının<br />
hikâyesidir. “Çocuk Gülüşleri”nde yaşlı kadın kendi<br />
çocukluğunu o kadar uzakta hissedir ki yazar<br />
onu şöyle tanımlar: “Kadın serçelerin uçuştuğu<br />
bahçede şimdi yapayalnızdı. Salıncaklar hafiften<br />
gıcırdıyordu. Birden kendi çocukluğunu düşündü.<br />
Hatırlayamadı. Sanki böyle bir çağ yaşamamıştı.<br />
Sanki başka birinin çocukluğunu hatırlıyordu.”<br />
(Çokum <strong>19</strong>87: 32)<br />
“Sarsıntı”da hatırlanan geçmiş zaman beraberinde<br />
baş ağrılarını da getirir. “Yeniden Bahar<br />
Olsa”nın yaşlı kadınının hayatına bir doğum müjdesi<br />
kıpırtılar getirir. Yaşlı kadın “Yeniden bahar<br />
olsa… Komşuların sıcak gülüşüyle aydınlansa<br />
odalar. Arka bahçede çiçeklerin arasında bir türkü<br />
söylese. İsmail Efendi, domatesleri, biberleri,<br />
gülleri gözden geçirse, ortancaların yanına bir iskemle<br />
atıp, gölgeli serinlikler içinde sabah kahvesi<br />
içse…” diye düşünür (Çokum <strong>19</strong>93: 161).<br />
Sevinç Çokum’un yaşlı kadınları geçmişi özlemle<br />
hatırlarlar. Orada yaşanmış, pişmanlık duyulmayan<br />
güzel günler vardır. “Alacaklı”da zamanın<br />
akışı artık yavaşlamıştır. Bu ağır akış günlerden<br />
zevk alınmamasını getirir. Kahraman geçen zamanı<br />
düşünür: “Ne zaman doğuyor, ne zaman<br />
yaşlanıyordu çocuklar? Kızı Esma’nın çocukluğu<br />
Tophane sokaklarında çok eski zamanlarda kalmıştı.<br />
Ya Hülya? Esma Hanım saçlarında bir kırmızı<br />
kurdele, solgun yüzünde sevinç, yanı başında<br />
Hülya’yı daha dün seyretmiyor muydu? Sımsıkı<br />
kundaklanmıştı Hülya. Yaşama sevinci ile birden
şımarmasın diye belki. Yok. Kemikleri düzene girsin<br />
diye. Hayır tutsaklığı da bilsin diye. Ne zaman<br />
büyümüştü Hülya? Ne zaman doğmuştu Bahadır?”<br />
(Çokum <strong>19</strong>93b: 100).<br />
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu “Gün<br />
Akşamsızdır”da kocası Hacı Bey’in ölümünden<br />
sonra yalnız kalan, sabahtan akşama kadar kulakları<br />
bir canlı sesi arayan yaşlı kadını anlatır.<br />
Yaşlı kadın sekizinci kattaki evinde geçmişi hiçbir<br />
ayrıntısını atlamadan hatırlar. Fakat o kadar hayatın<br />
dışındadır ki hayatını değiştirmek, dışında<br />
akan hayata bir şekilde katılmak ister. Bu yolda<br />
yaptığı girişimler çevre tarafından iyi karşılanmaz.<br />
Sadece yeni insanlar görmek, zaman kaybetmek<br />
için otobüslere biner, çok uzaklara alışveriş<br />
yapmaya gider. Hatta “Ayda bir ya da iki defa<br />
özellikle akşamın geç saatlerinde geçerdi Avrupa<br />
yakasına. Eminönü’nden vapura binerken, yorgun<br />
insan yüzleriyle aynı vapuru paylaşmak garip bir<br />
aidiyet duygusu veriyordu. Bu yorgun yüzlerin sahibi<br />
kadar önemli hissediyordu kendini. Telaş ve<br />
kırgınlıklar içinde geçmiş bir günün muhasebesini<br />
vapurda yapıp kurtulmak ister gibi; durmadan<br />
ayağını sallayan, bıyığıyla oynayan erkekler, saçlarının<br />
tokasını durmadan değiştiren orta yaşlı<br />
kadınlar, … öylece onlara bakardı.<br />
İnsanlar, özellikle öğrenciler, sabahın ve akşamın<br />
bıkkın saatlerinde yüzlerini buruşturarak bu<br />
saatte evinde otursan olmaz mı nine ifadeleriyle<br />
kendisine yer verince, dünyalar onun olurdu. Oturacağı<br />
için değil. Hayır. Bu anı değerlendirerek<br />
karşısındakiyle iki çift laf etme fırsatını yakaladığı<br />
için.” (Barbarosoğlu <strong>20</strong>00: 99)<br />
“Feodal geleneğin edilgen<br />
parçası olmak” ve evliliğin<br />
bedelini tek başına ödemek…<br />
Evlilik kadın yazarlar tarafından çoğu zaman erkek<br />
lehine olan düzeninden dolayı feodal düzenin<br />
bireysel hayatlar içindeki yansıması olarak kabul<br />
edilmiştir. Kadın bu düzenin itaat edeni olarak hayatın<br />
içindeki rolünü oynar. Kadınlık, annelik, eşlik<br />
ve gelinlik bu rollerin isimleri olarak belirlenirler.<br />
Kız çocuğu olarak doğuştan itibaren başlayan bu<br />
ayrım bütün hayat boyunca devam eder. Kızlara<br />
daima ne yapmamaları gerektiğini öğreten top-<br />
221<br />
lumsal baskı, sonuç olarak daha çocukluk çağından<br />
itibaren erkekler lehine bir durum yaratır.<br />
Baba evinde, baba ve erkek kardeşlerin kurdukları<br />
sulta koca evinde başka bir erkeğe itaate dönüşerek<br />
ve ağırlaşarak sürer. Önce baba sonra koca ile<br />
devam eden bu kulluk ilişkisinin şartları toplumsal<br />
cinsiyet kavramı tarafından belirlenir.<br />
Kadının sosyal hayat içerisindeki konumunun<br />
farklılaşması bu kavramın yüklediği sorumlulukların<br />
değişmesini ya da bir kısmının azaltılmasını,<br />
örneğin bir kısmının erkeğe yüklenmesini<br />
getirememiştir. Bu sosyalleşmiş kadının parçalanmasına<br />
her iki düzlemde de ayakta kalmak için<br />
olağanüstü gayret göstermek zorunda kalmasına<br />
yol açarken ev içindeki kadının giderek daha fazla<br />
ezilmesine sebep olur. Her iki durumda da evliliğin<br />
yükü kadın tarafından tek başına taşınmaya<br />
çalışılır. Bütün kadın yazarlar kadının bu konumunu<br />
eserlerini besleyen bir kaynak olarak görmüşlerdir.<br />
Özellikle toplumsal gerçekçi bir anlayışa<br />
sahip yazarlar bunu toplumun tabakalaşması ve<br />
tabakalar arasındaki çatışmanın bireyin en özel<br />
hayatındaki devamı olarak gösterirler. Kadınlar<br />
bütün boyutlarıyla bu düzenin içinde erkekler tarafından<br />
sömürülmektedir. Bu aynı zamanda aşkın<br />
tükenişi demektir. Özellikle eğitimli kadınlar<br />
tarafından büyük beklentilerle başlatılan evlilik<br />
ilişkisinin toplumsal yapının belirlediği konumuna<br />
dönüşmesi beraberinde hayal kırıklıklarını getirir.<br />
Evlilik çoğu zaman çocuklar yüzünden ya da değişen<br />
bir şeyin olmayacağı düşüncesiyle sadece<br />
katlanılan bir durum olur. Kadınlar sessizleşirler.<br />
Bu konunun anlatıldığı hikâyelerdeki kadınların<br />
derin bir sessizliği seçmiş olmaları ilgi çekicidir.<br />
İç dünyalarında oldukça konuşkan, kavgacı hatta<br />
isyankâr olsalar da bu ses hiç dışarıya çıkmaz. Kadın<br />
içindeki kalabalığa rağmen dışarıda yalnızdır.<br />
Bu sessizliğe çoğu zaman musallat baş ağrıları<br />
eşlik eder.<br />
Özellikle Erendiz Atasü ve Cihan Aktaş’ın hikâyelerinde<br />
bununla ilgili örneklere ve kadın kahramanların<br />
bu yoldaki söylemlerine sıkça rastlanmaktadır.<br />
Atasü’nün “Kadınlar da Vardır”, “İnci,<br />
Satı, Erhan ve Durmuş…”, “Çocukluğumu İstiyorum<br />
Çocukluğumu Verin Bana”, “Bir Ters Bir Yüz”,<br />
“Dullara Yas Yakışır” gibi hikâyeleriyle; Aktaş’ın<br />
“Şemsiyenin Altında”, “Acı Çekmiş Yüzünde”, “Baş-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ka Bir Türlü Aşk” gibi hikâyelerinde sosyal konumu<br />
ne olursa olsun aşkın ve evliliğin çok müstesna bir<br />
şey olduğunu düşünerek başlayan kadınların hayal<br />
kırıklıkları anlatılır. Yaşlı kadınların anlatıldığı<br />
hikâyelere bakılırsa, kadınlar iktidarı çok sonraki<br />
yıllarda özellikle de çocukları büyüyünce elde<br />
edebiliyorlar ama hayatın umutlarla dolu kısmı<br />
yaşanmamış zamanlarıyla çoktan tamamlanmış<br />
oluyor.<br />
Cihan Aktaş’ın “Şemsiyenin Altında” başlıklı<br />
hikâyesi evliliğin feodal bir düzen olarak algılanması<br />
bakımından ilginç bir örnektir. İstanbullu<br />
Süreyya’nın Anadolulu Yusuf’la yaptığı evliliğinin<br />
bir parçasının anlatıldığı hikâyede evliliğin<br />
sömürüye dayanan yapısı yöreye ait bir ritüelle<br />
pekiştirilir. Erkek evine kayınpederin açtığı bir<br />
şemsiyenin altında girmek zorunda olan gelinin,<br />
bu anlamda kadının, toplumdaki erkek egemen<br />
yapının kölesi olduğu hayatın yeni bir safhasının<br />
başlangıç noktasında kabul edilmiştir. Böylece<br />
evlilik kadın için hayatın yeni bir mekânda ‘gönüllü<br />
kölelik’ olarak devamı anlamına gelir. Anlamı<br />
üzerinde hiç düşünmeden tekrar edilen ritüel ise<br />
bu durumu kabullenişin törenleştirilmiş ifadesidir.<br />
Hikâyenin kadını Süreyya’ya göre bu ritüel,<br />
hâkim karakterli kocanın da üstünde daha güçlü<br />
bir erkek olarak kayınpederin otoritesinin kabulü<br />
demektir. Ancak okumuş ve ‘İstanbul’dan alınan<br />
gelin’ Süreyya, bundan sonra yapılacak dedikodular<br />
için bir zemin hazırlamış olsa da kayınpederin<br />
koluna girmeyerek bu ritüeli bozmuştur.<br />
Küçük şehirlerin, kasabaların insanları boğan<br />
merasimleri, uyulması gerekli kuralları hiç bitmez.<br />
İstanbullu gelin “…belki bir ay boyunca o<br />
şehrin âdetleri gereği hemen her misafir için<br />
farklı bir giysi giyinerek, altınlarını takıp takıştırarak<br />
misafirlerin yanına çıkıyor; İstanbul’dan getirilmiş<br />
gelin olarak, tanımlandığı haliyle kendisini<br />
gösteriyordu.” (Aktaş <strong>19</strong>96: 44) Ama beklentiler<br />
bitmez. Önemli olan âdetlerin yerine gelmesi ve<br />
toplumsal egonun tatmin edilmesidir. Süreyya<br />
buraya gelirken sevimli görünmeye, hoş görülü<br />
olmaya karar verirse de gereksiz bulduğu kurallar<br />
ve sıkıcı bulduğu konuşmalar yüzünden yavaş yavaş<br />
kararlılığını yitirir. İçine çekilir, kendini sorgular:<br />
“Böyle küçük şehirlerde ayıplanmamak, yalnız<br />
kalmamak, dışlanmamak için merasimlerin içinde<br />
222<br />
boğulmaktan başka çare bırakılmıyordu insana<br />
herhalde. ‘Ne işim var benim burada? Burada olmak<br />
için mi yaşadım onca şeyi? Mecburiyetler hiç<br />
tükenmiyor. Ben bu şehirde, bu kuralcı insanların<br />
arasında yaşayamayacağım’ diye ümitsizliğe kapılır.”<br />
(Aktaş <strong>19</strong>96: 60) Anlamsız âdetleri hayatın<br />
esası, olmazsa olmazı hâline getirmiş olan cahil<br />
çevrenin eğitimli kadına üstün gelişidir bu.<br />
Gelin, erkek ailesi için önemsenen kişi değildir.<br />
Ona sadece oğul için katlanılmaktadır. Hiçbir hikâyede<br />
gelin beklenen, özlenen, ilgilenilen ve önemsenen<br />
kişi değildir. Erkek ailesi için önemli olan<br />
erkeğin eğitimi, meşgalesi, hayatının dönüm noktalarıdır.<br />
Geleneksel yapının sağlıkla ve kendileri<br />
gibi sürdürmek üzere devredilmesidir. Bu arada<br />
başlangıçta kendini bir aşkın kahramanı gibi gören<br />
kadının bu duygu uğruna gösterdiği fedakârlık<br />
hoyratça kullanılır, iyi niyet ve hoşgörüsü hesapsızca<br />
tüketilir. Üstelik kadın bu düzenin içinde yalnız<br />
bırakıldığı için boyun eğmekten başka çare de<br />
bulamaz. Direnişi kendi içinde, sessizce gerçekleşir,<br />
sadece kendine zarar vererek tükenir. İnsanı<br />
ezen feodal yapı yine kazanmıştır.<br />
“Acı Çekmiş Yüzünde”nin Hansa’sı da buna benzer<br />
bir durumla daha evlenmeden önce karşılaşır.<br />
Kâmil’in ablalarının kendisi için yaptıkları nişan<br />
alışverişine bile müdahil olamaz. İradesi öylesine<br />
elinden alınmıştır ki sadece içinden ‘ne biçim<br />
şeyler bunlar, ne çok pul var üzerinde, ben bunları<br />
ne yapacağım’ diye düşünür. Solculuktan İslamcılığa<br />
geçmiş Kâmil ise Hansa’yı durmadan yargılar.<br />
Kâmil’e göre bir kadın bir erkeği, birçok çocuğu,<br />
onların etrafındaki birçok insanı kendini feda ederek<br />
yalnızlıktan, acıdan kurtarabilmelidir. Örneğin<br />
Hansa, Kâmil’in annesi gibi on beş çocuk doğurup<br />
beş altı çocuk yetiştirme gücünü göstermelidir.<br />
Oysa anne yatalak hâliyle geçmişteki güç gösterisinin<br />
garip bir neticesini yansıtmaktadır. Hansa<br />
bocalar, acaba Kâmil’in acılar çekmiş yüzüne bir<br />
çizgi daha eklemeli midir?<br />
“Teşekkürü Hak Ettiniz Bay Yargıç”ta yine eksikliğini<br />
erkek egemen yapıya sığınarak telafi eden<br />
erkeğin karşısındaki kadının trajik durumu anlatılır.<br />
Sokakta başına gelen bir olayın karşısında<br />
sesini çıkaramaması kadını suskunluğu üzerinde<br />
düşünmeye iter. Kadın ne zaman suskunlaşmaya
aşladığını bulmak ister. Suskunluk birdenzbastırılmışlığın<br />
bir neticesi olarak gözükür. İlk tartışmadan<br />
itibaren baskın kimliği belirlenen erkek<br />
‘beğenmiyorsan çekip gidersin’ tehdidiyle kadının<br />
giderek silinmesine ve sessizleşmesine sebep olmuştur.<br />
Kendine ait bir dünyayı da kuramayan kadın<br />
evliliğin bedelini tek başına ödemek zorunda<br />
kalır. Söz konusu edilen hikâyelerde tek çıkışı yapabilen<br />
kadın neredeyse Sevinç Çokum’un “Kadınca”<br />
adlı hikâyesinin kahramanı Piraye’dir. Her ne<br />
kadar Erendiz Atasü “Dullara Yas Yakışır”da onca<br />
servete ve çoluk çocuğa rağmen evini terk ederek<br />
kendisine değer vereceğini düşündüğü bir erkeğe<br />
kaçan kadının hikâyesinde bu başkaldırıyı anlatmak<br />
isterse de kadının bu ikinci evliliğinde de aynı<br />
toplumsal realiteyi yaşamak zorunda kalması ilgi<br />
çekicidir.<br />
“Kadınca”daki ressam Piraye boşanarak kendine<br />
ait, özgür dediği bir hayatı kurar. Yazarın şahıs<br />
kadrosunda da bir başka örneği olmayan Piraye,<br />
kadının ekonomik bağımsızlığının ne kadar önemli<br />
olduğunun bir savunmasını da yapar. Hiçbir sosyal<br />
güvencesi olmayan kadınların arasında olumsuz<br />
da olsa güçlü, benliği gelişmiş bir kadın olarak belirginleşir.<br />
Piraye ‘sanatçı önde gider’ anlayışıyla<br />
özgürlüğünü savunur. Üstelik bu özgürlük ekonomik<br />
ve cinsel olmak üzere iki yönlüdür. Piraye’ye<br />
göre kadın köledir. Tarihsel çıkarlar sonucunda<br />
oluşmuş ve süregiden bu köleliğin sebebi kadının<br />
ekonomik güçsüzlüğü ve cinsel savunmasızlığında<br />
gizlidir. Sevinç Çokum, Piraye ile kadının ekonomik<br />
özgürlüğünü kazanması gerekliliğini vurgulamak<br />
ister. Fakat ekonomik özgürlüğün kazanılmasıyla<br />
ortaya çıkabilecek tutsaklıklardan da ürker. Piraye<br />
düşüncelerini şu cümlelerle aktarır:<br />
“ ‘Bence kadın erkek arasındaki eşitsizlik, bir<br />
süre daha toplum kuralları çıkmazında sürüp<br />
gidecek. Ama hep devingen, sancıyan, içeriğinde<br />
yadsınılmaz özgürlük yatan arayışlarımız, bu<br />
eşitsizlikten hız alacak.’diyordu Piraye. Elbette<br />
giyimden, modadan çağın süs gereçlerinden kaçınılamaz.<br />
Bu kadınlığı sağlamlaştıran özgün bir<br />
tutumdur. Erkek kadın eşitliği, daha çok ekonomik<br />
ve cinsel sorunlarda aranmalı. … Sen kocandan çıkarların<br />
doğrultusunda bir şeyler bekledin. Köleliğin<br />
o zaman başladı.” (Çokum <strong>19</strong>93b: 67-68)<br />
223<br />
“Evlilik Darülaceze değildir…”<br />
Kadın hareketlerinin özünde kadının özgürleştirilmesi<br />
düşüncesi yatmaktadır. Buysa kadının ekonomik<br />
olarak bağımsızlığını elde etmesiyle olabilecektir.<br />
Bu sebeple kadın hareketlerinin içerisinde<br />
ekonomik özgürlüğün elde edilmesi önemli bir yer<br />
almaktadır. Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda’da<br />
‘kadınların, özellikle de kadın yazarların en mühim<br />
sıkıntılarının hayatlarını sürdürecek paraya sahip<br />
olamamalarıdır’ düşüncesi üzerinde durur. Kendi<br />
ihtiyaçlarını kolayca karşılayabilecekleri kadar<br />
para, kadınların kendilerine güven kazanmalarını<br />
da sağlayacaktır. Kadınlar asıl özledikleri büyük<br />
özgürlüklerine o zaman kavuşmuş olacaklardır.<br />
Ekonomik özgürlüğünü kazanmış olan kadın için<br />
evlilik çıkarlar doğrultusunda, hayatın devamı için<br />
bir sigorta olarak görülmekten çıkarak daha sağlıklı<br />
ve katlanılabilen bir beraberliğe dönüşecektir.<br />
Bu durumda kadınların çalışma hayatını bir tarafından<br />
tutmaları gerekliliği ortaya çıkmaktadır.<br />
Çalışma hayatına katılma, kadınların eğitilmesini<br />
ister istemez zorunlu hâle getirir. Fakat toplumsal<br />
yapının eğitim hakkını tanımadığı kadınların<br />
durumu nedir? Cihan Aktaş ve Fatma Karabıyık<br />
Barbarosoğlu’nun kadınları daha çok eğitimli ama<br />
çeşitli sebeplerle çalışma hakkını kullanamayan,<br />
dolayısıyla ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlardır.<br />
Fakat Adalet Ağaoğlu ve Sevinç Çokum eşin<br />
ölümü ya da boşanmanın arkasından hayatın zorluklarıyla<br />
karşılaşan eğitimsiz kadınların zorluklarıyla<br />
da ilgilenirler.<br />
Adalet Ağaoğlu “Dar Odanın Karanlığı”nda anlattığı<br />
Sultan’ın hikâyesine biraz daha başlangıçtan<br />
bakar. Sultan genç bir kızdır. Ancak babası<br />
yatalak hasta olduğu için çalışmak, ona bakmak<br />
zorundadır. Hasta babanın tek dileği ölmeden<br />
evvel Sultan’ı evlendirmek ve bir erkeğe teslim<br />
etmektir. Sultan itiraz eder: “Yine evlenme lafı.<br />
Ziya’nın bir kusuru olduğundan değil. Ama öyle<br />
işte. …Ziya’nın durumu epeyce iyiceymiş de, borçlarımızı<br />
ödermiş de, babama bakarmış da, babam<br />
ölünce dıpdızlak, bir başıma kalakalmazmışım<br />
da… Şuna bak, bu Ziya bana eş olmayacak da,<br />
Darülaceze olacak. Çok şükür elim ayağım tutuyor.<br />
Benim Darülacezeye ihtiyacım yok.” (Ağaoğlu<br />
<strong>19</strong>96: 16) Nezihe Meriç’in “Varım Diyorum<br />
İnanmalısınız”daki genç kız evlenmeden birlikte<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olduğu adamın evlenme teklifini “Ben hayatımı<br />
kurmalıyım, önce kendime güvenimi pekiştirmeliyim”<br />
diyerek reddeder.<br />
Çalışıyor ve para kazanıyor olmanın kadına<br />
hiçbir kanun tarafından desteklemeden özel bir<br />
güven ve otorite kazandırdığı muhakkak. Asıl<br />
önemli olan da paranın getirdiklerinden çok kazandırdığı<br />
bu özgüven duygusudur. Adalet Ağaoğlu<br />
ve Nezihe Meriç’in kadınlarıyla anlatmak<br />
istedikleri de budur. Sultan “İnsan bir ceket ucuna<br />
bir etek ucuna ağırlık etmeden yaşayabilmeli<br />
ki yaşıyorum diyebilsin” der (Ağaoğlu <strong>19</strong>96: 37).<br />
İdeal evlilik ve aile fikri kadın ve erkeği birbirine eş<br />
olarak görmek ister. Çokum’un Piraye üzerinden<br />
belirttiği gibi yüzyıllardır fiziksel bakımdan eksik<br />
olduğu öne sürülen, sadece cinsel bir obje olarak<br />
görülen, kendisini koruyamayan ve bu sebeple de<br />
korunması gereken kadının toplumun eşit taraflarından<br />
biri hâline gelmesi pek de kolay olamayacaktır.<br />
Ekonomik özgürlük önemli bir kazanım ve<br />
başlangıçlardan biridir ama toplumun kanaatinin<br />
değişmesi üstesinden daha zor gelinecek bir durumdur.<br />
Sevinç Çokum “Yüreklere Uğramak” adlı hikâyesinde<br />
kocasının ölümü üzerine bir kızıyla ortadan<br />
kalan Safiye Hanım’ın direnişini anlatır. Hikâye aslında<br />
Şule’nin hikâyesidir. Çünkü Şule önce aldatılmış,<br />
sonra dul ve çaresiz bir anne olarak kendini<br />
tanımak ve hayat içerisindeki yerini bulmak ister.<br />
Kızı Leyla’nın ve annesi Safiye Hanım’ın evliliklerini<br />
de gözden geçirir. Böylece üç nesil, üç kadın<br />
ve üç evlilik olarak genişleyen hikâyede Şule’nin<br />
çocukluğuna annesinin dikiş makinesinin sesi eşlik<br />
eder:<br />
“Kız makinanın gün gece alıp verdiği soluklarla<br />
yetişmişti. Bir ana ve bir kız… Sokak, onlara adamakıllı<br />
yabancıydı. Safiye Hanım, kocasının ölümünden<br />
sonra, gelecek günleri dikiş makinasının<br />
getirip götürdüğü ipliklerle örmeğe çalışıyordu.<br />
Öyle ki, o yıllarda Şule’nin anne diye tanıdığı şey,<br />
bu dikiş makinasıydı.” (Çokum <strong>19</strong>93b: 147) Nezihe<br />
Meriç de “Dünyada Teknik Arıza”da boşandıktan<br />
sonra çuval dikerek iki çocuğuna bakan Nermin<br />
Hanım’ın hikâyesini anlatır.<br />
224<br />
Sonuç ve değerlendirme…<br />
Türkiye’de <strong>19</strong>70 sonrasında kadın hakları konusunda<br />
önemli kazanımların olması <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası<br />
edebiyatında kadın yazar olgusunun yoğun bir<br />
gündem kazanmasına yol açmıştır. Kadın yazarlar<br />
için kadını anlatmak, bizzat kendilerinin içinden<br />
bakılan tecrübî bir süreci yansıtır. Bu yaklaşım kadınların<br />
kadınları anlatmasının farklı olabileceğini<br />
düşündürmüştür. Bu bağlamda kadın yazarların<br />
eserleri kadını anlatmak konusunda son derece<br />
zengin bir hayat tecrübesinin sonuçları olarak görülebilir.<br />
Kadın için sorun teşkil eden her şey kadın<br />
yazar için de sorundur. Ancak kadının toplumun<br />
yarısını oluşturan bir cins olduğu düşüncesi kadın<br />
için sorun olanın toplum için de sorun olabileceği<br />
noktasına götürür. Bu durumda kadının ve kadın<br />
yazarların taşıdığı kaygılar toplumsal bir kaygının<br />
da ifadesi olmalıdır. Kadın yazarlar kadınlar adına<br />
bu kaygıyı ifade etme çabasını gösterirler. Bu<br />
çabayla da kadın hakları ve kadının sosyalleşmesi<br />
yolunun öncüsü hâline gelirler. Eserlerinde ortaya<br />
koydukları sorunlar, bu sorunlar için buldukları<br />
çözüm önerileri, yarattıkları kadınlar kendi yaklaşımları<br />
içinden topluma sundukları tekliflerdir<br />
Kadın hikâyeciler modern hayatın içerisinde<br />
kadın olma sorumluluklarıyla birlikte var olma<br />
savaşı veren kadınlarla toplumsal zihniyetin kadın<br />
algısının oluşturduğu baskının altında ezilen<br />
ve yıpranan kadınların hikâyeleriyle çokça ilgilenmişlerdir.<br />
Bu hikâyelerde her halükârda ezilen<br />
kadınlara karşılık bütün değişmelere rağmen ataerkil<br />
düzenin değişmeden devamını benimseyen<br />
duyarsız erkekler eleştirilmişlerdir.<br />
Ev işleri ve çocuk bağını kadınların biyolojik sorumluluğu<br />
gibi görmenin, sadece erkekler değil<br />
kadınlar tarafından da üzerinde düşünmeden kabullenilen<br />
bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Modern<br />
hayat, geleneksel evlilik anlayışını ele alınarak<br />
gözden geçirilmesini ve cinsiyetin doğumdan<br />
itibaren beraberinde getirdiği birtakım kabullerin<br />
değişmesini zorlamaktadır. Bu, kadınlık ve erkeklik<br />
rollerinin yeniden gözden geçirilmesi demektir.<br />
Ancak modern kadın ve evlilik anlayışıyla birlikte<br />
cinsel kimliklerin yeni sorumluluk alanlarının erkekler<br />
hata kadınlar tarafından kabullenilememesi<br />
kadını modern hayatın yüküyle birlikte evliliğin
yükünü de yalnız başına taşımaya mahkûm etmiştir.<br />
Modernleşme kadının yükünü artırmış ve onun<br />
giderek hayallerinden, ideallerinden ödünler vermesini,<br />
uzaklaşmasını getirmiştir. Ortak yaşamın<br />
paylaşılacak sorumluluklarının kadın tarafından<br />
tek başına yüklenilerek taşınması kazanılmak istenilen<br />
özgürlüklerin başka mahkûmiyetler getirmesine<br />
yol açmıştır. Böylece özel hayatında<br />
yaşayamadığı anlarla sosyal hayatında var olma<br />
mücadelesinin arasında kalan kadın, birçok bakımdan<br />
bölünmüştür. Kadın yazarlar hikâyelerinde<br />
özellikle bu bölünmüş kadını anlatılar. Yoğunlukla<br />
üzerinde durdukları en önemli tipleme de bu<br />
‘yeni kadın’dır. Çalışan, eğitimli ve sosyal hayatın<br />
içinde bir rolü üstlenmiş bu kadınların çevresine<br />
yerleştirilen sorun, toplumsal cinsiyet yüklediği<br />
kimliğin aşılamamasıdır. Yazarların burada vurgulamaya<br />
çalıştıkları çözüm önerisi, bu sorunun<br />
sadece toplumsal zorlama sonucunda ortaya çıkmadığı,<br />
bizzat kadının kendi duygusal bağlarından<br />
kaynaklandığı düşüncesidir. Toplumla birlikte belki<br />
de ondan önce kadın birey olarak kendi içindeki<br />
değişimi gerçekleştirmelidir.<br />
İkinci kadın grubu asıl ataerkil zihniyetin parçası<br />
olmaktan kurtulamamış, bu tür iradesi de olamayan<br />
gelenekçi kadınlardan oluşmaktadır. Ev hayatının<br />
emeği fark edilmeyen bu kadınları ezilen<br />
tabakayı oluştururlar. Erkeğin ve çocuğun sosyal<br />
hayatını başarıyla sürdürmesi için bütün sorumlulukları<br />
üzerine alan bu kadınlar zaman zaman<br />
duygusal patlamalar yaşarlar. Bu tür zamanlarda<br />
çocukluklarına sığınan bu kadınların aslında<br />
hayatlarını yeniden kurgulama konusunda herhangi<br />
bir tercihi de dile getiremedikleri görülür.<br />
Bu, hikâyelerin sanat değeri açısından önemlidir.<br />
Artık çok gecikmiş olan ‘kadını yeniden inşa’ konusundaki<br />
mesajlar dolaylı yoldan verilmektedir.<br />
Yazarların hem modern kadınlarla hem de geleneksel<br />
kadınlarla anlatmak istedikleri en önemli<br />
şey, kadınların hem zihinsel hem de ekonomik bağımsızlıklarını<br />
kazanmaları düşüncesidir. Zihinsel<br />
bağımsızlık kadının birey olarak kendi üzerinde<br />
düşünmesini ve kendini fark etmesini getirecek<br />
asıl değişme bundan sonra meydana gelecektir.<br />
Zihinsel özgürlüğün yolu kadının kendi varlığını<br />
fark etmesinden ve birey olarak toplumda var<br />
olma kaygısı taşımasından geçmektedir. Hikâ-<br />
225<br />
yelerden yola çıkarak ekonomik özgürlüğün şart<br />
olmasına rağmen yeterli olmadığı düşüncesine<br />
de varılmaktadır. Toplumsal yargıların her iki cinsin<br />
katkılarıyla değiştirilmesi gerekmektedir. Bu<br />
bağlamda kadın yazarların kadının üstünlüğüne<br />
dayanan ya da erkeksiz ve çocuksuz bir hayatı telkin<br />
etme çabasında olmadıkları da belirtilmelidir.<br />
Çeşitli sebeplerle oluşan dulluk kabul edilmekte<br />
ancak boşanma da kadına özgürlüğünü sağlama<br />
yolunda önerilen bir durum olarak gösterilmemektedir.<br />
Evlilikse kadın için bir beraberliktir, hayatı<br />
devam ettirmek için zorunlu olarak katlanılan<br />
bir süreç değildir. Böyle bir evlilik anlayışı da kadın<br />
adına özgürlüğün parçalarından biridir.<br />
KAYNAKÇA<br />
Adam Öykü, S.21, Mart-Nisan <strong>19</strong>99. (Dosya: Günümüz Kadın Yazarları)<br />
Ağaoğlu, Adalet (<strong>19</strong>96): Hadi Gidelim, YKY., İstanbul.<br />
Aktaş, Cihan (<strong>19</strong>92) : Üç İhtilal Çocuğu, Nehir Yay., (4.b), İstanbul.<br />
Aktaş, Cihan (<strong>19</strong>95) : Son Büyülü Günler, Nehir Yay., İstanbul.<br />
Aktaş, Cihan (<strong>19</strong>96): Acı Çekmiş Yüzünde, Nehir Yay., İstanbul.<br />
Aktaş, Cihan (<strong>20</strong>05) : Ağzı Var Dili Yok Şehrazat, Kapı Yay., (2.b.)<br />
İstanbul.<br />
Argunşah, Hülya (<strong>20</strong>00): “Kadın Duyarlığı Açısından Sevinç<br />
Çokum’un Hikâyeleri”, Kadın/Woman <strong>20</strong>00, c.1, S. 1, Haziran<br />
<strong>20</strong>00, s. 117-136.<br />
Argunşah, Hülya (<strong>20</strong>04): “Yirminci Yüzyılın Başlarında Uluslaşma<br />
Sürecinde Ulusalcı Yazarların Kadınla İlgili Görüşleri”, Kadın Çalışmalarında<br />
Disiplinlerarası Buluşma Sempozyum Bildirileri, c.1,<br />
s. 223-233.<br />
Atasü, Erendiz (<strong>19</strong>93): Uçu, Can Yay., İstanbul.<br />
Atasü, Erendiz (<strong>19</strong>97): Kadınlar da Vardır, (3. b.), Bilgi Yay., İstanbul.<br />
Atasü, Erendiz (<strong>19</strong>98): Dullara Yas Yakışır, (3b.), Bilgi Yay., İstanbul.<br />
Atasü, Erendiz (<strong>20</strong>01): Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum, Bilgi Yay.,<br />
İstanbul.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>87): Onlardan Kalan, Ötüken Yay., İstanbul.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>93): Bir Eski Sokak Sesi, Ötüken Yay., İstanbul.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>93b): Evlerinin Önü, Ötüken Yay., İstanbul.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>93c): Rozayla Ana, Ötüken Yay., İstanbul.<br />
Çokum, Sevinç (<strong>20</strong>01): Gece Kuşu Uzun Öter, Ötüken Yay., İstanbul.<br />
Hece Öykü, S. 8, Nisan- Mayıs <strong>20</strong>05. (Dosya: “Kadın Öykücüler”)<br />
Hece Öykü, S.9, Haziran Temmuz <strong>20</strong>05. (Dosya: “<strong>80</strong> Sonrası Türk<br />
Öykücülüğü”)<br />
Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>19</strong>96): Acı Deniz, İz Yay., İstanbul.<br />
Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>20</strong>00): Gün Akşamsızdır, İz Yay.,<br />
İstanbul.<br />
Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>20</strong>05): İki Kişilik Rüyalar, İz Yay.,<br />
İstanbul.<br />
Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>20</strong>06): Senin Hikâyen, (4.b), İz<br />
Yay., İstanbul.<br />
Meriç, Nezihe (<strong>19</strong>96): Toplu Öyküleri II (Dumanaltı – Bir Kara Derin<br />
Kuyu), YKY., İstanbul.<br />
Meriç, Nezihe (<strong>19</strong>98): Yandırma, YKY., İstanbul.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYESİNDE GROTESK<br />
Özet: Grotesk, yakın kavramlar olan fantastik<br />
ve gotik gibi, az çok ürpertici, ürkütücü, itici<br />
ve yadırgatıcı fakat bu taraflarıyla bazen cazip<br />
bazen de gülünç tip ve ortamların sanatıdır.<br />
Grotesk; ironi, zıtlıklar ve onların uyumuyla da<br />
çok yakındır. Bu sanat üslûbu, insanda ilâhîlikle<br />
hayvanîliğin, asillikle aşağılığın ve güçle aczin bir<br />
arada olduğunu savunur. Grotesk bir eserde korkunç<br />
ama komik, tuhaf ama çekici atmosfer ve<br />
karakterler görmek mümkündür.<br />
Makalede, Türk edebiyatı ve edebiyat terminolojisinde<br />
henüz tam bir yere oturamamış olan bu<br />
kavram söz konusu edilecek ve Türk hikâyesinin<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasındaki örneklerinde grotesk yapı,<br />
kurgu ve tipler irdelenmeye çalışılacaktır.<br />
Anahtar kelimeler: <strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi,<br />
grotesk.<br />
226<br />
Arş. Gör. Mehmet SAMSAKÇI<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
Grotesque in the Turkish<br />
Narration After <strong>19</strong><strong>80</strong><br />
Abstract: Grotesque, like the similar concepts<br />
such as “fantastic and gothic”, is an art of characters<br />
and atmospheres that are a bit scary, non-<br />
charming, odd but by those points, sometimes<br />
attractive and comic. Grotesque is also close to<br />
irony, contrariety and their harmony. This art<br />
style considers that “the human being has both<br />
“divine” and carnal self”, “nobility” and “inferiority”<br />
and also “power and weakness”. In a grotesque<br />
work, it’s possible to see scary but also<br />
comic, strange but also attractive atmospheres<br />
and characters.<br />
This paper focuses on this concept which<br />
hasn’t been determined precisely yet in the Turkish<br />
literature and literary terminology. Then the<br />
grotesque structure, fictions and types of the<br />
examples of Turkish narrations after <strong>19</strong><strong>80</strong> are<br />
discussed.<br />
Keywords: Turkish Narration After <strong>19</strong><strong>80</strong>, grotesque.
“Grotesk, aslında İtalyanca’da (Groften’daki)<br />
bir duvar resminden gelir ve Grotten resimleri<br />
tarzında demektir ki, bitkisel ve hayvansal öğelerden<br />
oluşu çağrıştırır; giderek dünyaya yabancılaştıran<br />
ve onu eğlenceli hayalî bir alana götüren,<br />
içinde esrarengiz, tekin olmayan güçlerin<br />
egemenliğinin yansıdığı, aslında bir araya gelemez<br />
gibi görünen şeylerin, meselâ trajikle komiğin,<br />
adilikle yüceliğin bir oyun havasında birleştirildiği<br />
biçimsizliliğin biçimi, tabiata aykırılığın<br />
tabiîliği anlamına gelir.” 1<br />
Bir başka kaynağa göre ise grotesk, XV. yüzyılın<br />
sonunda Roma’da yapılan kazılarda yeraltında<br />
bulunan bazı oda veya mağaralardaki acayip<br />
resimlere benzerliği dolayısıyla, bugün grotesk<br />
denilen resimlere sıfat olmuştur. Nitekim kelime<br />
İtalyanca “mağara”nın karşılığı olan “grotta”dan<br />
gelir. Edebiyatta ise kelime, klâsik dönemin<br />
başlangıcından itibaren gülünç görünüşlü kimseler<br />
ve telaffuzlarının gülünçlüğüyle dikkati<br />
çeken kelimeler için kullanılmaya başlandı fakat<br />
daha sonra “gülünç ve çirkinlik”in beraberce<br />
kullanıldığı durumlarda kullanılır oldu ve bunlar<br />
groteski ayırt ettiren asıl unsurlar hâline geldi.<br />
Hugo, Cromvell’in ön sözünde, insanda kalmış<br />
olan hayvansılığın sembolü olan grotesk yanın,<br />
insanoğlunun Tanrısal yanı olan yüceliğin karşıtı<br />
olduğunu, dolayısıyla da sanat eserinin, tabiata<br />
uyarak groteskle yüceyi bir arada bulundurması<br />
gerektiğini öne sürdü.<br />
Bilge Seyidoğlu, grotesk mimarideki süslemelerde<br />
de “çirkin ve şeytani” yüzlerin çeşitli<br />
kompozisyonlarda yer aldığını belirtmekte; aynı<br />
tabirin edebî eserlerde yer alışını da 18. asır<br />
sonrasına, neo-klâsik akıma dayandırmaktadır ki<br />
grotesk bir anlamda “gülünç, acayip, biçimsiz ve<br />
tuhaf” olanı göstermektedir. 4<br />
Şu hâlde groteski, gülünç ama aynı zamanda<br />
çirkin, aynı zamanda tuhaf, acayip tipler,<br />
varlıklar, ortamlar için kullanmak doğru olacaktır<br />
http://www.insanbilimleri.com/gurup/mod/glossary/view.<br />
php?id= 5&mode=letter&hook=G&sortkey=&sortorder=asc<br />
2 “grotesk”, md., Meydan Larousse, C.7, s. 352.<br />
3 a.y., s. 352.<br />
4 Bilge Seyidoğlu, “Türk Masallarında Grotesk”, Milli Kültür,<br />
nr. 43, Aralık 983, s. 54.<br />
227<br />
fakat bu kelime-kavramın daha geniş açılımları<br />
olduğunu söylemek mümkündür. Tüm bunlarla<br />
beraber Türk ve dünya edebiyatında grotesk,<br />
yerleşik inanç ve kabullere, töre ve geleneklere;<br />
en geniş anlamıyla konformizme karşı duran, yazarın<br />
sözlerini emanet alan veya onun sözcüsü<br />
olan kahramanın yanında bir karşı cephe oluşturan,<br />
kötü, tuhaf, okuyucunun, kendisiyle hiçbir<br />
sıcak bağ kurmasına izin vermeyen, yadırgatıcı<br />
ve aykırı kahramanlar için kullanılmaktadır. Kelimenin<br />
oynaklığına, belirsizliğine, tam ve net bir<br />
anlam ifade etmeyişine Nuran Gürbilek’ten bir<br />
örnek vermenin yerinde olacağını düşünüyoruz.<br />
Türk romanının realizme açılan en geniş kapılarından<br />
birisi olan Araba Sevdası için yazar bir<br />
yazısında şunları söyler:<br />
“Türk romanında gerçekçiliğin - romantizme<br />
mesafe almış gerçekçi bir romaneskin - grotesk<br />
bir jestle ya da Tanpınar’ın deyişiyle, baştan aşağıya<br />
“şaka”dan oluşmuş bir romanla başladığı<br />
söylenir.” 5<br />
Yazarın bu kelimeyi Araba Sevdası’nın hangi<br />
yönü dolayısıyla kullandığını tespit etmek gerçekten<br />
güçtür zira - görebildiğimiz kadarıyla - roman<br />
için daha evvel söylenenlerin hiçbirinde bu<br />
sıfat kullanılmamıştır yine hiçbir grotesk tanımı<br />
da bu esprili, hiciv yüklü, yalan ve şaka dolu romana<br />
şimdilik uymamaktadır.<br />
İçinde komik, çirkin, acayip, kötü, itici kahramanlar<br />
bulunan her eserin grotesk olduğunu<br />
söylemek bir zorlama olacaktır. Zira bir esere<br />
grotesk diyebilmek için eserin tamamında değilse<br />
bile büyük bölümünde grotesk özelliklere, motiflere<br />
rastlamak gerekmektedir. Grotesk eser,<br />
içinde tekinsiz, az çok karanlık, ironik, gülünç, komik,<br />
kötü, şeytanî, itici, yadırgatıcı unsurları bulandıran<br />
eserdir ve yazarın bu havayı yakalayabilmek<br />
ve tasvir etmek için de bir parça grotesk<br />
bir dil ve üslûp kullanması gerekmektedir. Zira<br />
konu ve kavramlarını çok aydınlık, çok net, çok<br />
tekdüze anlatan, herkese çok munis gelen, problemsiz,<br />
okuyucuda herhangi bir yabancılaşma,<br />
yadırgama hissi uyandırmayan bir dille grotesk<br />
bir iklim yakalamak mümkün değildir.<br />
5 “Kötü Çocuk Türk II”, Kötü Çocuk Türk, Metis Yay., İstanbul<br />
<strong>20</strong>04, s. 02.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Gotik ve fantastik gibi grotesk de, insanın birey<br />
veya bir toplumsal varlık olarak devam ettirdiği<br />
hayatının bir parçasıdır. İnsan ruhunda birçok zıtlıkların<br />
olduğu, olumlu ve olumsuz birçok duygunun,<br />
yönlendirici iç seslerin bulunduğu bilinen bir<br />
gerçektir. Hugo, insanda yücelik ve hayvanîliğin<br />
beraberce bulunduğunu söylerken bu hislere işaret<br />
etmiş olmalıdır.<br />
Grotesk kavramı bir anlamda ironiye de yakındır.<br />
Yukarıdaki tanımlarda görüldüğü üzere<br />
grotesk, trajikle komiğin, adilikle yüceliğin, yadırgatıcılıkla<br />
sevecenliğin, çirkinlikle güzelliğin<br />
buluştuğu noktalardan birisidir ki bazen de ironik<br />
bir tarzda gerçekte yüce ve asil olanı bazen küçük,<br />
değersiz, anlamsız ve ezik gösterebilir. Bu,<br />
gündelik hayatımızın, bireysel yaşantının içindeki<br />
zıtlıkların işlenme, irdelenme biçimlerinden birisidir.<br />
Grotesk, “korkunç-kötü ama çekici” şeklindeki<br />
ifadenin belki de “korkunç-kötü tam da<br />
yüzden çekici” ye dönüşmesidir ve bu anlamda<br />
insanın çokça karşısına çıkan durum, olay ve kişiliklerdir,<br />
onların ifadesidir.<br />
Groteskte (özellikle resimde) ironi ve çağdaş<br />
sanatın birçok örneğinde olduğu gibi şekillerin,<br />
biçimlerin ters-yüz edilmesi, zıtlıklardan ve zıtlıkların<br />
oluşturduğu bir çeşit ahenkten yararlanma<br />
söz konusudur. Grotesk sanatın bir amacı<br />
da (ki bu özelliğiyle Dadaizm’e yaklaşır) “şekillerin”<br />
dayatmacılığına, insanın formlara esir<br />
olmasına, özellikle modern dünyada düşünüş<br />
biçiminin bile daha evvelden ve başkaları tarafından<br />
oluşturulmuş formlar dâhiline sokulmak<br />
istenmesine bir tepki, bir başkaldırıdır. Şekillerin<br />
bilindik özelliklerini kırma, insanı ve hayatı<br />
artık bir bütün, bir bütünün ona bağlı bir parçası<br />
olarak almama elbette sadece grotesk sanata<br />
özgü değildir. Resimde ve edebiyat eserlerinde<br />
yerleşik şekilleri, yapıları reddeden, onları sıra<br />
dışı bir biçimde yeniden kurgulayan çeşitli sanat<br />
akımları olagelmiştir. Grotesk, biçim kırılması<br />
veya şekil deformasyonunu, karşıtlıkların birbirini<br />
çekmesi veya bu karşıtlıkların oluşturduğu<br />
gizli uyumla birleştirmiştir. Ama bunun yanında<br />
groteskin, yer yer fantastiğe ve hatta gotiğe<br />
yaklaşan tarafları söz konusudur zira grotesk<br />
diye tarif edilen eserlerin birçoğunda güvensiz,<br />
yarı karanlık, ürpertici, itici ve yadırgatıcı vasıf-<br />
228<br />
lar vardır.<br />
Yukarıda sözü edilen ve “efradını câmi, ağyârını<br />
mâni”, yerleşik, üzerinde ittifak edilen bir<br />
tanımı olmayan, geniş açılımlı grotesk sanatın<br />
bir tarafını Batı Aydınlanmasına, modernizme,<br />
modern bilime ve onun dayatmacılığına, insan<br />
hayatını kısırlaştıran, heyecansızlaştıran kuru<br />
gerçekliğine götürmek mümkündür. Bu sanat<br />
üslûbu, determinist, realist, rasyonalist ve pozitivist<br />
akımlara ve onların her şeyi akıl ve mantıkla<br />
açıklayan yapılarına bir tepkidir. Nitekim bir<br />
tanıma göre gotik, “akıl çağına karşı romantik<br />
ve estetik bir başkaldırı”dır. 6 Gotik ve fantastik<br />
nasıl bu akımların dayatmalarına karşı, insanın<br />
masala, olağanüstü ve esrarlı olana, bilinmeyene<br />
olan ihtiyacının ürünüyse, grotesk de asırlar<br />
ötesinden gelen geleneklerin veya modernizmin<br />
her şeyi tek sebeple açıklayan, insanı belirli<br />
formlara sokmak isteyen, onu kurgulayan,<br />
komuta eden hamlelerine karşı bir alternatif<br />
yoldur. Fakat bu yol, tuhaflıklar, yadırgatıcılıklar,<br />
kötülükler ve bazen de anlamsızlıklar aracılığıyla<br />
oluşturulmuş bir alternatif ahlâk, model bir<br />
hayat biçimi değildir. Zaten grotesk, cazibesini<br />
tuhaflığından, uzaklığından; benimsenebilir ve<br />
uygulanabilir olmayışından almaktadır.<br />
Yakın kavramlar olan fantastik ve gotik gibi<br />
grotesk teriminin Türk edebiyatındaki kullanımı<br />
çok eskilere gitmez. Fakat bu, grotesk durum ve<br />
tiplerin edebiyatımızda hiç olmadığı anlamına<br />
gelmemelidir. Masal ve halk hikâyelerinde bu<br />
kelimenin anlam ve çağrışım dairesine dâhil<br />
edilebilecek çok sayıda kahraman vardır. Yine<br />
Türk roman ve hikâyesine ait çalışmalarda da<br />
groteskin bir tema olarak algılandığı pek görülmemekte<br />
ise de yukarıda vurgulandığı gibi, bu<br />
Türk roman ve hikâyesinde grotesk tipler hiç<br />
yok demek değildir. Edebiyatımızda groteskin<br />
gelişimi söz konusu edildiğinde meselenin bir<br />
ucunu bizde realist ve natüralist akımlar etrafında<br />
oluşan tartışmalara götürmek kolaylıkla<br />
mümkündür zira Türk edebiyatında itici, kötü,<br />
hatta iğrenç, ahlâksız kahraman ve mekânların<br />
6 Çiğdem Pala Mull, “Wıeland: Amerikan Tarzı Gotik<br />
Roman”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı Yazında ve Çeviride<br />
Fantastik, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı (Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat<br />
Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul <strong>20</strong>06, s.<br />
63.
tasvir ve teşhiri, söz konusu kalem kavgaları esnasında<br />
tartışılmaya başlanmıştır. Beşir Fuad’ın<br />
Victor Hugo isimli eserinin neşrinden ve yazarın<br />
bu eserde romantik edebiyata saldırılarından<br />
sonra alevlenen ve kısa zamanda yerleşik<br />
tabirle bir “hayâliyyun-hakikiyyun” tartışmasına<br />
dönüşen bu hadise, geçerli ahlâk yasalarının<br />
dışında yaşayan, içki, sefahat ve kumar gibi<br />
iptilâları olan kahramanların dönemin lügatiyle<br />
söylersek “erazil-i beşeriye”nin, ibret dersi<br />
vermek için edebî eserde yer alıp alamayacağı<br />
veya tasvir edilip edilemeyeceği problemlerini<br />
Türk basın ve edebiyat kamuoyuna sunmuştur. 7<br />
Bu tartışmalardan sonradır ki birçok romancımız<br />
natüralizmi tecrübe etmiştir. Ahmet Midhat<br />
Müşâhedât’ı, Nâbizâde Nâzım Karabibik ve<br />
Zehra’yı kaleme alır ve bu eserlerinin önsözlerinde<br />
Emile Zola, Alphonse Daudet gibi natüralistlerin<br />
eserleri üzerinden kötü, yadırgatıcı, ahlâksız<br />
tip ve mekânların gerçekliği tam vermek<br />
adına eserlerde yer alması gerektiği üzerinde<br />
söz söylenir. Fakat hemen belirtilmelidir ki bu<br />
dönem tartışmalarında kötülüğü, korkunçluğu,<br />
ahlâksızlığı, kuraldışı ve anormal yaşamayı kendi<br />
başına psikolojik veya sosyolojik bir mesele<br />
olarak algılama söz konusu değildir. Yazarların<br />
bu mesele üzerindeki fikirlerinin çoğu, ahlâksızlığın<br />
tasvir ve akıbeti dolayısıyla “tehzib-i ahlâk”<br />
ve ibret dersi verme eksenindedir. Oysa gerçek<br />
bir grotesk eser, kötülüğü, tekinsizliği, sıra dışılığı<br />
kendi başına bir sorun, hatta değer olarak<br />
algılar ve bunu giderilmesi, onarılması gereken<br />
bir şey olarak düşünmez.<br />
Türk edebiyatında natüralist esere verilebilecek<br />
en iyi ve ilginç örneklerden birisi olan ve<br />
<strong>19</strong>26’da Salâhaddin Enis tarafından kaleme alınan<br />
Bataklık Çiçeği, 8 özellikle ilk hikâyelerinde<br />
suçun ve suç işlemenin sosyolojik sebeplerine<br />
inebilmiş, itici ve yadırgatıcı kahramanların kötülüklerini<br />
onların tabiî ve zorunlu yapıları hâlinde<br />
işlemeyi başarmış, (meselâ Şaheser isimli<br />
hikâyesinde) kötülüğü bir var oluş problemi<br />
olarak tartışabilmiş, hatta burada bulunan bazı<br />
7 Ayrıntılı bilgi için bkz. Türk Dünyası Ortak Edebiyatı Türk<br />
Dünyası Edebiyatı Tarihi, C. 7, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı,<br />
Ankara <strong>20</strong>06, s. 343 vd.<br />
8 Eserin yeni harflerle neşrini M. Kayahan Özgül yapmıştır.<br />
Arma Yay., İstanbul <strong>20</strong>00, 68 s.<br />
229<br />
eserleri yüzünden mahkemelik olmuştur. Nitekim<br />
eserin arka kapağında “edebiyatımızın en<br />
inançlı natüralisti” olarak tanımlanan yazarın,<br />
eserinde “insan ruhunun çirkin taraflarını görmezden<br />
gelmeyen, iğrenç ve korkunç olanın da<br />
estetik değer taşıyabileceğini düşünen bir anlayışın<br />
ürünü hikâyelerini” topladığı belirtilmektedir.<br />
Eserde yer alan bu ögeler grotesk tanımlamasına<br />
neredeyse tamamen uymaktadır.<br />
Bu bildiride sempozyumun amaç ve başlığına<br />
uyularak <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde grotesk<br />
yapı ve ögeler üzerinde yoğunlaşılacaktır fakat<br />
bundan evvel, <strong>19</strong>41’de tefrika edilmiş, <strong>19</strong>43’te<br />
kitaplaşmış ama ikinci baskısını ancak <strong>19</strong>73’te<br />
yapmış bir hikâyeye ve daha önce “grotesk”<br />
olduğunu düşündüğümüz taraflarına pek değinilmemiş<br />
bir roman kahramanına, Huzur’un<br />
Suat’ına dikkat çekmek istiyoruz. 9<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları, diğer eserlerinin<br />
aksine Tanpınar’ın fert psikolojisine, kişinin<br />
eşya ve diğer insanlarla olan ilişkilerine toplumsal<br />
gelişmeleri, tarihi ve sanatı en az derecede<br />
kullanarak eğildiği bir eseridir. Çünkü bu hikâyede<br />
insan gerçeğini sadece kendi ölçüleri, problemleri,<br />
çıkmaz ve ıstıraplarıyla verme gayesi<br />
güdüldüğü çok açıktır. Hikâyenin asıl damarlarından<br />
birisi, kişinin diğer insanlar ve toplumla<br />
ilişkisi olsa da; künhüne varılmaya, sorgulanmaya<br />
çalışılan şey insan ve insanın birçok tarafıyla<br />
grotesk yapısıdır.<br />
Abdullah Efendi, kendi kendisine yaptığı zalim<br />
oyunları, kendi şahsiyetine muhalif hayatı, “hayatın<br />
bütünlüğü ve basitliğini kaybedişi”, “öbür<br />
insanlar gibi olma” istekleri, “tesadüf ettiği rakamlar<br />
üzerinde ameliyeler yaparak hükümler<br />
çıkar(ması), (bunlardan) kendi kendisine saadetler<br />
vaat etmesi ve felâketler düşünmesi” yani<br />
bir çeşit rakam hastalığı ve olağanüstüne olan<br />
gayriihtiyarî meyilleriyle gerçekten grotesk bir<br />
9 Nurdan Gürbilek, “grotesk” kelimesini kullanmaksızın Suat’a<br />
“kötü” tarafları sebebiyle bir kitabında eğilmiştir. Burada Gürbilek<br />
Suad’ı “Ruhtansa maddeyi, varlıktansa yokluğu, ölçülülüktense<br />
tekinsiz zevkleri savunup herkesin huzurunu kaçıran, aşkın her<br />
şeyi aydınlatan ışığını karartan, kültüre ve saadete inananlara<br />
ölümün iğrenç bir çürüme olduğunu hatırlatan karanlık bir ruh”<br />
olarak tanımlamasına rağmen Suad’ın kötülüğünün çok da orijinal<br />
olmadığını, bunun da kültürün kötülük algılamasından kaynaklandığını<br />
belirtir. “Kötü Çocuk Türk I”, Kötü Çocuk Türk, Metis<br />
Yay., İstanbul <strong>20</strong>04, s. 66 vd.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
tiptir. Bir örnek olmak üzere:<br />
“Kendisine bir nevi hafiflik gelmiş, denilebilir<br />
ki dört tarafını böyle vaziyetlerde bir demir kuşak<br />
gibi çeviren ve ona nefes aldırmayan boğucu,<br />
dar havalı şahsiyetinden kurtulmuştu.” 10<br />
Hikâyenin Abdullah Efendi tasvirlerinden belki<br />
de en güzeli şudur:<br />
“Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna<br />
kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, 11∗<br />
nefislerini bir an bile unutmayan, etrafındaki<br />
havaya kendilerini en fazla kaptırdıkları anda<br />
bile, içlerinde tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri<br />
merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde<br />
gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim<br />
ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli<br />
tebessümünü, inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu<br />
ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye<br />
davet edişini duyan insanlardan biriydi. Ah<br />
bu ikinci Abdullah Efendi… Hayır, o kiracı değil,<br />
evin asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı.” 12<br />
İnsan doğasındaki zıt kuvvetlerin kavgası, bu<br />
mücadele ve ikinci şahsiyetin baskıcı murakabesi<br />
yüzünden gerçek bir şahsiyet edinememe,<br />
toplumdan ve onun kurallarından, ölçülerinden,<br />
takdirinden ve nihayet kınamasından etkilenmiyor<br />
hâle gelme, grotesk edebiyatın ana konularındandır.<br />
Böyle bir tip artık, çok defa sosyal<br />
değil, anti-sosyal değil asosyal bir yapıya bürünür.<br />
Ne insanların arasına karışabilir, ne de onlara<br />
karşı, düşman veya zıttır. O artık toplumla<br />
gerçek bir ilişkisi kalmamış, ondan iyi veya kötü<br />
yönde etkilenmeyen birisidir. Pasif kahramandır.<br />
Abdullah Efendi’de görülen de az çok budur.<br />
Dört arkadaşıyla birlikte bir lokantada yemek<br />
yiyen Abdullah Efendi’nin macerası karşı<br />
masalardan birisinde oturan bir kadının vücuduna<br />
dikkati ve şahit olduğu olayın etkisiyle<br />
kendisinden geçmesiyle başlatılmaktadır. Fakat<br />
okuyucuyu bunun da geri plânına götüren<br />
yazar, Abdullah’ın sevdiği bir kadının bir gece<br />
Abdullah’ın odasına bir yıldız yağmuru altında,<br />
0 Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Öyküleri, (Haz: Abdullah<br />
Uçman), Yapı Kredi Yay., İstanbul <strong>20</strong>04, s. 2 .<br />
Bu tabir, “kendi çeperini kıramayan, kendisine ve kendi<br />
sınırlarına mahkûm, ufku kendi kelime ve hayalleri kadar olan”<br />
anlamına geliyor olmalıdır.<br />
2 a.g.e., s., 22.<br />
230<br />
“yıldızlara basarak, tutunarak, onların ışığıyla<br />
odasına girişi”ni hatırlatır. Kahramanın normal<br />
yaşamın bağlarından kopuşunun ilk hamlesidir<br />
bu. Lokantada görülen manzara da az çok bu<br />
psikolojiye bağlıdır ki olayın aslı karşı masada<br />
oturan kadının ayaklarının, kendi vücudundan<br />
bağımsız bir şekilde konuşması, isyan etmesi,<br />
başlıbaşına bir şahsiyet oluşu ve lokantanın bir<br />
diğer müşterisinin dik bıyıklarıyla konuşmasıdır.<br />
Eşya, kahraman için bütün normalliğini<br />
kaybetmiş, cansız varlıklar, kahramanın gözü<br />
önünde canlanmışlardır. Burada yaşanılan dehşet,<br />
Abdullah Efendi için hayatın hiçbir sırrının<br />
artık kalmaması, en kapalı, en örtülü ve perdeli<br />
hakikatlerin bile kendisi için çırçıplak kalması;<br />
olağanüstü kuvvetlere sahip hâle geliş ve normalliği<br />
kaybediştir. Bundan sonra da bu garip<br />
müşahedeler devam eder. “Belki yanılıyorum,<br />
yanlış gördüm” ümidiyle başka bir masaya bakan<br />
Abdullah, bu sefer de karsındaki kadının<br />
elini öpmek üzere eğilen adamın, tam öpeceği<br />
sırada kadının birden elbiselerinin içinden buharlaşmasına,<br />
vücudunun yerinde “sarı muşamba<br />
renginde bir boşluk” kalmasına şahit olur ve<br />
“korkunç, korkunç!” diye haykırır. Ve anlatıcıya<br />
göre işin en garip tarafı Abdullah’ın bu duruma<br />
yavaş yavaş alışmasıdır. Burada tam anlamlarıyla<br />
bir defamiliarizasyon (tanıdık olanın, günlük<br />
yaşama ait olanın çarpıtılması, parçalanıp bozulması,<br />
yabancı kılınması ve bu yolla aşırı, abartılı<br />
görünüm vermesi 13 ) ve refamiliarizasyon (yeniden<br />
tanıma, kabul etme, gerçekliğine inanma) söz<br />
konusudur.<br />
Yukarıda bahsedilen zıt kuvvetler ya da ikinci<br />
ben, kahramanda o kadar büyür ve gelişir ki Abdullah<br />
Efendi, lokantadan çıkarken “kendisine<br />
benzeyen bir gölgenin sandalyesinde uyuduğunu<br />
görür”. Bu uyuyan asıl benliğidir, gerçek Abdullah<br />
Efendi’dir, arkadaşlarıyla Beyoğlu’na giden<br />
Abdullah ise, eşyanın, insanın ve tüm hayatın<br />
esrarına vâkıf, her şeyin hakikatini görebilen,<br />
her türlü olağanüstülüğe açık ikinci Abdullah’tır.<br />
Lokantada kalan asıl Abdullah, “asıl hakikat ve<br />
büyük varlık” bir yangında kül olacaktır.<br />
3 Serpil Tuncer, “Fantastik ve Feminen-Gotik Bir Öykü: Düş<br />
Ağı”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı (Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat<br />
Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul <strong>20</strong>06, s. 7 .
Bu hikâyede, daha sonraki yıllarda, özellikle<br />
70-<strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında büsbütün<br />
müstakil bir yer edinen varoluşçuluk’a temas<br />
eden, onu hazırlayan ögeler söz konusudur. Varolşçuluk,<br />
bilindiği gibi kişinin kendi şahsiyetini<br />
inşa çabası, kendisine has bir güvenlik ve yaşama<br />
alanı hazırlaması ve bu yaşama alanı içindeki<br />
eşya ve nesnelerle olan sarsılmaz bağıyla<br />
yakından ilgilidir. Oğuz Atay’da ve eserlerine bir<br />
şekilde varoluşçuğun gölgesinin vurduğu birçok<br />
yazarda kahramanlar normal hayatın şartlarından<br />
soyutlandıktan sonra, kendi alanları<br />
ve eşyalarıyla değişik bir münasebet kurarlar.<br />
Onların yerli yerindeliklerine, normalliklerine<br />
ayrı anlamlar katarlar. Abdullah Efendi’nin<br />
Rüyaları’nda da normalliğini, “öteki insanlara<br />
benzeme ve onlar gibi yaşama” kabiliyetini kaybeden<br />
kahramanın ıstırapları söz konusu edilirken<br />
nesnelerin “değişmez manzaralarının bir<br />
teselli ve zevk kaynağı” oluşlarından bahsedilir:<br />
“Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun<br />
için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir<br />
insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi.<br />
Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep<br />
aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın<br />
bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı.<br />
Eşyanın açık, dost, her zaman güvenilir<br />
çehreleri!...” 14<br />
Fakat Abdullah Efendi, bu güvenilir çehreleri<br />
kaybetmiş, yerine hiç olmadık zamanlarda karşısına<br />
çıkan, anormal, hayaletimsi, gerçek dışı<br />
varlıklar, görüntüler, sesler kazanmıştır. (Bir<br />
randevu evinin tavanındaki zembilden Abdullah<br />
Efendi’ye bakan ve O’nunla konuşan yüz elli iki<br />
yüz yaşlarında bir çehre, takma göğüs kullanan<br />
ve kahramanın normale ulaşma ümidini tamamen<br />
kıran bir kadın, bir resimdeki karı-kocanın<br />
canlanıp dansa başlamaları vs.) Hikâyenin grotesk<br />
ve fantastiğe beraberce açılan kapıları işte<br />
bu olağanüstülüklerdir. Kahraman git gide “dünyamıza”<br />
uzaklaşmakta, yabancılaşmakta ve bize<br />
itici, yadırgatıcı gelmeye başlamaktadır. Grotesk<br />
yapının içinde olan tuhaflık, korku, komedi, (örn.<br />
Abdullah’ın kendi cenazesinde irad edeceği nutukla<br />
ilgili satırlar) şekil kırılmaları gibi ögelerin<br />
hepsi eserde ustalıkla kullanılmaktadır. Ayrıca<br />
4 a.g.e., s. 29-30.<br />
231<br />
bütün bu ferdî gidiş-gelişlerin, ferdî salınımların<br />
ötesinde Tanpınar’ın yakalamak ve anlatmak istediği<br />
gerçek şudur: İnsanoğlu, kendi kendisini<br />
aşmayı, kendisinin ve çevresinin üzerine çıkmayı<br />
her zaman istemiş, görünen arkasındaki görünmeyeni<br />
her zaman bilmek istemiştir. Fakat<br />
her şeyi asıl gerçeğiyle, hazırlayıcısıyla beraber<br />
bilmek, insan hayatındaki yalan ve riyayı olduğu<br />
gibi görmek, bir kelimeyle “yalansızlaşmak” insana<br />
tahammül edemeyeceği bir güç vermektedir.<br />
İnsan kendisinin uyguladığı ve maruz kaldığı<br />
bütün kötülükler(iy)le, her şeyi görmemenin,<br />
anlamamanın rahatlığıyla mutludur:<br />
“Bir ömür bitebilir, diyordu. İnsan ölebilir, çıldırabilir.<br />
Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cîfe<br />
olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile<br />
arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz<br />
bir şey olur. Başımın altına rahat bir<br />
yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı…”<br />
Fakat hayır, bu gece en çıplak, en zalim hakikatlerin<br />
gecesiydi. Abdullah her şeyi görecek, her<br />
şeyi anlayacaktı. “Yarın nasıl tekrar insanların<br />
arasına girebilirim. Nasıl onlara tahammül ederim,<br />
nasıl ellerini sıkar, gülmeden, ağlamadan,<br />
tiksinmeden yüzlerine bakarım?” 15<br />
Suad, bilindiği gibi dört bölümden oluşan<br />
Huzur’un bir bölümüne ismini veren ama varlığını<br />
hemen her yerde hissettiren, en ilginç karakterlerinden<br />
birisidir. Romanın tefrika olarak<br />
neşrinde oldukça silik kalan Suad, eser kitaplaştığında<br />
çok daha kuvvetli, etkili, özellikli bir<br />
kişiliğe bürünür. Nuran’ı (ve aslında hiç kimseyi)<br />
sevmemesine ve O’nun Mümtaz’la birlikte olduğunu<br />
bilmesine rağmen, Nuran’a bir aşk mektubu<br />
yazması, bu çifti bir şekilde huzursuz ve tedirgin<br />
etmeyi başarması, Boğaz kıyısında duran bir<br />
köpek yavrusunu “şartlarına göre fazla mesut”<br />
diye suya atacak kadar başka bir varlığın saadetine<br />
tahammül edememesi, eşini aldatması,<br />
insanı çok değişik yerlere götürecek cüretkâr<br />
sorular sorması, yerleşik her inanca sırtını çevirmesi<br />
ve nihayet dış görünüşüyle Suad gerçekten<br />
romanın en koyu kahramanlarındandır.<br />
Fakat Suad’ı grotesk çerçevenin içine sokan asıl<br />
özellikler, bütün bunların yanında eserin sonuna<br />
doğru Mümtaz’ın gözünde veya muhayyilesinde<br />
5 a.g.e., s. 55-56.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
kazandığı yapıdır. Mümtaz’la, “farkında olmadan<br />
bütün zulüm görenlerin kendilerine zulmedene,<br />
serçenin atmacaya karşı duyduğu cazibeye benzer<br />
bir his duyduğu” Suad’ın arasında -öldürücü şeylerin<br />
muzlim cazibesi- konuş”maya başlayacaktır.<br />
Zalim-mazlum, öldürücü şeylerin muzlim cazibesi”<br />
gibi zıtlıklar tam da üzerinde düşündüğümüz<br />
grotesk unsurlardır ve Suad sanki Mümtaz’ın diğer<br />
ben’idir. Romanın bir yerinde at’a benzetilen,<br />
(insan formunun uzağına itilmesi de manidardır)<br />
insan, aşk, Tanrı, kültür-medeniyet gibi meselelere<br />
çok orijinal yorumlar yapan, herkesin savaştan<br />
ürktüğü bir ortamda savaşı isteyen, kötülüğü basit<br />
ve gündelik çıkarlar elde etmekten ziyade çekiciliği,<br />
sıra dışılığı için seven ve kuşanan, onu kendisine<br />
bir tabiat hâline getiren, yazarın eserdeki<br />
sözcüleri olan İhsan ve Mümtaz’ın karşısına bir<br />
anti-bilinç, anti-tez, anti-kahraman olarak çıkan<br />
Suat, bu çalışmada sıralayamayacağımız kadar<br />
çok özelliğiyle grotesk bir kişiliktir.<br />
Korkuyu Beklerken’in İletişim Yayınları tarafından<br />
yapılan neşrinin Önsöz yazısında Oğuz<br />
Demiralp, Oğuz Atay’ın kahramanlarını “negatif<br />
kişiler topluluğu” olarak tavsif eder. Bunların<br />
“kendi sorunlarını çözememiş ve topluma kendini<br />
kabul ettirememiş aydınlar, toplumun acımasızca<br />
dışladığı lumpenler, çaresizlik içinde intihara,<br />
cinayete sürüklenenler, delirmenin sınırlarında<br />
dolaşanlar. Alışılmışın dışında marjinal insanlar,<br />
olumsuz kahramanlar” olduklarını belirten yazar<br />
“Beyaz Mantolu Adam” hikâyesinin “Kalabalık bir<br />
topluluk içindeydi. Başarısızdı” şeklindeki ilk cümlesini<br />
anlamlı bulur ve yalnızlığın, başarısızlığın<br />
hikâye kahramanlarının ortak yönleri olduğunu<br />
vurgular. 16 Gerçekten Oğuz Atay’ın hemen bütün<br />
kahramanları sıra dışı, itici ama tam bu yüzden<br />
çekici, anormal, kendisiyle empati kurulmaması<br />
için elden gelenin yapıldığı garip tiplerdir.<br />
Kitabın ilk hikâyesi “Beyaz Mantolu Adam”, sonradan<br />
birçok araştırmacının belirttiği gibi topluma<br />
karışamamış, (her ne kadar isimsiz, tepkisiz,<br />
hareketsiz hatta duyarsız olsa da bu karışmamayı<br />
bilinçli bir tercih olarak almak elbette mümkündür<br />
zira hikâyenin sonunda bir yokluğu tercih,<br />
kalabalığın arasından sıyrılış, yoklukta bir varo-<br />
6 Oğuz Atay, “Önsöz”, Korkuyu Beklerken, İletişim Yay., İstanbul<br />
<strong>20</strong>03, s. 7-8.<br />
232<br />
luş söz konusudur), tuhaf bir adamı çizmektedir.<br />
Başarısız ve parasız olan, dilenen (dilenmek de<br />
pasifliğin normal bir göstergesidir ama buradaki<br />
anormallik dilenmekle elde edilen paranın yiyecek<br />
veya herhangi normal bir ihtiyaç için sarf edilmemesindedir,<br />
hatta kahramanı tuhaf, itici, sıra<br />
dışı yapan asıl ögenin, hazırlayıcısı-yapıcısıdır),<br />
dilendiğiyle havanın sıcaklığına rağmen bir kadın<br />
mantosu alarak yabancılaşan, esrarengizleşen; bu<br />
sayede Atay’a toplum ve birey psikolojileri üzerine<br />
ince göndermeler yapma fırsatı veren grotesk<br />
bir tiptir bu. Hikâyedeki ve beyaz mantoludaki<br />
grotesk yapı, gülünçlük, tuhaflık, iticilik ve tüm<br />
bunlarla beraber küçük bir korku ya da çekinme<br />
hissiyle beraberdir. Zira insan mânâsını tam anlayamadığı,<br />
anlamlandırmadığı, kendi sembolleri ve<br />
idrak kapasitesiyle uyuşturamadığı şeyden ürker;<br />
kaynağını anlayamadığı seslerden, görüntülerden,<br />
gölgelerden çekinir, hatta korkar. Ve kaynağını anladıktan<br />
sonra da kendi tuhaflığına, yaratıcılığına<br />
(çünkü bin bir ihtimal üretilmektedir böyle anlarda)<br />
güler, korku ve komediyi yan yana, iç içe yaşar.<br />
Beyaz mantolu adama da gülünmüş ve ondan<br />
çekinilmiştir, zira sıra dışıdır, anormaldir, henüz<br />
çözümlenememiştir:<br />
“Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce<br />
yanına yaklaşamadılar”. 17<br />
Zaten gülmek ve gülünmek de insanın kendisi<br />
dışındaki dünyanın veya toplumun kabullerinin<br />
farklılığıyla, bireyin bilinci karşısındaki kolektif bilinçle,<br />
onun yadırgayıcılığı ve kınayıcılığı ile yakından<br />
ilişkilidir.<br />
Atay’ın söz konusu hikâye kitabının “Ne Evet<br />
Ne Hayır” ve “Babama Mektup” isimli hikâyelerinde<br />
de konumuzla ilgili olduğunu düşündüğümüz<br />
kahramanlar söz konusudur. “Ne Evet Ne Hayır”ın<br />
grotesk bir dil ve imlâ ile yazılmış meşhur mektubu;<br />
bu mektubun yazarı M. C., (başta sevdiği insan<br />
olmak üzere hiç kimseye derdini anlatamayan,<br />
okuyucunun, başına gelen acı olayların traji-komedisine<br />
kapılmadan edemeyeceği bir tiptir) bize<br />
sırasıyla gülümseme, bıkma, sıkılma, yadırgama,<br />
uzaklaşma, kızma ve nihayet acıma gibi hisleri<br />
uyandırmasıyla grotesk bir iklim sunar. “Babama<br />
Mektup” ise psikolojik ve psikanalitik açılım-<br />
7 “Beyaz Mantolu Adam”, a.g.e., s. 7.
ları olan bana figürü üzerinden veya (sayesinde)<br />
kalabalığa karışamamış, toplumun kendisine öngördüğü<br />
veya uygun bulduğu ısmarlama karaktere<br />
bürün(e)nemiş bir gencin yazdığı mektuptan<br />
oluşmaktadır. Burada ölmüş babasıyla, kendisine<br />
yazdığı bir mektup vasıtasıyla hesaplaşma yoluna<br />
giden genç, aslında derinden derine devlet ve bürokrasiyle<br />
(zira devletin baba olarak algılanması<br />
söz konusudur, ayrıca ölmüş babanın milletvekili<br />
oluşu bu tür bir algılamanın dayanaklarındandır)<br />
savaşmaktadır. Baba, kişinin kendisi olmasına izin<br />
vermeyen, yerleşik inançlar, gelenekler, âdetler,<br />
merasimler, deyim ve atasözü gibi kalıp ifadelerin<br />
kesin hükümleriyle (“Senin aynada gördüğünü<br />
ben “dıvarda” görürüm” 18 demiştir baba) hayatı<br />
daha evvelden başkası veya başkaları tarafından<br />
kurgulanmış, yazılmış bir piyesi temsil ediyormuş<br />
gibi yaşayan ve çocuğuna da yaşatan bir otoritedir<br />
burada. Ve kendisine biçilmiş bu yaşam elbisesini<br />
giymek istemeyen, kendisi için “zıt kuvvetlerin<br />
muhasalası” diyen, “karışıklığın içinde” olduğunu<br />
belirten oğul da çizgi ve standart harşici, “mantık”<br />
dışı, nihayet atipik oluşuyla çalışmamızın ilgi alanındadır.<br />
“Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı<br />
“uydurma” olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim<br />
bazı nedenlerle senin anladığın biçimde<br />
gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. Ayrıca gerçek<br />
ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim<br />
şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta<br />
anlayıp anlamadığını da bilemiyorum” <strong>19</strong> diyerek<br />
babadan yani toplumdan anlayış, kabulleniş ve<br />
ifade ediş noktalarında ayrılan, “insanın evrendeki<br />
yeri konusunda derin düşüncelere daldığı hâlde<br />
yerini bulamayan, kendisini ifade ve eşya ile münasebetini<br />
tayin” edemeyen, “iki cami arasında<br />
beynamaz” durumda olan mektup yazarı yerli yerine<br />
oturmamış değerleri, daha doğrusu herhangi<br />
bir değerden yoksun oluşu, komik ve tuhaf gibi<br />
görünen huy ve davranışlarının arkasında yatan<br />
derin anlamlarıyla grotesk birisidir.<br />
<strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinin tam anlamıyla grotesk<br />
olduğunu söyleyemeyeceğimiz ama grotesk<br />
yapıdan izler taşıyan bir diğer kahramanı, Rasim<br />
Özdenören’in “İt” isimli eserinde karşımıza çıkar.<br />
Burada insanoğlunun kendisine kötüyü emreden<br />
8 “Babama Mektup”, a.g.e., s. 74.<br />
9 a.y., s. 74.<br />
233<br />
nefs-i emmaresiyle olan savaşı veya onun karşısında<br />
alması gereken pozisyon bir “köpek” metaforuyla<br />
işlenmektedir. Hikâyedeki grotesk yapı,<br />
insanın âdi ve yüce taraflarının birlikteliğine ve<br />
aralarındaki savaşa vurgu yapmak, insanın bunların<br />
etkileri altındaki durumunu irdelemek şeklinde<br />
oluşur. Siyah bir köpeğin uzun tasviriyle başlayan<br />
hikâyede, hırçınlaşan, karşısındakini hükmü altına<br />
almaya çalışan köpeğe “tiksinerek de olsa istediğini<br />
vermek” konusundaki çaresizlik ele alınır. Sonra,<br />
herhangi bir geçişe lüzum görülmeden isimsiz,<br />
karanlık, pasif, ezik bir kahramanın, tanımadığı<br />
ama kendisini gözetleyebildiği bir kadına duyduğu<br />
tek taraflı bağlılığa geçilir. Hikâyede yer alan kişinin<br />
kadın karşısındaki durumu şöyle anlatılır:<br />
“Kadınsa sahibiydi kendisinin, bilmeden, hiç farkına<br />
varmadan da olsa sahibiydi onun, çevresine<br />
yayılan karanlığın, sağır sessizliklerin de sahibiydi.”<br />
<strong>20</strong><br />
Buradaki grotesk durum veya kahraman, yukarıda<br />
da belirtildiği gibi topluma, devlete veya kişinin<br />
birey olarak kendi doğrularını yaşamsını bir<br />
şekilde kısıtlayan herhangi bir güç odağına karşı<br />
alınmış bir tavırdan değil, kişinin kendi içindeki<br />
çarpışmalardan doğmaktadır. İslâm, her insanın iyi<br />
ve kötü, Rahmanî ve şeytanî ilhamlar altında olduğunu<br />
kabul eder. Bu, çeşitli grotesk tanımlarında<br />
da karşımıza çıkan, insanın uzviyetinde bulunan<br />
adîlik ve yüceliğin etkisidir. Penceresinden bir kadını<br />
gözetleyen ve yakalandığında “doğacak kepazeliği,<br />
rezil olmuşluğu düşünerek içine bulantılar,<br />
tiksinçler, kaçmak duyguları gelen” 21 kahraman<br />
da kaçmayı düşünür ve bu sayede it’i kusup ondan<br />
kurtulabileceği aklına gelir. Fakat kahraman,<br />
iti kusmanın da bir çözüm olmayacağını düşünür,<br />
zira o itle birlikteyken sevildiğini bilmektedir. Bir<br />
yandan da kendisine “becerinin itten kopmakta<br />
değil fakat onun tasmasını sürekli elinde bulundurabilmekte”<br />
olduğu söylenmiştir. Bu noktada hikâyenin<br />
bir yaratılış problemine kadar uzandığı görülmektedir.<br />
Dinî kabule göre iyi ile kötü, güzel ile<br />
çirkin, sevap ile günah arasında seçim yapmak ve<br />
bu sınavı vermek durumunda olan insanın hâlidir<br />
bu. Bu dinî algılama noktasından bakılacak olursa<br />
<strong>20</strong> Rasim Özdenören, “İt”, Denize Açılan Kapı, İz Yayıncılık,<br />
İstanbul 999, s. 70.<br />
2 a.g.e., s. 72.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
insanı iyi ve doğruya yönelten ilhamlar da, kötü<br />
ve yanlışa sürüklemeye çalışan igva’lar da insanın<br />
dünyaya gelişinin anlamıyla yakından ilgilidir.<br />
Buradan hareketle, Hugo’nun yukarıya aldığımız<br />
tanımına yaklaşarak insanın, içindeki olumlu ve<br />
olumsuz seslerle daha yaratılıştan bir karşıtlıklar,<br />
zıtlıklar mozaiği olduğunu, groteski zaten içinde<br />
barındırdığını söylemek abes olmaz. Grotesk, yazıda<br />
yer yer belirttiğimiz üzere bir anlamda insanın<br />
kötüye eğilimli tarafı, bir anlamda da içindeki<br />
güzel ve çirkin tarafların birlikteliğidir.<br />
Leyla Erbil’in eserlerinde de bireysel ve toplumsal<br />
etkiler altında, iticilik, tuhaflık, komiklik<br />
ve kötülüğü kendisinde birleştirmiş kahramanlara<br />
rastlanmaktadır. Bu kahramanların ayırt edici<br />
özellikleri çoğunun bu özellikleri bilinçli olarak kuşanmaları,<br />
bunu da toplumsal baskılara, adı konmamış<br />
kanunlara karşı bir isyan, bir varoluş ispatı<br />
olarak algılamalarıdır. Nurdan Gürbilek, Leylâ<br />
Erbil’in eserlerinin bir “kendi olma” problemi üzerinde<br />
yoğunlaştığını belirtir ve ekler:<br />
“Burada artık “kendi”liğin, önceki yazarlar kuşağının<br />
gelenekle, yerellikle, milliyetle ilişkilendirdiği<br />
“kendi”likten çok farklı, kişinin çevresinde<br />
hazır bulduğu koşulları olumsuzlayarak ulaşacağı<br />
bir farkındalık olduğunu biliyoruz. Hegel’in “kendiiçin-varlık”<br />
kavramına başvurularak ifade edilmiş<br />
bu kendilik tasarısı her şeyden önce bir olumsuzlama,<br />
olumsuzlamaya dayalı bir özgürleşme önerisi<br />
taşır Leylâ Erbil’de.” 22<br />
Gerçekten Oğuz Atay’a benzer bir şekilde Erbil’in<br />
roman ve hikâyelerinin asıl meselelerinden birisi<br />
bireyleşme, standart kabul ve zevklerin üzerine<br />
çıkma, toplum eleştirisi ve varoluşçulukla yakın<br />
temasla örülen bir birey olma çabasıdır. O’nun<br />
eserlerinde insan, kötülenen, aşağılanan, seviyesinde<br />
kalınmaması, aşılması gereken bir varlık<br />
olarak vardır. Ama insan olarak yaratılmış olmak,<br />
buna müdahale edememek, toplumun genel kabullerinin<br />
zorlayıcılığı karşısında kendi olmak,<br />
bu yüzden yalnızlığı göze almak söz konusudur<br />
ve burada bir başka çelişki vardır ki o da kişinin<br />
kendi olabilmesi için kendisinin dışındaki bir güce,<br />
kuruma ve topluluğa ihtiyaç duymasıdır. Burada<br />
22 Nurdan Gürbilek, “Çiftkalpli Yapıt”, Kör Ayna, Kayıp Şark,<br />
Metis Yay., İstanbul <strong>20</strong>04, s. 2 5.<br />
234<br />
bir zıddıyla kaim olma söz konusudur ki Gürbilek<br />
bunu “kendi denen şeyin başkalarından oluşması”<br />
olarak nitelendirmektedir. 23 Bütün bunlar grotesk<br />
edebiyatın içinde olan ögelerdir. Diğer taraftan<br />
grotesk, kötünün, suç ve günahın; korkunç ve komiğin<br />
felsefesi ve estetize edilmesi olarak alındığında<br />
da, Erbil’in grotesk tiplerine rastlanmaktadır<br />
ve yazarın başarısı bu kavramları psikolojik,<br />
psikanalitik ve sosyolojik zeminlere oturtmasıdır.<br />
Elbette bütün bun ögelerin kullanılışının Leyla<br />
Erbil’e has tarafı, eserlerin hemen hepsinde<br />
rastlanan bir “kadın”lık, bazen de “kadın yazar”lık<br />
problemidir. Zira kadın olma ve toplumun kadına<br />
biçtiği elbiseyi giymeme durumu Erbil’in istediği<br />
çatışma atmosferinin önemli ayaklarındandır.<br />
Yazarın bahsimiz etrafında düşünülebilecek<br />
eserlerinden “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğunda”<br />
kadınlık ve kimlik, ortalama insan ve<br />
insanlığın düzeyinden Tanrılığa yöneliş söz konusudur.<br />
“... Örneğin “insanlaşmaya uğraştığım o<br />
günler, henüz kesmediğim umudumu onlar gibi<br />
olmaktan” 24 diyen anlatıcı, bir delikanlıya şöyle bir<br />
mektup yazdığını belirtir:<br />
“Okuduğum kitapları birisiyle konuşmalıyım.<br />
Size yazmak içimden gelirken kadın doğmuşum<br />
diye kendimi tutup yazmamak onuruma dokunur<br />
benim. Ayrıca bu, hem toplumun bana sormadan<br />
koyduğu yasalara boyun eğmek, hem de benim<br />
kadınlığımı çok önemsemem demek olur. Bense<br />
aşmışımdır bu soy saplantıları çoktan. (Neler<br />
yazmışım!) Ben aştığıma yemin ederim, giderek<br />
diyebilirim ki kadın olmanın çok ötelerinde, ola ki<br />
yarı Tanrıyım ben.” 25<br />
Görüldüğü üzere, insanlaşmayı belirli bir seviyenin<br />
altına inmek gibi gören, onlar gibi olmaktan<br />
umudunu kesen, toplumun kendisine koyduğu<br />
yasalara boyun eğmeyen, kendisini yarı Tanrı<br />
olarak kabul eden mektup yazarı, toplumla bir<br />
uyuşmazlık içindedir. Burada yücelme ve insanüstü<br />
bir yapıya, seviyeye ulaşma isteği, toplumsal<br />
standartlardan ayrılmayı gerektirmektedir. Ve<br />
sırf toplumun yasalarına, standartlarına boyun<br />
eğmediğini göstermek için, kötü giyinme, küfürlü<br />
23 a.g.e., s. 2 6.<br />
24 Leylâ Erbil, “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu”, Eski<br />
Sevgili, Yapı Kredi Yay., İstanbul 998, s. 0.<br />
25 a.g.e., s. .
konuşma, ahlâk dışı davranışlarda bulunma söz<br />
konusudur.<br />
Sonuç kısmına gelmeden önce bir noktanın altını<br />
çizmekte fayda vardır: Birçok roman ve hikâyenin<br />
arka kapağında (ki çok defa okuyucuyu etkilemek<br />
ve onun kitabı satın almasını sağlamak için<br />
yazılmıştır) o eserin farklılığından, renkliliğinden<br />
bahseden küçük yazılar vardır. Bazen yayın editörünün<br />
kalemi mahsulü olan, kimi zaman da bir<br />
eleştirmene yazdırılan bu yazılarda kitaptaki kahramanların<br />
farklılıklarından, tutunamamışlıklarından,<br />
muhalifliklerinden, topluma karışamamış olmalarından,<br />
ilk önce kendisine, sonra insanlara ve<br />
nihayet her şeye muhalif yapılarından bahseden<br />
cümlelerle karşılaşırız. Ne var ki bu aykırı, yalnız,<br />
tutunamamış, kötü, bazen korkunç olduğu ileri sürülen<br />
kahramanların birçoğu zavallı kötüler, hazin<br />
serseriler, kalbi kırıklar olarak kalmış, fakat groteskleşememişler,<br />
kötülüğü-korkunçluğu gerçek<br />
bir değer olarak giyinememişlerdir. Meselâ <strong>20</strong>02<br />
yılında neşredilen bir kitabın arka kapak yazısının<br />
ilk bölümünde - gerçi buradaki hikâyeler için<br />
“grotesk” denilmemiştir ama - bizim için câzib gelebilecek,<br />
okuyucunun merakını kamçılayacak şu<br />
davetkâr cümleler vardır:<br />
“Farklılıklarını sindirememiş bir kültürün insanları…<br />
Kendinden başkasını tanımak istemeyen,<br />
kaygılı, gergin, huzursuz… Her şeyi aynılaştırmaya<br />
çalışan, kendinden olmayanı, kendine benzemeyeni<br />
anlamaktansa dışlamayı yeğleyen bir yaşama<br />
biçiminin kuklaları… Bireysel yüzölçümünü<br />
genişletmek isteyen, hoşgörü ve anlayıştan uzak<br />
yaşama alışkanlıklarıyla pencerelerini sıkı sıkı<br />
kapatanlar… Arka odalarda, açıkta ya da kuytuda<br />
varlığını duyuran şiddet… Savrulan, kopan yaşamlar…”<br />
26<br />
“Farklılıklarını sindiremeyen ülke, huzursuzluk,<br />
anlaşılamamak, aynılaştırma, kendinden olmayanı<br />
dışlama” gibi kelime ve kavramlar cidden,<br />
okuyucuda “işte, yalnız kalmış gerçek bir muhalif,<br />
kötülüğü, iticiliği tepkisel bir şekilde bile-isteye<br />
giyinmiş, korkunç ve zalim ama içten içe özünde<br />
bir asalet yatıyor, tam bir grotesk” diyebileceği<br />
kahramanlar göreceği vehmi uyandırsa da bu kü-<br />
26 Nâlân Barbarosoğlu, Ayçiçekleri, Can Yay., İstanbul <strong>20</strong>02,<br />
33 S.<br />
235<br />
çük kitapta yer alan 13 küçük hikâyenin hiçbirisi<br />
bu vaadi yerine getir(e)memiştir. Bu durum belki<br />
de yukarıda da değindiğimiz, kültürün kötüye,<br />
korkunca, acayibe hiçbir zaman prim vermemiş<br />
olmasıyla ilgilidir, belki de yazarın yalnız, anlaşılamamış<br />
tipleri çok silik çizgilerle çizmesinden<br />
kaynaklanmıştır. Grotesk edebiyat, kötünün, korkunç<br />
olanın, çok derin, ince sosyolojik göndermeler,<br />
çağrışımlarla örülmesi ve yüceltilmesiyle<br />
teşekkül edebilir. Bir kişinin “tek başına” yalnızlığı<br />
bir problem değildir. Zaten yalnızlık, mutlaka bir<br />
başka’ya, öteki’ye muhtaçtır ve yalnız kalmışlığın,<br />
bırakılmışlığın, itilmişliğin edebiyata girmesi, bir<br />
sembol değeri kazanması için usta bir üslûp ve<br />
ciddî bir sosyolojik-psikolojik alt yapıya ihtiyaç söz<br />
konusudur. Grotesk eserdeki yalnız tip, yalnızlığı<br />
bilinçli bir tercihle yaşayan, tepkisiz, itici, topluma<br />
ve onun değerlerine, ortak dile, modaya, geleneksel<br />
veya modern hayatın belirli zamanlarda belirli<br />
ritüelleri yerine getiren, bunu insana dayatan<br />
yapısına karşı çıkan, kötü, vahşî bir yalnızdır. Ve<br />
yazar bu yalnızlığı psikolojik veya sosyolojik damarlarla<br />
anlamlandırmalıdır. Bunun gibi çeşitli<br />
denemelerde, internet sitelerinde “grotesk” diye<br />
tanımlanan birçok eserin, Batılı veya yerli hiçbir<br />
grotesk tanımına uymadıkları görülmektedir. Nezihe<br />
Meriç’in Çisenti’ 27 si, Fatih Özgüven’in (ki belki<br />
de şimdiye kadar bir romanda kurgulanan ve<br />
daha sonra sinemada canlandırılan en grotesk<br />
kahramanı, kötülüğü ve iğrençliği aşkla, ihtirasla<br />
uygulayan meşhur Patrick Bateman’ı anlatan<br />
American Sapığı’nı Türkçe’ye çevirmiştir) Bir Şey<br />
Oldu’ 28 su, Serpil Gülgûn’un Ruhlar ve Âşıklar 29<br />
isimli kitabı, grotesk olmayan, içerisinde kötülük<br />
ve korkunçluğu okuyucuda herhangi bir sarsıntı,<br />
yabancılaşma, uzaklaşma hissi uyandırmayacak<br />
derecede az veya cılız işleyen eserler olarak karşımızdadır.<br />
Bütün bu verdiğimiz ve veremediğimiz örneklerin<br />
üzerinde şu vakıayı söz konusu etmek durumundayız:<br />
Yalnızca Türk hikâyesinde değil, bütün<br />
Türk edebiyatında kötülüğü, şeytanîliği gerçek<br />
bir değer, orijinal bir mesele olarak görmek pek<br />
27 Nezihe Meriç, Çisenti, Yapı Kredi Yay., İstanbul <strong>20</strong>06, 4<br />
S.<br />
28 Fatih Özgüven, Bir Şey Oldu, Metis Yay., İstanbul <strong>20</strong>06, 22<br />
S.<br />
29 Serpil Gülgûn, Ruhlar ve Âşıklar, Everest Yay., İstanbul<br />
<strong>20</strong>06, 27 S.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
mümkün değildir. Bunun da sebebi dinî inançlarda<br />
ve millî-kültürel kodlarda aranmalıdır çünkü söz<br />
konusu kodlar kötülük, korkunçluk hatta komikliğin<br />
bizde aranan, istenen, saygı duyulan özellikler<br />
olarak algılanmasını engellemiştir. Kötü, kaba,<br />
korkunç, itici, şeytanî, alçak kahramanların çok<br />
zaman iyilerin karşılarına kötülüğü ve yanlışlığı<br />
göstermek üzere çıkarılmaları ve kötülükleri dolayısıyla<br />
asla yüceltilmemeleri bizde Batı’daki gibi<br />
bir grotesk edebiyatın oluşmasına izin vermemiştir.<br />
Yukarıda da yerleri geldikçe değinildiği üzere<br />
orijinal bir grotesk yapı, bize yabancı ve itici gelen<br />
tüm bu huy ve davranış kalıplarının estetize edilmesi,<br />
edebiyatının ve felsefesinin yapılmasını ister,<br />
bu his ve hareketlerin psikolojik ve sosyolojik<br />
damarlarla tartışılmasına ihtiyaç duyar. Ama yine<br />
de romanımızda, meselâ Tutunamayanlar’ın birçok<br />
kahramanını, Anayurt Oteli’nin Zebercet’ini,<br />
Aylak Adam’ı tuhaflık ve kötülüğü, bu alçalma, yadırgatıcılık<br />
ve kabalığı ince bir mizahla birleştiren,<br />
groteske mümkün olduğu kadar yaklaşan tipler<br />
olarak görmek gerekmektedir.<br />
Bir edebî inceleme, bir kavram veya problemin<br />
edebiyat eserlerindeki varlığını ispat etmek kadar,<br />
o şeyin ne derece var olduğuyla, kısmen veya tamamen<br />
görülme hatta belirli sebeplerle görülmeme<br />
konusuyla da ilgilenir. Bu çalışmada da takip<br />
edilebildiği kadarıyla grotesk yapı, kurgu ve tiplerin<br />
<strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesindeki var oluş biçim,<br />
şart ve imkânlarını tartışma gayesi güdülmüştür.<br />
236<br />
KAYNAKÇA:<br />
http://www.insanbilimleri.com/gurup/mod/glossary/view.php?id<br />
=15&mode=letter&hook=G&sortkey=&sortorder=asc<br />
“grotesk”, md., Meydan Larousse, C.7.<br />
Atay, Oğuz, (<strong>20</strong>03), Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim yayınları.<br />
Barbarosoğlu, Nâlân, (<strong>20</strong>02), Ayçiçekleri, İstanbul: Can yayınları.<br />
Erbil, Leylâ, (<strong>19</strong>98), Eski Sevgili, İstanbul: Yapı Kredi yayınları.<br />
Gülgûn, Serpil, (<strong>20</strong>06), Ruhlar ve Âşıklar, İstanbul: Everest yayınları.<br />
Gürbilek, Nurdan, (<strong>20</strong>04), Kör Ayna, Kayıp Şark, İstanbul: Metis<br />
yayınları.<br />
Gürbilek, Nurdan, (<strong>20</strong>04), Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis yayınları.<br />
Meriç, Nezihe, (<strong>20</strong>06), Çisenti, İstanbul: Yapı Kredi yayınları.<br />
Mull, Çiğdem Pala, (<strong>20</strong>06), “Wıeland: Amerikan Tarzı Gotik Roman”,<br />
Akşit Göktürk’ü Anma<br />
Toplantısı Yazında ve Çeviride Fantastik, Akşit Göktürk’ü Anma<br />
Toplantısı (Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı<br />
Bölümü, İstanbul: İ. Ü. yayınları<br />
Özdenören, Rasim, (<strong>19</strong>99), Denize Açılan Kapı, İstanbul: İz yayıncılık.<br />
Özgüven, Fatih, (<strong>20</strong>06), Bir Şey Oldu, İstanbul: Metis yayınları.<br />
Salahaddin Enis, (<strong>19</strong>26 / <strong>20</strong>00), Bataklık Çiçeği, (Haz: M. Kayahan<br />
Özgül) İstanbul: Arma yayınları.<br />
Seyidoğlu, Bilge, (<strong>19</strong>83), “Türk Masallarında Grotesk”, Milli Kültür,<br />
nr. 43.<br />
Tanpınar, Ahmet Hamdi, (<strong>20</strong>04), Bütün Öyküleri, (Haz: Abdullah<br />
Uçman), İstanbul: Yapı Kredi yayınları.<br />
Tuncer, Serpil, (<strong>20</strong>06), “Fantastik ve Feminen-Gotik Bir Öykü: Düş<br />
Ağı”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı<br />
(Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü,<br />
İstanbul: İ. Ü. yayınları<br />
Türk Dünyası Ortak Edebiyatı Türk Dünyası Edebiyatı Tarihi, C. 7,<br />
(<strong>20</strong>06) Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları.
II. SÖYLEŞİ<br />
Ferit EDGÜ – Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />
237<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Ramazan Korkmaz: Değerli edebiyat dostları,<br />
hepiniz tekrar hoş geldiniz. Hikâyenin Bugünü<br />
Bugünün Hikâyesi-<strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi<br />
Sempozyumu’nun ikinci söyleşi programını açıyorum.<br />
Bugün Türk edebiyatının önemli isimlerinden<br />
birisi olan Ferit Edgü Beyefendiyle yazarlığı ve<br />
Türk öykücülüğü üzerine bir konuşma yapacağız.<br />
Sayın Edgü’yü davet ediyorum. Buyurun efendim.<br />
Sayın Edgü 24 Şubat <strong>19</strong>36 yılında, İstanbul’da<br />
dünyaya geliyor. Şair bir aileden geliyor kendisi.<br />
Büyük dedesi Eğribozlu Mehmet Sırrı’nın <strong>19</strong>. yüzyıl<br />
Bektaşi şairlerinden olduğunu belirteyim. Bir<br />
divanı var. Böyle bir kültürel atmosferden gelen<br />
bir yazarımız Edgü. Sayın Edgü hoş geldiniz.<br />
Ferit Edgü: Teşekkür ederim.<br />
R. K.: Sizinle Kıbrıs’ta da küçürek öykü üzerinde<br />
konuştuk. Demin benim konuşmama ulaşamadınız<br />
galiba. Ama küçürek öykü konusunda beni arkadaşlar<br />
çok sıkıştırdılar.<br />
F. E.: Gördüm<br />
R. K.: Bunun sınırlarını biraz da sizinle konuşalım.<br />
F. E.: O sırada salondaydım, duydum.<br />
R. K.: İsterseniz sizin yazı yaşamınızla başlayalım,<br />
daha sonra küçürek öyküye gidelim. Ferit<br />
Edgü, on beş on altı yaşlarında yazı yaşamına şiirle<br />
başlıyor. Neden şiirden öyküye geçtiniz? Bu<br />
serüven nasıl başladı, nasıl oldu?<br />
F. E.: Türkiye’de her yazar şiirle başlar. Özellikle<br />
çok genç yaşta eline kalemi aldıysa, kaçınılmaz<br />
olarak şiirle başlar. Eğer sorarsanız yazdıkları gerçekten<br />
şiir mi? O ayrı bir konu. Ben de belirttiğiniz<br />
gibi çok erken yaşlarda, on beş on altı yaşlarında<br />
başladım. Birazdan küçürek öykünün, sizin deyi-<br />
Ferit EDGÜ – Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />
238<br />
minizle “sınırları ve kuralları” üzerine gelmek zorunluluğu<br />
duyacağız, öyle hissediyorum. O konuya<br />
şimdiden bir atıfta bulunayım. Benim yaşlarımda<br />
Türkiye’deki şiir Garip şiiriydi, egemen olan şiir<br />
anlayışı. Ve özellikle genç yazarlar, hatta delikanlı<br />
diyelim, biz yazarlar -ben <strong>19</strong>50 kuşağındanım-<br />
<strong>19</strong>50 kuşağının tüm yazar ve şairleri çok erken<br />
yaşta yazmaya başlamışızdır. Birkaç tane isim<br />
sayayım: Demir Özlü, Orhan Duru, rahmetli arkadaşım<br />
Onat Kutlar, Cemal Süreya -şair olarak-,<br />
Tahsin Yücel. Hepimiz çok erken yaşlarda, lise sıralarında<br />
başladık. Ve başlamak bir şey değildir<br />
tabii, yayınlamaya da başladık dergilerde. Sonra<br />
kendi dergilerimizi çıkardık. Ve çok erken yaşlarda<br />
da ilk kitaplarımızı yayınladık. Şiirle başladım,<br />
çünkü egemen olan Garip şiiri bildiğiniz gibi serbest<br />
nazım dediğimiz kafiyeyi yok sayan, şiirin bütün<br />
kurallarını yok sayan ve şiirde devrim yapmış<br />
-akım demeyeyim- bir şiir anlayışıydı. Ve kanımca<br />
Türk edebiyatında modernite Garip’le başlar. Garip<br />
şiirinin, Orhan Veli’nin, Melih Cevdet’in, Oktay<br />
Rıfat’ın o dönem şiirlerini, <strong>19</strong>40’larda <strong>19</strong>50’lerin<br />
başlarında yazdıkları şiirleri okuduğumuzda insana<br />
kolay gelir o şiirin benzerini yazmak. Dolayısıyla<br />
beni şiire iten de o okumalar oldu.<br />
R. K.: Tıpkı küçürek öyküleri okuyanlar da öyle<br />
diyorlar.<br />
F. E.: Tıpkı bugün küçürek öykü diye yayınlanan<br />
öyküleri okuduğumda da o gençlik yıllarımdaki<br />
yanılgıya düştüklerini görüyorum bugünkü<br />
yazarların. Sonra yavaş yavaş edebiyatın içinde<br />
dolaşmaya başladığınızda, şiirin ne olduğu üzerinde<br />
düşünüp gerçek şiirlerle karşılaştığınızda<br />
konunun hiç de böyle olmadığını, onların kendi<br />
kurallarının olduğunu, ne kadar devrim yapmış<br />
olurlarsa olsun ne kadar kendilerine kadar olan<br />
şiiri yadsımış olurlarsa olsun kendi kurallarını
getirdiklerini gördük. Yalnız Türkiye’de değil dünyada<br />
da sanat alanında resim olsun, müzik olsun,<br />
şiir olsun devrim yapmış edebiyatçıların kendi kurallarını<br />
getirdiklerini gördük. Ama bu kuralların<br />
yaygın, herkesin kullanabileceği kurallar olmadığını<br />
gördük. Eğer biraz gerilere gitmeme izin<br />
verirseniz -ben hep örnekleri resimden veririm<br />
çünkü görseldir ve anlaşılması daha kolaydır- <strong>19</strong>.<br />
yüzyılın sonuna değin ressam olabilmek için mutlaka<br />
renk teorilerini bilmek gerekiyordu. Mutlaka<br />
desen çizebilmek gerekiyordu. Mutlaka perspektif<br />
bilgisine sahip olmak gerekiyordu. Mutlaka anatomi<br />
bilgisine sahip olmak gerekiyordu. Ve adına<br />
akademi dediğimiz okullarda –Türkiye’dekiler dâhil-<br />
bu bilgiler verilirdi. Bu bilgileri bilen insanlar<br />
iyi ressam mı olurlar? Hatta ressam mı olurlar?<br />
Hayır. O yeteneği kullanabilmek için bu bilgilere<br />
ihtiyaç vardı. İlkin yetenek, sonra bu bilgiler. Ama<br />
bu bilgiler olmadan yetenekle ressam olunmazdı.<br />
<strong>20</strong>. yüzyıl sanatındaki devrim, sanatı bütün bunlardan<br />
kurtardı. Daha özgürlükçü bir yere doğru<br />
gitmeye başladı. Çünkü tıkanmıştı. Yani Monet’den<br />
daha iyi bir empresyonist resim yapmanızın imkânı<br />
yoktu. Sonuna kadar gitmişlerdi. Ve burada,<br />
sanatta devrim gerçekten <strong>19</strong>00’lerin başlarında<br />
tam olarak da <strong>19</strong>14’te Kübizm akımıyla ortaya<br />
çıktı ve edebiyatta onu Dadaizm, biraz sonra da<br />
Sürrealizm izledi. Bu akımların yani Kübizmin,<br />
Dadaizm demeyelim çünkü Dadaizm gerçekten<br />
bir nihilist akımdı. O hiçbir kuralı tanımıyordu ve<br />
hiçbir kural koymuyordu. Nihilist ve anarşist bir<br />
akımdı. Ama Sürrealizm’e Dadaizm’den geldiğimizde<br />
Sürrealistler kimlerin mirasçısı olduklarını<br />
gayet açık bir şekilde ortaya koydular. Bu şairlere<br />
baktığımızda, bunlar klasik dönemin şairleriydi<br />
ama daha önceki dönemlerde pek önemsenmemişlerdi.<br />
Sürrealistler onları bulup çıkardılar.<br />
Şimdi aynı durumla Garip şiirinde de karşılaşırız.<br />
Gerçi Nazım Hikmet, Türk şiirinde bir devrim yaptı,<br />
gerek diliyle gerek estetiğiyle ama tek başına<br />
kaldı. Nazım’ın yolundan gidenlerin arasında bir<br />
tane önemli şair çıkmadı. Garip şiiri de o sıralarda<br />
biz gençleri kendisine bir çekim gücüyle çekti ama<br />
bizlerin arasında da Garip şiirini devam ettiren<br />
çıkmadı. Ve ben kendimde pek fazla şair yeteneği<br />
bulmadığımı, Tanrı’ya şükür, çok erken yaşlarda<br />
gördüm. Şiirlerimi yayınlıyordu dergiler, ama hemen<br />
ardından öyküye döndüm. Öyküde de bize,<br />
239<br />
benim kuşağıma, bana ama aynı zamanda benim<br />
kuşağımın yazarlarına Demir Özlülere, Adnan Özyalçınerlere,<br />
Onat Kutlarlara yol gösterici niteliği<br />
olan Sait Faik hayattaydı. Hayattaydı ve ölümünden<br />
çok kısa bir zaman önce, tam olarak söyleyeyim<br />
size iki buçuk ay önce, şaşırtıcı bir kitap yayınladı:<br />
Alemdağı’nda Var Bir Yılan. Bu kitap Türk<br />
edebiyatında bir dönemeç noktasını oluşturur. İlk<br />
kez bizim o güne kadar gerçekçi diye bildiğimiz,<br />
gerçekçiliğin kıyısında dolaşan toplumcu-gerçekçi<br />
olan edebiyatın -egemen edebiyatın- içinde o<br />
güne kadar görmediğimiz Anka kuşu gibi bir durumla<br />
karşılaştık. Yani hepimizin başına sanki taş<br />
düşmüştü. Neydi bu Sait Faik’in Alemdağı’nda Var<br />
Bir Yılan’ını oluşturan öykülerdeki özellik? Gerçeğin<br />
içindeki düşü -daha sonra ben onu öyle ifade<br />
ettim, kendim için kullandım ama Sait Faik’e<br />
daha çok yakıştığını düşünüyorum- düşün içindeki<br />
gerçeği dile getiriyordu ve bunu hiçbir entelektüel<br />
birikimle değil sanki içgüdüsel bir biçimde dile getiriyordu.<br />
Yani Sait Faik’i okuduğumuzda büyük bir<br />
entelektüel ile karşı karşıya olmadığımızı hemen<br />
görürüz. Ama o hayatın içinden geliyordu. Kimi<br />
yazar vardır Balzac gibi hayata gider yazdığı eserlerle,<br />
kimi yazarlar vardır Sait Faik gibi hayatın<br />
içinden gelir. Sait Faik hayatın içinden geliyordu,<br />
ama olağanüstü yaratıcı gücüyle ve ileriyi görüşüyle<br />
bizim için bir başlangıç noktası oldu.<br />
R. K.: Yani sade bir söylemle sıradan bir insanı<br />
anlatması. Tabii bu hayattan gelme biraz da Yunus<br />
Emre’yi hatırlatıyor bize. Tabii Yunus Emre’nin de<br />
sizin üzerinizde çok büyük etkileri var. Gerek yazı<br />
hayatınızda gerek şiirlerinizde gerekse öykülerinizde.<br />
Siz Mavi hareketi içinde de bir süre bulunuyorsunuz.<br />
Manifestosunu falan yazıyorsunuz. Ve<br />
diyorsunuz ki erken yazmaya başlamamın sebebinde<br />
mutsuz bir çocukluk dönemi var. Çünkü o<br />
dönem II. Dünya Savaşı yoksulluğuyla, bütün sıkıntılarıyla<br />
bütün Türkiye’yi bütün dünyayı saran<br />
bir felaket. Diyorsunuz ki çünkü o dünyada yaşayamayan<br />
bir çocuk o dünyadan kaçmak ister. Yazı<br />
bir kaçış mı oldu böylece sizin için? Yani şiirden<br />
çok öyküye yönelmeniz bir kaçış mı acaba?<br />
F. E.: Kaçış, diyemem, ama bir yerde söyledim<br />
ya da yazdım: en dayanılmaz yalnızlık çocuk yalnızlığıdır.<br />
Ramazan Bey’in söylediği gibi ben çocukluğu,<br />
ilk çocukluğu, savaş yıllarında yaşadım.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
O yılları yaşamamış insanlara o günün yoksulluğunu<br />
ve yoksunluğunu anlatmak çok güçtür. Ben<br />
bir memur çocuğuyum, İstanbul’da doğdum. Çok<br />
fazla şikâyete hakkım olduğunu da zannetmiyorum,<br />
ama insan yalnız kendi yaşamını değil çevresinin<br />
yaşamını da paylaşır. Yalnız kendi yoksulluğunu<br />
değil, o insanların da yoksulluğunu paylaşır,<br />
görür, tanık olur ve onlar derin izler bırakır bir<br />
çocuğun üzerinde özellikle. Öylesine bir yalnızlık<br />
söz konusuydu ki yoksullukla birlikte, bir okuma<br />
tutkusu beni o dünyanın içine alıp götürüyordu.<br />
Bir gün bir lisede yaptığım, pek böyle toplantılara<br />
ben katılmıyorum ama çocuklar, orta öğretimden<br />
çağırdıkları zaman da onlara karşı koyamıyorum.<br />
İki yıl önce bir lisede yaptığım konuşmada bu okumayla<br />
ilgili, o yıllardaki okumayla ilgili bir örnek<br />
verdim. O yıllarda bugünkü gibi poşetler yoktu.<br />
Benim yaşıma yakın olanlar hatırlarlar gazete kâğıtlarından,<br />
kitap kâğıtlarından kesekâğıtları yapılırdı.<br />
Unlu hamurla yapıştırılırdı. Ve onun içine<br />
domates, patates… Her şey onun içine konulurdu.<br />
Bizim evimize o kesekâğıtları geldiğinde ben o<br />
kesekâğıtlarını açar yırtılmadan o kesekâğıtlarını<br />
okurdum. Bunu çocuklara söylediğimde gördüm.<br />
Karşımda hiçbiri hiçbir şey anlamadı. Yani bunun<br />
ne kadar derin bir anlamı olduğunu anlamadılar.<br />
Haklıydılar, çünkü öyle bir dünyadan gelmiyorlardı.<br />
O aşılmıştı Türkiye’de, hayal edilmesi bile güçtü.<br />
Babama borçlu olduğum belki en önemli şey,<br />
mahallede bir kitapçı vardı. O zamanlar kiralık kitap<br />
verilirdi. Gecesi beş kuruş yahut on kuruş hatırlamıyorum.<br />
O kitapçıya babam benim istediğim<br />
kadar kitap kiralayabileceğimi, parasını kendisinden<br />
alacağını söylemişti. Ben de gündelik beş kuruşsa<br />
eğer bir günde iki kitap okuyayım, gene beş<br />
kuruşa gelsin diye iki kitap okurdum. İlk okumalarımı<br />
tabii ki hatırlamıyorum ama çok kötü kitap<br />
okumadığımı söyleyebilirim. Çok erken yaşlarda<br />
Rus klasiklerini okudum. Dostoyevski’yi, Gogol’ü,<br />
Tolstoy’u, Çehov’u. Ve ortaokul son sınıfta ve lisenin<br />
başlarında da Varlık yayınlarını tesadüfen keşfettim.<br />
Bir liraya kitaplar basıyordu Yaşar Nabi. Ve<br />
yaklaşık olarak modern edebiyat diyelim, modern<br />
edebiyata da o kanalla girdik. Yerli yazarlarımızı,<br />
başta Sait Faik olmak üzere, hem de yabancı yazarları<br />
yayınlıyordu Yaşar Nabi Bey Varlık yayınları<br />
arasında. Yani Hemingwayleri, Steinbeckleri,<br />
küçük Dostoyevskileri. Çünkü iki liralık kitap ba-<br />
240<br />
samıyordu satamam diye. Dolayısıyla iki liralık kitap<br />
ne demek? İki yüz sayfalık kitap demek. Hayır,<br />
bütün kitapları, onun için Sait Faik’in kitapları hep<br />
küçük kitaplardır. Seksen sayfa, yetmiş beş sayfa,<br />
doksan iki sayfa. Öyleydi durum. Sorunuza dolaylı<br />
bir yanıt verdim. Ama kaçma değil, hayır, tam tersine<br />
yaşamın içine bir yolculuktu benim için yazmak.<br />
Ve hep öyle oldu.<br />
R. K.: Tabii siz Paris’te uzun yıllar kaldınız. Resim<br />
eğitimi, sanat tarihi eğitimi de aldınız. Tabii<br />
bu eğitimin sizin öykülerinizde izlerini bulmak<br />
mümkün. Orada ve daha sonra Kafka’yla Çehov’u<br />
tanıdınız Dostoyevski’den sonra. Bunların sizin<br />
üzerinizdeki bu durum öykücülüğü bakımından<br />
etkisi ne oldu?<br />
F. E.: Şimdi insanoğlunun yaşadığı bazı gerçekler<br />
vardır. Onlar sizi değiştirir. Bir günde değişirsiniz.<br />
Artık aynı insan değilsinizdir. Ama bu aynı<br />
zamanda elinize aldığınız bir kitapla da gerçekleşebilir.<br />
Bu anlamda, bendeki ilk olumlu anlamda<br />
değişiklik, beni başka bir yerlere götüren, içinde<br />
bulunduğum yerden alıp başka bir yere götüren<br />
ve bana yeni yolların da mümkün olduğunu gösteren<br />
Sait Faik oldu. Sait Faik’ten sonra, saydığınız<br />
yazarları da çok erken yaşta okudum. Kafka’yı da,<br />
Çehov’u da. Çehov tabii çevrilmişti. Hasan Âli’nin<br />
Millî Eğitim Bakanlığı klasikleri içinde hemen hemen<br />
bütün Çehov’lar çevrilmişti. Ve o kitaplar bizim<br />
öğrenci bütçemizle alabileceğimiz ucuzlukta<br />
kitaplardı. Tüm öyküleri üç cilt halinde çevrilmişti.<br />
Oyunları çevrilmişti. Bozkırda adlı uzun öyküsü<br />
çevrilmişti. Kafka geç çevrildi. Yani görece geç<br />
çevrildi. Zaten dünyada da geç keşfedilmiş bir yazardır.<br />
Ama onu da, yani on sekiz on dokuz yaşında<br />
hatmettim diyemem ama keşfetmiştim. Sait<br />
Faik’ten sonra benim üzerimdeki en büyük etki,<br />
bende bir değişim sağlayan etki Kafka oldu. Her<br />
zaman söyledim. Kitaplarım yabancı dillere çevrildiğinde<br />
çıkan yazılarda hep Kafka’nın adı geçer.<br />
Ama ben bundan onur duyarım. Keza benimle ilgili<br />
yapılan tezlerde de, genel olarak karşılaştırmalı<br />
edebiyat tezlerinde, hep Kafka’yla anmışlardır<br />
beni. Gerçi ben Kafka gibi, Kafka türü bir yazarım<br />
belki ama Kafka’nın izinde giden bir yazar değilim.<br />
Çünkü bende özellikle Hakkâri’de Bir Mevsim’den<br />
sonra çok belirgin bir şekilde gelişen bir gerçeklik<br />
duygusu vardır. Kafka’da bu hiç yoktur. Gerçekliğin
içinde eğer bir fantezi, bir düş varsa o bende vardır,<br />
ama Kafka’nın dünyası başka bir dünyadır. Bu<br />
dünyanın içindeki bir dünyadır ama bu dünya değildir.<br />
Böyle bir ayrımın altını tabii çizmek lazım.<br />
Hoş Kafka öyle bir, bugün ne diyorlar, isim ki…<br />
Marka diyorlar bugün değil mi bu tür şeylere?<br />
R. K.: Kafkaesk.<br />
F. E.: Terbiyesizce marka diyorlar bunlara. Efendim<br />
hatta bazen okumalara da tüketmek diyorlar.<br />
Dostoyevski’yi tüketmek diyorlar, nasıl tüketiyorsa.<br />
Kafka, evet böyle bir isim -damga diyelim,<br />
marka demeyelim- böyle bir damga. Biraz aykırı<br />
biraz gerçekçilik dışı, biraz fantastik öge taşıyan<br />
hemen hemen tüm eserlere, çevrildiği zaman<br />
başka bir dile Türkçe yahut Farsça yahut Bulgarca,<br />
Yunanca hemen sıfat Kafkaesk’tir. Ama doğru<br />
bir şey değil bu.<br />
R. K.: Şimdi efendim tabii okuduğunuz yazarların<br />
sizdeki etkilerinden bahsettik. Bir de hani<br />
dediniz ya insan değişiyor, insanı bazen kitaplar<br />
değiştiriyor, bazen sözler değiştiriyor, bazen de<br />
durumlar değiştiriyor. Yani gördüğünüz gerçeklik<br />
değiştiriyor. Sizin bir Hakkâri yolculuğunuz var.<br />
Askerlik yapmak üzere Paris’ten geliyorsunuz.<br />
Gerçekten ondan sonra sizin hem öykülerinizdeki<br />
tematik anlatı değişiyor, hem gerçeği sorgulamanız,<br />
yaklaşımınız değişiyor. Bunu kısaca anlatabilir<br />
misiniz? Çünkü ondan sonra küçürek öykülere geçeceğiz.<br />
Buyurun lütfen.<br />
F. E.: Şimdi bir yazarın okumasıyla yazar olmayan<br />
bir insanın okuması arasında tabii bir fark<br />
vardır. Bir yazar herhangi bir kitabı okurken -biraz<br />
da çok hoş bir şey değildir bu ama- bir yazar olarak<br />
okur. Yani ille de ondan bir şey öğrenmek için<br />
değil ama demek ki böyle de yazılıyormuş dersiniz<br />
ve metnin lezzetini bir yerde kaçırırsınız kimi<br />
zaman. Çünkü orada aradığınız artık sizin işinize<br />
yarayacak olan ögelerin altını çizmektir. Bundan<br />
da kaçınmanın olanağı yoktur. Dolayısıyla böyle<br />
de yazılabilirmiş deyip bende iz bırakan yazarları<br />
Sait Faik başta olmak üzere Kafka’yı ve tabii zihinsel<br />
etkilenme açısından da gerçeküstücüleri ve<br />
varoluşçuları saymam haktanırlık olur. Yani bunların<br />
arasında ilk kez elime aldığımda dünyamı şaşırdığım<br />
yazarlar ve şairler vardır. Rimbaud gibi,<br />
Lautremont gibi… Yunus’u saymıyorum, çünkü<br />
241<br />
çocukluğumdan beri evde ilahileri ile büyüdüğüm,<br />
sanırım ki Türkçemin oluşmasında birinci dereceden<br />
etkili, dünyanın en büyük ozanlarından biridir,<br />
ama o bizdendir. Onun için onu saymıyorum.<br />
Bir de insanların yaşadığı anlar vardır insanları<br />
değiştiren. Bu bir aşk olabilir, bu bir yakınınızın<br />
ölümü olabilir, bu doğan bir çocuğunuz olabilir.<br />
Ben bu anlamdaki değişikliği ki ikinci doğumum<br />
derim Hakkâri’ye gittiğimde yaşadım. Hakkâri’ye<br />
uzun bir Paris ikametinden sonra, hemen hemen<br />
İstanbul’da birkaç hafta kalıp doğrudan doğruya<br />
tayin oldum. Hakkâri’ye gittim. Hakkâri’deki o<br />
dönemin valisi dedi ki bana “Siz Paris’ten geliyormuşsunuz,<br />
size Paris ile kafiyeli bir köy bulduk:<br />
Pirkanis. Paris – Pirkanis. Orda yabancılık çekmezsiniz.”<br />
dedi.<br />
R. K.: İsabet olmuş yani…<br />
F. E.: Bir anlamda evet, isabet. Tehlikeli bir isabet<br />
ama isabet. O dönemin Hakkâri’si bugünün<br />
Hakkâri’si değildi. Terör olayları yoktu, ama yoksulluk<br />
diz boyuydu. Tabii ki telefon, elektrik, yol,<br />
hiçbir şey yoktu ve Paris’le kafiyeli olan Pirkanis<br />
köyü o yörenin en yüksek köyü idi. Dolayısıyla<br />
Hakkâri’den otobüsle bir jandarma karakoluna<br />
gelip ondan sonra ordan bir katır veya at bulup -ki<br />
ilk kez ata biniyordum- o köye tırmanmak gerekiyordu.<br />
Yolumun üzerinde beş köy vardı, benimki<br />
sonuncuydu. Ama bir insanoğlunun dediğim gibi<br />
her zaman ille bu deneyimleri, değişimleri aşkla,<br />
doğumla, ölümle olmaz. Bir de tıpkı Kafka’nın eserini<br />
okuduğumda “demek böyle yazılıyormuş” dediğim<br />
gibi Hakkâri’deki on üç haneli Pirkanis köyüne<br />
gittiğimde de “demek ki böyle yaşanıyormuş”<br />
dedim. İlaçsız, doktorsuz, yolsuz, ışıksız… Bütün<br />
bir kış boyu iletişim imkânı yok. Demek böyle de<br />
yaşanıyormuş, dedim, ben yaşadığıma göre.<br />
R. K.: Şairlere böyle ortamlar çok romantik görünür<br />
ama…<br />
F. E.: Ama değil gerçek. Ve orada, o insanların<br />
hayatına baktığımda -idealleştirerek söylemiyorum,<br />
tam tersine- benim değil tanıdığım, düşlememin<br />
bile imkânı olmadığı yaşam koşulları<br />
içinde hayata egoistçe sarıldıklarını ve bizim hiç<br />
düşünmediğimiz, kendi aralarında hatta aile içinde<br />
bambaşka ilişkiler içinde olduklarını gördüm.<br />
Yani bir örnek vermek gerekirse: Alaaddin diye<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
bugün bile hatırladığım bir öğrencim vardı, kavruk<br />
bir çocuk, iki günde bir yok, gelmiyor okula. Ben<br />
de kalkıp evine gidiyorum. Babası evde. “Nerede<br />
Alaaddin?” Kar yağmıyorsa eğer koyunları alırlar<br />
otların olduğu koyaklara götürürlerdi. Yani kurda<br />
yem olmak için oğlunu gönderiyordu, kendisi<br />
gitmiyordu. Başlangıçta bunu yadırgadım, kızdım<br />
ettim ama orada insanî bir duygu aramanın yanlış<br />
olduğunu sonradan anladım. Çünkü aileyi idame<br />
ettirecek olan babaydı, anlatabiliyor muyum? Bunun<br />
tabii ki düşünsel planda analizini yapıp bunu<br />
yapmıyordu, ama içgüdüsel olarak bunun böyle<br />
olduğunu biliyordu. Dolayısıyla ben Hakkâri’den<br />
değişmiş, yeniden doğmuş biri olarak döndüm ve<br />
dünyaya, insanlara başka bir gözle bakmaya başladım.<br />
Bu da ister istemez yazdıklarımı etkiledi.<br />
R. K.: Efendim gerçekten 64’ten sonra tabii<br />
64’lerin Hakkâri’sini düşünürsek o zamanki Türkiye<br />
genel olarak ki savaş sonrası yoksulluğun ve<br />
yıkımın etkisini uzun süreler atlatamadı. Bu dönüşümden<br />
sonra sizin öykülerinizde tematik olarak<br />
çok derin bir dikey boyutta bireyin dünya ile olan<br />
yüzleşmesi, kendisi ile olan yüzleşmesini konu<br />
ediniyorsunuz. Aynı zamanda özellikle 60’tan<br />
sonraki öykülerinizde kısa öyküden yavaş yavaş<br />
küçürek öykülere doğru bir yönelim başlıyor. İşte<br />
Doğu Öyküleri 51 yılında yayımlandı. Dört kısa, on<br />
yedi küçürek öykü var. İşte Deniz, İşte Maria’da beş<br />
kısa, otuz küçürek öykü var. Do Sesi, <strong>20</strong>02’de, elli<br />
dokuz küçürek öykü var. Yani sizin anlatı dünyanızda<br />
küçürekleşen bir anlatı düzlemine doğru bir<br />
kayma var. Bu gerçekten bir eğilim mi? Yani çağımız<br />
anlatı dünyasının bir eğilimi mi? Hani modern<br />
insanın zamansızlığı, yurtsuzluğu, iletişimsizliği…<br />
Bunu duyması ve bunu anlatmaktaki bu zamansızlığın<br />
bir ifadesi mi, yoksa başka sebepleri de<br />
var mı?<br />
F. E.: Bunun benim açımdan tek sebebi benim<br />
yazarlığımla ilgilidir. Ben ilk öykülerimde yani ilk<br />
öykü kitabım uzun bir öyküdür, beş bölümden<br />
oluşan uzun bir öyküdür Kaçkınlar. Onu izleyen<br />
Bozgun’da -Paris’te yazdığım, <strong>19</strong>60’da- da o zamanlar<br />
minimalist yahut küçürek demediğimiz,<br />
ama küçük metinlerden oluşan birçok -öykü diyemiyorum<br />
onlara- metin vardır.<br />
R. K.: Anlatı.<br />
242<br />
F. E.: Anlatı vardır. Daha sonra da o tür küçük<br />
öyküler yazdım. Fakat özellikle, sizin küçürek, benim<br />
bir dönem minimalist dediğim -ama yavaş<br />
yavaş ben de küçüreğe alışmaya başladım- öyküler<br />
özellikle <strong>19</strong>76’dan sonra yani bu Hakkâri’de<br />
Bir Mevsim’i yazdıktan sonra gündeme geldi ve<br />
<strong>19</strong>90’dan sonra ağırlık kazanmaya başladı. Nedir<br />
küçürek öykü? Az evvel sorular sordular size<br />
küçürek öyküyle ilgili. Bir hocanın sözünü ettiği<br />
“sınırlarını çizmek, kurallarını koymak” doğrudur.<br />
Bir edebiyat tarihçisi için bu gerekebilir, çünkü işlerini<br />
kolaylaştırır. Ama böyle bir kuralın yaygın,<br />
bir başkası tarafından kullanabilecek bir kuralın<br />
varolduğunu zannetmiyorum. Hiç mi kuralsız?<br />
Hayır. Ramazan Bey’e hep söylemişimdir, böyle<br />
küçürek öykü yazan birçok genç yazarın bilmediği<br />
bu: mutlaka bir kural sizin kendi kendinize koymanız<br />
lazım. Bu kurallar, bir iki tanesini açıklayayım<br />
isterseniz, ben yazarken örneğin derim ki Otuz iki<br />
sözcükle yazacaksın bu öyküyü, bir sözcüğü hiçbir<br />
zaman ikinci kez kullanmayacaksın, sadece iki fiilin<br />
olacak. Çünkü eğer bu kurallarınızı koymazsanız<br />
bunun tersi de olur, yazmak eyleminde yaptım,<br />
eğer hiçbir kuralınız olmazsa olmaz. Tıpkı Garip<br />
şiirinin ayaksız, uyaksız olduğunu görüp ben de<br />
bunu yazarım diyen ya da Picasso’nun eğri büğrü<br />
figürlerine bakıp, efendim, bunlardan daha iyisini<br />
ben de yaparım, diyen Kenan Evren’e dönersiniz.<br />
Orada bir kural var da o kuralı siz bilmiyorsunuz.<br />
Orada kural olmaz olur mu? Şimdi burada benim<br />
yazdıklarımda kendi kendime koyduğum gizli kurallar<br />
vardır. Bunu bir başkasının, bir edebiyat<br />
eleştirmeninin görmesinin imkânı yok ve ayrıca<br />
görmesi gerekmiyor, ama tümüyle kuralsız olmaz.<br />
Ben <strong>19</strong>90’dan sonra yazdıklarıma minimalist<br />
öyküler adını verdim. Biliyorsunuz Türkiye’deki<br />
sanat akımları hep dışardan gelmiştir. Özellikle<br />
Fransa’dan gelmiştir, gerek resimde gerek edebiyatta.<br />
İlk defa Türkiye’de ben minimalist dedim<br />
bu öykülere ve bir yıl sonra Fransa’da minimalist<br />
yazarlar çıkmaya başladı. Benim minimalist dediğimi<br />
duydukları için ya da o öykülerin hemen<br />
Fransızcaya çevrildiği için değil, ama böyle ortak<br />
şeyler vardır, havalar vardır ve birbirinden habersiz<br />
yazarlar ve çizerler aynı anda, çoğu kez aynı<br />
şeyi yaparlar. Sanat tarihinde de bunun örnekleri<br />
çoktur. Mesela resim alanında Empresyonistler<br />
aynı şeyi yapıyorlardı ama Empresyonizm adı
verilmemişti ve birbirlerinden birçoğunun haberi<br />
yoktu. Kimisi Fransa’nın güneyindeydi kimisi kuzeyinde<br />
kimisi Paris’teydi. Birbirlerinden hiç haberleri<br />
yoktu. Ama bir baktılar ki resim dili değişmiş<br />
ve hepsi aynı resim dilinden, yeni bir resim dilinden<br />
bahsediyorlar. Edebiyatta da bu olmuştur.<br />
Büyük gerçekçilik akımı gibi. Bir yerden bir yere,<br />
Fransa’dan İngiltere’ye tabii her biri kendi öznel<br />
koşulunda ve kendi ulusal duygu ve düşüncelerini<br />
kapsayan eserler ortaya koymuşlardır ama sanat<br />
dili ve anlayışı olarak, nazariye olarak aynıdır bunlar.<br />
R. K.: Yani Modernizm’in bu zamansızlığının da<br />
bir etkisi yok mu? Yani bir arz talep meselesi…<br />
F. E.: Arz talep meselesi olduğunu zannetmiyorum.<br />
Modernite ile ilgisi olduğu tabii ki kesin.<br />
Çünkü resimde var, ben zaten minimalist sözcüğünü<br />
resim alanından ödünç aldım. Ama resimdeki<br />
minimalistle benim yaptığım minimalizm aynı<br />
şey değil. Resimdeki minimalist renk yok, biçim<br />
yok. Hatta daha evvel kullanılmış bazı eşya, kâğıt,<br />
karton parçalarını yan yana getirip özellikle<br />
küçük boyda resimler -ona İtalyanlar Arte Povera<br />
de Yoksul Sanat diyorlar- öyle bir şey. Benimkinde<br />
anlam zenginliğinin olduğunu sanıyorum, en azından<br />
onun için çalışıyorum.<br />
R. K.: Şimdi efendim bu küçürek öykülerinizdeki<br />
bireyin kendiyle ve dünyayla yüzleşmesini içeren<br />
çok metinleriniz var, anlatılarınız var ve bunların<br />
bazıları tamamlanmamış izlenimi uyandırıyor.<br />
Mesela Çığlık’ta yirmi bir öykünün on tanesi tamamlanmamış.<br />
Yani okuyucuda da bu ilgi var. Siz<br />
yazmanın paylaşmak olduğunu söylüyorsunuz,<br />
acaba okuyucu tamamlasın, böyle bir paylaşma<br />
mı bekliyorsunuz okuyucudan? Ya da sizin okuyucularınız,<br />
donanımlı okuyucular mı olmalıdır ki<br />
sizin aslında o varoluşçu düşüncenin etkisiyle yazdıklarınızı<br />
tamamlasın.<br />
F. E.: Çığlık’ta ilk kez böyle bir şey yaptım. Küçürek<br />
öyküler onda da vardı, daha adı konmamıştı.<br />
Çığlık’ta böyle bir şey yaptım, kaçını olduğunu siz<br />
söylediniz.<br />
R. K.: On tanesi.<br />
F. E.: On tanesi… Sonra kitabın sonuna bir not<br />
düştüm dedim ki bunları ben tamamlamadım<br />
243<br />
bunları isteyen tamamlayabilir, geliştirebilir...<br />
R. K.: Hatta alıp kullanabilir.<br />
F. E.: Alıp kullanabilir, kendi adına imzasını atabilir,<br />
film yapabilir, tiyatro yapabilir. Ve bazılarını<br />
tanıdım, şimdi onlar da yazar. Adları vermeyeyim<br />
ama onlardan bazı şeyler geldi bana. İşte şunu aldım,<br />
böyle yaptım vesaire... Bu bir tür balıkçı deyimi<br />
ile zokaydı, o öyküleri geliştirmenin imkânı<br />
yoktu, o öyküleri devam ettirmenin imkânı yoktu<br />
ve onlar da geliştirememişlerdi. Bunu nerden biliyorum?<br />
Hep aynı kişilerden bahsediyorum, aynı<br />
yazarlardan. Kafka’nın günlüklerinde ve bazı defterlerinde<br />
böyle küçük, bitirilmemiş öyküler vardır.<br />
Ben bir dönem onların aralarından yani iki<br />
satırlık, üç satırlık, bir paragraflık en uzunu, öykü<br />
kitaplarına almadığı, bir tür belli ki not olarak sanki<br />
düşmüş olduklarını alıp öyküye çevirmek istedim,<br />
yazmak istedim. Bu çok zor bir şey değildi.<br />
Çünkü Kafka’nın öyküleri biliyorsunuz ilk bakışta<br />
her yerde geçer. Özel olarak <strong>19</strong>00’lerin başındaki<br />
Almanya yahut Çekoslovakya yahut Prag değildir,<br />
belki öyledir ama bunu kimse okumaz, yani metinde<br />
açık açık okumaz. Dolayısıyla bir de yakınlığım<br />
olduğunu düşündüğüm için oradan parçalar aldım<br />
ve öyküleştirmeye çalıştım. Hiçbirini başaramadım,<br />
çünkü onlar kendi içinde bitmişlerdi ve sonradan<br />
gördüm ki eğer bitmemiş olsalardı zaten<br />
Kafka bitirirdi onu. Ferit Edgü’ye ihtiyacı yoktu.<br />
R. K.: Yani sizin metinleriniz bitmiş metinlerdi<br />
ama...<br />
F. E.: Bitmiş metinlerdi ama birisi çıkıp bambaşka<br />
yerlere doğru çekebilirdi ama… Sekiz on kişi<br />
aralarında senaryo yapanlar da oldu ama olmadı<br />
başaramadılar.<br />
R. K.: Dün tabii metinlerarasılıkla ilgili birkaç<br />
tebliğ vardı. Aslında bu konudan da ayrıca değerlendirme<br />
yapılabilir. Sizin son bir anlatınız çıktı<br />
Yaralı Zaman. Bir doğu yolculuğundan notlar, diyorsunuz.<br />
Doğrusu ben onu bir roman gibi okumak<br />
istedim, fakat ayrı bir özelliği vardı anlatının.<br />
Anlatı, diyorum çünkü her sayfa bir küçürek öykü,<br />
Yaralı Zaman’ın her sayfası bir küçürek öykü.<br />
Fakat bu küçürek öykülerin toplamı bir bütünün<br />
parçası yani her sayfayı bir küçürek öykü olarak<br />
da değerlendirebilirsiniz. Fakat bunlar bir roman<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olarak, bir anlatı bütünlüğü olarak da tahlil edilebilir.<br />
Bu bir tarz mı? Yani yeni anlatılarınızı böyle<br />
mi kurgulayacaksınız? Bunu açıklar mısınız?<br />
F. E.: Onu bilmiyorum. <strong>19</strong>90 yılında Berlin kentine<br />
davetliydim bir yıl için ve orada bir roman<br />
yazmaya oturdum. Çünkü davetliydik, ekmek elden<br />
su gölden yaşıyorduk orada. Rahat bir ortam<br />
vardı, çalışma olanakları çok genişti. Bir roman<br />
yazmaya başladım. Bu roman da yine Hakkâri’de<br />
geçiyordu. <strong>19</strong>96 yılında hatırlayacaksınız Halepçe<br />
kıyımı yaşandı o bölgede yani Saddam biliyorsunuz<br />
Irak Kürtlerinin çok büyük bir bölümünü gazla<br />
öldürdü. Türkiye büyük bir konuseverlik göstererek<br />
sınırlarını açtı ve oradan kaçanlar Türkiye’ye<br />
geldiler. Bu insanlık dramı sırasında ben bir gazetemize<br />
bir haber gönderdim. O yöreyi bilen, bildiğini<br />
zanneden bir insan olarak dedim ki “ben oraya<br />
gitmek istiyorum ama sizin göndermeniz koşulu<br />
ile”. Çünkü Hakkâri’ye gidiyorum deyip gitmenin<br />
o dönemde imkânı yoktu. Eksik olmasınlar bana<br />
yanıt verme gereği duymadılar ve başka bir yazarı<br />
gönderdiler oraya. Ama Halepçe benim hep buramdaki<br />
acılardan biridir. Fotoğraflarını gördüm,<br />
sakladım, orayla ilgili çıkan haberleri okudum vesaire.<br />
Filmleri gördüm… Ve romanın ekseninde<br />
Halepçe’yi görmek istiyordum. Ama ben -şimdi<br />
anlamışsınızdır- gerçekçi bir yazar değilim, ama<br />
bazı gerçekleri gerçekçi olmadan anlatmak daha<br />
kolaydır, en azından daha büyük etki sağlayabilirsiniz.<br />
Daha açık bir deyişle “gerçekçi olmadan<br />
gerçekçi olmak”. Ve klasik bir roman tasarladım<br />
ve klasik bir roman yazdım. Bir dostum var bana<br />
bir gün çok imreniyorum sana dedi. Niçin dedim.<br />
O resim yazıları yazıyor. Sen dedi, böyle yazıyorsun,<br />
ooh. Ben böyle okuyorum dedi, böyle su içer<br />
gibi. Dedim ki sana bunun yolunu öğreteyim çok<br />
kolaydır. Nedir, dedi. Otuz defa yaz otuz birincisi<br />
öyle olur dedim. Dolayısıyla masanın başına oturup<br />
o küçürek öykü dediğiniz öyküler dâhil olmak<br />
üzere -bir anda çıkanlar vardır yalan söylemeyeyim<br />
ama çok sayıda değildir onlar- çalışarak olur<br />
bu efendim. O romanı da üç kez yazdım. Romanın<br />
adı da Zap’tı. Hakkâri’nin ünlü akarsuyunun adını<br />
verdim ona, fakat yayınlamadan önce -Türkiye’ye<br />
döndükten sonra bitirdim- okudum. Bu herhangi<br />
bir roman, bildiğimiz herhangi bir roman. Bunca<br />
zaman biz sözüm ona modernist ve avangart bir<br />
244<br />
edebiyat yapmaya çalışıyoruz. Yazılmaz değil ama<br />
niçin diye sordum kendi kendime okuyucudan evvel.<br />
Ve madem dedim o küçürek öyküleri de yazıyorsun,<br />
küçürek bir roman yazılabilir mi? Şimdi<br />
siz söylediniz Hakkâri’de Bir Mevsim de aslında<br />
böyle oluşmuştur, bölümlerden oluşmuştur. Her<br />
bölümü aşağı yukarı bir öykü olarak okuyabilirsiniz<br />
fakat baştan sona birbirine bağlanırlar. Orada<br />
kişiler vardır, zaman vardır yani bir romandır o.<br />
Dedim ki tümüyle o roman yapısını bozsak, çünkü<br />
bugün yazılan romanları okuduğumda büyük bir<br />
çoğunluğunun Türkiye’de ve yurtdışında yazılan,<br />
-büyük bir kriz yaşıyor çünkü edebiyat- niçin yazıldığını<br />
ben anlamakta güçlük çekiyorum. Ya da<br />
anlıyorum: roman bugün en çok okunan tür, medyanın<br />
ilgisini çekiyor. Herhangi bir konuda, özellikle<br />
güncel konularda eğer romanın içine onları<br />
sokuşturuyorsanız o ilgi alanı daha da büyüyor.<br />
Herkes ondan bahsediyor hele biraz da böyle bir<br />
ikircikli konuları yapıyorsanız devlet de onunla ilgileniyor,<br />
hâkimler de onunla ilgileniyor, davalar<br />
açılıyor filan… Hoş bir şey. Satılıyor, para getiriyor,<br />
meşhur oluyorsunuz ama onun dışında “neden<br />
yazıldı?”. Elime aldığım bir kitabın neden yazıldığını<br />
anlamakta ben gerçekten güçlük çekiyorum.<br />
Bir defa daha belirtiyorum yalnız Türkiye’den<br />
bahsetmiyorum. Dünyada böyle dönemler olabilir<br />
ki dünya böyle bir dönem yaşıyor. Çorak bir<br />
dönem yaşıyoruz şimdi bu edebiyatta da böyle,<br />
resim alanında da böyle, sinemada da böyle, müzikte<br />
de böyle. Bir gün ne zaman, nerede yeni bir<br />
şey ortaya çıkar bilmiyoruz; çünkü biz -yani <strong>19</strong>50<br />
kuşağı diyorum- dâhil olmak üzere <strong>19</strong>. yüzyıl büyük<br />
gerçekçi edebiyatın dünyadaki ve <strong>20</strong>. yüzyıl<br />
büyük Modernist edebiyatın mirasçılarıyız. Ben<br />
beklerdim ki bizden sonra gelenler de bizlerin ve<br />
onların mirasçıları olsun. Öyle olmadı, onlar kötü<br />
bir edebiyatın mirasçısı olarak ortaya çıktılar ve<br />
roman yaratmaya değil, roman üretmeye başladılar.<br />
Bu beni rahatsız ediyordu; oraya doğru acaba<br />
meyil mi ediyorum diye. Sonunda dedim ki bunun<br />
içindeki özü acaba nasıl alabilirim? Ortaya Yaralı<br />
Zaman çıktı.<br />
R. K.: Yaralı Zaman’ın böyle bir arka planı olduğunu<br />
doğrusu öğrenmemiz iyi oldu. Teşekkür<br />
ediyoruz. Son olarak dil için insanîliğimizin açıldığı<br />
yer, diyorsunuz ve Türkçe yazmak, Türkçe dü-
şünmekten ve yazarın kendi dilini yaratmasından,<br />
bahsediyorsunuz. Bu kadar kısa metinlerde yazarın<br />
hem düşünmesi hem kendi dilini yaratması<br />
büyük sorunlar getirmiyor mu? Ne gibi sorumluluklar<br />
yüklüyor yazara?<br />
F. E.: Şimdi benim yaşadığım en büyük acı bugün<br />
Türk dilinin durumudur. Biz, az önce sözünü<br />
ettiğim gibi, birtakım yazarlardan birtakım şeyleri<br />
miras aldık. Bu aldığımız mirasın başında Türk dili<br />
gelir. Bizden önceki kuşak, arılaştırma dediğimiz<br />
Türkçenin ana yapısına, ana köklerine ve zenginliğine<br />
giden yolu açtılar ve bu dili işlemeye başladılar.<br />
Bu <strong>19</strong>50’lere doğru 45’lerden sonra tam<br />
anlamıyla başlamıştır. Ondan evvel <strong>19</strong>35’lerde<br />
40’lardaki daha sonra Türkçeye gönül veren yazarların<br />
yazılarını da okursanız bu yoktur onlarda,<br />
Nurullah Ataç da dâhil olmak üzere. Biz onlardan<br />
bu dili miras aldık ve o dile birinci dereceden, benim<br />
kuşağımın bütün yazarları, önem verdik ve o<br />
dili işledik. O kadar işledik ki o dil Türkiye’de daha<br />
evvel çevrilemeyen eserlerin, düşünce eserlerinin<br />
çevrilmesine yol açtı. Bugün artık Türkçeye hâkim<br />
bir çevirmenin çeviremeyeceği hiçbir felsefî,<br />
sosyolojik, etnolojik eser yoktur. Bunun çok seçkin<br />
örnekleri zaten çeviriler yoluyla Türkçeye kazandırılmıştır.<br />
Gönül isterdi ki bizden sonra gelen kuşak<br />
da bu mirası devam ettirsinler, aynı titizlikle<br />
korusunlar. Ne yazık ki bu gerçekleşmedi. Bugün<br />
gerek medyada gerek ne yazık ki şair ve yazarlarda<br />
bir dil kirlenmesiyle karşı karşıyayız. Dil kirlenmesi<br />
sadece yabancı sözcüklerin kullanılması<br />
anlamına gelmez. Türkçenin varolan ruhunu korumak<br />
ve onu geliştirmektir, onu bu zamanın dili<br />
haline getirmektir. Bugün böyle bir durum yok. Bu<br />
benim en büyük acımdır.<br />
R. K.: Bunu nasıl yapacak genç yazarlar?<br />
F. E.: Biz nasıl yaptıksa öyle. Bir defa dili sevecek<br />
ve dili yazarken bunun bir işçilik olduğunu bilecek.<br />
Bir sözcüğü yazdığı zaman o sözcüğün nereden<br />
gelip nereye gittiğini, çağrışımlarını bilecek. Onun<br />
yanına koyduğu sözcüğün o sözcüğe yakışıp yakışmadığını<br />
bilecek. Kendi sentaksını kuracak, kendi<br />
üslûbunu kuracak, ama Türkçe içinde kuracak,<br />
Türkçe düşünecek.<br />
R. K.: Bunun için tabii çok iyi bir Türkçe dünyadan<br />
beslenmesi gerekiyor. Sizin mesela yazıları-<br />
245<br />
nızda Sait Faik ve Yunus Emre’nin dil anlayışını,<br />
dünya anlayışını görmek mümkün, yani bireysel<br />
olandan evrensel olana gitmek, sadelikteki derinliği<br />
yakalamak bakımından söylüyorum. Tabii ki<br />
bu kaynakları gençlerin takip etmesi lazım. Şimdi<br />
efendim size aslında çok sorularımız olacak ama<br />
arkadaşlarımızdan da soru olabilir diye müsaade<br />
ederseniz söyleşiyi burada tamamlamak, ama<br />
sorular kısmıyla devam edelim, çünkü arkadaşlarımızın<br />
da soruları olacaktır. Sevgili edebiyat<br />
dostları, değerli hocalarım Ferit Edgü Beyle söyleşimizi<br />
burada sonlandırmak durumundayız. Şimdi<br />
sorularınız varsa Sayın Edgü’ye, onları almak istiyorum.<br />
Buyurun efendim, lütfen sorularımız çok<br />
kısa olsun, küçürek sorular olsun.<br />
Soru – Cevap Bölümü<br />
Konuk: Efendim hoş geldiniz demek istiyorum<br />
öncelikle. Ben öykülerde betimleme anlayışını<br />
öğrenmek istiyorum. Şu an da bir gençlik var ve<br />
zoraki betimlemelere doğru gidiyorlar. Sonuçta<br />
bana göre, göl kenarında evi olan bir adamın deniz<br />
kokusunun büyüsünü anlatması çok saçma bir<br />
şey, tabii gölün kötü olduğunu söylemiyorum ama<br />
bir yanlış yaşanmamışlık ve uğraşmayan bir toplum<br />
var, yani yazarlar var genelde, genç yazarlar<br />
bunu böyle yapıyorlar. Hayal dünyaları çok geniş<br />
oluyor ve betimlemeleri çok abartıyorlar yani<br />
genelde dergiler de bunları yayımlıyor. Öykünün<br />
zaten yarısından fazlası betimleme ile geçiyor. Ve<br />
çok gereksiz betimlemeler. Sizden bunu öğrenmek<br />
istiyorum, bunun doğrusu nedir? Betimlemenin<br />
yeri nedir bir öyküde?<br />
F. E.: Teşekkür ederim. Benim öykülerimde betimleme<br />
yoktur, onun için kısadır benim öykülerim.<br />
Betimlemeyi bir edebiyat türü olarak ve romanın<br />
bir ögesi olarak gören çok önemli yazarlar<br />
vardır hatta betimleyerek bir dünya kuran yazarlar<br />
vardır. Bizim dünyamızda, yani bizim Türk hayatımızda<br />
böylesi betimlemelere yani Proust’tan<br />
bahsediyorum böylesi betimlemelere izin verecek<br />
yaşamlar yoktur, bir. İkincisi Türkçe kısa cümle için.<br />
Türkçede Fransızca ve Almancadaki gibi bağlaçlar<br />
yoktur. Bunu yaptığınızda Yakup Kadri’nin dili<br />
gibi bir hayli tutarsız örnekler ile karşılaşırsınız;<br />
ki’lerle, ka’larla, noktalı virgüllerle… Betimlemeler<br />
içinde aynı şeyi söyleyeceğim. Betimlemeler bir<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
peyzaj, bir manzarayı da bir yazar betimler, ama<br />
bu betimlemenin bir anlamının olması lazım. Yani<br />
sadece bir göl, bir manzara yahut bir insanın yürüyüşü<br />
yahut bir evin içini betimlediğinizde bunun<br />
bir anlamı yoktur. Romanın içine girmesi ve işlev<br />
sahibi olması lazım. Bunun belki en iyi örnekleri<br />
Ahmet Hamdi’nin romanlarında vardır. Ama mesela<br />
Sait Faik’te de yoktur betimleme, iki kelime<br />
ile geçer, bende de yoktur betimleme, ama bu bir<br />
yazar tutumudur, kural değil.<br />
R. K.: Şimdi ben bir soru sormak istiyorum Sayın<br />
Edgü’ye tekrar. Şimdi her yazarın öne çıkan bir<br />
eseri vardır, deriz. Yazarla ilgili değerlendirmeler<br />
çoğunluk bu eser etrafında döner. Ferit Edgü’yü<br />
böyle bir tanımlama ile çerçevelemek istersek<br />
eğer Ferit Edgü hangi eserindedir?<br />
F. E.: Şimdi nereye gitsem böylesi yaklaşımlarla<br />
karşılaşıyorum. Gerçekten de bazı romanlar, şiirler<br />
yazarlarının, şairlerinin adını daha çok yaşatıyor.<br />
Orhan Veli’nin Süleyman Efendisi gibi, Yaşar<br />
Kemal’in İnce Memed’i gibi, Sait Faik’in Hişt Hişt<br />
öyküsü gibi, Picasso’nun Guernica’sı gibi o yazarlara,<br />
o şairlere, o ressamlara bir etiket gibi yapışır<br />
ve bundan ne yaparsanız yapın kurtulamazsınız.<br />
Bu sizin en iyi yapıtınız mıdır? Ya da sizi en<br />
iyi okurun bulabileceği, tanımlayabileceği yapıt o<br />
mudur? Kimi zaman odur, ama ondan daha fazla<br />
sizi içeren, okuyucuya sizin hakkınızda bilgi verecek<br />
olan eserler vardır. Benimki de ne yazık ki<br />
diyeceğim ama diyemiyorum, Hakkâri’dir. Nereye<br />
gitsem, Türkiye’de yahut yurtdışında o eserimle<br />
tanınıyorum...<br />
R. K.: Hakkâri’de Bir Mevsim.<br />
F. E.: Hakkâri’de Bir Mevsim. Bunu yıllarca önce<br />
Berlin’de yine böyle bir toplantıda “ne yazık ki” kelimesini<br />
orada kullandım, dinleyicilerden biri kalktı<br />
“ne münasebet ne yazık ki diyorsunuz” meğerse<br />
benden daha fazla seviyormuş Hakkâri’yi, onun<br />
için ne yazık demiyorum ama Hakkâri’dir.<br />
R. K.: Çünkü doğrusu benim kanaatim de odur,<br />
yani Hakkâri’de Bir Mevsim ama bunu sizden duymak<br />
önemliydi. Teşekkür ederim. Buyurun efendim.<br />
Konuk: Neden Paris’te bir mevsim değilde<br />
Hakkâri’de bir mevsim?<br />
246<br />
R. K.: Paris’te altı yedi yıl kaldınız değil mi?<br />
F. E.: Daha fazla kaldım ama şimdi ben Paris’te<br />
kendimi hep bir konuk olarak gördüm, nasıl olsa<br />
bir gün gideceğimi biliyordum. Özellikle Paris’te,<br />
Avrupa’da genellikle, ama Paris’te siz orada kimin<br />
konuğusunuzdur? Fransa’nın yahut Paris’in<br />
değil, Fransız kültürünün, Fransız sanatının konuğusunuzdur.<br />
Alışverişiniz onlarladır ve bu alışverişten<br />
yararlı çıkan sizsinizdir. Aslında bir diyalog<br />
söz konusu değildir, onlara siz bir şey vermezsiniz<br />
oradan alırsınız. Paris’teki hayat benim için<br />
böyle bir hayattı. Dolayısıyla Paris’in kent olarak<br />
benim üzerimde hiçbir etkisi olmadı, ama bir kış<br />
boyu yaşadığım on üç haneli Pirkanis köyünün bu<br />
anlamda bir etkisi oldu, onun için Hakkâri’de Bir<br />
Mevsim.<br />
Konuk: Rasim (Özdenören) Bey’in kendisi ile<br />
yapılan bir söyleşide dile getirdiği bir cümle var:<br />
“Huzurun öyküsü olmaz, mutluluğun öyküsü olmaz.”<br />
Az önceki oturumda da Hülya Hanım vesilesiyle<br />
o cümle tekrar geçti. Ferit Bey Paris’te bulunuyor,<br />
Berlin’de bulunuyor; ama doğu öyküleri var<br />
işte Hakkâri’de Bir Mevsim var, ve Yaralı Zaman’da<br />
Halepçe katliamı var. Acaba Batı, Berlin ve Paris<br />
mutluluk yeri mi? Mekânı mı? Oraların öyküsünü<br />
neden anlatmaz? Arkadaşımız da sordu, neden<br />
Paris’te bir mevsim değil Hakkâri’de Bir Mevsim?<br />
Yani Ferit Bey de mutluluğun öyküsünün olup olmadığına<br />
mı inanıyor? Yani Ferit Bey’e göre mutluluğun<br />
öyküsü olur mu?<br />
R. K.: Teşekkür ederiz. Biz bir önceki oturumda<br />
mutluluğun öyküsünün olamayacağını söylemiştik,<br />
siz ne diyorsunuz?<br />
F. E.: Ben değil Tolstoy söylüyor, “mutlu insanların<br />
romanı yazılamaz” diyor. Bence de öyle,<br />
çünkü mutluluk yaşanılan ve paylaşılan bir şeydir.<br />
Bir acıdır insana yazdıran, yalnızlıktır, anlatabiliyor<br />
muyum? Nazım’ın ünlü bir dizesi vardır, dostu<br />
Abidin Dino’ya hitap ettiği “Mutluluğun resmini<br />
yapabilir misin Abidin?” diyor. Abidin Dino’nun<br />
<strong>19</strong>76’da Ankara’da bir sergisini düzenliyorum.<br />
Çiçek resimleri yapmıştı ve bana “ne olur çiçeklere<br />
isimleri sen ver” dedi. Bir tane çok sevdiğim,<br />
tek renk, kırmızı, düşsel bir lâle resmi vardı ve o<br />
resme “mutluluğun resmi” dedim, Nazım’a cevap<br />
olarak. Abidin kızdı sonra dedi ki “benim haddime
mi düşmüş mutluluğun resmini yapmak.” Mutluluğun<br />
resmi de galiba yapılmaz…<br />
R. K.: Sonra yaptı zannediyorum, değil mi?<br />
F. E.: Yapmadı yapmadı. Efendim mutluluğun<br />
resmi belki olabilir, ama romanı yazılamaz. Şiiri<br />
olur. Çok var. Oktay Rıfat’ın şiirlerini hatırlayalım,<br />
çok güzel mutluluk şiirleri vardır. Nazım’da da vardır.<br />
Bütün şairlerde vardır. Ama romanda olmaz.<br />
R. K.: Yani belki de insan bu yalnızlığını değiştiremiyor,<br />
mutsuzluğunu değiştiremiyor, o değiştiremediği<br />
dünyaya karşı bir tavır geliştirmek<br />
istiyor.<br />
F. E.: Mutluluğun içinde yazmaya iteleyici motor<br />
yok.<br />
R. K.: O bakımdan mutlu insan ne yapar?<br />
F. E.: Yaşasın, mutluluğunu yaşasın.<br />
R. K.: Mutluluğun öyküsü olmaz. Acılardır belki<br />
de insanı… Nebi Hezri’nin çok güzel bir şiiri vardı.<br />
Diyor ki<br />
Dertsiz adam aktarmayın<br />
Tanrım dert çekmeye sabr, dözüm ver<br />
Talihin yolları kıştır, borandır<br />
Dertliler dünyada yarım peygamber,<br />
Dertsizler dünyada yarım insandır<br />
Belki de Haşim bu yüzden “melâli anlamayan<br />
nesle aşina değiliz” diyor. Doğrusu yaşamın başka<br />
yönlerini, derin boyuttaki gerçekliğini bize hüzünler<br />
gösterir, melâl gösterir. Tabii ki kahkaha ezer<br />
geçer. Mutlaka hüzne batmamak şartıyla onu yazmak,<br />
dönüştürmek, dünyayı anlamak derin boyutta<br />
elbette bir gereklilik, itici bir tarafı var Sayın<br />
Edgü’nün söylediği gibi. Başka sorunuz var mı?<br />
Rasim Özdenören: Efendim ben bir katkı sağlamak<br />
istiyorum bu mutluluk konusuna. Benim aslında<br />
söylediğim şey mutluluğun öyküsü yazılmaz<br />
değil, huzurun öyküsü yazılmaz. Burada lütfen bir<br />
kelime oyunu yaptığımı düşünmeyin. Mutluluğun<br />
belki bir öyküsü yazılabilir çünkü mutluluğun içinde<br />
çatışma da söz konusu. Çatışmasının üstesinden<br />
gelen biri mutlu olabilir ve o mutluluk veya<br />
mutluluğa giden yollar pekâlâ dile getirilebilir<br />
247<br />
diye düşünüyorum. Huzur ayrı bir şey. Huzurda<br />
statiklik vardır, durağanlık vardır. Bizim Türk masalları<br />
bir sürü çatışmalardan sonra neticede bir<br />
huzura gelir, diyelim ki âşıklar buluşmuşlardır. Onlar<br />
ermiş muradına biz çıkalım kerevetine cümlesiyle<br />
veya böyle bir ifadeyle bitirilir. Burada artık<br />
mutluluktan ziyade huzurun ifadesi, huzurun dile<br />
getirilmesi söz konusudur, ondan sonra yazacak<br />
bir şey yoktur. Oysa yazacak şey çatışmayla kaim<br />
olan, çatışmayla olanak içine giren, mümkün olabilen<br />
olay diye düşünüyorum. Bir de Ferit Bey’in<br />
konuşmasını hep başımı sallayarak, onaylayarak<br />
dinledim ama bir yerde zannediyorum gene bir<br />
farklı durumumuz söz konusu oldu. O da şu: Ferit<br />
Bey günümüzün yazarından sanki şikâyet ediyor<br />
gibi algıladım... Kendileri de günümüz yazarı değil<br />
mi?<br />
F. E.: Son nesli kastediyorum, son kuşağı kastediyorum,<br />
onların sanki mirası yağma edil... Tümünü,<br />
tümünü söylemiyorum, genel olarak söylüyorum<br />
yoksa genç yazarların arasında, yani bizden<br />
sonra gelenlerin arasında -onlar da orta yaşlı<br />
oldu- çok yetenekli çok iyi öykücüler var, çok iyi<br />
romancılar var elbette.<br />
R. Ö.: Burada şöyle bir tuzağa düşmek her zaman<br />
söz konusu olabilir. Diyelim ki <strong>20</strong>.yüzyılın ilk<br />
yarısında <strong>19</strong>25–50 arası dönemde Fransa’da yeni<br />
roman diye bir akım çıkıyor. Şimdi bu yazarların<br />
metinlerine baktığımızda diyelim Alain Robbe<br />
Grillet Dostoyevski’den herhangi bir şey almamış,<br />
Tolstoy’dan hiçbir şey almamış gibi düşünebiliriz.<br />
Bir tür kendi mirasına ihanet etmiş gibi düşünebiliriz,<br />
ama bir başka açıdan baktığımızda o kendi<br />
yolunu kendi açan, kendi yolunu kendisi döşeyen<br />
bir yazar ve bir yazarlar nesli olarak da düşünebiliriz.<br />
F. E.: Ama onların hepsi doğru dürüst Fransızcayla<br />
yazıyordu. Alain Robbe Grillet şimdi zaten<br />
Academie Francaise’in üyesi.<br />
R. Ö.: Dolayısıyla bence bu konuda fazla aceleci<br />
olmamak gerekir, diye düşünüyorum. Teşekkür<br />
ederim.<br />
F. E.: Ben isim vermedim ama sizlere bıraktım<br />
kimlerden bahsettiğimi anlarsınız diye.<br />
R. K.: Teşekkür ediyoruz Sayın Özdenören. Ha-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
nımefendi buyurun.<br />
Konuk: Hem şiirde, hem de romanda, küçürek<br />
öykülerdeki imge kavramı hakkında ne düşündüğünü<br />
öğrenmek istiyorum.<br />
F. E.: Güzel bir soru ve edebiyatın odak noktasına<br />
yerleşmesi gereken bir soru. Genel olarak<br />
bizim edebiyatımızda, özellikle şiirde, imge<br />
sözcüğü yanlış anlaşılmıştır. İmge olduğundan<br />
birtakım benzetmeler, alegoriler, metaforlar hep<br />
düşünülmüştür. Attila İlhan şiirinden bahsedecek<br />
olursak, onun izleyicilerinden. Oysa Oktay Rıfat’ın<br />
bir şiirinde yaklaşık olarak söylüyorum belleğimden<br />
“damalı bir masa örtüsü, üzerinde bir sürahi”<br />
diyor. Bence imge budur. Bu da bir imgedir, çünkü<br />
imgenin gerçek köksel anlamı nedir? Resim.<br />
Bir resim çiziyor o sözcüklerle ve modernitenin<br />
getirdiği imge anlayışı kanımca budur. Romanda<br />
da şiirde de budur. Ben de imgelerle yazıyorum<br />
başka türlü düşüncelerle yazılmaz, düşünceler de<br />
ancak imge olduğu zaman romanın içinde ve şiirin<br />
içinde, öykünün içinde yer alabilir.<br />
R. K.: Poetik anlamda imgenin bir yaratıcı tarafı<br />
yok mu? Yani sürekli çağrışımlara açılan…<br />
F. E.: Elbette var, öyküde mesela...<br />
R. K.: Şimdi onu soruyor hanımefendi.<br />
F. E.: İmge eninde sonunda bir resimdir. Bir<br />
düşüncemizi de bir resim yoluyla anlatmak ve<br />
duyurmaktır. Yani o resmin dışında imgenin bana<br />
verebildiği çağrışımlara ben belki de kapalıyım,<br />
onu anlamıyorum ve onu kötü bir edebiyat olarak<br />
görüyorum.<br />
R. K.: O zaman yani şiirle küçürek öykünün kesişim<br />
noktası...<br />
F. E.: Kesişim noktası... Şiirde bir bütünlük gerekir.<br />
Yani başı, ortası ve sonu olmalı şiirin. Gelişmesi<br />
vardır kendi içinde dilsel olarak ve kimi zaman<br />
da elbette kalıp olarak. Öyküde -en azından benim<br />
yazdığım öyküde- bu yok. Ben düşündüğüm<br />
bir öykünün -bir olay diyemiyorum ama olay da<br />
var benim yazdıklarımda- kimi zaman başını ve<br />
sonunu atıyorum ve istiyorum ki okur aktif bir<br />
okur olsun ve kendisi tamamlasın. Çağrışımlara<br />
böylece açmış oluyorum. Sizin oradaki tamamladığınız<br />
biçimi ile Ramazan Beyinki arasında fark<br />
248<br />
olacaktır, ama ben bu farklılığı istiyorum yani aktif<br />
bir okur istiyorum.<br />
R. K.: Yani metin okundukça öğretilecek, çoğalacak...<br />
F. E.: Benim edebiyatım o. Doğrusu edebî metnin<br />
özelliği de bu, edebî metin her okunduğunda<br />
yeniden yaratılır ve okuyucusunun dünyası kadar<br />
vardır her metin yani alımlama estetiğiyle. Yani<br />
bir resimde bir elma imgedir, simge değil ama bir<br />
imgedir. Okay Rıfat’ın şiirinde damalı bir masa örtüsünün<br />
üzerinde mavi bir sürahi bir imgedir.<br />
R. K.: Peki, teşekkür ediyoruz. Hocam. Siz, Mehmet<br />
Bey, lütfen sorunuzu alabilir miyiz?<br />
Mehmet Narlı: Gerçekliğin öyküler ve öykücüdeki<br />
algısı üzerine bir şey söyleyecektim sonra da<br />
bir soru soracaktım. Birincisi, gerçekliğin algısı elbette<br />
değişebilir. Zaten <strong>20</strong>. yüzyıldan bugüne gerçeklik<br />
algısının sürekli değişmesini izleyebiliyoruz.<br />
Takip ettiğim kadarıyla, okuduğum kadarıyla Ferit<br />
Bey’in öykülerinde, bu kısa öykülerinde bile, tabii<br />
gerçekliğin idrak edilebilmesi için aslında onun<br />
hikâyeye yansıması gerekiyor. Hikâye olarak çok<br />
kısa öykülerde bu görünmüyor ama daha doğrusu<br />
bu hikâye imgesel bir duruma imgesel olarak biz<br />
tamamlıyor gibi oluyoruz, öyle bir şey. Yine durumda<br />
özne kayboluyor, kişi kayboluyor ama durumun<br />
kendisi bir özne haline geliyor. Yani benim<br />
Ferit Bey’in okuduğum kadarıyla hikâyelerinde<br />
gördüğüm bu öykülerinde. Bu bir tespitti. Şimdi<br />
son dönem veya yirmi yıldır otuz yıldır, o önemli<br />
değil, belki postmodern süreçte diyebiliriz, adını<br />
nasıl koyarsak koyalım ama artık bir gerçeklik<br />
algısı tamamen kaybolmaya doğru gidiyor. Yani<br />
farklılaşması önemli değil kaybolmaya doğru…<br />
Sanki artık gerçeklik tabanı olan öykü yazılamazmış<br />
gibi de bir şey yayılmaya başlanıyor ve belki<br />
de medyanın desteklediği bir edebiyat kanonu da<br />
bunu kışkırtıyor. Gerçeklik anlayışının yitirilmesini<br />
istiyor gibi, mesela bu yeni öykülerde böyle gizemli<br />
bir şeye tekrar bir dönüş açık. Olabilir belki<br />
bu olumlu karşılanacak bir şey ama bu gizemliliğin<br />
götürüp bıraktığı yer bir boşluk. Örneğin çok<br />
oyun olsun diye yazılmış bir yığın hikâye öykü gibi<br />
görünüyor. Ben bunları okuduğumda boşlukta<br />
kaldığım için kendimi karamsar olarak, karamsar<br />
bir durumla karşılaşmış gibi hissediyorum...
F. E. Yani sorunuz tam bu noktada mı?<br />
Mehmet Narlı: Soru şu, buna bağlı olarak soru<br />
şu: Gerçekten artık gerçeklik, belli bir gerçekliğe<br />
dayanan farklı biçimleri olabilir bir öykü yazılamaz<br />
mı? Bir, neden yazamıyoruz, dünyanın şu an,<br />
yani neden bir Irak öyküsü yoktur, daha kaba daha<br />
sert bir ifadeyle neden bir Irak öyküsü yok? Neden<br />
bir Afganistan öyküsü yok? Neden bir Türkiye gerçekliği<br />
öyküsü yok? Bir de bazı bu öyküleri yazan<br />
tanıdığım öykücülerin bu büyük medya kuruluşlarında<br />
çalıştığını da görmüş oldum, izlemiş oldum<br />
reklam şirketlerinde vesaire, bununla da bağlantısı<br />
var mı diye. Teşekkür ediyorum.<br />
F. E. Yazının temelindeki gerçekliğin yavaş<br />
yavaş yitirildiği konusunda hemfikirim. Ama bu<br />
gerçekliği içeren, kapsayan öykülerin yazılmayacağı<br />
anlamına gelmez. Ama vermiş olduğunuz örnekler<br />
tam anlamıyla bu gerçeklik, yitirilmiş olan<br />
temeldeki gerçekliği tam olarak dile getirmiyor.<br />
Bugün Afganistan, Irak gibi, Türkiye, Bulgaristan,<br />
Ermenistan gibi yerlerdeki çok önemli olayların,<br />
çok insanî olayların edebiyatta önemli ağırlık teşkil<br />
eden bir yer kapsamamasını gerçeklik sorunu<br />
ile açıklamak zor. Buna karşılık Irakla ilgili henüz<br />
bir roman yok. Belki de yazılıyor, bilmiyoruz, ama<br />
buna karşılık biliyorsunuz bu olayları uzaktan yakından<br />
yaşamış olmaları mümkün olmayan insanlar<br />
Türkiye’deki trajik <strong>19</strong>15 olayları için roman yazıyorlar.<br />
Burada ağır çelişki var değil mi? Burada<br />
burnumuzun dibinde bunlar oluyor, eğer böyle bir<br />
vicdanen kendini birtakım trajedilerden sorumlu<br />
addediyorsa, ben bunlardan sorumluyum, diyorsa<br />
burnunun dibinde orada Irak’taki olaylar var,<br />
Halepçe’de yaşanmış olaylar var, dünyada böyle<br />
olaylar var. Gidip en küçük bir bilgi sahibi olmanın<br />
imkânsız olduğu bir olayı sadece ve sadece<br />
yurtdışında ses getiriyor diye -şimdi artık böylece<br />
isim de vermiş oldum- efendim oturup da o <strong>19</strong>15<br />
olaylarının romanını yazmak… Bunun gerçeklikle<br />
filan alâkası yok, bunun başka bir şeyle alâkası<br />
var. Irak, Afganistan vesaire türü olayların bugün<br />
büyük edebiyatta henüz yer almamasının nedeni<br />
bence televizyon, fotoğraf ve gazeteler. Ben geçende<br />
söyledim o Halepçe’de gazetemize beni<br />
gönderin dediğimde iyi ki dedim göndermemişler.<br />
Eğer gitseydim ve oradaki olayları yaşasaydım<br />
muhtemelen bir tanıklık röportajı yapacaktım ve<br />
249<br />
bu yazdıklarımı yazmam söz konusu olmayacaktı.<br />
Çünkü gerçeklik de düşsel olarak gerçek olabilir.<br />
Paradoksal bir şey söylüyorum ama düşsel olarak<br />
da gerçeklik yaşanabilir, yaşatılabilir yazında, ama<br />
söylediklerinizin yüzde ellisinde sizinle aynı fikirdeyim.<br />
Bir bu temel kavram, edebiyatın temelinde<br />
yatan kavram, her ne kadar gerçekçi bir yazar<br />
olmadığını, olmadığımızı söylersek söyleyelim<br />
yazdıklarımızın içinde bir gerçeklik vardır, hatta<br />
gerçekliği de açan umarım bir gerçek vardır. Benim<br />
düşüncem, yaşadığımız trajik olayların henüz<br />
kendilerini edebiyat yapıtlarında bulmamasının<br />
nedeni başlıca nedeni insanların o olayları anında<br />
yaşamış olmalarıdır. Televizyonlarda çarpıtılmış<br />
ya da çarpıtılmamış ama görüyorlar. Ve daha korkunç<br />
olan bir şey var o imgeler ertesi gün eskiyor,<br />
yeni imgeler gelip onun üzerine bindiğinde o imgeler<br />
eskiyor, bir gün evvel gördüğünüz oradaki<br />
trajik, dramatik bir fotoğraf, haber eskiyor.<br />
R. K.: Peki efendim çok teşekkür ediyoruz. Süremizi<br />
çok aştık aslında bu konuları daha çok uzun<br />
konuşmamız lazım ama zannediyorum ki yemek<br />
aramız olacak. Sayın Edgü ile olan sohbetimiz burada<br />
sona ermiştir. Sayın Edgü’ye ve siz dinleyicilere<br />
saygılar sunuyorum, teşekkür ediyorum.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
V.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Kâzım YETİŞ<br />
250
ÇARŞIDAN ALDIM BİR<br />
TANE EVE GELDİM BİN<br />
TANE:ÇERÇEVE ÖYKÜ<br />
VE EFRASİYÂB’IN<br />
HİKÂYELERİ<br />
Özet: İhsan Oktay Anar, tarihî roman geleneğinin<br />
son dönemde dikkat çeken yazarlarından<br />
biridir. <strong>19</strong>98’de yayınlanmış ve o tarihten bu yana<br />
15 baskı yapmış olan üçüncü romanı Efrasiyâb’ın<br />
Hikayeleri, yazarın diğer romanlarından farklı bir<br />
teknikle yazılmıştır. Doğuda ve batıdaki geçmişi<br />
milada dek uzanan ve ‘çerçeve öykü’ tekniği denilen<br />
bu yazım usulü, birbirinden bağımsız hikayeleri<br />
temel bir öykü kurgusunda eritmeye dayanır.<br />
Bu bildiride çerçeve öykü tekniğinin tarihçesine<br />
dair kısa bilgiler verilecek ve söz konusu tekniğin<br />
başarılı örneklerinden biri olan Efrasiyâb’ın Hikayeleri<br />
üzerine değerlendirmeler yapılacaktır.<br />
Anahtar Kelimeler: İhsan Oktay Anar,<br />
Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, çerçeve öykü, mistisizm,<br />
sanat felsefesi.<br />
251<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />
İstanbul Kültür Üniversitesi<br />
Frame Story And The<br />
Stories Of Efrasiyab<br />
Abstract: İhsan Oktay Anar is one of the most<br />
notable writers of historical novels recently. The<br />
third novel of the writer; The Stories of Efrasiyab<br />
which was published in <strong>19</strong>98 and has 15 editions<br />
since that day was written with a different technique<br />
apart from the other novels of the writer.<br />
This writing technique whose past in the east and<br />
west comes from the beginning of the history<br />
which is called “frame story” is based on melting<br />
distinct tales in a single story fiction. In this declaration<br />
brief knowledge about the history of frame<br />
story technique will be given and The Stories of<br />
Efrasiyab which is one of the best samples of this<br />
technique will be interpreted.<br />
Key Words: İhsan Oktay Anar, The Stories of<br />
Efrasiyab, frame story, mysticism, art philosophy.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
İhsan Oktay Anar, son dönem Türk edebiyatının<br />
“çok satan” ve şahsî kanaatimizce aynı zamanda<br />
“çok okunan” yazarlarından biridir. Özellikle genç<br />
okur kitlesi üzerinde kurduğu hakimiyetle Anar,<br />
Türkçenin tarihi roman serüvenine yeni bir soluk<br />
getirmiştir şüphesiz. Dilini Osmanlı Türkçesi söz<br />
varlığına kayıtsızca açtığı için çoğu zaman eleştirilse<br />
de Anar okurlarının bu durumdan çokça şikayetçi<br />
olmadığı, hatta sayılarının da hızla arttığı<br />
görülmektedir.<br />
Yayımlanmayan ilk romanı “Tamu”dan sonra<br />
“Puslu Kıtalar Atlası” [Anar <strong>19</strong>95] ile okurun karşısına<br />
çıkan Anar, çok satan yazarlardan alışık olduğumuz<br />
büyük promosyan kampanyalarına başvurmadan<br />
ciddi bir ilgiyle karşılanmış ve kendine<br />
özgü bir üçleme kabul edilebilecek olan “Kitâbü’l-<br />
Hiyel” [Anar <strong>19</strong>96] ve “Efrâsiyâb’ın Hikayeleri<br />
(<strong>19</strong>98)” [Anar <strong>20</strong>05 ] de kısa zaman aralıklarıyla<br />
okurla buluşmuştur. Bu ilgi Puslu Kıtalar Atlası’nın<br />
<strong>20</strong>04’te Almancaya [Der Atlas Unsichtbarer Kontinente],<br />
<strong>20</strong>07’de Macarca [Ködös Kontinensek Atlasza],<br />
Fransızca [Atlas des Continents Brumeux]<br />
ve Koreceye çevrilmesini sağlamış, bizim bugün<br />
üzerinde duracağımız Efrasiyâb’ın Hikâyeleri de<br />
18 Kasım <strong>20</strong>01’de gerçekleştirilen bir prömiyerle<br />
Devlet Tiyatroları’nda sahneye uyarlanmıştır.<br />
Uzun bir aradan sonra yayımladığı son romanı<br />
Amat [Anar <strong>20</strong>05] da dahil Anar’ın tüm romanları<br />
onlarca baskı yapmış ve onbinlerce okura ulaşmıştır.<br />
Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, çerçeve hikaye metnine<br />
çok da gizleme ihtiyacı duymadan yerleştirilmiş<br />
yan hikayelerden oluşur. Hatta yazar “hikaye” terimini<br />
romanın adına taşımayı dahi ihmal etmez.<br />
Aslında “diğer hikayeleri de içine alan ana hikaye,<br />
tarihî gelişim bakımından anekdot (fıkra) ile roman<br />
arasında bir köprü teşkil eder” [Wellek-Warren<br />
<strong>19</strong>83: 305] ve hem doğu, hem de batı edebiyatları<br />
için uzun asırlardan beri tanıdıktır. 3-5.<br />
asırlara ait Hindu metinleri olan Panlatantra ve<br />
Yedi Bilge, söz konusu metodla oluşturulmuştur<br />
[Burçin Erol’dan naklen Kefeli <strong>20</strong>00: <strong>19</strong>8]. Hint<br />
edebiyatı kaynaklı olduğu sanılan bu teknik, Fars<br />
kültür coğrafyası üzerinden yaptığı uzun bir yolculuktan<br />
sonra (Hezâr Efsâne), bütün şark dünyasına<br />
10 asır boyunca en fazla okunacak kitaplar-<br />
Metin içinde gösterilen alıntı sayfaları bu basıma aittir.<br />
252<br />
dan birini, Binbir Gece Masalları’nı [Onaran: <strong>19</strong>92]<br />
hediye eder. “Kelile ve Dimne’de [Beydebâ: <strong>19</strong>85<br />
Ö.C.] olduğu gibi bir hadiseyi geciktirmek için zaman<br />
kazanmak maksadıyla hikaye anlatma usulü”<br />
[Ulutürk <strong>19</strong>92: 181], asırlarca süren mesnevî geleneğinde<br />
çerçeve hikaye normu korunmaksızın<br />
yaşatılmış, Mesnevî ve Bostân gibi manzum-mensur<br />
mistik ahlak kitaplarının temel formu haline<br />
gelmiştir. Yine doğu anlatılarının gelenekli vadilerini<br />
oluşturan Kırk Vezir ve meddah hikayeleri de<br />
benzer özellikler gösterirler.<br />
Tekniğin batıdaki tarihçesi de bir hayli eskilere<br />
dayanır. M.S. II. asırda Lucius Apuleius tarafından<br />
yazılan ve Latin edebiyatının ilk romanı kabul edilen<br />
Metamorphoses (Başkalaşımlar) ya da diğer<br />
adıyla Asinus Aureus (Altın Eşek) [Apuleius <strong>20</strong>06],<br />
çerçeve hikaye yönteminin batıdaki geçmişini antik<br />
çağa kadar uzatır. Kuşa dönüşmek için büyü<br />
öğrenme sevdasına düşen ve sonunda bir eşeğe<br />
dönüşen Lucius’un hikayesi, 11 bölüm altında<br />
farklı pek çok hikayeyle örülür. 1348’deki büyük<br />
veba salgını sırasında bir şatoya çekilerek on gün<br />
süresince birbirlerine onar hikaye anlatan on kişinin<br />
konu edildiği ünlü Decameron hikayeleri [Boccacio<br />
<strong>20</strong>03] ise yalnız kadınlara hitap eden erotik<br />
hikayeler içermesiyle değil, bağımsız hikayelerden<br />
oluşmuş tek metin hüviyetiyle de bir ilktir.<br />
“Ortaçağın bilinen öyküleri işlenmekle birlikte<br />
eser, yeni bir tekniği ve yeni bir anlayışı da müjdelemektedir.<br />
Hikayelerde merkez motif aşktır ve<br />
‘veba salgınından kaçmak için bir şatoya sığınmak<br />
ve eğlenmek için birbirlerine hikaye anlatmak’<br />
şeklinde özetlenebilecek genel bir çerçeve içinde<br />
toplanırlar. Kadın erkek ilişkileri, cinsellik, kadın<br />
peşinde koşan din adamları, rahibelerin yasak<br />
ilişkileri gibi devrin özelliklerini de yansıtan temalar<br />
ince bir alay çerçevesi içinde işlenirler [Kefeli<br />
<strong>20</strong>00: <strong>19</strong>8].”<br />
Chaucer’in 1386’da kaleme aldığı ve Canterbury<br />
katedraline gitmek üzere yola çıkmış 29<br />
kişinin yolculuk boyunca birbirlerine anlattıkları<br />
hikayelerin üzerine kurduğu Canterbury Hikayeleri<br />
[Chaucer <strong>19</strong>94] de aynı teknikle yazılmış bir 14.<br />
yüzyıl metnidir.<br />
“O çağda bir araya gelmeleri hiç de kolay olmayan<br />
değişik sınıflardan insanları aynı yapıtta bir-
leştirmenin tek çaresini onları birlikte hacca göndermekte<br />
bulan Chaucer, Canterbury Katedraline<br />
yapılan ziyareti bahane ederek 14. yüzyılın ikinci<br />
yarısında İngiliz toplumunun tam bir tablosunu<br />
verir [Kefeli <strong>20</strong>00: <strong>19</strong>9].”<br />
Çerçeve hikaye dendiğinde akla gelen ilk iki metin<br />
olan Decameron ve Canterbury Tales, içerdiği<br />
hikayelerin tematik gruplandırılması bakımından<br />
benzeşirler. Fakat Canterbury Hikayeleri, anlatıcıların<br />
karakterlerini ve aralarındaki psikolojik gerilimleri<br />
de hikayelere yansıtmasıyla Decameron’dan<br />
ayrılır. İrving’in Tales of a Traveller ve Hoffman’ın<br />
Tales of Serapion Brethren de Canterbury Hikayeleri<br />
örnek alınarak oluşturulmuş romantik benzerleridir<br />
[Wellek-Warren <strong>19</strong>83: 305]. Şüphesiz<br />
Don Kişot’u da burada anmak mümkündür fakat<br />
“Cervantes’in yapıtının çerçevesi sürekli değişen<br />
anlatıcıların yalanlamaları ve özellikle durmadan<br />
çerçeve öyküyü kıran başka öykülerin müdahaleleriyle<br />
parçalanır [Parla <strong>20</strong>01: 222]”.<br />
İtalo Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu [Calvino<br />
<strong>19</strong>97] ise çerçeve hikaye yapısının <strong>20</strong>. yüzyıl<br />
örneklerinden biridir. Metin, orman ortasındaki<br />
bir şatoda buluşan bir grup insanın tarot kağıtlarından<br />
hareketle birbirlerine anlattıkları hikayelerle<br />
kurulur.<br />
“Aslında öykü anlatanlar, tarot falının karakterleridir,<br />
bu yüzden öyküler tamamen sessizlik<br />
içinde anlatılır. Sınırlı tarot kağıtları birbirlerinin<br />
içine geçerek sonsuz sayıda öykü anlatma olanağına<br />
kavuşurlar. Calvino’nun öyküsü diğer -sözünü<br />
ettiğimiz- kitaplardan çok daha sıkı bir çerçeveleme<br />
kullanır, çünkü öykülerin sonunda açılan tarot<br />
kağıtları orada bulunan herkesin kendi öyküsünü<br />
anlattığı gibi, bir de bütün oluşturur. Sanki yaşamın<br />
farklı tabloları, yaşamın kendi portresini çıkartıyordur<br />
[Kafaoğlu <strong>20</strong>01].”<br />
Hikaye içinde hikaye tekniğinin Türk edebiyatında<br />
da ‘eskinin yenisi’ kabilinden örneklerine rastlanır.<br />
Fantastik edebiyatın Türkçedeki ilk ve belki<br />
de en mühim örneği sayılabilecek olan Muhayyelât-ı<br />
Aziz Efendi [Kabaklı <strong>19</strong>90, Duymaz <strong>19</strong>99]<br />
bunlardan biridir.<br />
2 “Edebiyat tarihinin akışı içinde fantastik roman ve fantastik<br />
öykünün de varlığı yadsınamaz. Ütopya, 8. yüzyıldan bu<br />
yana fantastik edebiyatın bir ürünü olarak varolagelmiştir. Bilim<br />
kurgu ise ütopyanın, yani fantastik edebiyatın çağdaş görüntüsü-<br />
253<br />
Muhayyelât’ı oluşturan bağımsız hikayeler, ana<br />
karakterlerin müşterekliğiyle birbirlerine bağlanırlar.<br />
Emin Nihad Bey’in Müsâmeretnâme’si ise<br />
tekniğin batıdaki şekliyle kullanımına ilk örnektir.<br />
Bir evde toplanan on kişinin kendi başlarından geçen<br />
maceraları anlatmasıyla oluşturulmuş Müsâmeretnâme<br />
hikayeleri; misyonerlik, esaret ve<br />
evlilikte doğru seçim gibi devrin sosyolojik problemlerini<br />
konu alır [Emin Nihat <strong>20</strong>03].<br />
Kısaca zaman, mekan, konu ve -çoğunluk- şahıs<br />
kadrosu itibariyle ilişkisiz hikayelerin bir çerçeve<br />
hikaye gövdesine belirli tercih ve izleklerle<br />
yedirilmesi şeklinde tarif edilebilecek olan bu<br />
tarihî yazım usûlünün son örneklerinden biri de<br />
Efrasiyâb’ın Hikâyeleri’dir. Eserdeki çerçeve hikayenin<br />
iki kahramanından biri tüm metafizik soğukluğu<br />
ile “Ölüm”dür. Görevini büyük bir sadakat<br />
ve ciddiyetle yerine getirme gayretindeki Ölüm,<br />
elindeki kader defterine göre sırası gelen fanileri<br />
ziyaret etmektedir ve bütün dünyevîliği ile bilgeliği<br />
temsil eden Cezzar Dede de sırası gelen bu<br />
fanilerden biridir. Çerçeve hikayenin tali karakterlerinden<br />
biri olan “Kabadayı”nın ruhunu alışı sırasında<br />
yardımını gördüğü Cezzar Dede ile Ölüm<br />
arasında bir dostluk başlar. Ölüm, Cezzar Dede’ye<br />
kazanması mümkün olmayan bir oyun oynamayı<br />
teklif eder. Oyunun kuralı çok basittir. Belli konular<br />
seçilerek karşılıklı birer hikaye anlatılacak;<br />
anlattığı her hikaye müddetince de Cezzar Dede<br />
yaşama şansı kazanacaktır.<br />
Ölüm ve Cezzar Dede’nin, ecel sırası gelen Uzun<br />
İhsan’ı bulmak üzere yola koyulmalarıyla serüven<br />
başlar. Kitabın sonuna dek Ölüm’le her karşılaşmasında<br />
bir yolunu bulup onu atlatan Uzun<br />
İhsan, üçleme diye nitelenen Anar romanlarının<br />
müşterek karakterdir. 3 Uzun İhsan’ı bulmak üzere<br />
şehrin farklı mahallelerinde dolaşan Ölüm ve Cezzar<br />
Dede, önce birer “k o r k u” hikayesi anlatırlar.<br />
Ölüm’ün “Güneşli Günler” adlı korku hikayesi,<br />
“…günümüzden yarım asır önce Anadolu’nun orta<br />
dür. Burada hayal gücü bilim ve teknikle ‘oynamakta’dır [Aytaç<br />
995: 30].” Giritli Aziz Efendi’nin daha çok şark hurafeleri ve ütopik<br />
inanmalarıyla dolu hayalleri, elbette fantastik edebiyatın en<br />
azından Türkçede bilim ve teknolojiyi henüz keşfetmediği yılların<br />
bakiyyesidir.<br />
3 Alfred Hitckok ve Stephan King gibi İhsan Oktay Anar’ın<br />
da bir şekilde eserlerine kendisini dahil ettiği ve Uzun İhsan karakterinin<br />
yazarı temsil ettiği yolundaki sorulara Anar da olumlu<br />
cevaplar verir.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yerindeki bir köyün dışında…” bulunan bir yatılı<br />
okulda geçer. Resme yetenekli bir öğrencinin kan<br />
emici okul müdürü tarafından güneşi çizmemesi<br />
için katledilişi üzerine kurulmuş hikaye modern<br />
drakula/vampir hikayelerinin dönüştürülmüş şeklidir.<br />
Cezzar Dede’nin “Bidaz’ın Laneti” adlı hikayesi<br />
de yine bir Anadolu köyünde geçer ve ünlü Altın<br />
Kral Midas hikayesinin özgün bir uyarlamasıdır.<br />
İkinci hikayelerin birer “d î n î” hikaye olmasına<br />
karar verildikten sonra Cezzar Dede “Bir Hac Ziyareti”<br />
adlı hikayeyi anlatır. Elli yıl önce Diyabakır’ın<br />
Divana köyünde başlayan hikayenin konusu, köy<br />
imamı ile bir dede-torunun Hindistan seyahatidir.<br />
Hac niyetiyle yola çıkan üçlü, itikadî buhran yaşayan<br />
imamın oyunlarıyla Hindistan’a, “Vudizler” diyarına<br />
giderler. Torunun kurt adama dönüşmesi,<br />
Budist ayin, ilahi ve efsaneleri metni renklendiren<br />
ve zenginleştiren unsurlardır. Yine ileriki hikayelerde<br />
de karşılaşılacak olan mizahi ad bozumculuğu<br />
ilk olarak bu hikayede dikkati çeker (Vuda/Buda,<br />
Vudiz/Budist, Nur Ana/Nirvana vb.). Ölüm’ün anlattığı<br />
dînî hikaye ise “Dünya Tarihi” adını taşır. İçiçe<br />
geçmiş birkaç hikayenin birleşiminden oluşan<br />
Dünya Tarihi, Acıpayam ve Erzurum gibi Anadolu<br />
şehirlerinde geçer. Rüyasına giren ak sakallı pirin<br />
çağrısı üzerine tüm servetini dağıtarak Acıpayam<br />
dağına giden tüccar Aptülzeyyat, Simurg’u aramaya<br />
giden kuşların kendileri ile yüzleşmeleri gibi<br />
o ak sakallı pirin kendisi olduğunu anlar. Rüyada<br />
görülen aksakallı pirler, gökkuşağından geçince<br />
cinsiyet değiştiren güzel kızlar, çift başlı tek vücutlu<br />
devler, zıt karakterlerdeki kardeş beyzadeler<br />
gibi bildik masal unsurlarıyla hareketlendirilen<br />
metin, aslında vahdet-i vücûd mesajları içeren<br />
mistik bir hikayedir.<br />
Üçüncü hikayelerin konusu “a ş k”tır. “Ezine Canavarı”<br />
adlı hikayesini anlatarak Cezzar Dede başlar<br />
aşk hikayelerine. Üçer çocuklu birer dul olan<br />
Hamiyet Hanım’la Kasap Ayvaz’ın çöpçatanlar<br />
aracılığıyla giriştikleri evlilik macerası, Ayvaz’ın<br />
evindeki garip bir canavar yüzünden kendilerinin<br />
ve çocuklarının kursağında kalır. Otuz kırk yıl önce<br />
Ezine’de geçen hikaye, gündelik hayat ayrıntıları<br />
ve her Anadolu kasabasında görülebilecek insan<br />
tiplerini yarı gerçek bir bakış açısıyla ele alır.<br />
Ölüm’ün aşk hikayesi ise “Hırsızın Aşkı” adını taşımaktadır.<br />
Bursa’ya yakın bir kasabada yaşayan<br />
254<br />
bir çingene delikanlısı, çaldığı kemanın sahibine<br />
aşık olur ve aşkını kemanla özdeşleştirerek türlü<br />
ızdıraplardan sonra canına kıyar. Gariptir ki ne<br />
Ölüm’ün ne de Cezzar Dede’nin aşk hikayesi vuslatla<br />
neticelenir.<br />
Artık Uzun İhsan’ın yakalanması an meselesidir<br />
ve son hikayeler “c e n n e t” üzerine olacaktır.<br />
Cezzar Dede, “Şarap ve Ekmek” adlı hikayesini anlatmaya<br />
başlar. İçiçe girmiş iki hikayeden oluşan<br />
Şarap ve Ekmek, Kayseri’de geçer. Çocuklardan<br />
nefret ettiği için evlenmeye yanaşmayan Zeynelabidin,<br />
kendisinden çocukları yere göğe koyamayan<br />
bir hutbe dinlediği imama meyhanede rastlar.<br />
Meyhanecinin anlattığına göre Sefa adlı bu imam,<br />
beş yaşındaki kızı kendisini terk ettiği için bu haldedir.<br />
İmamın babasını bırakarak cennete giden<br />
kızı ise ninesinin babasına gönderdiği şarap ve<br />
ekmeği bir yaratığa kaptırdığı için ondan ayrılmak<br />
zorunda kalmıştır. Kolaylıkla tahmin edileceği gibi<br />
hikaye, Kırmızı Başlıklı Kız adlı çocuk masalının<br />
özgün bir uyarlamasıdır. Ölüm’üm cennet hikayesi<br />
ise “Gökten Gelen Çocuk”tur. Yakın zamanda<br />
Anadolu’nun orta yerinde geçen hikaye, uzun<br />
zaman önce evlenmelerine rağmen çocuk sahibi<br />
olamayan bir çiftin, leylekler tarafından getirilen<br />
çocuğunu anlatır. Yıllardır bir oğlan hayali kuran<br />
baba Muhittin Kent çocuğa Erke adını koymayı<br />
planlamakta, bir kız evlat hayaliyle yanıp tutuşan<br />
anne ise oğlana Güler adını vermeyi düşünmektedir.<br />
Nihayet orta yolu bulup çocuğa Gülerk<br />
adını verirler. Babası tarafından bir kahraman ve<br />
annesi açısından son derece masum bir gazeteci<br />
olarak yetiştirilen Gülerk Kent’in macerası da<br />
böylece başlar. Kimi zaman “Seyyâre” adlı gazetedeki<br />
görevine devam eden kimi zaman da babasının<br />
verdiği mavi-beyaz kıyafetleri bir telefon<br />
kulübesinde değiştirerek kahramanlıklar gösteren<br />
Gülerk Kent, nihayet bir minareden atlayarak<br />
gök yüzünde kaybolur. Anlaşıldığı üzere hikaye,<br />
Süpermen I filmi senaryosunun yerli ve mizahi bir<br />
uyarlamasıdır.<br />
Sonunda Uzun İhsan’a ulaşılır. Fakat Uzun İhsan<br />
başucunda Ölüm’ün ablası “Uyku” olduğu halde<br />
bir konakta uzanmış durumdadır. Uyku’nun da etkisiyle<br />
Uzun İhsan’a anlaşma teklif etmek zorunda<br />
kalan Ölüm, onun ancak dokuz canından birini almayı<br />
başararak amacına ulaşamaz. Görevini ye-
ine getirebilmek için geriye yalnız Cezzar Dede<br />
kalmıştır. Fakat zamanı, mekanı ve duyguları bir<br />
hayli örseleyip birbirine yaklaştıran bunca hikayeden<br />
sonra Ölüm’ün yüzündeki mühür de oldukça<br />
yıpranmıştır. Cezzar Dede’nin torunlarından birinin<br />
gözlerinden süzülen bir damla yaşa dayanamayan<br />
Ölüm sonunda gülümser ve mühür kırılır.<br />
245 sayfa süren 9 hikaye boyunca Anar’ın doğuyu<br />
ve batıyı mezc etme gayreti açıkça görülür. Bu<br />
gayret yalnızca doğu hikayelerinin, Avrupa masalları<br />
ve Anadolu efsaneleriyle harmanlanmasında<br />
değil kullanılan dilde de farkedilir. Osmanlı nesrinin<br />
iç kafiyelerle donatılmış cümle yapısından;<br />
“Aç bîilâç ve fülûsu ahmere muhtaç, karnı guruldayan<br />
ve meteliğe kurşun atan, cümle miskîn<br />
ve fukarâyı sâbirîninin bu haberi işitir işitmez akılları<br />
başlarından gitti ve sevinçten düğün bayram<br />
ettiler.” [s. 94]<br />
ve masalların ses tekrarlarına dayalı söyleyiş<br />
akıcılığından;<br />
“Davullar dıngırdayıp zurnalar zırıldarken çalparalar<br />
çarpılıp dümbelekler debiliyor, tamburaların<br />
tarrakası şeşhanelerin şamatasıyla, yongarların<br />
yaygarası darbukaların dağdağasıyla yarışarak,<br />
düğün ve derneği cünbüş ve âhenge boğuyordu.”<br />
[s. 83]<br />
“… kazan kazan pilavlar pişirildi, testi testi ayranlar<br />
taşındı, zurnalar zırladı, davullar gümbürdedi,<br />
halaylar çekildi, horalar tepildi, lenger lenger<br />
yemekler dağıtıldı, avuç avuç paralar saçıldı,<br />
gani gani hayırdualar ve alkışlar alındı, yüzler güldü,<br />
gözler doydu, gönüller açıldı.” [s. 104]<br />
yararlanan yazar, batı kaynaklı ve yeni üretilmiş<br />
kelimelere de dilinde yer verir: “Simgesel ve bakışımlı…”<br />
[s. 83], “Belki de ev sahiplerinin sallapatiliğinden…”<br />
[s. 115], “… semâvî ve galaktik…”<br />
[s. 211]. Bununla birlikte onun dilini geçmişe bağlayan<br />
ve hiçbir zaman kesintiye uğramayan bir<br />
kanal vardır: Klâsik retorik. Mübalağalar, örfî mecazlar,<br />
geleneksel teşbih ve istiareler Anar’ın dilini<br />
sıkı sıkıya klâsik anlatılara bağlar:<br />
“… horladığı sırada küçük dili genzinden nerdeyse<br />
kopacak gibi oluyor, gürültüden camlar zangırdarken,<br />
raflardaki kap kacak yerlerinde kımıldayıp<br />
255<br />
tıngırdıyordu.” [s. 170]<br />
“Baktığı anda, hayran olup yıldırım aşkıyla vurulduğu<br />
bu hanım, yüzü ay, gözleri ahû, kaşları<br />
yay, kirpikleri ok, dudakları kiraz, dişleri inci, görenin<br />
aklını derhal başından alıp onu deli divane<br />
eden, bir melek, bir âfet ve bir felaketti.” [s. <strong>19</strong>5]<br />
Anar’ın üslup devinimleri dille sınırlı değildir.<br />
Kimi zaman bilgiyi erteleyerek;<br />
“Bunlardan, isminin zikredilmesi şimdilik pek<br />
münasip olmayacak olan büyük oğul…” [s. 101]<br />
kimi zaman da bilgiyi gizleyerek okuyucuda merak<br />
uyandırır:<br />
“… haftada bir kez olmak üzere, teferruatıyla<br />
anlatmanın pek uygun olmayacağı bir başka faaliyet<br />
başlardı…” [s. 147]<br />
“Nafile kalfa denilen kadının gerçek lakabı, söylenmesi<br />
burada pek münasip olmayacak kadar<br />
ayıp sayılırdı.” [s. 150]<br />
Yine Ölüm’ün anlattığı “Güneşli Günler” adlı<br />
korku hikayesinin kahramanı olan ve vampirler<br />
tarafından kanı emilerek öldürülen ressam çocuğun,<br />
çerçeve hikayenin akışı sırasında Ölüm’ün<br />
karşısına çıkması [s. <strong>20</strong>5] gibi geri dönüşler, yazarın<br />
hikayeler arası sıçramalar yapma çabasını da<br />
göstermektedir.<br />
İhsan Oktay Anar; özellikle son romanı Amat’da<br />
açıkça görülen bir “kültür kuşatıcılığı” peşindedir.<br />
Dört mukaddes kitabın yanı sıra İsrailî rivayetleri<br />
ve tasavvufî öğretileri kendisine has bir dünya<br />
algısı içinde eriterek okuyucuya sunar. Bu algı ne<br />
büsbütün “eski” ne de tamamen “yeni”dir. Adeta<br />
aralarında “dün”, “bugün” ve “yarın” da bulunan<br />
zaman kesitlerini fantastik bir zamansızlık düzleminde<br />
bir araya getirir. Anar’ın özgün algısına<br />
kaynaklık eden kuşatıcı bakış açısı, anlatının tek<br />
düze betimlemelerinden;<br />
“Ailenin en büyüğü olan büyük dedenin sandığında<br />
muhafaza edilen bazı çalıntı mallar, mesela<br />
atalardan biri tarafından Kral Süleyman’ın<br />
hazinesinden yürütüldüğü rivayet edilen gümüş<br />
sikke, Acı Yolu’nda çarmıhını taşıdığı sırada İsa<br />
Peygamber’in koynundan aşırılan kupa, yine aileden<br />
bir hırsızın Hac farizası nedeniyle Mekke’ye<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
gittiği sırada Hacerü’l-Esved’den kaşla göz arasında<br />
kopardığı paha biçilmez taş parçası gibi şeyler,<br />
sülalenin aslında ne kadar köklü ve asil olduğunu<br />
gösteriyordu.” [s. <strong>19</strong>1-<strong>19</strong>2]<br />
açıkça fesefî göndermeler içeren pasajlara kadar<br />
belirgindir. Hatta kimi yerlerde modern bir<br />
“devriye” yaklaşımıyla okuyucunun karşısına çıkar:<br />
“… rüyasında kendisini, tıpkı o hayalet gibi Dünya<br />
Tarihi içinde ama aç bir kitap kurdu olarak<br />
gördü. Daha ilk sayfanın üzerinde, iri puntolu,<br />
“yasak meyva” kelimesini ısırarak eseri yemeye<br />
başladı. İkinci sayfada, “düşüşün azabı”nı tattı.<br />
“Mesih’in eti”ni yedi. “O’nun kanı”nın lezzetine<br />
vardı. “Veba”yı “Savaşlar”ı, “Felaketler”i ve daha<br />
bir nicesini geçtikten sonra son sayfaya geldi. Bir<br />
sapiens olarak artık kozasını örebilirdi. Kozanın<br />
içindeki Minerva’nın karanlığında kurtuluşunu<br />
bekledi. Zaman geldiğinde tattığı her güzellikle<br />
kanatları süslü bir kelebek olarak karanlıktan ışığa<br />
çıktı; artık cennete uçabilirdi.” [s. 122]<br />
İleride de vurgulanacağı gibi Efrasiyâb’ın<br />
Hikâyeleri’nde anlatılmış 9 hikayeyi fikrî zeminde<br />
bir araya getiren düşünce şemsiyesi, sözlü kültüre<br />
dayalı Türk mistisizmidir. Dolayısıyla mistik göndermelerde<br />
“vahdet-i vücûd” öğretisinin bariz izlerini<br />
görmek kaçınılmazdır:<br />
“Yerle bir olmamak için dağların bile almaya<br />
korktuğu mukaddes emaneti, o artık bir kez kabul<br />
etmişti.” [s. 132]<br />
“Suyu değil, sanki kendi aksini içen adam, bütün<br />
ilmini unutmuş, ama sonuçta kendini bilmişti. Bu<br />
ise onun bilmesi gereken, zaten yegane şeydi.” [s.<br />
137]<br />
Bütün bu teknik ve üslup özelliklerinden sonra<br />
Anar’ın ve eserinin asıl dikkat çekici yönüne değinebiliriz.<br />
Çerçeve hikaye içerisine yerleştirilmiş<br />
birbirinden bağımsız 8 hikaye, batıda ve doğudaki<br />
benzerleri gibi Efrasiyâb’ın Hikâyeleri’nde de gelişi<br />
güzel bir araya getirilmemiştir. Hikayelerin hepsinin<br />
birbirine yakın tarihlerde ve Anadolu şehirlerinde<br />
geçmesi, okurun zaman ve mekan açısından<br />
ortak bir algı geliştirmesine yardımcı olur. Fakat<br />
asıl önemli bağlantı, bilinçli bir şekilde kurgulanan<br />
ve sıralanan bu hikayelerin, yazarın hayatı<br />
256<br />
ve sanatı aynîleştirmeye çalıştığı felsefî bir zemin<br />
kurmasına hizmet etmeleridir. Sıradan bir insanla<br />
bir hikayecinin yer yüzünde mutluluğu yakalaması<br />
Anar’a göre aynı referanslarla şekillenmiş bir hayat/sanat<br />
anlayışından geçmektedir.<br />
Bunun ayırdına varmak için her bir hikayenin<br />
müstakil dünyasından çıkarak bütüne bakmak gerekir.<br />
Öncelikli ve en belirgin kurgu ayrıntısı anlatılacak<br />
hikayelerin konu seçiminde saklıdır. Ölüm<br />
ve Cezzar Dede’nin anlattıkları ilk ikişer hikaye<br />
“korku” ve “din”e dair, son ikişer hikaye ise “aşk”<br />
ve “cennet” üzerinedir. Anar, bu seçimiyle önce<br />
birbirine yakınlıklarından rahatsızlık duyduğu iki<br />
kavramı, yani “korku” ve dîn”i ayırmak, sonra da<br />
birbirlerinden uzak oluşlarıyla onu rahatsız iki<br />
kavramı yani “aşk” ve “cennet”i yakınlaştırmak<br />
gayesindedir. Ölüm’ün dilinden söylediği şu sözler<br />
bunu açıkça ortaya koyar:<br />
“Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve<br />
keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak<br />
daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa<br />
olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük<br />
bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları<br />
onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı<br />
diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın<br />
gözleriyle görselerdi, Tanrı’yı görmüş olurlardı.”<br />
[s. 140]<br />
Anar Ölüm’ün ağzından teorize ettiği mutluluğu,<br />
Cezzar Dede’nin dili ve tavırlarıyla de pratiğe<br />
döker. Ecel sırası kendisine geldiği ve Ölüm kapısına<br />
dayandığı halde hala ondan korkmayan Cezzar<br />
Dede, belki de anlatılan tüm hikayelerin tek<br />
kelimelik özeti olabilecek sihirli sözcüğü telaffuz<br />
eder: “M e ş k”. Anlattığı aşk hikayesi sonunda<br />
kendisini korku ve din gibi aşkı da hafife almakla<br />
suçlayan Ölüm’e şöyle cevap verir:<br />
“Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu<br />
söylerler. Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece<br />
herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. Bu<br />
nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünürüm.<br />
Dünyaya bakınca gülümsememek elde değil.<br />
Ben de bakarken hem dünyayı hem de onun<br />
içindekileri seviyor ve gülümsüyorum. İşte, dünya<br />
hakkındaki bir hikayeyi de aşkla değil meşkle anlatıyorum.”<br />
[s. 188]<br />
Ölüm ilk kez karşılaştığı -ve itiraf etmek gerekir-
se- etkilenmeye başladığı bu düşüncenin en esaslı<br />
çözümlemesini bir sonraki hikayelerin ardından<br />
yapacaktır. Cezzar Dede’nin “meşk” kelimesiyle<br />
formüle ettiği yaşama hazzının, henüz dünyada<br />
bir cennet telakkisine vardığını görünce Ölüm artık<br />
anlamıştır:<br />
“Anladım en sonunda! Sen bu yüzden benden<br />
korkmuyorsun! Henüz yaşamayı sürdürdüğün şu<br />
anlarda bile cennette olduğunu sanıyorsun.” [s.<br />
2<strong>20</strong>]<br />
“Yani şimdi biz cennette miyiz?” [s. 221]<br />
Yazar, kitabın sonuna sakladığı bu nihâî sorunun<br />
cevabı için aslında en başından beri hazırlık yapmaktadır.<br />
Çerçeve hikaye boyunca Uzun İhsan’ı<br />
aramak için dolaşılan 8 mahallenin adlarına bakmak<br />
cevap için yeterlidir: Selam, Aden, Meva, El-<br />
Hâlid, Makâme, Naîm, Hayevân, Firdevs.<br />
Anar’ın ustalıkla başardığı diğer bir açılımsa,<br />
eni konu fesefî bir boyut kazandırdığı “meşk” kelimesinin<br />
kavramsal alanından sanat felsefesi adına<br />
çıkarımlar yapmasıdır. Metnin başından beri<br />
yapılan hazırlıklar bu vurguyu da kapsar. “İnancı<br />
korkuya dayandırmadan yaşamın hazzına varmak”<br />
ideali, “hiçbir menfaat beklemeden hikaye<br />
anlatmanın zevkini çıkarmak” düşüncesiyle başat<br />
geliştirilir. Henüz kitabın başında kendisine oyun<br />
oynamayı teklif eden Ölüm’e Cezzar Dede’nin verdiği<br />
cevap aslında Anar’ın da hikaye anlayışını ortaya<br />
koymaktadır:<br />
“Senin oyuna düşkün olduğunu biliyorum… Ama<br />
ben bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç.<br />
Oyunun bana verdiği zevkle yetindim.” [s.7]<br />
Bu sözler kitap boyunca anlatılacak tüm hikayelerin<br />
anlatıcıları konumundaki Ölüm ve Cezzar<br />
Dede’nin felsefî zeminlerine ilk işarettir. Ölüm,<br />
kader denilen İlâhî labirentin sahibini, dolayısıyla<br />
“küllî” aklı ve iradeyi temsilen anlatacaktır hikayelerini.<br />
Kurgu ve olaylar zincirinin tek muktediri<br />
olduğu için de kader sayesinde yakalanan belirsizlik<br />
zevki onun anlatılarında kuru bir nakile dönüşecek,<br />
en azından kendisi için izlenen bir filmin<br />
tekrarbetekrar izlenmesi kadar sıkıcı ve tatsız bir<br />
hal alacaktır. Cezzar Dede ise Hz. Adem’den beri<br />
yazgı ile yaşamayı öğrenmeye çalışan insanlığın<br />
ulaştığı noktayı temsil eder. Hayat, tüm belirsizlik-<br />
257<br />
leri ve tesadüfleri ile hikayeye o denli benzemektedir<br />
ki mutluluğun yolu hayatın tadına varmak<br />
olduğu gibi hikayeden de beklenen yegane haz<br />
onu anlatmanın zevkidir. Ölüm, irfanî aklın dünyaya<br />
en soğuk yansıması, Cezzar Dede ise beşerî<br />
bilginin bilgeliğe terfî etmiş örneğidir. Anlattıkları<br />
tüm hikayelerde de yaklaşımları bu doğrultudadır.<br />
Ta ki Ölüm, “Dünya Tarihi” adlı hikayesini anlatana<br />
dek. Ölüm bu hikayeyi bitirdikten sonra Cezzar<br />
Dede ona şunları söyler:<br />
“Bu gerçekten ibretlerle dolu bir hikaye… Ne var<br />
ki çok uzun. Bu yüzden de çoluk çocuğa anlatılır<br />
cinsten değil. Ayrıca takip edilmesi biraz zor gibi.<br />
Dinleyenin anlamasından çok anlatmanın zevki<br />
için anlatılmış görünüyor.” [s.138]<br />
Cezzar Dede’nin bu sözleri Ölüm’ü gocundursa<br />
da ihtiyarın anlattıkları etkili olmaya başlamıştır.<br />
Nitekim sonunda Ölüm, sesi titreyerek itiraf eder:<br />
“Elbette anlatmanın zevki için. Ben seni niye<br />
düşüneyim. Hem böylesi daha dürüstçe. Alışık<br />
olduğun tarzı, üslubu ve kelimeleri kullanıp seni<br />
etkilemek için anlatsaydım bundan en başta ben<br />
zevk almazdım. Dolayısıyla bu fahişelik gibi bir şey<br />
olurdu. Başta dediğimiz gibi, anlattığın her hikaye<br />
için senin fazladan bir saat yaşaman hariç, oynadığımız<br />
bu oyunda ikimizin de en ufak bir menfaati<br />
bile yok. Amacımız kazanmak olmayınca, ne<br />
senin ne de benim, başarı ve kazanç peşinde koşmamız<br />
anlamsız. Yine de hikayemizin güzel olmasını<br />
amaçlıyoruz. Fakat bir muhabbet tellalı gibi,<br />
güzelliği senin ayaklarının dibine koyup ücretimi<br />
istemiyorum. Bu güzellikten, yani hikayeden aldığım<br />
zevk bana yetiyor. Anladığım kadarıyla sen de<br />
böyle yapıyorsun.” [s.139]<br />
Sonuç itibariyle İhsan Oktay Anar’ın gördüğü<br />
ilgi benzerlerinin aksine “yeniliğinde” değil<br />
“eskiliği”nde saklıdır. Onun bütün metinleri, dikkatini<br />
Osmanlı hayat algısına teksif etmiş bir<br />
geleneksel sözlü hikaye anlatıcısının rahatlığını<br />
yansıtır. Ortalama okur seviyesi göz önünde bulundurulmadan<br />
aktarılan ayrıntıların kolayca hazmedilmesi<br />
de anlatıcının bu rahatlığı sayesindedir.<br />
Kimi zaman anlatıcının mitolojiye göz kırpan<br />
muhayyilesi maddi kültür ayrıntılarını masalsı bir<br />
4 “Dünya Tarihi” adlı bu hikaye, yazarın son romanı Amat’ı<br />
müjdeleyen kurgu ayrıntılarıyla doludur.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
iklime taşır. Bununla birlikte bir takım uyarlama<br />
teknikleri ile modern anlatı ve inançlar da metne<br />
dahil edilir. Nihayet okur hem Anka’yı aramaya çıkan<br />
kuşların vahdet-i vücud yolculuğunu hem de<br />
Süpermen’in Kripton’da başlayıp dünyada son bulan<br />
serüvenini dünden olduğu kadar bugünden de<br />
haberdar olan hikayecinin esatirî penceresinden<br />
seyreder.<br />
Bu kurnaz ve sevimli hikayeciye dil olan Anar<br />
gerçek hayatta felsefeyle uğraşan bir akademisyendir.<br />
Yüksek lisans ve doktora eğitimini “Sokrates<br />
Öncesi Felsefede Varlık Sorunu” ve “Antik<br />
Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı” adlı tezlerle<br />
tamamlayan İhsan Oktay Anar’ın anlatılarında da<br />
temel iki izlek “z a m a n” ve “v a r l ı k”tır. Çoğunluk<br />
bildik bir coğrafyada ve tanıdık bir zaman<br />
kesitinde başlayan hikaye, muhayyel sıçramalarla<br />
genişlik kazanır ve bütün macera boyunca varlığın/insanın<br />
çok boyutlu fotoğrafları çekilir. Bir<br />
sanat metninden söz edildiğine göre kolaylıkla<br />
tahmin edileceği gibi bu fotoğraflar elbette negatif<br />
haldedir. Varlığın flu ve karanlık takvimden,<br />
mekandan ve karakterlerden tab edilecek fotoğrafını<br />
da Anar bizzat parlattığı okur muhayyilesine<br />
ve idrakine bırakır.<br />
“Çerçeve öykülerin modernizmde işlevi aşağı<br />
yukarı belirlenmiştir. Organik bütünlük ve iç<br />
tutarlılığın önemli bir estetik değer olduğu modernizmde<br />
çerçeveler, çoğu kez bu bütünlüğün<br />
belirteci olarak bulundurulur. [Parla <strong>20</strong>01: 222].”<br />
Efrasiyâb’ın Hikâyeleri’nde de çok boyutlu ve renkli<br />
hikayeler arasında dolaşan okur, metnin sonuna<br />
geldiğinde gerçekliğin boyut kıstaslarından kurtarıldığı<br />
bir dizi minyatüre girerek onlarda gezindiği<br />
izlenimine kapılır. Onu benzer çerçeve öykü örneklerinden<br />
ayıran temel farklılıksa bu gezintinin<br />
basit argümanlardan şark kökenli felsefî göndermelere<br />
uzanmasıdır.<br />
Kaynakça<br />
Anar, İhsan Oktay [<strong>19</strong>95]. Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları.<br />
Anar, İhsan Oktay [<strong>19</strong>96]. Kitabü’l-Hiyel, İletişim Yayınları.<br />
Anar, İhsan Oktay [<strong>20</strong>05]. Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, 15. baskı,<br />
İletişim Yayınları.<br />
Anar, İhsan Oktay [<strong>20</strong>05]. Amat, İletişim Yayınları.<br />
258<br />
Apuleius, Lucius [<strong>20</strong>06]. Başkalaşımlar-Altın Eşek (Metamorphoses-Asinus<br />
Aureus), Çeviri: Çiğdem Dürüşken, Hümanitas<br />
Yunan ve Latin Klasikleri, Kabalcı Yayınevi.<br />
Aytaç, Gürsel [<strong>19</strong>95]. “Roman ve Öykü Üzerine”, Edebiyat Yazıları<br />
III, Gündoğan Yayınları.<br />
Boccacio, Giovanni [<strong>20</strong>03]. Decameron, Çeviren: Rekin Teksoy, 6.<br />
basım, Oğlak Yayınları.<br />
Calvino, İtalo [<strong>20</strong>06]. Kesişen Yazgılar Şatosu, Çeviren: Semin<br />
Sayıt, Can Yayınları.<br />
Chaucer, Geoffrey [<strong>19</strong>94]. Canterbury Hikayeleri, Çeviren: Nazmi<br />
Ağıl, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.<br />
Duymaz, Recep, [<strong>19</strong>99]. Muhayyelât Üzerine Bir İnceleme,<br />
Arma Yayınları.<br />
Emin Nihat [<strong>20</strong>03]. Müsameretname, Çevrimyazı: Fazıl Gökçek,<br />
Sabahattin Çağın, Özgür Yayınları.<br />
Kabaklı, Ahmet [<strong>19</strong>90]. Muhayyelât-ı Aziz Efendi (Aziz<br />
Efendi’nin Hayalleri), KTBY.<br />
Kafaoğlu, Asuman Başer [<strong>20</strong>01]. “Çerçeve Öykü”, Yazın Sanatı,<br />
Friday, March 03, <strong>20</strong>06, edebiyatelestiri.blogspot.com<br />
Kefeli, Emel [<strong>20</strong>00]. “Kadınlar İçin Yazılmış Bir Kitap: Decameron”,<br />
Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri, Kitabevi.<br />
Onaran, Alim Şerif [<strong>19</strong>92]. Binbir Gece Masalları, Afa Yayınları.<br />
Parla, Jale [<strong>20</strong>01]. Don Kişot’tan Bugüne Roman, 3. baskı, İletişim<br />
Yayınları.<br />
Ulutürk, Veli [<strong>19</strong>92]. “Binbir Gece” mad., DİA, C.6, s.1<strong>80</strong>-181.<br />
Wellek, R. Warren, A. [<strong>19</strong>83]. Edebiyat Biliminin Temelleri<br />
(Theory of Literature), çeviren: Ahmet Edip Uysal, KTBY.
YABANCILAŞMA VE<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYECİLİĞİ<br />
Özet: Yabancılaşma, hem modern bir kavram<br />
hem de modernitenin ürettiği bir kavramdır. Aslında<br />
daha çok sosyoloji ve psikolojinin alanına<br />
girese de diğer sosyal bilimler de bu kavramı sık<br />
sık kullanmaktalar. Özellikle edebî metinlerin<br />
tahlilinde oldukça büyük bir işleve sahiptir. Hem<br />
ruh çözümlemelerinde hem de birey-mekân ilişkisinin<br />
anlamlandırılmasında geniş bir alana hitap<br />
eder. Bu çalışmada Mustafa Kutlu’nun bazı<br />
hikâyeleri, bu kavram çerçevesinde tahlil edilecektir.<br />
Anahtar Kelimler: Yabancılaşma, edebî metin,<br />
modernite, modernizasyon, şehirleşme<br />
259<br />
Yard. Doç. Dr. Ahmet AĞIR<br />
Gaziantep Üniversitesi<br />
Alienation and<br />
Turkish Short Stories<br />
After <strong>19</strong><strong>80</strong>’s<br />
Abstract: Alienation is both a modern term<br />
and a term that modernity produced. Indeed, although<br />
this term belongs to sociology and psycholohy,<br />
other social sciences started to employe<br />
it frequently. It has a very importance function<br />
especially in analyzing the literary texts. The<br />
term is of a key role in psychological analaysis<br />
of the textx and in determining the relationships<br />
between the person and place in a texts as<br />
well. In this work, some of Mustafa Kutlu’s short<br />
stories are going to be analysed in the light of<br />
this term.<br />
Key Words: Alienation, literary text, modernity,<br />
modernisation, urbanisation<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Bu çalışmanın çıkış noktası, yabancılaşmanın<br />
insanlık tarihinin başlangıcından bu yana toplumların<br />
içinde yeşerdiği önkabulü üzerine kuruludur.<br />
Bu da bize bu kavramın geçmişte önemli roller<br />
oynadığını, gelecekte de oynamaya devam edeceğini<br />
göstermekte. Yabancılaşma üzerine teorik<br />
bir çalışma yapmaktan çok, bu çalışmada önce<br />
yabancılaşma kavramının nasıl bir teorik çerçeve<br />
içine alındığını göstermek için daha önce yapılan<br />
önemli birkaç çalışmadan kısaca bahsedeceğim.<br />
İkinci olarak, bu kavramın anlamını belirleyip<br />
peroblemleri üzerine duracağım. Son olarak ise<br />
yabancılaşma kavramının <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliği<br />
açısından ne anlama geldiğini tespit için<br />
bazı hikâyeleri bu kavram çerçevesinde açıklamaya<br />
çalışacağım. Yabancılaşma kavramını etraflıca<br />
anlayabilmek için kanımca şu üç temel soruyu cevaplamamız<br />
gerek:<br />
1. Yabancılaşma nedir?<br />
2. Yabancılaşmanın sebepleri veya kaynakları<br />
nelerdir?<br />
3. Yabancılaşma öznel bir tecrübe midir yoksa<br />
nesnel bir durum mudur?<br />
Bir tanım yapmadan evvel yabancılaşma konusunda<br />
çalışmış birkaç düşünürün görüşlerini anmak,<br />
bu kavramın içselleştirilmesi yolunda faydalı<br />
olabilir. Erich Kahler, bu kavramın ne kadar kapsayıcı<br />
olduğunu göstermek için “İnsanlık tarihi pekala<br />
insanın yabancılaşması tarihi olarak yazılabilir”<br />
der (Kahler <strong>19</strong>57: 43). Keinston ise yabancılaşma<br />
“birçokları için insanoğlunun varoluşunda temel<br />
bir gerçektir” saptamasını yapar (Keinston <strong>19</strong>60:<br />
161). J. Israel ise bu kavramın ampirik-positivist<br />
sosyolojide kullanımının, ortaya kavramla ilgili<br />
belirsizlikler ve şüpheler çıkardığını, sosyal bilimlerde<br />
bu kadar çok geniş kapsamlı bir kavramı<br />
kullanmaktansa, onun yerine daha dar tanımlamalara<br />
sahip başka kavramların kullanılması gerektiğini<br />
belirtir (Israel <strong>19</strong>71). Kavramın çok kapsamlı<br />
bir kullanım alanın olması sebebiyle, net bir<br />
tanımlama yapma imkânımız neredeyse yoktur.<br />
Bunun yanında, kapsayıcı oluduğu için çok sık atıf<br />
yapılan tanımlar da var. Meselâ aşağıdaki tanım<br />
iyi bir örnek olabilir:<br />
Yabancılaşma kavramının işaret ettiği gerçek-<br />
260<br />
ler, insan oğlu ile kendi nesnesinin arasında olan<br />
farklı türlerdeki iletişimsizliktir, kopukluktur ve<br />
uyumsuzluktur; bu nesneler diğer şahıslar olabilir,<br />
doğal dünya olabilir, insanın ürettiği sanat eserleri<br />
olabilir, toplum olabilir; dengesizliğin, kargaşanın,<br />
tuhaflığın ve bunaltının çeşitli şekilleri olabilir<br />
(Heineman <strong>19</strong>53: 1).<br />
Bu tanım işimize yarayabilir. Hem yabancılaşma<br />
kavramını teorik bir çerçeveye oturtmuş<br />
oluruz hem de bu tanım sayesinde yabancılaşmanın<br />
mâhiyetini anlayabilmek için yeni sorular<br />
üretebiliriz. Bu yeni sorulara geçmeden önce,<br />
Raymond Williams’ın görüşlerine de başvurmak<br />
istiyorum. Williams, yabancılaşma kavramını tarihsel<br />
bir perspektif içinde ele alıyor. İnglizce’de<br />
ilk kullanıldığı dönemlerden bu yana ne tür dönüşümler<br />
geçirdiğini kısa fakat etkili bir biçimde<br />
özetliyor. İngilizce’de 14. asırdan bu yana kullanıldığını<br />
ve ilk başta garipleştirici bir aksiyon<br />
yahut garipleşmiş bir durum olduğunu ileri sürer<br />
ve kavramın teolojik yanına dikkat çeker. Yanabcılaşma<br />
Tanrı’dan kopma ve koparılma durumlarına<br />
da işaret eder (Williams <strong>19</strong>83: 33-36).<br />
Williams’ın bundan sonraki açıklamaları ise<br />
yukarıda sorduğumuz iç içe girmiş iki önemli<br />
soru yani yabancılaşmanın kişisel veya toplumsal<br />
planda tecrübe ediliş şekli ile ilgili ip uçlarını<br />
verecektir. Birinci sorumuz yabancılaşmanın öznel<br />
bir tecrübe, ikincisi ise nesnel bir durum olup<br />
olmadığı ile ilgilidir. Bu sorular, yanacılaşmanın<br />
özne-nesne ilişkisi içindeki durumunu çözümlemek<br />
için cevaplanması gereken sorulardır. Bu<br />
çalışma boyunca ele alınacak hikâyelerin tahlilleri<br />
esnasında temel olarak yabancılaşmanın bu<br />
boyutu üzerine durulacaktır. Diğer bir deyişle<br />
bu hikâyelerde yabancılaşma öznel bir tecrübe<br />
midir yoksa yazar tarafından, şartların dayattığı<br />
veya doğurduğu nesnel bir süreç olarak mı<br />
kurgulanmıştır sorularının cevapları aranacaktır.<br />
İlk bakışta karmaşık gibi dursa da aslında<br />
bir birinden farklı iki durum ile karşı karşıyayız.<br />
Öznel tecrübelerde, toplumların henüz gerçek<br />
manâda, tüm şiddeti ile yüzleşmediği bir durum,<br />
yazar tarafından güçlü bir önsezi ile bir eserde<br />
bir öznenin tecrübesi olarak aktarılabilir. Bu, geçici<br />
olarak öznel bir tecrübe olarak kurgulanmıştır.<br />
Don Kişot ya da Kafka’nın böceğe dönüşen
Gregor Samsa’sı buna örnek olabilirler. Buradaki<br />
öznel tecrübeler ileride nesnel durumlara<br />
dönüşmeye aday öngörülerdir veya tarihsel süreçlerdir.<br />
Nesnel durumlar ise gelişimini ya tam<br />
anlamı ile tamamlamış veya tamamlamak üzere<br />
olan durumların ortaya çıkardığı değişimlerden<br />
dolayı yaşanan gelişmelerdir. Yazarlar bu durumu<br />
kaleme alırlar. Tek tek bireylerin değil, çeşitli<br />
gelişmelerden dolayı toplumun artık derinden<br />
hissettiği bir sürecin adıdır.<br />
Yabancılaşmanın sebepleri veya kaynaklarına<br />
cevap olabilecek ayrıntılı açıklamaları Williams<br />
kaba olarak iki başlık altında açıklar. Birinci yaklaşımın<br />
teolojik bir yanı var; bir eylem olmaktan<br />
çok durum ifade eder. Buna göre Tanrı’dan, onun<br />
bilgisinden, merhametinden ayrılmak ya da ona<br />
ibadetten mahrum bırakılmak anlamları taşır. Bu<br />
yaklaşım aynı zamanda J.J. Rousseau’nun tanımı<br />
ile de çakışır. Buna göre yabancılaşma insan ile<br />
onun orijinal doğası arasındaki kopuluktur ve bu<br />
ikilinin birbirine garipleşmesidir. Bu arada Fruedyan<br />
açıklamaları da unutmamak gerek. Bu açıklamalarda<br />
balşıca enerji kabul edilen libidodan<br />
vaya bilinen cinsellikten ayrılan insandan bahsedilir.<br />
Burada ortaya çıkan yabancılaşma durumlarının<br />
ana kaynağı olarak genelde medenileşme<br />
süreci gösterilmektedir. Nitekim yine aynı süreci<br />
farklı şekillerde yabancılaşmanın sebebi olarak<br />
gösteren başka düşünürler de var. Bunlardan biri<br />
olan Karl Marks yabancılaşma kavramı tarihsel<br />
bir sürecin sonucudur der ve onu kapitalist çağın<br />
bir sorunu olarak açıklar. Burada yanabcılaşmanın<br />
diğer bir adı şeyleşmedir. Bu süreç aslında<br />
emeğin geçirdiği süreçtir. Bu süreçte işçi kendi<br />
dünyasını yaratarak kendini gerçekleştirir; fakat<br />
sınıflı toplumlarda iş bölümü, özel mülkiyet, kapitalist<br />
üretim tarzları gibi nedenlerden dolayı,<br />
insan yabancılaşır çünkü üretim ve karar verme<br />
araçlarına kapitalist tarafından el konulmuştur.<br />
Yabancılaşmanın birinci aşaması insanın üretim<br />
araçlarına sahip olamamsı ile başlar; ikinci<br />
aşamada ise emeğin yabancılaşması vardır. Bu<br />
aşama bir toplumun bir parçası topraklarından<br />
çekildiği ve üretim araçları ile ilişkilerinin koparıldığı<br />
zaman başlar. Üçüncü aşama bir ücretlinin<br />
kendi iş gücünü değil, işinin ürününü işverene<br />
satmaya başladığı zaman ortaya çıkar.<br />
261<br />
Başka bir yaklaşım ise yabancılaşmayı anomi<br />
kavramına vurgu yaparak açıklar. Bu yaklaşımı<br />
teknik olarak normsuzluk balşığı altında inceleyenler<br />
de var (Seeman <strong>19</strong>59: 787). Anomi<br />
kavramını yabancılaşma ile ilk ilişkilendiren E.<br />
Durkheim’dır. Klasik yaklaşımda bu anomali ya<br />
da normsuzluk, bireyin davranış şekillerini belirleyen<br />
toplumsal normların alt üst olmasını,<br />
işlerliğini veya etkinliğini kaybetmesini işaret<br />
eder. Birey bu noktada kendi başınadır. Bu yaklaşıma<br />
göre bu durumdaki bir birey adaptasyon<br />
yeteneğini kaybetmiştir. Bu değerlendirmeler,<br />
yabancılaşmanın sebepleri ve kaynakları hakkındaki<br />
sorumuzun kısa bir cevabı olabilir. Açıklayıcı<br />
olmasına rağmen elbette yetersizdir. Bundan<br />
dolayı zaten bu çalışmanın çeşitli yerlerinde bu<br />
soru ile ilgili açıklamalar devam edecektir.<br />
Her ne kadar yabancılaşmanın tarihi, insanoğlunun<br />
tarihi kadar eskiymiş gibi gösterilse de sosyal<br />
bilimlerin kullandığı bu kavram, kaba olarak<br />
modernitenin bir sonucu olarak ele alınabilir. Burada<br />
modernite şehirleşmenin, sekülerleşmenin,<br />
sanayileşmenin şekillendirdiği değişimler sonucu<br />
zuhur eden bir yaşam şekli yahut tecrübe olarak<br />
değerlendirilebilir. Parçalanmışlık, bölünmüşlük,<br />
yenideninşa (reformasyon), hızlı değişim, geçicilik,<br />
güvensizlik gibi kavram ve kelimeler modernitenin<br />
karakteristik özellikleridir.<br />
Modernitenin zaman ve mekânın algılanması<br />
ile ilgili değişimlerde önemli rol oynadığını biliyoruz.<br />
Hız, hareketlilik, iletişim, kaos vb. kelimeler,<br />
modernitenin ürettiği algılamaları ve hayat şekillerini<br />
tanımlamak ve açıklamak için sık sık kullanılan<br />
kelimelerdir. Moderniteyi açıklamak için<br />
daha çok tarihsel sınıflamalar yapan düşünürler<br />
çıkmıştır. Bunlara bir örnek verecek olursak<br />
moderniteyi üç döneme ayıran örnek açıklayıcı<br />
olabilir: birinci evre insanların modern hayatı<br />
tanımlamak için kavramlar aradıkları süreç olan<br />
olan 1500 -1<strong>80</strong>0 arasıdır; ikinvi evre Amerikan<br />
ve Fransız ihtilali ile belirginleşen 1<strong>80</strong>0’lerdir<br />
ve de son evre nerdeyse modernizayon sürecine<br />
bütün dünyanın dahil olduğu <strong>19</strong>00’lerdir (Childs<br />
<strong>20</strong>00). Az önce de belirtildiği gibi bu tür yaklaşımlar<br />
modernitenin tarihsel gelişimini kronolojik<br />
olarak tâkip etme isteğinini sonucudur. Buna<br />
karşın moderniteyi tarhisel süreç olarak almanın<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ötesinde onu “bir davranış şekli” olarak açıklayan<br />
düşünürler de var (Foucault <strong>19</strong>86). Bu davranış<br />
şeklini ortaya çıkaran önemli sebepler var<br />
şüphesiz. Modernitenin tanımlayıcı kavramlarına<br />
baktığımız zaman yabancılaşma kavramı ile<br />
benzer özellikler taşıdığını görebiliriz. İkisinin de<br />
temel karakteristikleri, bölünmüşlük, parçalanmışlık,<br />
bütünlükten yoksun oluş, belirsizlik vb.<br />
olarak sıralanabilir. Galile’den Newton’a kadar<br />
büyük fizikçilerin ve Descartes gibi düşünürlerin<br />
tasavvur ettiği ve açıklamaya çalıştığı evrenin<br />
ve insanın hayatının en temel dinamiği “mekanikilitir”,<br />
“otomatizmdir”, “düzendir”. Oysa<br />
Kuantum fiziğiyle beraber belirsizlik ilkesinin<br />
ve ralativitenin ortaya çıkardığı yeni durum düzenin,<br />
mekanizmin ve otomatizmin kurduğu o<br />
güvenli dünyayı yıktı. Aynı dönemde Freud’un<br />
geliştirdiği teoriler de insanın tanımlanması ile<br />
alakalı yeni yaklaşımlar doğurdu. Descartes ile<br />
beraber öznenin tanımlanmasında esas olan etmenin<br />
“düşünme” eylemi olduğu inancı yerleşti.<br />
Bu bağlamda bilinç özgür bireyin en önemli vasfı<br />
oldu. Ancak Freud’un bireyi tanımlarken insanın<br />
başka bir boyutunu, “bilinçaltı”nı çalışmalarının<br />
merkezine alması, insanın kendi kendisi ile evren<br />
arasında kurduğu o güvenli bağı yeniden gözden<br />
geçirmesine yol açtı. Artık insan oğlu bilinçaltının<br />
belirsiz, karanlık değişken zemininde kendini<br />
keşfetmek durumundadır. Bu gelişmelerden<br />
sonra özne-nesne arasındaki ilişki doğal olarak<br />
daha az belirgin bir konuma indirgendi. Newton<br />
fiziğinde çok belirgin olan, dokunabileceğimiz,<br />
özneden ayrı tanımlayabileceğimiz nesne, Kuantum<br />
fiziği ile birlikte ortadan kalktı. Artık hem<br />
kendi dışımızdaki dünya ile hem de kendimizle<br />
ilgili bilgilerimiz daha gevşek bir özellik kazandı,<br />
bu gevşek ilişki ise doğal olarak insanın yabancılaşmasının<br />
ivmesini artırdı.<br />
Bu noktaya kadar yaptıklarımız genel anlamı<br />
ile yukarıda sorulan ilk iki sorunu cevabı niteliğindedir.<br />
Üçüncü soru ise ilk iki soruya verilen<br />
cevapların hazırladığı teorik zemin üzerine kurulacak<br />
olan metin çözümlemeleri esnasında ve<br />
sonrasında cevaplanacak. Çalışmanın bundan<br />
sonraki kısmı, Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde<br />
yabancılaşmanın izlerini aramak üzerine bina<br />
edilecek; başka bir deyişle bu noktadan sonra<br />
262<br />
3. sorumuzun cevabının aranmasıyla birlikte,<br />
yabancılaşma Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde<br />
öznel bir tecrübe midir yoksa nesnel bir durum<br />
mudur sorusu daha spesifik ve pratik bir zemine<br />
çekilecektir. Mustafa Kutlu’nun tüm hikâyelerini<br />
incelemektense –bu çalışmanın imkânları<br />
düşünülürse- sadece onun Yokuşa Akan Sular<br />
adlı kitabında bulunan bazı hikâyeler üzerine yoğunlaşmanın<br />
daha verimli olacağını düşündüm.<br />
Ancak hikâyelere geçmeden önce yabancılaşma<br />
kavramı ile ilgli bir kaç teorik açıklama eklemek,<br />
kavramı daha anlaşılır kılacaktır.<br />
Bu açıklamaların da gösterdiği gibi bu kavramın<br />
geniş kapsamının yaratabileceği problemleri<br />
ortadan kaldırabilmek adına yukarıda da belirtildiği<br />
gibi güçsüzlük, anlamsızlık, normsuzluk,<br />
tecrit, gariplik (Seeman <strong>19</strong>59) gibi başka farklı<br />
kavramları, yabancılaşmanın yerine kullanmayı<br />
teklif edenler de var. Burada güçsüzlük, içinde<br />
yaşadığımız toplumu etkileme ile ilgili kabiliyetsizlik<br />
ya da kabiliyetsizlik duygusu olarak açıklanabilir;<br />
anlamsızlık ise bireyin neye inanması<br />
gerektiği konusunda net olamayışıdır, bireyin<br />
karar verme aşamasında minimal standartların<br />
karşılanamayışıdır. Normsuzluğu zaten hemen<br />
yukarıda tanımlamıştık; tecrit ise verili normlardan<br />
ve amaçlardan soyutlanma olarak açıklanabilir;<br />
gariplik kaba olarak bireyin kendini tatmin<br />
edebileceği sahici aktivitelerden mahrum olması<br />
diye tanımlanabilir.<br />
Önce, kitaptaki hikâyelerin ilkidir. Bu hikâye<br />
ile birlikte kitap boyunca farklı başlıklar altında<br />
hikâyesini okuyacağımız Cevher Bican ile karşılaşırız.<br />
Bican Kars’tan İstanbul’a iş için göçmüş bir<br />
köylüdür. Yazar onun içinde bulunduğu karmaşıklık<br />
psikolojisini şu cümlelerle anlatıyor:<br />
Şehri ilk görüyordu Bican. Köyden çıktığından<br />
beri öyle bir sarhoşluk içinde idi ki buna pek görüyordu<br />
da denemezdi. Anlamadan, kavramadan,<br />
hatta çoğunlukla baktığı şeyi iyice göremeden<br />
seyrediyoru etrafı (Kutlu <strong>20</strong>06: 13).<br />
Bu hikâye ile birlikte mâcera iki ana noktada düğümleniyor.<br />
Birinci nokta köy-şehir ikileminin yarattığı<br />
gerilimdir. Bican köyden şehire göç eder ve<br />
şehirin kendi içinde ürettiği poblemler ile çok keskin<br />
ve hazırlıksız bir şekilde yüzleşmek zorunda
kalır veya pasif bir şekilde bırakılır. Yukarıda moderniteyi<br />
tanımlarken yenideninşa yani reformasyondan<br />
bahsetmiştik. Bu yeniden inşanın ürettiği<br />
en önemli problemlerden bir ise boşluklardır. İşte<br />
Bican bu tür bir boşluğa düşer. Bu hikâyede olup<br />
biten temel şey Bican’ın dünyasında bu köy-şehir<br />
ikileminin yarattığı boşlukların diyalektik bir biçimde<br />
tahkiye edilmesidir. Bican’ın modern dünya<br />
ile karşılaşmasının hikâyesidir. İskender Savaşır’ın<br />
Stephen Frosh’tan çevirdiği bir makaleye alınan<br />
cümlelerde Marshal Berman’ın dediği gibi<br />
Modern olmak, bizlere güven, güç coşku, gelişme,<br />
kendimizi ve dünyayı değiştirme olanakları<br />
vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz<br />
her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi<br />
yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır<br />
kendimizi. [Modernlik] bizleri sürekli parçalanma<br />
ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin belirsizlik<br />
ve acının girdabına sürükler (Berman <strong>19</strong>82: 11).<br />
Bican henüz modern değildir sadece modernliğin<br />
doğurduğu bir sorunsal ile hem de bu sorunsal<br />
ile nasıl baş edeceğini bilemeden rehbersiz<br />
bir şekilde baş başa kalmıştır. Bundan dolayı da<br />
“sahip olduğu her şeyi, bildiği her şeyi, olduğu<br />
her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda<br />
bulmuştur kendisini”. Burada ikinci nokta şehirleşmenin<br />
neredeyse hem sebebi hem sonucu<br />
olan sanayileşmenin doğurduğu sorunsaldır.<br />
Bican’ı “[d]ayısı çağırmıştı köyden. Geldiği günün<br />
sabahı da fabrikaya getirip bırakmıştı” (Kutlu<br />
<strong>20</strong>06: 13). Yani Bican için sadece şehir değil aynı<br />
zamanda fabrika da yabancı bir ortamdır. Köyde<br />
“kazma, kürek” ile çalışrken burada henüz adlarını<br />
bile bilmediği bir sürü teknolojik aletlerle<br />
baş etmek zorundadır. Daha da ürkütücü olanı,<br />
bu teknolojik aletlerin oluşturduğu ortam ve<br />
ilişkilerdir. Bu ortam aslında olmayan ilişkilerin<br />
sürdürüldüğü bir ortamdır. Konuşmaların teknik<br />
boyutların ötesine geçmesine izin verilmeyen bir<br />
ortamdır. İnsanî boyut fabrika kapısından içeri<br />
alınmamaktadır.<br />
Bu hikâyede ortaya çıkan yabancılaşma durumu,<br />
ilk bakışta Karl Marks’ın teorileştirdiği<br />
yabancılaşma imiş gibi görünse de Kutlu, bu<br />
hikâyeyi böyle bir zemin üstüne oturtmaz. Söz<br />
263<br />
konusu olan şey, Bican ile üretim araçları arasındaki<br />
yabancılaşma değildir; Bican’ın henüz işçi<br />
sınıfından, üretim araçlarından, özel mülkiyetten<br />
falan haberi yoktur. Onun zihni daha önce tecrübe<br />
etmediği olay ve olguların uyandırdığı, yıktığı,<br />
alıp götürdüğü duygular ve henüz doldurulmamış<br />
boşluklarla doludur. Bir inşa sürecinin henüz başındadır.<br />
Daha teknik konuşacak olursak Bican’ı<br />
en iyi tanımlayacak kavram burada anlamsızlıktır.<br />
Yeni tanıştığı modern dünyanın oluşturduğu<br />
boşluklardan dolayı, Bican hem etrafıyla hem de<br />
kendi iç dünyası ile bir anlam bağı kuramamaktadır.<br />
Gerekli tüm donanımlardan yoksundur. Bu<br />
durum ise Bican’ın öznel bir tecrübesi değildir.<br />
Modernitenin ürettiği nesnel bir durumdur daha<br />
çok. Bu nesnel durum, Bican özelinde tahkiye<br />
edilmektedir.<br />
Kalıcı mıyız?.. adlı ikinci hikâyede Kutlu, Bican<br />
ile yeni durumun arasındaki ilişkinin sürekli olup<br />
olmayacağını irdeler. Bican artık etrafını daha<br />
net gözlemleyebilecek bir ilişki kurmuştur kendi<br />
ortamıyla. Fakat henüz o, modernitenin açtığı<br />
boşluklar ile nasıl baş edeceğini bilememektedir.<br />
Kendi kafasında daha önceleri bu boşlukların yerinde<br />
olan “masmavi lekesiz bir gök, parıl parıl<br />
bir güneş, kilometreler boyu uzayıp giden yemyeşil<br />
otla kaplı bir yayla, otların arasında kıvrıla<br />
kıvrıla akan beyaz çakıl taşlı dup duru bir çayla<br />
bezeli, yeni bir dünya” (Kutlu 23-24) ile doldurmayı<br />
planlamaktadır ama onun daha tecrübeli<br />
olan iş arkadaşı Zülküf Ağa ona “kalıcısın burada”<br />
der (Kutlu 23). Bu ikaz Bican’ın zihininde<br />
olan boşlukları daha da derinleştirir. Anlamsızlık<br />
onun için artık kısa vadede çözülemiyecek bir<br />
tecrübedir. Bu hikâye ile beraber, Bican kendi<br />
durumunun artık farkına varmaya başlamıştır.<br />
Köy-şehir zıtlığının ortaya çıkardığı sorunsalları,<br />
iki farklı durum olarak değerlendirebilmektedir.<br />
Bu iki farklı durum ise boşluğu hem üretmektedir<br />
hem de bu boşluğun sürekli olmasına yardım<br />
etmektedir.<br />
Bekâret adlı hikâyeye geldiğimizde Bican’ın<br />
içinde bulunduğu yabancılaşmayı, Kutlu tam<br />
anlamı ile bir köy-şehir ikilisinin anlam farklılığından<br />
doğan bir durum olarak anlatır. Bican<br />
artık şehir hayatının kendisinin bilip ezberlediği<br />
köy hayatından farklı bir şey olduğunu sezmeye<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
başlamıştır. İçindeki boşluğu, yabancılığı ve anlamsızlığı<br />
bu şehir ortamının ürettiğini bilinçsiz<br />
de olsa yavaş yavaş hissetmektedir. “Evinden<br />
apartmanına, dükkânından arabasına, insanından<br />
hayvanına bir oturmamışlığın, bir tedirginliğin,<br />
bir gözleri dört açılmışlığın, bir kıpır-kıpırlığın<br />
bu büyük şehrin kenar semtinde , bir hafta tatili<br />
nasıl geçer? (Kutlu 32). Bu karmaşık ortamda,<br />
şehir hayatının ve kültürünün ağırlığı altında,<br />
Bican bir birey gibi davranamaz, bağımsızlığını<br />
ve bireyselliğini koruma çabaları ve yöntemleri<br />
geliştiremez. Kendini anlamlandıramadığı, ya da<br />
yeni mekânlarla anlamlı bir bağ kuramadığı için<br />
bu yeni hayatı ile ilgili imgeler üretemez; sadece<br />
şaşırır. Şehir hayatının hızı, karmaşıklığı, insanların<br />
aceleciliği, kalabalık ve yoğun ve yüksek binalar<br />
Bican’ın olan bitenlere bir anlam vermesini<br />
engeller.<br />
Bican şehirli olamadan bir fabrikada işçi olur<br />
ama işçi olmak kendisini işçi sınıfına ait bir birey<br />
yapmaz. İşçilik sadece bir geçim kaynağıdır onun<br />
için. Böylece Bican, içi içe geçmiş bikaç yabancılık<br />
yaşar. Önce yeni geldiği şehire yabancıdır, sonra<br />
çalıştığı fabrikaya son olarak da çalışan biri olmasına<br />
rağmen işçi sınıfına yabancıdır. Bican’ın<br />
durumunu daha dramatik yapan nokta ise kendisinin<br />
bütün bu yabancılaşma durumları içinde<br />
bir özne olamayışıdır; tersine o bu durumların<br />
yönlendirdiği nesnedir. Yokuşa Akan Sular adlı<br />
hikayede Kutlu, Bican’ın içşi sınıfı ile olan münasebetini<br />
anlatır. Bir taraftan, patron, işçi, grev,<br />
referandum, işçi hakları; hak arama teşebbüsleri<br />
gibi Marksist düşüncenin sınıfsal kavramlarını<br />
kullanarak sınıf mücadelesi veren işçilerin giriştiği<br />
yürüyüş var öte yandan Bican ile arkadaşı bu<br />
kalabalığın arasında kendi aralarında oynadıkları<br />
ve ötekilerinin adını dahi bilmedikleri yerel<br />
“Cüz” oyunu var( Kutlu 44). Bican bu hikayede,<br />
henüz içselleştiremediği işçiliği ile kendi arasındaki<br />
anlamsızlığın yarattığı boşluğu yaşar.<br />
Şehirleşmenin gelenekler üzerindeki dönüştürücü<br />
etkisinin vaya tahribatının ve bu tahribatın<br />
köy-şehir ikilemini hâlâ şiddetli bir şekilde yaşayanların<br />
dünyasında meydana getirdiği dalgalanmaların,<br />
kırılmaların ve kopmaların konu olarak<br />
işlendiği hikâler de var. Bayramdan Kaçanlar,<br />
geleneklerin sürdülmesinin imkansızlaştığı bu<br />
264<br />
yeni mekânlarda, gelenekler ile insanlar arasında<br />
sürekli açılan boşluğu anlatır. Bir taraftan insanları<br />
sürekli çalışmak zorunda bırakan şehirli<br />
modern hayat tarzı, öte yandan aynı mekânlarda<br />
gelenekleri sürdürmeye çalışanlar. Bu hikâyedeki<br />
yabancılaşma, modern şehir hayatının dayattığı<br />
bunalımların, zorlukların ve bireyselleşmenin<br />
doğal sonucu olarak ortaya çıkan özel hayatlar,<br />
özel alanlar, özel zamanlar anlayışı ile özel hayatı<br />
henüz pek tanımayan akrabalık, hemşehrilik ve<br />
köylülük üzerine kurulu hayatlar arasındaki ayrışmanın<br />
diğer boyutu olarak karşımıza çıkar. Bir<br />
yandan, bayramları bu akrabalık gibi geleneksel<br />
ilişkilerin devamını sağlamak için kullanan insanların<br />
hikâyesi, öbür yandan, bu bayramları şehir<br />
hayatının yüklediği bunalımları üzerlerinden atabilmek<br />
için tatil olarak kullanan yahut kullanmayı<br />
düşünebilenlerin hikayesi… Böylece bu hikâyede<br />
yabancılaşma bir anlamda gelenek ile modernleşme/şehirleşme<br />
arasındaki gerilimden doğar<br />
ve aynı gerilim bu yabancılaşmayı sürekli besler.<br />
Kitabın son hikâyesi olan Dayan Seydali… de<br />
bu yabancılaşma durumunu işler. Bu yabancılaşma<br />
sürecinin sonudur. Bican içine karıştığı işçi<br />
grubuna üye olmayı, onlarla birlikte sokaklarda<br />
yürüyüşlere katılmayı, sloganlar atmayı ve ait<br />
olduğu sınıfın farkında olan bir birey olmayı birbirine<br />
karıştırıyor. Oysa o sadece işçilerin arasına<br />
karışmıtır; bu karışma ise onu kendi arkadaşlarının<br />
meselelerine karşı yabancılaştırmıştır. Kısaca<br />
Bican iki farklı yabancılaşmayı içi içe tecrübe<br />
etmektedir yeniden. İşçi sınıfı bilinci oluşmadan<br />
işçi hakları için sokaklara dökülmek onun için henüz<br />
anlamlı bir eylem değildir, ancak o bu eylemi<br />
çok önemsediğinden arkadaşının küçük olarak<br />
tanımladığı meselesini umursamıyor. Bireyi dikkate<br />
almadan ve bireyin meselelerini çözmeden<br />
o bireyin içinde bulunduğu sınıfın peroblemlerini<br />
çözmeye uğraşıyor. Arkadaşı olan Seydali fizikî<br />
problemlerden dolayı çalışamıyor ve tablada<br />
karpuz satarak yaşamını devam ettiriyor. Bir<br />
Cuma namazı esnasında, zabıtalar tablayı imha<br />
ederek Seydali’nin geçim kaynağını ortadan kaldırıyorlar.<br />
Seydali sokakta yürüyüş yapan işçilerin<br />
arasında rastladığı Bican’a bir umut olarak<br />
sarılıyor ama O Seydali’nin kişisel probelmlerini<br />
dinlemiyor bile. Seydali, ondan yardım istedikçe
o Seydali’ye “Bize katıl Seydali ağam, arabayı da<br />
zabıtayı da hallederiz” der (Kutlu 86). Bu hikâyede<br />
Kutlu, Bican’ın içine düştüğü açmazı anlatır<br />
bize, o açmaz ise Bican’ın durumunu sürekli dramatikleşirir<br />
ve derinleştirir. Bican içine düştüğü<br />
yabancılaşma psikolojisinden kurtulmak için bir<br />
grub ait olup toplumsallaşmadan faydalanmaya<br />
kalkışır; ancak bu defa da yeni bir yabancılaşma<br />
durumları ile yüz yüze gelir. Şehire göçmüştür<br />
ama şehire yabancıdır, işçidir ama işçi sınıfı bilincine<br />
yabancıdır, son olarak Bican’ın durumuna<br />
daha da dramatikleştiren yabancılaşma başlar:<br />
daha önce bildiği, tanıdığı, gariplik, anlamsızlık,<br />
yabancılık gibi duyguları hissetmediği tek ortam<br />
olan arkadaşlarına da yabancılaşır.<br />
Sonuç<br />
Kutlu’nun bu çalışmada incelenen hikâyelerinde<br />
yabancılaşma kavramı, nesnel bir durum olarak<br />
ele alınmıştır. Şehirleşme, sanayileşme, göç,<br />
gelenekten kopma, büyük toplumsal tanımlamaların<br />
(hemşehrilik, akrabalık, köylülük gibi…) yerine<br />
artık bireyselliğin girişi gibi olguların ortaya<br />
çıkardığı bir sonuçtur yabancılaşma. Böylece ilk<br />
başta sorduğumuz soruların üçüncüsü de cevaplanmış<br />
oldu. Dursun Ali Tökel’in de dediği gibi “O<br />
artık nefes almanın imkânsız hâle geldiği betonlarla<br />
çepeçevre kuşatılmış, tabiatın karartılıp ışık<br />
ve güneşin yok edildiği, dışı gibi içi de taşlaşmış<br />
şehirler” (Tökel 38)’e göçüp gelmiş insanların şehirler<br />
ile kur(a)madıkları ilişkileri anlatılır. Kısaca,<br />
yanabcılaşmanın kaynağı şehirleşmedir.<br />
265<br />
KAYNAKÇA<br />
Childs, Peter (<strong>20</strong>00) Modernism, London and New York: Routledge.<br />
Foucault, Michel (<strong>19</strong>86), “What is Enlightenment” in The Foucault<br />
Reader (ed. Paul Rainbov), Harmondsworth: Penguin.<br />
Frosh, Stephan (<strong>19</strong>91) “Toplumsal Bir Yaşantı Olarak Kimlik Bunalımı”,<br />
Defter, 26 (Kış <strong>19</strong>96), s. 40-57.<br />
Heinman, F. (<strong>19</strong>53) Existantialism and the Modern Predicament.<br />
New York. Harper Torchbooks.<br />
Israel, J. (<strong>19</strong>71) Alienation. From Marx to Modern Sociology, Boston:<br />
Beacon<br />
Kahler, E. (<strong>19</strong>57), The Tower and the Abyss, New York: Braziller.<br />
Keinston, K. (<strong>19</strong>60), “Alienation and the Decline of Utopia.” American<br />
Scholar 39:161-<strong>20</strong>0.<br />
Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>06) Yokuşa Akan Sular, İstanbul: Dergâh Yayınlalrı<br />
Seeman, M. (<strong>19</strong>59) “On the Meaning of Alienation” American Sociological<br />
Review 24: 783-790.<br />
Tökel, Dursun Ali (<strong>20</strong>04) “Tufandan Önce Mustafa Kutlu”, Kitap<br />
Haber, <strong>19</strong>, (Aralık <strong>20</strong>03-Ocak <strong>20</strong>04), s. 36-39.<br />
Williams, Raymond (<strong>19</strong>83), Kyewords: A Vocabulary of Culture<br />
and Society, New York: Oksford University Press<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
BİR POSTMODERN<br />
ANLATI ÖRNEĞİ<br />
OLARAK “FEHMİ K.’NIN<br />
ACAYİP<br />
SERÜVENLERİ”NİN<br />
“KARI KOCA MASALI”<br />
İLE İLİŞKİSİ ÜZERİNE<br />
Özet: Hilmi Yavuz tarafından <strong>19</strong>91 yılında yayımlanan<br />
Fehmi K’nın Acayip Serüvenleri adlı<br />
anlatının, yazarın kendisi ve kimi eleştirmenler<br />
tarafından Türk edebiyatındaki ilk postmodern<br />
metin olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddia, postmodernizmin<br />
Türkiye’de bir edebiyat terimi olarak<br />
kullanılmasından sonra yazılan metinler söz konusu<br />
olduğunda doğru olabilir. Fakat postmodern<br />
edebiyat teorisinin, edebî metinleri bu kategoriye<br />
sokmak için gerekli gördüğü özelliklerin birçoğu,<br />
bu terimin kullanılmaya başlanmasından önce de<br />
Türk edebiyatında kimi yazarların metinlerinde<br />
yer almıştır. Ahmet Mithat Efendi bu yazarlardan<br />
biridir ve onun özellikle Karı Koca Masalı adlı eseri<br />
birçok postmodern özellikler içermektedir. Söz<br />
gelişi, yazarın metne dahil olması, metin içinde<br />
hikâyeyi/hikâyeleri nasıl kurguladığını okuyucuyla<br />
paylaşması (üstkurmaca), okuyucunun metne zaman<br />
zaman metnin yazarı veya eleştirmeni olarak<br />
katılması, anlatılan hikâyenin “yalan” olduğunun<br />
sık sık vurgulanması, başka metinlerden alıntılara<br />
yer verilmesi, farklı türlerin özelliklerinin aynı<br />
metin içerisinde kullanılması vb. bunlar arasında<br />
sayılabilir. Bu özellikler bakımından Karı Koca Masalı<br />
ile Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’nin karşılaştırılması,<br />
iki metin arasında benzerlikler olduğunu<br />
ortaya koymuştur.<br />
Anahtar kelimeler: Ahmet Mithat Efendi, Hilmi<br />
Yavuz, Postmodern anlatı, kurmaca, üstkurmaca<br />
266<br />
Doç. Dr. Fazıl GÖKÇEK<br />
Ege Üniversitesi / İzmir<br />
Abstract: It is suggested by some critics and<br />
the writer by oneself that Hilmi Yavuz’s narrative<br />
named Fehmi K’nın Acayip Serüvenleri and<br />
published in <strong>19</strong>91 is the first postmodern text in<br />
the Turkish literature. After the postmodernism<br />
is used in a literature term in Turkey, it is perhaps<br />
true suggestion when the writed texts include.<br />
But, in order to be found the literaty texts in this<br />
category before the term wasn’t used in the Turkish<br />
literature, some writer’s texts had found a lot<br />
of peculiarities which the postmodern literaty’s<br />
theory counts for necessity. Ahmet Mithat Efendi<br />
was the one in these writers and his especially sign<br />
named Karı Koca Masalı includes a lot of postmodern<br />
peculiarities. For example, around these<br />
perhaps include the writer includes in the text,<br />
the writer share the reader how to unify with the<br />
stories in the text (metafiction), the reader sometimes<br />
participates in the text as if the text’s writer<br />
or critic, the explained story is often emphasized<br />
to be lie, the quotations are found from different<br />
texts, different species of pecularity are used in<br />
the same text vb. according to these peculiarities<br />
compare with Karı Koca Masalı and Fehmi K’nın<br />
Acayip Serüvenleri revealed that there’s a resemblance<br />
between two texts.<br />
Key Words: Ahmet Mithat Efendi, Hilmi Yavuz,<br />
postmodern narrative, fiction, metafiction
Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi’nin yazarlığının<br />
ilk yıllarında, 1875 yılında yayımladığı<br />
eserlerinden biridir. 1 Bu eser yakın zamana kadar<br />
araştırmacılar tarafından dikkate alınmamış,<br />
üzerinde hemen hiçbir edebî değerlendirme yapılmamıştır.<br />
Ahmet Mithat Efendi’ye geniş bir yer<br />
ayırdığı Türkçede Roman adlı eserinde Mustafa<br />
Nihat Özön, Karı Koca Masalı’nın Ahmet Mithat<br />
Efendi’nin “kışa rastlayan 1875 Ramazanı için<br />
eğlencelik olarak yazdıklarından” olduğunu belirtir<br />
ve -eserin başından bir parçayı alıntıladıktan<br />
sonra- “İşte böyle böyle başlayan birçok söyleyişle,<br />
bir çeşit tatlı gevezeliğe giden meddah ağzıyla<br />
zamanın dergileri, önsözlerin fena kullanılışı, dil<br />
hareketleri, eski masallardaki bazı pitoresk görünümlere<br />
hafif bir değinme, karılık-kocalık görevleri<br />
hakkında benimsetilmek istenen bazı görüşler…<br />
”e yer verilen bir eser olduğu değerlendirmesini<br />
yapar. 2 Ahmet Hamdi Tanpınar ise <strong>19</strong>. Asır Türk<br />
Edebiyatı Tarihi’nde Ahmet Mithat Efendi’ye genişçe<br />
yer ayırdığı ve hemen her eserinden söz<br />
ettiği halde, Karı Koca Masalı’nı söz etmeye değer<br />
bulmamıştır. 3 Orhan Okay, Batı Medeniyeti<br />
Karşısında Ahmet Mithat Efendi adlı değerli çalışmasında<br />
bu esere “Basit bir monolog karakteri<br />
gösteren Karı Koca Masalı 1875’te neşrettiği ilk<br />
eserlerindendir” cümlesiyle değinmiştir. 4<br />
Görüldüğü gibi, Ahmet Mithat Efendi’nin bu<br />
eseri, ondan ve eserlerinden söz eden belli başlı<br />
kaynaklarda ya önemsenmemiş veya büsbütün<br />
görmezlikten gelinmiştir. Ancak son yıllarda edebiyatta<br />
“postmodern” kavramının tartışılmaya<br />
ve bu türde ürünlerin görülmeye başlamasından<br />
Kırkambar Matbaası, 6 s.<br />
2 İletişim Yayınları, 2. bs., İstanbul 985, ss. 98- 99.<br />
3 Tanpınar’ın, Ahmet Mithat Efendi’nin romancılığı ve bugün<br />
eleştirmenlerin onun en orijinal eseri olduğu üzerinde birleştikleri<br />
Müşahedat romanı hakkındaki değerlendirmesi, Karı Koca<br />
Masalı’nı neden dikkate almadığını da açıklar: “… hakikatte<br />
onun sanatı yoktur, melekesi vardır ve halk muharriri olarak belli<br />
başlı kusurlarından biri de budur. Kitap zevki meddah itiyadını<br />
okuyucuya unutturduğu gün Ahmed Midhat Efendi’nin romanları<br />
okuyucusunu sıkacaktır. Roman sanatı, hangi seviyede olursa olsun<br />
okuyucuyla kitabın baş başa kalmasını ister. Ahmed Midhat<br />
Efendi ise daima üçüncü bir şahıs gibi aradadır. Hatta daha fenası<br />
okuyucuyu romanın mutbağına kadar götürür, onu üst üste değişen<br />
tekliflerle hikâyenin ilk şartı olan hakikaten olmuş vehminden<br />
mahrum eder. İlk hikâyelerinde olduğu gibi “Çengi”de, “Henüz On<br />
Yedi Yaşında”da rastlanan bu alış veriş “Müşahedat”ta kendi roman<br />
tarzının alfabesi halini alır. (…) Daha başından itibaren aile<br />
babası ve ilk mektep hocası, romancıyı bir tarafa atar.” 9 uncu<br />
Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 5. bs., İstanbul, 982, s. 460.<br />
4 Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Ankara, 989, s. 22<br />
267<br />
sonra, Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi’nin<br />
diğer eserleriyle birlikte ve hatta diğerlerinden<br />
daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. Bu ilginin sonucunda<br />
Nüket Esen, eseri yeni harflere aktararak<br />
yayımlamış ve başına yazdığı Giriş’te özgünlüğüne<br />
dikkat çekmiştir. 5 Bu eserin postmodern anlatı<br />
bağlamında önemine ise ilk kez Jale Parla’nın kitabında<br />
değinilmiş 6 , Ahmet Mithat Efendi’nin anlatım<br />
tarzı Laurence Sterne’ün Tristram Shandy<br />
ve Diderot’nun Jacques le Fataliste adlı eserleri<br />
ile karşılaştırılmış ve bu metinler arasındaki benzerliklere<br />
işaret edilmiştir. Parla, Ahmet Mithat’ın<br />
eserindeki anlatım tarzının “meddah anlatısının,<br />
yani sözlü anlatının yazıya geçirilişi” olduğu tespitini<br />
yapmış ve bu tarzın <strong>19</strong>50’li yıllardan sonra<br />
Batı edebiyatında yaygınlık kazanmaya başlayan<br />
postmodern anlatı ile benzerliklerine dikkat<br />
çekmiştir. Son olarak İnci Enginün de Karı Koca<br />
Masalı’nın, Ahmet Mithat Efendi’nin “anlatılan<br />
kadar anlatma şeklini [de] bilinçli olarak seçtiğini<br />
göster[en]” bir eseri olduğunu belirtmiştir. 7<br />
Hilmi Yavuz’un Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri<br />
adlı “anlatı”sı ilk olarak <strong>19</strong>91’de Afa Yayınevi<br />
tarafından basılmış, ikinci baskısı ise yazarın<br />
“Taormina” ve “Kuyu” adlı iki “anlatı”sının daha<br />
eklenmesiyle Can Yayınları tarafından <strong>19</strong>95 yılında<br />
yayımlanmıştır. 8 Yazar, kendisine bu konuda<br />
yöneltilen soruya cevap verirken bu üç anlatısının<br />
“postmodern” olduğunu ileri sürer. Bu cevapta<br />
Oğuz Atay’ı modern olarak nitelemesi ve Orhan<br />
Pamuk’un Kara Kitap’ının da postmodern sayılamayacağını<br />
ileri sürmesinden kendisinin bu eserlerinin<br />
Türkçedeki ilk postmodern anlatı örnekleri<br />
olduğunu kabul ettiği sonucu çıkarılabilir: 9<br />
Bugünlerde postmodernizm konuşuluyor; tıpkı<br />
50’lerde varoluşçuluğun, 60’larda Marksizmin,<br />
<strong>80</strong>’lerde de yapısalcılığın konuşulması gibi. Benim<br />
5 Ahmet Mithat - Karı Koca Masalı ve Ahmet Mithat Bibliyografyası,<br />
Kaf Yayınevi, İstanbul, 999. (Metinden yapılan alıntılardaki<br />
sayfa numaraları bu baskıya aittir.) Fakat şaşırtıcı bir<br />
şekilde, Esen, Giriş’te “özgün”lüğünü vurguladığı eseri, kitabın<br />
sonundaki bibliyografyada “Meddah hikâyesi tarzında basit bir<br />
monolog” olarak nitelemiştir.<br />
6 Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>00, ss. 76-<strong>80</strong>.<br />
7 Yeni Türk Edebiyatı - Tanzimat’tan Cumhuriyet’e ( 839-<br />
923), Dergâh Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06, s. 95.<br />
8 Metinden yapılan alıntılardaki sayfa numaraları bu baskıya<br />
aittir.<br />
9 Ç. Begüm Soydemir, “Dikkat! Postmodern Öldürebilir”, Milliyet,<br />
22 Kasım 998.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
bu üç anlatım postmoderndir. Peki mesela Kara<br />
Kitap’a postmodern denilebilir mi? Bana kalırsa<br />
Türkiye’de postmodern, Oğuz Atay gibi tekil duran<br />
modernist bir romancıdan sonra başladı. Atay,<br />
tek moderndir. Merkezden kopmuş, dağılmış,<br />
fragmanter bireyi o hazırladı. Postmodernistler<br />
ironinin yıkıcı, parçalayıcı ve bireyi merkezden koparıcı<br />
gücünü (şiddetini!) keşfettiler. İroninin ironisini<br />
yaptılar. İronide irrasyonel yan ağır basar.<br />
O yüzden Kara Kitap postmodern değildir. Bir ara<br />
kitaptır. Zaten postmodern roman olmaz. Roman<br />
tanımı gereği edebi sınır olarak modernizmde nihayetlenir.<br />
Edebiyatta postmodernizm, yukarıda da belirtildiği<br />
gibi, Batı’da <strong>19</strong>50’lerden sonra ortaya çıkan<br />
ve “binyıllardır süregelen ana estetik ilkeler”i “köktenci<br />
bir biçimde” değişime uğratan bir akımdır. 10<br />
Bizim edebiyat dünyamızda bu kavramın kullanımının<br />
yaygınlık kazanması ise ancak <strong>19</strong>90’lı yıllardadır.<br />
Postmodernizmin kendisini daha çok karşı<br />
çıktıkları ile tanımlayan bir akım olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Bu bağlamda hikâye ve romanda postmodernizm,<br />
modern hikâye ve roman anlayışının<br />
bir edebiyat eserinde bulunmasını şart koştuğu<br />
kuralları yok sayarak, bunların parodisini yaparak<br />
kendi varlığını belirler. Söz gelişi modern roman<br />
anlayışı, yazarın/yazar-anlatıcının varlığının edebî<br />
metinde hissedilmemesini bir değer ölçütü olarak<br />
kabul eder. Modern roman anlayışına göre yazarın/yazar-anlatıcının<br />
kendi varlığını hissettirmesi,<br />
anlatılan olaya veya kişilere dair yargılarını dile<br />
getirmesi, taraf tutması hikâye veya romanın kurgusunu<br />
zedeler ve dolayısıyla edebî değerini düşürür.<br />
Yukarıda alıntıladığımız, Tanpınar’ın Ahmet<br />
Mithat Efendi’nin romancılığına dair yargısında<br />
görüldüğü gibi. Modern romandan, örneğin Halit<br />
Ziya’nın romanlarında olduğu gibi, bize beşerî<br />
gerçekliği veya birtakım felsefî hakikatleri bildirmesi,<br />
insan ruhunun derinliklerini tarafsız bir gözlemle<br />
“teşrih” etmesi beklenir. Yine modern hikâye<br />
ve romanın en fazla önemsediği hususlardan<br />
biri, hikâye ve romanda anlatılan olayların gerçek<br />
olduğuna okuyucuyu inandırma çabasıdır. Başka<br />
deyişle “gerçeklik izlenimi” yaratmak, modern<br />
romanın en önemli değer ölçütlerinden bir diğe-<br />
0 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />
İletişim yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>0 , s. 68.<br />
268<br />
ridir. Postmodern anlatıda ise tam tersine yazarın/yazar-anlatıcının<br />
varlığı sürekli hissettirilir ve<br />
anlatılanın bir kurgu, bir uydurma olduğu özellikle<br />
vurgulanır. Yazar/yazar-anlatıcı metnin içindedir;<br />
olaya ve kişilere dair yargılarda bulunur, kimi<br />
davranışları onaylar, kimilerini eleştirir. (Muhayyel)<br />
okuyucuyla diyalog halindedir; zaman zaman<br />
onun düşüncelerini sorar, bazı konularda onunla<br />
ters düşer. Ayrıca olayı nasıl kurguladığına dair<br />
bilgileri de (muhayyel) okuyucu ile paylaşır. Modern<br />
hikâye ve roman anlayışı, hikâye ve romanın<br />
bir “cümle” olduğunu ileri sürer. Buna göre, tıpkı<br />
bir cümledeki gibi her unsurun bir diğeriyle ilişkisi<br />
bulunmalıdır. Böylece ortaya anlamlı bir bütün<br />
çıkacaktır. Dolayısıyla modern hikâye ve romanda<br />
(şiirde ve diğer türlerde de) anlam bütünlüğü<br />
son derece önemlidir. Postmodern anlatı buna<br />
da karşı çıkar. Birbirinden bağlantısız hikâyelerin<br />
aynı anlatı içerisinde yer alması, hatta farklı edebî<br />
türlere ait metinlerin bir arada bulunmasının<br />
hiçbir sakıncası yoktur. Ahmet Mithat Efendi’nin<br />
veya ona benzeyen yazarların romanlarının en<br />
büyük kusuru olarak ileri sürülen “parça bohçası<br />
gibi” olmak postmodern teoride bir kusur değil<br />
tam tersine bir meziyet, yazarın başarısı olarak<br />
kabul edilir. Kısacası, modern roman ve hikâyenin<br />
önemsediği ve bir değer olarak kabul ettiği hemen<br />
her özellik, postmodern anlatıyla yıkılmıştır.<br />
Öyle ki “roman” kavramına bile karşı çıkılmış, bu<br />
yüzden onun yerini “anlatı” kavramı almıştır. Hilmi<br />
Yavuz’un yukarıdaki alıntıda söylediği gibi bir<br />
eser “roman”sa, onun postmodern olduğu ileri sürülemez.<br />
Çünkü postmodern, herhangi bir türün<br />
sınırları içinde kalmayı kabul etmez. Dolayısıyla<br />
“anlatı” bir edebî tür değildir.<br />
Konuyu bu çerçevede ele aldığımızda, Ahmet<br />
Mithat Efendi’nin Karı Koca Masalı gerçekten de<br />
tam bir “anlatı” örneğidir. Her biri iki üç sayfadan<br />
ibaret 22 bölümden meydana gelen Karı Koca<br />
Masalı, modern romanın ölçütleriyle baktığımızda<br />
roman sayılamayacak kadar kısa, hikâye sayılamayacak<br />
kadar uzun bir metindir. Dolayısıyla<br />
modern hikâye ve roman anlayışının terimleriyle<br />
o bir “uzun hikâye”dir. Fakat bu eserde geleneksel<br />
anlamda bir “hikâye” anlatılmadığı için bu terimi<br />
kullanmak da uygun görünmemektedir. Yazarın<br />
metne dahil olması, metin içinde (anlatmadığı)
hikâyeyi nasıl kurguladığını okuyucuyla paylaşması<br />
ve anlattığının (aslında anlatmadığının) gerçek<br />
değil bir uydurma olduğunu sürekli hatırlatması,<br />
okuyucuyla diyaloga girmesi, başka metinlerden<br />
söz etmesi ve onlardan alıntılara yer vermesi veya<br />
bazı metinlerin parodisini yapması gibi postmodern<br />
anlatının hemen bütün özelliklerini Ahmet<br />
Mithat Efendi’nin bu eserinde görmekteyiz. Henüz<br />
postmodern kavramının bulunmadığı bir devirde,<br />
Hilmi Yavuz’un eserinden yaklaşık yüz yirmi yıl<br />
önce yazılmış bu eserde postmodern anlatının<br />
özelliklerinin bulunması, bu eserin ancak “anlatı”<br />
olarak adlandırılabileceğini göstermektedir.<br />
Bu belirleme veya kabulden sonra bu iki anlatı<br />
arasındaki benzerliklere geçmeden bir hususa<br />
daha işaret etmek istiyoruz: Hilmi Yavuz’un hikâyesinin<br />
postmodern özellikler göstermesi şaşırtıcı<br />
değildir; çünkü bu hikâyenin yayımlandığı <strong>19</strong>91<br />
yılına kadar Batı edebiyatında benzer örnekler<br />
üretilmiştir. 11 Fakat Ahmet Mithat Efendi’nin Karı<br />
Koca Masalı’nda herhangi bir Batılı yazarın eserine<br />
öykündüğüne dair elimizde hiçbir veri bulunmamaktadır.<br />
Esasen köklü bir hikâye anlatma geleneği<br />
olan meddaha baktığımızda Ahmet Mithat<br />
Efendi’nin bir Batılı örneğe ihtiyacı bulunmadığını<br />
görebiliriz. Onun, diğer eserlerinde de yer yer yararlandığı<br />
ve roman türünün bizdeki ilk örneklerine<br />
bu yolla Batılı örneklerden farklı bir orijinallik<br />
kattığı geleneksel hikâye anlatma yöntemlerinden,<br />
özellikle de meddahtan bu anlatıda biraz<br />
daha fazla yararlandığı söylenebilir. Bu da bize<br />
Türk edebiyatında postmodernizmin Batı’dan bize<br />
geçen özelliklerin dışında geleneksel köklerinin<br />
bulunduğunu göstermesi bakımından önemlidir.<br />
Karı Koca Masalı ile Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri<br />
arasında dikkati çeken benzerliklerden<br />
biri, her iki metnin de geleneksel anlamda<br />
bir hikâye anlatmamalarıdır. Karı Koca Masalı,<br />
metnin sonunda “Bir varmış bir yokmuş, bir karı<br />
ile bir koca varmış, çirkinmişler ama birbirlerini<br />
Burada vurgulanması gereken bir husus da, Batı’da postmodern<br />
kavramının kullanılmaya başlandığı 950’li yıllardan<br />
sonra edebiyatta ve bizi bu yazıda ilgilendiren boyutuyla hikâye<br />
ve romanda ya da daha doğrusu “anlatı”da yeni eleştiri yöntem<br />
ve kavramlarının da ortaya çıkmış olması ve bu çerçevede geçmiş<br />
yüzyıllara ait edebiyat metinlerinin bu yöntem ve kavramlarla<br />
eleştirilmeye veya yorumlanmaya başlanmış olmasıdır. Batı’daki<br />
edebiyat araştırmalarında pek çok örneği bulunan bu yaklaşıma<br />
bizde Jale Parla’nın ve Yıldız Ecevit’in çalışmaları örnek gösterilebilir.<br />
269<br />
sevmişler. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım<br />
kerevetlerine” cümlesiyle özetlenen ve metindeki<br />
muhayyel okuyucunun da bu yüzden itiraz ettiği,<br />
bir hikâye anlatmayan bir metindir. Fehmi K.’nın<br />
Acayip Serüvenleri de Fehmi K.’nın uyanıp çalıştığı<br />
bankaya gitmesi, Anette’le öğlen yemeğine<br />
gitmeleri ve sonra tekrar işlerine dönmeleri ile<br />
biter. Ortada ne hikâye vardır ne de serüven. En<br />
sonunda yazar-anlatıcı, “Gördüğünüz gibi, Fehmi<br />
K. ile Anette’i birlikte yaşıyor duruma getiremedim<br />
bile!” cümlesiyle bu “eksiklik”e işaret eder.<br />
Bir masal/serüven anlatma iddiasıyla yola çıkıldığı<br />
halde her iki metinde de bunun gerçekleşmemesinin<br />
sebebi, sürekli konu dışına çıkılmasıdır.<br />
Orhan Pamuk’un, Tristram Shandy’nin Türkçe çevirisine<br />
yazdığı önsözde anlattığı (aynı zamanda<br />
bu önsözde güzel bir örneğini de sergilediği) ve<br />
postmodern anlatının, bir edebî metinde sadece<br />
metnin kendisinin öneminin bulunduğunu, anlatılan<br />
hikâyenin sadece bir “bahane” olduğunu vurgulamak<br />
için kullandığı ve çok önemsediği “konu<br />
dışına çıkma”, Karı Koca Masalı’nın en temel anlatım<br />
tarzıdır. Bu eserde yazar-anlatıcı başta anlatmayı<br />
vaat ettiği “karı koca masalı”nı, anlatmaya<br />
her teşebbüs ettiğinde bir şekilde konu dışına<br />
çıkarak kitabın sonuna kadar bir türlü anlatamaz.<br />
Karı Koca Masalı’nda bu konu dışına çıkmaların<br />
listesini vermek ve her birinden birkaç cümleyle<br />
söz etmek bile, neredeyse bu eserin tamamını<br />
tekrarlamak veya en azından özetlemek anlamına<br />
gelecektir. Belki konu dışına çıkmaların yerine asıl<br />
hikâyeye, yani metnin başında anlatılacağı iddia<br />
veya vaat edilen hikâyeye dair cümleleri vermek<br />
ve metni oluşturan diğer cümlelerin konu dışına<br />
çıkmalardan meydana geldiğini belirtmek daha<br />
doğru olacaktır: 15. bölümün başında yazar-anlatıcı<br />
“Bir karı koca varmış ki çirkinmişler” (s. 162)<br />
cümlesiyle -güya- anlatacağı hikâyeye dair ilk kez<br />
bir cümle söyler ve nihayet bu hikâyeye dair söylenenleri<br />
metnin sonunda muhayyel okuyucu şu<br />
cümlelerle toparlar: “Bir varmış bir yokmuş, bir<br />
karı ile bir koca varmış, çirkinmişler ama birbirlerini<br />
sevmişler. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım<br />
kerevetlerine.” (s. 189)<br />
Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’nde bu konu<br />
dışına çıkmalar daha tespit edilebilir düzeydedir.<br />
Amacı da daha belirgindir. Ayrıca -eğer varsa-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
“asıl hikâye” ile bu sapmalar arasındaki ilişki daha<br />
sıkıdır. Ama bir bütün olarak bakıldığında Hilmi<br />
Yavuz’un eseri de Ahmet Mithat Efendi’ninki gibi<br />
sapmalar veya konu dışına çıkmalarla ilerler, hatta<br />
bu sapma veya konu dışına çıkmalardan ibarettir.<br />
Her iki metinde de, “konu dışına çıkma”dan<br />
söz edebildiğimize göre ortada bir “konu” vardır.<br />
Karı Koca Masalı’nın sonunda muhayyel okuyucunun<br />
yazar-anlatıcıya yönelttiği “Canım bu nasıl<br />
masal? Mahiyeti ‘Bir varmış bir yokmuş, bir karı<br />
ile bir koca varmış, çirkinmişler ama birbirlerini<br />
sevmişler. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım<br />
kerevetlerine’den ibaret kaldı?” şeklindeki itiraza<br />
yazar-anlatıcının verdiği cevap bu bağlamda son<br />
derece dikkat çekicidir: “Hayır birader! Bu kadarcık<br />
bir hikâye böyle elli altmış sayfa doldurur<br />
mu?” (s. 189) Gerçekten de ortada fiziksel olarak<br />
elli altmış sayfa tutan bir metin vardır ve “saptırılmış”<br />
bir şekilde de olsa ana konuya bağlıdır.<br />
Öyle olmasa, bu metnin her bölümünün bir öncekini<br />
devam ettiren bir cümleyle başlaması mümkün<br />
olamazdı. Yazar-anlatıcının dediği gibi, bu<br />
metinde “sevk-i kelam iktizasınca” (s. 189) başka<br />
konulara da değinilmiş, yani konu dışına çıkılmış<br />
olsa da, bu durup dururken değil, “sevk-i kelam<br />
iktizasınca”dır. Dolayısıyla anlatıcıyı konu dışına<br />
yönelten, bizzat ana konunun kendisidir. Ortada<br />
bir konu olmasa, konu dışına çıkmaktan nasıl söz<br />
edilebilir? Anlatı böyle bir şeydir ve bu noktada<br />
Fehmi K. ile Karı Koca Masalı birleşmektedir. Hem<br />
anlatının nasıllığını anlatma noktasında ve hem<br />
de bunu bizzat gösteren birer metin oluşlarıyla bu<br />
iki eser aynı düzlemdedir.<br />
Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri, bir hikâyenin<br />
nasıl anlatılabileceğini anlatan bir metindir. Yazarın/yazar-anlatıcının<br />
bir anlatı metninde bir<br />
yandan bağımsız olduğunu, metne istediği gibi<br />
tasarruf edebileceğini, ama öte yandan metnin<br />
kendisinin yazarın/yazar-anlatıcının mutlak bağımsızlığını<br />
ortadan kaldırdığını ortaya koyan bir<br />
anlatıdır. Geleneksel anlamda bir hikâye anlatmaz,<br />
“bu anlatı, anlatıyı anlatır.” (s. 123) Aynı şekilde<br />
Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısı da okuyucuya bir<br />
hikâye anlatmaz. Bir karı ile bir kocanın hikâyesini<br />
anlatma iddiasıyla başlayan metin, böyle bir hikâye<br />
anlatılmadan sona erer. Ahmet Mithat Efendi<br />
270<br />
Karı Koca Masalı’nda bir hikâye anlatmanın türlü<br />
yolları olduğunu, hatta kendisinin bu metinde<br />
yaptığı gibi “anlatmama”nın da bir anlatı olduğunu<br />
ortaya koymuş olur. Yani Karı Koca Masalı da<br />
Hilmi Yavuz’un eseri gibi “anlatı”yı anlatır.<br />
Anlatıcı yazarın metinde kendi varlığını hissettirmesi<br />
bakımından iki esere baktığımızda, bu müdahalelerde<br />
Hilmi Yavuz’un metninin Karı Koca<br />
Masalı’na göre büyük bir çeşitlilik gösterdiğini<br />
söyleyebiliriz. Ahmet Mithat Efendi’nin eserinde<br />
anlatıcı yazarın okuyucuyla konuşmaları ve çekişmeleri<br />
hemen her sayfada görülmektedir. Yazaranlatıcı<br />
sık sık muhayyel okurun müdahaleleriyle<br />
karşılaşır ve bunlara cevap vermek zorunda kalır.<br />
Muhayyel okurun sürekli konu dışına çıktığı için<br />
eleştirdiği yazar-anlatıcı, buna okuyucunun sebep<br />
olduğunu ileri sürer:<br />
Vallahi hakkın var! Benim muradım sana hikmet<br />
söylemek değil idi, ama ne yapayım, beni sen<br />
mecbur ettin. Ben sana karı koca masalı söyleyecektim.<br />
Dur bari artık zihnimi çelme de masalı<br />
söyleyim. (s. 127)<br />
Kabahat bende değil. Ne yapayım? Ben masalımı<br />
söylerken sen hakkımda suizan ettin. Ben de<br />
müdafaa göstermek için bir söze başladım. Söz<br />
sözü açtı. Açılan sözler uzandı. Vardı buralara kadar<br />
geldi. (s. 159)<br />
Bazen da okuyucuyu acele etmemesi konusunda<br />
uyarır:<br />
Anladım ki sen biraz acul adamsın. Ama zannetme<br />
ki bunu yalnız canın sıkılmasından anladım.<br />
Hayır, zaten bilirim ki dünyada herkes az çok<br />
aculdur. Bense pek az acul olduğumdan çokça<br />
acul olan adamdan kafam hoşlanmaz. Mademki<br />
seninle yarenlik edeceğiz, birbirimizin halini bilmeliyiz<br />
ki kavga etmeden, dövüş etmeden muhabbet<br />
edelim. Lâkin bilir misin bu acele ne fena<br />
şeydir?(s. 128) 12<br />
2 Hilmi Yavuz’un anlatısında da okuyucular acele etmemeleri<br />
konusunda uyarılırlar: “Şimdi biz, anlatı okurları olarak, Fehmi<br />
Kavkı’nın Anette ile nasıl tanıştığını merak ediyoruzdur elbette.<br />
Ama durun sevgili okurlarım, her şeyin bir sırası var.”
Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısında yazar-anlatıcı<br />
ile muhayyel okuyucu arasındaki çekişme<br />
metin boyunca devam eder. Fakat sonuçta bu<br />
metinde anlatıcı-yazarın egemenliği vardır, belirleyici<br />
odur ve muhayyel okurun müdahalelerini<br />
bertaraf etmekte zorlanmaz. Fehmi K.’nın Acayip<br />
Serüvenleri’nde ise yazar-anlatıcının metnin anlatıcılığı<br />
rolü sık sık tehlikeye girmekte, başka anlatıcılar<br />
anlatıyı onun elinden almaktadırlar. Daha<br />
ilk paragrafta metnin anlatıcısının kimliği karışır;<br />
ilk cümle yazar-anlatıcıya veya gölge yazara/sanal<br />
yazara aittir. İkinci cümlede [“Aynada gördüğü<br />
kendisiydi” (s. 85)] belirsizlik başlar. Bu cümleyi<br />
söyleyen yazar-anlatıcı mıdır yoksa kahraman mı<br />
veya kahramanının bilincini kullanan yazar-anlatıcı<br />
mı? Bu belirsizlik birkaç satır sürdükten sonra<br />
[“bu gerçekliği yazarların da bilebilmeleri olasılığını<br />
yabana atmamak gerekiyordu” (s. 85)] belirginlik<br />
kazanır; bunu düşünen yazar-anlatıcı değil,<br />
kahramandır. Çünkü bu cümlede yazar-anlatıcıdan<br />
söz edilmektedir. Fakat bu eserde anlatıcının karışması<br />
bununla sınırlı değildir. Bu metinde yazar,<br />
okuyucu ve kahraman özellikle karıştırılır. Anlatıcı<br />
aynı zamanda metnin okuyucusudur. Fakat bazen<br />
okuyucu da metnin anlatımını ele geçirir ve anlatıcı<br />
rolünü alır. Bu okuyucu bakarsınız eleştirmen<br />
kimliğine bürünür. Öte yandan bu rol değişiklikleri<br />
metinde anlatıcıyı değiştirdiği gibi anlatılanın da<br />
değişmesine yol açmaktadır. Anlatıyı okuyucu ele<br />
geçirdiğinde yazar, anlatan olmaktan çıkıp ‘anlatılan’<br />
konumuna girer. Bu durumda eleştirmen<br />
de ‘anlatılan’dır. Fakat eleştirmen anlatıcılığı ele<br />
geçirdiğinde bu kez okuyucu ‘anlatılan’lardan biri<br />
olur. Bu durum farklı varyasyonlarla metin boyunca<br />
tekrarlanmaya devam eder. Bir cümleyle Fehmi<br />
K.’nın Acayip Serüvenleri, metindeki kişilerin -<br />
yazar, yazar-anlatıcı, okur, eleştirmen, diğer anlatı<br />
kişileri- anlatıcı rolünü ele geçirme mücadelesinin<br />
anlatıldığı bir metindir.<br />
Ahmet Mithat Efendi’nin eserindeki gibi yazaranlatıcıdan<br />
muhayyel okuyucuya dönük azarlamalara<br />
bu eserde de rastlanır:<br />
‘Böyle giderse Fehmi K. işyerine kolay kolay<br />
varamayacak’ diye söylendiğinizi duyuyor gibiyim,<br />
sevgili okurlar. Ama buna ikide birde sizin<br />
yerli yersiz müdahalelerinizin neden olduğunu da,<br />
affınıza sığınarak, söylemek isterim. Ben Fehmi<br />
271<br />
K.’yı, elimden geldiğince elbette, şu lânet olasıca<br />
sokaktan bir an önce kurtarıp işyerine ulaştırmaya<br />
çabalarken, öykülemeyi zırt pırt keserek -ve iyi<br />
okur ukalâlığıyla, işimi güçleştirdiğinizin ayırdında<br />
değilseniz ben ne yapayım?Onun için sözü uzatmadan,<br />
(bu sözüm sanadır ey okur!) Fehmi K.’nın<br />
işyerine dönelim. (s. 91)<br />
Bu örnekte de görüldüğü gibi Ahmet Mithat<br />
Efendi’deki “Ben bu hikâyenin muharriri olarak…”<br />
kalıbına benzeyen çıkışlarla kendi egemenliğini<br />
kabul ettirmeye çalışan bir yazar-anlatıcı Hilmi<br />
Yavuz’un eserinde de vardır, fakat Ahmet Mithat<br />
Efendi’nin eserinde bu tür bir karmaşıklık yoktur.<br />
Burada anlatıcı-yazara okuyucunun müdahaleleri,<br />
itirazları ve bazen de yazar-anlatıcının sanal<br />
okuyucuya itiraz veya çıkışmaları söz konusudur.<br />
Sonuçta, diğer eserlerinde olduğu gibi Ahmet Mithat<br />
Efendi’nin bu eserinde de “hikâyenin muharriri<br />
olmak haysiyetiyle…” (s. 71) anlatıcı-yazarın<br />
mutlak egemenliği bulunmaktadır. Hilmi Yavuz’un<br />
eserinde de Ahmet Mithat Efendi’nin bu cümlesini<br />
hatırlatan ifadeler vardır. [“Ama ben bu anlatının<br />
yazarı olarak…” (s. 88)], fakat burada gerçekte<br />
anlatıcının o sırada kim olduğunu “dışarıdaki”<br />
okuyucunun sık sık karıştırmasına yol açacak bir<br />
düzenleme bulunmaktadır ve bu da eserin karmaşıklığını,<br />
dolayısıyla edebî değerini artırmaktadır.<br />
Yazarın metindeki varlığı bağlamında iki eser<br />
arasındaki bir başka benzerlik, her iki metinde<br />
de yazarların kendilerinden bir başkası gibi<br />
söz etmeleridir. Ahmet Mithat Efendi, Karı Koca<br />
Masalı’nın daha başında, kendisinden bir başkası<br />
gibi söz eder:<br />
Bir vakit herifin birisi tab’ ve neşreylediği mecmua-i<br />
fenniye ve hikemiyenin adını “Dağarcık”<br />
koymuş idi. Bu nam enzar-ı ammeye konulduğu<br />
zaman gülmedik kimse kalmadı. Bu namın vech-i<br />
intihabını kimse bilemedi. Zira herkes mecmuasının<br />
namını fevkalâde şaşaalandırmaya ve büyültmeye<br />
yeltendikleri halde bu nam pek küçük görüldü.<br />
İstihfaf edildi. (s. 13)<br />
Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’nde bunun örnekleri<br />
daha çoktur. Sadece birini zikrediyoruz:<br />
Açıkça şunu söylemekte yarar var: Bu anlatının<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yazarı, anlaşılan Rumelhard’ı 13 okumuş olmalıdır.<br />
Bu gibi yazarlık oyunlarının, biz iyi okurların gözünden<br />
kaçmayacağını Hilmi Yavuz’un iyi bilmesi<br />
gerekir. (s. 92)<br />
Son olarak üzerinde duracağımız, iki metin arasındaki<br />
bir benzerlik de her iki yazarın da “üslûp<br />
parodisi”ne başvurmuş olmalarıyla ortaya çıkmaktadır.<br />
Ahmet Mithat Efendi, eserin başında muhayyel<br />
okuyucuya eser önsözlerinden söz ederken, bu<br />
tür metinlerle alay eder; kimi yazarların daha yeni<br />
ve çarpıcı başlıklar kullanmayı kimilerinin de eski<br />
ve arkaik kelimeleri tercih ettiğini belirtir ve her<br />
iki tutumu da eleştirir:<br />
Serlevha olarak tasavvur eylediğin kelimat<br />
“mukaddeme”, “feth-i kelam”, “dibace”, “başlangıç”,<br />
iftitah” kelimelerinden hâlî olmamalıdırlar.<br />
Bunlar içinden dahi eğer yeni Osmanlıcaya merakın<br />
var ise “başlangıç” ve eski Osmanlıca taraftarı<br />
isen “feth-i kelam” serlevhalarını intihap<br />
eylemişsindir. Zira “dibace” ile “mukaddeme” eski<br />
Osmanlılıktan bile eski şeyler olduğu için artık onları<br />
iltizam edenler de hemen ortada kalmamışlar<br />
gibi bir şeydir.<br />
(…)<br />
Gözlerin bir yandan mukaddemeyi arar iken<br />
zihnin dahi diğer taraftan mealini tasavvurda<br />
değil mi idi? “Muharrir efendi elbet ‘Eser-i naçizanem<br />
her ne kadar enzar-ı erbab-ı mütalâaya<br />
arza şayan ve hüsn-i kabul-i âmmeye mazhariyete<br />
çesban değil ise de esbab-ı mürüvvetin lütf-ı<br />
hatapuşanesine mağruren neşrine ictisar kılındı’<br />
yolunda bir şeyler yazacaktır” diye hülya ederdin.<br />
(…) Hem de yeni kitaplarımızda muharrir efendilerin<br />
cümlesi bir ağızdan eserleri arza şayan değilse<br />
de halkın mürüvvet-i hatapuşanesine mağruren<br />
arz ettiklerini veyahut şu hareketleri bir zevzeklik<br />
ise bile emsali mevcut olan bu zevzeklikten dolayı<br />
muatep tutulmayacaklarını tekrar eyledikleri gibi<br />
[eski] müellifler dahi “Gerdun-ı dûnun etvar ü mişvar-ı<br />
nahemvar-ı rengâreng-i bukalemunu kalb-i<br />
mahzunu gûnagûn alâm ü ekdâr-ı bişumar ile<br />
meşhun ve şevk u şetaret-i zindegânî-i mevzunumu<br />
bir atalet ve kesalet-i merg-nümuna makrun<br />
3 D. Rumelhard: ‘Some Probleme With the Notion of Literal<br />
Meaning’; A. Ortony’nin (Ed.) Metaphor and Thought’unda<br />
(Cambdrige, 979). [Dipnot metne aittir. F.G.]<br />
272<br />
eylemiş olduğu halde filan sahib-i keramet ve ikramın<br />
adeta ihya-ı emvat kabilinden bir mucize-i<br />
bahire-âsâ dest-i kerem-peyvestiyle dil-i mürdeyi<br />
ihya ve zülâl-i atıfet ve inayetiyle reyhan-ı tab’-ı<br />
pejmürdeyi iska ve irva etmesiyle beraber şu kitabı<br />
cem’ ve telife vuku bulan emr ü iltimasından<br />
hasıl olan sürur u hubur-ı mevfur üzerine her kelimesi<br />
bir dürr-i ferid-i nayab misillü keşide-i silk-i<br />
sütur kılındı” yollu söz söylerler ve şu feth-i kelamın<br />
nihayetine dahi “Li-müellefihi” kaydıyla bittakyid<br />
bir rubai veya kıta veyahut mesnevi gibi bir<br />
şey yazarlar idi. (ss. 105-108)<br />
Hilmi Yavuz’un anlatısında bu türden arkaik<br />
dil kullanımları hem daha fazladır hem de metnin<br />
kurgusuna ve anlatımına dair bir işlevi vardır.<br />
Eserdeki üslûp değişiklikleri, bir bakıma okuyucuya<br />
anlatıcının değiştiğini haber vermiş olur. Çoğu<br />
kez herhangi bir açıklama yapılmadan anlatım<br />
dilinin değişmesi ile okuyucu, metinde anlatımı<br />
“ele geçirmek” için mücadele edenlerden o sırada<br />
hangisinin galip geldiğini anlar. Fakat bu noktada<br />
da bir kesinlik yoktur; okuyucunun, üslûptan yola<br />
çıkarak o sıradaki anlatıcıyı belirlemesinin önüne<br />
geçmeye çalışan adeta gizli bir rakibi vardır. Dolayısıyla<br />
Ahmet Mithat Efendi’nin eserindeki daha<br />
açık seçik ve öznesi belli olan farklı üslûplar Hilmi<br />
Yavuz’un eserinde yine özellikle karmaşık hale<br />
getirilmiştir. Aşağıdaki alıntıda görüleceği gibi,<br />
yazar-anlatıcının, babasından ve İzzeddin Şadan<br />
Beyden söz ederken kullandığı arkaik dil, bir sonraki<br />
paragrafta kendisinin dili hâline gelmekte,<br />
böylece okuyucu o sırada yazar-anlatıcının babasının<br />
mı, İzzeddin Şadan Beyin mi yoksa yazar-anlatıcının<br />
mı anlatıcı olduğu konusunda tereddüde<br />
düşmektedir:<br />
Şimdi burada bir ayraç açarak, buraya kadar<br />
betimlemeye çalıştığım ‘baba’ tipini, biraz da İzzeddin<br />
Şadan Beyi örnek alarak çizdiğimi belirtmek<br />
istiyorum. Dikkat ettiyseniz, pedere atfedilen<br />
konuşma biçemi, doğrudan doğruya İzzeddin Şadan<br />
Beyin biçemi’dir.<br />
Her ne hâl ise, teferruata girmeye ne hacet…<br />
Ben burada size hikâyemi anlatmaya devam ediyorum.<br />
Efendim, nerede kalmış idik, arzediyorum,<br />
peder merhum ile teşerrüf ettiniz, şimdi müsaade<br />
buyurursanız, validemi size betafsil anlatacağım.
Çünkü validemin bu abdiâcizin hayatında vâfir<br />
ehemmiyeti olduğunu bilmem tavsife mecal var<br />
mıdır? Validem…” (s. 1<strong>19</strong>)<br />
Sonuç olarak, Ahmet Mithat Efendi’nin, modern<br />
Türk edebiyatının başlangıç yıllarında yazmış olduğu<br />
Karı Koca Masalı ile Hilmi Yavuz’un ondan<br />
yüz yirmi yıl sonra kaleme aldığı Fehmi K.’nın<br />
Acayip Serüvenleri arasında, anlatma tarzı ve yazarın<br />
edebî metindeki konumu bakımından birçok<br />
benzerlikler bulunmaktadır. Anlatıcı ile birlikte<br />
okuyucunun ve bizzat metnin kendisinin de kurgunun<br />
bir parçası haline getirilmiş olması dolayısıyla<br />
da bu metinler birbirlerine benzemektedirler.<br />
Bu benzerliklerin temel sebebinin, Batı’da <strong>19</strong>50’li<br />
yıllardan sonra ortaya çıkan postmodern anlatıya<br />
ait özelliklerin, -tamamen tesadüfî olarak- bizdeki<br />
geleneksel hikâye anlatma yöntemleriyle paralellik<br />
göstermesinden ileri geldiğini düşünüyoruz.<br />
Bu noktada, Ahmet Mithat Efendi’nin temsil ettiği<br />
ve 1870’li yıllardan itibaren örneklerini verdiği ve<br />
sonraki yıllarda modern roman teorisinin bakışıyla<br />
değerlendirilerek büyük ölçüde edebî değerden<br />
yoksun sayılan birçok hikâye ve romanın, günümüzde<br />
postmodern teorinin bakışıyla yeniden ele<br />
alındığında -Karı Koca Masalı örneğinde olduğu<br />
gibi- bizi farklı değerlendirmelere götürebileceğini<br />
düşünüyoruz.<br />
273<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
TANPINAR’IN<br />
“ABDULLAH EFENDİ’NİN<br />
RÜYALARI” ADLI<br />
HİKÂYESİNE GETİRİLEN<br />
FARKLI BAKIŞ AÇILARI<br />
Özet: Tanpınar’ın hikâyeleri <strong>19</strong>43’ten beri farklı<br />
açılardan yorumlanmaktadır. Bu yorumlarda<br />
ortaya çıkan açıklamalar, Tanpınar’ın hikâyelerini<br />
zenginleştirir. Bu zenginlik bizim için önemlidir.<br />
Çoğu eleştirmen Tanpınar’ın orijinal hikâyeler<br />
yazdığını düşünür. Hikâyeler, gerçek-hayal-rüya<br />
çizgisinde bir üslûba sahiptir. Bu makalede Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları tahlil edilmiştir ve bu hikâye<br />
hakkında yapılan çalışmalar incelenmiştir.<br />
Anahtar kelimeler: Tanpınar, Tanpınar’ın<br />
Hikâyeleri, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Tahlîller<br />
274<br />
Yard. Doç. Dr. Mehmet ÖNAL<br />
Gazi Üniversitesi /Ankara<br />
Abstract: Tanpınar’s stories have been evaluated<br />
from different points since <strong>19</strong>43. The ideas<br />
which appear in these explanations make wealthy<br />
Tanpınar’s stories. This wealty is important for<br />
us. The mostly critics think that Tanpınar had writed<br />
the original stories. The stories have a style<br />
in the line of actual-image-dream. In this article,<br />
The Dreams of Abdullah Efendi has been analysed<br />
and some searchs about this story have been<br />
investigated.<br />
Key Words: Tanpınar, The Stories by Tanpınar,<br />
The Dreams of Abdullah Efendi, The Analysis
I. Tanpınar’ın Hikâyeleri<br />
Hakkında<br />
Sanat eserleri; her zaman, mantık sistemini<br />
destekleyen ve gerçekle tıpa tıp uyuşan bilgiler<br />
vermez. Sanat eserleri bazen insan ruhunun<br />
gerçeği değiştirme arzusunu dile getirir. Hayâlin<br />
gerçek olması noktasındaki bir istek ise normal<br />
davranışları gündeme getirdiği gibi normal dışı<br />
davranışların estetik biçimdeki sunumlarını da<br />
açığa çıkarır.<br />
Edebî eserlerde kelimelerle kurulan normal ve<br />
normal dışı davranışların çerçevelediği bu yapı,<br />
gerçek dünyanın yeni bir yorumu olabileceği gibi,<br />
hayâl dünyasının, daha evvel hiç karşılaşılmamış<br />
soyut objelerinin tasvir ve tavsifi ile çevrelenmiş<br />
olabilir.<br />
Hikâye ve romanlarda, gerçek olayları aslına sadık<br />
bir şekilde anlatırken onları yer yer değiştiren<br />
farklı kurgu biçimleri, çok çeşitli edebiyat anlayışlarının<br />
edebî eseri tanımlayan ve bu anlamda<br />
sınırlayan disiplinleriyle izah edilebilir. Sözgelimi<br />
sanatçının kurduğu hayâlî evren, yansıtmacı anlayışla<br />
gerçekle ilgisi bakımından yorumlanabilir;<br />
diğer kuramlara âit bakış açılarıyla, sanat eseri,<br />
eserin kendisinden, yazarından, okuyucusundan<br />
veya içinde doğup geliştiği toplumdan hareketle<br />
ele alınabilir.<br />
İnsanın hayâl yoluyla ufuklarını genişleten; soyut<br />
birikimlerini artıran ve sanatın sayılamayacak<br />
kadar çok faydasını ortaya çıkaran edebî eserler,<br />
Türk Edebiyatı’nda da gün geçtikçe farklı bilimsel<br />
metotlarla inceleniyor. Yirminci asır Türk bilim, fikir<br />
ve sanat hayatının önemli temsilcilerinden biri<br />
olan Tanpınar da, gerek şahsı ve gerekse eserleri<br />
ile bu yeni inceleme konularından birini teşkil etmektedir.<br />
Tanpınar’ın eserlerinde, Türk cemiyetinin eski<br />
ve yeni kültür dairelerinden mülhem fikrî ve estetik<br />
unsurlar, bir terkip anlayışıyla yorumlandığı<br />
gibi, evrensel insan özellikleri de sanatçıya has bir<br />
terkip ve hassâsiyet içinde edebiyat sahasına aktarılır.<br />
Tanpınar’ın hikâyeleri, doğu-batı karşılaşmasının<br />
gerçek bir zeminidir. Böyle bir vasatta, yazar,<br />
insan “tali‘ini”, gerçek ve hayâl terkibinde inceler.<br />
275<br />
Bu incelemede, gerçek ve hayâl terkibinin birbirine<br />
girdiği bakış açılarıyla çok orijinâl ve etkili çağrışımlar<br />
ortaya çıkar.<br />
Tanpınar, hikâyelerinde olayın (veya durumun)<br />
çatısını kurarken genellikle hayâllerini ve rüyalarını,<br />
gerçeğe tercih eder. İçinde bulunduğumuz<br />
hayatın mantıklı akışını hayâlen değiştirir; hemen<br />
her olayı bir rüya perspektifine aktarır. Ondaki<br />
rüyâ anlayışı, uykuda gördüğümüz rüya değil;<br />
uyanıkken varlığın estetik dokusunda hissettiğimiz<br />
ayrı bir frekansın rüyasıdır. Tanpınar, yeni<br />
semboller kullanarak onlara alışılmışın dışında<br />
bir mânâ vermeğe çalışır ve bu yolla hayatın bilinmezlerini<br />
yorumlamaya gayret eder. Bunu yaparken<br />
yine gerçekten hareket eder. Tabiatı, eşyayı<br />
ve en önemli malzemesi olan insanı ve kendi iç<br />
dünyasını gözler.<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın <strong>19</strong>70li yıllardan sonra<br />
yeniden gündeme gelmesi ve özellikle eserlerinin<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra yeni bakış açılarıyla değerlendirilmesi,<br />
Türk edebiyatı için önemli bir gelişme<br />
çizgisidir. Bugün onun 15 hikâyesi, tekrar tekrar<br />
okunuyor, eleştiriliyor. Tanpınar’a gösterilen bu<br />
ilginin birçok sebebi olabilir. Sebeplerin hareket<br />
noktası için, Tanpınar’ın eserlerindeki orijinallik,<br />
kalite, yüksek estetik tercih, çok yönlülük ve kişiliğinin<br />
bir terkibî mizaç ifadesinde makes bulması<br />
gibi özellikler ifade edilebilir.<br />
Tanpınar, “bizi yargılarını benimsemeye, kabul<br />
etmeye zorlamaz. (..) Bizimle birlikte tartışır (..),<br />
her dizesi, her satırıyla şüphedir. Unutmayalım<br />
ki, yıllar sonra yeniden gündeme gelmesi, moda<br />
olmasının ardında kesinliklerin reddi yatar” (HIZ-<br />
LAN <strong>20</strong>06 : <strong>20</strong> / 45).<br />
Tanpınar eserlerinde kendi doğrularını tartışır.<br />
Doğru hüküm sayılabilecek cümlelerini, muhtemel<br />
“aksülamel”ler ile çelişkinin zeminine atar ve<br />
belki okuyucuda bir yarım kalmışlık hissi başlar.<br />
Bu yarım kalmışlık, yazarın vüs’atindeki atmosferle<br />
çok çok tabiî bir hâldir.<br />
Tanpınar’ın birçok eserinde görebileceğimiz bu<br />
özellikleri, hikâyeleri ile sınırlayarak değerlendirmek<br />
istiyoruz. İlk gençlik yıllarında şâirlikle şöhret<br />
bulmuş Tanpınar’ın nâsirlikte birçok denemesinin<br />
var olduğunu; tercümeleri ve eser değerlendir-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
meleri ile de nesir yazıcılığında az çok tanındığını<br />
biliyoruz. Ancak hikâyecilikte dikkati çeken<br />
ilk yayınları <strong>19</strong>36 tahinden itibâren başlar. Ağaç<br />
Mecmuası’nda yarım kalan “Geçmiş Zaman Elbiseleri”<br />
adlı tefrika, Oluş Mecmuası’nda <strong>19</strong>39 yılında<br />
“Eski Zaman Elbiseleri” adıyla tamamlanır.<br />
Yine “Geçmiş Zaman Elbiseleri” adıyla “Hikâyeler”<br />
kitabına aktarılır.<br />
“Görüş mecmuasındaki makalelerinden itibâren<br />
nesir, Ahmet Hamdi’nin şiiri yanında süratle<br />
gelişecek, hattâ çok zaman onu gölgeleyen bir<br />
zenginlik gösterecektir. Nesrinin, ifadede harcıâlemi<br />
aşmak, çok yer verdiği imajı bir süs vasıtası<br />
olarak değil, nüansı ve bir tesiri sağlayan bir unsur<br />
halinde kullanmak, birbirini takip eden cümlelerin<br />
önceden tahmin olunabilecek şekillerin dışında,<br />
hemen daima beklenmedik bir surette gelmesi,<br />
çok zengin ve müşahhas bir lûgata dayanması<br />
gibi esas kıymetleri, daha bu ilk yazılarından kendilerini<br />
belli eder.” (AKÜN <strong>19</strong>62: XII / 11)<br />
O zamana kadar şâirlikle şöhret bulan<br />
Tanpınar’ın nesir vadisinde de hikâye yazarı olarak<br />
tanınmaya başladığı hissedilir. O artık Türk<br />
edebiyatında hikâyecilik tarihinin çok önemli sanatkârlarından<br />
biridir (AKÜN <strong>19</strong>62: XII / 11).<br />
“<strong>19</strong>36 yılından itibaren, o zamana kadar yalnız<br />
edebiyat ve kültür mecmualarında çıkan yazılarına,<br />
büyük gazetelerin sütunlarını verdiğini görürüz.<br />
Onun adını daha geniş bir okuyucu zümresine<br />
tanıtan bu yazılar, <strong>19</strong>38’den bu yana (<strong>19</strong>62’ye<br />
kadar) bilhassa Cumhuriyet gazetesinde yer alır”<br />
(AKÜN <strong>19</strong>62: XII/ 11).<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nesirlerindeki akademik<br />
ölçütler, <strong>19</strong>39’dan itibâren kendi içinde<br />
tutarlı bir hâl almıştır. Bu cümle hem makaleleri<br />
için hem de hikâyeleri için geçerlidir. Hikâyeleri,<br />
orijinâl bir kurgu ve daha önce Türk edebiyatında<br />
görülmeyen bir rüyâ atmosferi içinde zaman kavramını<br />
kesif bir yorumla ele almaktadır.<br />
“<strong>19</strong>41 yılı içinde neşirleri çok büyük bir alâka ile<br />
karşılanan “Bursa’da Hülyâ Saatleri” adlı şiiri, “Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları” hikâyesi ve peşinden<br />
Beş Şehir’i doğuracak olan “Bursa’da Zaman ve<br />
Hülya Saatleri” başlıklı nesri, onun edebî şöhretini<br />
birden üst üste genişleten yazılar oldu” (AKÜN<br />
276<br />
<strong>19</strong>62: XII / 13).<br />
<strong>19</strong>41’de Tasvir-i Efkâr’da yayınlanan tefrikasından<br />
sonra <strong>19</strong>43’de Abdullah Efendi’nin Rüyaları<br />
kitabı basılır (Ahmet Halit Kitabevi, İst., <strong>19</strong>43).<br />
İçindeki hikâyeler: Abdullah Efendinin Rüyaları,<br />
Geçmiş Zaman Elbiseleri, Bir Yol, Erzurumlu<br />
Tahsin, Evin Sahibi... <strong>19</strong>44’te Mahur Beste adlı ilk<br />
romanı Ülkü Mecmuası’nda tefrika edilir. <strong>19</strong>49’da<br />
Huzur romanı kitap olarak neşredildi. <strong>19</strong>50’de<br />
Sahnenin Dışındakiler tefrikaya başlandı. <strong>19</strong>54’te<br />
Saatleri Ayarlama Enstitüsü tefrika roman olarak<br />
neşredildi.<br />
<strong>19</strong>55’te Yaz Yağmuru kitabı basıldı. (Varlık Yayınevi,<br />
Eylül <strong>19</strong>55). İçindeki hikâyeler: Yaz Yağmuru,<br />
Teslim, Acıbâdemdeki Köşk, Rüyalar, Âdemle Havva,<br />
Bir Tren Yolculuğu, Yaz Gecesi...<br />
“Karşı Karşıya ismindeki romanı, bitirmek istediği<br />
eserlerinin başında idi. Aydaki Kadın adlı<br />
büyük hikâyesini de bir roman hâline koyarak yeniden<br />
işliyordu. Mağara ismini verdiği üçüncü bir<br />
hikâye kitabı vardı” (AKÜN <strong>19</strong>62: XII / 17).<br />
Tanpınar’ın tahkiyeli eserlerinde yapı, olay, durum,<br />
kişiler, mekân, zaman gibi kurgunun temel<br />
bölümleri bir çok bakımdan orijinallik taşır ama<br />
onun asıl farklılığı, rüya ve hayâli gerçekle terkip<br />
etmesinden gelir. Bu terkip, dil ve anlatım ile bakış<br />
açısı teknikleriyle desteklenir.<br />
“Hikâyeler, uzunluk açısından on bir sayfadan<br />
altmış sekiz sayfaya kadar değişse de, hepsi hem<br />
sentaks ve kelime dağarcıkları (lexicon), hem de<br />
olaylar dizisi ve imgeler açısından yüksek dereceli<br />
bir karmaşıklık gösterirler” (ATİŞ <strong>20</strong>06 : <strong>20</strong> / 51).<br />
Varlık, gerçek bir fenomen olarak değil, tasarlanan<br />
hayâl ve uyanıkken görülmeye çalışılan rüya<br />
şekline bürünür; çağrışımların ördüğü soyut bir<br />
aynaya akseder; kelimeler, bu belirsiz aynayı bize<br />
ulaştırmaya çalışan muhteşem ve alternatifsiz<br />
araçlardır. Bu orijinalliği görmek için belki de tek<br />
bir hikâyeyi, tahlil etmek gerekecektir.<br />
II. Abdullah Efendi’nin Rüyâları<br />
Hakkında<br />
Tanpınar, Türk Edebiyatı’nda Cereyanlar adlı<br />
makalesinde, kendisinin edebiyat tarihindeki yerine<br />
işaret ederken Abdullah Efendi’nin Rüyaları’na
özel bir önem verir.<br />
“Ahmet Hamdi Tanpınar, kendi şiir dilini rüya<br />
nizamının hakim olmasını istediği bir estetiğin<br />
içinde aramıştır. Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı<br />
hikâyesi, bu estetiğin bir tarafını verir. Bu şair,<br />
diğer hikâye ve romanlarında (..) medeniyet buhranını<br />
ve onun doğurduğu zihniyet ikiliğini tema<br />
olarak alanlardandır” (TANPINAR <strong>19</strong>69: 115).<br />
Dikkat edilirse, Abdullah Efendi’nin Rüyaları,<br />
estetiğin işârete değer bir tarafını gösteriyor. Bir<br />
sanatçının kendi eserini bir edebiyat tarihi sırası<br />
ve ölçütleriyle değerlendirmeye çalışması da<br />
Tanpınar’a has bir tâli‘ olsa gerek.<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı kitabın bütün<br />
hikâyelerini ve kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yorumlayanlardan<br />
biri Mehmet Kaplan hocamızdır.<br />
Hikâyeci Tanpınar’ı ilk defa cesaretle keşfeden<br />
ve edebiyat âlemine bu yönüyle takdim eden de<br />
Mehmet Kaplan’dır. Tasvir-i Efkâr’daki yarı tanıtma<br />
yarı tahlil yazısında ilk keşiflerin cesaretini<br />
görmek mümkündür:<br />
“Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyat meşherimizde<br />
kendine mahsus büyük ve nefis bir mimârî<br />
yaratıyor. Zaman, bu mimârînin etrafında açtığı<br />
vakit, devrimizin harikulâde bir âbidesi meydana<br />
çıkmış olacaktır.” (KAPLAN <strong>19</strong>43: 5576/4).<br />
Bu takdimin içinde Kaplan bir edebî akım ismi<br />
zikreder; Tanpınar’ın ve eserinin realizme karşı olduğunu<br />
iddia etmesi de gerçekten dikkat çekicidir.<br />
Kaplan;<br />
“Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nı realizme karşı<br />
olarak tavsif etmekle, büyük bir yanlışa düştüğümü<br />
sanmıyorum; (bu hikâyelerde) rüyanın,<br />
vehmin, düşüncenin, daha iyi ve şâmil bir tâbirle<br />
derûnîliğin zaferi... inkişaf ettirilmiştir” (KAPLAN<br />
<strong>19</strong>43: 5576/4)<br />
derken realizm terimine bugün bizim anladığımızdan<br />
başka bir anlam veriyor olsa gerektir. Bu<br />
yorumlar, o zamanın şartlarına göre <strong>19</strong>40’tan<br />
sonraki millî kültürümüzde oluşan bazı dalgalanmalara<br />
da bir cevap teşkil edebilir.<br />
Mehmet Kaplan’ın bu yorumu, günümüze yakın<br />
birikimlerle seslenen bir başka yazar tarafından<br />
da bir başka lisânla teyid edilir:<br />
277<br />
“Ahmet Hamdi Tanpınar, <strong>19</strong>43’te Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları’yla öykücülüğümüzde kişisel<br />
kargaşanın, kişilik yanılsamalarının, yaşamı gerçekliği<br />
dışında da algılamanın çok başarılı örneklerini<br />
verir” (İLERİ <strong>19</strong>75: 286/15).<br />
Böylece Abdullah Efendi’nin –veya Tanpınar’ın-<br />
yapısalcı (Güven Güler, “Öykü Çözümlemesinde<br />
Yapısal Yaklaşım ve Bir Örneğin Tanıtımı”, Ege Üniversitesi,<br />
Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, İzmir<br />
<strong>19</strong>81, nu.2, s.231-251); semiotik ve yapıbozumcu<br />
(Sevim Kantarcıoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu<br />
ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar<br />
Hikâyeleri, Akçağ Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>04)<br />
vb. akım ve teorilere göre yorumlanma süreci<br />
başlamaktadır. Aynı konuda başka eleştirmenler<br />
de fikir birliği yapmışçasına eserin yazıldığı zamanı<br />
sorgular. Bir örnek olarak;<br />
“Abdullah Efendi’nin Rüyaları” öyküsüne bir göz<br />
atın, metafiziğin aykırı sularına açılan öykünün<br />
benzerlerinin günümüzde bile yazıl(a)madığını<br />
görünce, Tanpınar’ın nasıl olup da <strong>19</strong>40’larda bu<br />
öyküyü yazabildiğini düşünmeniz gerekecek” (AY-<br />
HAN <strong>20</strong>06: 115).<br />
cümlesini göstermek mümkündür.<br />
Günümüzde post-modern açılımlarından bahsedilen<br />
Oğuz Atay ve Orhan Pamuk gibi yazarların<br />
Tanpınar’dan da etkilendiğini söyleyenler az değildir.<br />
Batı kaynaklı akımlar açısından bu hikâyenin<br />
rüyalarını değerlendirenler, M.Kayahan Özgül’ün<br />
ifadesiyle “Atlantis gibi kocaman bir kıtanın keşfedilmeyi<br />
bekleyen daha pek çok yeri” (ÖZGÜL<br />
<strong>20</strong>03: 33/68) olduğunu hatırlatıyorlar ve sessiz<br />
kıyılardan dalış üstüne dalış yapıyorlar.<br />
Hikâye isminin ve ana kahramanın aynı şekilde<br />
“Abdullah Efendi” olarak seçilmesi, bazı tercihleri<br />
akla getiriyor: Birincisi, eski zaman çağrışımlarını<br />
ve özellikle Batı zihniyeti ile karşılaşan Türk-İslâm<br />
kültürünün sınırladığı ve –sonunda- dejenere<br />
olduğu Osmanlı’nın kabuller dünyasını temsil<br />
etmek... İkincisi ise Abdullah isminin bir evrensel<br />
boyutu ile Allah’a kul ifadesini taşıyan sözlük anlamının<br />
etimolojik ve tasvirî çağrışımları...<br />
“Abdullah Efendi adı genellikle bizim toplumumuzda<br />
saygı değer, kültürlü, kibar, kelimenin tam<br />
anlamıyla efendi kimselere alem olmuştur. Hattâ<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Abdullah, Allah’ın kulu; Abdullah Efendi, Allah’ın<br />
efendi kulu mânâsındadır. Bu ismin altında aynı<br />
zamanda Tanpınar vardır” (KABAHASANOĞLU<br />
<strong>19</strong>77: 8/14).<br />
Hikâyenin yazılma serüveni, yazarın belirttiğine<br />
göre <strong>19</strong>35’ten başlar. Tefrikalar <strong>19</strong>41’i ve kitap<br />
olarak basım ise <strong>19</strong>43’ü bulur. Tanpınar, “Abdullah<br />
Efendi <strong>19</strong>35’te yazıldı”, derken, ilk hikâyesinin<br />
neşir tarihi olan <strong>19</strong>36’dan evvel ilk hikâye olarak<br />
Abdullah Efendi’nin tasarlandığını belirtiyor ve<br />
ona ayrı bir önem veriyor (BAYDAR <strong>19</strong>55: 421/<br />
6).<br />
Hikâyenin takdim plânı, bölümlere ayrılan sunumun<br />
karmaşık sırasıyla gerçekleşir. Tanpınar,<br />
Giriş, Gelişme ve Son(uç) bölümlerini sekiz kısma<br />
dağıtmış. Hikâyenin I.bölümü giriş; II., III., IV., V.,<br />
VI., VII. Bölümler gelişme; VIII. Bölüm son olarak<br />
düşünülebilir. Eser klâsik vak’a hikâyesi olmadığı<br />
için bu bölümlendirmelerde hata payı olacaktır.<br />
Her bölümün öne çıkan özelliklerini gözden geçirince,<br />
takdim plânı daha iyi anlaşılır.<br />
İçkili lokantada yemek, içmek ve eğlenmek<br />
faslı ile başlayan olaylar, beş arkadaşı bir masa<br />
etrafında tutamaz. Bölüm’ün sonunda Abdullah<br />
Efendi, içkinin tesiriyle sarhoş olmaya başlamıştır.<br />
Lokantada karşılarında oturan çiftin hareketlerini<br />
izlerken kadının ayaklarına doğru bakarak gerçek<br />
ile hayâlin karıştığı bir soyut zemine girer: “...işte<br />
o andan itibaren gecenin bütün füsunu kayboldu<br />
ve Abdullah Efendi, garip, hikâyesi güç bir serencama<br />
daldı” (s.164). 1<br />
Abdullah Efendi’nin ve arkadaşlarının oturduğu<br />
masanın karşısında oturan çiftin gözlemi başlar.<br />
Bu gözlemde ana kahraman, kadının “kedi yavrusu<br />
kadar küçük” ayaklarına bakarak çakırkeyf sarhoşluğun<br />
etkisiyle, hayâl ve gerçeğin birbirine girdiği<br />
anlatımlara başlar ve pasaj, iç içe girmiş bir<br />
başka hayâl dâiresine götüren şu cümle ile biter:<br />
“Ve Abdullah Efendi yavaş yavaş emin ve sabırlı<br />
bir çalışma ile kendini, daima üç adım ötesinde<br />
görmekte devam ettiği hayaline –kendi tabiriyle-,<br />
tıpkı bir evden başka bir eve eşya ve itiyatlarımızı<br />
nakleder gibi, nakletmeğe başladı.” (s.175).<br />
Sayfa numaraları, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Hikâyeler,<br />
(Dergâh Yayınları, İstanbul, 983) adlı kitabındandır.<br />
278<br />
Gerçek ve hayâlin ilk defa bu kadar girift olarak<br />
birbirine girdiği bu bölümde, Abdullah Efendi’nin<br />
kadın erkek ilişkileri hakkındaki fikirlerini; üç sene<br />
evvel evinin çatısının uçtuğunu; gerçek-hayâl karışımı<br />
mitolojik bir sevgilisinin (belki rüyasının)<br />
olduğunu; Abdullah Efendi’nin orijinâlliklerinin<br />
yanında sıradan bir insan gibi yaşadığını: Lokantada<br />
masasının etrafındaki bir başka çiftin durumunu<br />
(Erkek, kadının elini öpeceği sırada kadının<br />
vücudunun kaybolmasını, elbiselerin sandalyede<br />
toplanmasını, erkek konuştukça kadının bedeninin<br />
ve kişiliğinin yeniden geri gelmesini); Abdullah<br />
Efendi’nin kırkı çoktan geçmiş olduğunu; cennet-cehennem<br />
benzetmelerini; kadîm efsânenin<br />
çağrışımını; gördüğü şeylerin çoğunun gerçek<br />
değil hayâl olduğunu ve bunun Abdullah Efendi<br />
tarafından bilindiğini; eşya-insan ilişkileri açısından<br />
Abdullah Efendi’nin hiç de normal bir insan<br />
olmadığını; rakamlar ile fikir jimnastiği yaptığını;<br />
hayâlî kişiliğinin, gerçek benliğinden üç adım ötede<br />
olduğunu öğreniriz.<br />
Aksiyondaki mekân değişiminin ilk gerçekleştiği<br />
ve gerçek ile hayâlin ikinci safha sırasıyla<br />
birbirine girdiği maceraların başladığı bölümler;<br />
Abdullah Efendi ve arkadaşlarının eğlenmek için<br />
gayr-i Müslim hayat kadınlarının bulunduğu evlere<br />
gitmeleri ile başlar; bundan sonra, Abdullah<br />
Efendi’nin gerçek benliğini lokantada bırakması<br />
tercihini ve hayâlî kişiliğinin (üst kat sâkininin)<br />
gezmeye gitmesini; Abdullah Efendi’nin bu evde<br />
bazı halüsinasyonlar gördüğünü; odanın duvarında<br />
asılı resimlerin gerçekmiş gibi aksiyona dahil<br />
edildiğini ve arkadaşlarıyla birlikte evi terk ettiklerini<br />
öğreniriz.<br />
Daha sonra Abdullah Efendi gittiği hiçbir evde<br />
huzur bulamaz; o kötü evlerden kaçar, lokantada<br />
bıraktığı benliğini almaya tekrar lokantaya<br />
gelir ama orada bir yangın çıkmıştır ve Abdullah<br />
Efendi’nin asıl benliği yanmıştır.<br />
Hikâyenin takdim plânında Abdullah Efendi ve<br />
dört arkadaşı lokantada içki içiyorlar. Bundan sonra<br />
[ * Aylarca süren ıztıraplar yaşadı. * Üç sene evvel<br />
bir kış gecesi odasının çatısı uçtu. * Sevdiği kadın,<br />
yıldızlara basıp odaya girdi. *Sevgilisi, aylarca<br />
süren ıztırabın bir mükâfatı olan kendi cevherinde<br />
göründü. * Ertesi sabah yıldızlardan gelen sevgili
gitti.] gibi geriye dönüşler ve akabinde başlangıçtan<br />
sonraki olaylar sıralanır.<br />
Sarah Moment Atiş’in, Abdullah Efendi’nin Rüyaları<br />
isimli kitap hakkında yaptığı araştırmaya<br />
göre esere ismini veren hikâyenin takdim plânı<br />
dört basamaklı bir yapı arz eder:<br />
“ 1. Birinci Abdullah İkinci Abdullah’tan kaçıyor.<br />
2. Birinci Abdullah’ın genelevdeki maceraları<br />
3. İkinci Abdullah’ın ölüm ötesi<br />
4. İkinci Abdullah Birinci Abdullah’ı yakalıyor”<br />
(ATİŞ <strong>20</strong>06: <strong>20</strong>/53,54).<br />
Birinci durumdaki kahraman bir takım macera,<br />
olay veya durumlardan sonra yenilerini yaşar ve<br />
dördüncü gruba geldiğinde, yeniden birinci durumun<br />
mekânına (veya özelliklere ) döner. Kahramanın<br />
başladığı yere dönmesi gerçekleşmiştir<br />
ama kahraman artık hikâyenin başlangıcındaki<br />
kahraman değildir.<br />
Hikâyenin şahıslar kadrosu sayı bakımından<br />
oldukça geniştir ancak kişilerin tebârüz etmediğini,<br />
ana kahraman Abdullah Efendi’nin bile, reel çizgilerle<br />
tanınamadığını söylemeliyiz. Klâsik hikâye<br />
anlayışından çok farklı bir bakış açısıyla kişilerin<br />
sisler perdesi altında, bir hayâl ve rüya atmosferinde<br />
tanıtıldığı hikâyenin, belki de en önemli<br />
kahramanı, subjektif yorumlarıyla hep önde olan<br />
anlatıcıdır.<br />
Tanpınar’ın diğer hikâyelerinde de;<br />
“karakterlerin kendileri başlı başına karmaşıktır.<br />
Hikâyelerin tamamı ben merkezlidir. Ana karakter<br />
her hikâyede –garip bir biçimde, hikâyenin<br />
bir kısmını normal zaman ve mantık çerçevesinden<br />
çıkaracak şekilde- ikiye bölünür” (ATİŞ <strong>20</strong>06<br />
: <strong>20</strong> / 51).<br />
Tanpınar’ın kahramanları genellikle tezatlar<br />
içindedir. Onlar, Tanpınar’ın “kendisi gibi entelektüel,<br />
var olmanın tedirginliğini yaşayan, aşırı duyarlı<br />
karakterlerdir” (AYHAN <strong>20</strong>06: 98/114-117).<br />
Akla hayâle gelmeyen birikimleri vardır. Tıpkı<br />
diğer kahramanlar gibi Abdullah Efendi de, çok<br />
farklı hayat tecrübelerine sahip bir insandır.<br />
“... kırkı çoktan geçmiş bir adamdı. Çocuk değil-<br />
279<br />
di. Hayatını hiç de boşuna geçirmemişti. Çok, pek<br />
çok şeyler, harpler, yangınlar, her cins ölüm, korkunç<br />
ve şifasız ıztıraplar; hepsini görmüştü. Daha<br />
çocuk denecek kadar genç bir yaşta, çıplak ve sefil<br />
bir evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle baş başa<br />
geçirmişti”(s.170, 171).<br />
Abdullah Efendi diğer insanlar gibi yaşamak ister<br />
ama bunu bir türlü beceremez. Yönlendiremediği<br />
ilgileri, gayr-i irâdî dikkatleri (s.168) onu çok<br />
farklı bir hayata sürükler. Bu mizaca ait incelikler<br />
yazarın özel hayatındaki kişiliğe çok yakındır ve<br />
sanki Abdullah Efendi, Tanpınar’dır.<br />
“Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna<br />
kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini<br />
bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya<br />
kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde,<br />
tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla<br />
takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli,<br />
mütecessis, gayri memnun ve zalim ikinci bir<br />
şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü,<br />
inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an<br />
için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini<br />
duyan insanlardan biriydi. Ah bu ikinci Abdullah<br />
Efendi, bu üst kat sākini... Hayır o kiracı değil, evin<br />
asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı. Zavallı Abdullah<br />
Efendi bu sessiz seyircinin bakışları altında hayatının<br />
her lezzetinin birdenbire zehir kesildiğini<br />
bütün ömrünce görecekti” (s.162).<br />
Demek ki, Abdullah Efendi’nin gerçek mizacı,<br />
içinde peydahlanan diğer sun’î veya şuuraltı kişilikler<br />
karşısında eziliyor. İnsanların bastırılmış<br />
kişilikleri zaman zaman ortaya çıkıyor ve gerçek<br />
şahsiyetleri geri plânda kalıyor. Bu durumdaki<br />
insan kendini yaşayamıyor. Psikanalizin bakış açısına<br />
benzeyen ve insanın içindeki farklı kişiliklere<br />
dikkati çeken bu yorum, Tanpınar’ın insana ve<br />
kendisine bakışını da ifâde eder. İnsan, tek kişilik<br />
değil, birbirinden farklı kişilikleri olan bir varlıktır<br />
ve farklı olaylarla karşılaşılınca bu kişiliklerden<br />
bazıları ortaya çıkar.<br />
Abdullah Efendi’nin evin katlarına benzetilen<br />
kişilik özelliği şu niteliklerle vasfedilir: 1) Üst<br />
Kat: İkinci Abdullah Efendi, Üst Kat Sâkini, Üst<br />
Kat Kiracısı; 2) Alt Kat: Kibirli Ev Sâhibi, Abdullah<br />
Efendi’nin İlk Varlığı (s.182), Hakiki Varlığı, Asıl<br />
Hüviyeti (s.182), O Kadar Kahrını Çekmiş Olan Bu<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Vücut (s.187).<br />
Üst kat, değişen kişiliği; alt kat, esas kişiliği<br />
ifâde eder. Abdullah Efendi’nin birden fazla kişilik<br />
taşıdığı sık sık tekrarlanır:<br />
“...bizzat kendisini (öteki benliğinden) üç adım<br />
ötede görüyor ve her an tekrarladığı mütereddit<br />
hareketlerle ikizleşen hüviyetlerinden hangisinin<br />
asıl hakikisi olduğunu anlamağa çalışıyordu.”<br />
(s.174).<br />
“... henüz yeni görmeğe başladığı ikinci varlığı<br />
ile, bu üç adım ileride dikilen ve her hareketini<br />
taklit eden gölge...”(s.174).<br />
“... bir hayâli, bir galatı şuur ve idrak sahibi yapmak...”<br />
(s.174).<br />
“... kâinatı yepyeni bir cihazla idrak etmek saadeti...”<br />
(s.175).<br />
Tanpınar, insanın içten içe oluşacağını, kendini<br />
inşâ edeceğini anlamak ve anlatmak istiyor. Bu<br />
noktada biyografisi, özellikle kendisine mühlet<br />
vermesi bakımından bize bir ip ucu veriyor ki, aslında<br />
çoğu yerde Abdullah Efendi adıyla bir hikâye<br />
kahramanının özelliği, yazarın bir özelliği ile özdeşleşiyor.<br />
İnsan (veya sanatçı) çalışarak “yavaş<br />
yavaş aydınlanan” bir karanlık mizacı, entelektüel<br />
bir adam yapıyor. Onu eğitiyor. Bu noktada sabır<br />
ve zaman ile birlikte çok çalışmak gerekli, diyor.<br />
Abdullah Efendi, “... emin ve sabırlı bir çalışma<br />
ile kendini, dâima üç adım ötesinde görmekte...”<br />
(s.175), bu özelliği ile Tanpınar’ın düşünceleri ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
“Dört tarafını böyle (içmek, eğlenmek gibi) vaziyetlerde<br />
bir demir kuşak gibi çeviren ve ona nefes<br />
aldırmayan boğucu, dar havalı şahsiyeti...” s.161<br />
Abdullah Efendi’nin çok geniş bir çevresi yoktur.<br />
İhtiyar anasıyla birlikte yaşar (s.188). “Beş on dost,<br />
bir iki akraba...” (s.188) onun tanıdığı insanlardır.<br />
Devamlı bir yerlere kaçmak istiyor. Hayatta çok<br />
sevinmeyen bir insan... “İçinde pek nadir duyduğu<br />
bir dalgalanma, bir nevi tarifi güç bir sevinç...”<br />
(s.173) çok az zamanlarda vuku buluyor.<br />
Zaman zaman çok üstün bir “kavrayış kudreti”<br />
var. Böyle anlarda, “...kendisini her şey anlar ve<br />
her şeyle anlaşabilir zannediyordu. Evet isteseydi<br />
2<strong>80</strong><br />
şu yanı başında duran çiçek saksısı ile dost olabilirdi”<br />
(s.174).<br />
Çocukluğundan beri rakamlara olan ilgisi ve tutkunluğu<br />
onu, farklı dikkatlere yöneltiyor (s.172).<br />
Hikâyenin bütünüyle alâkası olmayan, sadece bir<br />
fikir jimnastiği sayılabilecek, imâl-i fikr için bir<br />
malzeme telakki edilecek rakam yorumları, olayla<br />
tam olarak bütünleşemiyor. Abdullah Efendi’nin<br />
kişiliğinin bir parçası, bir alışkanlık olarak zihinlerde<br />
kalıyor. Bu rakamlardaki 1 sayısına varmaya<br />
uğraşan Abdullah Efendi, buradan vahdet’e, birliğe<br />
gider gibi tercihler yapar. “Aritmomani” hastası<br />
gibi belirtiler gösterdiğini hissetmez. “ Daha<br />
ziyâde kendi içinde yaşamaya alışmış...” (s.161);<br />
günlük hayatında çekingen, tedbirli, hesaplı hattâ<br />
korkak bir insandır.<br />
Hastalık konusunda bir başka tespit de <strong>19</strong>44’te<br />
yapılan eleştiriler içinden gelir. Kenan Akyüz’e<br />
göre Abdullah Efendi, “mükemmel bir ‘obsede’<br />
dir. Yani bir takıntı hastalığına tutulmuştur. Bu halinden<br />
kurtulmak için harcadığı gayret hep boşa<br />
gider” (AKYÜZ <strong>19</strong>44: 6/68/<strong>19</strong>).<br />
İçki meclislerinin yabancısı. Nâdiren meyhaneye<br />
gider ve çok az eğlenir. Belki de ömründe<br />
birkaç defa, hikâyenin konusu olan içki meclisine<br />
katılmıştır: “Herkes biliyordu ki o içkiden hoşlanmaz,<br />
böyle (içkili lokanta gibi) yerlere pek nadir<br />
zamanlarda, sadece eşi dostu görmek için giderdi”<br />
(s.189).<br />
Duyguları, hayâlleri, itiyatları ve halüsinasyonları<br />
ile tanıdığımız Abdullah Efendi’nin fizikî portresi,<br />
belirgin çizgilerle ortaya çıkmıyor. Biz onu<br />
fizikî şartlarda tanımıyoruz. Eserin başından sonuna<br />
kadar Abdullah Efendi sahnededir ama “bu<br />
kadar izâha rağmen hâlâ gözümüzün önünde tek<br />
çizgisi bile belirmiyor, (..) Abdullah Efendi giderek<br />
müphemleşiyor ve anlıyoruz ki, Abdullah Efendi,<br />
yaşamıyor” (ERİŞ <strong>19</strong>44: 483/6).<br />
“Araf’ta cehennem veya cennetin kendilerini<br />
kabûlünü bekleyen çaresiz kişilerden” (KANTAR-<br />
CIOĞLU <strong>20</strong>04: 1591) biridir Abdullah Efendi. Çok<br />
farklı mizaçlar taşır. Yazarın onu tanıttığı cümlelerinde<br />
öyle bir örnek var ki, Abdullah Efendi’nin<br />
tedbiri ve çekingenliği aşan, onu korkuya sevk<br />
eden mizacını ortaya çıkarır: “Ah, bu bir kör gibi
etrafını deneye deneye, dört bir ciheti yoklaya<br />
yoklaya yürüme...” (s.162).<br />
Abdullah Efendi yarın bu meyhanede yaptığı<br />
“şeylerden iğrenecek, bu geceyi israf edilmiş bir<br />
zaman gibi addedecek ve kendisini küçük bulacaktı”<br />
(s.162).<br />
Olay esnasında oluşan kişilik özelliği için şu<br />
cümle çok dikkat çekicidir:<br />
“... Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını<br />
bütün vücuduna doladıktan sonra, zehirli dişini<br />
en can alacak yerine geçirmeğe hazırlanan bir<br />
yılanın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını<br />
gören bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci<br />
içinde kadeh kadeh üstüne içiyordu” (s.163).<br />
Abdullah Efendi ile yazar ve anlatıcı Tanpınar’ın<br />
bazı noktalarda benzeştiğine şâhit oluyoruz. Hayâl<br />
kurmalar, rüyâ ile gerçek hayatı yorumlamalar,<br />
yalnız yaşamak karşısındaki tavırlar, zaman ve<br />
eşya üzerine beliren kanâatler, Abdullah Efendi ile<br />
Tanpınar’ı özdeşleştirir.<br />
Olayların gelişmesinde, Abdullah Efendi’nin ilk<br />
varlığı yanıp, cenazesi götürülünce Abdullah Efendi<br />
şöyle düşünür: “...hakikaten büyük, efkârı umûmiyeyi<br />
işgal edecek kadar büyük bir adam olmadığına<br />
müteessir oldu” (s.188). Demek ki Abdullah<br />
Efendi’nin büyük adam olup olmamak konusunda<br />
da kendisi için bir çok fikir yürüttüğü, hayâl kurduğu<br />
anlaşılıyor.<br />
Abdullah Efendi’nin eğitimi üst düzeyde ve hassasiyeti,<br />
bir filozof, bir sanatkâr seviyesinde olması<br />
gerekir. Bu, gerçekten sağlam bir birikim ister.<br />
Hikâyede Abdullah Efendi’nin eğitimi hakkında<br />
çok bilgi sahibi değiliz. Sanki iyi eğitim almamış<br />
izlenimi var. Peki bu yüksek seviyedeki fikir üretimlerini<br />
nasıl yapıyor?<br />
“Abdullah Efendi basit bir kalem memuru olmakla<br />
beraber, düşünce âleminde binbir gece masallarının<br />
kahramanlarından daha fevkalhakîka bir<br />
ruhî macera yaşıyor” (KAPLAN <strong>19</strong>43: : 5576/4).<br />
Bu konu, yazarın, anlatıcının ve ana kahramanın<br />
bütünleşmesiyle izah edilebilir. Tanpınar, 3. şahıs<br />
anlatıcı ile bu subjektifliği ber-taraf etmek ister.<br />
Hikâyede, Abdullah Efendi’nin bir hikâye kahramanı<br />
olması yanından belki de ondan daha çok<br />
281<br />
yazarın temsilcisi durumuna ulaşması, üzerinde<br />
durulması gereken bir konudur. Bu, Tanpınar’ın<br />
tercihi ile alâkalı olsa gerektir. Hikâyedeki pek<br />
çok hassasiyet, bilgi, birikim ve felsefî yorumlar,<br />
kahramanın değil, anlatıcının, yazarın yani<br />
Tanpınar’ındır.<br />
Abdullah Efendi yanında eserde birçok kişinin<br />
ismi geçer. Diğer kişiler yâhut hikâyede isimler<br />
kadrosu diyebileceğimiz bu kişiler iki bölümde<br />
incelenebilir. 1) Aksiyona dâhil olanlar, 2) Bahsi<br />
geçenler...<br />
Aksiyona dâhil olan kişiler: Abdullah Efendi, 4<br />
arkadaşı, bazı müşteriler, iki çift, sefarethâne havası<br />
kılıklı adam, kötü evlerdeki hayat kadınları ve<br />
diğerleri… Bu kişilerin aksiyonda rolleri vardır ama<br />
onların kimlikleri yoktur. O kadar belirsiz, o kadar<br />
silik Abdullah Efendi, yine onlardan bir gömlek üstedir.<br />
Abdullah Efendi’nin gerçek hayatı veya dış<br />
portresi yok, rüyaları ve hayâlleri vardır.<br />
Tavandaki sarhoş adam ve resimdekiler, önce<br />
ismi geçen kişilere dahil iken gerçek-hayâl çizgisi<br />
karışınca aksiyona dahil edilen kişiler konumuna<br />
geçiyorlar.<br />
Hikâyedeki hemen bütün kişiler, Abdullah<br />
Efendi’nin bakış açısıyla tanıtılır. Biz diğer kişileri,<br />
Abdullah Efendi’nin normal dışı psikolojik dünyasında,<br />
bazen geniş bir etkiyle, bazan bir aksesuar<br />
hüviyetiyle tanırız. Mehmet Kaplan bu vasfı “ferdî<br />
psikolojinin, çok geniş bir kadro içinde inkişâf ettirilmesi”<br />
diye vasfediyor. Bu inkişâf, ana kahramanın<br />
yaşadığı bir “rûhî anarşi” içinde cereyan<br />
ediyor (KAPLAN <strong>19</strong>43: 5576/4).<br />
Hikâyede, bir mizacın hem çöküşüne giden hem<br />
de inşâsına yol açan sahnelerle ve yorumlarla<br />
karşılaşırız. Abdullah Efendi her yaşadığı felâketten<br />
sonra okuyucuya bir ibret dersi veriyor ama<br />
dikkatli okuyucu, bu arada, bir sonraki safhanın<br />
Abdullah Efendi’sinden başka bir mizaç örüntüsü<br />
bekliyor. Bu konuda Kantarcıoğlu’nun şu yorumu<br />
gözden uzak tutulmamalıdır:<br />
“...psikolojik gerçekliğin çok başarılı bir biçimde kullanıldığı<br />
bu hikâyede sentezleyici unsur, Tanpınar’ın<br />
hayat felsefesi olsa da, bu felsefe Abdullah’ın ruhsal<br />
büyüme sürecinin basamaklarında somutlaşmaktadır”<br />
(KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 141).<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Hikâyede somut ve soyut mekânlar kullanılmıştır.<br />
Lokanta, randevu evleri, sokaklar, boş bir<br />
ev... gibi mekânlar, gerçek izlenimi taşır; rüyalar<br />
ve hayallerin ard arda nakledildiği bölümlerde<br />
mekânlar, soyutlaşır. Bu bölümlerde mekânın ip<br />
uçlarını vermesi gereken tasvir tekniğinin kullanılışı<br />
da farklılaşır.<br />
“Tanpınar’ın eserlerinde mekân, iki ayrı açıdan<br />
değer kazanır. İlki olayın geçtiği yerdir. Anlatıda,<br />
olaya zemin olan kasaba ya da kent çoğu zaman,<br />
bir kimliğe bürünerek ‘olay’a kültürel bir alt yapı<br />
sunar. Bu bakımdan olayın ‘nerede’ geçtiği, metni<br />
açımlayıcı bir unsur olarak, üzerinde durulması<br />
gereken bir noktadır” (KÜTÜKÇÜ <strong>20</strong>06: <strong>20</strong> /<br />
183).<br />
Rüya mekânları ile gerçek olay mekânlarının<br />
birbiri içine girmesi, mekân konusundaki incelemeleri<br />
zorlaştırmaktadır. Tanpınar, soyut mekânları<br />
da gerçek mekân gibi tasvir etmekte; gerçekrüya-hayâl<br />
geçişlerinde bu mekânları birbirinin<br />
yerine kullanmaktadır.<br />
Hikâyedeki zaman tasarrufu; 1 gecelik bir zaman<br />
diliminde geçen olayları, meydana gelen durumları<br />
ve bu zaman içindeki hayâlî zamanı ihtivâ<br />
eder.<br />
Olayın başlangıcı, bir kozmik zaman birimi olan<br />
“gece” kelimesi ile ifâde edilir. Hikâyenin ilk cümlesi,<br />
“Gece çok güzel başlamıştı” (s.161), cümlesidir.<br />
Hikâyenin bitişi de son bölüm olan VIII.bölüm<br />
içindeki “zaten sabah da olmak üzere” (s.<strong>20</strong>5), “bir<br />
sabahın aydınlattığı yolda” (s.<strong>20</strong>8) cümleleriyle<br />
aynı kozmik sınırlamaya işaret eder. Gece ve sabah,<br />
ana zaman sürecinin başlangıcı ve bitişidir.<br />
Bu temel çizgi üzerinde geriye dönüşler ve<br />
hayâller ile ortaya çıkan zaman tasarımı, şu sırada<br />
cereyan eder: Başlangıç, gecedir; gelişme, Abdullah<br />
Efendi’nin rüya ve hayâlleri ile zamanda bir<br />
genişleme, daralma ile birlikte gecenin ilerleyen<br />
saatlerinde gerçekleşir; bitiş ise sabahın ilk ışıkları<br />
zamanındadır.<br />
Hikâyede, zamanda gelişme ve bu gelişme ile<br />
Tanpınar’ın geleneksel masal ve efsânelerdekine<br />
benzer zaman açılımları dikkati çeker; ayrıca tasavvuf<br />
edebiyatında karşımıza çıkan tayy-ı zaman<br />
ve bast-ı zaman gibi zaman kullanımları ile bu<br />
282<br />
hikâyenin zaman tekniği arasında bir irtibat kurulabilir.<br />
Bunun yanında bu zaman anlayışı, sadece<br />
doğu geleneğini değil, batı kültüründe kullanılan<br />
zaman tekniğini gündeme getirir.<br />
Hikâyede her şeyi bilen anlatıcının 3. şahısla<br />
naklettiği olaylar, farklı bakış açısı ve anlatıcı teknikleriyle<br />
ortaya konur. Anlatıcı, gözlemci anlatıcıdır<br />
ama maddî ve doğal dünyadan ziyade ana<br />
kahramanın hayâllerini ve onun uyanıkken gördüğü<br />
rüyaları müşâhede eder. Bu yönüyle klâsik<br />
ve realist hikâyede gördüğümüz gözlemci anlatıcı,<br />
bu hikâyede yoktur. Onun yerine iç dünyasını<br />
gözleyen bir anlatıcı var. Orhan Okay, “Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları’nda anlatıcı-yazarın varlığını<br />
gizlemeyen ifadeler”i olduğunu söyler (OKAY<br />
<strong>20</strong>02: 46-47/178). Orhan Okay’ın anlatıcı-yazar<br />
ifâdesine benzer bir şekilde Abdullah Uçman da,<br />
“yazarın doğrudan doğruya kendisini çağrıştıran<br />
anlatıcı-kahraman” ifadesini kullanıyor (UÇMAN<br />
<strong>20</strong>03: 34/71).<br />
Anlatıcının bakış açısını destekleyen teknikler,<br />
Tanpınar tarafından sıklıkla denenir. Yazar, “şuuraltı<br />
psikolojisi ile bilinçaltı ve iç monolog tekniğini”<br />
(UÇMAN <strong>20</strong>03: 34/71) kullanır; ancak şuur<br />
akışı ve iç monolog tekniklerini birbirinden ayırmak,<br />
oldukça zordur. Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />
kullanılan bilinçaltının ifşâsı, şuur akışının ifadesi<br />
ve iç monoloğun tasarrufu konularında çok ciddi<br />
araştırma ve tetkiklere ihtiyaç vardır.<br />
Hikâyenin iki kulvarda seyreden bir konu tasarımı<br />
ve tasarrufu var: Birincisi, gerçek konularda<br />
ve klâsik hikâyelerde karşılaştığımız reel konu:<br />
Abdullah Efendi’nin dört arkadaşıyla içkili bir lokantada<br />
eğlenmesi; çakır keyf olduktan sonra hayat<br />
kadınlarının yaşadıkları Beyoğlu’nda bazı evlere<br />
gitmeleri ve bu mekânda yaşadığı bir takım<br />
halüsinasyonlar. Bu cümleler dikkatli bir okuyucuyu<br />
tatmin etmez. O bir başka konu cümlesi daha<br />
aramalıdır ki, eseri anlamak yolunda mesafe kat<br />
etsin. Kantarcıoğlu bu gerçek konuya “yatay yapı”<br />
(KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 140); Sarah Atiş gerçek<br />
konunun içindeki objelere, alışılmış detaylara “birincil<br />
kriterler” ( ATİŞ <strong>20</strong>06: <strong>20</strong>/51-57) diyor.<br />
İkincisi, halüsinasyonların konusudur, ana konuya<br />
bağlıdır ve tamamen semboliktir. Tanpınar’ın<br />
eserlerini ve biyografisini, usta kalemlerden çık-
mış bir iki etüdü okumayan insanın bu ikinci konu<br />
frekansını anlaması kolay değildir.<br />
Mehmet Kaplan, Abdullah Efendi’nin Rüyaları<br />
hakkında, “mantıkla muhayyilenin, dışla için,<br />
kâinatla insanın, nizamla nizamsızlığın mücadelesi”<br />
(KAPLAN <strong>19</strong>43: 5576/4) ifadelerini kullanıyor.<br />
Bundan başka, yazarın “fantezi” tercihini bir<br />
prensip olarak ele aldığını söylüyor. Kantarcıoğlu,<br />
“hikâyenin eksiltili yapısı”nı aralamaya çalışır ve<br />
“Abdullah’ın iç dünyasındaki yolculuk” ifadesi ile<br />
“Abdullah’ın idealist kimliği ile süperegosu çatışır”<br />
hükmünü temaya yakın tespitler olarak belirler (<br />
KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 140, 144).<br />
Kantarcıoğlu yazarın asıl anlatmak istediği şey<br />
hakkında şunları söyler:<br />
“Abdullah bu gri âlemde, karanlık ve ışığın, iyi<br />
ve kötünün çatıştığı bu âlemde, insanın gerçekten<br />
kopuk ideallerle yaşayamayacağını, ne salt ışıkla,<br />
ne karanlık güçlerle yaşamanın mümkün olduğunu<br />
anlamaktadır. O hâlde insan karanlık güçleriyle<br />
bağlarını koparmaksızın, kendi benliğinde ışıkkaranlık,<br />
duygu-düşünce, ruh-beden dengesini<br />
kurmalı, ruhunda bütünlüğü sağlamalı, gerçeği<br />
bütün boyutlarıyla kavramalı ve karanlık güçleri<br />
ışığa çevirebilmek için, onları iman seviyesinde<br />
bir inançla kontrol edebilmelidir” (KANTARCIOĞ-<br />
LU <strong>20</strong>04: 161).<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâyede, yazar,<br />
insanın sapmalarını, tereddütten sessiz bir<br />
çığlığa ulaşan paniklerini de ortaya koyar. “İnsanın<br />
mutlak yalnızlığında imanın veya iman gücünde<br />
bir inancın karanlık güçleri” (KANTARCIOĞ-<br />
LU <strong>20</strong>04: 160) kontrol etmesi gerekliliği, eserin<br />
önemli bir tema özelliğidir. Kantarcıoğlu eserdeki<br />
bu muhteva özelliğine “evrensel tema” vasfını<br />
veriyor. Buna göre, bu tema içinde dengeleri kurabilen<br />
insan, “medeniyetin ışık ve değerlerinden<br />
yoksun insanın canavarlaşmış benliği ve çöküşü”<br />
(KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 160) hakkında fikir sahibi<br />
olacaktır.<br />
Sarah Atiş’in incelemesine göre, Tanpınar’ın bu<br />
hikâyesinde gerçek ile hayâl (veya rüya) arasında<br />
bir “karanlık eşik” vardır. Ana kahraman Abdullah<br />
Efendi bu eşikte ileri geri, gidip gelmektedir. Bu<br />
“salınışta” bir takım tecrübeler kazanır. Tanpınar,<br />
283<br />
konu olarak bu tecrübeyi tasvir eder ( ATİŞ <strong>20</strong>06:<br />
<strong>20</strong>/53).<br />
Hikâyenin tahkiyeye aktarılmış kavramlar<br />
kadrosu çok geniştir. Hikâyedeki hemen bütün<br />
kavramları, “varoluş”, “hayâl” ve “rüya” kavramlarına<br />
bir açılımı ortaya çıkıyor. Tanpınar, Abdullah<br />
Efendi’nin şahsında kendi varlık problemlerini, bir<br />
rüya ve hayâl dokusuyla nescediyor. Hikâyede yaradılış,<br />
insan, nefis, benlik, ikinci benlik, diğer benlikler,<br />
bir başka tesirler dünyası, fenomenin ardındakiler,<br />
yaşamak ve hayat, eşya, ölüm, âhiret,<br />
cennet, cehennem, uyku, uyanma ve sarhoşluk,<br />
aşk, cinsiyet, cinsî istekler ve sapmalar, tali‘ … gibi<br />
daha pek çok kavram, yer yer traji-komik ihsaslar<br />
ile murakabe ve muhasebe edilir.<br />
Yaradılış, “kadim efsâne” (s.171) ile evrensele<br />
bağlanır. İnsan, ontolojik bir daire içinde fakat niçin<br />
sorusunu kaybetmiş bir halde biteviye sürüklenir.<br />
Benlikler, içten dışa, dıştan içe çevrilir. Etik<br />
prensipler, ihtiyaç ve sevkitabiî emrinde, ihmâl<br />
edilir.<br />
Bir başka tesirler dünyası arayan Tanpınar’ın<br />
hemen bütün eserlerinde karşımıza çıkan bu bakış<br />
açısı, Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda da görülür.<br />
Etrafımızdaki gerçekliğin ötesinde bir başka<br />
gerçeklik vardır. Gördüklerimizin dışında göreceklerimiz<br />
var. Veya karşılaştığımız her uyarıcının (fenomenin)<br />
ardında bir başka dünya var.<br />
Lokantanın alevler içinde yanması, bir ölüm<br />
vak’asını gündeme getiriyor. Zira Abdullah<br />
Efendi’nin vücudu, bu yanan ve yıkılan lokantanın<br />
içindedir. Sonra cesedi çıkarılır. Ölmek ve ölümden<br />
sonra kendi cesedini taşımak, o cesedi gömmek<br />
hayâli, geleneğin içinde çok sık görülen bir objedir.<br />
Râbıta-i mevt denilen bu anlayışı Tanpınar’ın<br />
bilmemesi imkânsızdır.<br />
V.Bölümden sonra ölüm ve âhiret, cennet ve cehennem<br />
motiflerinin çok sık kullanılması (s.187);<br />
günahların cehenneme, çekilen sıkıntıların ve<br />
sevapların cennete ulaştıracağı kabûlü daha da<br />
belirginlik kazanır. Bu imajın imgeleri de Abdullah<br />
Efendi’nin halüsinasyonları, korkuları, çektiği<br />
sıkıntıları, gelişen olaylardaki olay halkaları ve yaşanan<br />
durumlar olarak karşımıza çıkar.<br />
Yazar, Abdullah Efendi’nin vücudu yandıktan<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sonra geride kalan hayâlini anlatırken şöyle bir<br />
cümle kurar: “Sırf kendi zekâsıyla ve istisnâî ruh<br />
kabiliyetiyle tedarik ettiği bir başka varlıkla yaşıyordu”<br />
(s.188). Vücûdumuz olmadan ama hayâl,<br />
idrak, şuur gibi hassalarımızın yaşadığı bir dünyada<br />
nasıl yaşanır? Acaba bu varlık, madde midir?<br />
Yoksa ölen ve geride kalan başka başka varlıklar<br />
mı var? Tanpınar, madde ve ruh, madde ve mana,<br />
somut ve soyut zıtlıkları düşündüren bu cümlesiyle<br />
sanki, bilinen kavramların zihnimizdeki yerini<br />
yeniden dizayn etmemizi tavsiye ediyor.<br />
Yaşamak ve hayat, sık sık sorgulanır. Ana kahramanın<br />
“öbür insanlar gibi yaşamak”(s.168) davası<br />
vardır ama bunun gereklerini yerine getirmeye<br />
hazır değillerdir. Hayat içinde yüce ideallerden<br />
önce eşya’nın olmayan bilincine sığınılır. Diğer<br />
eserlerinde de karşımıza çıktığı gibi, Tanpınar bu<br />
hikâyesinde eşyaya ayrı bir önem verir. “Eşyanın<br />
değişmeyen veya değişebilen çehresi” (s. 172) iç<br />
içedir. Zaman zaman, eşya sanki şuurlu bir obje<br />
imiş gibi algılanır; insan, eşyanın güya şuurlu<br />
tercihlerini kelimeler ile bize aktarandır. Eşyada<br />
bu tercih olmasa, insan fark etmeyecek... Ölüm,<br />
âhiret, cennet ve cehennem kavramları, klâsik<br />
inanışın gerekleriyle değil, bilinçaltındaki bazı hurafelerle<br />
sorgulanır. Meselâ II.Bölüm’de şöyle bir<br />
sahne vardır: Abdullah Efendi içiyor. Meyhane cehennem<br />
haline giriyor. Dışarısı cennet olarak kalıyor:<br />
“Ağır ağır içti. Fakat neden gidemiyor, niçin<br />
burada mıhlanmış gibi duruyordu? Açık kapıdan<br />
yalnız bir parçasını gördüğü sokak, ona erişilmez<br />
bir cennet gibi görünüyordu.” (s.173). V. ve VI.<br />
Bölümlerde de, ölüm, âhiret, cehennem motifleri<br />
tekrar edilir.<br />
Uyku ve uykudan uyanma, sarhoşluk ve ayıklık,<br />
birer sembol olarak kullanılmakta… Bu semboller<br />
ve karmaşa (yahut kaos ve panik) içinde kadın- erkek<br />
anlayışları, modernizme akseden nihilist ve<br />
hedonist tavırlar arasına serpilmiş gelenek anlayışıyla<br />
kâh uyum, kâh çatışma içine giriyor. Erkek,<br />
kadını yeni baştan inşâ ediyor.<br />
Cinsiyet, kadın, erkek kavramları, âmiyâneden<br />
başlayıp pek çok sefih sahnelerle birlikte mitolojiyle<br />
ve kadîm efsânelerle idealize edilir; ancak,<br />
idealize edilen bölümler, felsefî yorumlara karışır,<br />
âmiyâne sahneler, aksiyonun kaos ve paniği ile<br />
284<br />
birlikte rüyânın kabusa döndüğü yönleriyle işlenir.<br />
Hikâyede kadın, bazı farklı bakış açılarıyla tahkiye<br />
edilir. Kadın, gönül eğlendirilecek bir obje<br />
haline gelirken aynı zamanda kadın-erkek ilişkilerinde<br />
erkeğin gücü, hayâlleri ve seçiciliği ile bir<br />
insandan çok bir motif durumuna çevrilir. Abdullah<br />
Efendi sarhoş oldukça bastırılmış cinsî istekler<br />
ile anlatıcının estetik ölçütlerle donatılmış hayâl<br />
gücü, birbiri içine girmiş sembollerle örülür.<br />
Hikâyenin orijinal yönlerinden biri, kadının, cazibesindeki<br />
müteharrik unsur sâikıyla, erkek elinde<br />
yaratılmış kimliği ile ortaya çıkmasıdır. Lokantada<br />
güzel bir kadının bir bûse ile elbise hâline tahavvülü<br />
ve sonra istihaleler ve tegayyürlerle yeniden<br />
kadın kimliğine çevrilişi…<br />
İkinci olarak kadın, bir mitolojik kahramandır.<br />
Gerçekten de Tanpınar, hakikatleri mitoloji aynasında<br />
yansıtmayı çok iyi bilir. Zira, mucizeye inanır.<br />
Bir mitoloji kahramanı gibi yıldızlara basarak, üç<br />
yıl önce bir kış gecesi evinin çatısı uçtuğunda Abdullah<br />
Efendi’nin yanına gelen kadın, kozmik unsurlarla<br />
donatılmış bir mitoloji kahramanıdır. Bu<br />
idealize edilmiş kadın motifi, Abdullah Efendi’den<br />
çok anlatıcının dikkatlerini öne çıkarır.<br />
Tali‘ (talih) kavramı, hakkında müstakil bir makale<br />
yazılacak kesafettedir. Cümle örnekleri, bu<br />
kesâfetin bir yönünü hissettirir. Diğer yönler, bizlerin<br />
ferasetine bırakılmıştır.<br />
“Sessiz bütünlüğünde gece bir talih katiyetiyle<br />
devam ediyordu.” (s.185-186); “Bir insanın kendi<br />
talihini bütün vuzuhuyla görmesi kadar korkunç<br />
ne olabilir?” (s.166); “gecenin garip talihi...”<br />
(s.172). Bu cümlelerde hayat, küçük bir talihtir;<br />
fakat insan, büyük bir ruhtur:<br />
“Sâdık bir gölge ısrarıyla peşini kovaladığım<br />
bu hayatta insanları alâkadar edecek büyük, fevkalâde<br />
vak’alar, muazzam zaferler, neticesi nesillere<br />
yadigâr kalacak tecrübeler yoktur. Doğrusu<br />
istenirse o küçük bir talihti, fakat bu küçük talih<br />
büyük bir ruha eklenmişti.” (s.<strong>19</strong>0).<br />
Bu satırlar Abdullah Efendi’yi anlatıyor ama<br />
Tanpınar’ın kendi hakkındaki düşüncelerini de veren<br />
bu yorumlar, ana kahramanla birlikte yazarını
ve onun seçtiği anlatıcıyı da bir nebze olsun tavsif<br />
ediyor.<br />
“Tâlihi küçük bir vodvil muharririydi. Fakat o<br />
bu vodvili bir Sofokles veya Shakespeare tiyatrosu<br />
imiş gibi ciddi ve muztarip yaşadı. Onun için<br />
hayatı dışarıdan gülünç ve iç tarafından büyük ve<br />
azametliydi.” (s.<strong>19</strong>0)<br />
Mizah da Tanpınar’ın ara sıra müracaat ettiği<br />
bir tercihtir: Beş arkadaş lokantada içki içiyorlar,<br />
eğleniyorlar, sohbet ediyorlar. Tanpınar bu sohbet<br />
için şu satırları kullanır: “Vakıa birbirlerini pek dinlemiyorlardı,<br />
fakat hepsi çok güzel şeyler söylediklerine<br />
emindiler.” (s.161).<br />
Hikâyedeki kavramlar, ana kahramanın halüsinasyonlarını<br />
ve Tanpınar’ın hayâllerindeki müphem<br />
objeleri temsil ettiği kadar, “doğu kültürünün<br />
verdiği bir takım hurafeleri” ve “onların karıştığı<br />
bazı geleneksel” obsesyonları da sembolize eder<br />
(UÇMAN <strong>19</strong>73: 113/21).<br />
Tanpınar’ın hikâyelerinde gerçek-hayâl-rüya<br />
devamlı birbirine karışır. Sanat eseri hayâlen mi<br />
teşekkül edecektir yoksa eserlerin ortaya çıkışı<br />
estetik bir rüya mıdır, okuyucu bir anda bunu<br />
kestiremez. Kimi araştırıcılar buna “estetik trans”<br />
hâli der (KABAHASANOĞLU <strong>19</strong>87: Giriş).<br />
Gerçekten de Tanpınar bir trans veya yüksek seviyeli<br />
bir vecd hâli yaşar. Tek boyut diyebileceğimiz<br />
maddî sınırlardan şikâyetle özge iklimler yaşamak<br />
ister. Bize de daima soyut-somut, batın-zâhir, gerçek<br />
hayâl ve gerçek-rüya seyahatleri yaşatır.<br />
Bu hâllerde eşya, şuurlu bir obje hüviyetine<br />
bürünür. İnsan, eşyanın güya şuurlu hâlini bize<br />
aktaran ve yaşatan bir canlıdır. Eşyada o tercih<br />
zaten vardır ve gerçekten şuurlu bir idrak sahibi<br />
olan insan bunu görür. Sanat da bize varoluşun bu<br />
gizemli tarafını hissettirmek için vardır. Hikâyede;<br />
“Şüphesiz hakikatte bu gördüklerinin hiçbirisi vaki<br />
değildi; bütün bunları can sıkıntısından kendisi<br />
icad etmişti” (s.171) cümlesini okuyoruz. Bu icat<br />
yazarın mıdır, kahramanın mıdır belli değil.<br />
Beş arkadaşın eğlenmek için bir içkili lokantaya<br />
gitmesi; biraz sarhoş olunca hayat kadınlarının<br />
yaşadıkları evlere gitmeleri; oralarda umduğunu<br />
bulamayan Abdullah Efendi’nin sabaha kadar so-<br />
285<br />
kaklarda perişan dolaşması... hikâyedeki gerçekler<br />
frekansındadır. Geriye kalan olayların gerçek<br />
ile hayâl arasında gidip geldiğini hissederiz.<br />
Tanpınar “bütün etrafıyla kendi arasında<br />
imkânsız denebilecek derecede kuvvetli bir<br />
münasebet”(s.174) arar. “…mesafe ve ayniyet<br />
mantığını değiştiren istisnâî bir derinlik…” (s.174)<br />
ister. “Ve bu derinlik sanki karşı karşıya konmuş iki<br />
ayna gibi bakışlarının takıldığı her şeyi bir sonsuzluk<br />
içinde çoğaltıyor…” (s.174). Yazar bu yolla sonu<br />
gelmez hayâller kuruyor. Gölgesini bırakıp gitmesi<br />
(s.176) gibi çok dikkat çekici hayâller, hikâyeyi<br />
bambaşka bir aksiyona götürüyor.<br />
Tanpınar’ın gerçek-hayâl-rüya geçişleri için psikolojik<br />
tahlillere çok yer verdiğini söyleyen Kenan<br />
Akyüz eseri bu yönüyle eleştirir:<br />
“... psikoloji unsuru (..) hikâyede çok ağdalı, bunaltıcı<br />
haldedir. Kırk sayfalık bir ufak parçanın içine<br />
bu kadar psikoloji doldurmak, onun tahammül<br />
ve mukavemet sınırlarını aşmak demektir. Kendi<br />
cenaze töreninde söylemek için kafasında tasarladığı<br />
söylevin sonunda Abdullah Efendi ‘bu kadar<br />
psikoloji yeter...’ diye düşünür. Kahramanın çok<br />
güzel, kuvvetli bir portresini çizen bu sözlerde psikoloji<br />
unsurunun bu kadar ölçülü tutuluşu bütün<br />
hikâye için de dikkate alınsaydı, şüphesiz çok daha<br />
iyi olurdu.” (AKYÜZ <strong>19</strong>44: 6/68/ <strong>19</strong>).<br />
Tanpınar’ın eserlerinde rüya kavramının kullanılması;<br />
rüyaların, kahramanları nasıl sarıp<br />
sarmaladığı malûmlarınızdır. Tanpınar, uyurken<br />
görülen rüya ile sanat eserlerindeki rüyayı birbirinden<br />
ayırır, demiştik. Edebî eserdeki rüya, uyanıkken<br />
hissedilip estetik yorumlara aktarılan bir<br />
hayâl etme ve yaşama biçimidir. Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />
rüya, muhtevayı anlamak için ve yazarın<br />
bakış açısına ulaşmak için bir ölçüt olarak kullanılabilir.<br />
Aslında tanımsız bir aksiyom yahut postülat<br />
gibi rüya sahnelerinin her okuyucuya göre tanımlanması<br />
ve devamlı değişmesi söz konusudur.<br />
Tanpınar’ın eserlerinde rüya olgusunu tanımlamak,<br />
yine onun eserlerinde verdiği ip uçları ile<br />
gerçekleşiyor. Antalyalı Genç Kıza Mektup’ta Tanpınar,<br />
kendi estetiğinin oluşumunu Valeri’ye bağlar<br />
ve rüya’ya verdiği önemi anlatır:<br />
“Asıl estetiğim Valeri’yi tanıdıktan sonra teşek-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
kül etti (<strong>19</strong>28-<strong>19</strong>30 yıllarında). Bu estetiği veya<br />
şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri<br />
etrafında toplamak mümkündür. Yahut da<br />
musiki ve rüya. Valeri’nin ‘Velev ki rüyalarını yazmak<br />
isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır’<br />
cümlesini, ‘en uyanık bir gayret ve çalışma<br />
ile dilde rüya halini kurmak’ şeklinde değiştirin,<br />
benim şiir anlayışım çıkar” (KAPLAN <strong>19</strong>83: 258 ).<br />
Şiirlerini açıklamak için yapılan bu tercih<br />
Tanpınar’ın hemen bütün eserleri üzerinde etkilidir.<br />
Romanlarında da, deneme ve hikâyelerinde<br />
de rüyanın etkileri devam eder. Zaten Tanpınar<br />
nesirlerini şiirlerin bir açıklaması, şerhi için kullanmıyor<br />
muydu?<br />
“Şâirin estetiğinin temeli olan rüya kelimesinin<br />
anlamı bizi aldatmasın. Tanpınar için rüya, tıpkı<br />
akıl gibi, hattâ ondan daha üstün ve daha derin bir<br />
bilme aracıdır. (..) Tanpınar’ın bahsettiği rüyanın<br />
gerçek rüya ile bir ilgisi yoktur” (ÖNBERK <strong>19</strong>91:<br />
<strong>19</strong>/ 230).<br />
Hikâyede “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” ifadesi,<br />
ana kahramanın değil bir bakıma yazarın rüyalarını<br />
temsil eder. Zaten Abdullah Efendi’de rüya görecek<br />
hâl kalmamıştır. Hikâyenin orijinalliği, kahramanın<br />
değil, yazarın –belki anlatıcının- olaylara<br />
bir rüya havası vermeye çalışmasıdır.<br />
Her rüyanın muhakkak bir takım semboller<br />
üzerinden görüldüğü var sayılabilir. Rüyamızda<br />
gördüğümüz şeyler gerçek hayatla bire bir uyuşsa<br />
bile, onların gerçeği semboliktir. Rüyaların bu<br />
kadar önemli olduğu bir hikâyede hâliyle semboller<br />
de önem kazanacaktır. Hikâyenin rüyaları gibi<br />
sembolleri de oldukça girift ve orijinal bir yapı arz<br />
eder. Birkaç örnek ile hikâyenin sembollerinden<br />
bahsedebiliriz.<br />
Tanpınar’ın diğer hikâyelerinde de gördüğümüz<br />
yılan motifi, ortaya çıktığı her sahnede farklı çağrışımlar<br />
oluşturur. Araştırıcılar bu farklı çağrışımların<br />
bazen birini yorumlayarak, bu yorumlarını<br />
hikâyenin bütününe atf etmişlerdir. Yorumlardan<br />
bazıları şöyledir:<br />
“... yılan motifi, aslında, çocukluk devrinde meydana<br />
gelmiş bir yasak arzu çatışmasıdır” (KABA-<br />
HASANOĞLU <strong>19</strong>77: 7/ 16).<br />
286<br />
“Tanpınar’da çok dikkate şâyan bir nokta vardır.<br />
Yılan-kadın-ölüm düşünceleri. (..) Tanpınar yılanı<br />
bir simge olarak ele alacak, her felâkette, sıkıntıda<br />
onu görecektir. Yılan ölümdür ve de mutlak<br />
her eve uğrayacaktır. Yani hepimizin hayatında bir<br />
yılan hikâyesi olacaktır” (ÖNBERK <strong>19</strong>91: <strong>19</strong>/238).<br />
Hikâyenin sonlarına doğru Abdullah Efendi’nin<br />
müdhiş bir susuzluk hissettiği bir sahne vardır.<br />
Belli ki uyanık iken görülen bir rüya aksiyonu içinde<br />
bu susuzluk sahnesi de bir sembol olarak seçilir.<br />
Her sembol gibi temsil ettiği bir değer olacaktır.<br />
Eleştirmenler, Abdullah Efendi’nin bu susuzluk<br />
sahnesinde ortaya çıkan sembolü farklı anlamlar<br />
yükleyerek açıklarlar:<br />
“Bu su ihtirası, anne şefkatine hasretten gelir.<br />
Su-anne imajı... Suyu bulur. Fakat bir çocuk, onu<br />
içmesine mani olur. Bu çocuk (yazarın ve Abdullah<br />
Efendi’nin) ikinci şahsiyeti olabileceği gibi çocukluğunda<br />
kıskandığı kardeşi de olabilir” (KABAHA-<br />
SANOĞLU <strong>19</strong>77: 8/ 15).<br />
“Abdullah Efendi’nin çok susadığını hissettiği bir<br />
sırada, yoluna çıkan bir evde bir sürahiden, bardağa<br />
su dökerken eğlenen fakat Abdullah’a bir<br />
yudum bile vermeyen çocuğun öyküsünde Tanpınar,<br />
bize hayatın güzelliklerinin sunulduğunu,<br />
ama asla verilmediğini vurgulamak istemiştir”<br />
(ÖNBERK <strong>19</strong>91: <strong>19</strong>/239).<br />
Bence bu yorumların doğrusu yanlışı yok ama<br />
farklı etkileri vardır. Her okuyucunun, hattâ her<br />
eleştirmenin bir sembolün müşterek yorumunda<br />
birleşebileceğini söylemek çok doğru olmaz.<br />
Sembolleri yorumlayan ve onlara bir temsil gücü<br />
veren bizim birikimlerimizdir.<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda dil ve üslûp<br />
için, ciddi bir stilistik çalışma yapmadan söz söylemek,<br />
yukarıdaki sembol yorumları gibi farklı<br />
sonuçlara ulaşmaya sebep olabilir. Buna rağmen,<br />
konu hakkında çalışıp yorum yapmış, hüküm vermiş<br />
araştırmacıların fikirlerinden yardım alarak<br />
bazı genel değerlendirmeler yapmak mümkündür.<br />
Tanpınar’ın birbirine benzeyen bir değil, belki<br />
birkaç üslûbu var. Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda<br />
geçen “aklın serhaddi” (s.171), “eşyânın sükûneti”<br />
(s.172) gibi farklı tamlamalar hemen dikkati çe-
ken ibarelerdir.<br />
Şiirlerinde, hikâye ve romanlarında mizaca çok<br />
bağlı, müzikaliteyi ön plâna alan, girift anlamlar<br />
taşıyan kelimelerin ayrı ayrı yorumları gerekir.<br />
Tanpınar’ın hikâyelerindeki “sentaksın karmaşıklığı,<br />
yazarın Türk dilinin sağladığı imkânları kullanarak<br />
bazen bir sayfaya çıkabilen, birbirine maharetle<br />
bağlanmış cümleler kurmasından; kelime<br />
dağarcığının karmaşıklığı ise yazarın fevkalade<br />
geniş kelime dağarcığından, Osmanlıca’daki Arapça<br />
ve Farsça kelimeleri ve Fransızca’dan alınan<br />
daha yeni kelimeleri kullanmasından kaynaklanır.<br />
İyi eğitimli Türkler Tanpınar’ın dili kullanımını etkileyici,<br />
güzel ancak zor bulurlar” (ATİŞ <strong>20</strong>06 : <strong>20</strong><br />
/ 51).<br />
Tanpınar’ın çok farklı özelliklerine açılabilen bir<br />
cümle, onun aynı zamanda üslûbu için de dikkate<br />
değer bir örnektir:<br />
“...Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını<br />
bütün vücuduna doladıktan sonra, zehirli dişini<br />
en can alacak yerine geçirmeğe hazırlanan bir<br />
yılanın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını<br />
gören bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci<br />
içinde kadeh kadeh üstüne içiyordu” (s.163).<br />
Bu cümle farklı araştırıcıların dikkatini çekmiş,<br />
değişik bakış açılarına sebep olacak bir malzeme<br />
özelliği ile kullanılmıştır. Tanpınar’ın zorlama ve<br />
garip benzetmelerini inceleyen Necip Tosun, bu<br />
cümle hakkında “Tanpınar’ın belki de en tuhaf<br />
benzetmesi” (TOSUN <strong>20</strong>05: 10/ 76) diyor. Yani<br />
eleştirmen için bu cümle bir kusurdur, tuhaftır, gariptir.<br />
Sevim Kantarcıoğlu ise “Abdullah’ın sosyal<br />
değerlerinden, ön yargılarından ve bireysel ideallerinden,<br />
onların esaretinden kurtulma arzusu<br />
şu satırlarda ifade bulmaktadır:” (KANTARCIOĞLU<br />
<strong>20</strong>04: 142) diyerek bu satırları iktibas eder.<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları, farklı yazarlarca<br />
değişik bakış açılarıyla eleştirilmiştir, demiştik.<br />
Bunlardan biri <strong>19</strong>44 yılında bir süreli yayında karşımıza<br />
çıkıyor: Eleştirmen, “... muharrir, Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları isimli eseri ile şiirin infilaklarından<br />
kurtulup hikâyenin imkân ve zaruretlerine<br />
girememiş” (ERİŞ <strong>19</strong>44: 483/ 7) derken hikâyelerdeki<br />
şiiriyeti bir kusur olarak telâkki ediyor.<br />
287<br />
Hikâyelerde görülen tek kusur(!) bununla sınırlı<br />
kalmaz, hikâyenin takdiminde zaman zaman yazarın<br />
araya girdiği görülür. Anlatım kusurlarından<br />
olan ve müdâhale kusurlarına dahil edebileceğimiz<br />
bu tutum, az da olsa Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />
görülür. Bir örnek olarak; hikâyenin başlangıç<br />
satırlarında Abdullah Efendi’nin mizaç özelliklerini<br />
anlatan yazar, anlatıcının sözünü keser ve bu<br />
tür mizaçlar hakkında ayrıca bilgi verir: “Bu cins<br />
adamlarda zaman zaman olduğu gibi o da, bu<br />
müstesnâ anın kıymetini biliyor ve kendisini diğer<br />
insanlar arasına karışmış görmekten saadet duyuyordu”<br />
(s.161, 162).<br />
Bunların yanı sıra, Tanpınar’ın hikâyeleri, müstakil<br />
ve bağımsız bir sanat eseri özelliği ile birlikte<br />
bir başka romanın parçaları gibi bir bütünün mütemmim<br />
cüzü olarak yazılmışa da benzer. Sanki<br />
Tanpınar, romana başlamış, vazgeçilmiş, romanın<br />
bölümleri kendi içinde sağlam hikâyeler hâline<br />
getirilmiş... Bu hissi kuvvetlendirecek deliller pek<br />
çoktur.<br />
Kaynaklarda, Tanpınar’ın hemen her eseri için<br />
“bir yarım kalmışlık” hissinin dile getirilişine şahit<br />
oluruz. Hatta bu özellik satır aralarından kurtulmuş<br />
ve bazı makalelere serlevha olmuştur. Eksiklik<br />
hissi, hikâyenin bir başka romanın parçası<br />
olduğu izlenimini kuvvetlendiren atıflara örnek:<br />
1. Abdullah Efendi’nin zelzele ile olan münasebeti,<br />
evde çatının uçması; 2. Abdullah Efendi, “...çocuk<br />
denecek kadar genç bir yaşta çıplak ve sefil bir<br />
evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle baş başa geçirmişti”<br />
(s.171). Bu bilgiler, hikâyenin bütünlüğü<br />
içinde büyük bir etki yaratmaz.<br />
Tanpınar’ın hikâyeleri de belki yazılmış belki<br />
de yazılmamış Huzur örneği gibi mücessem bir<br />
romanın parçaları olduklarını düşündürüyor. Gerçekten<br />
de Bir Zaman Romanı, Bir Rüya Romanı,<br />
Bir Eşya Romanı, Bir Hayat ve İnsan Romanı…<br />
diye isimlendirebileceğimiz bu roman yaşanmış<br />
ama yazı hâlinde bizlere ulaşmamış. Bölüm bölüm<br />
yayınlanmış. Bunların bir bölümü de hikâyeler<br />
adını almış.<br />
Yarım kalmış bir romanın parçaları hissini veren<br />
sahnelerin, hikâyede bir dağınıklık vücuda getirdiği<br />
de zikredilir:<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
“Abdullah Efendi’nin Rüyaları, çok müphem bir<br />
ifade ile yazılmıştır. Muharrir, hemen her cümlede,<br />
kaleminin mukavemetini, müphemiyetin insanoğluna<br />
verdiği icad fikri ile tamamlamak istemiştir.<br />
Ayrıca hikâyede bir perişanlık, bir dağınıklık hakimdir.<br />
Bunu muharririn bilhassa yaptığına kaniim.<br />
(..) Ahmet Hamdi Tanpınar, hikâyede görmeye<br />
alıştığımız tekniğini daima bozuyor ve ayrı ayrı<br />
renkte parçalarla yazısının boşluklarını yamıyor”<br />
(ERİŞ <strong>19</strong>44: 483).<br />
<strong>19</strong>44’te dağınıklığın bilhassa yapıldığına işaret<br />
vardır ama bunun bir teknik olduğunu kesin olarak<br />
Sevim Kantarcıoğlu gibi araştırıcıların eleştiri<br />
ve yorumlarında bulmaktayız. Kantarcıoğlu, yapıbozumcu<br />
ve semiotik bakış açıları ile Tanpınar’ın<br />
eseri hakkında çok dikkat çekici bilgiler verir.<br />
Sofokles, Shakespeare, Kral Oidipus, Antigone,<br />
Othello (s.<strong>19</strong>0), kadîm efsâne (s.171) vb. gibi<br />
anahtar isimler ve kavramlar ile hikâyenin metinlerarası<br />
ilişkiler kuramı açısından incelenmesi,<br />
yine ortaya dikkate değer sonuçlar çıkarabilir.<br />
Tanpınar’ın ilgili olduğu, atıfta bulunduğu ve<br />
eserinin bir bakıma geri plânı sayılabilecek diğer<br />
eserler ile kurduğu ilişkiler, Tanpınar yorumcularının<br />
yeni yeni bakış açıları ile donatılmasını sağlayabilir.<br />
Bunun yanında Tanpınar’ın diğer hikâyeleriyle<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâye arasında<br />
kurulan alâkalar da bizlere yeni ufuklar kazandırmaktadır.<br />
Bütün hikâyelerin dil ve üslûp özelliklerinde<br />
ortaklık görünmektedir; hayâllerin kuruluşu,<br />
aynı romanın parçaları izlenimini yeniden kuvvetlendirir.<br />
Ademle Havva adlı hikâye ile Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları arasındaki benzerlikler (: Kadın,<br />
erkek tarafından sevilmekle tebârüz ediyor;<br />
bu sevgi onu belli bir mizaç ve kişiliğe ulaştırıyor.<br />
Aslında kadın serapa; elbise, serapa nezâket, şık-<br />
288<br />
lık, zarafet ve güzellikten oluşan maske ve perdelerinden<br />
sıyrılıyor, yok oluyor ve erkeğin bir<br />
bûsesi ile yeniden oluşuyor.); Rüya adlı hikâye ile<br />
Abdullah’ın rüyaları arasındaki ilgi; Evin Sahibi<br />
hikâyesiyle Abdullah Efendi’nin gerçek kişiliğinin<br />
“kibirli ev sâhibi” olması; Evin Sahibi hikâyesindeki<br />
yılan ile Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndaki<br />
yılan motiflerinin benzerliği; lokantadaki kadının<br />
elbiseleri ile Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı hikâye<br />
arasındaki ilgi... vb. örnekler, Tanpınar’ın hikâyeleri<br />
arasındaki rabıtaları gösterir.<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâye konusunda<br />
düzenlemeye çalıştığımız bu makalede<br />
farklı eleştirmenlerin görüşlerine yer verilmeye<br />
çalışılmıştır. Tanpınar’ın ilk ve çok dikkate değer<br />
eleştirmeni, yine kendisidir. Türk Edebiyatında<br />
Cereyanlar isimli makalesi ile Antalyalı Genç Kıza<br />
Mektup isimli yazısında, eserlerinin ipuçlarını verirken,<br />
onu eleştirecek münekkidlere de yol gösterir.<br />
<strong>19</strong>70’ten hele <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra, Tanpınar’ın<br />
sanatkârlığı hemen her kesim tarafından kabul<br />
edilir. Çalışkanlığı, kabiliyeti, doğu ile batı arasında<br />
köprü olabilecek “terkibî mizacı” vb. birikim<br />
ve tercihleri ile kabul gören Tanpınar’ın Abdullah<br />
Efendi’nin Rüyaları isimli hikâyesinin ilk yorumcularından<br />
biri Mehmet Kaplan’dır. <strong>19</strong>43 yılında<br />
Tanpınar’ın önemli bir sanatçı olduğuna, o devirde<br />
inananlar azdı. Son yıllarda “Atlantisten Gelen<br />
Adam”, “Kutup Noktası” gibi sıfatları Tanpınar’ın<br />
hak ettiğini düşünenlerin sayısı artmaktadır. Tanpınar<br />
belki yaşadığı dönemin elit bir sanatçısıdır<br />
ve o dönemi temsil eder ama zamanının sanatçılarına<br />
benzemez. Yeni gelişen edebî akımlar ve<br />
teoriler ile Tanpınar’ın hikâyeleri için de yeni bakış<br />
açıları geliştirilmektedir.<br />
***
KAYNAKLAR<br />
AKÜN, Ömer Faruk (<strong>19</strong>62), Ahmed Hamdi Tanpınar”, Türk Dili ve<br />
Edebiyatı Dergisi, cilt.XII, s.1-32.<br />
AKYÜZ, Kenan (<strong>19</strong>44), Kitaplar Arasında: Abdullah Efendinin Rüyaları”,<br />
Ülkü, c.6, nu.68, 16 Temmuz, s.18-<strong>20</strong><br />
ALPTEKİN, Turan (<strong>20</strong>01), Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür<br />
Bir İnsan, İstanbul: İletişim Yayınları.<br />
ATİŞ, Sarah Moment (<strong>20</strong>06),“Çağdaş Türk Hikâyesinde Semantik<br />
Yapı:Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Diğer<br />
Hikâyelerinin Tahlili”, (Çevirenler: Z.Başkal, H.Özer, K.Durukan),<br />
Toplumbilim:Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, nu.<strong>20</strong>, Ağustos,<br />
s.51-77.<br />
AYHAN, Ömer (<strong>20</strong>06), Tanpınar’ın Vakitsiz Öykülerine Geç mi Kaldık?,<br />
Kitap-lık Dergisi, nu.98, <strong>Ekim</strong> , s.114-117.<br />
BAYDAR, Mustafa (<strong>19</strong>55), “Her Ay Bir Konuşma: Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar Anlatıyor”, Varlık Dergisi, yıl.22, nu.421, 1 Ağustos, s.<br />
6-7.<br />
DEMİRALP, Oğuz (<strong>20</strong>01), Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar<br />
Üzerine Eleştirel Deneme, (2.bsk.), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.<br />
ERİŞ, Resâî (<strong>19</strong>44), Edebî Oluşlar: Abdullah Efendi’nin Rüyaları,<br />
Yeni Adam, nu.483, 30.Mart, s.6-7.<br />
HIZLAN, Doğan (<strong>20</strong>06), “Sönmüş Kibritin İzinde”, Toplumbilim:<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, nu.<strong>20</strong>, Ağustos, s.21-50.<br />
KABAHASANOĞLU, Vahap (<strong>19</strong>77), “Ahmet Hamdi Tanpınar’dan:<br />
Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Toker Dergisi, yıl.1, nu.7 Nisan,<br />
s.16-17; nu.8, Mayıs, s.14-15.<br />
KABAHASANOĞLU, Vahap (<strong>19</strong>87), Ahmet Hamdi Tanpınar’da<br />
Estetik Trans, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, <strong>19</strong>87.<br />
KANTARCIOĞLU, Sevim (<strong>20</strong>04), Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu<br />
ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar Hikâyeleri,<br />
Akçağ Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>04.<br />
KAPLAN, Mehmet (<strong>19</strong>43), , “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Tasviri<br />
Efkâr, yıl.35, nu.5576:12<strong>19</strong>, 18 İkinciteşrin <strong>19</strong>43, s.4.<br />
KAPLAN, Mehmet (<strong>19</strong>83), Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul:<br />
Dergâh Yayınları.<br />
KÜTÜKÇÜ, Tamer (<strong>20</strong>06), “Tanpınar’ın Bir Hikâyesinde Mekânın<br />
ve Mekânsal Unsurların Kültürel Dolayımı”, Toplumbilim:Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, nu.<strong>20</strong>, Ağustos, s.183- <strong>19</strong>2.<br />
OKAY, M.Orhan (<strong>20</strong>00), “Tanpınar’ın Hikâyeleri Üzerine Notlar”,<br />
Hece: Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, yıl.4, nu. 46/47, <strong>Ekim</strong>/Kasım,<br />
s.176-181.<br />
ÖNBERK, Nevin (<strong>19</strong>91), “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâyelerinde<br />
Rüya Motifi”, Erdem, c.7, nu.<strong>19</strong>, Ocak <strong>19</strong>91, s.229-240.<br />
ÖZGÜL, M.Kayahan (<strong>20</strong>03), “Atlantisten Gelen Adam”, Kaşgar<br />
Dergisi, nu.33, Mayıs-Haziran, s.68-87.<br />
SU, Hüseyin (<strong>20</strong>06), “Rüya Gören Öyküler, Hece Dergisi, Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, (eklerle 2.bsk.), yıl.6, nu.161, Ağustos,<br />
s.133-149.<br />
TANPINAR, Ahmet Hamdi (<strong>19</strong>83), “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”,<br />
Hikâyeler, İstanbul: Dergâh Yayınları.<br />
TANPINAR, Ahmet Hamdi (<strong>19</strong>69), “Türk Edebiyatında Cereyanlar”,<br />
Edebiyat Üzerine Makaleler, (Hazırlayan: Zeynep Kerman), İstanbul:<br />
Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.102-131.<br />
UÇMAN, Abdullah (<strong>19</strong>73), “Tanpınar’ın Hikâyeleri”, Hisar Dergisi,<br />
cilt.13, nu.113 (118), Mayıs, s.<strong>20</strong>-22.<br />
289<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
VI.OTURUM<br />
Oturum Başkanı<br />
Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />
290
FATMA K.<br />
BARBAROSOĞLU’NUN<br />
HİKÂYELERİNDE<br />
YABANCILAŞMA VE<br />
YALNIZLIK<br />
Özet: Günümüz hikâyecilerinden Fatma K.<br />
Barbarosoğlu aynı zamanda bir sosyologdur. Bu<br />
kimliğinden hareketle toplumu ve bireyleri ilgilendiren<br />
pek çok meseleyi eserlerinde işlemiştir.<br />
Yabancılaşma konusu onun eserlerinde karşımıza<br />
çıkan sosyal meselelerden birisidir. Bu yazıda<br />
örnek metinlerden hareket edilerek Fatma K.<br />
Barbarosoğlu’nun yabancılaşma konusunu nasıl<br />
ve hangi boyutlarıyla ele aldığı ortaya konulmaya<br />
çalışılmaktadır.<br />
291<br />
Yard. Doç. Dr. Ali Şükrü ÇORUK<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
Abstract: Fatma K. Barbarasoğlu, one of the<br />
contemporary narrators of Turkish literature, is<br />
also a sociologist. Due to this, she handles lots of<br />
problems in her works that concern society and<br />
individuals. One of the social problems faced within<br />
her works is alienation. In this study, referring<br />
to the sample texts, it is tried to be examined how<br />
and to which extent Fatma K. Barbarosoğlu put<br />
forth the issue of alienation.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Hikâyeci olmasının yanında aynı zamanda bir<br />
felsefe mezunu sosyolog olan Fatma K. Barbarosoğlu<br />
moda kavramının ve alışkanlığının Türk<br />
toplumunda yol açtığı algı çeşitliliği ve zihniyet<br />
dünyamızda yaptığı değişiklikler üzerine doktora<br />
çalışması yapmıştır. Sosyoloji sahasında bilimsel<br />
araştırmalar yapması dolayısıyla içinde bulunduğu<br />
toplumun çeşitli meseleleriyle yakından ilgilenmesi<br />
onun hikâyeci kişiliğine de tesir etmiştir.<br />
Bunun sonucu olarak onun hikâyelerinde özelde<br />
Türk toplumunun genelde ise bütün insanlığın<br />
çeşitli meselelerini görmek mümkündür. Bu problemler<br />
bazen hikâyenin merkezinde konumlanırken<br />
bazen de hikâyenin ana konusunu destekleyecek<br />
yardımcı bir unsur olarak gözükür. Onun<br />
eserlerinde yer alan temalardan birisi de yabancılaşmadır.<br />
<strong>19</strong>. yüzyılda birbirlerinden farklı zeminlerde<br />
Hegel ve Marks tarafından felsefî ve sosyolojik<br />
bir problem olarak ortaya konan yabancılaşma<br />
(alienation) problemi günlük dilden bilimsel literatüre<br />
kadar her alanda hayatımızı ilgilendiren bir<br />
kavram olmuştur. Birbirinden bağımsız alanlarda<br />
ve günlük dilde yaygın kullanımı (dilde yabancılaşma,<br />
aydın yabancılaşması, basında yabancılaşma,<br />
ekonomide yabancılaşma, siyasette yabancılaşma,<br />
kültürde yabancılaşma, eğitimde yabancılaşma,<br />
bilimde yabancılaşma, sporda yabancılaşma,<br />
tabiata yabancılaşma v.s) bu kavramı alelâdeliğe<br />
sürükleme tehlikesini de beraberinde getirmiş<br />
ancak özündeki olumsuzluk anlamı her yerde muhafaza<br />
edilmiştir. Kavramın bilimsel olarak ne zaman<br />
ortaya çıktığı konusunda çeşitli görüşler vardır.<br />
Hıristiyanlıktaki ilk günah ve kefaret inancıyla<br />
antikçağ metinlerinde yer alan bazı düşünceler<br />
yabancılaşma fikrinin ilk biçimleri olarak düşünülmüştür.<br />
1 Kavramı felsefî anlamda ilk kullanan ve<br />
tabiatı Mutlak Tin’in kendisine yabancılaşmış bir<br />
hâli olarak kabul eden Hegel’e göre “kuşkusuz bu<br />
dünya insana yabancıdır ve insan bu dünyada kendisini<br />
gerçekleştirmek için onu olumsuzlamak, dönüşüme<br />
uğratmak zorundadır. İnsan çalışması ve<br />
emeği ile gerçekliğin bilincine varacak, ete kemiğe<br />
bürünmüş tin, tarihsel dünya ve nesneleşmiş<br />
tarih hâline gelecektir. Bir efendinin ve bir kölenin<br />
ortaya çıkışıyla sonuçlanan ilk mücadeleyle insan<br />
Muhammet Ertoy, Yabancılaşma, Ankara <strong>20</strong>07, s. 9-<strong>20</strong><br />
292<br />
doğmuş ve tarih başlamıştır. Hem efendinin hem<br />
de kölenin diyalektik olarak ortadan kalkması ile<br />
tarih tamamlanacaktır.” 2 Yabancılaşmayı kapitalist<br />
sistemin bir sonucu olarak gören Marks’a göre<br />
ise insan emeğinin ve onun kullanılması sonucunda<br />
üretilen malların insanın kendi iradesi dışında<br />
başkaları tarafından kontrol edilmesi, satılması,<br />
paraya dönüştürülmesi özüne aykırı olduğu için<br />
insanı kendisine yabancılaştırır. Kapitalist toplumda<br />
teknoloji sadece üretim aracı olarak görülmez,<br />
teknoloji yoluyla üretilen nesneler giderek bir<br />
tapınma unsuru olur. Bu ise insan tabiatına aykırıdır.<br />
İşçinin üretim mekanizmalarında söz sahibi<br />
olmaması, giderek nesneleşmesi, özel mülkiyet, iş<br />
bölümü, artan bürokrasi ve hiyerarşik sistem yabancılaşmayı<br />
daha da arttıracaktır. Bundan kurtulmanın<br />
yolu özüne dönmüş ve bütün yönleriyle<br />
gelişmiş özgür bireylerden oluşan yeni bir toplum<br />
oluşturmaktan geçer. 3 Sadece Marksistler değil<br />
Marksist olmayan aydınlar tarafından da üzerinde<br />
düşünülen bu kavramın sosyal bilimlerin temel<br />
problemlerinden birisi hâline gelmesi ise II. Dünya<br />
Savaşı sonrasına rastlamakta, günümüzde de<br />
aktüalitesini devam ettirmektedir. Kavrama bir<br />
terim olarak sosyal bilimlerde yüklenen anlamları<br />
aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:<br />
Yabancılaşma kavramı felsefede “Şeylerin, nesnelerin<br />
bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi,<br />
daha önceden ilgi duyulan şeylere dostluk<br />
içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma,<br />
ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma”<br />
anlamındadır. 4<br />
Psikoloji ve psikiyatride “şizofreni, psikoz gibi<br />
ruh hastalıklarında kişiliksizleştirme, gerçekdışılık<br />
veya yabancılık duyguları, normsuzluk, rol karışıklığı,<br />
yalnızlık, güçsüzlük ve umutsuzluk duyguları<br />
ile ifade edilen durum”dur. 5<br />
Sosyolojide ise kavram “toplumda yaygın olarak<br />
kabul gören değerleri benimsememe, toplumsal<br />
normlara uymama, sahip olduğu rolleri<br />
2 Age, s. 47-48<br />
3 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Barlas Tolan, Çağdaş<br />
Toplumun Bunalımı –Anomi ve Yabancılaşma-, Ankara 9<strong>80</strong>, s.<br />
4 - 65; Marksist Düşünce Sözlüğü, (Yay. Yön. Tom Bottomore,<br />
Türkçeye Çeviriyi Der. Mete Tunçay), III. Baskı, İstanbul <strong>20</strong>02, s.<br />
62 -627<br />
4 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 999, s. 906<br />
5 Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Ankara <strong>20</strong>00, s. 994
gerçekleştirme sorumluluğundan yoksunluk ve<br />
toplumsal vasıtaları kontrol edememe” manasında<br />
kullanılmaktadır. 6 Görüldüğü üzere her üç tarifin<br />
ortak noktası insan ve toplum hayatında bir<br />
olumsuzluğu ifade ediyor olmasıdır.<br />
Yabancılaşma kavramının <strong>19</strong>. yüzyıldan itibaren<br />
sosyal bilimler gündemine gelmesi ve günümüzde<br />
de hâlâ tartışılıyor olması sebepsiz değildir.<br />
Batı Avrupa’da yükselen sermaye çağıyla birlikte<br />
sanayinin ilerlemesi, makineleşmek, buna paralel<br />
olarak üretim-tüketim mekanizmalarının sanayi<br />
öncesi dönemlerden farklı bir anlayışla işlemeye<br />
başlaması, artan bürokrasi, kentleşme, insanın<br />
sermaye ve kurumlar karşısındaki konumu gibi<br />
görece ilerleme sayılan yenilikler beraberinde insan<br />
ve toplum yaşamında yeni meseleler ortaya<br />
çıkarmıştır. Bütün bu değişimin tüketimi teşvik<br />
eden propaganda yöntemleri, acımasız rekabet<br />
ortamı, doğal kaynakların hoyratça kullanılışı ile<br />
gerçekleştirilmesi ve gerçekleştiriliyor olması ise<br />
meselenin tartışılması gereken başka yönüdür.<br />
“Bunun sonucu (olarak) insanî etkinliklerini kendi<br />
dışındaki güçlerin yönlendirmesine ve denetimine<br />
terk etmek zorunda kalan bireyler, giderek yalnızlaşmakta<br />
ve tüm özgürlüklere ve demokratik görünümlere<br />
karşın yığınların içinde yalnız kalmaktadır.<br />
Kapitalist toplumun pazar ekonomisinde<br />
nesnelerin yanı sıra ilişkilerin, yaratıcılığın ve hatta<br />
sevginin, dostluğun bile şeyleşmesi insanları bu<br />
yapıya tepki duymaya ve onu ehlileştirip insanlaştırmaya<br />
yöneltmektedir.” 7 Kapitalizme karşı çıkan<br />
Marks’ın görüşleri doğrultusunda büyük umutlarla<br />
gerçekleştirilen Sovyet devrimi de sermaye<br />
çağının hızlandırdığı yabancılaşmayı ortadan kaldıramamış,<br />
hatta devrim kendi insanlarını batılı<br />
toplum fertlerinden daha derin bir yabancılığa,<br />
bunalım ve mutsuzluğu itmiştir. 8 Yabancılaşmanın<br />
insan zihninde ve davranışlarında meydana getirdiği<br />
değişim ise güçsüzlük, anlamsızlık duygusu,<br />
toplumsal yalnızlık ve ölçüsüzlük, kendisini özüne<br />
yabancı hissetme duygusu olarak dört şekilde ortaya<br />
çıkmaktadır. 9<br />
Toplumsal meseleleri anlama, teşhis etme ve<br />
bu meselelere çözüm bulma yolunda anahtar<br />
6 Muhammet Ertoy, age, s. 4<br />
7 Barlas Tolan, age., s. 4<br />
8 Age., s. 4 - 42<br />
9 Age, s. 86<br />
293<br />
kavram durumuna gelen yabancılaşma problemi<br />
sadece batı coğrafyasının değil kuşkusuz içinde<br />
yaşadığımız toplumun da yıllardır tartıştığı çözüm<br />
bulmaya çalıştığı meseleler arasındadır. Yaklaşık<br />
iki yüz yılı bulan batılılaşma maceramız içinde bunun<br />
nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda<br />
tartışmalar yapılmış ancak herkesin ittifak ettiği<br />
bir anlayış geliştirilememiştir. Bu modernleşme<br />
çabalarına paralel olarak Batı etkisinde gelişen<br />
Türk edebiyatının ana temalarından birisi de yabancılaşma<br />
problemi olmuştur. Uluslararası işbirliğinin,<br />
ticarî münasebetlerin bir zorunluluk hâline<br />
geldiği günümüz dünyasında hiçbir devletin sınırlarını<br />
kapatarak hayatını devam ettirme lüksü<br />
ve şansı kalmamıştır. Serbest pazar anlayışının<br />
dünya çapında yaygınlık kazanması kullanılan eşyaları<br />
hemen hemen bir örnek hâline getirmiş,<br />
ulaşım ve iletişim imkânları neticesinde dünyanın<br />
âdeta küçük bir köye dönüşmesi insanların farklı<br />
kültürleri ve yaşam tarzlarını yakından tanımasına<br />
sebep olmuştur. Aynı sonucu giyim kuşam,<br />
yeme içme, dinlenme ve eğlenme kültürleri başta<br />
olmak üzere hayatın her alanında görmek mümkündür.<br />
Türkiye örneğinde düşünecek olursak bu<br />
değişimin ne boyutta gerçekleştiği, başarılı olup<br />
olmadığı, nasıl ve ne kadar olması gerektiği başka<br />
bir tartışmanın konusudur. Ancak bu değişimin<br />
özellikle her zaman övündüğümüz, dile getirmekten<br />
gurur duyduğumuz geleneksel değerlerimizi<br />
aşındırdığı da bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.<br />
Kendi kültür ve medeniyetini zenginleştirmek,<br />
dinamik kılmak amacıyla tarih boyunca<br />
farklı kültürlerle her alanda münasebet kurmaktan<br />
çekinmemiş Türk toplumunun, en basit ifadeyle<br />
özünden uzaklaşma anlamına gelen yabancılaşma<br />
problemi karşısında çözüm üretecek<br />
kapasiteye ve potansiyele sahip olduğunu, sağlıklı<br />
bir hayat için elzem olan iyiyi, güzeli ve faydalıyı<br />
aynı derecede gözeten bir kültürel mirasa sahip<br />
bulunduğunu unutmamak gerekir.<br />
Öncelikle günümüzde hayatın hızla değişmesiyle<br />
birlikte yaşadığımız yabancılaşma olgusunun ilk<br />
hâlinden yani Tanzimat döneminden farklı cereyan<br />
ettiğini tespit etmek durumundayız. Başlangıçta<br />
tabiî olarak toplumun belli kesimlerinde görülen<br />
ve sınırlı kalan modernleşme çabaları zamanla<br />
genişlemiş, günümüzde ise toplumun bütününü<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ilgilendiren bir mesele hâline gelmiştir. Köyden<br />
kente yönelen göç hareketleri, hızlı kentleşme, <strong>80</strong><br />
sonrasında kitle iletişim alanında yaşanan ve devam<br />
eden gelişmeler toplumu homojenleştirmiş,<br />
ayırıcı vasfı sadece kalite ve fiyat farkında müşahede<br />
edilebilen tüketime dayalı, anı yaşamaya<br />
yönelik yeni bir hayat tarzı oluşmuştur. Bu hayat<br />
tarzının tabiî sonucu olarak geleneksel toplum yapısında<br />
kökleri daha önceye dayanmakla beraber<br />
gözle görülür değişiklikler olmuş, bireyselleşme<br />
ön plana çıkmıştır. Bireyselliğin sonucu olarak insanın<br />
ait olduğu toplum değerlerine, inançlarına,<br />
yaşadığı çevreye ve dünyaya yabancılaşması hızlanmış,<br />
güven ve sahiplenme duygusundan uzak<br />
bir şekilde yalnızlaşmıştır.<br />
Fatma K. Barbarosoğlu’nun eserlerindeki yabancılaşma,<br />
felsefî ve psikolojik anlamından çok<br />
sosyolojik içeriğiyle karşımıza çıkmaktadır. Bu<br />
yönüyle onun kahramanları Kafka’nın Dönüşüm<br />
romanında bir sabah kalktığında böceğe dönüşen<br />
kahramanından farklıdır. Aynı şekilde Yusuf<br />
Atılgan’ın Anayurt Oteli romanındaki aşırı içe dönük<br />
ve toplumdan kopuk kahramanı Zebercet’le<br />
de benzerlik göstermezler. Onlar değişen zamanın<br />
yeni değer yargıları karşısında varlıklarını kaybetmeye<br />
başlayan, bilinçsizce sürüklenen, bazen<br />
de bunun farkına varıp kendilerini sorgulayan ve<br />
hayat karşısında tutunmaya çalışan kahramanlardır.<br />
Barbarosoğlu’nun hikâyelerinde ele aldığı yabancılaşma<br />
problemi <strong>80</strong> sonrası toplumumuzda<br />
yaşanan ve ana hatlarını yukarda çizdiğimiz gelişmelerle<br />
ilgilidir. Sözünü ettiğimiz ve içinde yaşadığımız<br />
bu gelişmelerin kapsam ve nitelik açısından<br />
Tanzimat dönemindeki başlangıç noktasından çok<br />
ilerde olduğunu ayrıca belirtmekte fayda vardır.<br />
Biz bu çalışmamızda Barbarosoğlu’nun yabancılaşma<br />
konusunu nasıl ele aldığını, yabancılaşmanın<br />
giderilmesi noktasında gizli ya da açık ne mesajlar<br />
verdiğini örnek metinler üzerinden ortaya<br />
koymaya çalışacağız.<br />
***<br />
Konu dahilinde üzerinde duracağımız ilk hikâye<br />
“Sevilmek İçin Randevu alan Çocuk” 10 başlığını<br />
taşımaktadır. Hikâyede ismi verilmeyen çocuk<br />
0 Gün Akşamsızdır, IV. Baskı, İstanbul <strong>20</strong>06, s. 5- 9.<br />
294<br />
annesi ve babası çalıştığı için gündüzleri kreşe<br />
verilmektedir. Çocuk bu durumdan mutsuzdur. En<br />
fazla da pazartesi günleri kreşe gitmek istememektedir.<br />
Çünkü pazartesileri çocuklar arasında<br />
kimin annesi ve babası çocuğunu daha çok seviyor<br />
yarışması yapılmaktadır. Annesi ve babasının<br />
kendisine karşı ilgisizliğini sevilmemek olarak<br />
algılayan çocuk pazartesi günleri söyleyecek bir<br />
şey bulamadığı için arkadaşları arasında mahcup<br />
duruma düşmektedir. Bu günlerden birinde ansızın<br />
ağzından “Beni anneannem çok sever” sözü<br />
çıkar. Arkadaşları bu söz karşısında susarlar. Akşam<br />
üzeri bu sevincini annesiyle paylaşmak ister<br />
ancak “işlerin yoğunluğu yüzünden bir türlü fırsat<br />
bulup söyleyemez. Kanepenin üzerinde uyur kalır.<br />
Kendisini yatağına götüren annesine söylediği<br />
“İşin bitince beni sever misin anne” sözü çocuğun<br />
ve ailenin içinde bulunduğu durumu özetler gibidir.<br />
Bunu duyan anne sabaha kadar çocuğunun<br />
başında ağlar.<br />
Hikâye modern hayatta anne babaları çalışan<br />
çocukların içinde bulundukları ruh hâlini yansıtması<br />
bakımından önemlidir. Zaten bu sebepten olsa<br />
gerektir ki yazar tarafından kahramanına bir isim<br />
verilmemiştir: O annesi babası çalışan ve onlardan<br />
gerekli ilgiyi görmeyen herhangi bir çocuktur.<br />
Ailenin tek çocuğu olması da çocuğun yalnızlığını<br />
arttırmaktadır. Akşamları zorunlu olarak bir araya<br />
gelen aile üyeleri sanki birbirlerine yabancıdırlar.<br />
Geleneksel ailenin coşkusunu, sıcaklığını bu ailede<br />
göremeyiz. Baba evde yoktur. Muhtemelen arkadaşlarıyla<br />
halı sahada futbol oynamaya gitmiştir.<br />
Anne zaten bankada çalışan bir “beyaz yakalı” olduğundan<br />
büroda bitiremediği işlerini ertesi güne<br />
yetiştirmek için çoğunlukla eve getirmektedir.<br />
Yüzyıllardır sürdürülen, annenin kızlarına, babanın<br />
oğullarına, öğretmenin öğrencilere, imamın<br />
cemaate aktardığı geleneksel aile yapısının yavaş<br />
yavaş ortadan kalkması, aile bireylerini birbirlerine<br />
ve dolayısıyla kendilerine yabancılaştırmış,<br />
şairin deyişiyle “sevgiler yarına bırakılmıştır.” Bu<br />
yabancılaşmayı en fazla hisseden, buna karşı direnmeye<br />
çalışan ise çocuklardır. Hikâyenin kahramanı<br />
olan çocuk ailesinin karşısına, insanın özüne,<br />
fıtratına, yaratılış gayesine uygun olan bir taleple<br />
çıkmaktadır. Onlardan istediği tek bir şey vardır:<br />
Sevgi. İhtiyaç duyduğu sevgi kendisine verildiği
andan itibaren yabancılaşma ve yalnızlaşmadan<br />
kurtulacaktır. Çocuk bu sevgiyi anneannesinde<br />
bulmuştur. Köyde anneannesinin yanında geçirdiği<br />
saatler en fazla mutlu olduğu anlar olmuştur.<br />
Geleneksel anne tipini temsil eden anneanne torununa<br />
masal anlatmakta, onun hayal dünyasını<br />
zenginleştirmekte, hepsinden önemlisi onu sevmektedir.<br />
Çocuğa anne babasından gösterilecek<br />
sevgi merkezli ilgi muhtemelen aile sıcaklığını da<br />
geri getirecek, dolayısıyla anne baba da birbirine<br />
yabancılaşmayacaktır. Hikâyenin sonunda annenin<br />
çocuğuna sarılarak sabaha kadar ağlaması,<br />
özüne ve fıtratına bir dönüşü simgelemektedir.<br />
Hikâyede çocuğun arzusu hilâfına gündüzleri<br />
adına “yuva” denen eğitim kurumuna gönderilmesi<br />
başlı başına bir yabancılaşma unsuru olarak<br />
gösterilmiştir. Bir defa bu yuvanın kesinlikle asıl<br />
yuvayla, aile yuvasıyla ilgisi yoktur. Çocuklar burada<br />
birbirleriyle oyun oynamak imâanı bulabilmekle<br />
beraber bakıcılarından öğretmenlerinden bir<br />
ücret mukabilinde yapay bir sıcaklık, şefkat satın<br />
almaktadırlar. Bu sıcaklığın aile ortamını tutması<br />
mümkün değildir.<br />
Aileyi bir arada tutacak hoş vakit geçirmesini<br />
sağlayacak, ortak ilgilerin, zevklerin olmayışı da<br />
yabancılaşmayı hızlandırmaktadır. Babanın eğlenmek<br />
için ailesi yerine arkadaşlarını tercih etmesi,<br />
arabasına ailesinden daha fazla ilgi göstermesi,<br />
annenin ise devamlı yorgun olması, işten güçten<br />
başını kaldıramaması, üstelik eve iş getirmesi,<br />
arkadaşlarıyla uzun uzun telefonlaşması, aile<br />
içinde kimsenin kimseyle konuşmaması, belki de<br />
konuşacak şeylerinin olmaması, çocuk ağzını açıp<br />
bir şey söyleyecek olsa ters yüz edilmesi fertler<br />
arasındaki yabancılaşmanın dolayısıyla yalnızlaşmanın<br />
önde gelen sebepleridir. Barbarosoğlu’nun<br />
günümüz insanının önceliklerini tespit ederken<br />
erkek için arabayı, kadın için telefonu ön plana<br />
çıkardığını görüyoruz. Erkeklerin arabalarına her<br />
şeyden daha fazla düşkün olması, kadınların ev ziyaretleri<br />
yerine çalışma hayatının zorluklarından<br />
hareketle telefonla uzun uzun konuşmayı tercih<br />
etmeleri modern hayatın yeni ilgi ve davranışları<br />
arasındadır.<br />
Hikâyenin sonunda annenin çocuğa sarılması<br />
ve ağlaması yabancılaşmanın ortadan kaldırıl-<br />
295<br />
ması açısından önemlidir. Burada yazarın vermek<br />
istediği mesaj açıktır: Modern hayat ne kadar sıkıntılara<br />
katlanacak kadar çekici, cazibeli olursa<br />
olsun hayatınıza müdahale etmediğiniz takdirde<br />
sizi önce kendinize, sonra çevrenize karşı yabancılaştıracak<br />
ve yalnızlaştıracaktır. Bu ise insan hayatı<br />
için olumlu ve kabul edilebilir bir şey değildir.<br />
İnsan ailesi ve çevresiyle insandır. Kaybedilenleri<br />
hatırlamak onları bulmak için atılacak ilk adımdır.<br />
“Swan Sevenler Derneği” 11 başlığını taşıyan<br />
hikâye ise günümüz dünyasında gittikçe problem<br />
haline gelen insan-eşya münasebetini göstermesi<br />
bakımından önemli bir metindir. Hikâyenin<br />
kahramanı erkek bir araba koleksiyoncusudur ve<br />
arabalarına bir eşyadan çok kutsal bir varlık gözüyle<br />
bakmaktadır. Arabalar karşısında aynı hissi<br />
paylaşan arkadaşlarıyla “Swan” marka arabanın<br />
markasından hareketle bir dernek kurmuşlardır.<br />
Bu insanlar arabalarını bir eşya ve araç olarak değil,<br />
ruhu olan ve dilinden sadece sahiplerinin anlayabildiği<br />
canlı varlıklar olarak düşünürler. Bütün<br />
hayatları arabalarıdır. Aileleri, çevresindeki insanlar<br />
derece olarak daha alt seviyededirler. Romantik<br />
bir gecede eşlerine arabalarla ilgili yazılmış<br />
önemli makaleleri okumaya çalışırlar, kadınların<br />
itirazı karşısında hayret ederler, dudak bükerler.<br />
Arabalara olan düşkünlükleri meta fetişizminin<br />
bir örneğidir ve bu duyarlılıkları kendilerini çevrelerine<br />
ve topluma yabancılaştırmıştır.<br />
Hikâyenin kahramanı olan erkek karısının dikkatsiz<br />
kullanması ve bagaj kapağını çizmesi yüzünden<br />
arabalarından birisini satmaya karar verir.<br />
Ancak bu kolay olmaz. Gözü gibi baktığı, bir defa<br />
olsun camlarını açmadığı, koltukların ilk günkü<br />
temizliğini muhafaza ettiği arabasını en azından<br />
ona kendisi gibi bakacak birine satmak istemektedir.<br />
Gazeteye ilan verir. Arabayı satın almak için<br />
arayanlara uzun uzadıya sorular sorar. Meslekleri,<br />
yaşları, çocuk sayısı, arabalar üzerindeki düşünceleri,<br />
onun için her şeyden daha önemlidir. Sonunda<br />
aradığı niteliklere sahip bir müşteri bulamaz<br />
ve satma fikrinden vazgeçer. Çünkü Swan’a talip<br />
olanlar marka bilincinden yoksun, arabayı sadece<br />
bir kullanım aracı olarak gören kişilerdir. Bu kişilere<br />
arabasını satarsa kendine ve arabasına ihanet<br />
edeceğini düşünerek satıştan vazgeçer.<br />
Age., s. 2 -27<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Hikâyenin araba koleksiyoncusu kahramanı hayatı<br />
ve insanları bir eşya ve bir marka çerçevesinden<br />
gören toplumdan kopuk bir tiptir. Davranışlarıyla<br />
ve düşünceleriyle kendisiyle barışık gözükse<br />
de nihayetinde insanın toplumsal bir varlık olması<br />
gerçeği göz önüne alındığında o diğerlerine için<br />
yabancıdır, hatta delidir. Kendisi için mantıklı ve<br />
normal gelen davranışlarının hikâyenin diğer kahramanları<br />
ve okuyucular için anormal gelmesi,<br />
komik bulunması bunun en bariz ispatıdır.<br />
“İmajatörün Evi” 12 ise zamanın değişmesiyle<br />
birlikte değişen değer yargılarına karşı koymaya<br />
çalışan bilge bir öğretmenin hikâyesidir. Uzun<br />
yıllar lise öğretmenliği yapmış olan Nuri Hoca<br />
emekli olduktan sonra da ailesinin karşı çıkmasına<br />
rağmen Bakırköy’de kiracı olarak yaşadıkları<br />
bahçeli evi terk etmemiştir. Çocukları ve karısı<br />
tarafından “bekçi kulübesi” olarak nitelendirilen<br />
bu evi terk etmemesi, apartman katına taşınmayı<br />
reddetmesi ev sahibi Mıgırdıç Ustaya verdiği bir<br />
sözün neticesidir. Mıgırdıç Usta ailesinin zoruyla<br />
Şişli’de bir apartman katına taşınırken bahçeyi<br />
ve evi yakın dostu Nuri Hoca’ya emanet etmiştir.<br />
Bütün vaktini bahçe işleriyle ve kendisinden akıl<br />
danışmak isteyen misafirleri ve eski öğrencileriyle<br />
sohbetle geçiren Nuri Hoca tam bir toprak sevdalısıdır.<br />
Kalabalık muhitlerde yaşamaktan, oralarda<br />
kaybolmaktan korkar. Ancak aynı duyguyu karısına<br />
ve çocuklarına verememiştir. Onların bütün<br />
isteği köy olarak nitelendirdikleri muhitten çıkıp<br />
apartmana yerleşmek, başka bir çevre edinmektir.<br />
Karısının ve çocuklarının ısrarı Nuri Hoca’yı rahatsız<br />
etmektedir. Bir öğrencisinin “Hocam insanın<br />
yüreğini okuyorsunuz. Bende bu kabiliyet olsa<br />
üüf şimdi köşeydim” sözünden hareketle bu yeteneğini<br />
para kazanma yolunda kullanmaya karar<br />
verir. Hem insanlara yardım edecek hem de para<br />
kazanıp en azından karısının ve çocuklarının isteğini<br />
yerine getirecektir. Ailesine haber vermeden<br />
Mıgırdıç Usta’nın paragöz kardeşi Agop’la beraber<br />
Şişli’de bir büro açmaya karar verirler. Agop büroyu<br />
ve müşterileri ayarlayacak, Nuri Hoca sadece<br />
müşterilerin dertlerini dinleyip onlara çözüm yolu<br />
gösterecektir. Büroyu açarlar ve müşteri akınına<br />
uğrarlar. Müşterilerin arasında en basit insanlardan<br />
en meşhur sanatçı ve televizyonculara kadar<br />
2 Age, s. 27-49.<br />
296<br />
toplumun her kesiminden kişiler vardır. Hepsinin<br />
ortak yanları ise mutsuz olmalarıdır. Nuri Hoca<br />
müşterilerini dinler kendine göre çözüm yolları<br />
gösterir. Dinlediği son müşteri ise Nuri Hoca’yı<br />
istemeden yaptığı bu işi bırakmasına sebep olur.<br />
Gelen müşteri bir ev kadınıdır ve bütün vaktini<br />
evi, kocası ve çocukları için harcamaktadır. Ancak<br />
yaptıkları ailesi tarafından kabul görmemekte,<br />
kabuğunu kırıp göz önünde olmadığı için eleştirilmektedir.<br />
Nuri Hoca kadının anlattıklarında âdeta<br />
kendisini görür ve yaptığı işi bırakır. Nereye gittiği<br />
ise meçhuldür.<br />
Hikâyede özünden ve köklerinden kopmak istemeyen<br />
toprak âşığı Nuri Hoca’nın ailesiyle ters<br />
düşmesi olumlu yabancılaşma örneği olarak<br />
karşımıza çıkmaktadır. Tabiata ve toprağa bağlılığı,<br />
bahçe işlerinde huzur bulması, çiçeklerle ve<br />
ağaçlarla ilgilenmesi, bir vefa duygusu yüzünden<br />
oturduğu evi terk etmemesi modern hayat özlemi<br />
içinde olan ailesi nezdinde onu yabancılaştırır,<br />
aynı zamanda yalnızlaştırır. Tuttuğu yolun doğru<br />
olduğu hakkında şüphesi olmamasına rağmen bu<br />
yabancılık ve yalnızlık onu huzursuz eder. Ailesinin,<br />
özellikle çocuklarının kendisi gibi düşünmemesini,<br />
çocukluk hatıralarının geçtiği bu ortamden nefret<br />
etmelerini bir türlü anlayamaz. Hikâyeden alınan<br />
aşağıdaki satırlar onun bu husustaki ruh hâlini<br />
göstermesi bakımından önemlidir:<br />
“Ama insanlar kadir kıymet bilmiyordu işte. Karısının<br />
hayıflanmaları neyse de çocuklarının şikâyetlerine<br />
dayanamıyordu. Yazık ki kendi çocuklarına<br />
vefa duygusunu öğretememişti. Vefa öğretilir<br />
bir şey miydi? Bunca talebesine öğrettiğini düşünürdü.<br />
En çok da bayramlardaki ziyaretlerden,<br />
postacının ‘taşı taşı bitmiyor’ diye latife ettiği<br />
tebrik kartlarından sonra. Ama çocukları vefayı<br />
bilmiyordu işte. Bilselerdi çelik çomak oynadıkları<br />
şu bahçeyi, çıtır böreği yedikleri katmeri yedikleri<br />
ceviz altının serinliğini unutup ikide bir ‘bu bekçi<br />
kulübesi kılıklı ev’ derler miydi?<br />
Tamam gençtiler. Ama şu baygın kokulu iğde<br />
ağacı gençlikte daha çok sevilecek bir şey değil<br />
miydi? Filbahri, hanımeli, nazlanmadan yayıldıkça<br />
yayılan ortancalar hiç mi bir şey demezdi çocuklarına?”<br />
13<br />
3 Age, s. 30
Nuri Hoca’nın öğrencisinin teklifiyle bir tür psikolojik<br />
danışmanlık mesleğine girmesini ilk başta<br />
düşüncelerinde tutarsızlık olarak görebiliriz. Ancak<br />
o, insanları dinleyip, dertlerine çözüm bulma<br />
ve ailesiyle zaten zayıf olan bağlarını tümden koparmama<br />
adına bu yola girmiştir. Zaten evinin<br />
bahçesinde kendisini gelen ziyaretçilerle, eski<br />
öğrencileriyle konuşup sohbet etmektedir. Bu işi<br />
ganimet bilip de sonuna kadar gitmeye niyeti yoktur.<br />
Dolayısıyla ailesini korumak kaygısı onun bu<br />
davranışını mazur göstermektedir.<br />
Nuri Hoca’nın müşteri profiline baktığımızda<br />
ise çoğunun samimiyetin ve vefa duygusuna yabancı<br />
bir ortamdan geldiklerini görüyoruz. Bunlar<br />
bulundukları çevrede yüzlerine geçirdikleri maske<br />
ile dolaşmak zorundadırlar. Mesleklerinde iyi bir<br />
yere gelmeleri, toplumun ilgisini çekebilmeleri,<br />
para getirecek tüketim malzemesi olmaları ancak<br />
böyle mümkün olmaktadır. İlişkileri sun’î ve<br />
geçici bir amaca yöneliktir. İnsanî değerlerden<br />
uzaklaşmaları, üretim ve tüketim mekanizmasının<br />
istediği şekle girmeleri onları kendilerine<br />
yabancılaştırmıştır. Hepsinden önemlisi dertlerini<br />
anlatacak, samimi bir şekilde kendilerini dinleyecek<br />
dostları yoktur. Kendileri gibi olmak istediklerinde<br />
ise bulundukları çevre yerine psikologları,<br />
psikolojik danışmanları kendilerine dost edinirler.<br />
Yabancılıklarını ve yalnızlıklarını ancak bu yolla<br />
giderebilecekleri kanaatindedirler. Nuri Hoca da<br />
bu danışmanlardan birisi olmuştur. Hoca’nın bu işi<br />
bırakmasında dinlediklerinin de rolü vardır kuşkusuz.<br />
“İmajatörün Evi” günümüz dünyasında taşıdıkları<br />
imaj tesiriyle topluma bambaşka bir surette<br />
görünen insanların gerçekte öyle olmadıklarını,<br />
bulundukları konumdan dolayı içten içe sıkıntı<br />
duyduklarını göstermesi bakımından önemli bir<br />
hikâyedir. Ancak konumlarını muhafaza edebilmeleri<br />
için yapacak başka şeyleri yoktur. Yabancılaşma<br />
ve yalnızlık onların kaderi gibidir.<br />
“Yalan Makinesi”nde 14 ise tersinden bakıldığında<br />
olumlu bir yabancılaşma söz konusudur. Hikâyenin<br />
kahramanı kadının bilinmeyen bir nedenden<br />
dolayı midesi bulanmaktadır. Bu rahatsızlığından<br />
dolayı psikolojik tedavi görür, ancak derdine çare<br />
4 Senin Hikâyen, III. Baskı, İstanbul <strong>20</strong>02, s. 65-82<br />
297<br />
bulamaz. Mide bulantısının ortaya çıktığı zamanları<br />
iyice düşündüğünde ise çarpıcı bir gerçekle<br />
yüz yüze gelir. Başta yakın çevresi olmak üzere<br />
kendisine yalan söylendiği zaman rahatsızlığının<br />
nüksettiğini anlar. Bir müddet kendisini bir odaya<br />
hapseder. Bu uzletten büyük mutluluk ve huzur<br />
duyar. Ancak sonuna kadar orada durması mümkün<br />
değildir. Tekrar insanların arasına karışmak ve<br />
mide bulantılarına katlanmak zorunda kalacaktır.<br />
Saflığı, iyiliği onu çevresindeki diğer insanlardan<br />
ayırmış, yabancılaştırmıştır.<br />
Zamanın değişmesiyle beraber toplumda ve<br />
insanda meydana gelen değişiklikleri, tezatları,<br />
hikâyelerinin merkezine koyan Fatma K.<br />
Barbarosoğlu’nun diğer eserleri de incelendiğinde<br />
yabancılaşma başlığı altında değerlendirilebilecek<br />
pek çok hususla karşılaşmak mümkündür.<br />
Ancak ne olursa olsun sonuç değişmeyecektir:<br />
İnsanın, hem bireysel hem de toplumsal anlamda<br />
mutlu, dengeli ve huzurlu yaşaması için özünden<br />
kopmaması, değişim sürecinde tercihini insanî<br />
değerlerden yana kullanması gerekmektedir. Ona<br />
göre “evine ve şarkısına” dönerek yabancılaşmaktan<br />
ve yalnızlıktan kurtulmak aynı zamanda iyi ve<br />
güzel insan olmaktır.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
AYFER TUNÇ’UN HİKÂYE<br />
KURGUSUNDA<br />
KULLANDIĞI<br />
TEKNİKLER<br />
Özet: Yaşayan Türk hikâyeciliğinin en önemli<br />
isimlerinden Ayfer Tunç, hikâyelerini kurgularken<br />
değişik tekniklerden faydalanmıştır. Yazar durum<br />
hikâyeleri yazmakla beraber, zaman zaman olay<br />
hikâyesine yakın denemeler de yapmıştır. Bunun<br />
yanında çeşitli tarzları da deneme yoluna gitmiştir.<br />
Bazen bir olaya veya kişiye değişik kişilerin bakış<br />
açılarından bakar, bazen de farklı insan tipleri<br />
ile ara renkleri özdeşleştirir. Ayfer Tunç’un kahramanları<br />
sık sık geçmişlerine yöneldikleri görülür.<br />
Bazen de iki farklı kişinin günlükleri tek bir hikâyeyi<br />
oluşturur. Daha da önemlisi, son kitabında daha<br />
önceki hikâyeleriyle organik bağı olan hikâyeler<br />
yazmıştır. Bu çalışmamızda bu teknikler üzerinde<br />
durulacaktır.<br />
298<br />
Yard. Doç. Dr. Sabahattin ÇAĞIN<br />
Dokuz Eylül Üniversitesi / İzmir<br />
Abstract: Ayfer Tunç, one of important Turkish<br />
short-story writers, uses different techniques in<br />
fiction of her stories. The writer usually writed<br />
“state stories”(Çekhov’s style) and betweentimes<br />
“event stories”(Maupassant’s style). Furthermore<br />
she tried varied styles. Sometimes she focused<br />
on an event or character from different angels<br />
of characters, and sometimes she identifies different<br />
types with interim colours. Her characters<br />
turn to their past frequently. Sometimes diaries<br />
of two different characters build one story. The<br />
stories in her last book have an organical bond<br />
with her former books. These techniques will be<br />
searched in this work.
Türk hikâyeciliğinin önemli isimlerinden olan<br />
Ayfer Tunç, edebiyat dünyasında -şimdilik- Kapak<br />
Kızı adlı bir romanı, Bir Maniniz Yoksa Annemler<br />
Size Gelecek adlı bir yaşantı anlatısı ile Saklı, Mağara<br />
Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi, Taş-Kağıt-<br />
Makas ve Evvelotel adlarını taşıyan beş hikâye kitabıyla<br />
yer almaktadır. 1 Yazar özellikle Bir Maniniz<br />
Yoksa Annemler Size Gelecek adlı eseri ve hikâye<br />
kitaplarıyla geniş yankı uyandırmış ve günümüz<br />
Türk hikâyeciliğinin önemli isimleri arasında yer<br />
almaya hak kazanmıştır.<br />
Ayfer Tunç, sadece hikâye yazmakla yetinmeyen<br />
ve hikâyenin nasıl yazıldığı konusunda da kafa<br />
yoran ve bu anlamda sürekli arayışlar içinde bulunan<br />
bir yazarımızdır. O yüzden hikâyelerinde sık<br />
sık yeni birtakım teknikleri kullanma yoluna gittiği<br />
görülmektedir. Bu yazımızda Ayfer Tunç’un hikâyelerinde<br />
özellikle kurguya yönelik olarak denediği<br />
bazı teknikler üzerinde durmaya çalışacağız.<br />
Ayfer Tunç hikâyelerinde her ne kadar olaya yer<br />
verse de durum hikâyesine daha yakındır. Özellikle<br />
ilk hikâye kitabı olan Saklı’daki hikâyeler tam<br />
anlamıyla durum hikâyesinin örnekleridir. Hikâyelerde<br />
anlatılan olaydan ziyade, kişilerin ruh durumları,<br />
onların iç dünyalarındaki karmaşa büyük<br />
ölçüde ön plana çıkarılmıştır. Yazar, insanın trajedisiyle<br />
olaydan daha fazla ilgilenmiştir. Bu açıdan<br />
bakıldığında olay, hikâyeci için asıl anlatmak istediğini<br />
ortaya koymak için bir bahaneden ibarettir.<br />
Ancak bu açıdan baktığımızda Mağara Arkadaşları<br />
adlı kitabında yer alan iki hikâye dikkat çekicidir.<br />
Her iki hikâye de diğerlerinden farklı olarak daha<br />
çok olay hikâyelerinde rastladığımız şaşırtıcı bir<br />
sonla bitmektedir ve birbirine hayli benzemektedir.<br />
“Gençlik Sabah Çiyidir” adlı hikâyede artık hayattan<br />
bir beklentisi kalmayan ve ölmeyi bekleyen<br />
yaşlı bir adam anlatılmaktadır. Hikâyenin başında<br />
ihtiyar adamın bu ruh hali uzun uzadıya anlatılır.<br />
Sonra yaşlı adam sokağa çıkar. Bir tesadüf onu<br />
sadece selamlaştığı apartman komşusu yaşlı bir<br />
kadınla yan yana getirir ve konuşarak apartmana<br />
gelirler. O gece yılbaşıdır ve kadın onu yemeğe<br />
davet eder. Yaşlı adam akşam davete uyar ve bir<br />
Yazarın ayrıca Ömür Diyorlar Buna adlı bir e-kitabı ve Oya<br />
Ayman’la birlikte yazdığı İkiyüzlü Cinsellik adlı bir inceleme kitabı<br />
vardır.<br />
299<br />
süre sonra aralarında sıcak bir konuşma başlar,<br />
içerler ve dans ederler. Daha önce ölmeyi isteyen<br />
yaşlı adam, hayattan zevk aldığını hisseder.<br />
Bu duygular içinde kadına “Saat on iki. (…) Yeni<br />
Yıla girdik” der, ama kadın cevap vermez: “Kadın<br />
cevap vermedi. Niye cevap vermediğini merak<br />
ederek doğruldu, kadının yüzü beyaz bir midye<br />
kabuğunu andıran ufacık başı, omzuna düştü.”<br />
(Mağara Arkadaşları, s. 110). İkinci hikâye ise yine<br />
aynı kitapta yer alan “Siz ve Şakalarınız” hikâyesidir.<br />
Bu hikâyede de huzurevinin ilk misafiri olan<br />
emekli öğretmen yaşlı bir kadın anlatılmaktadır.<br />
Kadın, ilk gelişinde orada büyük bir yalnızlık ve<br />
sıkıntı yaşar. Ta ki yanındaki odaya Samim Bey<br />
isimli yaşlı bir adam gelene kadar… Samim Bey’in<br />
gelmesiyle birlikte kadının da hayatı değişir:<br />
“Siz yoktunuz. Siz geldikten sonra odam neşelendi<br />
inanın. Pencereler küçüldü, kuşlar odama<br />
geldiler. Sandalyemi, yatağımı, sürahimi benimsedim.<br />
Hani bazen insan kendi adını garipser ya,<br />
hani kendine söyler de bazı anlamsız seslerdir,<br />
insanın kendi adı bile. İşte odam öyleydi siz gelmeden<br />
önce. Sürahiye uzanan buruşuk, çilli elim<br />
bile bir yabancınındı sanki. Sürahi ise dokunursam<br />
kırılıverecekmiş gibi korktuğum garip bir eşya.”<br />
(Mağara Arkadaşları, s. 123).<br />
Görüldüğü gibi hikâye yaşlı kadının ağzından<br />
anlatılmakta ve sanki Samim Beyi karşısına alıp<br />
onunla konuşuyormuş duygusunu uyandırmaktadır<br />
okuyucuda. Ancak hikâyenin sonlarına doğru<br />
Samim Beyin öldüğünü şaşırtıcı bir sonla ve bir<br />
anda öğreniveriyoruz:<br />
“Şimdi odaların çoğu dolu. Ben de yetmiş altı<br />
yaşına yaklaşıyorum. Televizyon salonunda yer<br />
bulamıyorum artık. Camları buğulanıyor mutlu<br />
evlerin camları gibi, ama içerisi pis kokuyor…”<br />
(Mağara Arkadaşları, s. 129).<br />
“Mağara Arkadaşları” adlı hikâyenin kahramanı<br />
bir apartmandır. Bir zamanlar kalburüstü<br />
insanların oturduğu, ama bir süre sonra onların<br />
birer birer ayrıldığı ve eski şaşaasını kaybeden<br />
Ayyıldız Apartmanı… Ayyıldız Apartmanı “kedere<br />
ve ümitsizliğe” düşmüştür. Yazar bu “kedere ve<br />
ümitsizliğe” düşüşün ne olduğunu uzun süre söylemez<br />
ve bunu hikâye boyunca bir leit-motif olarak<br />
tekrarlar, sık sık araya girerek: “Nedir Ayyıldız<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Apartmanı’nı kedere ve ümitsizliğe sevk edecek<br />
kadar acıklı olan durum? Buna daha sonra geleceğiz.”<br />
(Mağara Arkadaşları, s. 9). Bir süre sonra<br />
bu ifadeyi değişik şekilde tekrarlar: “O zamana<br />
kadar, daha sonra belirtecek olduğumuz, içinde<br />
bulunduğu çıkmaza hayıflanmakla yetiniyor, bundan<br />
bir kurtuluş olamayacağına inanarak, kaderin<br />
hazin sonunu hazırlamasını bekliyordu.” (Mağara<br />
Arkadaşları, s. 10).Yazar bununla da kalmaz ve<br />
hikâyenin daha ilerisinde aynı ifadeyi değişik şekilde<br />
tekrarlar: “Ancak içinde bulunduğu durumu<br />
feleğin bir sillesi, büyük bir bahtsızlık olarak değerlendirdiği<br />
için…” (Mağara Arkadaşları, s.). Böylece<br />
yazar okuyucuyu Ayyıldız Apartmanı’nın içinde<br />
bulunduğu durumu özetleyen keder, ümitsizlik,<br />
açmaz, feleğin sillesi gibi kavramlara şartlandırırarak<br />
okuyucudaki merak unsurunu sürekli ayakta<br />
tutar. Bunun sebebini de ancak on bir sayfa sonra<br />
açıklar okuyucuya: “İlk anda Bezmin Hanımın<br />
bunu neden uydurduğunu bulmaya çalışmış ve<br />
o zaman, kendi de kalitesindeki düşüşün farkına<br />
varmıştı. (…) İşte hikâyenin başında sözü edilen,<br />
onu kedere ve ümitsizliğe sevk eden acıklı süreç<br />
böyle başladı.” (Mağara Arkadaşları, s. 22).<br />
Mağara Arkadaşları adlı kitabın kurgu bakımından<br />
en dikkate değer hikâyelerinden biri de “Cinnet<br />
Bahçesi”dir. Bu hikâyenin kahramanı Müeyyet<br />
Bey kendi halinde bir adamdır. Bir gün karısı,<br />
eşarpla boğulmuş bir vaziyette, evin temizlikçisi<br />
tarafından bulunur. Polisler eve gelince Müeyyet<br />
Bey’i kendi odasında giyinmiş bir vaziyette koltukta<br />
otururken bulurlar. Adamı katil zanlısı olarak<br />
tutuklarlar. Müeyyet Bey sorgusunda karmakarışık<br />
şeyler söyler. Hikâyenin sonraki kısmında büyük<br />
ihtimalle mahkemede şahit olarak dinlenen<br />
polis memuru Hidayet Çelebi, Müeyyet Beyin<br />
patronu Hayati Temiz, komşu kadın Sebahat Avcı,<br />
Uzak-doğu sporcusu Kerim Genç, Müeyyet Beyin<br />
kız kardeşi Muazzez Güngör, arkadaşı Sadık Yılmaz<br />
ve meyhaneci İsmail Pala’nın ifadelerine yer<br />
verilir. Bu kişiler, bir yandan Müeyyet Yılmaz’la<br />
olan ilişkilerini ve onun hakkındaki düşüncelerini<br />
ortaya koyarken, daha önemlisi bir taraftan da<br />
kendi hikâyelerini anlatırlar. Dolayısıyla adlarını<br />
andığımız bu kişilerin her birinin ifadesi hem Müeyyet<br />
Bey’e bağlı ana hikâyenin bir parçası hem<br />
de kendi başlarına müstakil bir hikâyeyi oluştu-<br />
300<br />
rurlar. Bu açıdan bakıldığında bu kurgunun Bin Bir<br />
Gece Masalları’nda gördüğümüz “çerçeve hikâye”<br />
tekniğine yakın olduğunu söylemek mümkündür.<br />
Yine bakış açısı tekniği bakımından bir olayı değişik<br />
bakış açılarından ortaya koyması bakımından<br />
çok yönlü bir bakış açısının bu hikâyede kullanıldığını<br />
söyleyebiliriz. İfade veren ilk kişiler (Polis<br />
memuru Hidayet Çelebi, Müeyyet Beyin patronu<br />
Hayati Temiz ve Uzak-doğu sporcusu Kerim Genç)<br />
Müeyyet Bey hakkında olumsuz fikirler ileri sürerken,<br />
sonraki kişilerin (komşu kadın Sebahat Avcı,<br />
Müeyyet Beyin kız kardeşi Muazzez Güngör, arkadaşı<br />
Sadık Yılmaz ve meyhaneci İsmail Pala) onun<br />
hakkındaki fikirleri olumludur ve onlara göre Müeyyet<br />
Bey şair ruhlu, kimseye zarar vermeyecek,<br />
dolayısıyla bu cinayeti işleyemeyecek yapıda bir<br />
insandır. Hayal kırıklıkları yaşamıştır, bu yüzden<br />
insanlardan kaçmak zorunda kalmıştır:<br />
“Önce uzun uzun susardık ikimiz. Birbirimize<br />
bile bakmazdık. Sonra, ben ona gördüğümüz istasyonları<br />
anlatırdım. Nasıl güneşin battığını ıssız<br />
bir ovada, küçük evlerin gölgelerinin ırmağa nasıl<br />
yansıdığını, nasıl yalnız ve mağrur uzandığını köylerin…<br />
Ne güzel anlatıyorsun abla, derdi. Anlatacak<br />
ne çok şeyin, ne güzel kelimelerin var. Senin<br />
de vardır kardeşim, derdim. Yok abla, derdi. İçim<br />
kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi,<br />
kurudu, bükülü kaldı. Şimdi içimde dayanılmaz<br />
bir katılık var. Öldürdüler beni abla, derdi. İçimi<br />
öldürdüler. O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime,<br />
içimden geçen şiirlere, içimden geçen<br />
şiirlere, gülmesinler diye kendimi gizledim. Ama<br />
onların dilleri uzundu. Yetiştiler ve beni yaşatan<br />
her şeyi, sökerek aldılar içimden bir bir. Beni öldürdüler.”<br />
(Mağara Arkadaşları, s. 76-77).<br />
Yazar, bir yerde Müeyyet Bey hakkında olumlu<br />
fikirlere sahip kişileri sona almak suretiyle Müeyyet<br />
Beyi okuyucunun vicdanında suçsuz mevkiine<br />
yükseltmiştir.<br />
Bu kitapta yer alan bir başka hikâye “Ara Renkler<br />
Grubu”dur ve kurgu bakımından farklıdır. Bu<br />
hikâyede “Camgöbeği”, “Gülkurusu” ve “Limonküfü”<br />
adlarını taşıyan üç alt başlık vardır ve her<br />
alt başlık ayrı bir kişiliği anlatmaktadır. Birincisi<br />
yapayalnız bir pansiyoncu, ikincisi sürekli otobüslerle<br />
seyahat eden bir pazarlamacı, üçüncüsü de
sevgilisini kaybetmiş ve onunla birlikte kendisini<br />
de ölmüş sayan bir kişidir. Okuyucu onları kendi<br />
konuşmalarıyla tanır, yazarın hiçbir müdahalesi<br />
yoktur. Hikâyeler okunduğunda görülür ki bunlar<br />
her zaman ve her yerde karşılaşacağımız insanlardan<br />
farklı kişilerdir. Dolayısıyla yazarın bu hikâyede<br />
ara renkler başlığıyla aslında ara insanları<br />
anlattığı görülmektedir.<br />
Ayfer Tunç’un dikkatimizi çeken bir hikâyesi de<br />
“Alafranga İhtiyar” başlıklı hikâyesidir. Bu hikâyede<br />
eski bir dil kullanan bir yazar anlatılır. Burada<br />
yazarın anlatış tarzı ön plana çıkmaktadır. Birçok<br />
hikâyesinde olduğu gibi, bu hikâyesinde de -daha<br />
çok- anlattığı konuyu keserek başka bir şeyden<br />
söz ettiğini görürüz yazarın. Mesela hikâyenin bir<br />
yerinde niçin “eski lisan”la yazdığını anlatırken<br />
dille ilgili kimi hususlara değindiğini görmekteyiz.<br />
Hele şu paragraf âdeta bizi bir Ahmet Midhat<br />
Efendi anlatısını okuduğumuz duygusuna götürmektedir:<br />
“Hikâyemin az sonra mecra değiştireceğinin<br />
farkındayım. Aynı mecra içinde hadiseyi anlatabilmek<br />
için çok gayret sarf ettim, çeşitli yollar<br />
tecrübe ettimse de muvaffak olamadım. İki hikâye<br />
arasındaki rabıtanın kuvvetli olduğunu iddia edecek<br />
olmadığım gibi, bundan müteessir de değilim.<br />
Bazı büyük muharrirlerimizin de zaman zaman bu<br />
yola müracaat ettikleri, bazı hikâyelerde hikâyeyi<br />
anlatan şahsın, bir nevi şahit vasfıyla hadiseyi<br />
okura intikal ettirdiği ve en mühimi, büyük muharrirlerimizi<br />
seneler sonra taklit ettiğimi açık açık<br />
söylediğim dikkate alınacak olursa; bu bahiste<br />
beni fazlaca tenkit etmemek, yahut en azından<br />
insaflı olmak lazımdır. İkinci itirafım da şudur,<br />
dikkatinizi çekmiştir, sık sık münekkitlerden bahis<br />
açıyorum. (…) Münekkitlik müessesesinin vaziyeti<br />
hakkında uzun uzadıya izahat verecek, yahut bu<br />
konuda fikir beyan edecek değilim. (…) Şimdi diyeceksiniz<br />
ki, ey, ne diye ikide bir münekkitlerden<br />
bahis açıyorsun o vakit? Eh, o kadarcığını siz tefsir<br />
edin artık.” (Mağara Arkadaşları, s. 157-158).<br />
Bu satırlarda yazarın hem Ahmet Midhat Efendi<br />
tarzı müdahalelerinden bir örneği görebilir hem<br />
de onun hikâyenin kurgusu konusunda kafa yorduğunu<br />
anlayabiliriz.<br />
Ayfer Tunç’un hikâyelerinin önemli özellikle-<br />
301<br />
rinden biri de kahramanlardan biri vasıtasıyla sık<br />
sık geriye dönülmesi ve geçmişte olanların anlatılmasıyla<br />
okuyucunun âdeta bir mazi koridorunun<br />
içine itilmesidir. Belki de onun hikâyelerinin<br />
kahramanlarının yaşlı insanlar olması bununla<br />
ilgilidir. Yine yazarın Bir Maniniz Yoksa Annemler<br />
Size Gelecek adlı “70’li yıllarda hayatımız”ı anlatan<br />
eseri de onun maziye olan ilgisini göstermesi<br />
açısından dikkat çekicidir.<br />
Ayfer Tunç’un kurgu açısından önem taşıyan bir<br />
diğer hikâyesi “Suzan Defter” adını taşır. Hikâye,<br />
kadın kahramanın “kendine benzeyen bir damla<br />
arayan ve bir türlü suya karışmayan iki yağ damlası”<br />
olarak nitelendirdiği Derya ve Ekmel Beyin<br />
hatıra defterlerinden oluşmaktadır. Kitabın iç<br />
sayfaları Ekmel’in, karşı sayfaları ise Derya’nın<br />
hatıra defterinden oluşmaktadır. Ekmel evini<br />
satmaya karar verir ve Derya bu eve talip olur,<br />
ancak sonradan Ekmel evi satmaktan vazgeçer.<br />
Ancak Derya kendi adı yerine ağabeyinin eski<br />
sevgilisi Suzan’ın adıyla tanıtır kendini. Ekmel,<br />
Derya’ya ücret karşılığı arkadaşlık teklif eder.<br />
Bütün işi gelip onunla konuşmak olacaktır. Bu bir<br />
gönüldaşlık değil, sadece arkadaşlıktır, onun yalnızlığını<br />
paylaşmaktır. Derya kabul eder ve belirli<br />
günler gelip bu görevini yerine getirir. Her ikisi de<br />
konuşmalarını, davranışlarını hatıra defterlerine<br />
yazarlar. Böylece olaylar, birden fazla kişinin bakış<br />
açısıyla aktarılır okuyucuya. Ancak bazı kısımlarda<br />
her ikisinin yazdıkları birbiriyle farklıdır, hatta birbirine<br />
zıttır. O zaman okuyucu bunlardan birinin<br />
yalan söylediğini anlar. Ekmel Bey’in anlattığı “kar<br />
hikâyesi” bunlardan biridir sözgelimi. İşte o zaman<br />
kimin yalan söylediği akla gelir. Ancak yazar bu<br />
konuda hiçbir ipucu vermez ve kararı okuyucuya<br />
bırakır. Ama burada okuyucunun hatıra defterlerini<br />
okuyuş sırası önemli olmalı. Eğer okuyucu önce<br />
Ekmel’in yazdıklarını okumuşsa Derya’nın yalan<br />
söylediğini, Derya’nın yazdıklarını önce okumuşsa<br />
Ekmel’in yalan söylediğini düşünecektir.<br />
Hikâyenin sonunda Derya ile Suzan’ın kişiliklerinin<br />
birbirine karıştığı görülür ki, âdeta Oğuz<br />
Atay’ın kişilerine yakın bir karakterle karşı karşıya<br />
kalır okuyucu.<br />
“Suzan Defter” gibi, Taş-Kağıt-Makas adlı kitapta<br />
yer alan “Fehime” adlı hikâye de dikkat çekici<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
hikâyelerden biridir. Tahir ve Kübra adlı iki küçük<br />
kardeşin turistik kitaplar satmak için Kuşadası’nda<br />
bindikleri bir gemide, bir turist tarafından alıkonularak<br />
onun Tahir’e cinsel tacizde bulunmasını<br />
anlatmaktadır. Olay, Fehime’nin ağzından polise<br />
anlatılmaktadır. Ancak bu anlatım, yazarın diğer<br />
eserlerindeki anlatıma benzememektedir. Bu<br />
hikâyenin başından sonuna kadar hiçbir noktalama<br />
işaretine yer verilmemiştir. Böylece yaşadıkları<br />
karşısında âdeta şoka girmiş Fehime’nin ruh<br />
halini, içindeki karmaşayı ve korkuyu bu şekilde<br />
verme yoluna gitmiştir yazar.<br />
Ayfer Tunç’un son hikâye kitabı Evvelotel, yazarın<br />
dikkat çekici bir metot geliştirdiği bir eserdir.<br />
Evvelotel, yazarın ilk kitabı Saklı’yı da içinde barındırmaktadır.<br />
Saklı’daki dokuz hikâyeye karşılık,<br />
Evvelotel’de de dokuz hikâye vardır. Sırasıyla<br />
(sözgelimi her iki eserdeki birinci hikâyeler gibi)<br />
hikâyeler arasında organik bir bağ vardır. Böylece<br />
yazarın kendinden önceki yazarlardan farklı olarak<br />
hikâyelerindeki şahısları ve olayları sadece o<br />
hikâyeye özgü unsurlar olarak düşünmediğini, onları<br />
zihninde yaşattığını ve geliştirdiğini ve daha<br />
sonra da başka bir hikâyenin konusu yaptığını görüyoruz.<br />
Sözgelimi her iki esere de adını veren ilk<br />
hikâyeler bu bağlamda oluşmuştur. “Saklı”da Süslü<br />
Yenge anlatılır. Kendisini deli gibi seven Zembilli<br />
Göçmen’in ikinci karısıdır. Süslü Yenge’nin ilk<br />
sevdiği kişi olan bahriyeli onu terk etmiş ve o da<br />
ölünceye kadar bu aşkın acısıyla yaşamıştır. Süslü<br />
Yenge, bu hikâyesini bütün komşularına anlatır ve<br />
bir gün ölür. “Evvelotel” hikâyesinde ise Zembilli<br />
Göçmen’in oğlunun yıllar sonra babasını araması<br />
anlatılır. İki de uzun dipnotu vardır hikâyenin. Biri<br />
Evvelotel’in sahibinin oğlunun, diğeri de Zembilli<br />
Göçmen’in oğlunun gözünden, yıllarca önce otelde<br />
meydana gelen bir olay anlatılır. Böylece yazar<br />
birbiriyle bağlantılı, dört hikâye anlatır okuyucusuna.<br />
Ayfer Tunç’un “İhtilaller Neye Benzer” hikâyesinde<br />
kullandığı bir teknikle bildirimi bitirmek<br />
istiyorum. Bu da yazarın kendini dışarıdan seyrederek<br />
anlatmasıdır. Sait Faik’in “Balıkçısını Bulan<br />
Olta” adlı hikâyesinde kullandığı bu teknikte yazar,<br />
başlangıçta sanki başka birini tasvir eder, ama sonunda<br />
o kişinin kendisi olduğunu söyler. Böylece<br />
okuyucuyu şaşırtarak daha etkileyici bir söyleyiş<br />
302<br />
elde eder:<br />
“Ömrünü bir ihtilal neye benzer diye düşünerek<br />
geçirdi. Büyük şeylerdi ihtilaller. Işıklarla bitecek<br />
karanlık, uyumsuzluklar, dar kapılar. Büyük yaşamak<br />
ve yalnız ölmekti belki. Yıllarca bir ihtilal<br />
rengi aradı her şeyde. Bulamadıkça yarım bıraktı<br />
tuttuklarını. Öyle çok şeyi terk etti ki, İstanbul’un<br />
üç kulesinden birinde oturup, kimselerin okumadığı<br />
şiirler yazan bir adam oldu sonunda. İhtilaller<br />
neye benzer, bulamadı. O adam bir kulenin tepesinden<br />
İstanbul’u seyrediyor artık. Hava durumuna<br />
göre ışıkları yakıp söndürüyor. O adam benim<br />
işte.” (Evvelotel, s. 152).<br />
Görüldüğü gibi Ayfer Tunç, birçok hikâyesini<br />
kurgularken farklı tarzlar denemiş, sanat eserinin<br />
ne anlattığı kadar, nasıl anlattığının öneminin bilincinde<br />
bir yazar olduğunu da ortaya koymuştur.<br />
Yazarın bu arayışları edebiyat dünyasında karşılığını<br />
bulmuş ve onun edebiyat dünyasındaki yerini<br />
almasını sağlamıştır.
HÜSEYİN SU VE AYFER<br />
TUNÇ’UN İNSANLARI<br />
Özet: Hüseyin Su ve Ayfer Tunç, hikâye kitaplarını<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında yayımlayan yazarlarımızdır.<br />
Hikâye dışında her iki yazar inceleme, araştırma,<br />
eleştiri ve deneme türlerinde de eser vermiş;<br />
dergicilik, yayımcılık gibi benzer görevlerde<br />
bulunmuşlardır. Biçimde klâsiğe yaslanırken<br />
modern hikâye imkânlarını da kullan yazarların<br />
farklı nitelikte hikâye kişileri vardır.<br />
Anahtar Kelimeler: Hüseyin Su, Ayfer Tunç,<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesi, hikâye kişileri.<br />
303<br />
Yard. Doç. Dr. Zeki TAŞTAN<br />
Yüzüncü Yıl Üniversitesi / Van<br />
The Characters Of<br />
Hüseyin Su And Ayfer<br />
Tunç<br />
Abstract: Hüseyin Su and Ayfer Tunç have published<br />
short story books <strong>19</strong><strong>80</strong>’s. Both writers are<br />
many sided and wrote research articles, criticism<br />
and essays. And they also worked as journalist<br />
and publishers. They wrote stories in traditional<br />
form but the content is largely modern. They<br />
created different characters in their stories.<br />
Key Words: Hüseyin Su, Ayfer Tunç, Turkish<br />
Short Story after <strong>19</strong><strong>80</strong>, Turkish Short Story, Characters.<br />
ekitastan@yy<br />
edu.tr<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç, Türkiye’de, tarih,<br />
kültür, edebiyat, politika gibi alanlarında büyük<br />
değişimlerin yaşanmasına sebep olan <strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesi<br />
sonrasında kitaplarını yayımlayan iki<br />
önemli hikâyecidir. Hüseyin Su, ilk hikâye kitabı<br />
Tüneller’i <strong>19</strong>83’te yayımlar. Ayfer Tunç’un ilk kitabı<br />
Saklı’nın basım tarihi ise <strong>19</strong>89’dur. Bugüne<br />
kadar Hüseyin Su’nun dört, Ayfer Tunç’un ise beş<br />
hikâye kitabı yayımlanmıştır 1 . Her iki yazar da ilk<br />
kitaplarından sonra tanınmaya başlamış, birer<br />
ödül almışlardır: Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni<br />
ile Türkiye Yazarlar Birliği <strong>19</strong>98 Yılı Öykü Ödülü;<br />
Ayfer Tunç, Saklı ile <strong>19</strong>88-89 Yunus Nadi Armağanı<br />
Yarışması’nda ‘Kadın’ konulu hikâyeye ayrılan<br />
bölümde birincilik ödülü kazanmıştır .<br />
Her iki yazar, basın-yayın, dergicilik alanlarında<br />
da çalışmalarda bulunmuşlardır. Hüseyin Su,<br />
<strong>19</strong>97’den beri Hece dergisi ve Hece Yayınları’nda;<br />
Ayfer Tunç ise bir süre Yapı Kredi Yayınları’nda<br />
genel yayın yönetmeni olarak görev almıştır. Her<br />
iki yazar ayrıca araştırma, inceleme, eleştiri, deneme<br />
türlerinde de eserler vermiştir .<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç, farklı dünya görüşüne<br />
sahip iki yazardır. Ancak hikâye konusunda<br />
bazı benzer özellikleriyle dikkat çekerler. Hüseyin<br />
Su, gelenekten beslenen ve geleceği oluşturmada<br />
geçmiş medeniyetin değerlerinden yararlanan<br />
bir yazardır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide,<br />
okumayı ve yazmayı bilmediği zamanlarda,<br />
“sözlü dinî edebiyatı dinleyerek ve bu atmosferi<br />
yaşayarak büyüdüğünü, beş altı yaşlarında tarikat<br />
toplantılarında şeyhleri ve onların dilinden menkıbeleri,<br />
vaizleri ve onların dilinden de Kur’an ve dinî<br />
tahkiyeleri, okumayı ve yazmayı öğrendikten sonra<br />
da sözlü halk hikâyelerini tanıdığını” söyler 4 . Ede-<br />
Hüseyin Su; Tüneller ( 983), Gülşefdeli Yemeni ( 998), Ana<br />
Üşümesi ( 999), Aşkın Hâlleri ( 999).<br />
Ayfer Tunç; Saklı ( 989), Mağara Arkadaşları ( 996), Aziz Bey<br />
Hadisesi (<strong>20</strong>00), Taş-Kağıt-Makas (<strong>20</strong>03), Evvelotel (<strong>20</strong>06).<br />
2 “Yılın Sanat Olayları”, Milliyet Sanat, S: 23 , Ocak 990,<br />
s. 3-4<br />
3 Hüseyin Su: Bir Yağmur Türküsü (deneme, 999), Öykümüzün<br />
Hikâyesi (inceleme, <strong>20</strong>00), Teori ve Eleştiri (eleştiri, <strong>20</strong>04),<br />
Düşünce ve Dil (deneme, <strong>20</strong>04).<br />
Afer Tunç: İkiyüzlü Cinsellik (Oya Ayman’la birlikte, araştırma,<br />
995), Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (Hatıra, <strong>20</strong>0 )<br />
Ömür Diyorlar Buna (röportaj-öykü, <strong>20</strong>02) Belki Varmış Belki Yokmuş<br />
(<strong>20</strong>03, YKY).<br />
4 Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı,<br />
Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 285<br />
304<br />
biyatın ve sanatın alanlarını ve imkânlarını Sezai<br />
Karakoç ve Nuri Pakdil’le tanıyan ve okuma yelpazesini<br />
Çehov’dan Mauppassant’a; Binbir Gece<br />
Masalları’ndan Tabakatü’l-Kübra’ya; Halit Ziya<br />
Uşaklıgil’den, Tahsin Yücel’e varıncaya kadar Türk<br />
ve dünya edebiyatında etkin olan birçok yazar ve<br />
eseri okuyarak genişleten Hüseyin Su, böylelikle<br />
yerel ve evrensel kültürü özümser. Türk edebiyatında<br />
son zamanlarda, kendine, geleneğine, coğrafyasına<br />
ve insanının hayatına, tahkiye tekniğine,<br />
içeriğine (özüne, iliğine) yabancılaşma sorunu<br />
olduğunu söyleyen 5 yazar, bunun önüne geçmek<br />
için geçmişe yaslanmak gerektiğinin altını çizer:<br />
“Bir sanat ve edebiyat eseri, yüz yıl sonraki geleceğe<br />
seslenmeyi amaçlarken, dil, tarih ve kültür<br />
açısından kesinlikle yüzlerce yıllık geçmişine de<br />
yaslanır. Böylece sanat ve edebiyattaki yabancılaşmanın<br />
önüne, ancak kendi birikimine yaslanarak<br />
geçilebilir.”<br />
Ayfer Tunç ise kendisini herhangi bir ekolün,<br />
grubun, tanımlanmış bir edebî durumun ve oluşumun<br />
parçası saymaz. Sadece kendisini etkileyen<br />
yazarlardan söz edilebileceğini, Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar başta olmak üzere; Edip Cansever,<br />
Oğuz Atay, Tezer Özlü, Ferit Edgü, Turgut Uyar,<br />
Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Bilge Karasu ve benzer<br />
nitelikteki birçok şair ve yazardan dersini aldığını<br />
söyler 7 . <strong>19</strong>40-50’lerde öne çıkan toplumcu gerçekçiliği<br />
edebiyat için gerekli fakat işlevini yerine<br />
getirmiş bir yaklaşım olarak değerlendiren Tunç,<br />
‘solcu’ olarak doğduğunu söyler:<br />
“Ben solcu ‘doğdum’. Solculuğun içini istediğiniz<br />
gibi doldurmanızı istemem, ama sosyalizm,<br />
komünizm gibi kavramlarla kendim doldurmak da<br />
istemem. Bu türden ansiklopedik maddelerin dışında<br />
kalarak tarif edecek olursam, benim için ‘solcu<br />
doğmak’ demek, daha bilinç sahibi olunmadığı zamanlarda<br />
bile haksızlığa uğramış insanların varlığının<br />
acıyla farkında olmak ve adalet duygusunun<br />
bundan zedelenmesi demektir. Hayat karşısında<br />
içimdeki ‘bir şeyi’ harekete geçiren en temel unsur<br />
oldu bu. Genel anlamda sol kavramının bu temele<br />
5 “Hüseyin Su: Türk öykücülüğü kendi benine, kodlarına, diline<br />
yabancılaşıyor.” (Konuşan: Nalan Barbarosoğlu), Hürriyet Gösteri,<br />
S: 277, Ocak <strong>20</strong>06, s. 5<br />
6 “A. g. mak. Hürriyet Gösteri, s. 54<br />
7 “Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah<br />
Harmancı), Hece, S: 87, Mart <strong>20</strong>04, s. 75
dayandığını ilk bilinçle hissettim.” 8<br />
Her iki yazar da, yazacakları hikâyeyi öncelikle<br />
düşünce planında tamamlarlar. Ancak hikâyenin<br />
ilk cümlesi onlar için bir işkencedir. Hüseyin Su<br />
bu konuda; “çoğu öykülerimi yazarken ilk cümleyi<br />
yazabilmek için kâğıdın başında saatlerce, bir gün,<br />
iki gün dolanıp durduğunu” 9 ; Ayfer Tunç ise bu sürecin<br />
bir işkence olduğunu söyler 10 .<br />
12 Eylül müdahalesi sonrasında, edebiyatımızda<br />
sıklıkla görülen sınıf mücadeleleri, sosyalist<br />
eleştiri, sağ-sol çatışması, ideolojiye indirgenmiş<br />
köy-yoksulluk edebiyatı gibi konular, Türk hikâyesinden<br />
çekilmeye başlar. Hüseyin Su ve Ayfer<br />
Tunç da hikâyelerinde ideolojik tavır sergilemezler<br />
ve siyasal eleştiriye pek yer vermezler. Bu<br />
konuda Hüseyin Su; “Bir toplumun edebiyatını, o<br />
toplumun maddî ve manevî tarihsel birikiminden,<br />
kültür, sanat ve dil mirasından ayrı tutmak, hele<br />
hele siyasal, ideolojik etkilenmeler, tercihler ve kalıplarla<br />
budayıp biçimlendirmeye çalışmak, doğru<br />
olmadığı gibi, ancak bir aydın yanılsamasından ve<br />
aymazlığından ibaret yazınsal bir enkaz olarak kalır.”<br />
11 derken Ayfer Tunç, “edebiyatın katı, kaba,<br />
genel bir ideolojik bakışla yapılamayacağını” 12 belirtir.<br />
Tunç’a göre de doğrudan gündelik siyaset<br />
edebiyat için hafifletici bir malzemedir 13 .<br />
Her iki yazarın diğer önemli özelliği hikâyelerinde<br />
kişileri öne çıkarmaları ve bunları ‘hayat’ın<br />
içinden seçmelerdir. “Hikâyelerinin kaynağını<br />
gözlemlerine dayalı izlenimlerinden ve anılarından<br />
alan Hüseyin Su, baskın özellikleriyle bir olay<br />
ve atmosfer hikâyecisi olmaktan çok kişi (portre)<br />
hikâyecisi”dir 14 . Ancak onun hikâye kişileri dünde<br />
yaşamalarına rağmen ‘bugün’ün dışında da<br />
değillerdir. Onlar sokaktaki hayata kayıtsız kalamazlar,<br />
orada yaşarlar:<br />
“Kurguladığım öykü kişileri ve onların öyküsel<br />
hayatları, dünü, bugünü ve yarınıyla ‘hayatımızın’<br />
içindeler. Hatta kanlı, canlı, sımsıcak yaşıyorlar.” 15<br />
8 “A. g. mak., Hece, s. 8<br />
9 Soruşturma, “Hüseyin Su”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı),<br />
S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00, s. 254<br />
0 Soruşturma, “Ayfer Tunç”, a. g. e., s. 264<br />
Hüseyin Su, a. g. e., s. 7<br />
2 “Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, a. g. e., s. 76<br />
3 A. g. mak., Hece, s. <strong>80</strong><br />
4 Nurullah Çetin, “Hüseyin Su’nun Hikâyeleri”, Hüseyin Su<br />
Kitabı, Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s.<br />
5 Şaban Sağlık, “Değerli Öyküler Yahut Hüseyin Su’nun ‘Gül-<br />
305<br />
Ayfer Tunç ise, “bütün bir hayatı değil, bu hayatı<br />
temsil eden, simgeleyen, işaret eden bir anı, bir<br />
görüntüyü, bir enstantaneyi bulur ve onu anlatır.<br />
Seçme yapar.” 6 Hikâyelerinde “yaşanmış olanı anlatmak/aktarmak<br />
endişesi” taşıyan yazar, “hayat<br />
ancak anlatılan bir öyküye dönüşebilirse gerçeklik<br />
kazanıyor. Ve insan ancak bir öykü kurgularsa varlık<br />
kazanıyor.” 17 sözleriyle hikâye kişilerinin hayatla<br />
ilgisini kurar. Diğer bir söyleşide de o, yazdıklarını<br />
“hayatın ta kendisi olmayan, ama hayattan başka<br />
bir şey de olmayan” öyküler olarak değerlendirir 18 .<br />
“Bir söz, bir his, bir durum, bir atmosfer, bir fikir,<br />
bir insan, bir kırıklık, bir olay; bütün bunlardan beni<br />
yazmaya itecek bir unsur yakaladığım zaman onu<br />
kurmaya başlıyorum.” Diyen yazar, buna ‘Alafranga<br />
İhtiyar’ hikâyesini örnek gösterir:<br />
“Bir gün bir arkadaşım sıradan bir apartmanın<br />
önünden geçerken bana şöyle demişti: ‘Bu apartmanın<br />
kapıcısı var ya sadece klâsik müzik dinliyormuş.<br />
Adam konservatuarda hademe iken bir<br />
alışmış, artık başka müzik dinleyemiyormuş’. Bu<br />
cümle yüzünden Alafranga İhtiyar’ı yazdım.” <strong>19</strong><br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç arasında genel olarak<br />
yukarıda belirlediğimiz noktalar kuşkusuz<br />
derinliğine araştırıldığına genişletilebilir. Burada<br />
üzerinde duracağımız husus, <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında<br />
kitaplarını yayımlamaya başlayan ve farklı dünya<br />
görüşüne sahip olan iki hikâyecimizin hikâyelerindeki<br />
kişi profilini ortaya koymak ve bunları<br />
karşılaştırmaktır. Bunun daha iyi yapılabilmesi<br />
için hikâye kişileri; ‘çocuklar’, ‘gençler’, ‘orta<br />
yaştakiler’ ve ‘yaşlılar’ olarak dört ana başlık altında<br />
incelenecek; ayrıca her başlık altında genel<br />
bir değerlendirmeye gidilecektir.<br />
1. ÇOCUKLAR<br />
1. 1. Hüseyin Su’nun Çocukları<br />
Hüseyin Su için çocuklar ve çocukluk anıları<br />
önemlidir.Ancak o, hikâyelerinde geçmişe yöne-<br />
şefdeli Yemeni’ Kitabındaki Öykülerde ‘Değerler”, Hüseyin Su Kitabı,<br />
Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 62<br />
6 Necip Tosun, “Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç<br />
Öykücülüğü”, http: // tosunnecip. blogcu. com / 2952363<br />
7 Handan İnci Elçi, “Tunç’un Öykülerinde Deneyimin Aktarılışı”,<br />
Virgül, S: 78, Kasım <strong>20</strong>04, s. 4<br />
8 “Kendine Bir Öykü Yaratanlara Hayranlık Duyarım”, (Konuşan:<br />
Sırma Köksal), Picus, S:7, Şubat <strong>20</strong>04, 7<br />
9 Soruşturma, “Ayfer Tunç”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel<br />
Sayısı), S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00, s. 264<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
lirken geleceği kurma endişesi taşır. Kendisiyle<br />
yapılan bir söyleşide, çocukluğun hikâyeye veya<br />
sanatın bütün türlerine kaynak olmasını, düne<br />
dönmek olarak değil, “yarını en saf ve en temiz<br />
haliyle düşünmek, düşlemek kaygısı ve kurgusu”<br />
olarak gördüğünü söyler ”<strong>20</strong> . ‘Yanağımda Dedemin<br />
Sakal İzleri’ (Gülşefdeli Yemeni) buna örnektir.<br />
Bu hikâyede anlatıcı, bir çocuktur. Ancak anlatıcı<br />
geçmiş değil, gelecek zaman kipiyle konuşur.<br />
Hikâyede dede ve babaanne, anne baba, evli<br />
dört oğulla eşleri ve bir torundan oluşan geniş<br />
bir aile vardır. Burada, çocukla (torun) dedenin<br />
(Hacı Mustafa) sıcak ilişkisi çerçevesinde geniş ve<br />
kalabalık, huzurlu, saygı ve sevgi dolu bir ailenin<br />
birlikte yaşantıları canlandırılır. Hikâyede zaman<br />
olarak Ramazan ayının seçilmesi, bu sıcak birlikteliğe<br />
manevî bir hava da katar. Dedenin sıcak ve<br />
koruyucu sevgisiyle şımararak evdekiler üzerinde<br />
tahakkümünün tadını çıkaran torun, Ramazan<br />
ayında oruç tutmanın heyecanını, iftarlığın tadını,<br />
hep birlikte oruç açmanın ve yaşamanın bereketini,<br />
sevgi ve saygının hikmetini anlar.<br />
‘Ütü Yanığı Günler’ hikâyesinde (Ana Üşümesi)<br />
bir terzinin yanına çırak olarak verilen bir çocuğun<br />
ilk iş günü heyecanı; çırak-kalfa-usta ilişkisi,<br />
ustalığa geçişin hiyerarşi düzeni, kimsesiz bir<br />
çocuk olan Muhlis Usta’nın çıraklıktan usta bir<br />
terziliğe nasıl yükseldiği anlatılır. Hikâyenin olay<br />
örgüsünü, kendi halinde yaşayan dindar bir ailenin<br />
yaz tatilinin başlamasıyla birlikte çocuklarını<br />
bir terzinin yanına çırak olarak vermeleri oluşturur.<br />
Çocuğun heyecandan uyuyamadığı gecenin<br />
sabahında anne ve baba gün ağarmadan uyanırlar.<br />
Anne ev işlerine başlarken baba, camide namazını<br />
kılıp kahvaltı için evine döner. Daha sonra<br />
çocuğunun elinden tutup terzihaneye götürür.<br />
Çocuk büyük bir heyecanla ilk iş gününe başlar.<br />
Yoksulluğun çocuk üzerindeki etkisinin anlatıldığı<br />
‘Tüller’ (Ana Üşümesi) hikâyesinde ise her<br />
gün güneş doğmadan gözlerini açan, dinsel görevlerini<br />
yerine getirerek hayata başlayan, orta<br />
halli, mümin bir ailenin dramına tanık oluruz.<br />
Borçlu olan baba, üçüncü kez eve gelen alacakların<br />
onur kırıcı davranışları altında ezilir. Çocuğun<br />
da şahit olduğu olayda muhtarın adamları<br />
<strong>20</strong> Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı,<br />
Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 277<br />
306<br />
borçlarına karşılık olarak evin bulgurunu zorla<br />
yüklenip çıkarlar. Bu durum babada olduğu gibi<br />
çocuğun ruhunda da büyük eziklik yaratır. Çocuktaki<br />
eziklik komşularından ödünç çay şekeri istemeye<br />
giderken daha da artar. Hikâyede, aynı zamanda<br />
zorluklara karşı dirençli olma erdemi de<br />
aşılanır. Anne ve babanın fedakârlıkları, yoksulluğun<br />
acı baskısı, çocukta gelecek zor koşullara<br />
karşı dayanma gücü aşılar ve “zorlukların adamı<br />
olma”nın 21 düşünü kurdurur.<br />
1. 2. Ayfer Tunç’un Çocukları<br />
Ayfer Tunç’un hikâyelerinde çocuklar fazla yer<br />
tutmaz. Yazarın ilk hikâye kitabı Saklı’da ‘Su’<br />
hikâyesinin anlatıcısı bir çocuktur. Çocuk, babası<br />
ve annesiyle Güneydoğu’nun bir kasabasında<br />
yaşarlar. Babasının görevi nedeniyle İstanbul’dan<br />
buraya gelen aile, babanın vefatıyla buradan ayrılmak<br />
zorunda kalır.<br />
Ayfer Tunç’un çocuklarla ilgili en dramatik<br />
hikâyesi Taş-Kâğıt-Makas’ta geçen ‘Fehime’dir.<br />
Bu hikâyede küçük yaşlarda bir erkek çocuk, yaşlı<br />
bir turist tarafından tecavüze uğrar. İki çocuk,<br />
Kuşadası’nda, teyzelerinin teşvikiyle kitap-broşür<br />
satmak için limana gelir. Teyzeleri çocukları yalnız<br />
bırakıp sevgilisiyle kayıplara karışır. Bir şey<br />
satamayan çocuklar acıkır. Daha sonra limandaki<br />
bir gemiye yönelirler. Gemide bir turist, açlıktan<br />
yorgun düşen çocuklara bir şeyler ısmarlar. Daha<br />
fazla yiyecek vaadiyle onları odasına götürür. Turiste<br />
bir gemi personeli de yardım eder. Çocuklar<br />
kamaraya kapatıldıktan sonra yaşlı turist, küçük<br />
Tahir’e tecavüz eder. Kanlar içindeki çocuk büyük<br />
korku içindeyken turist, zaman zaman da küçük<br />
Fehime’ye tacizde bulunur. Fehime’nin telefonla<br />
haber vermesiyle kurtulduklarında çocuklar bu<br />
dehşet olayı üzerlerinden atamazlar.<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un hikâyelerinde çocuklar<br />
ve çocukluk yılları önemlidir. Ancak yaş durumlarına<br />
göre baktığımızda her iki yazarın hikâyelerinde<br />
en az yer tutanın çocuklar olduğunu<br />
görürüz. Hüseyin Su üç; Ayfer Tunç ise iki hikâyesinde<br />
çocukları merkeze alır. Fakat nicelik olarak<br />
az yer tutmalarına rağmen ele alınan hikâyelerde<br />
çocuklara değer verildiğini ve bu hikâyelerin<br />
2 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, 999,<br />
s. 36
oldukça etkili olduğunu söylemek mümkündür.<br />
Hüseyin Su’nun ‘Ütü Yanığı Günler’ hikâyesinde<br />
bir terzinin yanına çırak olarak verilen bir çocuğun<br />
ilk iş günü heyecanı; ‘Tüller’de, yoksulluğun<br />
bir çocuk üzerindeki etkisi; ‘Yanağımda Dedemin<br />
Sakal İzleri’ hikâyesinde ise kalabalık bir ailede<br />
yaşayan bir çocuğun dedesiyle olan sıcak ilişkisi,<br />
ilk oruç ve iftar heyecanı oldukça etki bir tonda<br />
sunulur. Hüseyin Su, çocukları merkeze aldığı bu<br />
hikâyelerinde, bugün kaybolmaya yüz tutan Türk<br />
esnaflık geleneğine, mümin, sabırlı insanlara, sıcak<br />
aile yaşantısına özlemini dile getirirken gerçekte<br />
geleceği kurma endişesi de taşır. Özellikle<br />
dinî hayatın kapsayıcılığı çocukların üzerlerinde<br />
olumlu etki bırakır. ‘Fehime’de ise çalışmak zorunda<br />
bırakılan bir çocuğun tecavüze uğrayışı<br />
oldukça etkileyici bir tonda sunulur.<br />
2. GENÇLER<br />
2. 1. Hüseyin Su’nun Gençleri<br />
Her ülkenin ve toplumun kendilerine bir misyon<br />
yükledikleri ve geleceğin teminatı olarak<br />
gördükleri gençler, aynı zamanda yeniliğin temsilcisi<br />
olarak da algılanırlar. Ancak yenilik olgusu,<br />
Hüseyin Su’da şehirleşmenin beraberinde getirdiği<br />
dejenerasyona maruz kalan, gelgitler içinde<br />
olan, çelişkiler yaşatan bir gençlik oluşturduğu<br />
için olumsuzdur. Gençler de böyle bir yeniyi temsil<br />
ettikleri için genellikle olumsuz bir tip olarak<br />
çizilirler. Ancak hikâyelerinde aile kurumuna<br />
büyük bir önem veren Hüseyin Su, gençliğin bu<br />
çalkantılı yıllarını sıcak bir yuvada dindirmeye<br />
çalışır. Aileleriyle anlaşamayan, sıkıntılar yaşayan<br />
gençler, başlarına iş geldikten sonra anne ve<br />
babanın şefkatinde, sıcak bir yuvada huzur bulurlar.<br />
2. 1. 1. Aşk Kırgınları 22<br />
Hüseyin Su’nun hikâyelerinde ‘aşk’ teması oldukça<br />
önemli bir yer tutar. Özellikle Aşkın Hâlleri<br />
adlı kitap bunun en somut örneğidir. Bu hikâyelerde<br />
yazar, aşkı kutsal bir değer olarak algılar.<br />
Kadın, erkek, genç, yaşlı, herkes aşkı şehvete bulaşmadan<br />
saf ve temiz bir şekilde yaşarlar. Kendisiyle<br />
yapılan bir söyleşide de “aşkın yüzü şehvete<br />
22 Hüseyin Su’nun kişileri ile ilgili bazı başlıklandırmada Nurullah<br />
Çetin’in Hüseyin Su’nun hikâyeleri üzerine yaptığı bir çalışmadan<br />
da yararlanılmıştır. (bk. Nurullah Çetin, a. g. e, s. 9-30)<br />
307<br />
döndüğünde düşüş; güzelliğe, saflığa döndüğünde,<br />
ruhsal arayışa geçtiğinde incelme başlar” diyen<br />
yazar bu konudaki hassasiyetini göstermiştir.<br />
‘Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor’ (Aşkın Halleri)<br />
hikâyesinde büyük bir aşk hikâyesi anlatılır.<br />
Edebiyat Fakültesi’nde okuyan Hasan, edebiyatı,<br />
felsefeyi, psikolojiyi seven, bu konularda yetkin<br />
bilgi sahibi olan fakat buna rağmen derslere<br />
önem vermeyen ve sekiz yıldır fakülteden mezun<br />
olamayan birisidir. Hasan, okurken, eşinden yeni<br />
ayrılmış ve bir dairede memure olarak çalışan<br />
bir kadına âşık olur. Onu sevmeye başladıktan<br />
sonra yaşadıklarından “bir tür ibadet hazzı almaya”<br />
24 başlayan Hasan’ın aşkı, kadının işyerinden<br />
birsiyle evlenip gitmesinden sonra yara alır. Okulu<br />
bitiremediği için babası tarafından reddedilen<br />
Hasan’a annesi bakar. Anlatıcının gözünde “halk<br />
öykülerinden çıkıp gelmiş, aşkın bereketiyle yaşayan<br />
bir kahraman” olan Hasan, “kalbinde tamir<br />
edilemez bir yırtık”la 25 memleketine döner.<br />
2. 1. 2. Çelişki Yaşayan, İnatçı,<br />
Asi Gençlik<br />
Gençlerin diğer bir özelliği de asi olmalarıdır.<br />
Özellikle anne ve babalar, kendi dediklerini<br />
yaptırmaya çalışan, başkaldıran, inatçı, şımarık<br />
çocuklarıyla büyük sıkıntı yaşarlar. Kimisi sabır<br />
ve dayanıklılık gösterip bu mücadeleden galip<br />
ayrılırken kimileri de kaybederler. Hüseyin Su’da<br />
gençlerin bu problemleri özellikle annenin sabrı<br />
ve şefkatiyle çözülür. Su, gençliği kaybetmektense<br />
kazanmak taraftarıdır. ‘Suya Vuran Kırılgan<br />
Suret’te (Gülşefdeli Yemeni) anne ve babasıyla<br />
didişen şımarık bir genç kızın yaşadığı çelişkiler<br />
anlatılır. On sekiz yaşında olan genç kız, anne ve<br />
babasına olduğu gibi kendisine de yabancı düşmüştür.<br />
Özellikle anneye baş kaldırıp, baba otoritesi<br />
arar. Baba ise anne-kız arasındaki ilişkiye<br />
pek karışmaz. Genç kızın hırçınlığı ve inadını ise<br />
annenin sabrı, iradesi, hoşgörüsü kırar. Neticede<br />
kız, “iki güzel insanın biricik kızı” olduğunu kabul<br />
eder.<br />
23 Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı,<br />
Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 288<br />
24 Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06,<br />
s. 42<br />
25 Su, a. g. e., s. 48<br />
26 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, Ankara,<br />
<strong>20</strong>06, s. 72<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’ (Gülşefdeli Yemeni)<br />
hikâyesine de inadı yüzünden büyük sıkıntılar çeken<br />
bir genç kız konu olur. Genç kızın inadı henüz<br />
küçüklükten başlar. Anne ve babanın terbiye<br />
anlayışını kıran inatçı kız onlara kendisini kabul<br />
ettirir. Her dediğini yaptırır. Hemen metnin başında<br />
“bu kız bir katırla aynı pınardan su içmiş” 27<br />
diyerek tanıtılan genç kız, annesinin karşı çıktığı<br />
bir evliliği de yapar; ancak evliliğin üzerinden<br />
henüz bir yıl geçmeden boşanır ve geri dönerek<br />
sabırla bekleyen annenin şefkatine sığınır.<br />
‘İbrişimden Yürek Bağları’ (Gülşefdeli Yemeni)<br />
hikâyesinde de babasını kaybetmiş ve annesiyle<br />
tek başına oturan bir gencin çelişki içindeki hayat<br />
mücadelesi anlatılır. Kendini, kendisiyle birlikte<br />
herkesi ve her şeyi “diri diri” toprağa gömüp yalnızlaşan<br />
genç, geçmişin sıcak atmosferiyle yüzleşince<br />
yavaş yavaş kendine gelmeye başlar.<br />
Gençliğin en büyük açmazlarından biri de hiç<br />
şüphesiz toplum ve aile tarafından anlaşılamamaktır.<br />
Birçok genç, bu yüzden acı çeker. Hüseyin<br />
Su’nun ‘Damarda Kan Gibi’ (Tüneller) hikâyesinde<br />
de kendisini ifade edemeyen bir gencin dramı<br />
yer alır. Esasında bu genç, manevi derinliği olan,<br />
okuyup yazan bir dava adamıdır. Fakat anlaşılamadığı<br />
için yalnızlıktan bunalır. Anne ve babası,<br />
üniversitede okuttukları genci, geriye dönecek<br />
bir meta olarak görürler. Bir genç olduğunu anlamak<br />
istemeyerek onu baskı altında tutarlar.<br />
Ancak genç, maddiyata dayalı tüm beklentileri<br />
büyük bir kayıp olarak değerlendirir ve anlaşılamamaktan<br />
şikâyet eder. Yazar, gencin şahsında<br />
hem ailenin hem de toplumun eleştirisi yapar.<br />
Hikâyelerinde genellikle Anadolu insanını çizmeye<br />
çalışan ve kişilerin çevresini köy, kasaba ve<br />
kırsal bölgelerle oluşturan Hüseyin Su, kent yaşamında<br />
da Anadolu insanının uğradığı dejenerasyonu,<br />
ikilemleri ve yabancılığı ele alır. ‘Aydan<br />
Arıdır Yüzleri’ (Ana Üşümesi) hikâyesinde yabancılaşma,<br />
kişinin içinde yaşadığı topluma duyduğu<br />
yabancılık hissiyle karşımıza çıkar. Hikâyede<br />
Mustafa, Mehmet, Mahmut ve Ahmet (anlatıcı)<br />
adında köyden kente okumak için gelen dört<br />
arkadaşın yaşadığı çelişkiler, köy-kent ikilemi,<br />
değişen değerler karşısında kente ve insanlara<br />
27 Su, a. g. e., s. 8<br />
308<br />
yabancılaşmaları anlatılır.<br />
Aileler, saf, berrak ve temiz evlatlarını, okuyup<br />
adam olmaları, karanlık’tan aydınlığa geçmeleri<br />
için büyük şehirlere göndeririler; ancak “her<br />
gönderdiklerinin bir başka türlü kaybolacağını, her<br />
birinin bir başka şeye takılıp kalacağını” bilmezler<br />
28 . Bazı kişiler de kendilerini çeken bu yabancı<br />
dünyaya direnç gösteremezler. Zamanla onlar<br />
da diğerleri gibi olmaya ve kendilerine, ailelerine,<br />
çevreye yabancılaşmaya başlarlar. Anlatıcı,<br />
bu yabancı hayatın kendilerini değiştirdiğini, geri<br />
döndüklerinde bile kimsenin kendilerini tanıyamadıklarını,<br />
içlerinde büyük bir “yabansılık” doğduğunu<br />
anlatır:<br />
“Her birimize birer kişilik, yeni kişiliklerimize uygun<br />
yeni adlar, asıl kimliklerimizi de iptal edip yeni<br />
kimlikler verdiler.” 29<br />
‘Alnımı Uzatıyorum Rüzgârın Dudakları’na<br />
(Ana Üşümesi) hikâyesinde babasını kaybeden bir<br />
gencin köye döndükten sonra eski güzel günleri<br />
hatırlaması, yaşadığı çelişkiler, özellikle Kur’an<br />
okumaya başlamasıyla içini kaplayan huzur, geçmişin<br />
değerlerine duyduğu saygı anlatılmaktadır.<br />
2. 2. AYFER TUNÇ’UN<br />
GENÇLERİ<br />
Ayfer Tunç’un hikâyesindeki gençlerin önemli<br />
bir kesimi şehirlidir. Bu yüzden gençler, şehirleşmenin<br />
getirdiği yaşam tarzlarına göre bir nitelik<br />
kazanırlar. Yazar, kendisiyle yapılan bir söyleşide<br />
de; “şehir benim ben’liğimin önemli bir parçasını<br />
oluşturur, şehre ilişkin bir tanımım vardır. Kendimi<br />
şehre ait hissederim. Dolayısıyla şehir tüm varlığıyla<br />
yazdıklarıma kaynaklık eder...” 0 sözleriyle,<br />
şehrin kendisi için önemini vurgulamıştır.<br />
2. 2. 1. Aşk Kırgınları<br />
Ayfer Tunç’un aşk kırgını gençleri, platonik aşk<br />
yaşarlar. Genellikle sevgileri karşılık bulmaz. Bu<br />
yüzden acı çekerler. Ancak o da Hüseyin Su gibi<br />
“tenselliğe indirgenmiş aşklar”ı, benimsemez.<br />
28 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, 999,<br />
s. 43<br />
29 Su, a. g. e., s. 44<br />
30 “Ayfer Tunç’la Söyleşi”, (Konuşan: Feridun Andaç), http://<br />
www.40ikindi.com/edebiyat/oku.php?id=327
Bunu “ruhu incitici bir unsur” olarak görür. 31 . En<br />
ilginç aşk hikâyesi ise Derya’nın ağabeyine duyduğu<br />
aşktır (‘Suzan Defter, Taş-Kâğıt-Makas).<br />
Derya, evde tek başına yaşayan otuz yaşlarında<br />
dul bir kadındır. Amansız bir aşka tutulmuş ve<br />
ağabeyi, kız kardeşinin aşkını hiçbir zaman fark<br />
edememiştir. Ağabeyi, Suzan’ı sevmektedir. Derya<br />
da kendisini Suzan’ın yerine koyup onun aşkını<br />
kendi aşkı gibi yaşamaya çalışır. Ancak yine de<br />
ağabeyinin Suzan’a dokunmasından nefret eden<br />
ve hayatı boyunca aşk-nefret duygusunu hiçbir<br />
zaman içinden söküp atamayan biridir. Ağabeyi<br />
Türkmenistan’a gidip Suzan’ı unuttuktan sonra<br />
da bu kayıtsızlığa isyan etmiş, sürekli aşk acısı<br />
çekmiştir.<br />
Karşılıksız aşk yaşayanlardan biri de Cafer<br />
adında bir fayans ustasıdır (‘Silentium’, Saklı).<br />
Bir adada yaşayan Cafer, çalıştığı evin genç kızına<br />
tutulur. Genç kızın ona biraz ilgi göstermesi<br />
Cafer’in kalbinde ateşler yakar. Ancak gerçekte<br />
kızın ona duygusal bir ilgisi yoktur. Kız, ayrıldıktan<br />
sonra Cafer, adaya gelen her gemide onu gözler.<br />
Kızın gelişiyle yeniden hayat bulur. Ancak kız onu<br />
tanımaz bile. ‘Alafranga İhtiyar’da (Mağara Arkadaşları)<br />
da teknik üniversitede okuyan, yirmi üç<br />
yaşlarında genç bir yazarın öğretmen Handan’a<br />
büyük bir aşkla tutulduğunu ancak daha çok Ulvi<br />
adında yaşlı bir kapıcının hayat hikâyesiyle ilgilendiğini<br />
görürüz.<br />
2. 2. 2. Yalnızlık Kıskacında<br />
Sıkışanlar<br />
Ayfer Tunç’un gençleri içinde yalnızlık kıskacında<br />
sıkışanların sayısı pek fazla değildir. Bunlardan<br />
kimi huzuru bulmak için yalnızlığı seçer kimisi de<br />
ailesi tarafından terk edildiği veya gerçek aşkı<br />
bulamadıkları için yalnız kalırlar. ‘Acılezzet’te<br />
(Evvelotel) anlatıcının yalnız kalıp, bir türlü huzuru<br />
bulamamasında şanssız bir çocukluk geçirmesinin<br />
büyük etkisi vardır, Anlatıcı, henüz doğum<br />
anında annesini kaybetmiş, babası tarafından<br />
terk edilmiş biridir. Ablası ve eniştesinin yanında<br />
büyüyen anlatıcı, uzun süre onları anne ve baba<br />
olarak bilmiştir. Elinden herhangi bir iş gelmeyen<br />
anlatıcı, aşkta da istediğini bulamamış, yalnız bi-<br />
3 “Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah<br />
Harmancı), Hece, S: 87, Mart <strong>20</strong>04, s. 79<br />
309<br />
ridir. ‘Küçük Kuyu’nun (Mağara Arkadaşları) erkek<br />
kahramanı ise bir tatil beldesinde arkadaşlarıyla<br />
dinlenmeye çalışırken içindeki huzursuzluğu<br />
yalnız kalmakla giderebileceğine inanır. Bir sahil<br />
köyünde kaldığı otelin işletmecisi Leyla ile birlikte<br />
olunca bunu az da olsa giderir. Ertesi gün<br />
Leyla’nın otelde, hoşlandığı müşterilerle birlikte<br />
olduğunu ve bunu sürekli tekrarladığını öğrenince<br />
hayal kırıklığı yaşar.<br />
2. 2. 3. Geçmişin İzini Sürenler<br />
Ayfer Tunç’un hikâyelerinde geçmiş yaşam<br />
önemli bir yer tutar. Birçok kahramanın geçmişle<br />
yüzleştiğini veya geçmişe dönerek kendini aradığını<br />
görürüz. Ancak hikâyede salt geçmişin izini<br />
süren kişi sayısı azdır. Bu gençler de geçmişte<br />
ailelerinin izini sürerler. ‘Evvelotel’ de (Evvelotel)<br />
anlatıcı, karısını ve çocuğunu terk ederek otuz yıl<br />
sonra babasını aramak için yola çıkan ancak başarılı<br />
olamayan bir gençtir. ‘Su’ hikâyecisinin anlatıcısı,<br />
‘Yanık Taşlar’ (Evvelotel) hikâyesinde tekrar<br />
karşımıza çıkar. Çocukken Güneydoğu’da bir<br />
kasabada babası ve annesiyle yaşayan anlatıcı,<br />
bu kez geçmişin izini sürmektedir. Yine gurbette<br />
kendisini yabancı; korkak ve ürkek hisseder.<br />
2. 2. 4. Şöhret Peşinde<br />
Koşanlar<br />
Popüler kültürün gençler üzerindeki en büyük<br />
tehlikelerinden birisi şüphesiz bir an önce şöhret<br />
olma arzusuna kapılmalarıdır. Özellikle bu tutku,<br />
genç kızlarda daha kötü sonuçlar doğurabilmektedir.<br />
‘Karlar Yolcusu’ (Aziz Bey Hadisesi) hikâyesinde<br />
Fidan, “genç yaşta kirli bir geçmiş biriktirmiş,<br />
parlak ve şatafatlı bir hayata hemen ulaşabilmek<br />
için girdiği çıkmaz yolun sonunda” ölümle burun<br />
buruna gelmiş bir kadındır. Onun hayatını ve<br />
duygularını özetleyen tek kelime ‘korku’dur; her<br />
an nereden geleceği belli olmayan ölüm korkusu,<br />
geceler boyunca bir kabus gibi yaşantısını alt<br />
üst eder. Kendisini takip eden silahlı adamların<br />
elinden kurtulmak için trenden atlayan Fidan’ı<br />
dağlar arasında bir kulübede yaşayan bir makinist<br />
kurtarır. Fidan, iyileştikten sonra oradan da<br />
kaçar.<br />
32 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 32<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
2. 2. 5. Hafifmeşrep Olanlar<br />
Ayfer Tunç’un bazı gençleri içinde yaşadıkları<br />
toplumun ahlâk kurallarına uymazlar. Bunlar<br />
genellikle evli olmayan genç kızlardır. ‘Mağara<br />
Arkadaşları’nda (Mağara Arkadaşları) Taksim’de<br />
Ayyıldız Apartmanı’nda tek başına kalan ‘hafirmeşrep’<br />
genç kız, baba ile oğlunu birlikte idare<br />
eden, daha sonra sevgilisiyle kaçan bir fakülte<br />
öğrencisidir. ‘Küçük Kuyu’da (Mağara Arkadaşları)<br />
Leyla, bir otel sahibinin kızıdır. Otelin bütün işeriyle<br />
o ilgilenir. Bir gün otele bir genç adam gelir.<br />
Leyla, onunla birlikte olur. Kahveci, Leyla’nın<br />
otele gelen ve kendisinin beğendiği erkeklerle<br />
birlikte olduğunu, bundan para almadığını, çünkü<br />
onunla bir kez birlikte olanların daha sonra bu<br />
otele mutlaka gelmek istediklerini söyler.<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’’un hikâye kişilerinin<br />
oluşturduğu diğer bir grup gençlerdir. Gençler,<br />
hikâyelerde çocuklardan daha fazla yer tutar.<br />
Her iki yazarda da sadece ‘aşk kırgını olan ve yalnızlık<br />
kıskacında sıkışan’ gençleri bir başlık altında<br />
toplamak mümkündür. Ancak ortak başlıklar<br />
olsa da gençliğin ruh halleri ve yaşam biçimleri<br />
yine farklılaşır. Diğer taraftan Ayfer Tunç’ta, şöhret<br />
tutkunu ve sevdiğini aldatan gençlere rastlarken<br />
Hüseyin Su’da asi olan, çelişki yaşayan, inatçı<br />
gençler karşımıza çıkar.<br />
Ayfer Tunç ve Hüseyin Su hikâyelerinde aşk<br />
acısı çeken gençlere fazla yer vermezler. Her iki<br />
yazarın aşk anlayışı ise özellikle şehvete ve cinselliğe<br />
indirgenmeyişi noktasında birbirine yakındır.<br />
Ayfer Tunç’un gençlerinin aşkı tek taraflıdır.<br />
Ne Cafer’in sevdiği kadın (‘Silentium’ Saklı)<br />
ne de Derya’nın sevdiği erkeğin (‘Suzan Defter’,<br />
Taş-Kâğıt-Makas) bu aşklardan haberi olmazlar.<br />
Derya, ağabeyine âşık olarak ulaşılması zor bir<br />
yolu seçer. Kendisini tatmin için de ağabeyinin<br />
aşkı Suzan’ın kimliğine bürünür. Hüseyin Su da<br />
ise ‘Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor’ (Aşkın Halleri)<br />
hikâyesinde Edebiyat Fakültesinde okuyan<br />
Hasan’ın dul bir kadına tutulduğunu, kadının<br />
başkasıyla evlenmesiyle aşkın büyük bir yaraya<br />
dönüştüğünü görürüz.<br />
Ayfer Tunç ve Hüseyin Su’da gençlerin yaşadıkları<br />
çelişkilerin, yalnızlıklarının kaynağı farklıdır.<br />
Ayfer Tunç’un ‘Küçük Kuyu’ (Mağara Arkadaşla-<br />
310<br />
rı) hikâyesindeki genç adam, arkadaşlarından,<br />
bulunduğu ortamdan sıkılarak yalnızlığı seçer.<br />
Yalnızlığını Leyla adındaki bir otel işletmecisiyle<br />
birlikte gidermeye çalışırken, Hüseyin Su’nun<br />
kahramanı (‘Damarda Kan Gibi’, Tüneller), etrafında<br />
manevî değerlere önem veren insanlar<br />
olmadığı için anlaşılamamaktan ve yalnızlıktan<br />
şikayet eder.<br />
Hüseyin Su’da, Ayfer Tunç’ta olduğu gibi şöhret<br />
tutkunu gençlere rastlanmaz. Hüseyin Su da<br />
olmayan diğer bir tip hafifmeşrep gençlerdir.<br />
‘Mağara Arkadaşları’ ve ‘Küçük Kuyu’nun (Mağara<br />
Arkadaşları) kadınları birçok erkekle birlikte<br />
olabilecek ve herkesi aldatabilecek özelliklerde<br />
‘hafifmeşrep’ kadınlardır.<br />
Hikâyelerde farklı niteliklerde gençlerin karşımıza<br />
çıkmasında yaşanılan çevre, aile yaşantısı,<br />
kent, kasaba kültürü, eğitim düzeyi, toplumsal<br />
değerler, din, ahlâk anlayışının önemli rolü vardır.<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un gençleri, aile ortamı<br />
ve yaşadıkları çevre olarak farklıdırlar. Tunç’un<br />
gençleri tek kelimeyle ‘şehirli’dirler. Genellikle<br />
İstanbul’da özellikle de Beyoğlu, Taksim civarında<br />
yaşarlar. Sadece ‘Cafer bir adada (‘Silentium’,<br />
Saklı), Leyla ve anlatıcı ise sahil bölgesinde karşımıza<br />
çıkar (‘Küçük Kuyu, Mağara Arkadaşları).<br />
Hüseyin Su’da ise gençler, kentlerle pek barışık<br />
insanlar değildir. Bazısı büyük kentlere uyum<br />
sağlayamaz. Aile içinde bazı sıkıntılar yaşarlar,<br />
çevreyle anlaşamazlar. ‘Aydan Arıdır Yüzleri’<br />
(Ana Üşümesi) hikâyesinde Mustafa, Mehmet,<br />
Mahmut ve Ahmet adındaki dört arkadaş, okumak<br />
için geldikleri büyük kentte yabancılaşıp öz<br />
değerlerinden koparlar. Kent, bir tür kimliksizleştirme<br />
ve gençleri kişiliksizleştirme yeridir.<br />
Her iki yazarda aile yaşantısı farklıdır. Ayfer<br />
Tunç’un gençleri âdeta ailelerinden soyutlanmışlardır.<br />
Bu gençlerin aileleri pek yoktur. Hüseyin<br />
Su’da ise aile yaşantısı önemlidir. ‘Damarda Kan<br />
Gibi’ (Tüneller), ‘İbrişimden Yürek Bağları’, ‘Suya<br />
Vuran Kırılgan Suret’, ‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’<br />
(Gülşefdeli Yemeni) hikâyelerinde, problemler<br />
yaşanmasına rağmen gençler aileleriyle<br />
birliktedirler. Hatta gençler ailelerinden ayrı yaşasa<br />
bile bu bağ kopmaz. ‘Yiğidim Ya Ona Gücüm<br />
Yetmiyor’da (Aşkın Halleri) okulu bitiremediği için
abası tarafından reddedilen Hasan’ın annesiyle<br />
diyalogu devam eder. Anne, oğlunun birçok ihtiyacını<br />
karşılar. Aile sıcaklığı, annenin merhameti<br />
ve sevgisiyle devam eder. Bir aşk kırgını olan Hasan,<br />
sonunda ailesine geri döner.<br />
Her iki yazarda gençlerin çoğu okumuş insanlardır.<br />
Ancak meslek profili farklılaşır. Hikâyelere<br />
baktığımızda Ayfer Tunç’ta zengin bir tablo karşımıza<br />
çıkar. Ayfer Tunç’ta, yazar, temizlikçi, piyano<br />
hocası, fayans ustası, eczacı, işçi, otel işletmecisi<br />
ve üniversite öğrencilerine yer verilirken<br />
Su’da gençler meslekleriyle anılmazlar. Hüseyin<br />
Su’da sadece üniversite öğrencilerine ve ev kızlarına<br />
rastlarız.<br />
3. ORTA YAŞTAKİLER<br />
3. 1. HÜSEYİN SU’NUN ORTA<br />
YAŞLILARI<br />
Hüseyin Su’nun hikâyelerinde yer alan orta<br />
yaştaki insanların önemli bir kısmını, yoksul fakat<br />
onurlu, şefkatli, sevgi dolu, sabırlı, fedakâr,<br />
mümin, inançlı anne ve babalar oluşturur. Ayrıca<br />
topluma yön veren dava adamı, idealist insanlar<br />
ve hercai tipler de Hüseyin Su’nun kişileri arasındadır.<br />
3. 1. 1. Sabırlı, Şefkatli, Sadık,<br />
Fedakâr Ebeveyn<br />
Hüseyin Su’da anne ve baba önemli bir yer<br />
tutar. Bunların yaşantılarında sıcak aile ortamı<br />
genellikle tesis edilir. Özellikle anneler babalara<br />
göre daha işlevseldir. Anne, tam bir sabır abidesi,<br />
fedakâr bir tiptir. Çocuklarını her türlü sıkıntıya<br />
katlanarak büyütür, korur, sarıp sarmalar. Çocuklar<br />
da sonuçta bu sıcak kucağa sığınarak huzur<br />
bulurlar.<br />
Anne ve babanın fedakârlığı, şefkati, sevgisi en<br />
güzel ifadesini ‘Ana Üşümesi’ adlı hikâyede bulur.<br />
Bu hikâyede ıssız bir köy evinde, kışın dondurucu<br />
şartlarında, kocasını kaybettikten sonra bir küçük<br />
erkek çocuk ve dört yetişmemiş kızıyla kalan<br />
dul bir annenin, acımasız doğayla ve yoksulluğun<br />
ağır şartlarıyla verdiği yaşam mücadelesi anlatılır.<br />
Dul kadın, çocukları için her ne kadar hayatla<br />
mücadeleye kalkışsa da; “korku, yalnızlık, umar-<br />
311<br />
sızlık ve karanlık” ve özellikle de kara bir dev<br />
gibi kapılarının önüne oturan yoksulluk kıskacından<br />
kurtulmak çok zordur. Ancak onları korumak<br />
ve hayatta tutmak için de gereken fedakârlığı<br />
gösterir. Sabırlı duruşunda Hz. Ömer’in adaletine<br />
kavuşacağı günün inancı büyük rol oynar. ‘Bir Bulanık<br />
Akıntı’da (Ana Üşümesi) da benzer bir ana<br />
yer alır. Hikâyede selin bir köyü ve yaşayanları<br />
nasıl perişan ettiği anlatılır. Hafta boyunca harman<br />
yerinde “madımak, hardal, yemlik, tekecen” 34<br />
toplayan, bunları kasabada satarak geçimini temin<br />
etmeye çalışan beş çocuklu dul bir anne de,<br />
selin getirdiği olumsuzluklarla mücadele eder.<br />
Hüseyin Su, orta yaşta genellikle yoksul kişileri<br />
ele alır. Ancak yoksulluk bütün acımasızlığına<br />
rağmen insanları ümitsizliğe ve isyana sürüklemez.<br />
Bunda kişilerdeki sağlam inancın önemli<br />
bir etkisi vardır. ‘Tüller’ (Ana Üşümesi) hikâyesine<br />
böyle bir ebeveyn konu olur. Hikâyede her gün<br />
güneş doğmadan gözlerini açan, dinsel görevlerini<br />
bitirdikten sonra hayata başlayan, orta halli,<br />
dindar bir ailenin dramına tanık oluruz. Misafirperver<br />
olan bu aileye davetsiz gelen kişiler, babayı,<br />
borcundan dolayı anne ve çocuğun gözleri<br />
önünde sıkıştırırlar. Onur kırıcı sözlerin ve davranışların<br />
sergilendiği bu görüşme özellikle çocuğun<br />
dünyasında büyük yaralar açar; yoksulluğun<br />
bütün acımasızlığı üzerine çöker. Ancak anne ve<br />
baba, mütevekkil duruşlarını bozmazlar. ‘Girdaplarda’<br />
(Tüneller) ise, “günlerinin yarıdan çoğunu<br />
dağın altında, yerin dibinde” geçiren 35 madencilerin<br />
çektiği sıkıntılar, sömürülmeleri anlatır. Bu insanların<br />
hayatları her şeyiyle kaybedilmiş ve hep<br />
karanlıktır. Ancak bu dayanılmaz hayatı katlanılır<br />
kılan, aileleri özverili ve fedakârca çalışmaya iten<br />
dürtü ise geleceğe dair beklentilerdir. Onlar, çocukları<br />
için “bizim çektiklerimizi çekmesin bizden<br />
sonrakiler, gördüklerimizi görmesinler, kanı beş<br />
para etmezlerin ağızlarının kokusunu dinlemesinler”<br />
diye avunurlar.<br />
‘İbrişimden Yürek Bağları’nda büyük şehirde<br />
çelişkiler içinde yaşayan yetim bir genç; ‘Suya<br />
Vuran Kırılgan Suret’ ve ‘Yüzündeki Deniz Du-<br />
33 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, 999,<br />
s. 3<br />
34 Hüseyin Su, a. g. e., s. 55<br />
35 Su, a. g. e, s. 93<br />
36 Su, a. g. e, s. 93<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ruluğu’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyelerinde şımarık,<br />
inatçı genç kızlar, annenin sabrı sayesinde<br />
durulur ve kendine gelirler. ‘Yüzündeki Deniz<br />
Duruluğu’nda anne, küçüklükten beri inat eden<br />
ve her dediğini yaptıran kızının yaptıklarına içi<br />
kan ağlayarak katlanmış, kocasını kaybettikten<br />
sonra bu yük daha da ağırlaşmıştır. Genç kız inadı<br />
yüzünden yanlış evlilik yapıp gerçeklerin farkına<br />
çok geç varır.<br />
Hüseyin Su’nun hikâyelerinde dikkat çeken diğer<br />
bir tip, sadakat abidesi kadınlardır. ‘Sen Gelmezsen<br />
Güvercinler Küser’ (Aşkın Hâlleri) hikâyesinin<br />
kahramanı, “hastalıkta da iyi günde de”<br />
kocasının yanında olan bir kadındır. Kadın, kocası<br />
hastahanede yatan eşine karşı görevini layıkıyla<br />
yerine getirir. Eşinin yattığı hastahaneyi evi gibi<br />
kabul eder ve en çok yakınında olması gereken<br />
zamanda onu asla yalnız bırakmaz.<br />
3. 1. 2. İdealist Tipler<br />
Hüseyin Su’nun ilk hikâyelerinde dava adamı<br />
olan idealist tipler yer alır. ‘Tüneller’in (Tüneller)<br />
anlatıcısı, bir dava adamının konuşmasını<br />
hayranlıkla ve bulundukları ortamı huşu içinde<br />
aktarır. “Konumuz yoksulluk ve dostumuz yoksullar!”<br />
diyerek konuşmaya başlayan idealist tip 37 ,<br />
meseleyi yorumlarken, toplumda yaşanan olumsuzlukların<br />
çözümün Kur’an’da olduğunu işaret<br />
eder. Hikâyede yoksulluğun Kur’an’daki yeri ve<br />
İslâm’ın bu problemi çözme pratiği vurgulanır.<br />
‘Rahvan’da (Tüneller) da bütün zorluklara göğüs<br />
geren, içlerinde çok büyük heyecan taşıyan dava<br />
adamlarına değinilir.<br />
3. 1. 3. Hercai Tipler<br />
Hüseyin Su’da az da olsa aşkta bir türlü durulmayan,<br />
değişken, vefasız tipler de yer alır. ‘Beri<br />
Dön Güzel De Yüzün Göreyim’ (Aşkın Hâlleri) hikâyesinin<br />
kahramanı Ali Dayı, âşık olduğu kadınla<br />
evlenip bir müddet mutlu bir evlilik yürüten,<br />
başka bir güzeli görünce yeniden âşık olan ve bu<br />
yüzden hep terk edilen orta yaşta bir adamdır.<br />
“Bugüne dek kırdığı ceviz kırkı geçmiş” olan “ho-<br />
37 Nurullah Çetin, bu kişiyi Nuri Pakdil olarak tahmin eder:<br />
“kimliğini açıkça belirtilmeyen ama karine yoluyla Nuri Pakdil olduğunu<br />
tahmin ettiğimiz öncü bir kişi” (Nurullah Çetin, a. g. e, s.<br />
8- 9) Hüseyin Su’nun “Takvim Yırtıkları” günlüğü de bu konuda<br />
okunabilir. (bk. Hüseyin Su, “Takvim Yırtıkları”, Hece, S: 85, Ocak<br />
<strong>20</strong>04, s. 246)<br />
312<br />
varda” Ali, iki kez evlenmiş ve ayrılmıştır. Hayatın<br />
gailelerine, “ev, bark, iş, aş, para, pul, çoluk<br />
çocuk…” hiçbirisine önem vermeyen Ali Dayı’nın<br />
dünya umurunda değildir. Yemesini de yedirmesini<br />
de bilen hoş sohbet bir “meclis adamı”dır.<br />
“İşret günlerinin gençliğini, elindekini, avucundakini<br />
yiyip bitirmesine rağmen” Ali Amca bir türlü<br />
durulmayan, “gelgeç gönüllü” 38 bir adamdır.<br />
3. 1. 4. Yalnızlık Kıskacında<br />
Sıkışanlar<br />
Hüseyin Su’da orta yaşta olan ve yalnızlıkla boğuşan<br />
insanlar evlilerdir. Yazarın iki hikâyesinde<br />
evli oldukları hâlde bir türlü mutlu olamayan ve<br />
yalnızlık kıskacında sıkışan kişiler yer alır. ‘Geride<br />
Kaldı Gönlün’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyesinde,<br />
nişanlısını bırakarak üç çocuklu evli bir erkeğe<br />
kaçan genç bir kız ve kocasının dramı anlatılır. İlk<br />
gün başlayan balayı günleri yavaş yavaş gerçek<br />
yüzlerin ortaya çıkmasıyla bozulur. Kadın yanlış<br />
yapığının farkındadır ancak artık geri dönüş imkânsızdır.<br />
Aynı pişmanlık kocada da görülür. Her<br />
iki çift koca bir evde yapayalnızdırlar artık.<br />
‘Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi’nde (Aşkın Hâlleri)<br />
de huzuru bir türlü bulamayan ve olumlu bir<br />
noktada buluşamayan evli çiftin dramı anlatılır.<br />
Her iki eş de birbirlerinden ayrılmak istememektedir.<br />
Ancak her geçen gün birbirlerinden uzaklaşmakta<br />
ve yalnızlaşmaktadırlar. Anlaşmazlığı<br />
arttıran ise “tabii, fıtrî, insanî bir aşk ilişkisi kurmaktan<br />
ziyade kitabî kalan bir ilişki” 39 yaşamalardır.<br />
3. 2. AYFER TUNÇ’UN ORTA<br />
YAŞLILARI<br />
Ayfer Tunç, hikâyelerinde orta yaştaki insanlara<br />
oldukça önem verir. Çoğunluğu şehirde yaşayan<br />
bu insanların en büyük ortak özelliği; yalnızlık<br />
kıskacında sıkışmalarıdır. Modern hayatın baskısına<br />
boyun eğmiş ve kentin insanı olumsuzlaştıran<br />
özelliklerine bulaşmış kişiler, birbirlerinden<br />
kopmuş ve kabuklarına çekilerek yalnızlık kıskacında<br />
sıkışır olmuşlardır. Tunç’ta ‘ölüm’ duygusu<br />
önemli bir tema olduğu gibi 40 orta yaşlıların<br />
38 Su, a. g. e, s. 3- 5<br />
39 Çetin, a. g. e, s. 5<br />
40 Ayfer Tunç, kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşlısı olmayan
diğer önemli bir grup intihar eden veya intiharı<br />
düşünen insanlar oluşturur. Sosyal bir varlık olan<br />
insan, dertlerini, sıkıntılarını, kederlerini, acılarını<br />
başkalarıyla paylaşamayınca, aldatılınca ya da<br />
var olmak endişesiyle intihara yönelir.<br />
Şehir hayatı diğer taraftan birbirinden kopan<br />
ve mutsuzluğa sürüklenen insanları, farklı arayışlara<br />
sürükler. İnsanlar, mutluluğu birlikte olduğu<br />
sevgilisini, eşini aldatarak bulmaya çalışır.<br />
Ayfer Tunç’ta bu bağlamda özellikle erkeklerin<br />
eşlerini aldattıklarına şahit oluruz.<br />
3. 2. 1. Aşk Kırgınları<br />
Ayfer Tunç da aşk acısı çeken orta yaştaki insanlar<br />
genellikle yalnızlıklarını gidermek için<br />
aşka yönelirler. ‘Karlar Yolcusu’ (Aziz Bey Hadisesi)<br />
hikâyesinin kahramanı Eşber, dağlar arasında<br />
bir kulübede tek başına yaşayan bir makasçıdır.<br />
Çoğu zaman yalnızlıktan bunalan ve çevresinin<br />
kuşatan kurtların ulumalarını, sessizliği yırtan<br />
bir çığlık olduğu için seven ve onlarla gizli bir diyalogu<br />
olan Eşber’in hayatı, karlar altında ölmek<br />
üzere olan bir genç kadını kurtardıktan sonra değişir.<br />
Fidan’ı, kendisine gönderilmiş ilahi bir hediye<br />
olarak gören Eşber, artık hayata karşı garip<br />
bir bağlanma hisseder 41 . Kadına âşık olur. Ancak<br />
Fidan bu sıkıcı yalnızlıktan kurtulmak istemektedir.<br />
Eşber, terk edildiğini anladığında büyük bir<br />
hayal kırıklığı yaşar. Fidan’ı yakalamaya çalışırken<br />
kurtlara yem olur. ‘Yüreğin Mahallesi’nde<br />
(Saklı) Asude, aşk bozgunu bir kadındır. Yalnızlığı<br />
bir aşkla gidermeye çalışan anlatıcıyla bir gün<br />
yolları kesişir. ‘Mikail’in Kalbi Durdu’ (Aziz Bey<br />
Hadisesi) hikâyesine konu olan Mikail’in ise evli<br />
ve iki çocuk sahibi olmasına rağmen bir şarkıcıya<br />
gönlünü verdiğini görürüz. Pazarlamacılık yapan<br />
Mikail, Semiramis’le bir süre mutlu bir beraberlik<br />
yaşar. Ancak bu aşk tek taraflıdır. Kadın Mikail’i<br />
terk eder. Mikail’in aşkı ise daha da küllenir. Ka-<br />
bir ailenin çocuğu olduğunu söyleyerek kırk yaşına gelmeden ailesinde<br />
yığınla ölüm gördüğünü, özellikle orta yaşta birçok ölümle<br />
karşılaştığını ve bu yüzden son cenaze esnasında “ölüm arsızı”<br />
bir aile olduklarını düşündüğünü söyler. (bk. Ayfer Tunç’la Öykü<br />
Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah Harmancı), Hece, S: 87,<br />
Mart <strong>20</strong>04, s. 78) Diğer bir söyleşide de “Bitişsiz hikâyeler yazmak<br />
bende eksiklik duygusu yaratıyor. Tek ve kesin bitiş’in ölüm<br />
olduğunu düşündüğümden olsa gerek, sonunda ölüme varıyor<br />
yazdıklarım.” (“Her Türlü Kaybetmişe İlgi Duyarım.” (Konuşan:<br />
Ilgın Sönmez), Akşam-lık, S: 86, 28 Aralık <strong>20</strong>03)<br />
4 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 36<br />
313<br />
dının başka birisiyle ilişkiye girmesi ona daha çok<br />
acı verir. Adamı, sevgilisiyle gönül eğlendirdiği<br />
için öldürmeye karar verir. Fakat bunu başaramaz.<br />
3. 2. 2. Yalnızlık Kıskacında<br />
Sıkışanlar<br />
Ayfer Tunç’un hikâyelerinde en büyük grubu<br />
yalnızlık kıskacında sıkışan orta yaş insanları<br />
oluşturur. Bunlardan çoğu erkektir. Bunları; tek<br />
başına yaşayanlar, terk edilenler, evli oldukları<br />
halde yalnızlığı seçenler veya evli oldukları halde<br />
kendilerini yalnız hissedenler, ayrılanlar, geçmişe<br />
sığınanlar, şöhret peşinde koşanlar, içine kapananlar,<br />
dışlananlar şeklinde kategorize edebiliriz.<br />
Bu ayrım, aynı zamanda orta yaştaki insanların<br />
niçin ‘yalnızlık kıskacında sıkıştıklarını’ da açıklamaktadır.<br />
Diğer taraftan “Tunç’a göre, insan<br />
yalnızlığı mutlaktır. Ama herkesin bu yalnızlığa<br />
çeşitli “bahaneleri” vardır, o kadar. Bu yalnızlığı giderme<br />
çabaları ise beyhudedir. Ne aile, ne aşk, ne<br />
de inançlar bunu yenebilir. Çünkü yalnızlık aslında<br />
ontolojik bir gerçekliktir. İnsan doğumundan itibaren<br />
bu acıyla yaşamaya mahkumdur; özgürleşerek<br />
varolabilir ancak ama Tunç’un hiçbir kahramanı<br />
bunu beceremez.” 42<br />
3. 2. 2. 1. Tek Başına<br />
Yaşayanlar<br />
Ayfer Tunç’da bir zorunluluk olduğu kadar<br />
kendi arzusuyla da yalnızlığı seçen orta yaş insanlarına<br />
rastlanır. ‘Kaybetme Korkusu’nda (Taş-<br />
Kâğıt-Makas) anlatıcı, hayatında kapıyı açmaktan<br />
sevinç duyacağı kimsesi olmayacak derecede<br />
yalnızlığa bulaşan; ‘Mağara Arkadaşları’nda (Mağara<br />
Arkadaşları) Rüstem Efendi, Taksim’de Ayyıldız<br />
Apartmanı’nın kapıcısı olan yalnız insanlardır.<br />
‘Önemsizlik’in (Saklı) kadın kahramanı olan Madam<br />
Esterea Delareyna ise, “yalnızlıktan, karanlıktan<br />
ve aşktan çok korkmasına” 43 rağmen yirmi<br />
yıldır dul yaşayan biridir. Ester, Türkiye’de şehirleşmenin<br />
en yoğun olarak görüldüğü Şişli’de oturur.<br />
Geçimini ise bir tiyatroda gişecilik yaparak<br />
sağlar. Henüz üç aylık evliyken kocasını kaybeden<br />
Ester, ilk aşkına sadık kalarak hiç evlenmez.<br />
42 Necip Tosun, “Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç<br />
Öykücülüğü”, http: // tosunnecip. blogcu. com / 2952363<br />
43 Ayfer Tunç, Evvelotel, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06, 70<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Yalnızlık her ne kadar yaşam biçimi olsa da<br />
beraberinde bazı problemleri getirdiği de bir<br />
gerçektir. Kendini toplumdan soyutlamış, insanlardan<br />
kaçarak eve kapanmış bir kişi, bazen gerçekle<br />
hayali birbirine karıştırabilir. Ayfer Tunç’un<br />
ilginç hikâyelerinden bir olan ‘Ses Tutsağı’nda<br />
(Mağara Arkadaşları) böyle bir tiple karşılaşırız.<br />
anlatıcı, insanlardan ve kendinden kaçmaya çalışan<br />
yalnız bir adamdır. Ancak kötü bir apartman<br />
dairesinde yalnızlığa bulaşmışken; bir başkasının<br />
hayatının bütün ayrıntılarının içinde bulur kendisini<br />
Üst katta oturan ve küçük çocuğuyla yalnız<br />
oturan kadının sesleri, yavaş yavaş gerçek-hayal<br />
karışımı onun bütün hayatını kuşatır. Bir müddet<br />
sonra bu sesler (ve kadın) hayatının tek merkezi<br />
olur.<br />
3. 2. 2. 2. Terk Edilenler,<br />
Boşananlar<br />
Yalnızlığa yol açan diğer bir sorun da terk edilmek<br />
veya boşanmaktır. ‘Hiçbir Hikâye Göründüğü<br />
Kadar Temiz Değildir’de (Evvelotel) bir öğretim<br />
üyesi olan Mithat’ın on yedi aylık evlilikten sonra<br />
karısı tarafından terk edildiğini görürüz. Orta<br />
yaşlarda olan Mithat, terk edildikten sonra bir<br />
müddet depresyona girmiştir. “Hayatımda dokunaklı<br />
bir şey yok” 44 diyen Mithat, kalabalıklardan<br />
kaçmayı, yalnız kalmayı tercih eden biridir. ‘Taş-<br />
Kâğıt-Makas’ta (Taş-Kâğıt-Makas) doktor, karısından<br />
ayrıldıktan sonra anne ve babasının yanında<br />
yaşar. Kendisini çok yalnız hisseden anlatıcının<br />
en büyük derdi, okul arkadaşı Emir’in derdine<br />
çare olamamaktır.<br />
3. 2. 2. 3. Evli Oldukları Halde<br />
Yalnız Yaşayanlar<br />
Bazı insanlar da evli oldukları halde yalnız yaşamayı<br />
tercih ederler. ‘Tevekkül’de (Evvelotel) paramparça<br />
olmuş bir ailenin dramına şahit oluruz.<br />
Hikâyenin anlatıcısı, bir adaya kaçmış, kendini<br />
yazmaya adamış, kırkını geçkin biridir. Karsıyla<br />
ayrılmış ama boşanmamıştır. Kendisi gibi karısı<br />
da, fakülteyi bir türlü bitiremeyen oğlu da yalnız<br />
yaşarlar. Bayramlarda bile bir araya gelemeyecek<br />
derecede kopmuşlardır birbirlerinden. Adada<br />
yıllar önce tanıdığı fakat bir türlü yollarını kesiş-<br />
44 Tunç, a g. e., s. 85<br />
314<br />
mediği Hilal onun en büyük beklentisidir. Ancak<br />
yıllar sonra buluşma gerçekleştiğinde ona karşı<br />
hiçbir şeyin kalmamış olduğunu anlar; artık tamamen<br />
yalnızdır.<br />
3. 2. 2. 4. Evli Olduğu Halde<br />
Kendisini Yalnız Hissedenler<br />
Yalnızlık insanların tek başlarına yaşadıkları<br />
bir yaşam biçiminden doğmaz. Kimileri topluluk<br />
içindeyken veya evli oldukları halde bile yapayalnızdırlar.<br />
‘Cinnet Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları)<br />
kısaca geçen Sabahat Avcı, ‘Tevekkül’de<br />
(Evvelotel) Hilal, evli olmalarına rağmen yalnız ve<br />
mutsuz kadınlardır. Sabahat’ı yalnızlığa iten kocasının<br />
vurdumduymazlığıdır. Çevredekiler kadının<br />
aldatıldığından emindir. Ancak kadın gerçekle<br />
yüzleşmekten korktuğu için kocasını sorgulamaya<br />
cesaret edemez. Kadere boyun eğer. Yalnızlık<br />
onun için bir yaşam biçimidir artık.<br />
3. 2. 2. 5. Geçmişe Sığınanlar<br />
‘Yaşadığımız Yerler’de (Saklı) Ben anlatıcı, sık<br />
sık geçmişe sığınan, sürekli çocukluk günlerinin<br />
anılarıyla meşgul olan, bu geçmiş içinde annesini<br />
ve komşuları Kamber’i sürekli anan yalnız bir<br />
kadındır.<br />
3. 2. 2. 6. Dışlanmış, İçe<br />
Kapanık Olanlar<br />
Yalnızlığın diğer bir biçimi de insanların kendi<br />
içlerine kapanmaları, başkalarıyla iletişim kuramamaları<br />
veya toplum tarafından dışlanmalarıdır.<br />
‘Cinnet Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları)<br />
kısaca geçen Sadık Yılmaz, otuz altı yaşında hiç<br />
evlenmemiş bir adamdır. Kütüphane memuru<br />
olarak görev yapan Sadık, yetiştirme yurdunda<br />
büyümüş, içine kapanık ve insanlarla iletişimden<br />
korkan bir adamdır. “Hayatım belli belirsizdir,<br />
varlığım belli belirsiz.” 45 diyen Sadık, insanlarla<br />
karşılaşabileceği endişesiyle parka bile çıkamayacak<br />
kadar çekingen biridir. Aynı öyküde yirmi<br />
yıllık eşinin katil zanlısı olarak karşımıza çıkan<br />
Müeyyet Eren, bir muhasebecinin yanında çalışan,<br />
işine bağlı, dürüst, titiz, çalışkan ve oldukça<br />
dakik bir emeklidir.<br />
45 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 77
Müeyyet, insanlardan uzak yaşayan, bu yüzden<br />
çoğu kişi tarafından tuhaf karşılanan biridir. Duygusal<br />
ve içine kapanık biri olan Müeyyet, insanlar<br />
tarafından anlaşılamamanın ezikliğini yaşar.<br />
Yıllar sonra karşılaştığı ablasına söylediği; “içim<br />
kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi,<br />
kurudu, büküldü kaldı. Şimdi içimde dayanılmaz<br />
bir katılık var. Öldürdüler beni abla… İçimi öldürdüler.<br />
O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime,<br />
içimden geçen şiirlere, gülmesinler diye kendimi<br />
gizledim.” 46 onun niçin insanlardan saklandığını<br />
sezdirir gibidir.<br />
‘Halâs’ta (Evvelotel) da anlatıcı ve sevgilisi, aileleri<br />
tarafından dışlanmış hatta sadece aileler<br />
değil “dünya tarafından istenmediği türlü vesilelerle<br />
kendilerine hissettirilen iki kişi”dirler 47 .<br />
3. 2. 2. 7. Şöhret Peşinde<br />
Koşanlar<br />
Ayfer Tunç’un tek hikâyesinde, (‘Mağara Arkadaşları’,<br />
Mağara Arkadaşları) ayyaş bir yazarın<br />
büyük bir edebiyatçı olmak hayaliyle kıvrandığını<br />
görürüz. Ayyaş Yazar, Taksim’de Ayyıldız<br />
Apartmanı’nda yalnız başına yaşamaktadır. Kendisinin<br />
“bir gün büyük bir edebiyat dehasını olduğunu<br />
dünya âleme ispat edeceğine” 48 inanan biridir.<br />
3. 2. 3. İntiharı Seçenler<br />
Ayfer Tunç’un kişileri içinde intiharı düşünen<br />
veya bunu bir eyleme dönüştüren kişiler, sadece<br />
orta yaştaki insanlardır. İntiharların sebebi ise<br />
genelde ihanettir. Özellikle evli kadınlar kocaları<br />
tarafından aldatıldıklarını öğrendiklerinde veya<br />
terk edildiklerinde intihara yönelirler. Bu intiharlar<br />
kadınlar için bazen bir kurtuluşun bazen de<br />
intikam almanın yoludur. Ancak en ilginç intihar<br />
sebebi, ‘Soğuk Geçen Bir Kış’ta (Aziz Bey Hadisesi)<br />
geçer. Bu hikâyede evli bir kadın, kocasının<br />
aşırı ilgisinden bunalarak intihar eder.<br />
Ayfer Tunç da terk edildikleri veya aldatıldıkları<br />
için intiharı seçen iki kadına rastlarız. ‘Kadın<br />
Hikâyeleri Yüzünden’de (Aziz Bey Hadisesi) alda-<br />
46 Tunç, a. g. e., s. 77<br />
47 Ayfer Tunç, Evvelotel, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06, 37<br />
48 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, 2<br />
315<br />
tıldığı için; ‘Taş-Kâğıt-Makas’ta (Taş-Kâğıt-Makas)<br />
terk edildiği için kadınlar intiharı seçmiştir. Kendini<br />
ateşe vererek intihar eden Karagül, kendisini<br />
terk eden kocasını cezalandırmak istemiş ve<br />
bunda da başarılı olmuştur. Bu bağlamda intihar<br />
bir yok oluş değil var olma mücadelesidir.<br />
‘Soğuk Geçen Bir Kış’ (Aziz Bey Hadisesi) hikâyesinde<br />
ise ilginç bir intihar olayı vardır. Bu hikâyede<br />
evli kadın, kocasının aşırı ilgisinden dolayı<br />
intihar eder. Semavi Bey, yanında olmadığı zamanlar<br />
kendisini terk edeceğine inandığı ve bu<br />
yüzden bir dakikasını dahi yalnız bırakmadığı,<br />
büyük bir aşkla sevdiği karısına hayat şansı tanımaz.<br />
Başlangıçta bu duruma sevinen ve “rüya<br />
gibi bir hayat yaşayan” 49 kadın, daha sonra aşırı<br />
ilgiden bunalır; “aşk esaretinden” 50 kurtulmak<br />
için kendini, kocasının gözleri önünde ateşe verir.<br />
‘Kaybetme Korkusu’nda (Taş-Kâğıt-Makas) ise<br />
intihar nedeni bunun tam tersidir. Yaşamı boyunca<br />
sevdiklerini kaybetme korkusuyla yaşamış bir<br />
kadın olan Süsen, iki yaşında annesini kaybettikten<br />
sonra hep babasının kucağında yaşar. Annesinin<br />
küçük yaşta bağıra çağıra ölümünü hiçbir<br />
zaman unutamayan Süsen, ilçeye yeni atanan<br />
genç ziraat mühendisi kendilerini ziyaret edene<br />
kadar babasına hayatı zindan eder. Süsen, Safir<br />
adlı bu adamla evlenir. Babasını kaybettikten<br />
sonra kocasıyla kasabadan ayrılırlar. İstanbul’da<br />
bir apartmanda tek başına yaşarlar. Bu içe kapanık,<br />
dingin hayat, karısının yanından bir dakika<br />
olsun ayrılamayan Safir’in bir bahçıvanın yanında<br />
çalışmak arzusuyla bozulur. Süsen, kocasının<br />
çalışmak için evden çıktığı gün bir daha dönmeyeceğini<br />
sandığı için, kendisini balkondan atarak<br />
intihar eder. Hayatı boyunca kaybetme korkusuyla<br />
yaşamış olan Süsen, önce annesini, ardından<br />
babasını, son dayanağı olan kocasını da kaybedince<br />
bu hayata dayanamaz.<br />
‘Kibir’de (Evvelotel) ağabeyinin sevgilisine âşık<br />
olup evlenen anlatıcı, yıllar sonra ağabeyinin intihar<br />
ettiğini öğrenir.<br />
‘Suzan Defter’de (Taş-Kâğıt-Makas) ve ‘Mikail’in<br />
Kalbi Durdu’ (Aziz Bey Hadisesi) ise intiharlar eyleme<br />
dönüşmez; düşünce plânında kalır. ‘Suzan<br />
49 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 23<br />
50 Tunç, a. g. e., s. 25<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Defter’de Ekmel Bey, altı aydır bürosunu kapatmış,<br />
evine kapanmış bir avukattır. Karısından ayrılmış<br />
olan Ekmel Bey, mutluluğu yakalayamamış<br />
biridir. Bir kırtasiyeciden aldığı bir deftere günlüğünü<br />
yazmaya, defter bittiğinde de ölmeye karar<br />
verir. Ekmel Bey’i intihara sürükleyen süreçte,<br />
‘sevgisizlik’ büyük bir rol oynar. Mutsuz bir anne<br />
ve babanın mutsuz çocuklarından biri olarak büyüyen<br />
Ekmel, karısının da kendisini sevmediğini<br />
yıllar sonra anlar. Gerçekte o, kendini bir “hiç”<br />
olarak görür ve bundan acı duyar 51 .<br />
3. 2. 4. Aldatanlar<br />
Aldatmak, ahlâki ve manevi değerlere önem<br />
veren toplumlarda yanlış bir davranış biçimidir.<br />
Çoğu toplumlarda bu tip insanlara hoş bakılmaz.<br />
İnsanların sevdiklerini niçin aldattığı sorusu ise<br />
kişiden kişiye değişebilmektedir. Farklı arayışlar,<br />
yenilik, mutsuzluk, zayıflık, tatminsizlik, vs. birçok<br />
sebep bulunabilir. ‘Kadın Hikâyeleri Yüzünden’<br />
(Aziz Bey Hadisesi) hikâyesinde ise ‘aldatmak’ bir<br />
varolma kaygısıyla karşımıza çıkar. Anlatıcı, küçük<br />
bir çerçi dükkânı olan mazbut bir aile reisidir.<br />
Adamın hayatı, yan komşusu Turcan’la tanışmasıyla<br />
değişir. Turcan, ona eşinden başka kadınları<br />
varlığını hissettirir. Aldatmanın hazzını duymaya<br />
başlar; ancak beceriksiz olduğu için elinden bir<br />
şey gelmez. Bir süre sonra eşini ‘aldatma’ hissinden<br />
büyük bir zevk duyar. Hayallerinde kadınlarla<br />
birlikte olur. Hayallerinde o kadar ileri gider<br />
ki, eşi bile aldatıldığına inanır. Geceleri eve geç<br />
gelir. Elbiselerine ruj sürer. Bu tavır yüzünden<br />
kadın oldukça mutsuz olur ama ses çıkarmaz.<br />
Bir gün pavyona gider ve bar kadınıyla samimi<br />
bir fotoğraf çektirir. Bunu, eşinin de görebileceği<br />
şekilde ceketine koyar. Fotoğrafları gören eşi<br />
intihar eder.<br />
Aldatmak bazen de bir sığınma biçimidir. Evli<br />
olan erkekler, aradıklarını bulamayınca veya tatmin<br />
olamayınca başka kadınlara giderler. ‘Taş-<br />
Kâğıt-Makas’ta (Taş-Kâğıt-Makas) albay bir babanın<br />
oğlu olan Emir’in çocuksuz bir ev hayatından<br />
sıkıldığını, cinsellik de bitince başka kadınlara<br />
yöneldiğini görürüz. İki yaşındayken annesi tarafından<br />
terk edilen, babasının ilgisizliği yüzünden<br />
5 Ayfer Tunç, Taş-Kâğıt-Makas, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>05,<br />
s. 0<br />
316<br />
de tek başına büyüyen Emir, başka kadınlarda<br />
mutluluğu arar.<br />
Bazen de insanlar, aldatıldıklarını bilmeden yıllarca<br />
eşiyle aynı çatı altında yaşarlar. Bunun en<br />
ağır şekli çocuğunuz sandığınız kişinin yıllar sonra<br />
başkasından olduğunu öğrenmektir. ‘Doğru’da<br />
(Evvelotel) karısını terk etmek isteyen adam oğlunun<br />
kendisinden olmadığını yıllar sonra öğrenir.<br />
‘Kibir’de (Evvelotel) ise ağabeyinin sevgilisine<br />
âşık olup evlenen anlatıcı, ihanetinden dolayı<br />
ömür boyu suçluluk duygusu yaşar.<br />
Aldatmak olgusu beraberinde yozlaşmış bir<br />
hayata da davetiye çıkarır. Bazı insanlar, çevresinde,<br />
ailesinde bu tip kişileri görünce zamanla<br />
kanıksamaya başlarlar. Bu da şüphesiz çürümeyi<br />
ve zamanla yok olmayı beraberinde getirir.<br />
‘Halâs’ta (Evvelotel) aldatmanın bir ailenin birçok<br />
üyesi tarafından bir yaşam tarzına dönüştüğü<br />
gerçeğiyle yüzleşiriz. Bunda aile fertlerinin mutsuzluklarının<br />
payı büyüktür. Ailenin büyüğü baba,<br />
eşini yitirdikten sonra kadınlara dadanır. Porno<br />
sitelerine girer. Birçok kadınla birlikte olan anlatıcı,<br />
düzensiz bir hayat yaşar. Elli beş yaşındaki<br />
ablası, eşini kendi yatak odasında bir kadınla basar.<br />
Ağabeyin ailesinde de çürümüşlük diz boyudur.<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un kişi profili içinde<br />
en zengin gurubu orta yaştakiler oluşturur. Ayfer<br />
Tunç ve Hüseyin Su’nun hikâyelerinde orta yaştaki<br />
insanlarda benzer veya ortak nitelikteki kişiler<br />
hemen hemen yok gibidir. Her iki yazar da orta<br />
yaş gurubuna gençlerden daha fazla yer vermelerine<br />
rağmen yaşantı ve kişilik olarak birbirinden<br />
farklı tipler oluşturmuşlardır. Ortak başlık<br />
altında değerlendirebileceğimiz kişiler sadece<br />
yalnızlık kıskacında sıkışan insanlardır; o da kısmen.<br />
Çünkü Hüseyin Su’ya rağmen Ayfer Tunç da<br />
yalnızlık kıskacında sıkışan orta yaştaki insanlarının<br />
sayısı oldukça fazladır. Ayfer Tunç’un hikâyelerinde<br />
tek başına yaşayan, terk edilip yalnız<br />
kalan, evli oldukları halde yalnız yaşayan veya<br />
evli oldukları halde kendilerini yalnız hisseden,<br />
boşanıp yalnız kalan birçok orta yaşta kişi vardır.<br />
Hüseyin Su’da ise sadece ‘Geride kaldı Gönlün’<br />
(Gülşefdeli Yemeni) ve ‘Ayrılık Makamında Gönül<br />
Ezgisi’ (Aşkın Hâlleri) hikâyelerinde evli olup da
yalnızlık çeken insanlara rastlarız. Ayrıca, Tunç<br />
da aşk acısı çeken orta yaşta erkek ve kadınlara<br />
rastlarken Hüseyin Su’da böyle birileri yoktur.<br />
Sadece ‘Beri Dön Güzel De Yüzün Göreyim’ (Aşkın<br />
Hâlleri) hikâyesinde aşkta bir türlü sebat etmeyen<br />
hercai Ali Dayı’yı görürüz.<br />
Ayfer Tunç’un aşk kırgınları aşkı, yalnızlıktan<br />
kurtulmanın bir yolu olarak seçerler. Aşk, bir<br />
nevi ailede veya toplumda istediğini bulamayan<br />
insanların barınağıdır. Ayrıca orta yaştaki insanlar,<br />
hayatlarını yok edecek kadar aşka bağlıdırlar.<br />
‘Karlar Yolcusu’nda (Aziz Bey Hadisesi) Eşber,<br />
‘Mikail’in Kalbi Durdu’da (Aziz Bey Hadisesi) Mikail,<br />
aşkları yüzünden hayatlarını yitirirler.<br />
Ayfer Tunç’un orta yaşlıları içinde diğer önemli<br />
bir gurubu intiharı düşünen veya bunu eyleme<br />
dönüştüren kişiler oluştururken, Hüseyin Su’da<br />
düşünce bağlamında bile intihar sözü geçmez.<br />
Ayfer Tunç’un orta yaştaki insanlarını intihara sürükleyen<br />
sebeplerin başında ise kaybetmek korkusu,<br />
terk edilmek ve aldatılmak kaygısı gelmektedir.<br />
İntiharda aktif olanlar ise kadınlardır. Diğer<br />
bir grup ise eşlerini aldatanlardır. Gençlerde ihanet<br />
edenler kadınlarken orta yaştaki insanlarda<br />
erkekler öne çıkar. Sadece ‘Doğru’da (Evvelotel)<br />
on beş yıllık evli olan bir kadının başka birinden<br />
çocuk yaptığını öğreniriz. Hüseyin Su’da ise hasta<br />
hâlinde bile eşine büyük bir özveriyle hizmet<br />
eden sadakat abidesi kadınlar yer alır (‘Sen Gelmezsen<br />
Güvercinler Küser’, Aşkın Hâlleri).<br />
Hüseyin Su’nun orta yaşlıları arasında öncelikle,<br />
sabırlı, şefkatli, fedakâr anne ve babalar gelmektedir.<br />
Bu insanlar hayatın gailelerine, manevî<br />
zenginliklere, ahlâki değerlere yaslanarak direnirler.<br />
Ayfer Tunç’ta ise bu tip insanlar yoktur.<br />
‘Halâs’ta (Evvelotel) eşini kaybeden babanın derhal<br />
başka kadınlara dadandığını, porno sitelerine<br />
girdiğini; ailenin diğer fertlerinin ise yoz bir hayat<br />
yaşadıklarını görürüz. Ayrıca Hüseyin Su’da olduğu<br />
gibi Ayfer Tunç’ta topluma yön verecek, olumsuzlukları<br />
ortadan kaldıracak idealist tipler veya<br />
eşine bağlı, sadakat abidesi kadınlar da yoktur.<br />
Diğer taraftan Ayfer Tunç’ta, ahret kaygısı duyan<br />
veya dini hayatı yaşamaya çalışan kişilere de pek<br />
yer verilmez. Sadece ‘Mağara Arkadaşları’nda<br />
(Mağara Arkadaşları) Ayyıldız Apartmanı’nın ka-<br />
317<br />
pıcısı olarak çalışan Rüstem Efendi’nin, “günahlar<br />
içinde debelenerek geçirdiği” 52 kırk küsur yılın.<br />
korkusuyla namaz kıldığını görürüz.<br />
Ayfer Tunç’ta dağlar arasında bir kulübede tek<br />
başına yaşayan makasçı Eşber (‘Karlar Yolcusu’,<br />
Aziz Bey Hadisesi) ve yalnız kalmak için bir adaya<br />
kaçan anlatıcı (‘Tevekkül’, Evvelotel) dışında çoğu<br />
kahraman İstanbul’da, Beyoğlu, Taksim, Şişli gibi<br />
Türkiye’de şehirleşmenin en çok görüldüğü bölgelerde<br />
otururlar. Önemli bir kısmı apartmanlarda<br />
yaşayan bu insanların buluştukları ortak payda<br />
yalnızlıktır. Büyükanne, büyükbaba, dayı, hala,<br />
anne, baba, torun, v.s. gibi büyük aile ortamları<br />
veya komşuluk ilişkileri, dinî hayatları hemen hemen<br />
hiç yoktur. Hatta bir arada yaşayan çekirdek<br />
ailelerde bile yalnızlık en belirleyici yaşam biçimidir.<br />
Birbirinden kopan insanlar, yalnızlık kıskacında<br />
sıkışmışlardır. Huzursuzluk, intihar, aldatma<br />
ise öne çıkan diğer olgulardır. Hüseyin Su’da<br />
ise yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen aile,<br />
kahramanların yaşantısında önemli bir yer tutar.<br />
Su’nun orta yaştaki insanları kentlerde, taşrada<br />
ve köylerde yaşarlar. Köy yaşantısında yoksulluk<br />
ve fakirlik öne çıkar (‘Ana Üşümesi’, ‘Bir Bulanık<br />
Akıntı’, Ana Üşümesi). Kentte yaşayan insanlar<br />
ise şehirleşmenin getirdiği olumsuzluklara, manevî<br />
değerlere sarılarak, sıcak bir aile ortamı yaratarak<br />
direnmeye çalışırlar (‘İbrişimden Yürek<br />
Bağları’, ‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’, Gülşefdeli<br />
Yemeni).<br />
Ayfer Tunç’un hikâyelerinde orta yaş insanlarının<br />
eğitim durumları ve mesleklerine baktığımızda<br />
oldukça zengin bir tabloyla karşılaşırız. Ayfer<br />
Tunç da, öğretim üyesi, avukat, makasçı, gişe<br />
memuresi, kütüphane memuru, muhasebeci,<br />
pansiyoner, polis memuru, klarnetçi, darbukacı,<br />
garson, kürkçü, ziraat mühendisi, yazarlar, doktorlar,<br />
işadamları, pazarlamacılar, hayat kadınları,<br />
meyhaneciler, kapıcılar gibi toplumun değişik<br />
kesimlerinden, çalışan, eğitimli veya eğitimsiz<br />
birçok insan vardır. Hüseyin Su’da ise meslekleriyle<br />
öne çıkan kimse yoktur. ‘Tüneller’de karşımıza<br />
idealist tip ise referanslarını Kur’an’dan<br />
alan biridir. Bir yönüyle Hüseyin Su’da eğitim olgusu,<br />
dinî hatayla iç içedir.<br />
52 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, 33<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
4. YAŞLILAR<br />
4. 1. HÜSEYİN SU’NUN<br />
YAŞLILARI<br />
4. 1. 1. Aşk Kırgını Olanlar<br />
Hüseyin Su’da yaşlılardaki aşk kırgınlıkları<br />
gençlik dönemlerine aittir. Yazarın iki hikâyesinde<br />
de aşk kırgını olan kadınlardır. Bunlardan<br />
birisi sevdiğini askerden kaybettikten sonra aşkı<br />
daha da küllenen Halakız; diğeri ise uğruna her<br />
şeyi göze alarak evlendiği kocası tarafından yalnızlığa<br />
itilen bir babaannedir.<br />
Geleneksel Türk aile yaşantısında gençler, görücü<br />
usulü ile nişanlanıp evlenirler. Bazısı -özellikle<br />
de kızlar- bu süreçte nişanlısını dahi görmezken<br />
bazısı kısa bir sürelik de olsa bu şansı yakalar.<br />
Bu kısacık an, hayal kırıklığına sebep olduğu gibi,<br />
beğeniye ve yıldırım aşka da dönüşebilir. Hüseyin<br />
Su’nun ‘Gülşefdeli Yemeni’ (Gülşefdeli Yemeni)<br />
hikâyesinde böyle bir anlık sürede büyük bir aşkın<br />
doğduğunu görürüz. Hikâyede altmış yaşlarında<br />
karşımıza çıkan Halakız, askere giden nişanlısını<br />
kısa bir süreliğine görüp âşık olan fakat onun<br />
askerde vefatıyla ömür boyu bu acıyla yaşayan<br />
bir kadındır. Aşkına sadık kalan kız, hiç evlenmez.<br />
Ancak genç kız, ömür boyu aşk ateşiyle yanarken<br />
hayattan da kopmaz. Önce baba, sonra da erkek<br />
kardeşinin evinde yaşamaya başlar. Kardeşinin<br />
dört çocuğunu da o yetiştirir. Ev halkı, evin birçok<br />
işini çekip çeviren, kavgaları, çekişmeleri; tatlı<br />
dili ve özveriyle dindiren, evin bereketi, mümin,<br />
dindar, mütevekkil, çalışkan halalarına büyük bir<br />
saygı ve sevgiyle yaklaşırlar. Özellikle çocuklar,<br />
Halakız’ın yaşadığı büyük aşka ve bu aşka duyulan<br />
sadakate gıpta ile bakarlar.<br />
‘Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’ (Aşkın Hâlleri) hikâyesindeki<br />
babaanne de birçok yönüyle Halakız’a<br />
benzer. O da eskimeyen aşkların kahramanı gibidir.<br />
Abisinin karşı çıkmasına rağmen sevdiği<br />
adamla evlenir. Mutlu ve huzurlu evlilik, yatalak<br />
olduğu devreye kadar devam eder. Gerçi kocası,<br />
iki yıllık hastalığında karısına her türlü özeni gösterir.<br />
Ancak çevrenin ‘evlen’ baskılarıyla birlikte<br />
bu özen gevşemeye ve zamanla sertliğe dönüşür.<br />
Kocası evlendiğinde kadın yüreğinde bir türlü<br />
sönmeyecek ateşini taşıyarak torununun evine<br />
318<br />
sığınır.<br />
Hikâyenin anlatıcısı, evlerine gelen babaanneye<br />
büyük bir hayranlıkla bağlıdır. Çünkü anne ve<br />
babaları büyük kavgalarla ayrılıp çocuklarına sırt<br />
çevirdiklerine kendilerine kucak açan babaanne<br />
olmuştur. Üç kız kardeşi, küçük yaşlardan itibaren<br />
babaanne büyütmüştür. Anlatıcı onu, “Bir babaanneden<br />
çok, annemiz ve kadın örneğimizdi o” 53<br />
diyerek açıklar. Sadakat abidesi kadın, kocasına<br />
hiç kin beslememesine rağmen onu affetmez<br />
de.<br />
Hikâyede eski ve yeni aşkların yüklendiği mahiyet<br />
de sorgulanır. Babaanne, kasabanın henüz<br />
şehirleşmediği, mahallede herkesin birbirini tanıdığı<br />
bir zamanda büyük bir aşk yaşamıştır. Torunlarına<br />
bu aşkın doğuşunu anlatırken bile yüzü<br />
kızarmakta ve hicap duymaktadır. Anlatıcı, kendisini<br />
ve babaannesini kıyaslarken; babaannenin<br />
emin, güvenli, doygun sevgisinin yanında kendi<br />
aşkının; “ateşle su arasında ince çizgi gibi bir şey”<br />
54 olduğunu, kendilerinin, babaanne ve onun yaşındaki<br />
kadınlar gibi, sevdiklerimizi ve o günleri<br />
hatırlayınca kalplerinin neden kabarmadığını<br />
sorgular.<br />
4. 1. 2. Şefkatli Olanlar<br />
Geleneksel büyük ailelerde dede ve nine, çocukları,<br />
gelinleri ve torunlarıyla bir arada yaşarlardı.<br />
Dede ve nine bir yönüyle evin otoritesi oldukları<br />
gibi, şefkati ve merhametiyle de koruyucu birer<br />
kalkandılar. Özellikle terbiyeye, dinî ve ahlâki değerlere<br />
önem veren, hakkı hukuku gözeten, sevgi<br />
ve saygı çerçevesinde ilişkilerin yürütüldüğü ailelerde<br />
çocuklar daha da sağlam yetişirlerdi. Bilhassa<br />
dede-nine-torun arasındaki sevgi ve şefkat<br />
bağı bu tür ailelerde sıkça rastlanırdı. ‘Yanağımda<br />
Dedemin Sakal İzleri’nde (Gülşefdeli Yemeni)<br />
böyle bir aile konu edilir. Hikâyede bir torunla<br />
dedenin (Hacı Mustafa) sıcak ilişkisi çerçevesinde<br />
geniş bir ailede yaşanan manevi ve huzurlu<br />
atmosfer canlandırılır. Torun, özellikle dedesinin<br />
şefkat ve sevgisinden güç alarak aile içinde şımarmaya<br />
ve ailenin diğer fertleri üzerinde tatlı<br />
bir baskı oluşturmaya çalışır.<br />
53 Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06,<br />
s. 53<br />
54 Su, a. g. e., s. 65
4. 1. 3. Anadolu Esnafı<br />
Hüseyin Su, hikâyelerinde Anadolu’dan farklı<br />
niteliklere sahip insanlar çıkarır. Bunlar içinde<br />
değer verdiği diğer bir kesim de esnaftır. Yazar,<br />
‘Giden Gün Ömürdendir’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyesinde<br />
Nafiz Bey şahsında Anadolu esnaf tipini<br />
yaratır. Ayfer Tunç’ta ise böyle bir tipe rastlayamayız<br />
55 . Nafiz Bey, Anadolu’da bir kasabada<br />
yaşayan, âdeta zamanın dışına düşmüş eski bir<br />
esnaftır. Değişime direnen, at arabalarının tekerlek<br />
seslerini otomobil gürültüsüne tercih eden,<br />
anayolunun asfaltlanmasıyla kasabanın kabuk<br />
değiştirip dönüşmesini kendi yaşama alanının<br />
daralması olarak algılayan, dükkânıyla evi arasındaki<br />
dar bir mesafede yaşayan, müşteriyi aziz<br />
bilen, hilesiz hurdasız mal satan, kimseyi kazıklamayan,<br />
gerek mahalle halkı ve gerekse de Uzun<br />
Çarşı esnafının kendisine saygı duyduğu mümin<br />
ve mütevekkil biridir. Nurullah Çetin, Nafiz Bey’i;<br />
“yenilikçi modernizmin yıkıcılığına, yozluğuna, yavanlığına<br />
ve genel anlamıyla olumsuz boyutuna<br />
direnen olumlu eski ama kalıcı değerlerimizi temsil<br />
eden bir tip” 56 olarak niteler. Değişen şartlara<br />
karşı direnen ve geleneksel Türk esnaflığını korumaya<br />
çalışan Nafiz Bey, “Uzun Çarşı esnâfının<br />
dükkânları yıkıp yenisini yapmalarına, vitrinler<br />
yaptırıp sık sık düzenlemelerine hiçbir zaman gıpta<br />
ile bakma”z. Eski ahşap dükkânında bütün değişmeleri;<br />
“koşuşturmaları, yarışmaları, müşteri çalma<br />
çabalarını” 57 büyük bir kaygıyla izler. Onlara<br />
katılırsa Uzun Çarşı’nın bütün bereketinin kaybolacağına<br />
inanan Nafiz Bey, kapitalist düzenin<br />
maddi yıkıcılığına karşı manevi gücüyle direnen<br />
Anadolu esnafını temsilcisi gibidir.<br />
55 Tunç da meslekleriyle öne çıkanlar genellikle figüratif şahıslardır.<br />
‘Cinnet Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları) Hidayet Çelebi,<br />
yirmi iki yıllık polis memuru, 43 yaşındaki Hayati Temiz bir<br />
işadamı, otuz iki yaşında olan Kerim Genç, Buhara Uzakdoğu<br />
Sporları Kulübü’nde çalışan bir ayakçı, Pala İsmail bir meyhaneci;<br />
‘Ara Renkler Grubu’nda (Mağara Arkadaşları), Behiç, bir pansiyoner,<br />
Bektaş, iç çamaşırı pazarlamacısı; ‘Aziz Bey Hadisesi’nde<br />
(Aziz Bey Hadisesi) Zeki, bir meyhane işletmecisi, Klarnetçi Bahri,<br />
Darbukacı Mercan, Garson Davut aynı meyhanede işçi, Artin,<br />
kürkçü, Toros Beyrut’ta bir meyhaneci olarak genellikle yaptıkları<br />
işlerle anılırlar.<br />
56 Çetin, a. g. e., s. 6<br />
57 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, Ankara,<br />
<strong>20</strong>06, s. 28-29<br />
3<strong>19</strong><br />
4. 2. AYFER TUNÇ’UN<br />
YAŞLILARI<br />
4. 2. 1. Aşk Kırgını Olanlar<br />
Ayfer Tunç’un yaşlıları içinde aşk kırgını olan,<br />
aşk acısı çeken en önemli kişiler Aziz Bey, Süslü<br />
Yenge ve Ulvi Efendi’dir. Her üç kişi, gençliklerinde<br />
yaşadıkları aşk acısından bir türlü kurtulamamış,<br />
yalnızlıklar içinde vefat etmişlerdir.<br />
Aşkın karasevdaya dönüştüğü, insanın bütün<br />
hayatını kuşatarak onu derbeder ettiği, âdeta<br />
insanı mecnun yapan gerçek bir aşk hikâyesine<br />
‘Saklı’da (Saklı) rastlarız. Hikâyede Süslü Yenge,<br />
toplum tarafından hor görülen, dışlanan, dalga<br />
geçilen ve sadece eğlenmek için yüzüne bakılan<br />
yaşlı ve çelimsiz bir kadındır. En çılgın renklerle<br />
boyandığı için ‘süslü yenge’ diye dalga geçilen bu<br />
yaşlı kadın, Zembilli Göçmen’le evlidir. Pera’nın<br />
arka sokaklarında oturan Süslü Yenge’nin bu şehre<br />
ne zaman geldiği, göçmen kocasıyla nasıl tanışıp<br />
evlendiğini kimseler bilmez. Ancak bilinen en<br />
önemli hikâyesi, bir zamanlar bir bahriyeliye (tıbbiyeli<br />
de olabilir) âşık olduğu ve terk edildikten<br />
sonra içindeki aşkın daha da küllendiğidir. Ömrü<br />
eski âşığına söyleyeceği bir çift sözün beklentisiyle<br />
geçer. Kendisine âşık olan Zembilli Göçmen<br />
de, ilk karısı tarafından terk edildikten sonra insanların<br />
yüzüne hınçla, öfkeyle bakan, haftanın<br />
yedi gününü pazarda geçiren, yaşlı birisidir. O da<br />
Süslü’nün bir gün kendisine âşık olacağı günün<br />
ateşiyle yanar. Yazar, kapı kapı dolaşıp insanlara<br />
aşkını anlatan, çocukluk günlerinin bu yabansı<br />
kadına karşı derin bir sevgi ve acıma duyar. Onu<br />
son gördüğünde bacaklarını tutmaz olduğunu ve<br />
bir süre sonra öldüğünü belirtir.<br />
‘Aziz Bey Hadisesi’nde (Aziz Bey Hadisesi) de<br />
benzer bir aşk olayıyla karşılaşırız. Aziz Bey, hayatının<br />
önemli bir kısmını tambur icra ederek<br />
geçirmiş; “hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim<br />
dedik, başı dik.” 58 , gururlu, kibirli, inatçı, alttan<br />
almayan, yalvarmayan, eğilip bükülmeyen çok<br />
önemli biri olma hevesini tamburî olarak tanınarak<br />
gideren fakat gözden düştükten sonra unutulup<br />
giden, sıkıntılar ve yoksunluklar içinde vefat<br />
etmiş birisidir.<br />
58 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 5<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Aziz Bey’in aşk dramı Maryam adında Yahudi<br />
bir kızla başlar. Yakışıklı bir genç olan ve birçok<br />
kadını kendine âşık eden Aziz Bey, Maryam’la<br />
tanıştıktan sonra durulur. Ancak bir süre sonra<br />
Maryam, ailesiyle birlikte Beyrut’a taşınır. Aziz<br />
de ailesini bırakıp onun peşinden gider. Ancak<br />
Beyrut’ta, Maryam’ı ancak üç kez görebilir. Çünkü<br />
Maryam için geçici olan bu aşk çoktan bitmiştir.<br />
Aziz’deki aşk acısına gurbette yalnızlık ve parasızlığın<br />
hüznü de çöker. Üstelik aşk acısı, zamanla<br />
daha da küllenip Aziz’in bütün hayatını kuşatır.<br />
Aziz, “yaşanacak yılların tümünü Maryam’ı unutmak,<br />
onun umursamaz ve vefasız halinin ruhunda<br />
yarattığı ezikliği giderebilmek için harcadıysa da,<br />
başaramaz.” 59<br />
‘Alafranga İhtiyar’da (Mağara Arkadaşları) da<br />
Hüseyin Ulvi Efendi, Konservatuar’da hizmetli<br />
olarak emekli olduktan sonra bir apartmanda kapıcı<br />
olarak çalışmaktadır. Erzurum’dan İstanbul’a<br />
geldikten sonra burada kalmış ve memleketine<br />
hiç dönmemiştir. Konservatuar öğrencilerinden<br />
birine âşık olan ve bu kızı hiçbir zaman unutamayan<br />
Ulvi Efendi, anne ve babasının zoruyla<br />
memleketinden biriyle evlenmiş; ancak eşinin<br />
başkasına âşık olduğunu öğrendikten sonra sevenleri<br />
evlendirmiştir. Aşkın yüceliğine saygı duyan<br />
ilginç bir kişidir. Hikâyesinin en ilginç yanı,<br />
köylü kıyafetiyle ama şık olarak giyinip emekli<br />
olduktan sonra Klâsik Batı müziği konserlerinin<br />
müdavimi olmasıdır. Okul sıralarında temizlik yaparken<br />
âşina olduğu bu müzik, emekli olduktan<br />
sonra Ulvi Efendi’de bir özleme dönüşür ve yaşlı<br />
adam kapıcılık yapmasına rağmen o civarda Batı<br />
müziği seyretmeye giden tek kişi oluverir.<br />
‘Önemsizlik’ (Saklı) hikâyesinin kahramanı Nesim<br />
ise ilerlemiş yaşına rağmen, çocukluk arkadaşı<br />
Davit’in kızı Ester’e âşık olur. Ancak aşkına<br />
karşılık bulamadığı için acı çeker. Ester’in kendisine<br />
yaşlı demesinden sonra onu evden kovar ve<br />
ortalıktan kaybolur. Bir hafta sonra vefat eder.<br />
Ayfer Tunç’ta ayrıca ‘Siz ve Şakalarınız’da (Mağara<br />
Arkadaşları) yetmiş altı yaşlarındaki bir huzur<br />
evi sakinin komşusu Samim Bey’i kaybettikten<br />
sonra aşk acısı çektiğini görürüz.<br />
59 Tunç, a. g. e., s. 48<br />
3<strong>20</strong><br />
4. 2. 2. Yalnızlık Kıskacında Sıkışanlar<br />
Ayfer Tunç’un hikâyelerinde yalnızlık kıskacında<br />
sıkışan yaşlıların hemen hemen hepsi, tek<br />
başına yaşamak zorunda bırakılan (olan) insanlardır.<br />
Bunların bir kısmı da toplum tarafından<br />
dışlanmış, içe kapanık yaşlılardır. Yaşlılığa kimsesizliğin<br />
ağır baskısı da eklenince hayat çekilmez<br />
olur. Bazıları ölümü bir kurtuluş olarak görürler.<br />
‘Gençlik Sabah Çiyidir’ (Mağara Arkadaşları) hikâyesinde<br />
tek başına yaşayan bir adam, yaşlılığın<br />
getirdiği ruh hâli içinde kendisini ölüme yakın<br />
hisseder ve hatta bunu büyük bir arzuyla ister:<br />
“Ne zaman o ilahi ve sonsuz uykuya, huzur veren<br />
büyük yalnızlığa erişeceğim, ıstırap hâline gelen bu<br />
hayat, beni daha ne kadar peşi sıra sürükleyerek,<br />
günden güne, seneden seneye dolaştırıp duracak?<br />
Yorgunum, çok bitkinim…” 0<br />
‘Soğuk Geçen Bir Kış’ta (Aziz Bey Hadisesi) da<br />
Semavi Bey, hamamda göbek taşında vefat eden,<br />
yaşlı ve yalnız biridir. Annesini kaybettikten sonra<br />
hayatı boyunca despot bir babanın gölgesinde<br />
yaşayan Semavi Bey, evlendikten sonra bütün<br />
sevgisini eşine yöneltir. Bu tutku o kadar büyür<br />
ki bir an olsun eşini yalnız bırakmaz. Kadın da bu<br />
aşırı ilgiden bunalarak intihar eder. Semavi Bey;<br />
artık “koca şehirde, koca ülkede, koca dünyada”<br />
kendisini yapayalnız hisseden 61 zavallı bir adamdır.<br />
Yaşlanmış biri olan Samavi Bey’in hayatının<br />
önemli bir kısmı köhne bir apartmanda, bir oda<br />
ve salonda geçirir. Yaşlandığı günden beri vücudunu,<br />
“nereye gitse peşinden gelen, manasız bir<br />
sevgiyi ona vermek için çabalayan bir köpek gibi”<br />
görmektedir . Geçimini bir süre babasının değer<br />
verdiği ne varsa, onları tek tek satarak geçiren<br />
ancak satacak eşya kalmadıktan sonra da daha<br />
da çaresiz kalan Semavi Bey, kışın dondurucu<br />
soğuğundan kaçarken ısınmak için gittiği bir hamamda<br />
göbek taşında vefat eder.<br />
‘Mozart’ın Son Zartı’nda (Saklı) Şebnem, ayrı<br />
ayrı evlilikler yapan anne ve babanın itilip kakmaları<br />
ve kabullenmeyişleri içinde yaşamış talihsiz<br />
bir kadındır. Üvey annesi ve kendisine sar-<br />
60 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 86<br />
6 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 8<br />
62 Tunç, a. g. e., s. 4
kıntılık eden üvey babasından da kaçan Şebnem,<br />
ninesinin yanında büyümüş o öldükten sonra da<br />
yurtlarda kalmış, hayatın zorluklarıyla küçük yaşlarda<br />
karşılaşmış bir kızdır. Kendisini arkadaşlarına<br />
sevdirmek ve bir yönüyle de hayata tutunmak<br />
için uydurduğu yalanların dünyasında yaşayan<br />
Şebnem, yaşlandıktan sonra daha da yalnızlaşır.<br />
‘Ay Bakıyor’da (Saklı) Ben Anlatıcı, yaşlı ve yalnız<br />
bir annedir. Bir köyde bağ evinde yaşarken<br />
kocası Atabey tarafından terk edilir. Hikâyenin<br />
devamı olan ‘Hiçbir Hikâye Göründüğü Kadar Temiz<br />
Değildir’de, (Evvelotel) Selva adındaki bu kadının<br />
kardeşlerinin zengin bir miras için kocasını<br />
öldürdüklerini ve kadının hâlâ yalnız ve kimsesiz<br />
yaşadığını okuruz.<br />
Ayfer Tunç’ta ayrıca ‘Siz ve Şakalarınız’da<br />
(Mağara Arkadaşları) huzur evine sığınan yetmiş<br />
sekiz yaşlarındaki Samim Bey; ‘Cinnet<br />
Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları) Suna Eren ve<br />
kocası; ‘İhtilaller Neye Benzer’de (Saklı) annesini<br />
ve sevgilisini kaybederek toplum dışına düşmüş<br />
anlatıcı; ‘Mozart’ın Son Zartı’nda (Saklı) Asil,<br />
‘Mağara Arkadaşları’nda (Mağara Arkadaşları)<br />
Ayyıldız Apartmanı’nda oturan, herkesle kavgalı,<br />
kimseyle geçinemeyen, “umursuz, alabildiğine<br />
pis” olan Bunak İhtiyar; yaşlı, yorgun, yalnız ve<br />
kimsesiz insanlardır.<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un hikâye kişileri içinde<br />
ikinci yaş gurubunu yaşlılar oluşturmaktadır.<br />
Her iki yazarın yaşlıları içinde bir başlık altında<br />
toplayabileceğimiz sadece ‘aşk kırgınları’dır. Bunun<br />
dışında ortak paydada kategorize edebileceğimiz<br />
yaşlılar yoktur. Ancak yaşlı deyince insanın<br />
aklına ister istemez yalnızlık gelir. Birçok yaşlı,<br />
elden ayaktan düşüp yalnız başına kalmaktan<br />
korkarlar. Kimisi eşini kaybederek kimi de çoluk<br />
çocuğundan koparak tek başına kalır. Ancak geleneksel<br />
büyük ailelerde yaşlı insanlara sahip çıkılır,<br />
kendilerine saygı ve sevgiyle yaklaşılır. Ayfer<br />
Tunç’un yaşlılar içinde en büyük gurubu yalnızlık<br />
kıskacında sıkışanlar oluşturur. Ancak Hüseyin<br />
Su’da bu tip yaşlılara rastlanmaz. Hüseyin Su’nun<br />
yaşlıları yalnızlık çeken, tek başına yaşayan, dışlanmış<br />
kişiler değil aksine geniş bir aileye sahip;<br />
63 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, 29<br />
321<br />
bazısı, çocukları, gelinleri ve torunlarıyla bir arada<br />
yaşayan insanlardır. İnsanların yaşlılarda en<br />
çok görmek istedikleri şefkat hissine de Hüseyin<br />
Su’da rastlayabiliriz.<br />
Hüseyin Su’da ve Ayfer Tunç’ta bazı yaşlılar,<br />
gençliklerinde yaşadıkları aşk acılarıyla öne çıkarlar.<br />
Bu aşk kırgınları, her iki yazarda da âdeta<br />
eski hikâyelerde görülebilecek gerçek aşkı<br />
tadarlar. Samimi, içten ve sıcak.. Özellikle de<br />
kavuşamamak noktasında. Ayfer Tunç’un kahramanı<br />
Aziz Bey (‘Aziz Bey Hadisesi, Aziz Bey Hadisesi),<br />
sevdiği kadının peşinden her şeyi göze alıp<br />
Beyrut’a kadar gider. Ancak Maryam’ın kendisini<br />
sevmediğini geç anlar. Ömrü boyunca yüreğinden<br />
bu aşk acısını atamaz. Süslü Yenge de (‘Saklı’,<br />
Saklı) gençliğinde kendisini terk eden sevgilisini<br />
bir türlü unutamaz ve onun yüzünden sokaklara<br />
düşüp deli divane olur. Mecnun gibi her gördüğüne<br />
aşkını anlatır. Ulvi Efendi (‘Alafranga İhtiyar’,<br />
Mağara Arkadaşları), hademelik yaparken gördüğü<br />
bir öğrenciye âşık olur ve bu aşk ömür boyu<br />
onun hayatını kuşatır. Hatta evlendikten sonra<br />
eşinin başka birisini sevdiğini fark edince aşka<br />
duyduğu saygıdan dolayı onların evlenmelerine<br />
izin verir. Her üçü de evlenmelerine rağmen<br />
gençlik aşklarını unutmazlar.<br />
Hüseyin Su’nun aşk acısı çeken yaşlısı ise bir<br />
hala ve bir babaannedir. Altmış yaşlarında olan<br />
Halakız (‘Gülşefdeli Yemeni’, Gülşefdeli Yemeni),<br />
nişanlısını askere girmeden önce bir kez görmüş<br />
ve vurulmuştur. Ancak bu onu son görüşüdür.<br />
Çünkü nişanlısı askerde vefat eder. Hala, bir kez<br />
görüp unutamadığı nişanlısı için bir daha evlenmez.<br />
Bu aşkı kutsal bilir ve yüreğinin en sıcak yerinde<br />
saklar.<br />
Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un yaşlıları arasında<br />
belirleyici en önemli özellik aile yaşantılarıyla<br />
ilgili olarak karışımıza çıkar. Ayfer Tunç’un yaşlıları,<br />
önemli oranda yalnızdırlar. Yalnız kalmalarında<br />
sevgisizliğin çok büyük payı vardır. ‘Soğuk<br />
Geçen Bir Kış’ta (Aziz Bey Hadisesi) Semavi Bey,<br />
annesini kaybettikten sonra despot bir babanın<br />
‘zalimliği’ altında büyümüş, eşi de intihar edince<br />
bu dünyada tamamen yalnız kalmıştır.<br />
Ayfer Tunç’un yaşlılarının çevrelerinde onları<br />
koruyacak, sahip çıkacak ne bir evlat ne bir ye-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ğen ne bir torun vardır. Onun yaşlıları, sıcak bir<br />
aileden, dede-torun ilişkisinden, su getirecek bir<br />
gelinden, üzerlerini örtecek şefkatli bir elden;<br />
kısaca, yaşlılıkta en çok ihtiyaç duyulan ‘sevgi’<br />
ve ‘huzur’ ortamından yoksundurlar. Hüseyin<br />
Su’nun yaşlılarının çevreleri ise sıcak bir aile yumağıyla<br />
örülmüştür. ‘Yanağımda Dedemin Sakal<br />
İzleri’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyesinde torunuyla<br />
sıcak bir diyalogu olan Hacı Mustafa, kalabalık<br />
bir aileye sahip, herkesin sevdiği ve saygı duyduğu<br />
biridir. Geniş bir ailenin sevgi ve saygı çerçevesinde<br />
bir arada yaşarlar. Hikâyede ailenin bir<br />
Ramazan ayındaki yaşantısı, onların din olgusuna<br />
büyük değer verdiğini göstermektedir. İslam’ın<br />
yaşlılara, büyüklere verdiği değerin sorgulandığı<br />
hikâyelerde büyükler geleneği temsil ettikleri<br />
için olumludurlar. Ayfer Tunç’un yaşlılarında ise<br />
böyle kaygılar öne çıkarılmaz.<br />
Ayfer Tunç’un yaşlılarının oturdukları yerler,<br />
gençler ve orta yaşlılarda olduğu gibi, İstanbul,<br />
Taksim, Beyoğlu taraflarıdır. Eğitim düzeyleri ise<br />
pek yüksek değildir. Yaşlılığın etkisiyle de kişilerin<br />
mesleklerine pek yer verilmez. Ancak yine de<br />
belirtilen meslekler arasında müzisyen, hizmetli,<br />
kapıcı, pazarcı, şarkıcılar öne çıkmaktadır. Hüseyin<br />
Su’nun yaşlıları arasında ise Anadolu esnaf<br />
tipi göze çarpar. ‘Giden Gün Ömürdendir’ (Gülşefdeli<br />
Yemeni) hikâyesinin kahramanı Nafiz Bey,<br />
Anadolu’da bir kasabada yaşayan eski bir esnaftır.<br />
İşine gücüne bağlı, harama el sürmeyen, müşteriyi<br />
velinimet gören, saygıda kusur etmeyen,<br />
helal kazançla geçinen, komşusunun ekmeğinde<br />
gözü olmayan, yardımlaşmaya ve dayanışmaya<br />
değer veren ve daha birçok olumlu özelliğiyle bu<br />
eski Anadolu esnaf tipini temsil eder.<br />
SONUÇ<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesi, birçok sanat ve edebiyat alanında<br />
olduğu gibi Türk hikâyesinde de ideolojik<br />
tercihler üzerinde bir baskı oluşturdu. <strong>80</strong> öncesinin<br />
sınıf mücadeleleri, sağ-sol çatışmalarını esas<br />
alan saplantılar yavaş yavaş ortadan kalkmaya<br />
başladı. Hikâyelerini <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra yayımlamaya<br />
başlayan Hüseyin Su ve Ayfer Tunç da sanatı<br />
ideolojiye indirgeyen bir anlayışı reddettiler.<br />
Ancak hikâye konusunda benzer bazı görüşlere<br />
322<br />
sahip olmalarına rağmen her iki yazar da farklı<br />
niteliklere sahip kişiler kurgulamışlardır. Bilhassa<br />
hikâyelerini ‘hayat’ın içinden seçmeye gayret<br />
eden her iki yazarın faklı kişiler kurgulamaları<br />
dikkat çekicidir.<br />
Hüseyin Su hikâyelerinde, yitip giden güzellikleri<br />
temsil eden, manevi zenginliği önemseyen,<br />
olumlu bir insan profili oluşturmaya çalışır. Saf<br />
ve masum duruşuyla çocuklar; şefkat, sevgi, sadakat,<br />
fedakârlık gibi nitelikleriyle yaşlılar, Hüseyin<br />
Su’nun öne çıkan insanlarıdır. Gençler ise<br />
özellikle yeniyi temsil ettikleri için pek de olumlu<br />
nitelik taşımazlar. Yenilik, özellikle gençlerin, çelişki<br />
ve çatışma yaşamalarına, çevresiyle uyuşmazlıklarına,<br />
büyük şehirlerde yitip gitmelerine<br />
sebep olabileceği için olumsuzdur. Ancak geleceğe<br />
ümitle bakan Hüseyin Su, gençlerin sıkıntılarını,<br />
özellikle şefkatli ve sabırlı annenin kollarında<br />
gidermeye çalışır. Dinî hayatın kuşatıcılığı ise birçok<br />
kahraman üzerinde olumlu etki bırakır.<br />
Ayfer Tunç ise genellikle ‘yalnız’ ve ‘kederli’<br />
insanları kurgular. Çoğunluğu büyük şehirlerde<br />
yitip giden, kimisi intihar eden, terk edilen,<br />
aldatan, boşanan, içe kapanık, kederli, hüzünlü,<br />
yalnız, kimsesiz insanlar… Bu insanların yalnızlığını<br />
ne aile ne aşk ne de manevî zenginliklerle<br />
dolu bir hayat yenebilir. Onda çocukluk anıları<br />
bile olumsuz nitelikleriyle karşımıza çıkar. Hüseyin<br />
Su, ‘Yanağımda Dedemin Sakal İzleri’nde<br />
geniş bir ailede sevgi ve şefkat hissine boğulan<br />
mutlu bir torun portresi çizerken, Ayfer Tunç<br />
‘Fehime’de çalışmak zorunda kalan küçük bir erkek<br />
çocuğun, yaşlı bir turist tarafından tecavüze<br />
uğramasını konu alır.<br />
Ayfer Tunç ve Hüseyin Su’nun hikâyelerinde<br />
birbirlerinden farklı insan profili çıkartmalarında,<br />
yaşanılan çevre, din, gelenek, aile, kent, kasaba<br />
kültürü, eğitim düzeyi, toplumsal ahlâk anlayışı<br />
gibi pek çok değerin önemli bir rolü vardır. Ayfer<br />
Tunç’un insanları şehirlidir. Ailelerinden kopukturlar.<br />
‘Öte dünya’ kaygısı yaşamazlar. Hikâyelerinde<br />
genellikle Anadolu insanını çizmeye çalışan<br />
ve kişilerin çevresini köy, kasaba ve kırsal bölgelerle<br />
oluşturan Hüseyin Su, aileye ve manevî zenginliklere<br />
önem verir. Ancak, her ne kadar farklı<br />
nitelikte hikâye kişileri kurgulasalar da esasında
iki yazar da Türkiye gerçeğini yansıtırlar. Hüseyin<br />
Su ve Ayfer Tunç, bu ülkede ortaya çıkabilecek insanların<br />
hikâyesini yazmışlardır. Bunda oldukça<br />
da başarı sağlarlar.<br />
KAYNAKÇA<br />
“Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah Harmancı),<br />
Hece, S: 87, Mart <strong>20</strong>04.<br />
“Ayfer Tunç’la Söyleşi”, (Konuşan: Feridun Andaç), http: // www.<br />
40ikindi. Com / edebiyat / oku. php?id=327<br />
“Her Türlü Kaybetmişe İlgi Duyarım.” (Konuşan: Ilgın Sönmez), Akşam-lık,<br />
S: 86, 28 Aralık <strong>20</strong>03.<br />
“Hüseyin Su: Türk öykücülüğü kendi benine, kodlarına, diline yabancılaşıyor.”<br />
(Konuşan: Nalan Barbarosoğlu), Hürriyet Gösteri, S:<br />
277, Ocak <strong>20</strong>06.<br />
“Kendine Bir Öykü Yaratanlara Hayranlık Duyarım”, (Konuşan: Sırma<br />
Köksal), Picus, S:7, Şubat <strong>20</strong>04.<br />
“Yılın Sanat Olayları”, Milliyet Sanat, S: 231, Ocak <strong>19</strong>90, s. 3-4<br />
Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06.<br />
Ayfer Tunç, Evvelotel, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06.<br />
Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06.<br />
Ayfer Tunç, Taş-Kâğıt-Makas, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>05.<br />
Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı, Nehir Yayınları,<br />
İstanbul <strong>20</strong>05.<br />
Handan İnci Elçi, “Tunç’un Öykülerinde Deneyimin Aktarılışı”, Virgül,<br />
S: 78, Kasım <strong>20</strong>04.<br />
Hüseyin Su, “Öykümüzün Hikâyesi”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel<br />
Sayısı), S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00.<br />
Hüseyin Su, “Takvim Yırtıkları”, Hece, S: 85, Ocak <strong>20</strong>04.<br />
Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, <strong>19</strong>99.<br />
Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06.<br />
Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06.<br />
Necip Tosun, “Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç Öykücülüğü”,<br />
http: // tosunnecip. blogcu. com / 2952363<br />
Nurullah Çetin, “Hüseyin Su’nun Hikâyeleri”, Hüseyin Su Kitabı, Nehir<br />
Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05.<br />
Soruşturma, “Ayfer Tunç”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı),<br />
S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00.<br />
Soruşturma, “Hüseyin Su”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı),<br />
S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00.<br />
Şaban Sağlık, “Değerli Öyküler Yahut Hüseyin Su’nun ‘Gülşefdeli<br />
Yemeni’ Kitabındaki Öykülerde ‘Değerler”, Hüseyin Su Kitabı,<br />
Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05.<br />
323<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
SEVİNÇ ÇOKUM’UN<br />
MAĞRİP HİKÂYELERİ<br />
Özet: Bildiri konumuz, yazarın <strong>19</strong>94 yılında<br />
yaptığı Fas gezisinin ardından kaleme aldığı ve<br />
<strong>19</strong>98 yılında kitaplaşan Beyaz Bir Kıyı 1 isimli hikâye<br />
kitabıdır. Bu eserin Sevinç Çokum’un hikâye ve<br />
roman coğrafyasında ayrı bir yeri vardır. Hikâyelerinde<br />
daha çok orta sınıf insanın günlük yaşantısını,<br />
ruh hallerini, yaşadıkları geleneksel kokulu<br />
sokakları işleyen yazar, romanlarında tarihî zaman<br />
ve mekânı da kullanarak coğrafyasını Rumeli,<br />
Kırım, Anadolu ve Avustralya’ya genişletir.<br />
Çokum, Beyaz Bir Kıyı ile diğer eserlerinden farklı<br />
bir coğrafyaya, Mağrib-i Aksa’ya yani Fas’a açılır.<br />
Tabii yine şehirlere sokaklarından ve sokaklarında<br />
dolaşan insanlarından bakar.<br />
Biz bu bildirimizde kitaptaki hikâyeleri, çoğulcu<br />
(eklektik) inceleme yöntemiyle ele alacağız.<br />
Hikâyeleri üslubu, bakış açısı, zaman ve mekânın<br />
kullanımı, karakterler ve fikirler açısından değerlendirmeye<br />
çalışacağız.<br />
Anahtar kelimeler: Sevinç Çokum, Küçük<br />
Öykü, Bakış Açısı, Gelenek-Modernite,Üslup<br />
Sevinç Çokum, Beyaz Bir Kıyı, İstanbul 998, 2 s.<br />
324<br />
Öğr. Gör. İsa KOCAKAPLAN<br />
İstanbul Kültür Üniversitesi<br />
Magrib Stories Of<br />
Sevinç Çokum<br />
Abstract: The theme of our declaration is the<br />
book called “A White Coast”, which became a<br />
book in <strong>19</strong>98, after its author’s trip to Morocco in<br />
<strong>19</strong>94. This work has a very special place in Sevinç<br />
Çokum’s literal career. Although she is treats the<br />
daily life of middle class people, their moods, the<br />
streets that they live in which smell like tradition<br />
in her short short stories, at the same time she<br />
widens her geography to Rumelia, Crimea, Anatolia<br />
and Australia in her novels, with using historical<br />
constituents. With the book “A White Coast”,<br />
Çokum expands to a different geographics:<br />
She expands to Mağrib-i Aksa, known as Morocco.<br />
Certainly, she keeps on looking to the cities from<br />
the eyes of people who breathe in their streets.<br />
In this declaration, we will deal the included<br />
short short stories with the eclectic method of<br />
investigation. We will try to evaluate these stories<br />
in terms of stylistics, point of view, applications of<br />
time and places, characters and ideas<br />
Key Words: Sevinç Çokum, Short Short Story,<br />
Point of View, Tradition-Modernity, Stylistics
Sevinç Çokum yazı hayatına <strong>19</strong>72 yılında yazdığı<br />
bir hikâye ile girer: Bir Eski Sokak Sesi… Bu hikâye,<br />
Mehmet Çınarlı’nın çıkardığı Hisar Dergisi’nin Şubat<br />
<strong>19</strong>72 tarihli sayısında yayımlanır. Yazar aynı<br />
yıl, yazdığı hikâyeleri Eğik Ağaçlar isimli kitabında<br />
toplar. Bu, yazarın aynı zamanda ilk kitabıdır.<br />
Daha sonraki yıllarda yazar, bir yandan hikâye<br />
yazmayı sürdürürken, diğer yandan romanlar kaleme<br />
almaya başlar. Genelde hikâyeciler, romana<br />
geçtikten sonra bir daha hikâyeye dönmek istemezler.<br />
Onlar için hikâye, aşılması gereken bir<br />
menzildir, aşıldıktan sonra da roman yoluna girerler<br />
ve o yolda devam ederler.<br />
Sevinç Çokum, hikâye ile romanı beraber götürebilen<br />
yazarlardandır. Eserlerine bir göz attığımızda<br />
bu durumu açıkça görürüz:<br />
Hikâyeleri:<br />
Eğik Ağaçlar (<strong>19</strong>72), Bölüşmek (<strong>19</strong>74), Makina<br />
(<strong>19</strong>76), Derin Yara (<strong>19</strong>84), Onlardan Kalan (<strong>19</strong>87).<br />
Bu kitaplar birleştirilerek, Bir Eski Sokak Sesi,<br />
Evlerinin Önü, Onlardan Kalan adlarıyla Ötüken<br />
Yayınlarınca yeniden yayımlanır (<strong>19</strong>93). Rozalya<br />
Ana ( <strong>19</strong>93), Beyaz Bir Kıyı (Fas’ta geçen hikâyeleri<br />
<strong>19</strong>98), Gece Kuşu Uzun Öter (<strong>20</strong>01).<br />
Romanları:<br />
Zor (<strong>19</strong>77), Bizim Diyar (<strong>19</strong>78), Hilâl Görününce<br />
(<strong>19</strong>84), Ağustos Başağı (<strong>19</strong>89), Çırpıntılar (<strong>19</strong>91),<br />
Karanlığa Direnen Yıldız (<strong>19</strong>96), Deli Zamanlar<br />
( <strong>20</strong>00), Gülyüzlüm (Tefrika roman olarak yazılışı<br />
<strong>19</strong>88, kitaplaşması <strong>20</strong>03 ), Gece Rüzgârları<br />
(<strong>20</strong>04), Tren Burdan Geçmiyor (<strong>20</strong>07).<br />
Gazete Yazıları:<br />
Güzele Bakan Karınca (<strong>19</strong>97), Vaktini Bekleyen<br />
Tohum (<strong>20</strong>00).<br />
Anlatı: Hevenk- Kayıp İstanbul (<strong>20</strong>03).<br />
Radyoya Uyarlanmış Eserleri:<br />
Atatürk’le Mülâkatlar ( Prof. Dr. İnci Enginün’le<br />
birlikte), Hilâl Görününce, Ağustos Başağı (İstanbul<br />
Radyosu ).<br />
325<br />
Televizyona Uyarlanmış<br />
Eserleri:<br />
Beyaz Sessiz Bir Zambak TRT 2 de, Yeniden<br />
Doğmak adlı 4 bölümlük dizisi TRT 1 de yayınlanır.<br />
2<br />
Bu tablo bize, Sevinç Çokum’un verimli bir yazar<br />
olmasının yanı sıra, edebî türlerde ilgi alanının<br />
hayli geniş olduğunu da gösterir.<br />
Yukarıdaki listeye göre yazarın son hikâye kitabı<br />
<strong>20</strong>01 yılında, son romanı ise <strong>20</strong>04 yılında yayımlanmıştır.<br />
Sevinç Çokum hâlen Türk Edebiyatı,<br />
Varlık, Gösteri gibi dergilerde hikâyelerini yayınlamayı<br />
sürdürmektedir.<br />
<strong>19</strong>72 yılında başlayan ve 35 yıldır devam eden<br />
yazarlık süreci, Sevinç Çokum’a edebî hayatımızda<br />
seçkin bir yer kazandırmaktadır. Çokum kolaya<br />
kaçmayan, insanın iç dünyasının derinliklerine<br />
dalan, söz sanatlarını tabii olarak taşıyan üslubu;<br />
hikâye ve romanlarını teknik açıdan titizlikle örüşü,<br />
slogan düzeyine asla inmeyen millî hassasiyeti<br />
ile araştırıcıların dikkatini daima üzerine çekecek<br />
bir yazar olarak görünmektedir.<br />
***<br />
Bildiri konumuz, yazarın <strong>19</strong>94 yılında yaptığı<br />
Fas gezisinin ardından kaleme aldığı ve <strong>19</strong>98 yılında<br />
kitaplaşan Beyaz Bir Kıyı isimli hikâye kitabıdır.<br />
Bu eserin onun hikâye ve roman coğrafyasında<br />
ayrı bir yeri vardır. Hikâyelerinde daha çok<br />
orta sınıf insanın günlük yaşantısını, ruh hallerini,<br />
yaşadıkları geleneksel kokulu sokakları işleyen<br />
yazar, romanlarında tarihî zaman ve mekânı da<br />
kullanarak coğrafyasını Rumeli, Kırım, Anadolu ve<br />
Avustralya’ya genişletir. Çokum, Beyaz Bir Kıyı ile<br />
diğer eserlerinden farklı bir coğrafyaya, Mağrib-i<br />
Aksa’ya yani Fas’a açılır. Tabii yine şehirlere sokaklarından<br />
ve sokaklarında dolaşan insanlarından<br />
bakar.<br />
Sokak, Sevinç Çokum’a bize söylediklerinden çok<br />
farklı şeyler söyler. Kapı önlerinde oturan kadınların<br />
gündelik hareketlerinden herhangi biri, yazarı,<br />
o kişilerin iç dünyasına götürmeye yeter. “Sokak”<br />
unsurunun yazarın sanatında ne kadar önemli ol-<br />
2 İhsan Işık, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi,<br />
C. 3, Ankara <strong>20</strong>06; http://www.sevinccokum.info/tr/Eserleri/c.85.html,<br />
Erişim tarihi: 2.09.<strong>20</strong>07<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
duğunu anlamak için ilk hikâyesinin adına bakalım:<br />
Bir Eski Sokak Sesi… Yazar daha sonra <strong>19</strong>90’lı<br />
yıllarda hikâye kitaplarını yeniden yayımlarken,<br />
Eğik Ağaçlar ve Bölüşmek isimli kitaplarını tek kitap<br />
halinde birleştirir ve ona Bir Eski Sokak Sesi<br />
adını verir. <strong>19</strong>72 yılından 21 yıl sonra ilk hikâyesinin<br />
isminde karar kılar. Bu, yazarın, sokağı yaşayan<br />
canlı bir varlık, insanların ruhunu yansıtan bir<br />
ayna olarak kabul ettiğini gösterir. Beyaz Bir Kıyı<br />
isimli kitapta da bu bakışa sık sık rastlayacağız.<br />
Eser, 13 hikâyeden meydana gelir:<br />
1. Güle Adanmış Satırlar<br />
2. Kalbimde Ziryab’ın Şarkıları<br />
3. Yoksulluğun Güleryüzü<br />
4. Duygu Çağıymış o Çağ<br />
5. Attarin Sokağı<br />
6. Râyihası Uçmuş o Gülün<br />
7. Bedevî Duygularla<br />
8. Endülüs Kavşağında<br />
9. Âhım<br />
10. Uzun Kalan Güneş<br />
11. Aziz’in Seccadesi<br />
12. Çarşı ve Satıcı<br />
13. Naime’yle Son Buluşma<br />
Bu hikâyelerin hemen tümü; günlük hayattan<br />
kesitleri anlatmasıyla, yoğun ve çağrışım dolu<br />
üslubuyla, anı yaşarken birden tarihî zamana, ardından<br />
sonsuza uzanıvermesiyle, sıradan insanları<br />
derinliğine inceleyen bakışı ile günlük hayatın<br />
anlarından ve kesitlerinden yola çıkarak, hayatın<br />
bütününü kucaklayan çıkarımlar yapmasıyla ve nihayet<br />
iç konuşmaları, geriye dönüşleri, fikir uçuşmalarını<br />
taşıyan pasajları ile (Âhım isimli hikâye<br />
fikir uçuşmalarına çarpıcı bir örnektir) küçük öykü<br />
sınıflamasına sokabileceğimiz metinlerdir.<br />
Bu metinlerin, yazarın Fas gezisi sonunda ortaya<br />
çıktığını belirtmiştik. Fas’ın Rabat, Sali, Marakeş,<br />
Fes şehirleri, sokakları, çarşıları ve içindeki<br />
insanlarıyla metinlerde yerlerini alırlar. Kitaptaki<br />
hikâyelerin zengin çağrışımlarla yüklü olduğunu<br />
bir kere daha söyledikten sonra, metinleri oluşturan<br />
katmanlara kuşbakışı göz atalım:<br />
Bu metinlerin bir katmanında “Gül” sembolü etrafında<br />
Hz. Muhammed sevgisi vardır. Kitabın ilk<br />
hikâyesinde görülen derviş ve yazdığı Güle adanmış<br />
Satırlar kitabı, dervişin, Hz. Peygamber izin-<br />
326<br />
deki yolculuğunu derinlemesine işler. Onun bu yolculuk<br />
sırasında savrulduğu ruh hâlleri, Çokum’un<br />
derinlikli üslubu ile dile gelir. Aziz’in dedesi İbrahim<br />
Aşir hikâyeler boyunca bu yolculuğu, tasavvufi<br />
duyarlılığı, dünya varlığından soyutlanmayı, bir<br />
nevi melâmeti, kişiliğinde toplayan bir tip olarak<br />
karşımıza çıkar. Öldükten sonra da geride kalanlara<br />
yol göstermesi, yaşayanlar üzerindeki tasarruf<br />
gücünün sezdirilmesi (torunu Aziz başına buyruk<br />
bir gençlikten, sarhoşluktan ve aşk derdinin kendisini<br />
düşürdüğü sefih hayattan dedesinin etkisi<br />
ile kurtulur.), onu bir veli mertebesine çıkarır.<br />
Bir katmanda Naime ile Aziz’in aşkı durur. Yazar<br />
bu aşkı zaman zaman masallaştırır, zaman zaman<br />
geleneğe bağlar. Bazen Naime Hüsn, Aziz ise Aşk<br />
olur. Bu yolla Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk mesnevisine<br />
ve Muhabbetoğulları kabilesine göndermeler<br />
yapılır.<br />
Başka bir katmanda gelenek (bedevilik)-modernlik<br />
çatışması sürer gider. Naime modern giyinen,<br />
modern dünyanın dayattığı yaşama tarzına<br />
karşı duramayan, gelenekten kopmuş tipi temsil<br />
eder. Kocası Aziz ise, gençliğinde yalpalasa da<br />
orta yaşlarında gelenekselliği yansıtan, dedesi İbrahim<br />
Aşir’in kendisine bıraktığı kitapları okuyan,<br />
ondan Hz. Peygamber sevgisini tevarüs eden bir<br />
tiptir. Aziz bol kitap okumasının yanında hikâye ve<br />
na’tlar da yazar.<br />
Diğer bir katman tarihsellik ve köklere bağlılıktır.<br />
Yazar bize bu mesajları, Endülüs göçmeni bir<br />
ailenin neslinden gelen İbrahim Aşir; Rabat, Sale,<br />
Marakeş ve Fez’de yer alan tarihî eserler, şehirlerin<br />
geleneksel dokuyu taşıyan mahalleleri, çarşıları;<br />
bu mekânlarda dolaşan insanların kıyafetleri<br />
ve tarihî kişiler yoluyla verir. Modern hayat tarzını<br />
benimsemiş Naime bir mimardır aynı zamanda.<br />
Tarihî eserleri mimarî açıdan inceleyen birisidir.<br />
Ama “hendeseden âbide” zannedilen o eserlerin<br />
taşıdığı ruhu Naime’ye, tanımadığı bir ihtiyar, yazara<br />
göre İbrahim Aşir fısıldar. Bazen bir seccade<br />
(Aziz’in seccadesi) Fas’ı bütün varlığıyla Endülüs’e<br />
bağlar.<br />
Nihayet, sömürgecilik ve sömürülenlerin, kendilerini<br />
sömürenlere karşı duydukları hayranlığın<br />
tenkidini de bir katman olarak görebiliriz.<br />
Naime’nin babası Raşid, Fas’ın Fransız boyundu-
uğundan kurtulması için savaşanlardandır. Ama<br />
şehrin lüks ve batılı bir semti olan Sen Royal’da<br />
oturur. Kızı Naime’yi çok sevdiği ve çok iyi tanıdığı<br />
halkının içinde yetişmiş bir delikanlıya vermek<br />
istemez. Bu aşkın farkına vardığında kızını, akrabasından<br />
Macid isimli bir delikanlı ile nişanlamak<br />
yoluna gider. Bu, ironik bir durumdur.<br />
Bu katmanların hepsini çoğu zaman aynı hikâyede<br />
bulmak mümkündür. Bunun üzerine yazarın<br />
kendini, Naime’yi, Aziz’i, İbrahim Aşir’i, kitapçıyı ve<br />
dervişi ruhlarının derinliklerine kadar kurcalayan<br />
dikkatini eklersek, metinlerin yoğunluğu hakkında<br />
biraz fikir verebiliriz.<br />
Eserdeki hikâyeler aslında dar bir şahıs kadrosunun<br />
üzerinde döner:<br />
Kendini Hz. Peygamber –eserde Şah Gül olarak<br />
sembolize edilir- aşkına adamış olan İbrahim<br />
Aşir ile geleneğe bağlılığı temsil eden torunu Aziz,<br />
hikâyelerin bir tarafında durur.<br />
Fas’ın Fransızlardan bağımsızlığını kazanmasında<br />
rol oynamış bağımsızlık savaşcısı Raşid ile<br />
onun modern tarzda yetiştirdiği ve mimar olan<br />
kızı Naime ise karşı kutbu temsil ederler.<br />
Bu iki kutup yaşayış tarzları, oturdukları semtler<br />
ve binalar, çevrelerindeki insanlar, şehirlerin geleneksel<br />
ve yeni dokuları, bu dokularda yer alan,<br />
onları yaşayan unsurlar hâline getiren kişiler ile<br />
desteklenirler. Yazar ise bu iki kutbu gözlemleyen,<br />
kendi adına değerlendirmeler yapan, bununla kalmayarak<br />
bazen İbrahim Aşir, bazen Naime, bazen<br />
Raşid, bazen de Aziz’in kisvesine girerek onların<br />
ağzından konuşan bir konumdadır.<br />
Sevinç Çokum hikâyelerinde hemen hemen<br />
bütün bakış açılarını kullanır. Üçüncü Kişi bakış<br />
açısında devam ederken, birden birinci kişi bakış<br />
açısına döndüğünü ve kendisini devreye girdiğini<br />
görürüz. Bunu kendi içine bakarken kullanır. Kitaptaki<br />
ilk hikâyesinde uyguladığı belgeden yararlanma<br />
tekniği, bir kitapçıda bulduğu Güle Adanmış<br />
Satırlar isimli eserle devreye girer. Kitabını okurken<br />
dervişi Birinci Kişi bakış açısı ile konuşturur.<br />
Kitaptan gözünü ayırdığı bölümlerde kendisi de<br />
aynı bakış açısını kullanır.<br />
İbrahim Aşir’i anlatırken daha çok Üçüncü Kişi<br />
327<br />
bakış açısını seçer. Bu, yazarlar için en rahat kullanılabilecek<br />
olan yöntemdir. Ama Sevinç Çokum<br />
tek bakış açısıyla yetinecek bir yazar değildir. Naime<br />
ve Aziz’in iç dünyalarına nüfuz etmeye kalktığı<br />
zamanlarda İkinci Kişi bakış açısını kullanmaya<br />
başlar. Burada şunu önemle belirtmek zorundayız;<br />
yazar diğer bakış açılarına göre zor olan bu<br />
bakış açısını gerçekten başarı ile kullanır.<br />
Eserin 9. hikâyesi, “ Âhım” başlığını taşır ve fikir<br />
uçuşmasının son derece başarılı bir örneğidir. Bu<br />
metin hikâyeden çok, tiyatro eserlerinden alınmış<br />
bir tiradı andırır. Bütün bu hikâyelerde yazar<br />
kesitleri, olayları anlatırken, kahramanlarının iç<br />
dünyalarına alabildiğine girerken her şeyi bilen<br />
bir anlatıcı tavrını hiçbir zaman terk etmez. Çoğunlukla<br />
Üçüncü Şahıs bakış açısı ile birlikte yürüyen<br />
“tanrısal” veya “olimpik” tavır, Çokum’un<br />
kullandığı bütün bakış açılarında kendini gösterir.<br />
Gerçek hayatta, belki de birkaç saat birlikte olduğu<br />
kahramanlarının evvelini-ahirini bilir. Düşünce<br />
ve ruh dünyalarının en ince noktalarına kadar<br />
gider. Onların zihinlerini okur. İç konuşmalar, geriye<br />
dönüşler üslubunun ağırlıklı bölümünü teşkil<br />
eder. Çokum’un hikâyelerinde en az rastlanan şey<br />
diyalogdur. O, monologu tercih eder. Bu, yazarın<br />
olimpik tavra ne kadar bağlı olduğunun bir göstergesi<br />
olarak kabul edilebilir. Son olarak Sevinç<br />
Çokum’un bu metinlerinde manzum bölümlerin<br />
bulunduğunu da belirterek bakış açısı konusunu<br />
bitirelim.<br />
Hikâyelerdeki zamanın ortak özellikler taşıdığını<br />
söyleyebiliriz. Metinlerin çoğunda yazarın belki<br />
de 10 gün süren gezisi sırasında, bazı günler ikindi<br />
sonrası başlayan ve gün batımına kadar devam<br />
eden birkaç saatlik süre söz konusudur. Bazen<br />
gece de kozmik zaman olarak yer alır. Yazar bu<br />
kısa zaman parçalarında Naime’nin çocukluğuna,<br />
genç kızlığına, evliliğine, iş hayatına ait zamanlara,<br />
iç konuşmalar yoluyla kolaylıkla gider. Geriye<br />
dönüşleri, halihazırdaki zamanı sonsuza doğru aşmak<br />
için başarı ile kullanır. Aynı teknik Aziz’le ilgili<br />
olarak da kullanılır. Bu iki kişinin kapladığı zaman<br />
boyutu yaşadıkları hayat süresi kadardır.<br />
İbrahim Aşir söz konusu olduğunda ise zaman<br />
alabildiğine genişler. Zira o, 500 yıl önce<br />
Endülüs’ten batılıların zulmü sebebiyle göç etmiş<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
bir aileye mensuptur. Okuduğu kitaplar, annesinin<br />
dokuduğu seccade üzerindeki nakışlar ve tarihi<br />
eserler yoluyla, İbrahim Aşir’in zamanı 8. yüzyıla<br />
kadar uzanır. Onun yaşadığı zamanın bir başka<br />
boyutu daha vardır. Hayatını Şah Gül’ü aramaya<br />
adayan bu derviş, bir peygamber âşığı olması bakımından<br />
da asr-ı saadet’e kadar uzanan bir zaman<br />
genişliği içinde ele alınır.<br />
Hikâyelerde dolaşılan tarihî mekânlar da zamanı,<br />
inşa edildikleri tarihe kadar götürürler.<br />
Sevinç Çokum zamanı derinleştirmede medrese,<br />
cami, türbe, eski çarşılar ve sokaklardan çok yararlanır.<br />
Tarihi kişiler de hikâyelerde aynı işlevi<br />
görürler. Fez şehrinde El Karaviyyin Câmii, İdrisi<br />
Hanedanı, Murabıt Hükümdarı Yusuf bin Taşfin’in<br />
türbesi, Attarin Sokağı; Marakeş’te Kutubiye Câmii,<br />
Tecemmu Meydanı, Kapalı Çarşı, Endülüs,<br />
Elhamra, Kurtuba, Gırnata, Sierra Neveda, Sidi<br />
Harezm’in Türbesi, Beşinci Muhammed’e oğlu<br />
Kral II. Hasan’ın yaptırdığı muhteşem türbe vb. tarihi<br />
eserler ve kişiler, zamanı genişleten unsurlar<br />
olarak hikâyelerde yer alırlar.<br />
Hikâyelerdeki Olay Örgüsü<br />
Kitapta bulunan 13 hikâyenin asıl kahramanları<br />
ortaktır. Bunları daha önce Yazar, İbrahim Aşir,<br />
Naime ve Aziz olarak sıralamıştık. Bu kişilere ek<br />
olarak, gereken bölümlerde ve yerlerde Aziz’in<br />
babası Terlikçi Halil, annesi Malika; Naime’nin babası<br />
Raşid, nişanlandığı akraba genç Macid; şehir<br />
çarşılarındaki esnaf, Ekmekçi Kız, Mumcu Zahia,<br />
Endülüs müziğinin önemli ismi Ziryab, Faslı şarkıcı<br />
Sabah Fahri, Kör dilenciler, İbrahim Aşir’in annesi,<br />
Faytoncu ve Türkiye hayranı garson Abdülgaffar<br />
yer yer görünürler.<br />
Aziz’le Naime’nin tanışmasını sağlayan Aziz’in<br />
papağanı, Fez şehrinde Karaviyyin Câmii avlusundaki<br />
zerzur kuşları ve Hz. Peygamberi sembolize<br />
eden gül motifi, halihazırı Endülüs’e bağlayan seccade,<br />
kişilerin ruh dünyalarının yansıtılmasında<br />
hayli etkili unsurlardır.<br />
Sırasıyla hikâyelerin ilerleyiş plânlarını kısaca<br />
şöyle verebiliriz:<br />
328<br />
1. Güle Adanmış Satırlar 3<br />
Bu hikâyede yazarın, Güle Adanmış Satırlar<br />
isimli kitabı bulması ve onu okuması anlatılır.<br />
Yazar, Fas’ta (Rabat) bir kitapçıdadır. Çarşıda,<br />
haşlanmış nohut, kızartma, işkembe, baş, tütsü<br />
kokuları birbirine karışmaktadır. Bunların arasından<br />
bir esans kokusu duyar. Kitapçı esansçının<br />
yanı başındadır. Dükkâna girer, kitaplara bakmaya<br />
başlar. Konuşmaya başlayınca kitapçının bilge bir<br />
kişi olduğunu anlar. Eline Güle Adanmış Satırlar<br />
isimli bir kitap alır, kitabın arasından bir gül düşer.<br />
Gezgin bir dervişin notlarının basılmış hâli olan bu<br />
kitabı okuyana, hediye olarak bir gül verilmektedir.<br />
Derviş yazarın hayalinde “Horasanî sarıklı bir<br />
Yunus Emre” olarak canlanır. Yazar kitabı okumaya<br />
başlar. 4<br />
Derviş kendini güle adamıştır. Gül, Hz. Peygamberi<br />
sembolize eder. Yazar kitabı okumaya koyulur.<br />
Derviş, gülün aşkı ile saman çöpü gibi olan bedenini<br />
diyardan diyara savurur. Nihayet bir sabah<br />
şafakla o gülün dünyasına girer ve varlığını yokluğunu<br />
o güle adar.<br />
Dervişin bu duyguları yazarı da etkisi altına alır.<br />
Kitabı okumaya devam eder. Derviş, tabiatın her<br />
unsurunda “gül destanını” okumaktadır. Gül sevgisi<br />
bütün hayatını, bütün dünyayı doldurur. Yeryüzünde<br />
yazılmış milyonlarca gül şiiri vardır. Âlemin<br />
temeli aşktır. Bütün yaratılmışları, Yaratan’dan<br />
ötürü sevdirir. Derviş, dağlar çöller aşarak o güle<br />
ulaşmaya çalışır.<br />
Gül (Hz. Muhammed) yalnızdır, birkaç arkadaşı<br />
ile yola çıkar, çöl, güneş, hicret, çileden çileye<br />
koşmak onun hayatının birer parçasıdır. Onu tanıdıktan<br />
sonra, onu sevdikten sonra insanın iradesi<br />
elden gider. O güle kavuşmak için diyar diyar<br />
dolaşır. Her zorluğa katlanır. İnsan bulunduğu karanlıktan<br />
sıyrılır, o gülün aydınlığına doğru koşar.<br />
Bir gül vurgunu hâline gelir. Bedenini yele verip,<br />
ruhu ile güle kavuşmak üzere aşkla hararetle güle<br />
gider.<br />
Dervişin yüreğindeki gül, kitabın sayfaları arasından<br />
yazarın avuçlarına doğar. Aynı sevda ya-<br />
3 Beyaz Bir Kıyı, s. 7- 5.<br />
4 Burada Cervantes’i hatırlamalıyız. O da Don Kişot isimli<br />
romanını, Arapça tutulmuş notlardan hareket ederek yazdığını<br />
söyler.
zarı da sarar.<br />
Hikâyede iki adet manzume vardır. Birisi gülün<br />
meziyetlerini anlatır (s. 11). Diğeri Güle hasreti,<br />
gülün çağrışımlarını ele alır (s.14). Hz. Peygamberin<br />
adının Arap harfleri ile yazılışı ise şu cümlelerde<br />
dile gelir.<br />
“ Dolaştım ülke ülke, dağ dağ, deniz deniz aradım.<br />
Çağırdı düşlerime açıp kollarını, çağırdı<br />
‘Gel’lerle. Elif elif dalıyla mimle mühürlenmiş dal<br />
üste gül. Gül’lerle karışmış mimlerle durur ayakta<br />
dal dal gül.” (s. 15)<br />
2. Kalbimde Ziryab 5 ’ın<br />
Şarkıları 6<br />
Hikâyede yazarın Naime ile Rabat’taki tarihi<br />
çarşıyı dolaşması ve çarşıya sinen Endülüs havası<br />
anlatılmaktadır. Bu atmosfer, Endülüslü meşhur<br />
müzik adamı Ziryab’ın şarkıları kullanılarak verilir.<br />
Yazar, akşam vakti Rabat’ta çarşıdadır. Mumcu<br />
kadının ellerinde renk renk mumlar vardır.<br />
Naime, burada hikâyeye girer. Yazara Mağrip<br />
çarşılarını sevdiren odur. Naime de yazarın etkisiyle<br />
İstanbul’u sevmiştir. Yazar, mumcu kadın<br />
Zahia’nın elindeki mumlardan Endülüs’ün portakal<br />
ve yasemin yüklü bahçelerine uzanır. Şimdi<br />
artık hayal olan bahçelerine. Mumcu kadının bilge<br />
bir tarafı vardır. Naime akşama doğru çarşıya çıktığında<br />
ona mutlaka uğrar, avucuna dirhemler boşaltır.<br />
Zahia bu modern hanımla Fransızca birkaç<br />
kelime konuştuktan sonra, ona Arapça hikmetli<br />
sözler söyler. Meselâ “ Li kulli zemanun ricâluhu”<br />
sözü bunlardan biridir. Bu söz, “Her devrin kendine<br />
göre adamları vardır.” anlamına gelir (s. 17).<br />
Akşam birden yağmur bastırır. Ama telaşlan-<br />
5 ZİRYAB (Ebülhasan Ali bin Nafi)- Arap müzikçi (Irak 789-<br />
Kurtuba 857) İshak el-Mavsili’nin (767-850) öğrencisi idi.<br />
Bağdat’tan ayrılarak Müslüman Batı’ya gitti ve Abdurrahman<br />
II’nin hükümdarlığı döneminde (822-852) önce Keyrevan’a,<br />
ardından Kurtuba’ya yerleşti.<br />
Ezgileriyle birlikte on bin şarkıyı ezbere bilecek derecede güçlü<br />
bir hafızası vardı. Müslüman İspanya’nın müzik geleneklerini kurdu<br />
ve çağının sanatını derin bir biçimde etkileyen bir çok reform<br />
yaptı. Özellikle ses sınavına ve eğitim yöntemlerine, andalucia<br />
müzik gösterisinin (nuba) iyi düzenlenmiş dört bölüm biçiminde<br />
saptanmasına, ud yapımıyla ve eski tahta mızrap yerine kartal<br />
teleğinden kesilmiş bir mızrabın geçirilmesiyle ilgili yeniliklere<br />
yönelik eğitbilim uygulamalarına yol açtı. (Büyük Laraousse, C.<br />
24, İstanbul 992)<br />
6 Beyaz Bir Kıyı, s. 6-24.<br />
329<br />
mazlar, yağmuru üstlerine giymeye çalışırlar<br />
(s.17). Yağmur hızlanınca bir gözlemeci veya şebbakiyeci<br />
dükkânına sığınırlar. Tıpkı yazarın çocukluğunda<br />
Fatih’te gittiği dükkâna benzer bunlar.<br />
Kayısılı revani satan mavi küçük dükkâna (s.17).<br />
Kemerli, revaklı çarşıda yürüdükçe, vaktin ilerlemesi<br />
ile beraber satıcıların da ortadan çekildiklerini<br />
görürler. Koşar adımlarla çarşı içinde yürürlerken,<br />
Naime arada bir kaybolur. Bir şeyler satın<br />
alır.<br />
Naime, fakülte mezunu aydın bir kadındır, ama<br />
yakınlarına hediye almak, dilencilere para vermek,<br />
düşkünlere yardım etmek gibi geleneksel<br />
alışkanlıklardan sıyrılamamıştır (s. 18).<br />
Ama Naime’nin göremedikleri de vardır.<br />
Marakeş’te, Ebü’l Abbas Sebtî türbesinin avlusunda<br />
ilahi söyleyen körlerin tekrar ettikleri şu mısraları<br />
hatırlar yazar:<br />
Gözlerimiz ebediyen ışıksız<br />
Ama kalbimiz uyanıktır. (s.18)<br />
Aydın bir kadın olan Naime de Rabat’ta bu sokaklarında<br />
biraz Berberî, biraz Emevî olarak büyümüştür.<br />
Bir ailenin dört çocuğundan biridir. Şehrin<br />
lüks semtleri (Sen Royal) kadar, halkın yaşadığı<br />
Medinelerin (eski şehir) halkını da tanır. Babası<br />
Raşid, bütün çocuklarına, açlıkla-tokluğu, varlıklayokluğu<br />
öğretmiştir. Ülkenin Fransız müstemlekesi<br />
olduğu yıllarda yetişmiştir Naime (s. <strong>19</strong>).<br />
Babası Raşid, bağımsızlık savaşçısıdır. Naime de<br />
bağımsızlık düşüncesine hayrandır.<br />
Çarşıda ekmek satan güzel kız, eski zamanların<br />
sultan sarayına yakışır. Babası Sali (Rabat yakınlarında<br />
bir kıyı şehri) balıkçılarından birisidir bugün.<br />
Bir gece geçtikten sonra, ertesi sabah Naime’nin<br />
evden çıkışı, kocası Aziz’in elindeki sigara ve çökkün<br />
yüzü ile ona pencereden seslenişi tasvir edilir.<br />
Aziz hikâye yazmaktadır. Aziz kırkına varmadan<br />
çökmüş, alkol içen biri hâline gelmiştir. Ama<br />
Naime’yi sever, Naime de onu.<br />
Yazar, Naime ile yağmurlu bir günde çarşıda<br />
gezerken Türkçe sorar: Bu ne tatlısı? Naime<br />
Arapça cevap verir: Brivat (s.21). İkisi de farklı<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
dil konuşmalarına rağmen ne güzel anlaşmışlardır.<br />
Çarşıdan bir çaydanlık alırlar. Eve gidip nane<br />
çayı içerler. İkisi de mutludur. Naime çaydanlığı<br />
yazara hediye eder. Yazar, tekrar yağmurlu güne<br />
geri döner. Çarşıda yürüyüşleri, yağmurun dinişi,<br />
Naime’nin kendi dilencilerini bularak onlara sadaka<br />
verişi anlatılır. Çarşı dilencilerle doludur. Naime<br />
Zahia’dan iki mum alır. Çarşıdaki inanlar Endülüs<br />
yorgunudur. Bir sürgünden artakalan çökük<br />
omuzları takınmışlardır.<br />
Hocası İshak 7 ’ın (İshak el-Mavsili 767-850) hasedi<br />
ile sürgüne gönderilen Ziryab’ın (Ebülhasan Ali<br />
bin Nafi, Arap müzikçi, Irak 789- Kurtuba 857) beş<br />
telli udunun sesini yazar sokaklarda duyar gibidir.<br />
Mekânlar birbirine girer. Rabat’tan okyanus kıyısına<br />
uzanır yazar. Medine boşalır. Cellâbeli insanlar<br />
sokaklarda kapıların ardında kaybolurlar. Şarkılar<br />
susar. Yazar ve birkaç satıcı kalır ortalıkta, güzel<br />
şeyler kaybolunca yazarın gölgesi de solar. O da<br />
sokaklardan ayrılır.<br />
3. Yoksulluğun Güleryüzü 8<br />
Hikâye, yoksul ama mutlu bir hayat yaşayan İbrahim<br />
Aşir’in kişiliği, torunu Aziz ve çevresindekilerle<br />
ilişkileri üzerine kuruludur.<br />
Yazar ve Naime yine yeşil bir faytondadırlar.<br />
Belki Aziz de oradadır. İkindi sonrası şehri dolaşmaktadırlar.<br />
Arabada yaptıkları sohbet yazarı,<br />
Naime’nin ve Aziz’in çocukluğuna götürür. Naime<br />
zengin ailenin kızı, Aziz ise terlikçi Habib’in oğludur.<br />
Ehl-i Sale’den İbrahim Aşir (Aziz’in dedesi)<br />
500 yıl önce Endülüs’ten göç eden bir ailenin çocuğudur.<br />
Sale’de avlularda kedileri besleyen bir<br />
ihtiyardır İbrahim Aşir. Bazen elinde 4 Lu balığı<br />
ile geldiği zaman, oğlunun evine teklifsizce girebilir.<br />
Elinde yiyecek getirmediği zamanlar bu rahat<br />
7 İSHAK el-Mavsili (Arap şarkıcı ve besteci, Rey 767-<br />
Bağdat 850), İbrahim Mavsili’nin oğlu. Çok iyi eğitim gördü.<br />
Babasından sonra üvey kardeşi Zelzal ve Atika binti Şu’be’den<br />
müzik öğrendi. Olağanüstü sesi ve usta işi besteleri ile büyük ün<br />
kazandı. Harunreşit’ten el-Mütevekkil’ e kadar bütün halifelerin<br />
gözdesi idi. El- Memun, onun bir fıkıh bilgini gibi giyinmesine izin<br />
verdi. İbrahim el-Mehdi’nin kuramlarını benimseyen yeni üslupçularla,<br />
Hicaz müziğini savunan gelenekçiler arasındaki çekişmede<br />
ateşli bir biçimde gelenekçileri destekledi ve eski makamları<br />
sistemleştirdi. Geleneğe olan bu coşkulu bağlılığını şiirde de<br />
gösterdi. Şiirlerinde eski temaları ve eski üslubu kullandı. Çok<br />
yolculuk eder ve çok okurdu. Müzik ve müzikçiler üzerine bir çok<br />
kitap yazdı. El- Vesik’in emriyle babasının hazırladığı 00 şarkılık<br />
seçkinin yerine, daha güzellerini koyarak yeni bir seçki hazırladı.<br />
(Büyük Laraousse, C. , İstanbul 992)<br />
8 Beyaz Bir Kıyı, s.25-32.<br />
330<br />
tavrı sergileyemez. Zira gelini Malika (Aziz’in annesi),<br />
kayınpederine karşı biraz soğuktur.<br />
Üç kardeşin en küçüğü olan Aziz’in çocukluğu ve<br />
delikanlılığı, Rabat Kalesi’nin Küdaya Kapısı civarında<br />
geçmiştir. Annesi Malika, çapkın kocasından<br />
çok çekmiş bir kadındır. Evin bütün işi –çarşı dahil-<br />
onun üzerindedir. İbrahim Aşir, kendi devamını<br />
torunu Aziz’de görür. Atalarının içinde Kurtuba<br />
kütüphanelerinde yetişmiş pek çok bilge kişinin<br />
bulunduğunu söyler. Aziz’de bilgelik ışığı gördüğünden,<br />
kitaplarını ona bırakmak ister.<br />
Aziz delikanlılığında Rabat plajında top oynar,<br />
eğlenmeyi sever. Dedesi ona görünmeden yakınından<br />
geçer gider yıllarca. Oysa İbrahim Aşir’in<br />
bilge bir kişi olduğunu herkes bilmektedir. O,<br />
Rabat’la Sale’yi ayıran Selu nehrinin öte yakasında,<br />
yani Sale şehrinde oturur.<br />
Mevlid gecelerinde torununa fener yapar. Mevlid<br />
kandilini kutlarlar. Bu âdetin Fas’a Osmanlılardan<br />
geldiğini bilirler. Sale’de Abdullah bin Hassun, Sidi<br />
bin Aşir’in türbeleri vardır. Mevlid gecelerinde düzenlenen<br />
bu fener alayları İbrahim Aşir’i Endülüs’e<br />
bağlar. İbrahim Aşir’in yükü ağırdır, çünkü sevgiler<br />
taşır. Etrafına şefkat ve sevgi dağıtır, düşkünlere<br />
yardım eder. Torununa evliya menkıbeleri anlatır.<br />
Çöl aslanlarının koruduğu velîlerden söz eder. Ebu<br />
Ya’za Mağribi bunlardan biridir. Aslanlara, kuşlara<br />
hükmeden, onlarla anlaşan bir veli…<br />
Yalnız Aziz’in annesi Malika, bazen İbrahim Aşir’i<br />
sofralara isteksiz çağırır. Babası suskundur. Dedesi<br />
de bu suskunluğa uyar. Ama Aziz’le konuştuğu<br />
zamanlar, bütün bir Endülüs medeniyetini ona<br />
aktarma aşkı ile dolu olduğu görülür. Kurtuba, Elhamra,<br />
İşbiliye bütün güzellikleri ve eserleri ile bu<br />
konuşmaların konusunu oluşturur. Aziz, dedesinin<br />
âdeta 8. asırdan beri yaşayan biri olduğunu düşünmeye<br />
başlar. Bir gün İbrahim Aşir’in Sale’deki<br />
evi, düş ve masal gibi kalır. Aziz’in dedesi ölür.<br />
Aziz artık dedesini rüyalarında görür, kandil gecelerinde<br />
düzenlenen fener alaylarında onun da<br />
bulunduğunu düşünür. Esen rüzgâr, sokaklar hep<br />
İbrahim Aşir’in hayaliyle doludur.<br />
4. Duygu Çağıymış O Çağ 9<br />
Hikâyenin başlığı ile, içeriği arasında bağlantı<br />
9 Beyaz Bir Kıyı, s.33-42.
vardır. Metinde, Naime ile Aziz’in ilk karşılaşmaları<br />
ve birbirlerine âşık oluşları anlatılmaktadır.<br />
Babaları küçük dükkânda terlik işlerken Aziz ve<br />
kardeşi Fazıl dışarıda iplik tutarlar. Aziz bir yandan<br />
da hayal kurmaktadır. Bu sırada terlikçi dükkânına<br />
dadısı ile birlikte genç bir kız gelir.<br />
Bu, Aziz’in Naime’yi ilk görüşüdür. 17 yaşındaki<br />
Aziz içinde bir şeylerin kıpırdandığını hisseder.<br />
Naime bir süre sonra dükkâna tekrar gelir. Aziz’in<br />
bir papağanı vardır, sürekli onun adını tekrar eder.<br />
Naime “nar dizisi gülüşlerle” papağana bakmaktadır.<br />
Papağan sürekli “Aziz… Aziz…” diye seslenmektedir.<br />
Sonunda Naime dayanamayıp sorar:<br />
“-Kim bu Aziz?” Aziz coşku ile cevap verir:<br />
“- Benim.”<br />
Kız dadısının uyarısı üzerine terliklere bakmaya<br />
başlar. Aziz, Naime’ye vurulmuştur.<br />
“Naimeler Rabat’ın Fransız eli değmiş yakasında<br />
bulvarın seslerine açık ak bir apartmanda”<br />
oturmaktadır. Yazın Marakeş’e giderler. Aziz<br />
de onun ardından, Marakeş’te bulunan halasının<br />
evine gider. Naime’nin kaldığı evi arar. Bulamaz.<br />
Gördüğü rüyayı bir rüya tabircisine anlatır (s. 38).<br />
Tabirci Aziz’e, anahtarla kapıyı açacağını söyler.<br />
Aziz onu, dedesi İbrahim Aşir’e benzetir.<br />
Aziz Rabat’a dönünce Naime’yi görür. Naime<br />
de Aziz’e âşıktır. Babası Raşid bunu öğrenince<br />
terlikçi dükkânına gider, durumu inceler. Halkını<br />
sevmektedir ama, söz konusu kızı olunca, onu<br />
Aziz’le evlendirmek istemez. Naime’yi bir başkası<br />
(akrabaları Macid) ile nişanlarlar. Aziz’in ruhu bedeninden<br />
ayrılmış gibidir. Kendini içkiye verir. Bir<br />
gece eve gelmez. Aziz’in annesi, babası kardeşleri<br />
onu ararlar, ama bulamazlar.<br />
En son dedesi İbrahim Aşir, eline Mevlid Kandili<br />
günlerinde yaktıkları feneri alır, Aziz’i aramaya<br />
çıkar. Eski şehri dolaşmaya koyulur. Torunu Aziz<br />
bir torba kemik hâlinde kaldırımda yatmaktadır.<br />
Cellâbesini giydirerek, Aziz’i evine geri getirir.<br />
5. Attarîn Sokağı 10<br />
Hikâye’de akraba gençle nişanlanan Naime’nin<br />
tereddütleri ile Aziz’in yürek yangınları tarihi bir<br />
0 Beyaz Bir Kıyı, s.43-50.<br />
331<br />
dekor içinde anlatılır.<br />
Yazar ve Naime Fez şehrindedirler. Kalabalık,<br />
eskilik ve sanat bu şehirde iç içedir. Naime yazara<br />
öğrencilik günlerini anlatır.<br />
Yazar İkinci Şahıs yöntemi ile Naime’nin talebelik<br />
günlerine gider. Attarin Sokağı, mimari eserlerin<br />
bulunduğu bir mekândır. Fakülte öğrencisi<br />
Naime elinde çizimleri ile bu sokağa gelir, eserleri<br />
inceler. Etrafa tepeden bakar. O genç, güzel ve aydın<br />
bir kızdır.<br />
Şimdiki zamana dönülür. Sokakta, önlerine siyah<br />
bir zerzur kuşu gövdesi düşer. Naime bu gövdeyi<br />
elleri arasına alır, benzini hüzün kaplar (s.<br />
44). Kuş biraz önce uçuyorken yediği zehirli bir gıdanın<br />
etkisi ile ölüvermiştir. Bu ölümden, “kayıp”<br />
düşüncesine geçilir. Kaybedilen her şeyden geriye<br />
bir iz kalır. Fas’ın şehirlerinin, sokaklarının kokusu,<br />
yaşanmışlığı, fener alayları, portakal kokuları,<br />
Endülüs hatıraları, Mumcu Zahia, Faytoncu ve<br />
İbrahim Aşir, yazarın zihninde birbirine karışarak<br />
canlanırlar.<br />
Yazar bu hatıralarda, bu sokaklarda Naime’nin<br />
temiz aşkını buluncaya kadar arayacaktır. Yazar<br />
Naime’yi, zerzur kuşunun ölüsü avuçlarında iken<br />
düşündürür. Babası Raşid’in “eğer Aziz ile evlenirse<br />
kendisini servetinden mahrum bırakacağı”<br />
tehdidi, aşkın bu tehdide dayanacak kuvvette olup<br />
olmadığı ele alınır. Bu tehdide boyun eğen insanın,<br />
o sırada sokaktan geçmekte olan, sürücülerine<br />
tâbi, yüklü merkeplerden ne farkı kalabilir?<br />
İç konuşma biter. Her ikisi de Karaviyyin Camiinin<br />
avlusundadır. Camiin avlusunu, revaklarını,<br />
harimini gezerler. Avludaki görmezler, Hz. Peygamberi<br />
öven ilahiler söylemektedir. Naime de o<br />
görmezler gibi her şeyi bir yana bırakarak, akraba<br />
çocuğu ile nişanlanmıştır.<br />
Camına vuran zerzur kuşu, dedesinin verdiği kitabı<br />
okumakta olan Aziz’e Naime’yi hatırlatır. Sanki<br />
iki sevgili zerzur kuşları ile haberleşmektedir.<br />
Aziz, acılar içinde kıvranmaktadır. Duyduğu her<br />
dümbelek sesi ile yüreği hoplar, Naime’nin düğünü<br />
oluyor sanır.<br />
Naime bir gün Attarin sokağında iken, yoksul ve<br />
soylu görünümlü birinden bir Endülüs ağıtı dinler.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
Konuşurlar.<br />
Adam elinde asası ile ona sokağı gezdirir. Zıtlıkları<br />
gösterir. Paranın, soyluluk, bilgi, sanat ve<br />
itibarı satın aldığını seslendirir. Aradığı kitabı bulmaya<br />
geldiğini, ama bulamadığını söyler. Aramak<br />
için başka yere gidecektir (s. 49). Bu bilge kişi kaybolup<br />
gider. Naime onun kim olduğunu çıkaramaz.<br />
Ama yazar onu tanımıştır. O, İbrahim Aşir’dir.<br />
6. Râyihası Uçmuş O Gülün 11<br />
Hikâyede Naime’nin, düğününün yapılması plânlanan<br />
köşk çerçevesinde, genç kızın içinde yaşadığı<br />
ihtişamlı hayatla, Aziz’in ona verebileceği çok<br />
mütevazı yaşantı arasındaki gelgitleri anlatılır.<br />
“Aşkın olmadığı yerde her şey posadır. Açsa da<br />
râyihası çoktan uçmuştur zamansız açan gülün.”<br />
(s.51)<br />
İlahi aşk güzellemesi olan iki paragraftan sonra<br />
yazar, Naime ile Aziz’in aşklarını anlatmaya<br />
başlar. Yazar arabacı ile şehri (Marakeş) gezer.<br />
Şehrin önemli eser ve meydanlarından geçerek,<br />
Naime’nin düğününün yapılacağı kâşânenin önüne<br />
gelirler. Bu ihtişamlı köşk, Abbasi Halifelerini,<br />
onları ayakta tutan Türk beylerini ve askerlerini,<br />
yazarın hayal dünyasına getirir. Bu köşkün yapımında,<br />
tezyininde ve döşenmesinde görev almış<br />
sanatçılar, zanaatkârlar yazarın zihninde resmi<br />
geçit yaparlar. Ama aşk olmadan açan gül, ne<br />
kadar güzel ve gösterişli olursa olsun râyihadan<br />
mahrumdur. Bu saltanat da öyledir. Naime ya<br />
kendine eş seçilen akraba genç ile evlenerek, bu<br />
ihtişamın ortasında yaşayacaktır ya da sevdiği<br />
Aziz’e gidecek ve fukara hayatına razı olacaktır.<br />
Bu, Naime’nin en çetin sınavıdır. Bu sınava yazar<br />
da ortak olur (s. 56). Naime, İbrahim Ethem gibi<br />
mi davranacaktır acaba?<br />
Naime, ilk gençliğin verdiği cesaretle tercihini<br />
yapar. Aziz’in “yıldızlarla donanmış, dağı taşı servet<br />
edinmiş, gün ışığıyla gece donanımlarıyla süslü,<br />
bedevi duygularla, şiirlerle bezeli dünyasına…”<br />
koşar (s. 57).<br />
7. Bedevî Duygularla 12<br />
Hikâyede, Naime’nin tercih ettiği yerli (bedevi)<br />
Beyaz Bir Kıyı, s.5 -57.<br />
2 Beyaz Bir Kıyı, s.58-65.<br />
332<br />
yaşayışla, modern hayat arasındaki çatışmalar ele<br />
alınır.<br />
Yazar, hikâyenin başında Birinci Şahısta konuşur.<br />
Tebessüm merkezli cümleler kurar. İnsanların<br />
içini aydınlatan bir tebessüm olmak ister. Bütün<br />
insanları sevgiyle kucaklar. Düşlerimizi, inançlarımızı<br />
katlettiğimize hayıflanır. İnsanları, hayvanları,<br />
böcekleri, düş kurmayı sever.<br />
Sonra Naime’nin çocukluğuna, düşleri ile birlikte<br />
büyümesine döner. Naime’nin aşk ve servet<br />
arasındaki debeleniş macerasında, aşkın galibiyetini<br />
yaşadığı zamanı göremediğine üzülür. Bir<br />
bedevi gibi, insanı, tabiatı, hayvanları, böcekleri<br />
kendine yakın bulur.<br />
Naime artık bir iş kadınıdır. En önemli şey işidir.<br />
Aziz zamanla bir sarhoş koca hâline nasıl dönüşmüştür?<br />
Kendilerini birlikte yaşatan, onları hayata<br />
bağlayan hangi duygular kaybolmuştur? Onların<br />
iki çocuğu, anne ve babalarının kavgaları arasında<br />
yıpranmaktadır. Yazar bu ailenin dertlerine ortak<br />
olur. Onları yüreğinde taşır. Kahırlanır.<br />
Onların evinde ipeksi düşlerini görür. Ev ortamının<br />
sıcaklığını, huzurunu, çocuklar ve yaşlıların bir<br />
arada eve getirdiği bereketi yüceltir. Aynalardan<br />
Naime ile Aziz’in düşlerini toplar. Onlarla aynileşir<br />
(s. 62). Yazar hayli düş dünyasında dolaştıktan<br />
sonra gerçek hayata döner.<br />
Birden, batı tarzı bir yaşantı kaplar ortalığı. Mc<br />
Donalds’a gitmeler, hamburgerler, cafcaflı oyuncaklar<br />
arasında büyüyen Naime’nin çocukları<br />
gözünün önüne gelir. Naime artık sadece kendi<br />
çocuklarını düşünmektedir. Yetimleri, yoksulları<br />
değil. Bencilleşmiştir.<br />
Çağ bizi değiştirmektedir. Âdeta kendimize kendimizi<br />
tersyüz ettirmiştir. Sadece dünyanın maddi<br />
tarafına bakar ve o kulvarda ilerlediğimiz ölçüde<br />
kendimizi mutlu sayarız. Çocuklarımıza plâstik<br />
sevgiler sunmaya başlarız. Zahia’nın mumları,<br />
İbrahim Aşir’in mevlit feneri gerilerde kalmıştır.<br />
Zahia maddeye bakmaz, manaya bakar. Onun<br />
mumları kalpleri aydınlatır. Zahia yoksuldur ama,<br />
iç dünyası zengindir.<br />
Naime kırmızı tırnakları, mini eteği, yüksek topuklarıyla<br />
ayrı bir dünyanın insanıdır artık. Mazi-
miz ile bağımız git gide kaybolmaktadır. Ama hâlâ<br />
bir umut var mıdır acaba? Yazar bu duygu ile Naime<br />
ve Aziz’in masalını bu yarı aydınlık, kızartma<br />
kokulu, isli-puslu sokaklarda aramayı sürdürmektedir.<br />
8. Endülüs Kavşağında 13<br />
Bu hikâyede yazar, torunun Aziz’den dinlediği<br />
İbrahim Aşir’i okuyucuya anlatır.<br />
Yazar, akşam günbatımı sırasında Aziz’i dinlemektedir.<br />
Bu dinleme sırasında dünyevi olandan<br />
süzülür ve uhrevi olana geçiş yapar. İbrahim Aşir’in<br />
öncüsü olduğu yoksullar kervanına katılır. Yolculuğu<br />
Şah Gül’e doğrudur İbrahim Aşir’in. Şehrin kirli<br />
sokaklarında gezmesine rağmen, gönlünde aydınlık<br />
bir dünya vardır. O göçebe sevdasını yaşayan<br />
bir bedevidir. Yazar da onunla aynileşir. Yollara<br />
düşer. Sabah Fahri’nin söylediği Endülüs ilahileri<br />
kulaklarında, Medine’yi gezer. Kazandığını yoksullarla<br />
paylaşan İbrahim Aşir’i takip eder. Dürüstlüğü<br />
temsil eder İbrahim Aşir, haysiyeti temsil eder.<br />
Gururdan, kibirden, şöhretten arınmıştır. Onun<br />
soyu, Ortaçağ Endülüs’ünden gelir. Engizisyon işkencelerinden<br />
geçmiştir.<br />
Kadınlar kuskus hazırlarken, Aziz dedesini anlatır<br />
yazara. Onun kılavuzluğu ile sokaklardan kurtuluşunu<br />
anlatır. Dedesi, Endülüs’ü kaplayan haçlı<br />
zulmünden kurtulan insanların soyundandır. O<br />
zulümde iman, ilim, şeref yanmamıştır. Miras olarak<br />
İbrahim Aşir’e kalmıştır. Gırnata’dan, Sierra<br />
Nevada’nın ışıklı eteklerinden gelmiştir onlar. “Erdemlerimizi<br />
kaybetmediysek, hiçbir şeyimizi kaybetmiş<br />
sayılmayız.” demiştir İbrahim Aşir, torunu<br />
Aziz’e… “Feragat göstermeliyiz, yokluk kapısını<br />
beklemeliyiz, servetten kaçmalıyız.” Aziz, sızmış<br />
hâlde dedesinin kendisini bulduğu gece, ilk sınavını<br />
vermiştir. Bu sınavdan bir torba kemik hâlinde<br />
iken galip çıkmıştır (s.72).<br />
9. Âhım 14<br />
“ Âhım”da, yazar üçüncü şahıs anlatım yöntemi<br />
ile konuşarak kendi “âhının” değişik görünüşlerini<br />
ortaya koyar. Metinde “âhım” kelimeleri yerine<br />
“rûhum” veya “gönlüm” kelimeleri de kullanılabilirdi.<br />
Zira bu metin yazarın ruhuyla, gönlüyle ve<br />
3 Beyaz Bir Kıyı, s.66-72.<br />
4 Beyaz Bir Kıyı, s.73-79.<br />
333<br />
kişiliğiyle “âhım” sembolünde bir araya gelişidir.<br />
“GÜL arayışında gül yolunmasıdır, diken ısırmasıdır<br />
âhım. Hicret esintisidir kum yüklü, düşmanı<br />
kumlarla, dostu yıldız yıldız yürür kervansaraylara,<br />
aksak ve sabırsız. Ömürsüz güle kavuşunca<br />
gülün solmasıdır âhım.<br />
Gülün solmasıdır, gülün güze karışmasıdır, gün<br />
çekilir, ay solar, ben solarım, gül ölür yaz ortası;<br />
‘feryâd-ı andelib’e erişir âhım.”(s. 73)<br />
Bu cümleler, Hz. Peygambere âşık bir dervişin<br />
asırlar sonrasından ona ulaşmaya çalışması,<br />
onunla aynîleşme gayretidir. Onun çilelerle dolu<br />
ömründe, çektiği sıkıntılarda, onunla birlikte olmak…<br />
en yakın sahabesi gibi çilelere birlikte katlanmak,<br />
hicrete onunla çıkmak arzuları, bu satırlarda<br />
dile gelir. Ve bir 8 Haziran’da “ O Şah Gül”ün<br />
solması ile birlikte, yazarın âhı, yaz ortasında bülbülün<br />
feryadına karışır.<br />
Metnin hemen girişinden aldığımız bu cümleler,<br />
yoğunlukları ve çağrışımları ile hemen dikkati çekerler.<br />
Gül, gül arayışı, diken ısırması, hicret esintisi,<br />
kum, düşmanın kumlara saplanması, dostun<br />
yıldız yıldız kervansaraylara yürümesi vb. imajların<br />
Hz. Peygamber’in hayatında hep karşılıkları<br />
vardır.<br />
Daha sonraki paragraflarda âhın çeşitli görünüşleri<br />
yer alır. Âh, deniz, dalga, balık, balığın<br />
karnındaki Yunus Peygamber olur. Mermeri çatlatan<br />
sabırdır, aç çocuktur, çocuğun doğmadan<br />
önce annedeki feryadıdır; baharda diriliştir, bülbül<br />
avazıdır. Bazen gök kanatlı bir güvercindir ki<br />
evlerimizin saçaklarında onun “hu hu hu” çağırışı<br />
dalgalanır.<br />
Bazen kertenkele, yılan, bukalemun kılığına<br />
bürünür, yılan yastıklarında uyur gün boyu. Dumandır,<br />
ney sesidir, göçebe kuştur, hüthüttür,<br />
muhabbet ehli bir derviştir. Yoksul dostu buluttur,<br />
yağmurdur, hurma dalıdır.<br />
Hisarları, dağları, zirveleri kuşatan bir korkudur<br />
bazen. Bazen tabiattaki çiçeklerin renklerinde,<br />
kokularında ve güzelliklerinde dolaşan bir ruhtur.<br />
O, kandil çiçeğinde, sarmaşıkta, kaktüste, çarkı felekte,<br />
eğreltide ve yediveren gülünde görünür.<br />
Savaş meydanlarında at kişnemesi, kalkan se-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sidir. Mürekkeptir, geceler boyu divit inlemesidir.<br />
Hakkâktır, her devirde o devrin anlayışına uygun<br />
resimler çizer.<br />
Tarihin asla unutmayan idrakidir bazen.<br />
Endülüs’te, Fas’ta, Gırnata’da, Elhamra’da güzellikler<br />
şeklinde görünür. Engizisyonlarda işkencelere<br />
maruz kalır.<br />
Metnin sona yakın bölümlerinde gelenek-modernlik<br />
çatışması, insan aklının öne çıkışı, duygu<br />
dünyamızın kısırlaşması, batı kültürünün doğuyu<br />
istila ederek benliğinden koparması gibi fikirler,<br />
yine ahenkli bir üslupla ele alınır.<br />
Nihayet yazar tekrar kendi iç dünyasına döner<br />
ve günümüzde yaşadığımız hayal kırıklığını benliğinde<br />
taşıyan, içine kapanık, korumasız, zorluklarla<br />
dolu yollarda ilerlemeye çalışan bir derviş<br />
kılığında karşımıza çıkar. Bazen çölün yıldızlarını<br />
yorgan, kumunu aş bellemiş bir bedevi sayar kendini.<br />
Sürekli atalarının ruhuyla yaşar.<br />
Bu metinde, iç konuşma (monolog), fikirlerin<br />
uçuşması (flight of ideas), zaman tünelinde geriye<br />
gidişler (flash back), zaman tünelinde ileriye<br />
gidişler (tahayyül) gibi teknikler, başarılı şekilde<br />
kullanılmıştır.<br />
10. Uzun Kalan Güneş 15<br />
Hikâyede Naime ile Aziz’in hayatı esas alınarak,<br />
vefa ve sadakat duyguları işlenir.<br />
Nar kırmızı bir gurup vakti, Naime ile akşam<br />
pazarının kıyısından geçmektedirler. Yazar bu bölümde,<br />
vefa ve sadakat duyguları üzerinde yoğunlaşır.<br />
Başlangıçta bu duygular Aziz’le Naime’nin<br />
evinde dokunur. Şehrin sokaklarında yaşayan<br />
kötülüklere inat onların yuvaları vefa ve sadakati<br />
dokumaktadır. Neşeli, saygılı bir yaşantıları vardır.<br />
Evde huzur içinde yenilen yemek, evi saran aile<br />
sıcaklığı öne çıkarılır. Aziz namaza başlamıştır.<br />
Naime çağdaşlık kıyısından biraz dalgın bakmaktadır<br />
bu hayata. Aziz’in kendisine olan sonsuz<br />
güvenini arkasına alarak, iş kadınlığında ilerleyişi,<br />
çağdaş dediği hayata iyice adapte oluşu vurgulanır.<br />
İffet ve sadakat aynı kalabiliyor muydu bu<br />
hayatta? Güvercin kanatlı sevgilerimizden nasıl<br />
uzaklaşıyorduk? Aradaki bağ nasıl kopuyor ve<br />
5 Beyaz Bir Kıyı, s.<strong>80</strong>-87.<br />
334<br />
Aziz’le Naime birbirlerinden nasıl uzaklaşıyorlardı?<br />
Kalplerinin şiirini kim susturmuştu? Naime<br />
Aziz’i tanıyabilmiş miydi? gibi sorular yazarın zihnini<br />
kurcalar. Ardından diğer sorular gelir:<br />
“Naime’nin bedevi yüzü nasıl böyle hercai ve<br />
Avrupalı olabildi? Gerçekten olabildi mi? Bedevi<br />
yüzünü bırakmak zorunda mıydı Naime?”<br />
Kullandığı marka parfümler yerine Naime’ye<br />
gereken ıtır ve yasemindir. Yazar, Kafka’nın tersine<br />
dönmüş hamam böcekleri gibi değiştiğimizi<br />
söyler.<br />
Yazarın iç konuşması şu cümlelerle sürer:<br />
“Naatlerden koptuk, eski çarşılarımızdan ayrıldık.<br />
Sıcak ev ortamımızdan, Sabah Fahri’nin<br />
söylediği ilahilerden koptuk. Sidi Harezm’in türbesinde<br />
kaybettiğimiz neyi arıyorduk? Neyi kaybettiğimizin<br />
farkında mıydık?<br />
Eteğimizin dibinde, soluğumuzun ucundaki<br />
geçmişle yüz yüze gelebilecek miydik? Onu yeniden<br />
duyabilecek miydik? Geçmiş, batmadan<br />
uzun süre kalan güneş gibi soluğumuzun ucunda<br />
durmaktadır”(s. 87).<br />
Bu hikâye, bütünüyle iç konuşma tekniğinde düzenlenmiştir.<br />
11. Aziz’in Seccadesi 16<br />
Hikâyede, bir seccade sembolü etrafında yakın<br />
(İbrahim Aşir, Terlikçi Habib, Karısı Malika ve<br />
Oğulları Aziz’in geçmişleri) ve uzak geçmiş (Endülüs)<br />
irdelenir.<br />
Üzerinde akşam tenhalığını, ikindi güneşini,<br />
Kudüs’ü, Endülüs’ü, Fas’ın şehirlerinin tarihi havasını,<br />
bütün bir hatırayı taşıyan seccade çıkar karşımıza<br />
bu bölümde. Aziz’e, dedesi İbrahim Aşir’in<br />
armağanıdır bu seccade. İbrahim Aşir’in annesi<br />
tarafından dokunmuştur. Gırnata bahçeleri, Elhamra,<br />
Şah Gül sevgisi bu seccade üzerindedir.<br />
Seccade, Aziz’i yirminci yüzyıl sonlarından sekizinci<br />
yüzyıla bağlayan renkli, ıtırlı bir köprüdür.<br />
Dedesi, babası namazlarını bu seccadede kılmışlardır.<br />
Şimdi de Aziz namazlarını bu seccade üzerinde<br />
kılar. Masal dünyalarına bu seccade aracılığı<br />
ile giderler. Bu seccade Aziz’e, bayram sabahları<br />
6 Beyaz Bir Kıyı, s.88-94.
abasının Câmii Kebirden dönüşünü hatırlatır. Annesinin<br />
yalnızlığını, çilesini hatırlatır. Hiç görmediği<br />
büyükannesinin elini, bu seccade ile başında<br />
hisseder Aziz. İbrahim Aşir’in annesinin gençliği<br />
yaşlılığı bu seccade üzerinde geçmiştir. Onları<br />
görür. Seccade onun ailesiyle birlikte yaşadığı<br />
hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Şimdi de Aziz’in<br />
sırdaşıdır bu seccade. Bütün ailenin sırları bu seccadede<br />
gizlidir.<br />
Aziz’i ölüme batma uykusundan uyandıran, sokaklardan<br />
kurtaran, yanlışlarından döndüren, Şah<br />
gül’e yönelten de bu seccadedir.<br />
Bu seccade tarihin, geleneğin, sevginin, vefanın,<br />
aile bağlarının, geçmişe bağlılığın bir sembolüdür.<br />
12. Çarşı ve Satıcı 17<br />
Gezdiği Mağrip şehirlerindeki çarşıların, yazarın<br />
ruhunda bıraktığı izlenimler anlatılır bu hikâyede.<br />
Çarşı, hayatımızın döner aynasıdır. Oradaki her<br />
insanın gerisinde bir hayat, bir masal vardır. Yazar<br />
onları ve çarşıdaki eşyaları, satılan malları yazar.<br />
Kendi de çığırtkan olmayan bir satıcıdır. Çarşının<br />
bir köşesinde durur, etrafı gözlemler ve hikâyesini<br />
yazar. O da yazdıklarını kitaplaştırıp satan bir<br />
satıcıdır.<br />
Gördüğü mezar taşları, akşam vakti gurup eden<br />
güneş, eski medrese revaklarında uçuşan zerzur<br />
kuşları, dükkânlarda ve evlerde çalışan sanatkârlar,<br />
zanaatkârlar, örs ve çekiç sesleri, Beşinci<br />
Muhammed’e oğlu Kral II. Hasan’ın yaptırdığı muhteşem<br />
türbe bir bir geçer yazarın zihninden. Bu<br />
türbeyi ziyaret eden gelinler, yazara İstanbul’daki<br />
Telli Baba türbesini hatırlatır. Bütün bu görünüşler<br />
çarşıyı oluşturur. Çarşı halkın, tarihin ve medeniyetin<br />
aynası demektir. Bu bölümler yazarın çarşı<br />
karşında duygulanışlarını ihtiva eder.<br />
Sonra yazar Ekmekçi Kıza, Mumcu Zahia’ya seslenir<br />
ve onların kendinde uyandırdığı çağrışımları<br />
anlatır.<br />
Çarşıya seslenir. Bütün çalışmamız, güzelliklerimiz,<br />
çirkinliklerimiz, ürettiklerimiz hep çarşı<br />
denilen büyük panayırdadır. Çarşının gün boyunca<br />
değişen görüntüleri, akşamları ortalığı kaplayan<br />
7 Beyaz Bir Kıyı, s.95- 03.<br />
335<br />
sessizlik ve ürkütücü hava hep yazarın gönlüne ve<br />
defterine geçer. Kimseye sezdirmeden alır o izlenimleri.<br />
Bu noktada yazar, kaçak, hırsız gönüllü ve<br />
gözlü bir kişidir (s. 98). Yazar, buranın çarşılarında<br />
çocukluğunu da bulur.<br />
Lokantasında yemek yediği Türkiye hayranı<br />
garson Abdulgaffar’ın ücretsiz ikramları, doğu insanına<br />
has bir özelliktir. Batı insanı karşılıksız bir<br />
şey vermez.<br />
Sonra Naime’nin yazara anlattığı evlilik hikâyesine<br />
geçilir. Naime evliliğinden memnundur, ancak<br />
yükün hep kendi üzerinde olmasından şikayetçidir.<br />
Ama bu, sürdürülmesi gereken bir oyundur.<br />
Yazar (akşam mavisi) ve Naime (gül pembesi)<br />
renkli peçeler takıp Medine’ye çıkarlar. Sadâbâd<br />
güzelleri gibi bahçelerin önünden geçerler. Sokakta<br />
resim yapan bir ressam onları da tuvaline<br />
aktarır.<br />
Çarşı insanlarla anlamlıdır. Yazar Fas’ın bütün<br />
renklerini çarşıda bulmuş ve toplamıştır. “Bir Samanyolu<br />
uğrağı geceleri, ayna kırığı gündüzleri<br />
olan, inanç çıkınından, yokluk tasından aş sunan<br />
bir çarşıdan” yazar çıkınını doldurur, onlarla doyar<br />
ve gönenir ( s. 103).<br />
13. Naime’yle Son Buluşma 18<br />
Bu son hikâyede, yazarın ruhunda yine gezdiği<br />
yerlerin izlenimleri dolaşmaktadır. Naime’yi düşünür,<br />
anlamaya çalışır.<br />
Aziz’i gerçek yönüyle ne zaman görmeye başladığını,<br />
anneliğini ne zaman unuttuğunu sorar<br />
Naime’ye. Naime bir iş kadınıdır ve ne getireceğini<br />
bilmediği bir geleceğe doğru yuvasından gittikçe<br />
uzaklaşmaktadır.<br />
Yazar’ın Naime’ye hediye ettiği Yıldız Porselen<br />
yapımı iki fincan, sözü Türk kahvesine getirir. Yazar<br />
da Naime de sevgiye inanırlar. Onları kırk yılın<br />
acı kahvesi Mağrip şehirlerinde buluşturur. Çarşı<br />
ile büyük otel lobileri birbirine zıt görüntüleri ve<br />
havaları barındırırlar. “Biz kimlerle beraberiz? Avrupalılarla<br />
mı, çarşı ile mi?” diye düşünür yazar.<br />
Aziz onları bir gün türbelere götürmüştür. Çağdaş<br />
bir kadın olan Naime’nin burada ne işi olabi-<br />
8 Beyaz Bir Kıyı, s. 04- .<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
lir? Naime için bu, tekrar edile edile ruhunu, anlamını<br />
kaybetmiş sıradan bir alışkanlıktır. Aziz ise<br />
velileri ve türbeleri, köklerimize açılan birer kapı,<br />
bizi kendimize benzer hâlde koruyan birer kaynak<br />
olarak görür.<br />
Yazar, Aziz’le Naime’nin terlikçi dükkânında<br />
başlayan sevdalarını düşünür. Onların sevdaları<br />
başlangıçta hüsn ile aşk’ın sevdalarına benzemektedir.<br />
Naime yazara gelinlik resimlerini, sonraki<br />
resimlerini göstermiştir. Yazar onun değişimini<br />
resimlerinden de izlemiştir.<br />
Naime’nin İstanbul sevgisini tanımıştır. Dilinde<br />
bir türkü gibi hep İstanbul vardır. İstanbul onlara<br />
yazarın dostluğunu vermiştir. Aziz’in Müslüman<br />
gülümseyişinin şafağını taşıyan yüzü, Naime’nin<br />
yeşil aydınlıkta solan saydamlaşan bedevi yüzü,<br />
hep yazarın gözünün önündedir.<br />
Kaybettiklerimizi tekrar hatırlamak ve aramak<br />
için yokluğu tatmamız gereklidir. “Sıcak aile ortamını,<br />
eşimizi, çocuklarımızı, o ortamı kaybettikten,<br />
yokluğunun farkına vardıktan sonra tekrar aramaya<br />
başlayacağız demek ki” diye düşünür yazar.<br />
Bilgisayarda az önce sildiği iki sayfanın yitip gidişinin<br />
ardından da bu değerlerin kayboluşundan<br />
duyulan acıya benzer bir acı duyar.<br />
Anadolu güneşinden bir demeti Mağribe taşımıştır<br />
yazar. Bu hikâyeleri yazarken de onlarla son<br />
buluşma anını yaşamaktadır. Yazdıkları, Sale’yi<br />
gören Rabat kıyısında bir iri istiridye kabuğunun<br />
içinde saklı bir inci olarak kalacaktır. Dalgalarla<br />
eğleşecek, zamana karışacaktır (s. 111).<br />
***<br />
Hikâyelerdeki hayat kesitlerini gözden geçirdikten<br />
sonra, bunların ileride bir romanın bölümleri<br />
olabileceğini söyleyebiliriz. Hikâyelerde görülen<br />
Naime- Aziz aşkı serüven tarafından çok, kahramanlarının<br />
ruhlarında uyandırdıkları duygular<br />
bakımından ele alınır. Daha önce belirttiğimiz<br />
katmanların da devreye girmesiyle hikâyelerdeki<br />
anlatım gittikçe derinleşir. Yazar usta kalemi ile,<br />
yaptığı bir geziden kalan izlenimleri hikâyeleştirmiştir.<br />
Tabii bu kolay olmamıştır. Son hikâyede<br />
yazarın kurmaca âleme geçiş çabası sırasında yaşadıkları<br />
hakkında ip uçları buluruz:<br />
336<br />
“ İşte bilgisayarda az önce sildiğim iki sayfa hiç<br />
yazılmamışçasına yitip gitti. Verdiğim hükümler,<br />
yaptığım benzetmeler, edebî sanat hamleleri, sizin<br />
yanınıza eklediğim öteki muhayyel kahramanlar…<br />
Tıpkı yaşadıklarımız gibi… işte şimdi ben de<br />
ilhamıma yeni bir gül şavkı, ince bir ay müjdesi<br />
arıyorum dostluğumuzun son satırları için.” (s.<br />
109-110) cümleleri yazarın gerçek hayatı eserine<br />
olduğu gibi yansıtmadığını bir kere daha ortaya<br />
koyar.<br />
Şu satırlar da Sevinç Çokum’da üslup kaygısının<br />
ne kadar güçlü olduğunu gösterir:<br />
“ İşte ben boşluğa yazdım bu satırları. Menevişledim,<br />
menekşeledim canımın altın suyuyla.<br />
Ebruladım gökten seçip tekmil renkleri, sedef<br />
kaktım hakkâkların sabrıyla çevresine. Simkeşlerin<br />
özeniyle haddeden geçirdim söz gümüşlerini.<br />
Yağmurla yıkayıp gül yaprağı ile duruladım. Küfr<br />
kapılarını kitleyip has kelimelerle dokudum.” (s.<br />
110)<br />
Sevinç Çokum’un üslup özelliklerinden birisi<br />
de nesir dilinden çok, şiir diline yakın bir anlatımı<br />
tercih etmesidir. Zaman zaman şiirsel anlatımda<br />
da kalamaz ve manzum bölümler oluştutur. Bu<br />
kitapta da hatırı sayılır miktarda manzum bölüm<br />
vardır. Bunlardan birisi gül övgüsü üzerinedir:<br />
“ Gül ki doğuştur, merhabadır.<br />
Seherde kavuşulan<br />
Bir açılış, bir koklanış…<br />
Bir ürperti, bir dalgalanış<br />
Çiğ damlasıyla gözyaşına garkoluş<br />
Gül ki dâüssıladır, Kâbe eşiği<br />
Kervanların taşıdığı coşku<br />
Bir yöneliş ışığa.<br />
Bir gidiş Dost’a.<br />
İbrahim’in âhından doğma.<br />
Nemrut ateşini söndüren o gül.<br />
Gül ki yürek tomurcuğu<br />
Şafağa sancılı kanayan bir gül<br />
Gül ki doğuştur, merhabadır<br />
Yeryüzünün müjdesi, hayra açan gül” (s. 14)<br />
Kendine has bir üslup oluşturabilmek yazarlığın<br />
en zor yanıdır. Sevinç Çokum hikâyelerinde<br />
ve romanlarında kendi üslubunu bulmuştur. On-
lardan bir pasaj dinleyen okuyucu bu üslubu tanır.<br />
Elbette üslup zamanla olgunlaşır, ancak yazarın<br />
hayatında onu oluşturacak etkenlerin bulunması<br />
da gerekir. Sevinç Çokum, bir konuşmasında üslubunun<br />
kaynakları hakkında şunları söyler:<br />
“ Benim yazarlığımda iç konuşması olan bir<br />
ikinci ben vardır. Bu kişi yüksek perdeden benim<br />
atalarımın, anneannemin düzeninde ve perdesinde<br />
konuşur. Bu noktada samimiyet vardır, mizah<br />
vardır, taşlama, iğneleme, istihza vardır. Bu noktada<br />
safiyet, bildiğini bilmezlikten gelme vardır. Ben<br />
İstanbulluyum, ama benim bir yanım Anadolu’dur.<br />
Ve ben en fazla atalarımın, ninelerimin ses tonunu<br />
bulduğumda iyi şeyler yapabilmişimdir.<br />
Dilimizi annemden gelişi güzel öğrenmediğimi<br />
söylemeliyim. Annem iyi bir anlatıcıydı. Bu özellik<br />
iki ablamda da seçilir. Annemin kelime hazinesi<br />
şaşılacak zenginlikteydi. Yöresinin kelimeleri de<br />
bulunurdu dağarcığında. Benzetmelere, taklide<br />
yönelik bir anlatım tekniği vardı konuşmasında.<br />
Nereden geldiğini düşünüyorum. Anneannem aklıma<br />
geliyor. Deli Zamanlar romanımda anneannem<br />
yer yer karşımıza çıkar. Onun tarzı, seslenişi<br />
başka türlü sarar insanı. Ben çok etkilenmişimdir.<br />
Anneannem tabiat kızıydı, toprak kadınıydı. Anneannemin<br />
dilinde Türkçe bütün görkemiyle mevcuttu.<br />
Biz torunlarına uşacığım diye seslenirdi.” <strong>19</strong><br />
Bu cümleler, onun üslup özelliklerinin anahtarını<br />
verir. Kısaca konularına değindiğimiz hikâyelerde<br />
yazarın “iç konuşması olan ikinci ben”i bütün<br />
ağırlığı ile mevcuttur. Hikâyelerin hatırı sayılır<br />
bölümleri iç konuşmalarla doludur. Yazar kendinin<br />
ve kahramanlarının psikolojik durumlarını, iç<br />
konuşmaları ile verir.<br />
Üslubunun şiirsel yapısı hakkında da aynı konuşmada<br />
söyledikleri vardır. Çokum kendini “keşfedilmemiş<br />
bir şair” olarak niteler. Bu konudaki<br />
cümleleri şöyledir:<br />
“ Ben aslında keşfedilmemiş bir şairim. Benim<br />
bu yapım bazen konuyu bile aşar. Bu hâlimi Beyaz<br />
Bir Kıyı kitabımda küçük bir şiirle şöyle anlattım:<br />
Işır benim yıldızım, üşür<br />
Alçaktan doğar alçaktan batar<br />
Sabahları gün doğarken ölür<br />
9 Türk Edebiyatı, S. 365, Haziran <strong>20</strong>03, s.23.<br />
337<br />
Utariddir, sümbüledir, rengi pembe mor arası<br />
Geceleri elinde ya kalem var ya da sazı<br />
Utariddir o, kâtibidir dünyanın<br />
Söz dizmektir bütün işi hüneri.” <strong>20</strong><br />
***<br />
Sonuç olarak, adını Atlas Okyanusu kıyısındaki<br />
beyaz köpüklü dalgalarla, kıyıdaki şehirlerin sütbeyaz<br />
renkli evlerinden alan Beyaz Bir Kıyı kitabında,<br />
uzunlukları 6-8 sayfa arasında değişen 13<br />
tane hikâye vardır. Kitabın toplam sayfası 112’dir.<br />
Bu hikâyelerin hepsi yazar tarafından teknik ve<br />
üslup olarak usta işi olarak ortaya konulmuştur.<br />
Bizler için sıradan sayılabilecek bir gezi sonunda,<br />
çekirdek kahramanların etrafında oluşan bir aşk<br />
hikâyesini, Peygamber sevgisini, tasavvufî duyarlılığı,<br />
gelenek-modernite çatışmasını, insan- coğrafya<br />
ilişkisini, sokak-çarşı-kültür bütünleşmesini,<br />
millîleşiyoruz derken ortaya çıkan yabancılaşmayı,<br />
ev, aile yuvası sıcaklığını, sadakat ve vefa duygularını,<br />
fedakârlığı, batılılaşmanın alıp götürdüğü<br />
değerlerimizin ardından duyulan acıyı, nesiller<br />
arasındaki bağlılığın önemini, köklerimizi unutmamayı<br />
şiirli bir üslupla bu kitapçığa sığdırabilmeyi<br />
başarmıştır yazar.<br />
Mehmet Kaplan’ın “Sanat daima hakikatten<br />
daha tesirlidir.” sözünden hareketle, yukarıda saydığımız<br />
konulara el atacak fikir yazılarının, okuyucunun<br />
dikkatini çekmek için hayli zorlanacağını,<br />
ama Sevinç Çokum gibi yazarlarımızın sanatkâr<br />
kalemleri ile bu fikirlerin ölümsüzlük kazandığını<br />
belirtelim.<br />
Tebliğimizi Gürsel Aytaç’ın değerlendirmesi ile<br />
bitirelim:<br />
“ Sevinç Çokum, edebiyatımızda sağ kanadın<br />
benimsediği konuları, basma kalıp hazır ifadelere<br />
itibar etmeden, roman ya da öykü tekniğinin<br />
gereklerine uyarak, insanı derinliğine işlemeyi bildiği<br />
için incelenmeye, değerlendirmeye değer bir<br />
yazar(dır).” 21<br />
<strong>20</strong> Türk Edebi yatı, s. 24.<br />
2 Gürsel Aytaç, Edebiyat Yazıları III, Ankara 995.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
KURMACANIN<br />
ÜSTKURMACAYA<br />
DÖNÜŞTÜRÜLMESİNDE<br />
MURAT GÜLSOY<br />
HİKÂYELERİ<br />
Özet: “Anlatılacak bir şeyin kalmadığı” bir dünyada,<br />
edebiyatı anlatmaya başlamak, kurmaca<br />
metinlere yeni açılımlar kazandırır. Gerçeğin ne<br />
olduğu konusunda belirsizliğin egemen olması,<br />
bazı edebiyat çevrelerinde hem biçim, hem de<br />
içerik olarak “salt sanatsal” yaratıcılığı, asıl hedef<br />
hâline getirir. Kısaca, edebî metin somut yaşamı<br />
kurgulamak yerine, kendi kurgusunu anlatmaya<br />
başlar. Bu bağlamda Murat Gülsoy, birçok hikâyesinde<br />
yazma sürecini okurla paylaşarak, onu ikinci<br />
bir düzlemde yeniden kurgular. Hikâyelerinde pek<br />
çok edebî meseleyi irdeler; okuma ve algılama<br />
sorunlarını gündeme getirir. Öykülerinde, okuyucunun<br />
elindeki metni nasıl kurguladığını anlatır.<br />
Böylece, kurmacayı üstkurmaca düzlemine taşır.<br />
Bu bildiride Murat Gülsoy’un Oysa Herkes Kendisiyle<br />
Meşgul(<strong>19</strong>99), Bu Kitabı Çalın(<strong>20</strong>00), Âlemlerin<br />
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(<strong>20</strong>02), Binbir Gece<br />
Mektupları(<strong>20</strong>03) ve Bu Ân’ı Daha Önce Yaşamıştım(<strong>20</strong>04)<br />
adlı hikâye kitaplarında konuyla ilgili<br />
örnekler irdelenecektir.<br />
Anahtar Kelimeler: Murat Gülsoy, Hikâye, Üstkurmaca,<br />
Süreklilik, Sahicilik<br />
338<br />
Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK<br />
Karaelmas Üniversitesi / Zonguldak<br />
Stories Of Murat Gulsoy<br />
in the Transformation<br />
of Fiction to<br />
Meta-Fiction<br />
Abstract: To start to talk about literature in<br />
“a world in which there is nothing to talk about”<br />
causes the fictional texts to gain new insights.<br />
The fact that there is an uncertainty about what<br />
the reality is makes the “solely artistic” creativity<br />
the main target in some literary contexts in<br />
terms of both structure and content. In brief, the<br />
literary text starts to tell its own fictional events<br />
instead of fictionalizing the real life. Within this<br />
context, Murat GÜLSOY fictionalizes his readers<br />
again in a second level by sharing the writing process<br />
with them. He handles a lot of literary issues<br />
in his stories, brings up the problems in reading<br />
and perceiving. In his narrations, he explains how<br />
he designs the texts in the hands of his readers.<br />
Thus, he forms the fictionalization process again<br />
as meta-fictionalization process. In this paper, the<br />
examples concerning this issue in the story books<br />
of Murat GÜLSOY named Oysa Herkes Kendisiyle<br />
Meşgul(<strong>19</strong>99), Bu Kitabı Çalın(<strong>20</strong>00), Âlemlerin<br />
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(<strong>20</strong>02), Binbir Gece<br />
Mektupları(<strong>20</strong>03) and Bu Ân’ı Daha Önce Yaşamıştım(<strong>20</strong>04)<br />
will be handled.<br />
Key Words: Murat Gülsoy, Story, Meta-fictionalization,<br />
Permanence, Authenticity
“Anlatılacak bir şeyin kalmadığı” bir dünyada,<br />
edebiyatı anlatmaya başlamak, kurmaca metinlere<br />
yeni açılımlar kazandırır. Çağa tanıklık eden<br />
zihinlerde gerçeğin ne olduğu konusunda belirsizliğin<br />
karşılık bulması, yazarı; dış dünyayı yeniden<br />
üretmek yerine, farklı bir estetik anlayışa sürükler.<br />
Bundan böyle edebî eserin odağındaki felsefe,<br />
nasıl yaşamalıdan çok, nasıl yazmalıya dönüşür.<br />
Böylece hem biçim, hem de içerik olarak “salt<br />
sanatsal yaratıcılık”, yazarın zihninde asıl hedef<br />
hâline gelir. Kısaca, edebî metin somut yaşamı<br />
kurgulamak yerine, kendi kurgusunu anlatmaya<br />
başlar. Bu bağlamda Murat Gülsoy, birçok hikâyesinde<br />
metni nasıl kurguladığının ipuçlarını vererek,<br />
onu ikinci bir düzlemde yeniden kurgular.<br />
Öykülerinde birçok edebî meseleyi irdeler; yazma<br />
süreci, okuma ve algılama sorunlarını da okurla<br />
paylaşarak, yazma deneyimini okuyucuyla paylaşır.<br />
Böylece, kurmacayı üstkurmaca düzlemine<br />
taşır. Bu bildiride Murat Gülsoy’un Oysa Herkes<br />
Kendisiyle Meşgul(<strong>19</strong>99), Bu Kitabı Çalın(<strong>20</strong>00),<br />
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(<strong>20</strong>02), Binbir<br />
Gece Mektupları(<strong>20</strong>03) ve Bu An’ı Daha Önce<br />
Yaşamıştım(<strong>20</strong>04) adlı hikâye kitaplarında konuyla<br />
ilgili örnekler ele alınacaktır.<br />
“Bir Hikâye Nasıl Yazılır?”<br />
Bilindiği gibi üstkurmaca kavramı yeni olmasına<br />
karşın uygulaması ilk romanlara kadar eskiye<br />
dayanmaktadır. Üstkurmaca, en bilinen tanımıyla<br />
roman teorisini roman yazma pratiği içerisinde<br />
gösterme işidir. Farklı bir söyleyişle yazma sürecinin<br />
kurmaca metin içinde kurgulanmasıdır. Diğer<br />
bir deyişle de yazarın kurmacayı oluşturma sırrına,<br />
okuru ortak etmekdir. Bu terim, bütün romanların<br />
esasında bulunan bir fonksiyon; ya da eğilime<br />
işaret etmektedir. Bu noktadan bakıldığında üstkurmacanın<br />
tarihi, roman tarihinin ve tüm kurmacaların<br />
sunuş yapılarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla<br />
üstkurmacayı irdelemek, esere kimliğini<br />
kazandıran hususların farkına varmaktır. Bundaki<br />
temel amaç ise, kurmaca ve gerçeklik arasındaki<br />
ilişkiye dair soru üretmek ve cevap aramaktır. Yazılan<br />
eser, sistematik olarak okurun dikkatini bu<br />
noktaya çeker. Okuyucu, oluşturulan kurmacanın<br />
içerisinden geçerek, kurgulanmış metindeki yapıyı<br />
339<br />
anlamaya çalışır. Böylece kurmaca metin sadece<br />
kendi oluşumuyla ilgili tartışmalar hazırlamakla<br />
kalmaz, aynı zamanda kurmaca metinlerin dışındaki<br />
dünyanın olabilir kurmacalığına da göndermeler<br />
yapar. 1<br />
Murat Gülsoy, üstkurmacanın yazara araladığı<br />
kapıdan özellikle ikinci hikâye kitabı olan Bu Kitabı<br />
Çalın’la 2 girer. Yazar, öykülerin içerisinde hikâyelerini<br />
nasıl kurguladığı, niçin yazdığı, edebî eserde<br />
gerçeklik vs. konularını ele alır. Âlemlerin Sürekliliği<br />
ve Diğer Hikâyeler’de 3 de aynı eğilimi devam<br />
ettirir. Hikâyenin yazım süreci, kurgu ve gerçeklik,<br />
gerçek hayatın edebiyata taşınıp taşınmaması,<br />
öyküde sahicilik ve samimiyet, okuru metne dâhil<br />
etme vb. gibi birçok edebî mesele, edebî metin<br />
içinde yeniden kurgulanır. Ele alınan bu sorunlar<br />
ve bunlara verilen cevaplar, Gülsoy hikâyelerinin<br />
karakteristik özelliğini ortaya koyar.<br />
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Kasiyer<br />
adlı öyküyle başlar. Hikâyeye, “İkinci kitabım<br />
yayınlandıktan sonra birçok mektup aldım. Çoğunluğu<br />
beni mutlu eden, okurların hikâyelerimden<br />
büyük keyif aldıklarını belirten övgü dolu<br />
mektuplardı.”(s. 13) cümlesiyle giriş yapılır. Yazar,<br />
bu girişin ardından okuyucularla eleştirmenleri<br />
karşılaştırır ve eleştirmenleri tenkit eder. Eleştirmenlerin<br />
kimi zaman yazarlardan intikam aldığına<br />
inandığını belirtir. Sonra da “Eleştirmenleri<br />
eleştirmek, hem de bir hikâyenin içinde bunu yapmak,<br />
yakışık alır bir tutum değil, bunu bir kalemde<br />
geçmek istiyorum.” diyerek(s. 13), kendisine gönderilen<br />
mektuplara tekrar döner. Bu mektuplarda,<br />
katıldığı imza günü ve söyleşilerde sıkça sorulan,<br />
“Anlatılan hikâyelerin gerçekte yaşanmış olup olmadıklarından<br />
tutun da, hikâye kişilerinin şu anda<br />
ne yaptıklarına dek uzanan, kurmaca ile gerçeklik<br />
arasındaki bulanıklıktan doğan bir dizi soru”(s.<br />
14) vardır. Yazar, bu tür suallere cevap vermekten<br />
büyük zevk alır. Ancak, Gülsoy’a göre cevaplanması<br />
çok daha zor bir soru vardır ve pek çok okur,<br />
farklı cümlelerle bu soruyu ona yöneltmektedir:<br />
“Bir hikâye nasıl yazılır?”(s. 14). Okur, yazma sü-<br />
Yavuz DEMİR, Zaman Zaman İçinde/Roman Roman İçinde:<br />
Müşâhedât, Dergâh Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>02, s. 6- 7<br />
2 Murat GÜLSOY, Bu Kitabı Çalın, Can Yayınları, 3. Baskı, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>02<br />
3 Murat Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Can<br />
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, <strong>20</strong>02<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
recinde nelerin olup bittiğini merak etmektedir.<br />
Bu konu yazar için de gizemli bir meseledir ve<br />
bazı yazarlara aynı soruyu kendisi de sormuştur.<br />
Aldığı cevaplar, ilk bakışta benzer gözükse de ayrıntıya<br />
inildiğinde birbirinden çok farklıdır. Gülsoy,<br />
“Her yiğidin bir yoğurt yeme tarzı vardır” diyerek,<br />
yazarların hikâye yazma tarzına saygı duymak<br />
gerektiğini vurgularsa da “okuyucunun yakından<br />
tanıdığı çok başarılı bir yazarın başından geçen<br />
bir olayı” anlatarak, bazen yazarın yazma şekline<br />
saygı duymanın mümkün olmadığını açıklar. Bu<br />
örnekten kastı, “dedikodu yapmak değil” “bir örnek<br />
üzerinde” okurla tartışmaktır(s. 14).<br />
Kasiyer’de hikâyenin başkahramanlarından<br />
Betty, seçkin bir üniversitede drama okuyabilmek<br />
için kasiyerlik yapmaktadır. NYU, İspanyol Dili ve<br />
Edebiyatı’nda kayıtlıdır. Birgün Paul Couller ile tanışır.<br />
Couller, postmodern aşk hikâyeleri yazan ve<br />
“yıldızı parlamakta olan” bir yazardır. Couller, art<br />
niyetli bir yaklaşımla, kıza ilgi gösterir. Betty, aleyhinde<br />
yapılan plandan habersiz bir şeklide, kendisiyle<br />
ilgilenen bu yazara yakınlık duyar. Yazar kısa<br />
zaman sonra genç kızı kendine âşık eder ve onunla<br />
ilişkiye girer. Daha sonra da bu ilişkiyi, Betty’nin<br />
günlüğü ve video kayıtlarından faydalanarak, romana<br />
dönüştürür. Kısaca, genç kızın özel hayatını<br />
yazarlık kariyerine alet eder. Kızın özel hayatı ve<br />
Couller’e duyduğu aşk, çok geçmeden bir roman<br />
olarak piyasaya sürülür. Couller, bu davranışı sebebiyle<br />
bazı eleştiriler alır. Ancak, yazar yaptığının<br />
doğruluğuna inanmaktadır. Ona göre genç kız, bu<br />
roman vasıtasıyla herkesçe tanınmış ve sıradan<br />
biri olmaktan kurtulmuştur(s. 40).<br />
Gülsoy, alt metin olarak Betty ile Couller’in aşk<br />
macerasını işlerken, üst metin olarak hikâyenin<br />
oluşumu, yazarın sorumluluğu, gerçek hayatın<br />
edebiyata taşınıp taşınmaması, hikâyede gerçeklik<br />
sorunu, eleştirmenlerin yazar ve şairlere yaklaşımı,<br />
anlatıcı çeşitleri vs. konularını ele alır.<br />
Yazar, hikâyede ismini değiştirerek okura sunduğu<br />
Couller’ın Amerika’da değil de Türkiye’de<br />
yaşayan meşhur bir roman yazarı olduğunu belirtir.<br />
Betty’nin çalıştığı kitabevi de aynı şekilde<br />
Türkiye’deki meşhur bir kitabevidir. Yazar, gerçeklerin<br />
herkes tarafından bilinmemesi için Couller’in<br />
tersine, isimler ve mekânı değiştirdiğini açıklar.<br />
340<br />
Genç kızın başından geçen olayları, öykü olarak<br />
naklettikten sonra gerçek hayatın edebiyat ortamına<br />
taşınmaması gerektiği üzerinde durur. “Tıpta<br />
olduğu gibi edebiyatta da bir etik değerlendirme<br />
olması gerektiğini düşünüyorum. İnsan üzerinde<br />
deneyler yapmanın bedeli çok ağır olmalı. Ve bence,<br />
hiçbir sanat yapıtı bir insanı mutsuz etmeğe<br />
değmez”(s. 41) diyerek, özel hayatın mahremiyetini<br />
savunur. Böylece edebiyatta otobiyografiye de<br />
mesafeli durduğunu belirtir. Bu bağlamda kasiyer<br />
kız ve yazarın başından geçen olayları, kendi yazdığı<br />
öyküyle -Couller’e aykırı bir tavırla- birtakım<br />
değişiklikler yaparak edebiyat ortamına taşır. Özel<br />
hayatın mahremiyetini ayaklar altına almadan<br />
kurmaca metni oluşturur. Böylece aynı konunun<br />
gerçek hayata gölge düşürmeden de yazılabileceğini<br />
gösterir. Ayrıca, “Nasıl yazılır?” sualini, öykünün<br />
nasıl yazılmaması gerektiği üzerinde durarak<br />
da cevaplamış olur.<br />
Kasiyer hikâyesi, okuru, üstkurmaca metinlerin<br />
belli başlı neticelerinden biri olan metin mi, metin<br />
hakkında mı ikilemine götüren ve bu bağlamda<br />
anlamın yapısını ortaya çıkaran deneysel bir metin<br />
olarak okuyucu karşısına çıkar.<br />
“Neden Yazıyorsun?”<br />
Bu Kitabı Çalın’da eserin ismiyle aynı adı taşıyan<br />
ilk hikâyede, roman kahramanı Cem, yazara “Neden<br />
yazıyorsun?” sorusunu yöneltir. Yazar, bu suale<br />
önce, “büyük yazarlardan” okuduğu cümlelerle<br />
üst perdeden cevap verir: “İnsanlara bir şeyler<br />
aktarmak”, “bir şeyler ifade etmeye çalışmak”(s.<br />
15). Cem, bu cevaptan tatmin olmaz ve ikinci bir<br />
hamle yapar: “Bizden söz ediyor musun hikâyelerinde,<br />
buradan, arkadaşlardan?”(s. 16). Cem, yazarın<br />
hikâyelerinde gerçek hayatın yerini merak<br />
etmektedir. “Yok canım. Hayalimden yazıyorum.<br />
Yaşadıklarımı yazacak olsam günlük tutardım”,<br />
cevabını alması, onu çileden çıkartmaya yeter.<br />
“Yani uyduruyorsun! Yalan söylüyorsun. Yalan, olmamış,<br />
olmayacak şeyler yazıyorsun. Bunu yapma!<br />
Dünyada yeterince yalan var zaten! Yalanları<br />
çoğaltmak için uğraşma.”(s. 16), sözleriyle yazarı,<br />
gerçekçi olmaya davet eder. Cem bu davetle üstkurmaca<br />
metinlerde, kahramanın edebî eserin<br />
şekillenmesinde yazar; ya da diğer kahramanlarla
tartışmasına örnek teşkil eder. Yazar, bu cümleleri<br />
“o zaman için komik” bulur. Metinde, hayalin önemine<br />
inanır. Okurun edebî eserin “sahte-yapma”<br />
olduğuna odaklanmasını sağlamaya çalışır. Ama<br />
sonrasında “gerçek, yalan ve edebiyat” üçlüsünü<br />
düşünmeğe başlar. Edebiyat dünyasında gerçekle<br />
kurmaca arasında bir yol çizer kendine. Cem ise,<br />
“gerçeği; ele geçirme, elle tutulur bir şey hâline<br />
getirme”ye çalışır.<br />
Bu Kitabı Çalın’da “Neden yazıyorsun?” sorusuna,<br />
kalıplaşmış ifadelerle cevap veren yazar, Yazarın<br />
Belleği’nde farklı bir yaklaşımda bulunur. Hiç<br />
tanınmayan insanların yazarı bilmesi, okuması,<br />
macerasına tanık olması ve bunlardan hoşlanması<br />
için: “Belki de, yazarın aklının içinde kurgulanan<br />
gelecekteki okurun ya da okurların hayali, bir<br />
yerinden kırıyor bu yalnızlığı. Öyküler mektuplar<br />
gibi değildir, bunu biliyorum. Yani belli bir kişiye<br />
yazılmıyor. Evet, mutlaka tanıdığı kişiler, eşi, dostu,<br />
okuyacaktır yazdıklarını. Ama asıl olarak, hiç<br />
tanımadığı ve bilmediği birileri için yazıyor. Kim<br />
olduğu belli olmayan bu kişiler maceramı okusun<br />
ve hoşlansın diye yazıyor.”(s. 104).<br />
Aynı öykünün ilerleyen satırlarında Gülsoy, öykülerini<br />
okunup tanınmak için yazdığını açıklar. En<br />
azından yazma gerekçelerinden biri budur. Hiç görülmemiş,<br />
tanınmayan, nelerden hoşlanıp nelerden<br />
sıkılacağı bilinmeyen okur için hikâye yazmak<br />
oldukça zordur. Okuyucunun zevkini, seviyesini,<br />
sabrını vs. kestirmek olası değildir. Sırf bu bilinmezlik<br />
bile yazarı, öykü yazmaya teşvik etmekte,<br />
yaptığı işten zevk almasını sağlamaktadır. İçinde<br />
yaşanan zaman dilimi ve gelecekteki okur kitlesi<br />
hakkında genel geçer bilgiye sahip olmayan yazar,<br />
okuru dikkate almadan; ya da öyleymiş gibi yaparak,<br />
içinden geldiği gibi yazar, öykülerini: “Oysa<br />
yazarın işi daha zor. Çünkü belki de henüz doğmamış,<br />
gelecekte bir yerlerde doğup büyüyecek ve<br />
kitabı eline alıp okumaya başlayacak olan kişinin<br />
neye benzediğini, nelerden hoşlanıp nelerden sıkılacağını<br />
kestirmesi pek de olası değil. Belki sırf bu<br />
bilinmezlik hoşuna gidiyor. Ve yine belirsizlik çok<br />
büyük olduğu için okuru hesaba katmıyor. İçinden<br />
geldiği gibi yazıyor. Ya da öyleymiş gibi yapıyor.”(s.<br />
104-105).<br />
Gülsoy, ‘yazar, edebî metni neden yazar?’<br />
341<br />
sorusuna, kitabın başında olduğu gibi Yazarın<br />
Belleği’nin ilerleyen bölümlerinde de hem kendi;<br />
hem de okuyucu adına cevap arar. “Yazarın belleğinin<br />
dolambaçlı koridorlarında, gerçeklerin ve hayallerin<br />
girdaplı denizinde yazarla eşzamanlı olarak<br />
dolaşan” kahraman; edebî metinde şahısları<br />
vücuda getiren yazarın Tanrı’nın insanı yaratması<br />
gibi, mükemmelliği arayıp bulma peşinde olabileceğini<br />
söyler. Ya da kendi benliğindeki eksikliği<br />
veya boşluğu doldurma gayretidir yazarın yaptığı.<br />
Veyahut da, eserde canlandırdığı karakterde kendini<br />
görme, kendini bilme kastıyla yazmaktadır:<br />
“Varolan biri neden başkalarını var etmeye çalışır<br />
ki? Örneğin yazarımın beni yaratması(Tanrı’nın<br />
insanı yaratması gibi), bir mükemmeliyetin sonucu<br />
mu yoksa bir eksikliği giderme, bir boşluğu<br />
doldurma ihtiyacının bir ürünü mü? Yani bende<br />
kendi yansımasını görmek, kendisini bilmek için<br />
mi yazıyor beni?”(s. 105).<br />
Yazar, kendi zihninde ‘neden yazıyorum?’ sorusunu<br />
sürekli tekrar eder. Muhtemel sebepler peş<br />
peşe sıralanır. Bunlardan biri de gerçek hayatta sıradan<br />
bir insan olmak ve öldükten sonra unutulup<br />
gitmektense, bir öykü kahramanı olarak sonsuza<br />
uzanmaktır. Yazar, belki de bu kaygıdan hareketle<br />
hikâye yazmakta ve öykülerinde kahramanlarını<br />
bu konu üzerine düşündürmektedir: “Gerçi yazarımın<br />
belleğinden süzülüp gelen bilgiler aklımı<br />
karıştırmaya çalışıyor. Örneğin Sherlock Holmes<br />
gibi biri olabilmek: Şöhreti yazarınınkini gölgede<br />
bırakan, birçokları için yazarından daha gerçek bir<br />
kişi olan Holmes. Hatta, yazarının onu öldürmeye<br />
çalışması ve başarısız oluşu… Bunlar etkileyici<br />
tabii. Ama benim kastettiğim, şöhret değil. Ete<br />
kemiğe, yani bir bedene sahip olmak. Tüm sıradanlığına<br />
karşın, razıyım. Biliyorum, istediğim gibi<br />
gerçek bir kişi olsaydım, bunun değerini bilmeyecektim.<br />
Belki bunalacaktım. Sıradan bir insan<br />
olacağıma bir öykü kahramanı olmak daha iyidir,<br />
diye düşünecektim. Belki de bu yüzden yazmaya<br />
başlayacaktım. İşten eve evden işe gidip gelirken<br />
aklımı kaçırmamak için öyküler yazacak, hatta bu<br />
kaygılarımı gizlemek istediğim için bu konu üzerine<br />
düşünen kahramanlar yaratacaktım.”(s. 106).<br />
Alıntıları takip eden satırlarda, yukarıda anılan ihtimal,<br />
“sıradan ve vasat” bir düşünce olarak zikredilir.<br />
Dolayısıyla sorulan suale, hâlâ doyurucu bir<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
cevap bulunamamıştır. Ne var ki, ilerleyen sayfalarda<br />
yukarıdaki gerekçe tekrar gündeme getirilir.<br />
Yazar, Don Kişot’un son bölümlerini tekrar okurken<br />
yazının gücüne yeniden şahit olur. Herhangi<br />
bir hikâye veya romanda ölümsüz bir kahraman<br />
olmayı ister(s. 113).<br />
Yasadışı Öyküler’de Gülsoy, kendi hikâyeleri<br />
üzerine yorumlar yapar. Bu değerlendirmeler<br />
vasıtasıyla esere farklı ve aşırı anlam yükleme<br />
ve okurun algılama sorunlarına değinir. Hikâye<br />
kahramanı Oktay Bey’in soruşturması, bazı edebî<br />
meselelerin yeniden ele alınması sonucunu verir.<br />
Burada yazarın neden yazdığı sorusuna yeni<br />
bir cevap verilir. Sorunlardan kurtulmak: “Zaten<br />
sorunlardan kurtulmanın en kolay yolunun kurgular<br />
yapmak olduğunu çoktandır biliyor ve bilerek<br />
uyguluyordum.”(s. 1<strong>80</strong>). Gülsoy, alıntı yapılan<br />
satırlardan bir paragraf sonra yazma sebebini<br />
tekrar gündeme getirir. Okura ulaşmak, bir tane<br />
de olsa mükemmel okuyucuyu bulmak ve anlaşılmak:<br />
“Yazılıp basılmış bir öykü bir noktadan sonra<br />
başkalarının oluyor. Başkalarının eline geçiyor. Ne<br />
tuhaf, zaten bunun için yazıyorsunuz. Belki de mükemmel<br />
bir tek okur için yazıyorsunuz ve adresi<br />
bilmediğiniz için herkese göndermeye çalışıyorsunuz,<br />
‘o’ budur umuduyla…”(s. 181).<br />
Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de<br />
Hüthüt Kuşu adlı öyküde, on bir yazardan alınmış<br />
alıntı cümlelerin sahibini bulmaya çalışır. Bu<br />
cümleler hakkında yorumlar yapar. İlk cümle Sait<br />
Faik’e aittir: “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra<br />
tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Haritada<br />
Bir Nokta’dan alınan bu cümleye yazar da<br />
katılmakta ve sanki delirmemek için yazmaktadır.<br />
Ancak, kimi zaman tersini de düşünür: “Evet, ben<br />
de böyle hissederim zaman zaman. Fakat bazen<br />
de tersini düşünürüm. Yazmanın insanı yavaş yavaş<br />
delirttiğini.”(s. 51).<br />
Yasadışı Öyküler’de bir tane de olsa mükemmel<br />
okuru bulmak ve anlaşılmak derdiyle yazdığını<br />
açıklayan yazar, benzer cümle kalıplarını Binbir<br />
Gece Mektupları’nda 4 da kullanır: “Hiçbir şeyden<br />
emin olamadığım bir yerde anlatıyorum hikâyelerimi.<br />
Belki de emin olduğum tek şey bunları sana<br />
4 Murat GÜLSOY, Binbir Gece Mektupları, Can Yayınları, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>03<br />
342<br />
anlattığım. Kim olduğunu bilmediğim birine yazdığım<br />
mektuplar…”(s. 174). Bu satırların devamında<br />
yazar, Yazarın Belleği’nde açıkladığı bir sebebi<br />
daha anar. Eserleri ve kahramanları vasıtasıyla<br />
ölümsüz olma isteği: “Her gece ölüm korkusunu<br />
hafifletmek için yazdığım mektuplar… Tüm hikâye<br />
anlatıcılarının Şehrazat’ın torunları olduğunu söylemişti<br />
bir dostum. Haklı galiba. Ertesi günün ilk<br />
ışıklarını görme umudunu taşıyan öyküler yazıyorum.<br />
Bunları sana bir mektup biçiminde gönderiyorum.<br />
Binbir Gece Mektupları…”(s. 174).<br />
Binbir Gece Mektupları, yazar için geleceğe, istikbaldeki<br />
okura gönderilmiş bir mektuptur. Kitap;<br />
dokuz öykü ve dokuz parçadan oluşan bir mektuptan<br />
oluşur. Birbirinden bağımsız gibi görünen dokuz<br />
hikâyeyi okuyup, dokuz küçük mektubu okumaya<br />
başlayınca okuyucu, her bir öyküye yeniden<br />
dönme ve bazılarını yeniden okuma isteğine kapılır.<br />
Yazar bu mektupları, bulur umuduyla bir tane<br />
de olsa mükemmel okur için yazmıştır. Yazmayı<br />
yaşamaya eşitleyen Gülsoy, yazmadığı zamanlarda<br />
kendini ölü gibi hisseder. Yazar yaşayabilmek<br />
için her bir mektupla birlikte bir öykü yazıp zarfa<br />
koyar ve okuyuculara postalar. Yazmak, onun için<br />
hayatı ve toplumu inşa etmektir. İyilerin de var olduğu,<br />
doğruyla yanlışın ayırt edildiği bir toplum:<br />
“Yazmadığım her an ölüyüm. Böyle hissediyorum.<br />
Yazmanın bir alışkanlık olduğunu sanıyordum<br />
başlangıçta. Her yanım defter, kâğıt, cümle, sözcük,<br />
harf oldu zaman içinde. Yazılmayan hiçbir<br />
şeye inancım kalmadı. Yaşarken doğru ile yanlışı<br />
ayırt edemediğini söyleyen arkadaşlarımla yolları<br />
ayırdığımdan beri… sürekli yazıyorum. Yanlışların<br />
doğruları yok etmediği bir dünya kuruyorum. Başrollere<br />
çıkıyorum.”(s. 179).<br />
Binbir Gece Mektupları’nın sekizinci parçasında<br />
yazar, öykünün bir işlevinden söz eder. Korkuları<br />
dışa vurmak. Gülsoy’un yazma sebeplerinden biri<br />
de budur: “Korku yaşananları bozuyor. Her şey olduğundan<br />
farklı görünüyor o zaman. Olduğundan<br />
daha büyük ve ayrıntılı. Öykülerde olduğu gibi.<br />
Belki de korkularımı dışa vurmaktan başka bir işe<br />
yaramıyor yazdıklarım(s. 186).
Hikâyede Sahicilik<br />
Yazarına <strong>20</strong>01 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandıran<br />
Bu Kitabı Çalın, Gülsoy’un “sahicilik” ve<br />
“samimiyet”i aradığı bir eser olarak okur karşısına<br />
çıkar. Kitapta on iki hikâye yer alır. Bu öyküler,<br />
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’deki 5 hikâyeler<br />
gibi geçmişte münferiden neşredilip sonradan bir<br />
araya getirilmemiştir. Yazar, Bu Kitabı Çalın’daki<br />
hikâyeleri bu eser için kurgusal bütünlüğü sağlayacak<br />
şekilde kaleme almıştır. Eserdeki ilk hikâye,<br />
kitaba ismini veren öyküdür. Yazar burada eserin<br />
tamamından belli bir biçimde söz eder. Son<br />
hikâye olan Yasadışı Öyküler’de ise, kitabın geneli<br />
hakkında yorum yapar. Öyküler hakkındaki bu değerlendirmeler,<br />
üstkurmaca metinlerin en bariz<br />
özelliklerinden biri olan kurmaca ve eleştiri arasında<br />
bir yerde duran “sınır söylem”e işaret eder.<br />
Hikâyeler bu yönüyle eleştiri ile kurmaca arasında<br />
gidip gelir. Farklı bir bakış açısıyla Gülsoy hikâyeleri,<br />
eleştiri ile kurmacanın “birbirine benzemeğe<br />
çalıştığı kesişme noktası”nda 6 ortaya çıkar. Hikâye<br />
içerisinde öyküler hakkındaki yorumlar; Gülsoy<br />
için samimiyet ve sahiciliğin göstergesidir. Okuru<br />
hikâyede anlatılanlara inandırmaya çalışmadan,<br />
eserdeki olayların kurgudan ibaret olduğunu ortaya<br />
koyar. İlk hikâye ve son öykü, okuyucuya iki<br />
farklı okuma önerisi sunar. Gülsoy, son öyküsündeki<br />
yorumlar vasıtasıyla, yazara göre, “edebiyatı<br />
edebiyat yapan temel özelliklerden biri olan sahiciliği”<br />
arkasına alır ve hikâyelerinde kurgu ile sahicilik<br />
arasında bağ kurmaya çabalar. Böylece “salt<br />
akıl ve zekâya hitap eden” ve “edebiyata zarar veren<br />
kurgu”yu, sahiciliğin kıyısına çekmeye çalışır. 7<br />
Bütün bu süreci de bazı hikâyelerinde okuyucuyla<br />
aşama aşama paylaşır.<br />
Gülsoy, Yasadışı Öyküler aracılığıyla değişik<br />
okuma biçimleri, yanlış okumalar ve aşırı yorumlamalar<br />
konusunda âdeta bir örnek metin ortaya<br />
koyar. Hikâyenin başlangıcından sonuna kadar,<br />
eserin gerçek olaylarla örüldüğü, birçok ayrıntının<br />
işlenmesiyle okuyucuya hissettirilir. Hikâye kahramanı,<br />
Basın ve Yayın İzleme ve Değerlendirme<br />
Dairesi’nde şef olarak çalışan Oktay Bey’dir. Ya-<br />
5 Murat GÜLSOY, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, Can Yayınları,<br />
2. Baskı, İstanbul, <strong>20</strong>0<br />
6 DEMİR, A.g.e., s. 7<br />
7 Murat GÜLSOY, “Edebiyat Yapıtlarının, Günümüzde de Eşsiz<br />
Olabilme Şansları Var”, Cumuhuriyet Kitap Eki, <strong>20</strong>02<br />
343<br />
zarın hikâyelerinden olmadık manalar çıkarmış,<br />
bunlarla sahibini suçlamıştır. Gülsoy’un çıkardığı<br />
dergiler, oralarda neşrettiği yazı ve hikâyelerden<br />
örnekler vererek, yazarı köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadır.<br />
Öykünün sonunda ise, durum değişir.<br />
Yazar; Devlet ve Korku Filmleri’nde olduğu gibi bu<br />
hikâyede anlatılanların da bir kurgu ve “oyun”dan<br />
ibaret olduğunu açıklar. Yani iki eser de hayal<br />
mahsulüdür. Böylece eserde anlatılanların gerçek<br />
olduğunu okura kabul ettirmeye uğraşarak “okuru<br />
aldatmak” yerine, eserin nasıl kurgulandığını okuyucuyla<br />
paylaşarak, “samimiyet” ve “sahicilik”i selamlar.<br />
Okur, sanatsever ve eleştirmenleri, yanlış<br />
okuma ve aşırı yorumlamalardan kaçınmaları için<br />
uyarır ve böyle yapılan metinlere “yeniden okuma”<br />
davetinde bulunur: “Mehmet’in odaya kahvelerle<br />
girmesi, gözlerini yalan söyleyen insanlar<br />
gibi kırpıştırması, geçmişte uzun uzun değişik<br />
okuma biçimleri ve yanlış okumalar, aşırı yorumlamalar<br />
üzerine yaptığımız sohbetler, Mehmet’in<br />
tuhaflıklara meraklı eniştesi, hepsi bir araya gelip<br />
bilmecenin çözümünü ortaya çıkardı. Evet hepsi<br />
bir şakaydı. Tam benim tarzımda bir senaryoydu<br />
bu: Devlet ve Korku Filmleri’ndeki acayip teşkilata<br />
benzer bir şey…”(s. 188).<br />
Binbir Gece Mektupları, son cümlesiyle yazarın<br />
hikâye anlayışını ortaya koyar. Hikâyelerde anlatılan<br />
bütün olaylar, yazarın şuuraltının yansımasıdır.<br />
Yazar; hayal ürünü kahraman ve olayları, gerçek<br />
diye okura sunmamış, onu aldatmaya çalışmamıştır.<br />
Hikâyelerini anlatırken, yazma sürecine<br />
okuru da dâhil etmiş, neyi nasıl ve niçin yazdığını<br />
açıklayarak, okuyucuya dürüst davranmıştır.<br />
Bu ise, eserlerine “sahicilik” katmıştır: “Bu son<br />
mektubum. Sana karşı hep dürüst oldum. Aklımın<br />
ve varsa ruhumun tüm kapılarını sonuna kadar<br />
açtım”(s. 188).<br />
Okuru Hikâyeye Dâhil Etme<br />
ve Yazma Deneyimini Okurla<br />
Paylaşma<br />
Üstkurmaca, postmodern edebiyatın ana kurgu<br />
öğesidir. Bu eğilim genel anlamda yazma sürecinin<br />
kurmaca metnin içinde kurgulanması demektir.<br />
Söz konusu durum, yazarın metnini nasıl<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yazdığını o metin içinde anlatması, yazma sorunlarını<br />
metnin ana izleği durumuna getirmesi<br />
ve kimi zaman okuru metnin içine sokarak eseri<br />
nasıl oluşturduğunu onunla paylaşması anlamına<br />
gelmektedir. 8 Ecevit’in vurguladığı okurun edebî<br />
metne ve metnin kurgulanma macerasına ortak<br />
edilmesi, Murat Gülsoy’un “sahicilik” ve “samimiyet”<br />
adına önem verdiği önemli bir izlektir. Bu<br />
Kitabı Çalın, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler,<br />
Binbir Gece Mektupları ve Bu An’ı Daha Önce<br />
Yaşamıştım’da 9 söz konusu ana izlek, üst metin<br />
olarak kimi öykülerde yer alır.<br />
Ömer Lekesiz, Gülsoy hikâyelerinde okuru<br />
metne dâhil etme tercihinin sebepleri üzerinde<br />
dururken dünya üzerindeki büyük siyasî gelişmelere<br />
dikkat çeker. Bu çerçevede Gülsoy’un <strong>19</strong>90<br />
sonrasında meydana gelen Rusya’nın yıkılması,<br />
küreselleşme vb. önemli olaylar neticesinde ideolojiler<br />
devrinin kapandığına hükmettiğini ve Toplumcu<br />
Gerçekliği de dışlayarak, tahkiyeyi bir tür<br />
kurgusal iç yaratım süreci olarak alıp, öykülerinde<br />
dilsel ve kurgusal işçiliği öne çıkardığını belirtir. 10<br />
Yazar bu bağlamda, öykülerinde ana izleklerden<br />
birini eserlerinin yazılma süreci olarak belirler.<br />
Kurmaca metne okuru dâhil eder. Neyi, niçin ve<br />
nasıl yaptığını açıklayarak, yazma deneyimini<br />
okurla paylaşır.<br />
İnci Aral da bu konuda Lekesiz’le aynı paralelde<br />
görüş bildirir. <strong>19</strong>90 sonrası Türk hikâyesini değerlendirirken,<br />
Murat Gülsoy’u da anarak, Türkiye’de<br />
ve dünyada meydana gelen önemli olaylar sonucunda<br />
bazı genç yazarların hem birey hem de toplumsal<br />
aidiyet bakımından kendilerini yeniden tanımlama<br />
gereği duyduğunu açıklar. Bu grupta yer<br />
alan yazarlar; tutarsızlık, görecelik, gerçek ve hayal<br />
gibi kavramlar üzerinde kafa yorar. Daha çok<br />
‘kendi özüne dönük üst kurmaca’ metin üretmeyi<br />
tercih ederler. Yazma deneyimini okurla paylaşır,<br />
edebî eserde metnin oluşum sürecine okuyucuyu<br />
da katarlar. Kendini aşamayan kent insanının yalnızlığı<br />
ve iç dünyasındaki karmaşayı kesit alarak,<br />
duygu ve düşüncelerdeki kırılma ve çözülme sü-<br />
8 Yıldız ECEVİT, Orhan Pamuk’u Okumak, İletişim Yayınları,<br />
İstanbul, <strong>20</strong>04, s. 42<br />
9 Murat GÜLSOY, Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım, Can Yayınları,<br />
2. Baskı, İstanbul, <strong>20</strong>04<br />
0 Ömer LEKESİZ, Kuramdan Yoruma, Selis Kitaplar, İstanbul,<br />
<strong>20</strong>06, s. 98<br />
344<br />
reçlerini konu alan edebî metinler vücuda getirirler.<br />
11 Aral’ın bu teşhisi, aşağıda görüleceği üzere<br />
Gülsoy’un hikâyelerinde kendini açıkça gösterir.<br />
Murat Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler<br />
adlı öykü kitabını, eserin isminin tersine, “Diğer<br />
Hikâyeler” ve “Âlemlerin Sürekliliği” şeklinde<br />
iki bölüm hâlinde kurgular. Kitabın adı, Âlemlerin<br />
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’dir; ancak eser “Diğer<br />
Hikâyeler”le başlar. Böylece okuyucu, daha ilk başta,<br />
bir “oyun”la karşılaşır. Okuyucu, “Ama kitabın<br />
asıl başlığı bu değildi” şeklinde düşünerek, Binbir<br />
Gece Mektupları’nda olduğu gibi, kitaba sondan<br />
başlama; ya da ilk hikâyeden sona doğru gitme<br />
ikilemi arasında kalır. Yazara göre, bu ikilemin<br />
neticesinde okuyucunun vereceği karar, okurun<br />
algılayış biçimini tamamen etkileyecektir. Yani ilk<br />
önce ikinci bölümü okuyup, sonra birinci bölüme<br />
dönmüş bir okurun algılaması ile kitabı birinci bölümden<br />
okumaya başlayan okurun algılaması aynı<br />
olmayacaktır. 12<br />
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, barındırdığı<br />
hikâyelerin takdiminde isminin ters çevrilmesiyle<br />
okuyucuya farklı bir yapı sunar. Yazar<br />
bunu bilinçli olarak kurguladığını, ilk bölümde “Bir<br />
hikâye nasıl yazılır?” sorusu ve bu suale aradığı<br />
cevapla okura hikâyelerinin oluşumu konusunda<br />
farklı bir pencere açtığını, ikinci bölümde de yine<br />
okuyucuyu birinci bölümle ilgili düşüncelerinde<br />
şüpheye düşürecek ipuçları verdiğini belirtir. 13<br />
Bu çerçevede hikâye yazarken hikâyenin doğuşu,<br />
gelişimi, yazar ve okurun gerçeği algılayış<br />
biçimi, gerçekle kurgu arasındaki ilişki, okuma ve<br />
yazma süreci vb. hakkında okuyucuya bilgi vererek,<br />
okuru öyküye ve yazarlık serüvenine dâhil<br />
eder. Böylece edebiyat eseri, “somut ya da soyut<br />
yaşamı anlatmaktan çok, kendini” yansıtmaya<br />
başlar ve “objektifi kendi üstüne” çevirir. Dolayısıyla<br />
Gülsoy’un bu kitabında postmodern hikâye<br />
ve romanları konu alan çalışmalar; ya da teorik<br />
kitaplarda tekrar edilen şu bilgilere uygulamalı<br />
olarak kapı aralanmış olur: “Anlatı metinlerinde<br />
çoğu kez bir yazar anlatıcı, söz konusu metnin<br />
İnci ARAL, “Son Dönem Türk Öykücülüğünde Arayışlar, Yönelişler”,<br />
Cumhuriyet Kitap Eki, 06/ 2/<strong>20</strong>0<br />
2 Murat GÜLSOY, “Kahraman Olmayan Yazarla Bir Röportaj”,<br />
http://www.canyayinlari.com/soylesi.asp?id= 0<br />
3 GÜLSOY, “Edebiyat Yapıtlarının, Günümüzde de Eşsiz Olabilme<br />
Şansları Var”, Cumuhuriyet Kitap Eki, <strong>20</strong>02
nasıl kurgulandığını anlatır okuruna, onunla kurgu<br />
sorunlarını tartışır. Metnin kişileri ise farklı bir<br />
ontolojinin insanlarıdır; onların etten kemikten<br />
çok, dilden oluşmuşlukları vurgulanır; yaşadığımız<br />
dünyada değil, kitap sayfalarında var olurlar.<br />
Postmodern edebiyatın öncüsü Beckett, onlara,<br />
sözcükten adam anlamında, homo logos der” 14<br />
Gülsoy, Ecevit’in ifade ettiği anlayış doğrultusunda<br />
eserde yer alan ilk hikâyeden itibaren üstkurmacanın<br />
yazara verdiği imkânları kullanarak,<br />
kahraman, olay, mekân ve zaman unsurlarıyla<br />
oynamağa başlar. Ecevit, postmodernizmin yazara<br />
sağladığı bu imkânı şöyle ifade eder: “Edebiyatın<br />
konusu, ne gerçekçilerin dış dünyası, ne<br />
de romantikler ve modernistlerin iç dünyalarıdır<br />
artık. Belki de, Beckett’in dediği gibi “anlatılacak<br />
bir şeyin kalmadığı” bir dünyada edebiyat kendini<br />
anlatmak zorunda kalmıştır. Gerçeğin belirsizleştiği,<br />
klişe kalıplarla üretilip tüketime sunulduğu<br />
bir çağın sanatçısı, kendisine sürekli yabancılaşan<br />
bir dünyayı yeniden üretmek yerine, rotayı farklı<br />
bir estetik doğrultuya kaydırmıştır; salt sanatsal<br />
yaratıcılığı, hem biçim hem de içerik/motif düzleminde<br />
odağa almış, onunla oynamaktadır.” 15<br />
Bu Kitabı Çalın’da Yazarın Belleği ismini taşıyan<br />
öykü, bir hikâye kahramanının var olma sürecini<br />
konu alır. Şekillenmekte olan hikâye kahramanı,<br />
yazarın belleğinde dolaşarak, orada canlanan<br />
düşünce, duygu ve hayalleri, açığa vurur. Bu durum,<br />
hem roman kahramanı; hem de okuyucuya<br />
“yazarın belleğinin koridorlarında onunla birlikte,<br />
eşzamanlı olarak gezinebilme ve bir dedektif gibi<br />
ayrıntıları eşeleyebilme özgürlüğü”(s. 99) verir.<br />
Bu sayede okur, yazarla birlikte öykünün şekillenmesini<br />
adım adım takip eder.<br />
Yukarıdaki satırların devamında, metinde şekillenmeye<br />
başlayan kahraman, yazarın zihninden<br />
geçen duygu ve düşünceleri okuyucuya yansıtmaya<br />
devam eder. Yazarın zihinde canlandırmaya<br />
çalıştığı kahraman, orada neler olup bittiğinin<br />
sadece yazar, kendisi ve bir de okur tarafından<br />
bilinebileceğini açıklar. Yazar, belleğini kahraman<br />
vasıtasıyla okura açmıştır ve böylece hikâyenin<br />
nasıl şekillendiği okuyucu tarafından net bir şekil-<br />
4 Yıldız ECEVİT, Türk Romanında Postmodern Açılımlar, İletişim<br />
Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>0 , s. 98<br />
5 A.g.e., s. 99<br />
345<br />
de gözlenebilmektedir: “Gerçi görünüşe bakılırsa<br />
burada yalnızız. Yazar ve benden başka hiç kimse<br />
bu sürece tanık olmuyor. Beni de adamdan sayarsak<br />
tabii. Belki de, yazarın aklının içinde kurgulanan<br />
gelecekteki okurun ya da okurların hayali, bir<br />
yerinden kırıyor bu yalnızlığı. Öyküler mektuplar<br />
gibi değildir, bunu biliyorum. Zaman zaman yazar<br />
ne biliyorsa ben de biliyorum gibi geliyor. Sanırım<br />
bilgi konusunda cimri davranmıyor. Yani belli bir<br />
kişiye yazılmıyor”(s. 104).<br />
Kasiyer’in başkahramanı Betty, Paul’ün hediye<br />
ettiği deftere iç dünyasında kopan fırtınalar ve<br />
kendi çevresiyle ilgili duygu ve düşüncelerini kaydetmeğe<br />
başladığında ev arkadaşı Sarah’nın birgün<br />
bu defteri okuma ihtimali olduğunu düşünür.<br />
Bu ihtimal, Betty’nin deftere geçirdiği duygu ve<br />
düşüncelerini “birazcık çarpıtır”; ancak genç kız<br />
bunun farkında değildir. Gülsoy, Betty’nin günlüğe<br />
yazdıklarından hareketle yazarların söz konusu<br />
durumu sürekli olarak yaşadığından bahseder.<br />
Kimi yazarlar, bu süreci, okuyucuyla bir deneyimi<br />
paylaşma fırsatı olarak görür. Kimileri ise, bu süreçte<br />
okurun duygularını sömürme ve onu aldatma<br />
peşinde koşar. Gülsoy bu bağlamda konuyla<br />
ilgili kendi bakış açısını şöyle açıklar: “Oysa yazarlar<br />
bu durumu hep yaşarlar. Yazdıklarının birgün<br />
okunacağını bilerek yazmak edebiyatı zorlayan,<br />
çekiştiren ve belki de edebiyatı edebiyat yapan<br />
en ilginç mekanizmalardan biridir. Böylesine yalnız<br />
icra edilen başka bir gösteri sanatı yoktur. En<br />
gencinden en yaşlısına, en ustasından en acemisine<br />
tüm yazarlar okurun nefesini zaman zaman<br />
enselerinde hissederler. Bazıları bu durumla kolay<br />
başa çıkarlar, bazılarıysa (Paul gibiler) bunu<br />
sömürürler. Okuru, bir deneyimi paylaşan eşiti<br />
gibi değil de kandırılacak bir cahil olarak gören bu<br />
yazarlardan her zaman uzak kalmaya çalıştım.”(s.<br />
34).<br />
Üstkurmacanın el belirgin özelliklerinden biri,<br />
“roman yapma” konusu ile dolaysız ilgisidir. Üstkurmaca<br />
metinler, “Yeni roman” yazarları gibi,<br />
dolaylı biçimde eski biçimleri eleştirmeden, kurmaca,<br />
gerçeklik ve sanatçı arasında hiçbir dolaylı<br />
söyleyişe gerek duymadan “roman yapma” konusunu<br />
ele alır. Bu anlayış doğrultusunda okur,<br />
her vesileyle metin içinde yer alır. Hatta zaman<br />
zaman okuyucu, sanki yazılmakta olan romanın<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
şekillenmesini kurmaca kahramanlarla tartışır.<br />
Bütün bunlar ise, okuru yazılı olanı “sahte/yapma”<br />
bir sanat olarak algılamaya zorlar; eserin gerçekçi<br />
etkilerini azaltarak, bütün dikkati kendi üzerine<br />
çeker. 16<br />
Verilen bu bilgilere paralel olarak Yazarın<br />
Belleği’nde hikâyenin kahramanı “sevgili okur”u<br />
muhatap kabul eder ve hikâyenin oluşum ve gelişimini<br />
onunla tartışır(s. 98-1<strong>19</strong>). Binbir Gece<br />
Mektupları’nda Gerçekliğe Bir Adım Kala adlı öyküde<br />
de hikâyedeki yazar ile hikâye kahramanları<br />
arasında, öykünün oluşumu tartışılır. Hikâye kahramanı<br />
Enis ve Hikmet, hikâyedeki yazar kahramandan<br />
bir öykü anlatmasını isterler. Hikâyedeki<br />
kahraman da o sırada bir öykü uydurur. Hikâyenin<br />
devamı ve bir olayın sebebi kurmaca kişilerle yazar<br />
arasında tartışılır. Yazar, neyi nasıl yazacağı<br />
konusunda kararsız kalır(s. 66). Hikâyeyi tamamlayamaz.<br />
Hayalî kahramanların kurmacayla gerçeğe<br />
dönüştüğünü düşünür: “Dış dünya arabanın<br />
camlarını yalayıp geçerken Tayfun Abi’nin hayalimde<br />
canlanmış yüzü gözümün önünden gitmiyordu.<br />
Benim laf olsun diye uydurmaya çalıştığım<br />
hikâyenin kahramanı ile hiçbir ilgisi yoktu. Şu<br />
anda, şu saniyede bir yerlerde yaşamını sürdüren<br />
talihsiz bir adamdı o. Hikâyesini bildiğim için gerçekti<br />
artık”(s. 67).<br />
Binbir Gece Mektupları, Gülsoy hikâyelerinin<br />
gerçekle hayal arasında şuuraltından yansıyan<br />
eserler olduğu açıklamasıyla sona erer. Yazar,<br />
hikâyelerinde anlattıklarına okuru inandırmaya<br />
çalışmamış, onu aldatmaya kalkmadan yazdıklarının<br />
gerçekle hayal arasında olduğunu belirtmiştir.<br />
Bu durum, yazar için önemli bir dürüstlük göstergesidir.<br />
Gülsoy, öykünün son paragrafında, -yine<br />
hayalle gerçek arasında- hikâyelerini yazarken<br />
zihninden neler geçtiğini ve hayallerini de okurla<br />
paylaştığını ifade etmiştir: “Bu son mektubum.<br />
Sana karşı hep dürüst oldum. Aklımın ve varsa<br />
ruhumun tüm kapılarını sonuna kadar açtım. Bu<br />
yüzden çıkan rüzgâr birçok tuhaf nesne ve görüntüyü<br />
canlandırdı.”(s. 188). Gülsoy’un hikâyelerinde<br />
buraya kadar anlatılan tercihi, yani hikâyeyi<br />
ve onun öyküsünü okurdan esirgememesi, Füsun<br />
Akatlı’ya göre, yazarın öykülerinden “katmerli<br />
zevk” alınmasını sağlar. Yazar, bu yolla büyük bir<br />
6 DEMİR, A.g.e., s. <strong>20</strong><br />
346<br />
başarı kaydetmiştir. 17<br />
Hikâyede Gerçeklik<br />
Âlemlerin Sürekliliği ve Gerçek Hikâyeler’de,<br />
edebî eserde gerçeklik ve kurmaca, ana izleklerden<br />
birini oluşturur. Yine edebiyatta ve hayatta<br />
süreklilik diğer bir izlek olarak okur karşısına çıkar.<br />
Burada yazar tarafından vurgulanan asıl gerçeklik,<br />
edebiyatta ve hayatta cari olan sürekliliktir.<br />
Kitabın tamamı, bu sürekliliği vermek üzere kurgulanmıştır.<br />
Daha kitabın başında yer alan Kasiyer<br />
adlı öyküde bunun ipuçları verilir. Kasiyer’de “Bir<br />
hikâye nasıl yazılır?” sorusuna cevap aranırken,<br />
öykü kahramanlarından biri yazar olarak seçilir.<br />
Hikâyedeki bu yazar da kendi öyküsü içerisinde<br />
başka bir yazar kahraman vücuda getirir. Gülsoy,<br />
bu süreci, iç içe giren bir ayna olarak düşünür.<br />
Kendisi bir yazar kahraman yaratmış, o kahraman<br />
da başka bir kahraman yazarı ortaya koymuştur.<br />
Bundan maksat sürekliliği sağlamaktır. 18<br />
Gülsoy, hikâyedeki yazar kahramanı vasıtasıyla<br />
soyut ve bütünüyle somut bilgiler içeren edebî<br />
metinden yana olmadığını belirtir. Yazar, bu öyküde<br />
kötü niyetli insanlardan çekinerek, öyküde<br />
bahsedeceği gerçek kahramanların, mekân ve<br />
ülkenin ismini değiştirir. Hikâye, bir kitabevinde<br />
başlar. Okuyucu tabii olarak, hikâyenin geçtiği<br />
mekânı, merak edecektir. Kitabevi nerededir, ismi<br />
nedir, nasıl bir binanın içindedir? Gülsoy, sözü buraya<br />
getirdiğinde, geçmişte kendisinin de tercih<br />
ettiği hikâyede belirsizlik üzerine ne düşündüğünü<br />
açıklar: “Hani bazı hikâyeler vardır, başından<br />
sonuna kadar ne kahramanların ne de mekânların<br />
adı söylenir, her şey üçüncü tekil şahısların bulutsu<br />
belirsizliğine bırakılır, işte o tür metinlerden hiç<br />
zevk almıyorum artık. Zamanında ben de benzer<br />
bir çekingenlikle, tüm kahramanlarının soyut birer<br />
“O” zamiri ile yaşamak zorunda kaldığı hikâyeler<br />
yazdım. Şimdi çoğunu anımsamıyorum bile.”(s.<br />
15). Yazar, örnek vereceği olayda, yazar ve kitabevinin<br />
çok tanındığını bu sebeple bunların ismini<br />
değiştireceğini açıklar. Kişi adlarını değiştirmek<br />
büyük bir meseledir. Yer adları ise, daha da büyük<br />
7 Füsun AKATLI, “Kurmacanın Gerçeğe Çelmesi”, Radikal<br />
Kitap Eki, 3 /05/<strong>20</strong>02<br />
8 GÜLSOY, “Kahraman Olmayan Yazarla Bir Röportaj”,<br />
http://www.canyayinlari.com/soylesi.asp?id= 0
ir sorundur. Burada örnekler vererek, hikâyede<br />
gerçeklik sorununa değinir: “Şimdi Vehbi Kitabevi<br />
desem birçok okuyucu bunun Remzi Kitabevi olduğunu<br />
düşünecektir. Çünkü bazı yazarlar böyle<br />
yaparlar: Benzer seste adlar vererek bir biçimde<br />
yazdıkları hikâyenin gerçekliği hakkında ipuçları<br />
verirler. Tabii tersini yapan yazarlar da yok değil:<br />
Tamamen kurmaca olan bir hikâyeyi inandırıcı kılabilmek<br />
için gerçek mekânlardan sonuna kadar<br />
yararlanmaya çalışanlar… Ben biraz önce saydığım<br />
nedenlerden dolayı ikisini de yapamayacağım.<br />
O yüzden kahramanlarımızı başka bir ülkeye,<br />
bambaşka kimliklerle taşıyacağım. Sakıncası yoksa,<br />
olaylarımız New York’ta geçiyor.”(s. 15-16).<br />
Yazarın Amerika’da kasiyer olarak çalıştığını<br />
söylediği Betty, babasının ölümü üzerine arkadaşı<br />
Sarah ile kalmaya başlar. Gülsoy’a göre, Sarah,<br />
“bambaşka bir hikâyenin konusu”dur ve “Betty’nin<br />
hikâyesinde küçük bir rolü olacaktır”(s. 16-17).<br />
Betty ile Sarah, kısa zamanda dost olamaz. Yazara<br />
göre bunun en önemli sebebi, çağdaş dünya’dır:<br />
“Ne de olsa insanlar birbirlerinin yaşamına çok da<br />
fazla giremiyorlar. Çağdaş dünya, insanlarla aramızda<br />
neredeyse tek bir kapının açık kalmasına<br />
izin veriyor: sevgililik kapısı. Onun dışındaki kapılar<br />
sıkı sıkıya tuğla ile örülmüş…”(s. 17). Yazar;<br />
Betty ile Sarah’dan bahsettiği bu kısımda hikâyenin<br />
“giriş” bölümünü hazırlar. Betty, gerçek yazar<br />
değil de hikâyenin kahraman yazarı ile tanışır.<br />
Böylece o da, hikâyenin kahramanı olur: “Ve bir<br />
gün, Betty’nin bu hikâyenin kahramanı olmasını<br />
sağlayan olay oldu. Paul ile tanıştı.”(s. 17). Gülsoy,<br />
buraya kadar hikâyede anlatılanların gerçek<br />
hayatta yaşandığını bildirir. Ancak, diğer taraftan<br />
da anlatılanların bir hikâye olduğunu ve hikâyenin<br />
nasıl yazıldığına dair “bir örnek üzerinde tartışılmaya”<br />
başlandığını ifade eder. Betty, Couller’i ilk<br />
gördüğünde Couller, yeni kitabının malzemesini<br />
oluşturmak kastıyla genç kızı çoktan gözüne kestirmiştir.<br />
Betty’ye daha önce tanışmadıkları hâlde<br />
onu etkileme ve onunla ilgilendiğini hissettirmek<br />
için ismiyle hitap eder. Farklı zamanlarda onu ziyaret<br />
eder ve genç kızı kendine bağlamağa çalışır.<br />
Gülsoy, iki kahramanın tanışması ve ilk intibaları<br />
okuyucuya aktardıktan sonra hikâyenin yazarı olarak<br />
olayın akışını kasıtlı olarak durdurur ve eserde<br />
347<br />
anlatılanların gerçek hayatta yaşandığını tekrar<br />
vurgular: “Bu noktada bir parantez açmama izin<br />
verin. Biliyorum bu tarz bir anlatım, yani anlatıcının<br />
hikâyeyi bölüp araya girerek birtakım düşüncelerini<br />
öne sürmesi hem eski ve gözden düşmüş<br />
bir üslûba işaret eder hem de modern okurun canını<br />
sıkar. Araya girip ne söylerseniz söyleyin, okur<br />
‘bırak da bunları hikâye kendisi anlatsın, tercümana<br />
ne gerek var’ diye yüzünü buruşturur. Ben samimi<br />
bir edebiyattan yanayım; fakat bunun istismar<br />
edilmesini de hoş karşılamam. Burada araya<br />
girmemin nedeni birtakım veciz düşünceler öne<br />
sürerek okurun dikkatini dağıtmak değil. Başta da<br />
söylediğim gibi bu hikâyede anlattıklarımın hepsi<br />
burada bizim şehrimizde yaşandı ve yaşayan kişileri<br />
ve mekânları başka bir ülkeye taşımaktaki<br />
amacım, kötü niyetli kişilerin hedefi olmaktan<br />
kurtulmaktı. Ve ne yalan söyleyeyim, başlangıçta<br />
bundan biraz da korkmuştum. Ne de olsa kültürel<br />
ve sosyolojik farklılıklar olduğunu düşünüyor ve<br />
bunlar hikâyenin özünü bozabilir endişesi taşıyordum.<br />
Fakat şu âna kadar gerçekten bir milim bile<br />
sapmadık. O öğlen Betty ile Paul gerçekten de pizza<br />
yediler. Yani birçok ayrıntıyı hiç değiştirmeme<br />
gerek kalmadı. Merak edenler için söyleyeyim, tek<br />
yaptığım değişiklik kitabevini biraz büyütmüş olmak.<br />
Gerçek Betty’nin çalıştığı kitabevi tek kattan<br />
oluşuyor ve birkaç masadan ibaret bir kafeteryası<br />
var. Fakat bu hikâyeyi bir on yıl önce anlatmaya<br />
kalksaydım oldukça fazla ayrıntıyı değiştirmek<br />
zorunda kalacaktım. Gerçi, on yıl önce böyle bir<br />
yazar tipi ülkemizde barınamazdı diyebilirsiniz.<br />
Doğrudur, ancak henüz bunu söyleyebilecek kadar<br />
tanımadınız Paul Couller”i.”(s. 22).<br />
Paul, Betty’nin çalışma ve izin saatlerini öğrenerek,<br />
genç kızla ilgilenir. Sonunda onu kendine<br />
bağlar. Betty, Couller’ın sahip olduğu şöhret ve<br />
gücün etrafında hayaller kurmaya başlar. Hikâyenin<br />
kahraman yazarına ait ‘Yitik Cennet’ adlı hikâye<br />
kitabını satın alır. Betty, eserin ilk üç hikâyesini<br />
okur. Bunlardan hareketle Paul’ün zeki ve duyarlı<br />
bir insan olduğu sonucuna ulaşır. Yazar, Betty’nin<br />
hayaller kurarak Yitik Cennet’e sarılıp uyumasını<br />
fırsat bilerek, olayın akışını tekrar keser ve araya<br />
girerek, Paul hakkında yorumlar yapar: “Şimdi<br />
bırakalım Betty ‘Yitik Cennet’e sarılıp uyusun.<br />
Zor bir gün geçirdi ve gelecek günler onun için<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sürprizlerle dolu olacak. Hikâyenin bu noktasına<br />
kadar Paul ile ilgili fazla bir şey söylememeye<br />
çalıştığımı fark eden okurlar bu gözlemlerinde<br />
haklılar. Bunun iki nedeni var. Birincisi tüm olan<br />
biteni Betty’nin tarafından görmeye ve göstermeye<br />
çalışıyorum. İkincisi Paul ve yazdıkları hakkında<br />
bir şeyler söylemek bu hikâyede mümkün değil.<br />
Çünkü başta dediğim gibi tanınmış bir yazar. İstemeden<br />
vereceğim birtakım ipuçları sizi doğrudan<br />
onun gerçek kimliğine götürebilir.”(s. 25).<br />
Devaynasındaki Yazar<br />
Birçok edebî meselenin alt metin üzerinde<br />
tartışıldığı Bu Kitabı Çalın’da diğer bazı hususlar<br />
yanında, olduğundan farklı görünmeye çalışan<br />
yazarlara da gönderme yapılır. Bu grupta yer<br />
alan kişiler; “yaptıkları kurgularla kendilerinin ne<br />
kadar zeki olduğunu sergilemek” ve “anlattıkları<br />
öykülerle ne kadar duyarlı olduklarını gösterebilmek”<br />
için edebî eserleri kendi emellerine alet<br />
etmektedir. Edebiyat yerine, kendi “ben”lerini öne<br />
çıkarmaktadırlar(s. 100-101).<br />
Gülsoy, Kasiyer’deki hikâye yazarını niçin sevmediğini<br />
şöyle açıklar: “Şu kadarını söylememde<br />
bir sakınca yok ama: “Yetmiş yıl önce yapılmış<br />
numaraları kendisi bulmuş gibi sunan, beylik aşk<br />
hikâyelerini muhteşem duygusal fırtınalar gibi<br />
yazan biri Paul. Bir de en kötü tarafı, tüm kahramanlarını<br />
sıra dışı bir duyarlılık ve zekâya sahipmiş<br />
gibi anlatması. Sanki sıradan insanların hikâyeleri<br />
anlatılmaya değmezmiş gibi. Oysa, sıra dışı<br />
insanlar edebiyatın kötü malzemeleridir. İlginçlikleri<br />
hikâyenin, edebiyatın önüne geçer. ‘Peki daha<br />
önce zeki demiştiniz Paul için’ diyen okurlara da<br />
şunu söylemek isterim: Evet zeki bir adam Paul.<br />
Ve kahramanlarını benim sevimsiz bulduğum<br />
şekilde donatırken aslında tüm o kahramanların<br />
kendisi olduğunu ima ediyor. Çünkü amacı, yapıtlarının<br />
üzerine basarak bir yerlere tırmanmak.<br />
Bence edebiyata yapılan en büyük ihanet budur.<br />
Dolayısıyla basit bir kendini yüceltmenin ötesine<br />
gidemiyor yazdıkları.”(s. 26).<br />
Kahraman Hakkında Yorumlar<br />
Gülsoy, üstkurmaca metinlerde sıkça görülen<br />
bir tasarrufla birçok öyküde bazı kahramanları<br />
hakkında yorum yapar. Onların iç dünyası ve ka-<br />
348<br />
rakterleri üzerine değerlendirmelerde bulunur.<br />
Okuyucuyu karşısına alarak söz konusu kahramanlar<br />
üzerine onunla sohbet eder. Bunun en<br />
güzel örneği, Diğer Hikâyeler’de görülür. Bu bölümün<br />
ilk öyküsü Kasiyer’de Betty ile Sarah, zamanla<br />
iyi bir dost olur. Sarah iyi niyetli, samimi<br />
ve dost canlısı biridir. Hikâyedeki yazar, olayın<br />
akışına parantez açar ve bu kahraman hakkında<br />
üstkurmaca metinlere has bir üslûpla onun hakkında<br />
kısaca bilgi verir: “Biliyorum, şu âna kadar<br />
Sarah’yı çok ihmal ettim. Aslında Sarah bu hikâye<br />
içinde Betty’nin başına gelmiş en güzel şey. Zordur<br />
sağlam dostluklar kurmak. Sarah gerçek bir<br />
dost. Gerçi, titiz bir okur, Sarah’ın dost olabilmesi<br />
için karşısındaki insana acıma duygusu beslemesi<br />
gerektiği gözlemini yapıp sert bir yargıya varabilir.<br />
Ama ben öyle düşünmüyorum. Sarah güvenilir<br />
biri. Asla Betty’yi kazıklamayacak, sonuna kadar<br />
ona destek olacak bir dost. Fakat Betty’nin hikâyesini<br />
bırakıp Sarah’dan söz edersem ikisine de<br />
haksızlık olacak. Birincisi, bu Betty’nin hikâyesi,<br />
asıl olarak onu anlatmalıyım, dikkati başka hikâyeler<br />
üzerine çekmemeliyim. İkincisi Sarah iyi ve<br />
önemli bir insan. Hikâyesi Betty’nin hikâyesi içinde<br />
harcanmamalı.”(s. 30).<br />
Yazının Bağlayıcılığı<br />
Diğer Hikâyeler’de Paul, kısa bir kur döneminin<br />
ardından Betty’yi kendine âşık eder. Daha sonra<br />
genç kıza bir hediye alır. Bu bir günlük defteridir.<br />
Genç kız bu deftere duygu ve düşüncelerini yazacaktır.<br />
Paul, ihtirasları uğruna genç kızı önce kendine<br />
âşık etmiş, daha sonra da onun duygularını<br />
kayda geçirmek için ona bir defter almıştır. Kahraman<br />
yazar, bu defteri bir vesika gibi kullanarak bir<br />
aşk romanı yazacaktır. Betty ise, bütün bunlardan<br />
habersizdir. Betty, duygu ve düşüncelerini deftere<br />
kaydetmeğe karar verdiğinde yazar, yazma<br />
sürecinin yazarı tehlikeli bir noktaya taşıdığından<br />
söz eder: “Düşüncelerin ve duyguların kayıt altına<br />
alınması çok tehlikeli olabilir. Hayır, başkalarının<br />
eline geçmesi anlamında söylemiyorum. Bu ikincil<br />
bir sorundur. Daha yaşamsal olan, düşüncelerin<br />
yazıya geçirildikten sonra katılaşıp bu dünyaya ait<br />
cisimlere dönüşmesi tehlikesidir. Çünkü düşünceler<br />
ve duygular zihnin içinde kaldığı sürece akışkandır,<br />
değişkendir, uçucudur. Bu, insana müthiş<br />
bir hareket alanı verir. Tutarsızlığa düşmekten
korkmaksızın, zihnin duruma göre kayıtlarını yeniden<br />
düzenler. Oysa yazı bir özleşme gibi tarafları<br />
bağlar. Söz konusu olan bir günlük olunca taraflardan<br />
biri özgürlüğünü yitirmek istemeyen canlı<br />
zihindir, diğeri ise cisimleşmiş düşüncelerdir. Söze<br />
dönüşmüş duygulardır. Söz bağlar.”(s. 32).<br />
Gerçek Hayatın Edebiyata<br />
Taşın(ma)ması<br />
Kasiyer’de Betty, Paul’e âşık olur. Hatta onunla<br />
yasak ilişkiye girer. Betty, bu safhaları duygu, düşünce<br />
ve hayallerle süsleyerek, bütün ayrıntısıyla<br />
günlüğüne kaydetmiştir. Ayrıca, Paul’e çeşitli vesilelerle<br />
ailesi ve kendisi hakkında ayrıntılı bilgi vermiş,<br />
bazı sırlarını ona açmıştır. Hikâyenin sonuna<br />
gelindiğinde hikâyedeki yazar, olayların sonuna<br />
gelindiğini “Ve geldik hikâyenin sonuna. Mutlu<br />
biten bir aşk hikâyesi okuduğuna inanan okurlar<br />
için kötü bir haberim var, ne yazık ki hikâye böyle<br />
bitmiyor” cümlesiyle haber verir(s. 39).<br />
Paul, genç kızın günlüğünü ve çocukluk günlerini<br />
gösteren video görüntülerini ondan alarak<br />
bunların kopyasını çıkarttırır. Daha sonra da<br />
günlükte kayıt altına alınan aşk duygusunu bir<br />
romana dönüştürür. Roman büyük bir aşkın kayıt<br />
altına alınmasıyla doğmuştur. Kısaca, Paul, genç<br />
kızın duygularıyla oynamış, bir eser yazabilmek<br />
için onu kullanmıştır. Öyküdeki yazar, bunu normal<br />
bir davranış olarak görür. Hatta genç kızın<br />
bu roman vasıtasıyla tarihe geçtiğini ve sıradan<br />
biri olarak yaşayıp unutulmaktan kurtulduğunu<br />
söyler. Üstelik kendine teşekkür borçlu olduğunu<br />
bile söyler. Öykünün yazarı, öyküdeki yazarın bu<br />
davranışını eleştirerek, hikâye ve romanda otobiyografinin<br />
kullanılması ve gerçek hayatın edebiyata<br />
taşınmasına dair etik değerlendirmelerde<br />
bulunur. Neticede bir yazar olarak, gerçekler karşısında<br />
kendisinin benimsediği yaklaşıma işaret<br />
eder: “Hikâyenin başında söylediklerime dönecek<br />
olursak, evet her yazarın bir yoğurt yiyişi vardır.<br />
Ve her yazar kendine göre bir yöntem kullanır<br />
hikâye anlatmak için. Fakat biz bunların hepsine<br />
saygı duyabilir miyiz? Tıpta olduğu gibi edebiyatta<br />
da bir etik değerlendirme olması gerektiğini<br />
düşünüyorum. İnsan üzerinde deneyler yapmanın<br />
bedeli çok ağır olmalı. Ve bence, hiçbir sanat<br />
yapıtı bir insanı mutsuz etmeye değmez. Mutsuz-<br />
349<br />
luk zaten yeterince var. Sanatçının görevi mutsuzluğu<br />
çoğaltmak değildir. Belki de gerçeklerle<br />
baş edemediğim için, gerçek duygular ve gerçek<br />
durumlarla karşılaşmaktan hep kaçtığım için kurmacanın<br />
dünyasında yaşamayı yeğliyorum. Gerçek<br />
acılar ve aşklarla yaşamayı becerebilseydim…<br />
belki de şair olurdum. Kim bilir? Bu soruyu ben<br />
cevaplayamam.”(s. 41-42).<br />
Gülsoy, kitabın başında sorulan “Bir hikâye nasıl<br />
yazılır?” sualine, Kasiyer’le cevap verir. Bu hikâyeye<br />
göre, yazarın yaşadığı bir olay veya gerçek<br />
hayatta şahit olunan bir hadise, hikâyeye dönüştürülebilir.<br />
Bu cevap, ilk bakışta yeterli gibi gözükür.<br />
Ancak okur, kitabın sonunda farklı bir cevapla<br />
daha karşılaşır: Hayatta yaşanan herhangi bir<br />
olay, konuyla ilgisi olmasa da herhangi bir hikâyenin<br />
doğuşuna zemin hazırlayabilir. Yazar, Kasiyer<br />
adlı hikâyenin başında eserde anlatılan olayların<br />
gerçek hayatta yaşandığını, hikâyede geçen şahıs<br />
ve mekânların ismini gerçeğin anlaşılmaması<br />
için değiştirdiğini açıklar. Ancak, kitabın sonunda<br />
Âlemlerin Sürekliliği’nde Odamda Yolculuk adlı kısmı<br />
okurken durumun hiç de öyle olmadığı ortaya<br />
çıkar. Odamda Yolculuk’ta yazar, daha önce kutsal<br />
emanetler hakkında bilgi toplarken kütüphanede<br />
karşılaştığı genç kızı düşünür. Kütüphaneci kıza<br />
ilgi duyar; ama genç kız oralı olmaz. Kızın büyük<br />
ihtimalle bir sevgilisi vardır. Onunla ilgili birçok<br />
hayal kurarsa da kütüphanecinin umursamazlığı<br />
karşısında zihninde büyük bir yenilgi yaşar. Yazar,<br />
bu başarısızlığın hikâye olup olamayacağını düşünürken,<br />
kafasında yeni bir öykü şekillenmeğe<br />
başlar. Sonrasını, şu cümlelerle verir: “Kafamın<br />
içinde, ruj süren kütüphaneci kız, katalogların<br />
önünde onu gözetleyen biri olarak ben, kitaplar,<br />
Vedat Enişte dönüp duruyordu. Uykum kaçmıştı.<br />
Bilgisayarı açıp adını sonradan Kasiyer koyacağım<br />
hikâyeyi yazmaya başladım.”(s. 159-160).<br />
Binbir Gece Mektupları’nda yazar, gerçek hayatın<br />
edebiyata taşınmasına karşı çıkar. Bu sebeple<br />
hikâyelerinde kendi hayatına yer vermez. Ancak,<br />
öykülerini okuyanlar, hikâyelerde anlatılan olayların<br />
Gülsoy’un başından geçtiğini zannedeceklerdir:<br />
“Kendi geçmişimi hiçbir zaman yazmadım.<br />
Okuyanların hep öyle sanmalarına özen gösterdim<br />
ama… Neden böyle davrandığımı bilmiyorum.<br />
Üzerine de düşünmedim. Belki hep içimde kalmış<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
olan bir oyuncu olma isteğinin dışavurumudur.<br />
Tüm sanatların farklı biçimlerde de olsa bir gösteri<br />
olduğunu sanıyorum.” Gülsoy, bu kesin ifadeleri<br />
kullanmakla birlikte, söylediklerinden yine de<br />
emin değildir. Bazı hikâyelerinde tekrar ettiği gibi,<br />
anlattıkları belki de mazide yaşadığı ve şuuraltında<br />
bulunan olayların yansımasıdır: “Hiçbir şeyden<br />
emin olamadığım bir yerde anlatıyorum hikâyelerimi.<br />
Belki de emin olduğum tek şey bunları sana<br />
anlattığım. Kim olduğunu bilmediğim birine yazdığım<br />
mektuplar…”(s. 174).<br />
Hikâyenin Doğuşu, Gerçek ve<br />
Kurgu<br />
Hikâye yazma, öyküde gerçeklik, konu, kurgulama<br />
ve hikâyenin doğuşuyla ilgili bahislerin üst<br />
metin olarak mevzu edildiği Bu Kitabı Çalın adlı<br />
hikâyede, öykü ile bellek arasında paralellik kurulur.<br />
Bellek; kendi gücü ve sınırları elverdiği nispette<br />
dış dünyayı algılayabilmekte, zihindeki değişim<br />
ve dönüşüm buna göre şekillenmektedir. Hikâyeler<br />
de böyledir. Geçmişte yaşanan olaylar, içinde<br />
yaşanan mekânlar veyahut da gerçek hayatta<br />
karşılaşılan insanlar, zamanla unutulmakta ve<br />
bütün bunlar yazarın kurguladığını zannettiği unsurlar<br />
olarak hikâyelerde yer alabilmektedir. Tabii<br />
olarak, tersi durum da söz konusu olmaktadır. Bu<br />
çerçevede, hikâyeler, “büyük bir anımsama”nın<br />
mahsulüdür: “Bellek denilen şey esrarlarla dolu<br />
bir garip lunapark işte. Bazı olaylar bize olduklarından<br />
daha büyük ya da daha küçük ya da daha<br />
renkli görünüyorlar. Hatta bazen hiç olmamış<br />
olayları, hatta insanları anımsadığımızı sanıyoruz.<br />
Belki de uydurduğumu ya da kurguladığımı<br />
sandığım öykülerin birçoğu gerçekte yaşayıp da<br />
unutmuş olduğum şeyler. Ya da tam tersi… Belki<br />
de her şey büyük bir anımsama ânından başka bir<br />
şey değil. Bunu kim bilebilir ki?”(s. 26).<br />
Bu Kitabı Çalın’da öykülerinin çoğunun hayal<br />
ürünü olduğunu açıklayan Gülsoy, hikâyelerindeki<br />
konu ve kurgusal yapının çok farklı kaynaklardan<br />
beslendiğini belirtir. Başkasından işitilen olayların<br />
zihinde uyandırdığı çağrışımlar, peşine düşülen<br />
farklı konular, kütüphanelerde yapılan araştırmalar<br />
vb. yazarın öykülerinde pay sahibi olur: “Yıllar<br />
içerisinde birçok öykü yazdım. Birçok şey anlattım.<br />
Bunların çoğu olmamış olaylardı. Yazdığım<br />
350<br />
öykülerin konuları, içine döküldükleri kurgusal yapılar<br />
hep çok çeşitli kaynaklardan beslenir. Bazen<br />
birisinin anlattığı bir olay zihnimde uzun zamandır<br />
uyuyan bir konuyu dürter, bazen de ben zihnimi<br />
açacak konuların ardına koşarım. Zaman zaman<br />
garip bir önseziyle bir konunun peşinden gider,<br />
araştırmalar yapar, bir tür kütüphane yazarlığına<br />
özenir, sonra da hiçbir yere varmadığımı şaşkınlıkla<br />
fark ederim. Daha doğrusu bir yere varırım<br />
da vardığım yer, başlangıçta hedeflediğim yer hiç<br />
değildir.”(s. 17-18).<br />
Yazarın Belleği’ni açığa çıkaran kahraman, hikâyelerdeki<br />
cümlelerin yazılışı, anlam katmanları<br />
ve cümlelerin tashihi konusunda okura bilgi verir.<br />
Öyküler, türlü duygu ve düşünceyle harf harf kalıba<br />
dökülmekte ve yorucu bir emek sonucu okuyucu<br />
karşısına çıkmaktadır: “Sözcük sözcük, harf<br />
harf oluşmak nasıl bir duygu onu anlatacaktım.<br />
Birincisi, her sözcük başka bir hisle, başka bir hızla<br />
dökülüveriyor. Bazen büyük bir sevinç ve coşkuyla<br />
beliriveriyorlar. Bazen de sıkıntıyla ve kasvetle<br />
çıkıyorlar. Cümleler de çok tuhaf. Her birinde bir<br />
şey başlıyor ve bitiyor benim için. Yazarımın belleğinde<br />
izlediğim düşünce akışı gibi birbirine dolanmış<br />
bir sarmal değil. Daha tek boyutlu, ama daha<br />
kararlı. İkincisi, yazılmış olanın silinip yerine başka<br />
bir şey yazılması lüksü var ki, benim sevgili yazarım<br />
buna –çok şükür bu öykü- pek yüz vermiyor.<br />
Oysa bu, bizim gibi hayal dünyasında yaşayanların<br />
en büyük silahı. Bizi oluşturan cümlelerin düzeltile<br />
düzeltile mükemmele vardığını, dolayısıyla okur<br />
denilen sevgilinin ilgisine layık bir hale geldiğimizi<br />
hissetmek çok güzel bir duygu. Bu, bize gösterilen<br />
önemin ve saygının da bir başka ifadesi. Yarım<br />
yamalak, kırık dökük, düşük cümlelerde yaşamak<br />
istemezdim. İsterdim ki, beni yazan kişi yazı işçiliğinde<br />
büyük bir usta olsun.”(s. 108-109).<br />
Gülsoy; Diğer Hikâyeler’de Kasiyer adlı öyküde<br />
anlatılanların gerçek olaylara dayandığını bildirirse<br />
de Âlemlerin Sürekliliği’nde hikâyede anlatılanların<br />
kurguya dayandığını ifade eder. Sonra<br />
da kurgulamakta olduğu bir hikâyeyi düşünürken<br />
Vedat Enişte’yle tanışmaları ve bu vesileyle ortaya<br />
çıkan Kasiyer’i örnek göstererek, hikâyelerinin<br />
doğuşuyla, dolayısıyla da eserlerini yazma süreciyle<br />
ilgili bir açıklama yapar: “Vedat Enişte’yle<br />
görüşme, bir biçimde aklımı tetiklemiş, eski bir
hikâyeye geri döneyim derken yeni bir hikâyenin<br />
doğmasına neden olmuştu. Hikâyelerin aklıma<br />
geliş şekilleri üzerine hep düşünürüm. Hangi bilinçdışı<br />
gözlemlerden süzülen anların bir araya<br />
geldiklerinin izini sürmeye çalışırım. Akla gelme<br />
ve yazılma süreçlerini inceden inceye gözden geçiririm.<br />
Açıkçası, henüz bir ilinti, bir düzen bulmuş<br />
değilim. Fakat kimi insanların, kimi olayların ve<br />
nesnelerin bir hikâyenin akla gelişinde önemli rol<br />
oynadıklarını biliyordum. Vedat Enişte de böyle<br />
bir rol oynamıştı. O yüzden, özel bir teşekkürü hak<br />
ediyordu.”(s. 162-163).<br />
Gülsoy, hikâyelerinde kurgu ile gerçek arasında<br />
bir yerde, kendi ifadesiyle “araf”ta kalmayı tercih<br />
eder. Binbir Gece Mektupları’nda yer alan Gerçekliğe<br />
Bir Adım’da yazar, Hikmet’in anlattığı olayları<br />
ve bunun kurgulanmasını düşünürken yaptığı tercihi<br />
bir kez daha onaylar. Ona göre gerçek, hikâye<br />
için açık bir tehdit unsurudur: “Gerçek dünyanın,<br />
hikâyenin –ya da benim hikâyemin- düşmanı olduğunu<br />
bir kez daha fark etmiştim.”(s. 66). Yazar,<br />
gerçeğin hikâyede yer almasına karşı çıkarken,<br />
öyküde hayalin zamanla gerçeğe dönüşebileceğini<br />
savunur. Bu cihetten yazıya geçirilmeden evvel<br />
öykünün hayal edilmesi, olayların planlanması<br />
ve kahramanların ortaya konması; hayalin gerçeğe<br />
dönüşmesinde hayalle gerçek arasında bir<br />
tür eşiktir: “Varlığın farkında olmadığımız şeyler<br />
gerçekte var mıdırlar? Kuşkusuz bizler için yokturlar.<br />
O insanların hikâyesini dinleriz ve onlara<br />
birer suret hayal ederiz. Peki, acaba tersi bir durum<br />
söz konusu olabilir mi? Yani önce bir hikâye<br />
hayal etsek, o hikâye kendi gerçeğini yaratabilir<br />
mi? Belki de yaratabilir…Masanın başına oturup<br />
kalemi elime aldığımda, yaratılmak üzere, kollarında<br />
bir kadının cesediyle bekleyen kahramanımı<br />
düşünüyordum. Ne garip, ne ürpertici bir yer<br />
orası: doğum öncesi bir tür araf, birtür gerçeklik<br />
eşiği…”(s. 67).<br />
Binbir Gece Mektupları, hâl ve istikbaldeki okura<br />
yazılıp, gönderilmiştir. Yazar, bu hikâyeyi oluşturan<br />
dokuz parçada şuuraltından yansıyan parçalı olay,<br />
görüntü, söz, duygu ve düşünceyi bir araya getirir.<br />
Şuuraltı, insanoğlunun hayatı boyunca karşılaştığı<br />
tüm olayların, yaşadığını zannettiği; ama gerçekte<br />
var olmayan maceraların, kurduğu bütün hayallerin,<br />
peşinden koştuğu arzu ve isteklerin, kapıldığı<br />
351<br />
korkuların, gördüğü rüyaların, söylemek isteyip<br />
de bir türlü dile getiremediği türlü duygu ve düşüncelerin<br />
vb. deposu gibidir. Yazar bu depoyu, bir<br />
kuyuya benzetir. Binbir Gece Mektupları’nda anlatılan<br />
öyküler, işte bu kuyudan çıkmıştır: “İçimdeki<br />
kuyudan çıkan imgeler yine geldikleri yere dönecekler.<br />
Bunu biliyorsun. Okuyup bitirdiğinde kuyu<br />
kapanmış olacak. Şimdi son kez o kuyuya birlikte<br />
eğilip bakalım.”(s. 188).<br />
Dilin Kullanımı ve “Kılçıklı<br />
Cümle”<br />
Dilin doğru kullanımı hususunda hassas davranmaya<br />
çalışan Gülsoy, Bu Kitabı Çalın’da bu hikâyeyi<br />
nasıl yazdığını anlatır. Öykünün yazılmasına<br />
neden olan olayı okura aktarmadan evvel, zoraki<br />
kurulan, bir şeyleri ispatlamaya çalışan ve sanki<br />
gizli anlamlar ihtiva ediyormuş gibi bir eda taşıyan<br />
cümleler ve tabii ki, bunların sahibi olan yazarları<br />
ironiyle karışık tenkit eder. Yazarlar, kapalı<br />
ve dolambaçlı ifadelerden, daha doğrusu olduklarından<br />
farklı görünmeye çalışmaktan kaçınmalıdır:<br />
“Bu başlık(Bu Kitabı Çalın) kitap korsanlığının<br />
hep gündemde olduğu bir yerde başka bir ironi<br />
de barındırmıyor değil. Her neyse, kitap yayınlandı.<br />
Hiçbir şey olmadı. Yani bu öykünün yazılmasına<br />
neden olan olay oluncaya kadar, bu öykünün<br />
yazılmasına neden olabilecek hiçbir şey olmadı.<br />
Komik değil mi? Bazen kılçıklı, okurken insanın<br />
boğazından geçmeyen cümleleri çok seviyorum.<br />
Kolay lokma olma endişesinin üstesinden gelmek<br />
için insanın daha fazla zamana gereksinimi var<br />
galiba.”(s. <strong>19</strong>).<br />
Hüthüt Kuşu, on bir Türk yazarından seçilmiş<br />
alıntı cümlelerle kurgulanır. Yazar, hikâyede ilk<br />
başta ismi verilmeyen on bir alıntının sahibini<br />
arar, onları açarak ve o konuda kendi fikrini dile<br />
getirerek sanki alıntılar içinde zihnen dolaşır ve<br />
bütün bu sürecin öyküsünü paralel kurguyla okuyucuya<br />
aktarır.<br />
Yazar, Ali’nin kapının altından bıraktığı zarf vesilesiyle<br />
dilin kullanımıyla ilgili küçük bir değerlendirmede<br />
bulunur. Hikâye yazarı, dili doğru yerde<br />
ve doğru biçimde kullanmalıdır. Aksi hâlde garip<br />
anlamlar ortaya çıkacaktır. Hikâyedeki yazar, kapının<br />
altından atılmış zarfı –ki bu zarf etrafında<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
hikâyenin iskeletini kurulacaktır- almış ve masanın<br />
üzerine bırakmıştır. Zarfın üstünde herhangi<br />
bir bilgi yoktur. Yazar, zarfla ilgili tahminlerde bulunur,<br />
hayaller kurar. Bu sırada gözlerini zarftan<br />
âdeta kaçırır. Masaya dönüp tekrar zarfa baktığında<br />
“zarfla burun buruna” gelir. Sonra da bu<br />
deyimin yerinde bir kullanım olmadığını belirtir:<br />
“Ne tuhaf deyimler bunlar? Zarfla burun buruna<br />
gelinir mi? ‘Göz göze geldik’? Olmaz. Zarfın ne<br />
gözü ne de burnu vardır. Ama bu zarfın yine de<br />
tuhaf bir hali vardı. Üzerinde adres ya da en azından<br />
bir isim yazması gereken yerde bir şey olmadığından<br />
mıdır nedir boş bir surat gibi bana bakıyordu.<br />
Bakıyordu? Emin misin?”(s. 45). Gülsoy,<br />
bu açıklamalarla aynı zamanda hikâyenin oluşum<br />
sürecini okuyucuyla paylaşır. Hikâyenin yazarı, öyküde<br />
üstkurmaca metinlerde görülen bir eğilimle<br />
okurla ve kendi kendine konuşur.<br />
Hikâyede Bilginin Güncelliği<br />
Hüthüt Kuşu, on bir yazara ait alıntı cümleler<br />
etrafında şekillenir. Yazar bu hikâyede öykülerindeki<br />
ana izlekler yanında, edebî metinlerde verilen<br />
bazı bilgilerde güncelliğin korunması konusunda<br />
da bir değerlendirme yapar. Hikâyedeki yazar,<br />
komşuları Ali vasıtasıyla kendisine ulaşan alıntıların<br />
kime ait olduğu ve hangi eserde geçtiğini<br />
araştırmaktadır. Söz konusu alıntıları okurken bir<br />
cümleyi hemen tanır: “İntihar etmeyeceksek içelim<br />
bari…” Bir Düğün Gecesi’nden alınan bu söz,<br />
yazar tarafından yıllar evvelinde değiştirilmiştir:<br />
“İntihal etmeyeceksek yazalım hadi!”(s. 49) Gülsoy,<br />
Adalet Ağaoğlu’na ait bu cümleyi teyit etmek<br />
amacıyla kütüphanesinden Bir Düğün Gecesi’ni<br />
alır ve alıntı cümleyi oradan bulur. Kitabın yazardaki<br />
nüshası, <strong>19</strong><strong>80</strong> Temmuz’undaki dördüncü<br />
baskıdır. Arkasında yazılı o zamanki fiyatı 175 liradır.<br />
Gülsoy, bu rakamı komik bulur ve hikâyelerinde<br />
parayla ilgili bilgileri, sırf bu sebeple açıkça<br />
ifade etmediğini belirtir. Hikâyelerde verilen bilgiler,<br />
enflasyon sebebiyle eser ve yazarını güncellikten<br />
düşürmekte ve her ikisinin de inanılırlığını<br />
baltalamaktadır: “Ne komik bir meblağ. Bu para<br />
meselesi hikâye yazarken hep sorun olur zaten.<br />
Yani anlattığınız hikâyenin içinde herhangi bir nedenle<br />
fiyat verirseniz kısa bir süre sonra komik<br />
duruma düşüyorsunuz. Eski filmlerdeki ameliyat<br />
için bulunması gereken elli bin liranın trajikomik<br />
352<br />
bir öğeye dönüşmesi gibi bir durum. Dolarla da<br />
hikâye yazılmaz ki. Ben de hikâyelerimde ticaret<br />
hayatından hep uzak kalmayı yeğlemişimdir. Ne<br />
tuhaf bir cümle! Ciddi bir söyleşide ya da panelde<br />
bunu dile getirdiğimi hayal edip kendime güldüm:<br />
“Sevgili okurlar, hiperenflasyon nedeniyle hikâyeciliğimiz<br />
ticaret hayatını anlatmakta hep zorlanmıştır.<br />
Hikâyelerde hiçbir şeyin fiyatı söylenmez.<br />
Kahramanın cebindeki para, ev sahibine ödeyeceği<br />
kira ve buna benzer yaşamsal öğeler hep bulanık<br />
kalır. Bu durum da ister istemez bir buğulu<br />
gerçeklik yaratır.” Buğulu gerçeklik mi? Ne güzel<br />
bir kavram. Var mıdır acaba böyle bir akım? Kim<br />
bilir?”(s. 50-51).<br />
Mistik Aydınlanma<br />
Diğer Hikâyeler’de yer alan Vazgeç isimli hikâye,<br />
Kafka’dan alınan bir alıntıyla şekillenir. Yazar, alıntı<br />
metni, birtakım değişikliklerle yeniden üretir ve<br />
bunları bir sevgiliden ayrılışın öyküsüyle paralel<br />
kurgular. İkinci tekil şahsın ağzından anlatılan<br />
olaylar, farklı duygularla sekiz defa başkalaştırılır.<br />
Metnin sonunda ikinci tekil kişi, birinci tekil şahsa<br />
dönüşür. Yani “sen”, “ben” olur. Hikâyenin yazarı<br />
ile Kafka, metin boyunca işlenen duygular çerçevesinde<br />
aynı noktada birleşir. O an, geçmişteki<br />
tüm yazarların sanki aynı kişi olduğu, yanılsaması<br />
yaşanır. Yazarlar, tüm insanlığın ortak duygularını<br />
dile getirmektedir. Gülsoy, bir taraftan geçmişte<br />
tüm sözlerin söylendiğini ima ederken, diğer taraftan<br />
da duygu ve düşüncelerin evrenselliğine<br />
dikkat çeker: “Kafka’nın o kısacık hikâyesini tekrar<br />
okudum. Bu metinde kendi paniğimi hissediyorum.<br />
Kendim yazmışım gibi geliyor. Bir an garip<br />
bir yanılsamaya kapılıyorum. Gelmiş geçmiş tüm<br />
yazarların aynı kişi olduğu gibi bir yanılsama. Belki<br />
de mistik bir aydınlanma.”(s. 105).<br />
Edebiyatta ve Hayatın İçinde<br />
Süreklilik<br />
İnsan hayatının tekrardan ibaret olduğunu düşünen<br />
Gülsoy, edebî eserlerin de hayatla ortak kaderi<br />
paylaştığını düşünür. İnsan, kendinden önce<br />
yaşanmış hayatları sanki yeniden yaşamaktadır.<br />
Doğar, büyür, sever, acı çeker, yalnız kalır vs. Bu<br />
bağlamda duygu ve düşünceler, insanlar vasıtasıyla<br />
nesilden nesile aktarılmakta, süreklilik ka-
zanmaktadır. Edebî eserler de daha evvel yaşanmış<br />
ve ifade edilmiş duygu ve düşünceleri tekrar<br />
ederek okuyucuya sunmaktadır. Yazar bu sebeple<br />
öykülerinde kimi konuları bilinçli olarak tekrar<br />
eder. Hikâye kahramanlarını başka öyküleri içinde<br />
yeniden canlandırır. Hikâyelerinde daha önce neşrettiği<br />
öykülere göndermeler yapar. Yine öykülerinde<br />
başka yazarlara ait duygu ve düşünceleri<br />
işler, onlardan alıntı yaparak metni genişletir, yabancı<br />
veya yerli bir yazarın meşhur bir kahramanına<br />
kendi hikâyesi içinde yer verir, başkasına ait<br />
bir öyküyü alarak, eserdeki olayları kendi hikâyesi<br />
içinde devam ettirir. Kurgu olarak da -yine aynı<br />
düşünceyle- özellikle son üç hikâye kitabında benzer<br />
bir şablon kullanır. Bu bağlamda edebiyatta ve<br />
hayatta süreklilik, yazarın ana izleklerinden birini<br />
oluşturur.<br />
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, yukarıda sıralanan<br />
gerekçelerle hayatta ve edebiyatta sürekliliği<br />
devam ettirmeye çalışır. Açık Çek’te Blowing<br />
in the Wind(s. <strong>80</strong>), Who by Fire(s. 83) ve Funeral<br />
Music(s. 83) gibi yabancı müzik parçalarına yer<br />
verilir. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları’ndan alıntı<br />
yapılır(s. 137). Charlie Chaplin(s. 115)’e ve Orhan<br />
Pamuk’un Kara Kitap ve Sessiz Ev(s. 117)’ine göndermeler<br />
yapılır.<br />
Bu Kitabı Çalın, hayatın ve onun içindekilerin<br />
sürekliliğine vurgu yaparak, bütün bunların hikâyede<br />
devam ettiğini ortaya koyar. Edebiyat da<br />
hayatın içinde devam eden unsurlardan biridir.<br />
Gülsoy’a göre edebiyatta söylenmemiş söz yoktur.<br />
Her şey anlatılmıştır. Benzer duygu ve düşünceler,<br />
edebiyatın içinde yeniden ifade edilmektedir.<br />
Yazar, bu düşünceyle kitabın başından başlayarak,<br />
öykülerinde başka yazarlara ait düşüncelere ve<br />
alıntılara yer verir. Böylece kendi duygu ve düşüncelerinin<br />
daha evvel başka yazarlarca dile getirildiğini<br />
vurgular. Kitapta; Onikiye Bir Var(Haldun Taner),<br />
Delikanlı(Dostoyevski)(s. 9), Saçma Sapan Bir<br />
Öykü(Giovanni Papini), Don Quijote(Cervantes)(s.<br />
98), Borges ve Ben(J.L. Borges) ve Önceki Günün<br />
Adası(Umberto Eco)(s. 148)’dan alıntılar yapılır.<br />
Yine Abbie Hoffman’ın Steal This Book adlı eseri(s.<br />
18), Sherlock Holmes(s. 106), Pinokyo(s. 116), İbn<br />
ül-Arabi, Diyarbakır Efsaneleri, 00 Gece Masalları,<br />
Borges, Poe, Kafka, Lovecraft ve Stephen<br />
King(s. 134)’e gönderme yapılır.<br />
353<br />
Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de Hüthüt<br />
Kuşu adlı öyküde, hikâyedeki yazarın eline on<br />
bir yazara ait alıntı cümlelerin listesi verilir. Yazar<br />
bu cümlelerin sahibini bulacaktır. Bu cümleleri<br />
okur, onlar içinde âdeta seyahat eder, oradaki<br />
duygu ve düşünceler hakkında yorumlar yapar. Bu<br />
cümlelerin kendini anlattığına şahit olur. İlk cümle<br />
Sait Faik’e aittir: “Kalemi yonttum. Yonttuktan<br />
sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”<br />
Haritada Bir Nokta’dan alınan bu cümleye yazar<br />
da katılmakta ve sanki delirmemek için yazmaktadır.<br />
Ancak, kimi zaman tersini de düşünür:<br />
“Evet, ben de böyle hissederim zaman zaman.<br />
Fakat bazen de tersini düşünürüm. Yazmanın<br />
insanı yavaş yavaş delirttiğini.”(s. 51). Alıntı yapılan<br />
diğer eserler ve yazarları ise, şöyledir: Bir<br />
Yaz Gecesi(A. Hamdi Tanpınar), Gene Ağlatmışlar<br />
Kara Gözünden(Tahsin Yücel), Anlat Bana(Tomris<br />
Uyar), İlk Cinayet(Ömer Seyfettin), Unutulan(Oğuz<br />
Atay), Karanlıkta(Ferit Edgü), Gece(Bilge Karasu),<br />
Cellat Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı?(Sevgi<br />
Soysal), Bir Düğün Gecesi(Adalet Ağaoğlu) ve Kara<br />
Kitap(Orhan Pamuk).<br />
Yazarın ana izleklerinden biri olan edebiyatta ve<br />
hayatta süreklilik bahsi, Diğer Hikâyeler’de Kafka<br />
metniyle okuyucu karşısına çıkar. Kafka’dan yapılan<br />
alıntı, küçük değişikliklerle yeniden üretilir.<br />
Metindeki duygu ve düşünceler, yazarın zihninde<br />
yankılanır ve karşılık bulur. Yazar, iç ürperişlerini<br />
bu küçük hikâyede hisseder. Bir yanılsamayla<br />
bu metnin kendine ait olduğunu ve gelmiş geçmiş<br />
tüm yazarların aynı kişi olduğunu zanneder:<br />
“Kafamdaki sesten kurtulmak için gece boyunca<br />
uğraştığım Kafka’nın o kısacık hikâyesini tekrar<br />
okudum. Bu metinde kendi paniğimi hissediyorum.<br />
Kendim yazmışım gibi geliyor. Bir an garip<br />
bir yanılsamaya kapılıyorum. Gelmiş geçmiş tüm<br />
yazarların aynı kişi olduğu gibi bir yanılsama.”(s.<br />
105).<br />
Âlemlerin Sürekliliği’nde, -kitabın içindekiler<br />
kısmında gösterilmeyen- birbirine bağlı on kısa<br />
hikâye yer alır. Murat Gülsoy, Diğer Hikâyeler’in<br />
sonunda okura, Âlemlerin Sürekliliği’ni sunar.<br />
Başta olduğu gibi burada da kurmaca metinler<br />
üzerinden gerçek hayata göndermeler yapar.<br />
Kurmacanın edebiyattaki, hatta gerçek hayattaki<br />
yeri ve önemini, hayatta yaşanan olaylarla birlikte<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ele alır. Yazar, Âlemlerin Sürekliliği’nde Diğer Hikâyeler,<br />
daha önce yayınladığı bazı hikâye kitapları<br />
ve onlardaki kahramanlara atıfta bulunur, bütün<br />
bunlar hakkında yeni yorumlar yapar, okuyucuyu<br />
önceki hikâyelerle Âlemlerin Sürekliliği arasında<br />
götürüp getirir. Daha önce konu edindiği olay ve<br />
kahramanları, bu bölümde tekrar ele alır. Evvelce<br />
neşrettiği kitaplarında yer verdiği kahramanların<br />
son durumları hakkında, gerçekte yaşıyorlarmış<br />
gibi, açıklamalar yapar. Bu bağlamda Âlemlerin<br />
Sürekliliği, önceki birçok hikâyenin bu eserde<br />
devam ettiği, bu hikâyelerin yazarın zihninde dönüşerek<br />
yeniden şekilleneceği ve gelecek hikâyelerde<br />
yaşamağa devam edeceği intibaını verir. Bu<br />
devamlılık, yazar yanında okurun zihnindeki değişimle<br />
birlikte sürekli dönüşüme uğrayan, yazarı<br />
yenileyen ve onun hakkında bir şeyler fısıldayan<br />
bir devamlılıktır. Bu değerlendirmeler doğrultusunda<br />
gerek Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler;<br />
gerekse evvelki öyküler, okurun zihninde önceki<br />
okumalardan farklı anlamlar çağrıştırır.<br />
Gülsoy, Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı öyküsüne,<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aynı adı taşıyan<br />
hikâyesinden alıntı yaparak başlar. Daha sonra<br />
Tanpınar’ın hikâyesindeki kahramanları kendi öyküsüne<br />
misafir ederek, onların kurmaca macerasını<br />
devam ettirir. Tanpınar’ın hikâyesinde kaybolan<br />
esrarengiz kahramanların izini bulmuş; genç<br />
kızla kapı ardından konuşmuş; ancak onları tekrar<br />
kaybetmiştir. Yazar, onları yeniden bulma ümidiyle<br />
yaşar. Öyküsünü, hayatta ve edebiyatta sürekliliğin<br />
varlığına işaret eden “Bir kez olan, bir daha<br />
olabilir. Bir kez yaşanan, tekrar yaşanabilir. Bu<br />
umut olmasaydı, yaşamanın ne anlamı kalırdı?”(s.<br />
139) cümleleriyle bitirir.<br />
Yazar ve okurun zihninde sürekli bir değişim<br />
ve dönüşümle devam eden söz konusu süreklilik,<br />
ebediyete kadar yaşayacak okuyucuyla sonsuzluğu<br />
selamlar. Yazar bunun bilinciyle ölümsüzlüğü<br />
tadar ve okura seslenir: “Doğal olan, hikâyelerin<br />
yazarlarının ölmesidir ve tabii, okurların yaşamaya<br />
devam etmesi… Yazarlar, sonsuza kadar yaşayacak<br />
bir okura seslenirler. Kendilerinin ölümlü<br />
olduğunu bilerek yazarlar.”(s. <strong>19</strong>2). Gerçek hayatta<br />
olduğu gibi edebiyatta da devam eden bu süreklilik,<br />
geçmişin tekrarı gibi birbirinin içine girerek,<br />
yazar ve eserlerini gelecek çağlara taşıyacak,<br />
354<br />
hayatın “büyük hikâyesini” yeniden anlatmaya<br />
devam edecektir: “Yazar değil yazıcı olunmalı. Ancak<br />
her şeyi olduğu gibi yazarsam, bir yazıcı gibi<br />
davranırsam hayatımı ve bir türlü yakalayamadığım<br />
anlamı kavrayabileceğimi hissediyordum.<br />
Edebiyat benim uydurduğum bir şey değildi. Orada<br />
bir yerde vardı ve birbirinden farklı görünen<br />
ama özünde aynı olan bir hikâyeyi anlatan kitaplarda<br />
kendini sürdürüp duruyordu. Bedenim, nasıl<br />
ki hücrelerimdeki genlerin geleceğe taşınmasında<br />
aracılık ediyorsa, kalemim de büyük bir hikâyenin<br />
sürekliliğine hizmet ediyordu. Hem bu anda, hem<br />
de bu ânın dışında var olan o büyük hikâye…”(s.<br />
<strong>20</strong>0).<br />
Yukarıda anılan sebeplerle Binbir Gece<br />
Mektupları’nda Şehrazat, dolayısıyla Binbir Gece<br />
Masalları zikredilir. Şehrazat, masal anlatma görevini<br />
yazara devretmiş, yazar da bir “kader” olarak<br />
hikâye anlatmayı kabul etmiştir. Gülsoy, bundan<br />
böyle geçmiş çağlarda hissedilip yaşanan ve<br />
yazılıp anlatılan duygu ve düşünceleri, öykülerinde<br />
yeniden kaleme alacaktır(s. 185). Yazar, başka<br />
roman; ya da öykülerdeki kahramanları kendi<br />
eserlerinde yeniden canlandırırken, postmodernizmden<br />
ziyade hayatın ve edebiyatın sürekliliğini<br />
esas alır.<br />
Madam Anna’nın Yeniden Ortaya Çıkışı adlı hikâyede<br />
de Gülsoy, yukarıdaki gerekçelere riayet<br />
eder. Öyküde, Jack Lemmon’un “Bazıları Sıcak Sever”<br />
adlı eserindeki bir ifadeyi tekrar eder(s. 15).<br />
Adalet Cimcoz(s. 18) ve Hulusi Kentmen(s. <strong>20</strong>)’in<br />
film sahnelerindeki repliklerine gönderme yapar.<br />
Kahramanlarına isim verirken Sacid ve Raci isimlerini<br />
bilinçli olarak kullanır(s. 27). Trajikomiks adlı<br />
öyküde de benzer uygulamalar görülür. Burada<br />
Asteriks çizgi roman serisi hikâyenin kurgusunda<br />
rol oynar(s. 39). Öykünün sonu, bir Ret Kit sahnesiyle<br />
sona erer(s. 49). Tele-Dedektif’te hikâyenin<br />
giriş kısmında Barth’ın Cuma Kitabı anılır(s. 87).<br />
Günlerden cumadır. Yazar, çok mutludur. Hayattan<br />
büyük bir lezzet almakta ve geleceğe ümitle<br />
bakmaktadır. Bu duygularla hikâyede gerilim ve<br />
hüznün önemine işaret eder. Öyküde mutluluğun<br />
resmedilmesinin oldukça zor olduğunu dile<br />
getirir(s. 87). Ardından da hikâyesini kurmaya<br />
başlar. Kitabın ilerleyen sayfalarında Çarkıfelek’te<br />
ünlü fizikçi Erwin Schöridengir’in yaptığı deneye,
dolayısıyla Alev Alatlı’nın Shrödinger’in Kedisi’ne<br />
gönderme yapılır(s. 132). Asansör’de Prelli lastiklerinin<br />
televizyon reklâmlarında kullandığı bir<br />
ibare, -Kontrol edilmeyen güç, güç değildir- yer<br />
alır. Kadın kahraman, bu sözün lastik reklâmında<br />
geçtiğini söyler ve karşısındakinden başkalarına<br />
ait sözlerle konuşmamasını ister(s. 148). Şato<br />
adlı hikâyede ise, yazar; Kafka’nın aynı adı taşıyan<br />
eserindeki ana izleği takip eder(s. 157-169). Burada<br />
önemli bir nokta, Kafka’nın Şato’suna gönderme<br />
yapılırken, benzer duygu ve düşüncelerin<br />
yazarın benliğinde derinden hissedilmesidir. Geçmiş<br />
yazarların hissedip kaleme aldığı duygular,<br />
bugün de Gülsoy tarafından yazılmaktadır. Yazar,<br />
öykünün sonunda Kafka’nın Şato’sunu eline alır.<br />
Kendi hikâyesinde anlattığı bütün olayların bu<br />
kitapta var olduğunu görür. Okuduklarına hayret<br />
eder. Bir anlık yanılsamayla teknolojinin ilerlediğini,<br />
“okunurken yazılan, yazılırken okunan” kitapların<br />
çıktığını zanneder: “Dalgın dalgın kitabın adını<br />
mırıldanıyorum: Şato. Karmaşık hislere kapılıyorum.<br />
Elimde tuttuğum kitaba dönüyorum. Tüm<br />
anlattıklarımı kitabın sayfalarında basılı olarak<br />
görüyorum. Kitabın adını hiç hatırlamıyorum, bu<br />
çok tuhaf. Daha önce görmediğim, muhtemelen<br />
zihnimin tasarımı bir kitap. Son paragrafı okurken<br />
o kısa aydınlanma anlarından birini yaşıyorum:<br />
‘Tabii ya, teknoloji o kadar ilerledi ki edebiyat da<br />
değişti; okunurken yazılan, yazılırken okunan kitaplar<br />
yapılabiliyor’ diyorum kendi kendime. Son<br />
cümlesi şu an okumakta olduğum cümle olan kitabı<br />
okumayı bitiriyorum(s. 169).<br />
Binbir Gece Mektupları’nın sonuna gelindiğinde<br />
kitaba ismini veren hikâye yer alır. Yazar, bu<br />
hikâyede Bu Kitabı Çalın ve Âlemlerin Sürekliliği<br />
ve Diğer Hikâyeler’de yaptığı gibi parçalı bir bütün<br />
oluşturur. Eserin son öyküsü olan Binbir Gece<br />
Mektupları, birbiriyle ilintili dokuz parçadan oluşur.<br />
Dokuz hikâye hem birbirini tamamlar; hem<br />
de Asansör, Gerçekliğe Bir Adım, Sigarayı Bırakmanın<br />
En iyi Yolu, Elden Ele, Çarkıfelek, Şato vb.<br />
gibi kitabın içindeki diğer öykülere göndermeler<br />
içerir. Burada yazar, kitaptaki diğer hikâyeleri dokuz<br />
parçadan oluşan Binbir Gece Mektupları adlı<br />
öykünün içinde yeniden ele alır. Önceki hikâyeler,<br />
son öykü içerisinde dönüşüme uğrar, bu hikâyenin<br />
bir parçası olur. Bu şekilde, bir taraftan Binbir<br />
355<br />
Gece Masalları’nı hatırlatan öykü içerisinde öykü<br />
anlatma tekniği uygulanırken; diğer taraftan da<br />
yazarın özellikle vurgulamaya çalıştığı edebiyatta<br />
ve zamanda süreklilik izleği işaretlenir.<br />
Gülsoy, Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da Van<br />
Gogh’un Ekici adlı yağlıboya tablosunu da “süreklilik”<br />
izleğinde kullanır. Ekici adlı hikâyede ünlü<br />
ressamın aynı adı taşıyan resmini hikâyenin sayfalarına<br />
taşır ve burada neyin nasıl anlatıldığı konusunda<br />
farklı parçalar yazar(s. 25-32).<br />
Gülsoy’un hikâye kitaplarında ana izleği oluşturan<br />
hayal ve gerçek, bunların bir arada yaşayıp<br />
dışa yansıdığı şuuraltı ve süreklilik; yazarın<br />
ilk eserinden başlayarak son kitabı Bu An’ı Daha<br />
Önce Yaşamıştım’a kadar işlenir. Yazarın son kitabında<br />
önceki öykülerde sıkça karşılaşılan rüyalar,<br />
imgeler, yanılsamalar, tekrarlanan anlar, göz<br />
ve zihin aldanmaları, yaşanan olaylar, tekrar yaşanan<br />
veya yaşandığı sanılan anlar yeniden boy<br />
gösterir. Ayrıca Gazeteci Cem örneğinde olduğu<br />
gibi, yazar; kimi kahramanlarını buraya kadar anlatılmaya<br />
çalışılan gerekçeler ve postmodernizmin<br />
yazara verdiği yetkiye dayanarak, diğer hikâye<br />
ve kitaplarında yaşatmağa devam eder. Cem,<br />
Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’de ortaya çıkar ve<br />
edebî eserlerdeki hayatı Bu Kitabı Çalın, Âlemlerin<br />
Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler ve Bu An’ı Daha Önce<br />
Yaşamıştım’da maceralarını sürdürür. Hikâye kitaplarının<br />
tamamında yer alan yazar kahraman<br />
da Cem’e benzer bir özellik taşır. Hikâye kahramanı<br />
Serap için de benzer cümleler kullanılabilir.<br />
SONUÇ<br />
<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında hikâyeler yayımlamaya başlayan<br />
Murat Gülsoy, sırasıyla Oysa Herkes Kendisiyle<br />
Meşgul, Bu Kitabı Çalın, Âlemlerin Sürekliliği ve<br />
Diğer Hikâyeler, Binbir Gece Mektupları ve Bu Ân’ı<br />
Daha Önce Yaşamıştım adlı beş hikâye kitabı kaleme<br />
alır. Bu eserlerde yer alan kimi öykülerinde<br />
edebî metnin oluşum sürecini ikinci bir düzlemde<br />
ele alarak, kurmacayı üstkurmacaya dönüştürür.<br />
Edebî meselelerin üstkurmaca metne dönüştürülerek<br />
tartışılması, Gülsoy’un hikâyelerinde ana izleklerden<br />
birini oluşturur. Bu bağlamda öykülerde<br />
gündeme getirilen ve üzerine kafa yorulan edebî<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
sorunlar, yazarın kaleme aldığı öyküleri şekillendirerek,<br />
onları benzerlerinden ayıran önemli bir<br />
göstergeye sahip olur.<br />
Yazarın üzerinde en çok durduğu “süreklilik”<br />
konusu, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’de üstkurmaca<br />
metin olarak yer alır. Hayatta ve edebiyatta<br />
süreklilik, bu eserde yazarın en önemli izleklerindendir.<br />
İnsanlar, duygu ve düşünce olarak daha<br />
evvel yaşanmış hayatları yeniden yaşamaktadır.<br />
Yine edebiyatta da edebî metinlerde ifade edilmeye<br />
çalışılan duygu ve düşünceler, daha önce birçok<br />
yazar tarafından defalarca ifade edilmiştir. Dolayısıyla<br />
hayat ve edebiyat, öznelliğin peşinde koşulmazsa,<br />
tekrardan ibarettir. Burada önemli olan<br />
nokta, evvelce dile getirilen duygu ve düşüncelerin<br />
öznel bir bakış açısıyla yeniden ifade edilmesi<br />
ve özgün bir şekilde üretilmesidir. Yazarın ana izleklerinin<br />
başında yer alan bu düşünce; Gülsoy’un<br />
hikâyelerinde kimi konuların bilinçli olarak tekrarı,<br />
herhangi bir öyküdeki bir kahramanın başka bir<br />
hikâye içinde yeniden ortaya çıkarılması, bir hikâyede<br />
daha önce neşredilmiş başka bir öyküden söz<br />
edilmesi, bir öykünün diğer bir öykü içinde devam<br />
ettirilmesi, başka yazarlara ait metinlerden alıntı<br />
yapılması, başka yazarların öykülerinin alınarak<br />
onun devamının yazılması veya aynı metnin yeniden<br />
üretilmesi, başka bir yazara ait kahramanın<br />
öykü içinde kullanımı, aynı kurguyla peş peşe kitap<br />
yayınlama vb. şeklinde kendini gösterir. Öykülerde<br />
dikkat çeken alıntılar, meşhur hikâye kahramanlarının<br />
yeni eserlerde tekrar boy göstermesi,<br />
bir öykünün başka bir öykü içinde yer alması veya<br />
devam ettirilmesi; postmodern edebiyatın genel<br />
geçer özellikleri arasında yer alır. Yazar, bu türden<br />
kullanımları, hayatta ve edebiyatta sürekliliği vurgulamak<br />
için özellikle kullanır.<br />
Bu Kitabı Çalın’da hikâyelerin kurgulanma macerası,<br />
yazarın öykü yazma nedeni, yazma şekli,<br />
yazarın öyküde farklı görünme ve kendini büyük<br />
gösterme çabaları, edebî eserde gerçeklik ve kurgu<br />
problemleri, metni okuma ve algılama sorunları,<br />
dilin kullanımı ve okuru aldatma veya okura<br />
karşı dürüst olma tavrı vb. gibi konular, soru ve<br />
cevaplarıyla okura sunulur.<br />
Gülsoy, hikâyeler ve kahramanları hakkında yorumlar<br />
yapar ve öykülerinin kurmaca olduğunu<br />
356<br />
belirtir. Bu yolla üstkurmaca metinlerin kurmaca<br />
ve eleştiri arasındaki konumuna dikkat çeker.<br />
Yazar, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de<br />
“Bir hikâye nasıl yazılır?” sorusu etrafında, öyküde<br />
gerçeklik ve kurmacanın sınırları, özel hayatın<br />
edebiyata taşınma(ma)sı, hikâyede sahicilik ve<br />
samimiyet, yazma sebebi, okuyucuya karşı dürüst<br />
olma gibi konuları irdeler. Bu başlıklardan hikâyede<br />
“sahicilik” ve “samimiyet”, yazarın önemli izlekleri<br />
arasında yer alır. Gülsoy, edebî metnin oluşum<br />
sürecinde, yazma deneyimini okurla paylaşmayı,<br />
okuyucuya karşı dürüstlüğün önemli bir göstergesi<br />
olarak kabul eder. Yine Âlemlerin Sürekliliği’nde<br />
yazının bağlayıcılığı, yazıya geçirme eyleminin<br />
duygu ve düşüncelere tesiri, dilin doğru kullanımı,<br />
öyküde verilen bilgilerin güncelliğinin korunması,<br />
hikâyenin doğuşu, şekillenmesi ve yazarın kendini<br />
büyük gösterme çabaları, diğer üstkurmaca metinleri<br />
hazırlar.<br />
Binbir Gece Mektupları’nda öykünün yazar için<br />
işlevi, şuuraltının hikâyedeki önemi, gerçek ve<br />
hayal, özel hayatın edebiyattaki yeri, hikâyenin<br />
doğuşu, gelişimi ve yazma nedeni üzerinde durulur.<br />
Burada tekrar edilen bir izlek de okuru öyküye<br />
dâhil etme ve ona karşı dürüst olmadır. Gülsoy,<br />
bu çerçevede hikâyelerinin ortaya çıkışı hakkında<br />
bilgi verir ve bütün eserlerinin hayalle gerçek arasında<br />
gidip gelen şuuraltından doğduğunu açıklar.<br />
Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da okuru hikâyeye<br />
dâhil etmenin önemi, okuyucuyu yazma macerasına<br />
ortak etme, yazma sürecinde karşılaşılan<br />
sorunlar, hikâyede sahicilik ve samimiyet, hayat<br />
ve edebiyatta süreklilik, hikâyede şuuraltının yeri<br />
gibi madde başlıkları, tekrar işlenir. Okuyucunun<br />
kafasında bunlarla ilgili soru işaretleri oluşturulur<br />
ve bu suallere cevap aranır.<br />
Son söz olarak, Murat Gülsoy, yazma süreci ve<br />
bu süreç içinde karşılaşılan sorunları; kurmaca<br />
metin içinde yeniden kurgulayarak, birçok edebî<br />
meseleyi üstkurmaca metnin ana izleği şekline<br />
dönüştürmüş ve metin içinde sorduğu soru ve<br />
bunlara aradığı cevaplarla edebî eserin gelişimine<br />
katkı sağlamayı amaçlamıştır.
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />
HİKÂYESİNDE<br />
ÜSTKURMACA: ALİM<br />
KAHRAMAN’IN KAYIP<br />
HİKÂYECİ ÖRNEĞİ<br />
Postmodernizm; dar bir çevrede, teknik bir<br />
terim olarak daha önceleri de kullanılmakla beraber<br />
olgusal tarafı ve hususiyetleriyle II. Dünya<br />
Savaşı’ndan sonra, bilhassa <strong>19</strong>60’lı yılların nihayetine<br />
doğru etkili bir şekilde gündeme gelmiştir. 1<br />
Savaş sonrası tüm cepheleriyle hızla değişen dünyanın<br />
ontolojik kaygılarıyla yalnız bıraktığı insanın<br />
çıkış arayışı ve toplumsal eğilimlerdeki çoğulculuk<br />
kaygısı, postmodernizmin sebepleri arasında sayılmaktadır.<br />
2 Modernizme alternatif olarak dünyaya<br />
ve hayata yeni bir bakış açısı getirme kaygısından<br />
hareketle Postmodernizm, bu tarihten<br />
sonra felsefe, sosyoloji, mimarî, sinema vb. her<br />
alanda olduğu gibi edebiyatta da kendisini her geçen<br />
gün artan bir kuvvetle hissettirmektedir.<br />
Modern kelimesinin başına getirilen “post” ön<br />
eki ile kavramlaştırılmaya çalışılan postmodernizmin,<br />
ekin “-den sonra” ve “-den kaynaklanan”<br />
anlamlarına da uygun düşercesine bir taraftan<br />
“modernden sonra” yani modernin devamı, daha<br />
yenisi olduğu iddia edilirken diğer taraftan ise<br />
modernden doğan ancak ona karşıt olarak gelişen<br />
bir tavır olduğu ileri sürülmüştür. Gerek postmodernizm<br />
dediğimiz olgunun karakteri gerekse teorisyenlerin<br />
meseleye şahsî bakış açılarıyla yaklaşımlarından<br />
doğan tüm bu kargaşalıklar bir yana<br />
İsmet Emre, Postmodernizm ve Edebiyat, Ankara <strong>20</strong>04,<br />
Anı Yayıncılık, s. 44-45.<br />
2 Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul <strong>20</strong>03, Say<br />
Yayınları, s. 3 7.<br />
357<br />
Arş. Gör. Çilem TERCÜMAN<br />
İstanbul Üniversitesi<br />
edebiyat sahasında artık modern edebiyatın eserlerinden<br />
farklı ürünler ortaya konulmaktadır. 3<br />
<strong>19</strong>. asrın pozitivist sanat ve edebiyat anlayışına<br />
ve sert dayatmalarına karşı, ona en uygun şekliyle<br />
mutlak gerçeğe değil de kendi içine dönen modern<br />
edebiyat anlayışı eserin neyi anlattığı sorusuna<br />
evveline göre çok farklı bir cevap vermiştir.<br />
Modern edebî eserde, mutlak doğrular yoktur.<br />
Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar<br />
adlı kitabında geleneksel-gerçekçi edebiyat<br />
ve modernist edebiyat arasındaki farkı şöyle izah<br />
eder:<br />
“Yeni oluşan modernist estetik Aristo’dan bu<br />
yana süregelen yansıtmacı/mimetik eğilimi ve<br />
etik/ideolojik/psikolojik amaçlara yönelik katharsisci<br />
bakış açısını geride bırakmış, farklı bir anlayışa<br />
doğru yol almaktadır. Artık reel gerçek edebiyatın<br />
başat ögesi değildir. Yazar, bakışını somuttan<br />
soyuta, dıştan içe yöneltmiştir; iç dünyanın düşlerini/özlemlerini/kargaşasını<br />
ve bilinç dışının<br />
labirentlerini kurgu düzlemine taşımanın soyutu<br />
somutlaştırmanın, onu biçimlendirmenin yollarını<br />
aramaktadır.” 4<br />
Yukarıda birkaç cümle ile bir olgu, bir hareket<br />
olarak başlangıç tarihini verdiğimiz postmodernizm<br />
ise ne modern öncesi ne de modern ede-<br />
3 Emre, a.g.e., s. <strong>20</strong>-2 .<br />
4 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />
İstanbul <strong>20</strong>06, İletişim Yayınları, s. 97.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
biyat anlayışına benzer. Artık edebiyat, iç ya da<br />
dış dünya ile değil kendi ile ilgilenmektedir. Yine<br />
Ecevit’in ifadesi ile edebiyat “objektifi kendi üstüne<br />
çevirmiştir.” 5<br />
“<strong>20</strong>. yüzyıl edebiyatının bu yeni doğasında yazar-anlatıcı<br />
yalnızca kurgulamıyor, metni nasıl<br />
kurguladığı konusunu malzeme olarak ele alıp onu<br />
ikinci bir düzlemde yeniden kurguluyordur.” 6<br />
Tahlilî veya teorik pek çok çalışmada dikkat<br />
çekilen postmodern edebiyatın “ne”yi anlatmayı<br />
değil “nasıl” anlatmayı ilke edinişi, metinlerarasılı<br />
kla(intertextual) ile birlikte postmodern edebiyatın<br />
başat ögelerinden üstkurmacayı (metafiction)<br />
karşımıza çıkarır:<br />
“Kurmacanın örtülü veya açıkça bozulup (mesela<br />
figürlerin olay alanını terk edip anlatı çerçevesinde<br />
ortaya çıkarak anlatıcıya ya da yazara<br />
hitap edilmesiyle veya anlatıcının hikâyeyi nasıl<br />
kurguladığını anlatmasıyla) başka bir kurmacaya<br />
yer vermesiyle oluşan ‘kurmaca içinde kurmaca’.”<br />
7<br />
Gürsel Aytaç’ın Genel Edebiyat Bilimi adlı çalışmasının<br />
son kısmı olan “Genel Edebiyat Bilimi<br />
Terimleri Sözlüğü”nden aldığımız bu tanımdaki en<br />
önemli izah, Aytaç’ın da tırnak içinde vurgulayarak<br />
verdiği “kurmaca içinde kurmaca” ifadesidir.<br />
Ecevit, “kurmacanın kurmacası” dediği üstkurmacanın<br />
terim anlamını şöyle izah eder:<br />
“Kendisinin bilincinde olan, kendisine yönelik<br />
kurmaca (self-conscious/self-reflexive/self-referential)<br />
sözcükleriyle tanımlanmaya çalışılan bu<br />
yeni kurgu eğilimi, daha edebiyat terimleri dizgesinde<br />
üstkurmaca(metafiction/surfiction) sözcüğüyle<br />
yerini alır.” 8<br />
Dış dünya ile yarım asırdan bu yana ilgisini kesmiş<br />
olan edebiyat, artık modernistlerin iç dünyası<br />
ile de bağını koparmış, kendisine dönmüş,<br />
kendisini anlatmaktadır. Alıntı ve gönderge, gizli<br />
alıntı-aşırma, anıştırma yani ortakbirliktelik ilişkileri<br />
yahut yansılama, alaycı(gülünç) dönüştürüm,<br />
öykünme yani türev ilişkileri 9 gibi yöntemleri<br />
5 a.e., s. 98<br />
6 a.e.<br />
7 Aytaç, a.g.e., s. 373.<br />
8 Ecevit, a.g.e., s. 98- 99.<br />
9 Kubilây Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, İstanbul <strong>20</strong>07,<br />
Öteki Yayınevi, s. 93- 42.<br />
358<br />
kullanarak diğer edebî eserler ile bağlantı içinde<br />
olmaktan, onları içerisinde barındırmaktan hoşlanan<br />
postmodern eserler kendi kurgulanış hikâyelerini<br />
de keyifle konu edinmektedirler. “Metnin<br />
odağındaki felsefe, nasıl yaşamalıdan çok nasıl<br />
yazmalıya” dönmüştür artık. 10<br />
Önceki edebî anlayışların hedefi, izledikleri yol<br />
farklı da olsa, anlatılan üzerinedir. Halbuki sadece<br />
anlatılana odaklanıldığı zaman asırlardır anlatılmayan<br />
hiçbirşeyin kalmadığı edebiyat âleminde<br />
yazarın yaratıcılığı ikinci plana düşmektedir. Postmodern<br />
anlatının başat ögelerinden üstkurmaca<br />
ile tam da bunun zıttı bir tavır sergilenir. “Üstkurmacada<br />
yazar dolaysız bir biçimde ‘roman yazma’<br />
işini romana özne olarak seçer.” 11<br />
“Bu eğilim genel bağlamda, yazma ediniminin<br />
kurmaca metnin içinde kurgulanması demektir.<br />
Bu, yazarın, metni nasıl yazdığını o metnin içinde<br />
anlatması, yazma sorunlarını metnin ana konusu<br />
durumuna getirmesi ve kimi kez de okurunu<br />
metnin içine sokarak, romanını nasıl oluşturduğunu<br />
onunla paylaşması anlamına gelir; edebiyatın<br />
kendini anlatması, kurgulamasıdır üstkurmaca;<br />
kurmacanın kurmacasıdır.” 12<br />
Dünya edebiyatında pek çok yazar tarafından<br />
kullanılan üstkurmacanın, Türk edebiyatında postmodern<br />
formu ile ilk uygulayıcısı Oğuz Atay’dır.<br />
Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Hilmi Yavuz, Pınar<br />
Kür bu alanda akla gelen ilk isimlerdir.<br />
İnceleme konumuz olan ve hikâye yazmakla<br />
birlikte daha ziyade inceleme, araştırma, deneme<br />
ve eleştiri çalışmaları ile tanıdığımız Âlim<br />
Kahraman’ın ilk hikâye kitabı <strong>20</strong>00 yılında neşredilen<br />
Kayıp Hikâyeci’dir. Nehir hikâye adı verilen<br />
teknikle bir araya getirilmiş on iki bölümden oluşan<br />
eserde, postmodern edebiyat anlayışının iki<br />
başat ögesinden biri olan üstkurmacanın temelini<br />
oluşturan gerçekliğin kırılarak “kurmaca içinde<br />
kurmaca” yapması dolayısıyla dikkat çekici bir<br />
hususiyet sergiler.<br />
Üstkurmaca ile ilgili ilk belirlemelerden biri bu<br />
0 Ecevit, a.g.e., s. 00.<br />
Yavuz Demir, Zaman Zaman İçinde Roman Roman İçinde:<br />
Müşâhedât, İstanbul <strong>20</strong>02, Dergâh Yayınları, s. 2 .<br />
2 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, İstanbul 996, Gerçek<br />
Yayınevi, s. 0.
formun bir “oyun” olduğu yolundadır. “Bir kurgu<br />
metin,…, ‘öykü’ katmanından çok, ‘sentetik yapı’<br />
itibariyle dikkati çekicidir; gerçek anlamıyla bütün<br />
‘eğlence’ orada gizlidir.” 13 Metin içinde oyunun<br />
başlangıcı ise “sistematik ve bilinçli bir şekilde hayali<br />
bu yazıların ‘yapıntı’lığına dikkati çekmek” 14 tir.<br />
Kurgu gerçekliğin kırılması olarak ifade ettiğimiz<br />
bu tavır çeşitli şekillerde metnin içinde karşımıza<br />
çıkar.<br />
Daha ismiyle okura, kahramanlarından birinin<br />
“hikâyeci” olduğunu haber veren yazar, çoğul<br />
bakış açısı denilen (Duppoult Optic) teknikten<br />
faydalanarak 15 “ben” konumundaki anlatıcıyı her<br />
hikâyede değiştirir. Belli bir zaman çizgisi içinde<br />
yürümeyen hikâyeleri araştırmacı, hikâyeci, dergi<br />
yöneticisi, hikâye kişisi, hikâyecinin karısı ve Bilgin<br />
olarak tanıtılan anlatıcılardan dinleriz. Anlatıcının<br />
devamlı değişiyor olması, üstkurmacanın önemli<br />
göstergelerinden birdir. Yazar, bu teknik sayesinde<br />
bir taraftan okurun ilgi ve merakını her hikâyede<br />
aynı seviyede tutmaya çalışırken diğer taraftan<br />
metnin statik yapısını parçalayarak kurmaca<br />
gerçekliği kırmaya çalışır.<br />
Üstkurmaca metinlerde birden fazla anlatıcı olması<br />
ve bu anlatıcıların devamlı değişmesi bir yana<br />
anlatıcıların niteliği de önem taşır. Anlatıcı karakterin<br />
gerçek yazarı hatırlatan birtakım özelliklerle<br />
metinde boy göstermesi gibi. 16 Bu bağlamda<br />
bilhassa hikâyeci karakterinde Âlim Kahraman’ın<br />
özelliklerini gören okur, reel gerçeklikten de bağını<br />
koparamaz. Hikâyecinin “dev bir eserin” hazırlanmakta<br />
olduğu “çizgilerinde geleneksel olandan<br />
izler bulunan” modern bir külliyede çalışması 17<br />
veya diğer bir hikâye kişisi olan eleştirmen ile aslında<br />
aynı kişi olması 18 gibi durumlar okura gerçek<br />
yazarı yani Âlim Kahraman’ı anımsatır. Ayrıca son<br />
hikâyenin anlatıcısı genç “Bilgin” de yine ismiyle<br />
yazara bir göndermedir.<br />
3 Demir, a.g.e., s. 82.<br />
4 a.e., s. 28.<br />
5 Ruhi İnan, “Gökkubbedesöylenmemişhiçbirsözyokturgillerdenbirroman<br />
ya da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Postmodern<br />
İzdüşümler”, http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/ 63/inan.<br />
htm<br />
6 Semra Saraçoğlu, “Orhan Pamuk’un Kar Adlı Romanında<br />
Metafiction(Üstkurmaca”, http://www.littera.hacettepe.edu.<br />
tr/TURKCE/ 6_cilt/semra.htm<br />
7 Âlim Kahraman, Kayıp Hikâyeci, İstanbul <strong>20</strong>00, İz Yayıncılık,<br />
s. 5.<br />
8 a.e., s. 27.<br />
359<br />
Ancak bu benzerlikler, okunan metnin otobiyografik<br />
bir anlatı olduğu anlamına gelmez. Metnin<br />
bir yazarı olduğu dolaysıyla okunanın bir kurmaca<br />
metin olduğunu vurgulamak adına kurmaca<br />
karaktere isnat edilene gerçek yazarın özellikleri<br />
okuru bu yanılgıya düşürmemelidir. Üstkurmacanın<br />
başat ögelerinden biri olarak yazar da artık<br />
hikâye kişilerinden biridir. “Bütün bunlara/benzerliklere<br />
rağmen, ‘anlatıcı’nın ‘kağıt varlık’ olduğu<br />
unutulmamalıdır.” <strong>19</strong> “Kurmaca anlatıyı dikkate<br />
aldığımızda, kesin olan husus, ‘anlatıcı rolü’nün<br />
kurmacalığıdır.” <strong>20</strong><br />
Edebî eserler, iki dış unsur arasında varolan<br />
alanlardır. Yazar ve okur, anlatıcı vasıtasıyla dile<br />
dökülen bir metinde alıcı ve verici konumundadırlar.<br />
Postmodern anlatılarda okur evvelki edebî<br />
anlayışlara göre daha fazla önem kazanmış, okur<br />
olmadan eserin varlığını tamamlayamayacağı<br />
söylenmiş; hatta okur “bu yeni metin oluşumlarının<br />
en önemli ögesi durumuna gelmiştir.” 21<br />
“Bu tür kurmacaların önemli bir özelliği de<br />
‘okuyucu’ya ayrılan yerdir. Okur da roman içerisinde<br />
her vesile ile kendisine yer verilen bir<br />
noktada görülür. Zaman zaman okurlar sanki yazılmakta<br />
olan romanın oluşumunu kurmaca kişilerle<br />
tartışırlar. Bütün bunlar ‘okur’u yazılı olanı<br />
‘sahte/yapma’ bir sanat olarak algılamaya zorlar;<br />
eserin gerçekçi etkilerini azaltarak, bütün dikkatin<br />
kendi varlığı üzerine yönelmesini sağlar.” 22<br />
Nitekim daha sonraki bölümlerde tekrar karşımıza<br />
çıkacak olan anlatıcılardan biri olan<br />
“Araştırmacı’nın kitap için yazdığı önsöz” “sevgili<br />
okuyucu” hitabıyla başlayarak daha ilk satırda<br />
okuru metnin içine çekerek gerçek yazar gibi onu<br />
da kurduğu yapma dünyanın bir şahsı haline getirir.<br />
“Eski bir letâif kitabına yazılan ‘mukaddime’de,<br />
‘müellif’, kitabının padişah hazretleri Sultan selim<br />
Han oğlu Sultan Süleyman’ın iltifatlı bakışlarının<br />
satıra değmesi, yani okumasıyla –ancak o zaman-<br />
kamil manada tamamlanacağını söylüyordu. Şu<br />
anda ben de aynı şeyleri düşünüyorum. Bizlerin<br />
9 Demir, a.g.e., s. 74.<br />
<strong>20</strong> Demir, a.g.e., s. 75.<br />
2 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />
s. 00.<br />
22 Demir, a.g.e., s. <strong>20</strong>.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
ve anlatılanların gerçeklik kazanması, bu kitabın<br />
hakiki okuyucularına ulaşmasıyla; onların dikkatli,<br />
yüksek bakışlarının satırlara değmesiyle mümkün<br />
olacaktır. Bu kitabı bu şekilde okuyanlar, bir tünelden<br />
geçerek meşhul bir âleme ulaşır gibi, kitabın<br />
içindeki dünyaya dahil olup, oradaki kişilerle beraber,<br />
hatta onlardan biri olacaklardır….<br />
Kitabın gerçek okuyucuları; onlardan her biri,<br />
aynı zamanda onun sahibi de olacaktır. Her türlü<br />
itirazı yapma, istediği yerini istediği gibi değiştirme,<br />
isterse kendine ait yeni bölümler ekleme,<br />
bir başka üslupla, hakim olduğu farklı bir anlatım<br />
tekniğiyle ve kendi kelime kullanma zevkiyle onu<br />
yeniden yazma hakkının sahibi olacaktır.” 23<br />
Araştırmacının kaleminden çıkan bu satırlar,<br />
postmodern anlatının istediği yaratıcı okuru anlatır:<br />
anlatının varlığını tamamlayan ve onu zenginleştiren<br />
aktif bir okurdur bu. Araştırmacının Kayıp<br />
Hikâyeci’nin okurlarına hitap ettiği bu satırlardaki<br />
fikrinin pratikteki yansımasını hikâyelerde görürüz.<br />
“Yolculuk” hikâyesinin anlatıcısı “hikâye kişisi”<br />
“bakışların yazıya değmesiyle varolabilen hikâyeler<br />
dünyasından” biri olarak kendisini tanımlar. 24<br />
Bu, araştırmacının fikrine paralel okuru varolabilmek<br />
için vazgeçilmez bir noktaya koyan bir ifadedir.<br />
Ancak elbette okur, sadece varolmanın şartı<br />
değildir. Merakı, ilgisi, beğenisi ve menfî eleştirisi<br />
vb. ile de yazarı etkilemekte; hatta bu şekilde<br />
hikâyelerde boy göstermektedir.<br />
“Beni merak edenler olduğunu biliyorum: Bana<br />
ulaşmak isteyen bazı okuyucularımın bulunduğunu..<br />
Kimdir bu adam, diye sorduklarını da.” 25<br />
satırlarıyla başlayan, “Size Kendimden Bahsedeyim”<br />
başlıklı hikâyede hikâyecinin kendini<br />
anlatması, “Dergi Yönetmeyi Seviyorum, Ama…”<br />
başlıklı hikâyede dergi yöneticisinin de bahsettiği<br />
meraklı okurların varlığından kaynaklanır.<br />
“Bazı okuyucuların hoşuna gitmiş yazdığı hikâyeler.<br />
Telefon edip yazarı hakkında benden bilgi<br />
istediler. Daha önce gördüğümüzü hatırlamıyoruz,<br />
usta bir hikayecinin müstearı mı bu isim diyorlar.<br />
23 Kahraman, s. 7-8.<br />
24 a.e., s. 3.<br />
25 a.e., s. 22.<br />
360<br />
Bir iki tanesi de kalkmış dergiye kadar gelmiş.<br />
Alışılmış okuyucu profilinin dışında, belki de toplumun<br />
genelini temsil etmeyen insanlar. Tek tek<br />
kendisi olarak duran şahsiyetler. Hikayelerdeki<br />
bazı ayrıntılar hakkında sorular soruyorlar…, onun<br />
hangi günler dergide bulunduğunu anlamaya çalışıyorlar…”<br />
26<br />
“alışılmış okuyucu profili” ifadesinden de anlaşılacağı<br />
üzere bir okur eleştirisi de barındıran bu<br />
satırlarda anlatılan okura diğer hikâyelerde de<br />
değişik şekillerde rastlarız. Yazar bazen hikâyesini<br />
anlatırken parantez içinden okuruna seslenir:<br />
“Sözünü ettiğim saygıdeğer hanımefendi ise,<br />
eşimle bir görüşmelerinde (hikâyelerimin akışında<br />
bir tutarsızlık bulanlar, ilk başta evli olarak<br />
gösterildiğim halde sonrakilerde hikaye kuruluşunun<br />
böyle bir boyut taşımadığını söyleyenler, işte<br />
benim gerçekten evli olduğumu kesin bir şekilde<br />
öğrendiniz burada) ilk hikayelerden birinde, …” 27<br />
Bazen okur, hikâyelerde bahsedilen okurların<br />
varlığını sorgularken hikayeleri eleştirir halde yer<br />
alır anlatıda. “Hikâyecinin Yargılanması” başlıklı<br />
hikâyede bir okur mektubunun bir bölümü aktarılır:<br />
“Hikayelerinizi beğenen üç beş kişiyi merkeze<br />
alarak diğer okuyucuların görüşleri hangi yöndedir<br />
diye bakmadan övüyor da övüyorsunuz kendinizi.<br />
Hiçbir zaman sevemedim bu hikayeleri. Tatsız<br />
tuzsuz, sıradan bir anlatımınız var.” 28<br />
Bunların içinde belki de en dikkat çekici olan<br />
“Sipariş Üzerine Yazılan Hikâye” başlığında bir<br />
hikâye kişisi olarak yer verilen “saygıdeğer bir<br />
hanımefendi”dir.<br />
“Bu satırları yazmaya dikkatli bir okurumun,<br />
saygıdeğer bir hanımefendinin isteği üzerine<br />
oturdum.” 29 cümlesiyle başlayan hikâyenin devamında<br />
bahsedilen hanımefendinin hikâyecinin eşi<br />
ile yaptığı bir görüşmeden hikâyelerinden bahsettiğini,<br />
yanlarında bulunan kızının da daha sonradan<br />
dahil olduğu sohbette “herkese benzeyen<br />
adam” konulu bir hikâyenin akıbetini merak ettiğini<br />
aktarır. Hikâyeci bunun üzerine “Eşim ve kızım<br />
26 a.e., s. 29.<br />
27 a.e., s. 5 .<br />
28 a.e., s. 60.<br />
29 a.e., s. 5 .
durumu bana anlatıca, böyle dikkatli bir okuyucunun<br />
sorularına duyarsız kalamadım.” 30 diyerek<br />
hikâyesinin yazılış sebebini açıklar.<br />
Yazar ve okur, yazar ve okur arasında anlatıcı<br />
karakteri üzerinden yapılan “kurmaca” vurgusu<br />
zaman zaman metin içinde herhangi bir dolaylamaya<br />
gerek duyulmadan açıkça yapılır. Kayıp<br />
Hikâyeci’nin daha ilk sayfasında okur araştırmacının<br />
“Okuyacağınız hikâyelerdeki olaylar tamamen<br />
kurmacadır.” 31 sözleriyle kurmaca bir dünyaya<br />
girmek üzere olduğu hususunda bu uyarılır. Ancak<br />
yazar/anlatıcı ilişkisindeki gerçeklik noktasında<br />
okuru tereddütte bırakma tavrı, burada da söz<br />
konusudur:<br />
“Okuyacağınız hikâyelerdeki olaylar tamamen<br />
kurmacadır. İçindeki kişiler –ben de dahil- gerçek<br />
değil, hayal ürünüdür. Ama bir taraftan da bakılınca<br />
hikayede geçen her şeyin gerçekle doğrudan<br />
veya dolaylı bir bağlantısı vardır.” 32<br />
Hatta Araştırmacı önsözünün sonunda meseleyi<br />
fantastik bir boyuta taşır:<br />
“Bu kitaptaki hikayeleri yazanın kim olduğu<br />
da yeterince açık değil çünkü. Hatta gerçekten<br />
bir yazarı var mı bu hikayelerin; kesin olarak bilemiyorum.<br />
Bazen yazılıp yazılmadıklarından bile<br />
emin olamıyorum çünkü.” 33<br />
Okumak üzere olduğu hikayelerin kurmaca olduğu<br />
kendisine duyurulan okur, diğer taraftan anlatıcının<br />
gerçekle bağı noktasında ikircikli bir halde<br />
bırakılır. Bu tavır devam edecek, hatta daha ilgi<br />
çekici bir hale sokulacaktır. Bir sonraki kısımda,<br />
“Tuhaf Bir Durum” başlıklı hikayede, “hikayeci”nin<br />
yıllardır uğramadığı bir pasajda kendisi “bilmezken”<br />
yayımlanmış olan kitabını bulmasına şahit<br />
oluruz. “Bulunmuş kitaplar” üstkurmacanın vazgeçilmez<br />
bir motifidir. 34<br />
“Sonlara doğru yepyeni bir kitap geldi elime.<br />
(Nereden karışmış bunların arasına bu kadar yeni<br />
bir kitap? Kim koydu onu oraya?) Matbaadan çıkalı<br />
çok az zaman olmuş. Yayım tarihine baktım ina-<br />
30 a.e., s. 52.<br />
3 a.e., s. 7.<br />
32 a.e.<br />
33 a.e., s. 8.<br />
34 Jale Parla, “Türk Romanında Tarih ve Üstkurmaca”, Virgül,<br />
nr. 00, <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>06, s. 7.<br />
361<br />
nılmayacak kadar yeni. Fakat asıl tuhafı bu yeni<br />
basılmış hikaye kitabının üzerinde benim adımın<br />
bulunmasıydı. (Bu nasıl olur ben bilmezken?) Şöyle<br />
bir karıştırdım, bütün o kafamda tasarladığım<br />
hikayeler; aslında yazılmış onlar. Tuhaf dedim, tuhaf<br />
şey.” 35<br />
Kayıp Hikâyeci’deki bir taraftan okurun gerçeklik<br />
algısıyla oynayan diğer taraftan da anlatının<br />
kurmaca olduğunu haber veren bu ve benzerleri<br />
örnekleri çoğaltabiliriz. Eserin başından aldığımız<br />
bu kısımlardaki tavır, diğer hikâyelerde de zaman<br />
zaman görülmektedir. Yazarın bilinçli olarak metnine<br />
yedirdiği bu ifadeler ile okur kuşatılmıştır ve<br />
artık “oyun”un asıl amacına ulaşması sürecinde<br />
anlatıdaki yerini almıştır. “Üstkurmaca(metafi<br />
ction), en bilinen tanımıyla ‘roman teorisini’ roman<br />
yazma pratiği içerisinde gösterme işidir.” 36<br />
ve “hiçbir dolaylı söyleyişe gerek duymaksızın ‘roman<br />
yapma’ konusu ile ilgilidir” 37 Son asrın edebî<br />
türü roman üzerinden yapılan bu üstkurmaca tanımlamaları<br />
diğer bir anlatı türü olan hikâye için<br />
de geçerlidir elbette. Nitekim Kayıp Hikâyeci’de<br />
de hikâyeler boyunca okur, parça parça onların<br />
yaratılış sürecini takip eder.<br />
“Sürekli hikayeler planladım yaşadıklarımdan<br />
çıkarak, günlerce kafamda gezdirdim, bir olgunluğa<br />
eriştirmek için onları. Fakat yazamadım, kelimelere<br />
dönüştüremedim bir türlü. Belki kelimeleri<br />
de var kafamda, kağıda dökemedim.” 38<br />
Hikâyeci kendisini önce bir çekirdek halinde<br />
belirmeye başlayan 39 hikâyelerin “atmosferine<br />
adapte etmeye” çalışır. 40 Bazı hikayelere sürekli<br />
başlangıçlar yapar ama istediği akışı yakalanamadığı<br />
için günlerce müsveddeler halinde çantasında<br />
onunla birlikte dolaşır durur. 41 Bazı hikâyeler ise<br />
bu makûs talihi kırar ve tamamlanırlar, bazısı ise<br />
bizzat hikâye kişileri tarafından tamamlanırlar.<br />
“Bundan bir yıl kadar önce büyük bir hevesle<br />
başlamıştı yazmaya. Bazı dostlarına da bahsediyordu.<br />
Bir gün bir kitapçı dükkanında iki şair ve bir<br />
hattatla otururlarken, şu sıralar kendisinin ne ile<br />
35 Kahraman, a.g.e., s. 2.<br />
36 Demir, a.g.e., s. 6.<br />
37 a.e., s. <strong>20</strong>.<br />
38 Kahraman, a.g.e., s. .<br />
39 a.e., s. 4 .<br />
40 a.e., s. 39.<br />
4 a.e., s. 4 .<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
uğraştığı sorulduğunda, ‘Yolculuk’ adını koyduğu<br />
bir hikaye üzerinde çalıştığını söyledi. Bu, o sırada<br />
çantasında bulunan benim hikayemdi. Bir noktaya<br />
kadar yazılmış duruyordu. Şairlerden birisi, kendisinin<br />
de bir roman üzerinde çalıştığını söyleyen<br />
hanım, konuyu sordu. O an kendimle ilgili yeni<br />
şeyler öğrenme şansını elde ettiğimi sanmıştım.<br />
Fakat aldanmışım: Bitmemiş çalışmaları üzerine<br />
konuşması yazma isteğini kırıyormuş.” 42<br />
Bir süre sonra hikâyecinin kendisinin hikâyesin<br />
yazmasında ümide kesen hikâye kişisi “Ebediyyen<br />
bir müsvedde hikaye kişisi, bir araf adamı olarak<br />
kalma endişesi” ile “olmayacak” bir işe kalkışır ve<br />
kendisine hikâyecinin havasını vererek kendi hikayesini<br />
tamamlar. 43<br />
Burada diğer hikâyelerde de zaman zaman değinilecek<br />
olan önemli bir etkileşimden bahsedilmektedir:<br />
“Bazı yazarlar yazma süreci içinde, bir noktadan<br />
sonra hikaye kişilerinin kendi gönüllerince davranmaya<br />
başladıklarını söylerler. Hikaye kişileri<br />
hikayenin dizginlerini zaman zaman alabilirler mi<br />
yazarın elinden? Bu konuyu tartışmayacağım.” 44<br />
Hikâye kişisi bu konuyu tartışmayacağını söyler<br />
ama “hikayenin dizginlerini” eline almış, “mevcut<br />
plana uygun şekilde” hikâyesini tamamlamıştır.<br />
Bu durum bazen hikâye kişisinin hikâyeci olabileceğini<br />
bize gösterir. Diğer bir söyleyişle hikâye<br />
kişisi de aslında hikayecinin bir parçasıdır. Nitekim<br />
hikâyesinin peşine düştüğü zaman hikâye kişisi,<br />
hikâyecinin okuyabildiği eski yazıyı kendisinin<br />
de çok tabii bir şekilde okuyabildiğini şaşırarak<br />
görür. 45 Bunun sebebini “Beklenmeyen” başlıklı<br />
hikâyede hikâyeciden dinleriz. Hikâye kişisinin<br />
kendisini ziyarete geldiği hikâyeci ona hitaben<br />
“O ilk günlere gidelim, dedim. Fakat ne kadar<br />
geriye doğru gidersek sen, sen olmaktan çıkarsın,<br />
siluetin kaybolmaya, bana ait bir parça haline gelmeye<br />
başlarsın. Hatta ben olursun.” 46<br />
der ve bir hikâye başlangıcını “seninle mi, yoksa<br />
benimle mi ilgili olduğu tam belli olmayan bir me-<br />
42 a.e., s. 3.<br />
43 a.e., s. 4.<br />
44 a.e., s. 4- 5.<br />
45 a.e., s. 8.<br />
46 a.e., s. 4 .<br />
362<br />
tin” şeklinde tanımlar.<br />
Kayıp Hikâyeci’de anlatılan bütün hikâyeler<br />
aslında anlatının baş kahramanı hikâyecinin, bilhassa<br />
kendi baskın kimliği olan eleştirmene karşı<br />
bir hikâyeci olarak varolmaya, kendini kabul ettirebilmeye<br />
uğraşması sorununa bağlanmaktadır.<br />
Bu bağlamda hikâyelerin yaratılma sürecinin yanı<br />
sıra hikâyecinin varolma serüvenini de izlemektedir<br />
okur.<br />
“Ben bir hikayeciyim aslında. Yıllar önce bir dergide<br />
yayımladığım iki hikayeden başka yazmasam<br />
da bir hikayeciyim ben. Bunu insanlara anlatmak<br />
biraz zor. Bu yaşa gelmiş ve henüz bir kitap bile<br />
çıkaramamış olduğuma göre, onlar da haklı inanmamakta.<br />
Yine de ‘ben bir hikayeciyim’ diyorum<br />
size, yabana atmayın bu sözümü. Sürekli hikayeler<br />
planladım yaşadıklarımdan çıkarak, günlerce<br />
kafamda gezdirdim, bir olgunluğa eriştirmek için<br />
onları. Fakat yazamadım, kelimelere dönüştüremedim<br />
bir türlü. Belki kelimeleri de var kafamda,<br />
kağıda dökemedim. Ben hep yaşadım onları. Bu<br />
kadar doluyken hikayeyle ve yıllardır hiç kesintiye<br />
uğramamışken kalkıp da itiraz edilebilir mi hikayeciliğime.<br />
Onlara da hak veririm gerçi ben; iki hikaye<br />
yayımlamakla hikayeci sayılamaz bir kişi.” 47<br />
“Tuhaf Bir Durum Başlıklı” hikayede ilk defa<br />
anlatıcı olarak karşımıza çıkan hikayeci, bu satırlarla<br />
anlatır ve tartışır “hikâyeciliğini”. Hikâyeler<br />
boyunca bilhassa kendini beğenmeyen, önemsemeyen<br />
ve eleştirenlere karşı kendini “hikâyeciliğini”<br />
savunacaktır hikâyeci. Bilhassa kendine karşı,<br />
eleştirmen kimliğine karşı varlığının kabulü için<br />
uğraşacaktır.<br />
İnsanlar, tek bir kimlikle yaşamazlar çoğu kez.<br />
Karılık, kocalık, annelik, babalık, çocukluk, akrabalık<br />
vb. gibi değişik sosyal rollerin yanı sıra bir de<br />
profesyonel kimliklere sahiptirler. Bazen bu profesyonel<br />
kimlikler de birden fazla olabilir. Kayıp<br />
Hikâyeci’de sadece iki hikâyesi yayımlandığı için<br />
kendinin dahi belki bilinçli olmasa da hikâyeciliğinden<br />
tereddüt duyduğu bir hikâyeci tanırız.<br />
“Birkaç arkadaşı, eleştirmenin yeni çıkan deneme<br />
kitabını tebrik etmek için gelmişlerdi eve. Ora-<br />
47 a.e., s. .
da bulunanlardan biri, dikkatli bir edebiyat adamı,<br />
senin yazılarının arkasında, derinlerde, gizlenmiş<br />
bir hikayeci var, dedi ona. Hemen yanıbaşındaydım,<br />
çoğu zaman olduğu gibi eleştirmenin: Varlığına<br />
hiç dikkat edilmeyen, bir yüzü bulunduğu<br />
bile fark edilmeyen birisi olarak. Eleştirmen, pek<br />
memnun olmamış gibiydi bu sözden, üzerinde<br />
fazla durmayarak sözü değiştirdi. Ama ben tam<br />
kalbimden vurulmuş gibi sarsıldım. O zaman iyice<br />
farkına vardım, aslında yıllardır bir yer altı suyu<br />
gibi akmakta olduğunu içimden hikayenin.” 48<br />
Hikâyelerde ayrı ayrı kişiler olarak bahsedilen<br />
eleştirmen ve hikayeci aslında bir kişidir. Eleştirmen,<br />
varlığından rahatsız olduğu hikayeci ile sık<br />
sık karşı karşıya gelir. Eleştirmen hikayeleri vasıtasıyla<br />
devamlı hikayeciye saldırmaktadır. Hatta<br />
hikâyecinin kaldığı vakfa bağlı evden de çıkarılmasını<br />
ister. “Hikâyecinin Yargılanması” başlıklı<br />
hikayede evin yöneticisinin başkanlık yaptığı bir<br />
toplantıda bu mesele değişik katılımcılarla tartışılır.<br />
“Beni de şaşırtan bir gidişi var bu hikayelerin.<br />
Aktıkça kendi yatağını oluşturan bir nehir gibi.<br />
Dokunduğu her şeyi bünyesine alan, her yeni katılımla<br />
büyüyen ve gelişen bir akış bu. Bazan, iş<br />
çığırından çıkmaya doğru mu gidiyor acaba, diye<br />
sormaktan alamıyorum kendimi: Ürpererek, bu<br />
akışa hakim olamamaktan, onun bir gün beni de<br />
tamamen içine alarak ayağımı yerden kesmesinden;<br />
bir parçası haline dönüştürmesinden korkuyorum.”<br />
49<br />
Hikâyeci, edebî esere malzeme edilen her unsurun<br />
artık metin durduğu sürece varlığını sürdüreceğinden<br />
emindir. Hatta bir şairin şiirine kendi<br />
“fotoğrafı”nı yerleştirdiğini düşünüp bundan rahatsızlık<br />
duymaktadır. 50<br />
Çalışmamızın en başında <strong>20</strong>. yüzyılın ontolojik<br />
kaygılarıyla baş başa bıraktığı yalnız insandan<br />
bahsetmiştik. Hikâyecinin varoluş problemi ve<br />
kendini bir hikâyeci olarak kabul ettirme çabaları<br />
düzleminde geçen tüm ifadeler bir taraftan okuru<br />
anlatının gerçeklikle bağı meselesi üzerinde tekrar<br />
düşünmeye zorlarken diğer taraftan tüm bu<br />
48 a.e., s. 27.<br />
49 a.e., s. 47.<br />
50 a.e., s. 49.<br />
363<br />
hikâyelerin neden ve nasıl yazıldığı sorularının da<br />
cevaplanması noktasında ipuçları vermektedir.<br />
Üstkurmaca ile ilgili önemli belirlemelerden birinin<br />
onun bir “oyun” olduğu yolunda yapıldığını<br />
daha evvel söylemiştik. Ancak bu formun “eğlence”<br />
niteliği eserin içinde birtakım fikrî göndermeler<br />
taşımayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim<br />
“medeniyetleri savunacak güç, varoluşlarına<br />
dahil olarak kendi içlerinde mevcut zaten.” 51 gibi<br />
bazı mühim saptamalar hikâyelerin bünyesine<br />
ustalıkla yedirilerek anlatının fikrî yönünü gösterir.<br />
Ancak üstkurmacanın ana eğilimlerinden biri<br />
daha ziyade “sanat tartışmalarının yaşandığı modernist<br />
boyutu da içinde barındır”masıdır. 52<br />
Buraya kadar üstkurmacanın ana göstergeleri<br />
olarak değerlendirmeye çalıştığımız pek çok hususa<br />
bir başka açıyla bakarsak onların edebî eser<br />
ve ilgili unsurları üzerine birtakım hükümler taşıdığını<br />
da görürüz.<br />
“Üstkurmaca ile ilgili ilk belirleme, onun kurmaca<br />
ve eleştiri arasında bir yere yerleştirilmiş<br />
‘sınır söylem’ olarak tanımlanabileceğidir…. Okurun<br />
dikkat etmesi gereken husus, teorik kurmaca<br />
ya da metafiction olarak adlandırılan bu formun,<br />
‘eleştiri ve kurmaca’ arası bir yerde bulunuyor olmasıdır.”<br />
53<br />
Yukarıda farklı bir yönü ile aldığımız “okur”la<br />
ilgili söylenenler, hikâyecinin kendinden bahsederken<br />
hikâyeciliği dolayısıyla hikâyecilik ile ilgili<br />
yapmış olduğu yorum veya hikâyecinin evinden<br />
çıkarılması görüşülürken bir katılımcının meselenin<br />
“…sübjektif bir yönünün olabileceği her zaman<br />
ihtimal dahilinde bulunan bir alana, yani eleştiriye…”<br />
54 bağlanmasından duyduğu rahatsızlık bu<br />
anlamda ilgi çekicidir. Yine “Mihâil” başlıklı hikâyede<br />
bir şiire malzeme olmaktan yakınan hikâyeci<br />
ve muhatabı olan şair arkadaşı arasında geçen<br />
diyalog önemlidir:<br />
“Şimdi ben de hatırladım o şiiri, dedi, arkadaşım:<br />
Fakat seninle birleştirmek hiç aklıma gelme-<br />
5 a.e., s. 46.<br />
52 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />
s. 43.<br />
53 Demir, a.g.e., s. 7.<br />
54 Kahraman, a.g.e., s. 63.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
mişti o görüntüyü. Sen söyleyince farkına varıyorum<br />
işin bu bireysel tarafının. Lakin, burada bir<br />
çelişkiye düşmüyor musun, sen; eserin kendi dili<br />
içinde, her okuyucunun kendine göre yeniden kuracağı,<br />
farklı farklı içsel tasarlamaların malzemesi<br />
olmaktadır o görüntü de. Burada onu bireyselleştirerek,<br />
kendini asıl sen teşhir etmiş olmuyor<br />
musun, dedi. Yalnız unuttuğun önemli bir öğe var,<br />
dedim: Şairin kendisi! O, baktığında, kendi şiirini<br />
her okuyuşunda, bu şiiri yazdığı atmosfere, o<br />
günkü tabloya dönecek, bütün tazeliğiyle yeniden<br />
yaşayacak eski bir duyguyu. İzliyorsundur herhalde,<br />
bir başka şair, gazetede, haftalık yazılar yazdığı<br />
köşesinde bu konuyu tartışıyor, son zamanlarında:<br />
hayatın sahici unsurlarından doğan bir<br />
şiirin duygu bazında şairdeki karşılığı zamanla ilk<br />
günkü sıcaklığını kaybetse bile, tamamen anlamsızlaşmayacaktır,<br />
diyor. Şaire acı veren niteliğini<br />
koruyacağını belirtiyor. Bu konuyu tartıştıktan<br />
sonra kanatımca şu üzerinde düşünülmesi gereken<br />
sonucu çıkarıyor: Bence bunun tek sebebi şair<br />
için her şiirinin biricik oluşudur, diyor. İşte şu anda<br />
benim üzerinde durduğum nokta da bu: İki kişinin<br />
zihnen yaşadığı bir durumdan sözediyorum. Yani<br />
şair ve ben. Bir tek kişinin iç dünyasında bile olsa,<br />
o imgenin kaynağı bensem ve bir azap durumu<br />
mevcutsa eğer, bu devam etmez mi? Soruyorum<br />
sana; beni teselli edebilir mi, bütün diğer okuyucuların<br />
o imgeden bana ulaşmayacak, ulaşamayacak<br />
olmaları? Sonra o bir tek kişinin diğer tüm<br />
okuyucularla karşılaştırıldığında, tek başına belki<br />
onlardan daha fazla bir ağırlığı bulunduğunu nasıl<br />
görmezden gelebilirim? İkinci yönü daha var bu<br />
işin; iki ucuda sivri bir kılıç gibi bu konu. Şairin<br />
kendisi için de savunmasız birine karşı açık bir<br />
haksızlık yaptığından dolayı, bir azap haline dönüşebilir<br />
bu dizeler.” 55<br />
Modern edebiyatın içe kapanık dünyasının yoruma<br />
açık unsuru “imge”den şiir ve şair ilişkisine<br />
ilerleyen bir düzlemde fikirlerin serdedildiği bu<br />
satırlar da üstkurmacanın “nasıl” yazılır obsesyonunun<br />
bir ürünüdür.<br />
Bu misallerin yanı sıra bilhassa “Hikâyecinin<br />
Yargılanması” başlıklı hikâyede, hikâyecinin okurlarından<br />
ve daha evvel bazı hikâyelerde adı geçen<br />
bir hattattan gelen birtakım eleştirileri okuruz.<br />
55 a.e., s. 49-50.<br />
364<br />
Bunlar hikâyecinin kızı için seçtiği kitapların eskiliği<br />
hususunda yahut kullandığı “bedenli kağıt” veya<br />
“büyük dev” gibi ifadelere yöneliktir. 56 Eleştirmenin<br />
toplantıda hazır bulunanlara aktardığı bu ve<br />
benzeri “eleştiri”ler bir yana hikâyelerle ilgili son<br />
değerlendirmesi dikkat çekicidir:<br />
“Bu tür örneklerden sonra içeriğe ilişkin olarak<br />
da şu değerlendirmeyi yaptı eleştirmen: Kendisinden<br />
önceki birçok büyük eserin bir halitası bu<br />
hikayeler, dedi. Bir buluş, bir orjinallik koymuyor<br />
ortaya, aslında. Burada birkaç ip ucu vereyim<br />
size. … Mesela “araf adamı”, “hikaye cehennemi”<br />
gibi kullanımlar bu hikayelerdeki Dante etkilerini<br />
açıkça ortaya koyduğu gibi, bir buluş olarak<br />
görünen hikaye kahramanının hikayeciyle karşı<br />
karşıya getirilmesi de doğrudan doğruya M. de<br />
Unamuno’nun Sis romanında geliyor. Bu isimlere<br />
Batı ve Türk edebiyatlarından birçok başka ismin<br />
eklenebileceğini söyledi: Mesela L. Pirandello (Altı<br />
Kişi Yazarını Arıyor), Falih Rıfkı Atay (Roman), Necip<br />
Fazıl Kısakürek (Bir Adam Yaratmak), Ahmet<br />
Hamdi Tanpınar (Abdullah Efendi’nin Rüyaları),<br />
Tahsin Yücel (Aykırı Öyküler), hatta Emre Kongar<br />
(Hoca Efendinin Sandukası) gibi.” 57<br />
Eleştirmen’in bu sözlerine toplantıda bulunan<br />
Puşkin’in torunu da “büyük dede”sinin “Türkçe’ye<br />
Mısır Geceleri adıyla çevrilen” bir hikâyesinin de<br />
anılması gerektiğini “klasik Rus romanı etkisinin<br />
bu hikayelerdeki olumlu yansımasından söz etmek”<br />
gerektiğini söyler.<br />
Yargılanma esnasında hikayecinin okurlarının<br />
gerçekliği veya kullanmış olduğu birtakım ifadeler<br />
noktasından da eleştirildiği söylemiş ancak<br />
bilhassa eleştirmenin hikâyelerin içeriğine ilişkin<br />
yaptığı kritik üzerinde durduk. Çünkü burada üstkurmacanın<br />
çekirdeğinden bahsedilmektedir. Nitekim<br />
hikâyeci de bu suçlamaya cevap verir:<br />
“Eleştimenin söylediğine göre, bu hikayeler,<br />
kimi büyük yazarlarca daha önce ortaya konulmuş<br />
bazı eserlerden etkilenilerek yazılmıştır; onların<br />
bir karışımıdır. Bunu iddia ediyor kendisi. O zaman<br />
56 a.e., s. 6 .<br />
57 a.e., s. 6 -62.
u mantığı aynı doğrultuda biraz daha ilerletelim.<br />
Diyelim ki bugün burada olanları da hikaye etmeyi<br />
düşündüm ve ben bir form içinde gerçekleştirdim<br />
bunu: O zaman da, yazmayı düşündüğüm o hikayeyi<br />
Haldun Taner’in Ay Işığında Çalışkur adlı hikayesine<br />
veyahut ne bileyim Necip Fazıl’ın Edebiyat<br />
Mahkemelerine mi bağlayacak acaba kendisi…<br />
Şunu demek istiyorum; eleştirmenin sözlerinden<br />
hareket ettiğimizde, kendi bakışımızı onun<br />
bakışına ayarladığımızda iki ihtimal çıkıyor karşımıza:<br />
Birincisi, bu hikayelerin bazı eserlerden,<br />
yani kurmaca dünyadan etkilenerek yazılmış olması.<br />
İkincisi ise, doğrudan doğruya yaşananların<br />
yazılmasıyla ortaya çıkmış olması onların. Eğer iddia<br />
edildiği gibi kendini kabul ettirmiş mevcut bazı<br />
eserlerin bir halitasıysa bunlar, her şey daha önce<br />
yazıyla ifadesini bulmuş bir alana aitse, bir kurmacadan<br />
ibaretse, hayatta olanlarla hikayedekileri<br />
niçin birbirine karıştırıyor kafasında eleştirmen?<br />
Yani, nasıl aynı boyut içinde bir araya getirebiliyor<br />
bu iki düzlemi. Yok eğer yaşananlardan ibaretse<br />
bütün bu yazılanlar, o zaman da nasıl iddia edebiliyor<br />
benim bazı büyük yazarların eserlerinden<br />
birşeyler aldığımı? İçinden çıkamayacağımız bir<br />
ikileme sürüklüyor eleştirmen bizi: Hayatın gerçekliği<br />
mi yoksa kurmacanın gerçekliği mi?” 58<br />
Hikâyenin içinde eleştirmenin sebep olduğu<br />
ikilemi, hikâyeler boyunca yazar başarıyla yaşatmıştır<br />
okura. Üstkurmacanın da kırdığı gerçeklikle<br />
diğer taraftan oynadığı bir oyundur bu aslında.<br />
Aynı şekilde hikâyelere ustalıkla yerleştirilmiş imgeden<br />
metinlerarasılığa kadar edebî meseleler de<br />
alt düzlemde konu edilip tartışılmaktadır ki bu da<br />
sadece üstkurmacanın değil, postmodern anlatıların<br />
genel bir göstergesidir.<br />
***<br />
58 a.e., s. 65-66.<br />
365<br />
Üstkurmaca, bu ad ile anılıp postmodern formu<br />
ve hususiyetleri ortaya konulmadan evvel de gerek<br />
dünya gerekse Türk edebiyatında kullanılan bir<br />
tekniktir. Ancak postmodern edebiyatın kuramsal<br />
mânâda tartışılıp şeklinin çizilmeye başlandığı dönemde<br />
bu anlayışın önemli bir göstergesi olarak<br />
kabul edilmiştir ve bu minvalde tanımları yapılmaya<br />
başlanmıştır.<br />
Âlim Kahraman, Kayıp Hikâyeci isimli kitabında<br />
yer alan hikâyeleri üstkurmaca tekniği ile kaleme<br />
almış, ve birbirine paralel giden hikâyecinin<br />
“ben”ini arayışı ile “hikâyeci” kimliğini etrafına<br />
kabul ettirme sürecinde bir araya getirmiştir. İncelememiz<br />
boyunca öne çıkan misalleriyle üstkurmacanın<br />
bu esere yansıyan göstergelerini işaret<br />
etmeye, dolayısıyla <strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde<br />
kullanılan bir teknik olarak bu formu Kayıp Hikâyeci<br />
örneğinde göstermeye çalıştık.<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
KAPANIŞ<br />
Değerlendirme Oturumu ve Kapanış<br />
366
KAPANIŞ KONUŞMASI<br />
Sayın Başkanım, değerli milletvekilim, çok değerli<br />
arkadaşlarım, değerli bilim insanları, öğretim<br />
üyesi arkadaşlarım, sevgili genç kardeşlerim,<br />
hepinizi sevgiyle, saygıyla selâmlıyorum;<br />
Gerçekten Türkiye’de iyi şeyler olduğuna inanıyorum.<br />
Bugün buraya az önce Üsküdar Belediyemizin<br />
bir çalışmasından koşar adım geldik. Orada,<br />
Üsküdar Belediyemizin bir kültür mekânında, <strong>20</strong>.<br />
yüzyılın çok saygıdeğer insanlarından birisinin vefatının<br />
4. yıldönümü nedeniyle değerli basın mensuplarının,<br />
yazarların, akademisyenlerin katıldığı<br />
bir anma toplantısı, sevgili ve rahmetli Aliya İzzet<br />
Begoviç’in 4. vefat yıldönümü nedeniyle düzenlenen<br />
bir toplantı vardı, oradan geldim. Belediyemiz,<br />
Belediye Başkanımız, bütün arkadaşlarımız<br />
orada hazırdılar, şimdi buraya bir başka güzelliğe<br />
geldim. Bana program aktarıldığında, gerçekten<br />
kıvanmıştım, bugün burada, bu masayı gördüğüm<br />
zaman iftihar ettim, şuradaki listeyi gördüğüm<br />
zaman, programı gördüğüm zaman iftihar ettim.<br />
Kent kültürü böyle oluşur diye düşünüyorum. Yani<br />
insanlar doğdukları yerden kopup, doydukları yere<br />
gelmişlerse, bu sadece bir doyma çabası olmaktan<br />
çıkıp, insanca yaşama, kendini geliştirme, hayata<br />
katılma ve bulunduğu mekânı kavrayıp onu geliştirme<br />
çabasına böyle dönüşebilir. Tarihî değerleri<br />
bilerek, sanatı bilerek, kültürü bilerek ve bütün<br />
bunlara bilgiyle sahip çıkarak hepimiz İstanbullu<br />
367<br />
Ertuğrul GÜNAY<br />
Kültür ve Turizm Bakanı<br />
olabiliriz, Türkiyeli olabiliriz, dünyalı olabiliriz, hayatımız<br />
güzelleşebilir diye düşünüyorum.<br />
Ümraniye Belediyemizin bu çalışması gerçekten<br />
göğsümü kabarttı. Bu çalışmayı sürdüren<br />
arkadaşlarımıza, Sayın Hasan Can başta olmak<br />
üzere, minnetlerimi sunuyorum. Bu çalışmaya<br />
Anadolu’nun değişik üniversitelerinden zaman<br />
ayırıp gelen değerli bilim insanlarına yürekten<br />
teşekkür ediyorum. Çok sağolunuz. Bu masaya<br />
baktığım zaman zaten bu çalışmanın akademik<br />
içeriği gözüküyor. Son oturum galiba bu ve son<br />
oturumda dört ayrı üniversitenin ismini okudum<br />
ben orada. Bu güzel bir şey. Belki üniversitelerimizin<br />
de yapması gereken bir şey. Aslında belki<br />
üniversitelerimizin de bu tür sempozyumlar aracılığıyla<br />
bilgiyi hayatın içinde, insanlarla paylaşarak,<br />
üniversite mensubu olmayanlarla da paylaşarak,<br />
hayatı bütünüyle eğitmeye, eğitimi bütün<br />
hayata yaymaya çalışarak, daha yararlı olmaları<br />
konusunda ışık tutucu bir toplantı olabilir diye düşünüyorum.<br />
“Güzel şeyler oluyor.” dedim ülkemizde. Buradan<br />
döndükten sonra, önümüzdeki hafta içinde de<br />
yine bir başka belediyemizin yaptığı bir başka çalışmaya,<br />
Anadolu’nun uzak bir ilinde katılacağım.<br />
Yıllardan beri Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları diye<br />
bir çalışma düzenleniyor ve belli periyotlarla o dönem<br />
Türkiye’nin, dünyanın saygıdeğer bir edebi-<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
yatçısı adına özel bir çalışma yapılıyor. Geçen yıllarda<br />
Azerbaycan’da doğmuş, Türkiye’de yaşamış<br />
bir önemli mücadele şairinin, bir istiklâl şairinin<br />
anma yıldönümü yapılmıştı Elazığ’da. Birkaç hafta<br />
önce ben onun mukabil toplantısına katılmak<br />
için Baku’ya gittim. Elmas Yıldırım anısına yapılmış<br />
bulunan bir toplantıya. Ve gerçekten Elazığ’ın<br />
bir değere sahip çıkmak ve o değeri alıp kendi<br />
topraklarından başka, asıl sahip olduğu ülkeye<br />
tanıtmak konusundaki gayretini çok göğsüm kabararak<br />
izledim. Şimdi bu hafta inşaallah Perşembe<br />
akşamı galiba, Elazığ’da olacağız ve Elazığ’da,<br />
Anadolu’nun bir kentinde, belediyenin katılımıyla,<br />
tabiî üniversitenin de katılımıyla, bütün oradaki<br />
kamu ve sivil kanaat önderlerin katılımıyla bir başka<br />
büyük dünya değerini, Türk kültüründen çıkmış<br />
bir büyük dünya değerini, Cengiz Aytmatov’u hep<br />
beraber alkışlayacağız. Bunu bir belediyenin yapmış<br />
olması, bir Anadolu kentinin yapmış olması,<br />
Ümraniye’nin yaptıklarıyla birlikte düşündüğümüz<br />
zaman, Türkiye’nin dört bir tarafında, bir medeniyet<br />
çoban ateşinin, bir aydınlanma ateşinin<br />
yandığını gösteriyor. Ve bizim hayata iyimser bakmamızı<br />
teşvik ediyor. Bu gayreti gösteren bütün<br />
arkadaşlarıma gerçekten minnettarım.<br />
Biz de bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak, bütün bu yapılan<br />
çalışmaların kadrini bilmeye, bütün bunlarla<br />
ilgimizi yakından sürdürmeye, bütün bunlara<br />
maddî ve manevî ne destek vermemiz gerekiyorsa<br />
vermeye çalışacağız. Elbette bunlar bizim aslî görevlerimizdir<br />
ama ne kadar çok paylaşan olursa,<br />
ne kadar çok sahiplenen olursa, hem kamuda hem<br />
sivil kesimde, hep beraber o kadar fazla görevimizi<br />
yapabiliriz diye düşünüyorum. Sanat etkinliklerini<br />
Ankara’nın, İstanbul’un seçkin semtlerinden,<br />
artık, o hizmetleri, o sanat etkinliklerini hak eden<br />
başka mekânlara da taşıyalım diye düşünüyorum.<br />
Çok üzüntüyle gördüm, örneğin işte ben henüz iki<br />
aydır Kültür Bakanıyım Türkiye Cumhuriyeti’nin,<br />
ama çok üzüntüyle gördüm, Türkiye Cumhuriyeti<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı “anlı şanlı”<br />
Devlet Tiyatrolarının, şu koca İstanbul’un 11 ilçeden<br />
oluşan Anadolu yakasında bir tek sahnesi yok.<br />
Bu kabul edilebilir bir şey değil. Ben sanat etkinliklerinin<br />
sadece Ankara’nın, İstanbul’un seçkin<br />
mekânlarında oturanların hakkı değil, Türkiye’nin<br />
368<br />
her tarafında oturanların hakkı olduğuna yürekten<br />
inanıyorum. Ve çok yakın bir gelecekte Sayın<br />
Başkanımızın da katkılarıyla Ümraniye’de Devlet<br />
Tiyatroları sahnelerini açacak. Bunu sizinle<br />
paylaşmak istiyorum. Ümraniye’de, Beykoz’da,<br />
Pendik’te, Kartal’da... Muhtemelen bu yıl içinde.<br />
Çok azimli ve çok kararlıyım. Arkadaşlarımla da<br />
paylaşmak istiyorum. Anadolu yakasında, en az<br />
üç ilçemizde devlet tiyatroları sahnelerini açacak.<br />
Biraz bu işi gönüllülükle yapmamız gerekiyor. Biraz<br />
bu işi halkla paylaşarak yapmamız gerekiyor.<br />
Biraz bu işi hevesle, aşkla, şevkle yapmamız gerekiyor.<br />
Ve öyle yaptığımız takdirde yaşam kalitemiz<br />
topyekûn artacaktır diye düşünüyorum. Zaten siyasetin<br />
derdi de halkın yaşam kalitesini artırmak<br />
olmalıdır. Topyekûn, bütün halkın ayrımsız, sınırsız,<br />
hiçbir fark gözetmeksizin, coğrafî fark gözetmeksizin,<br />
etnik fark gözetmeksizin, inanç farkı<br />
gözetmeksizin, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının,<br />
biz Türkiye için düşünüyorsak, yurttaşlarının<br />
bütününün yaşam kalitesini yükseltmeye çalışmaktır.<br />
Türkiye’nin yaşam kalitesini yükseltmeye<br />
çalışmaktır ve dünyanın yaşam kalitesine bu çerçevede<br />
katkı yapmaya çalışmaktır diye düşünüyorum.<br />
Ve önümüzdeki süreçte böyle çalışacağız.<br />
Fazla uzatmak istemiyorum, burada herhalde<br />
değerlendirme toplantısı yapılacak ve ben ne yazık<br />
ki, bağışlayın, böyle şeyleri hiç sevmem ama<br />
maalesef, Bakanlık galiba böyle bir şey; işin başında<br />
bulunup sonrasını telefonla takip etmek gibi<br />
bir şey. Yarım yarım katılıyorum toplantılara. Ben<br />
eskiden şiirle ilgili günleri, tıpkı buradaki gençlerin<br />
oturup iki gün boyunca izlediği gibi, tiyatroyla<br />
ilgili çalışmaları, yani “Böyle bir şey olsa da baştan<br />
sona izlesem” diye birinci günün sabahından, ikinci<br />
günün kapanış toplantısına kadar izleyip sonunda<br />
da üç cümle söylemeye hayatı boyunca çalışmış<br />
insanlardan birisiyim. Ama şimdi bu toplantıların<br />
bir bölümüne katılıp ayrılmak zorunda kalıyorum,<br />
çünkü bunun arkasından katılmaya çalışacağım<br />
bir başka toplantı daha var. O yüzden, birazdan<br />
değerlendirme konuşması yapacak arkadaşlarımdan<br />
burada bir saat daha kalamadığım için özür<br />
diliyorum. Çünkü ülkenin ekonomisine katkısı<br />
olacağını umduğum bir başka alanın, turizm yatırımcılarının<br />
da değerlendirmelerini paylaşmak<br />
için buradan, önceden söz verilmiş bir başka ça-
lışmaya gideceğim.<br />
Ama şu kadarını söylemek istiyorum, ben<br />
de edebiyatçı değilim, lütfen beni değerli bilim<br />
adamları bağışlasınlar, biz tarihimizi biraz zaten<br />
hikâye aracılığıyla öğrendik. Yani hikâye olmadan<br />
toplumun kendi geçmişini, kendi bugününü, kendi<br />
geleceğini çok da anlaması mümkün değildir.<br />
Kuru bir tarih kitabından anlayacağınızdan daha<br />
duygulu, daha dramatik biçimde, tarihinizi, geçmişinizi<br />
hikâye aracılığıyla içselleştiriyorsunuz.<br />
Ömer Seyfettin meselâ, bizim o, hem yenileşme,<br />
hem çöküş dönemimizi, hepimizin aklında kalacak<br />
öykülerle hafızamıza nakşetmiştir diye düşünüyorum.<br />
Ben kendi kişisel tarihime baktığım zaman,<br />
Ömer Seyfettin’i okumadan, Refik Halid’i okumadan,<br />
Haldun Taner’i okumadan Türkiye’nin bu fikrî<br />
gelişim sürecini, fikrî ıstıraplarını, gelişmelerini,<br />
sıkıntılarını, sancılarını anlamak mümkün değildir<br />
diye düşünüyorum. O yüzden hikâyenin, bir<br />
toplumun kendisini tanıması açısından son derece<br />
önemli olduğuna inanıyorum. Ve Belediyenin,<br />
Ümraniye gibi İstanbul’un yeni gelişen ama iyi<br />
gelişen merkezlerinden birisinin hikâye konusunu<br />
özel bir dert edinmiş olması, bu konuda bir yarışma<br />
açmış olması, bu konudaki çalışmaları teşvik<br />
etmiş olması, burada yaşayanlara veya burayla<br />
ilgilenenlere “Hayatı anlayın!” konusunda bir kapı<br />
açması, bir pencere açmasıdır diye düşünüyorum.<br />
Bunun çok, çok doğru bir seçim olduğuna yürekten<br />
inanıyorum.<br />
Bu inancımla, bu çalışmayı düzenleyen herkese,<br />
bu çalışmaya katılan herkese, bilimsel gayretleri,<br />
üniversite gayretleri içinde zaman ayırıp buraya<br />
gelen değerli hocalarımız başta olmak üzere,<br />
burada bulunan genç-yaşlı herkese yürekten teşekkürlerimi<br />
sunuyorum. Hepinizin çabası kutlu<br />
olsun. Buna emek veren bütün arkadaşlarıma<br />
minnetlerimi sunuyorum, hepinizi saygıyla selâmlıyorum.<br />
369<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
KAPANIŞ KONUŞMASI<br />
Sayın bakanım, sayın milletvekilim, çok değerli<br />
hâzirûn,<br />
Herkesi saygı ve sevgiyle selâmlıyorum.<br />
Burada Ümraniye Belediyemizin çatısı altında,<br />
iki günden beri devam eden çok güzel bir etkinliği<br />
ve çok güzel bir ilmî çalışmayı tamamlamış bulunuyoruz.<br />
Dün açılış konuşmasında, Sayın Kültür ve<br />
Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay Beyefendi’nin<br />
bugün sempozyumumuzun kapanış oturumuna<br />
iştirak edeceğini ifade etmiştim. Kendileri teşrif<br />
etiler. Ben önce şahsım, sonra Ümraniye halkı<br />
adına ve sizler adına kendilerine hoş geldiniz diyorum.<br />
Sayın Bakanım, Ümraniye Belediyemiz,<br />
İstanbul’un en büyük iki ilçesinden birisidir. Ama<br />
bugüne kadar sosyal ve kültürel etkinliklerle buluşamamış<br />
kocaman bir kasaba... İstedik ki bu<br />
kocaman kasabayı artık kent yapalım, şehir yapalım,<br />
edebiyatla, kültürle, sanatla buluşturalım.<br />
Hele hele İstanbul gibi dünyanın incisi bir dünya<br />
şehrinin, <strong>20</strong>10 yılında da Avrupa’nın kültür başkenti<br />
olacak İstanbul’un en büyük ilçesi Ümraniye,<br />
kültürden, sanattan, edebiyattan ve sosyal aktivitelerden<br />
yoksun olamazdı. Bir taraftan ilçeyi<br />
modern çağın imkânlarıyla, kent görünümüne kavuşturabilmek<br />
ve fizikî imkânlarını geliştirebilmek<br />
adına çalışmalar yaparken, diğer taraftan mağdur<br />
370<br />
Hasan CAN<br />
Ümraniye Belediye Başkanı<br />
kesimin de imkânlarını genişletme ve onları da<br />
koruma altında tutma gayreti içerisinde olurken,<br />
öte taraftan da ruh dünyalarına hitap etmememiz<br />
mümkün değildi. Ve işte içinde bulunduğumuz bu<br />
ilçeyi İstanbullaştırmak için, İstanbul’un bir parçası,<br />
kültürle, sanatla buluşan bir birim, insanını<br />
mutlu ve huzurlu bir topluluk hâline getirebilmek<br />
ve İstanbullu yapabilmek adına Ümraniyemizde<br />
üç yıldan bu yana çok ciddî kültürel ve sosyal<br />
faaliyetler, programlar icra ettik. Bununla da yetinmeyip<br />
bu kültürel aktiviteleri icra edeceğimiz<br />
mekânlar ve müesseseler oluşturmaya çalıştık.<br />
Üç yıldan beri devam edegelen, Türkiye çapında<br />
artık ses getirmeye başlamış ve onun da ötesinde<br />
Türk Cumhuriyetlerinden de iştirakçilerin yoğun<br />
şekilde ilgi gösterdiği yarışmalarımız var. Bunlardan<br />
birisi hikâye yarışması, bir diğeri şiir yarışması,<br />
bir diğeri yağlı boya resim yarışması.<br />
Ben edebiyatı seven, sosyal aktiviteyi ve sosyal<br />
hareketliliği seven bir insanım. Ama akademisyen<br />
değilim, edebiyatçı değilim. Ama edebiyatçılar,<br />
akademisyen arkadaşlarım, birçok kere kendilerinden<br />
dinledim, bize iltifat olsun diye ifade etmiyorlarsa,<br />
Ümraniye Belediyesi’nin hikâye yarışmalarının<br />
artık Türkiye çapında bir marka olduğunu<br />
çok açık bir şekilde ifade ediyorlar. Biz de zaten<br />
neticeleri itibariyle bunları görüyoruz. Ve her sene<br />
ortaya çıkan eserleri kitap hâline getirmek sure-
tiyle edebiyat dünyamızın bunlardan yararlanmasını<br />
sağlamaya çalışıyoruz. Bu iki gün süren sempozyumumuzda<br />
üç yıldan beri yaptığımız hikâye<br />
yarışmalarında hem geldiğimiz noktayı tespit açısından<br />
hem de Türk hikâyeciliğinin geldiği durumu<br />
tespit açısından bir ilmî çalışma yapmak istedik.<br />
Hocalarımızla, başta Prof. Fatih Andı Hocamız<br />
olmak üzere, irtibata geçerek, onun marifetiyle de<br />
Türkiyemizin 13 vilâyetinden, 18 üniversitesinden<br />
30’u aşkın hocamızla, edebiyatçımızla, ilim adamımızla,<br />
yazarımızla irtibata geçerek, 5-6 aylık<br />
bir çalışmayı Düzenleme Kurulu’ndaki arkadaşlarımla<br />
birlikte gerçekleştirdik. Ve dün ve bugün de,<br />
burada bu 5-6 aylık çalışmalarını hem sundular,<br />
hem de müzakere ettiler. Elbette ki bu müzakereler<br />
ilmî müzakereler, bir ses sanatçısının konseri<br />
gibi on binleri, yirmi binleri, yüz binleri toplamaz,<br />
bunlar bilimsel çalışmalardır. Sevdalıları belki<br />
azsa da sesi fazla çıkar. Ama en önemlisi burada,<br />
dün açılıştan, bugün kapanıştaki son cümleye<br />
kadar, konuşulan her şeyi tesbit ediyoruz ve bu<br />
sempozyumun bildirilerini edebiyat dünyamıza,<br />
bilim dünyamıza, inşaallah bir kitap hâlinde, bir<br />
hizmet olarak sunacağız. Bütün üniversitelerimize,<br />
edebiyat fakültelerimize ve ilgili mercilere de<br />
inşaallah bu eseri takdim edeceğiz.<br />
Böyle bir çalışmayı gerçekleştirmeyi nasib ettiği<br />
için Mevlâ’ya şükrediyorum. Hocalarıma bu katkılarından<br />
dolayı çok teşekkür ediyorum, her birine<br />
ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Yine bu sempozyum<br />
esnasında iki ünlü edebiyatçımız Rasim Özdenören<br />
ve Ferit Edgü Bey’ler söyleşileriyle iştirak ettiler.<br />
Ben iştirak eden, isimlerini zikrettiğim, edemediğim<br />
bütün zevata, bütün akademisyenlerimize,<br />
hikâyecilerimize ve edebiyatçılarımızateşekkür<br />
ediyorum. Bu arada özellikle de Ümraniyemizde<br />
eğitim camiamızın bundan istifadesi noktasında<br />
Millî Eğitim Müdürümüzden bu noktada katkı sağlamasını<br />
istedik. O noktadaki katkılarından dolayı<br />
yine Millî Eğitim Müdürümüze de teşekkür ederim.<br />
Ayrıca başta yardımcı arkadaşlarım ve ilgili<br />
müdür arkadaşlarım olmak üzere emeği geçen,<br />
bu güzelliklere katkı sağlayan herkese şükranlarımı<br />
arz ediyorum. Ve bir kez daha zat-ı âlinize,<br />
Ümraniye’yi teşrifinizden dolayı teşekkür ediyorum.<br />
Tekrar hoş geldiniz diyor ve sizi mikrofona<br />
almak istiyorum efendim.<br />
371<br />
ÜMRANİYE BELEDİYESİ
<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />
HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />
BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />
<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />
DÜZENLEME KURULU<br />
ADINA KAPANIŞ<br />
KONUŞMASI<br />
Sayın milletvekilim, sayın başkanım, başkan<br />
yardımcılarım, kıymetli meslektaşlarım ve değerli<br />
konuklar,<br />
İstanbul’un önemli ilçelerinden birinde iki<br />
gündür bir bilgi şöleni yaşanıyor. Her dem taze,<br />
alabildiğine genç ama bir o kadar da köklerine<br />
bağlı bir edebî tür olarak gördüğümüz hikâye,<br />
yine kendisi gibi geçmişinden güç alarak geleceğe<br />
yürüyen genç bir İstanbul ilçesinde iki gündür<br />
baş tacı ediliyor. İzmir’den Van’a, Bartın’dan<br />
Konya’ya, Kayseri’ye, Balıkesir’den Gaziantep’e<br />
çok farklı illerden ve üniversitelerden gelen katılımcı<br />
bilim adamlarımız Türk hikâyesinin <strong>80</strong> sonrası<br />
serencamını hem teorik, hem metodik, hem<br />
de tematik açıdan enikonu tartışıyorlar. Yazdıkları<br />
hikâyelerle bizi yıllardır büyüleyen değerli hikâyecilerimiz,<br />
hikâyenin mutfağından, kâğıt üzerinde<br />
bulmamız hemen hemen imkânsız, sıcak bilgi ve<br />
haberleri okurlarıyla paylaşıyorlar. Hikâyenin Bugünü-Bugünün<br />
Hikâyesi <strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi<br />
Sempozyumu’nun, yalnızca katılımcı bilim adamları<br />
için değil, her yaştan burayı teşrif ederek bildirileri<br />
dinleme zahmetinde bulunan dinleyicilere<br />
de yararlı olduğunu umuyoruz.<br />
Sempozyum ve benzeri akademik faaliyetlerin<br />
ne yazık ki bir ya da birkaç gün içerisinde başlayıp<br />
bittiğini hepimiz biliyoruz. Fakat bu birkaç günlük<br />
organizasyonun gerçekleşmesi için uzun vadeli<br />
372<br />
Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />
bir hazırlık ve daha da önemlisi, altını çizerek söylüyorum,<br />
“bir rüyayı beraber gören” bir ekibe ihtiyaç<br />
vardır. Bizler, Akademik Kurul ve Düzenleme<br />
Kurulu üyeleri olarak, yaklaşık altı aydır bizlerle<br />
aynı rüyayı gören özverili bir ekiple çalışıyoruz.<br />
Başta Ümraniye Belediyesi’nin sayın başkanı Hasan<br />
Can Beyefendi ve onun pek kıymetli yardımcıları<br />
Mahmut Eminmollaoğlu Beyefendiye teşekkür<br />
etmemiz kadirbilirlik gereğidir. Çok teşekkür<br />
ediyoruz kendilerine. Yine sempozyumun tasarı<br />
aşamasından şu âna dek, kapanış oturumuna,<br />
değerlendirme oturumuna dek, karşılaştığımız<br />
her sorunu büyük bir ustalıkla çözen sevgili dost,<br />
değerli kültür adamı Ümraniye Belediyesi Basın-<br />
Yayın ve Halka İlişkiler Müdürü Sayın Faysal Şansi<br />
ve çalışma arkadaşları da her türlü övgüye lâyıklar.<br />
Sağolsunlar, var olsunlar. Türkiye’nin dört bir<br />
yanından gelerek teşrifleriyle bizleri taltif eden<br />
değerli meslektaşlarımız ve izleyicilerimize de en<br />
kalbî, en samimî şükranlarımızı sunuyorum. Şükürler<br />
olsun ki bu salonda bizleri buluşturan ortak<br />
bir bilinç vurgumuz var. Kanaatimce o da “Hayat<br />
bir öyküdür ve öykü hayat.” Son iki gündür hayatı<br />
bizlerle paylaşan tüm değerli konuklarımıza teşekkür<br />
ediyor, Düzenleme Kurulu adına saygılarımı<br />
sunuyorum.