26.02.2013 Views

80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ SEMPOZYUMU 19-20 Ekim

80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ SEMPOZYUMU 19-20 Ekim

80 SONRASI TÜRK HİKAYESİ SEMPOZYUMU 19-20 Ekim

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />

<strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ÜMRANiYE BELEDiYESi<br />

www.umraniye.bel.tr<br />

BİLDİRİLER<br />

Hazırlayanlar<br />

Prof. Dr. M.Fatih ANDI<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN


HİKÂYENİN BUGÜNÜ BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong> <strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

ISBN- 978-975-01839-9-7<br />

Proje<br />

Ümraniye Belediye Başkanlığı adına<br />

Hasan CAN<br />

Ümraniye Belediye Başkanı<br />

Proje Yönetimi<br />

Mahmut Eminmollaoğlu<br />

Başkan Yardımcısı<br />

Faysal Şansi<br />

Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürü<br />

Atatürk Mah. Alemdağ Cad. No:<strong>20</strong>/3 Ümraniye / İstanbul<br />

Tel: 0216 443 56 00/184 Faks: 0216 328 47 47<br />

www.umraniye.bel.tr<br />

copyright©<strong>20</strong>08, Ümraniye Belediyesi<br />

Kitabın tüm yayın hakları, Ümraniye Belediyesi’ne aittir. Yazılı izin<br />

alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde<br />

kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.<br />

Haziran <strong>20</strong>08, İstanbul<br />

Baskı: Pelikan Basım • 0212 613 79 55<br />

Tasarım: Reyhan Cerit<br />

Yayına Hazırlık: Siyahmartı Reklam ve Organizasyon<br />

Göksu Evleri Begonya Sok. B52B Anadolu Hisarı - İstanbul<br />

0216 465 55 79


Düzenleme Sorumlusu<br />

Faysal ŞANSİ<br />

Ümraniye Belediyesi<br />

Basın Yayın Halkla İlişkiler Müdürü<br />

Koordinasyon<br />

Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />

İstanbul Kültür Üniversitesi<br />

Düzenleme Kurulu<br />

Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />

Doç Dr. Ömür CEYLAN<br />

İsa KOCAKAPLAN<br />

Bahtiyar ASLAN<br />

Çilem TERCÜMAN<br />

Mehmet SAMSAKÇI<br />

Özge YÜCESOY<br />

Bilim Kurulu<br />

Prof. Dr. Orhan OKAY<br />

Prof. Dr. Kazım YETİŞ<br />

Prof. Dr. Abdullah UÇMAN<br />

Prof. Dr. Durali YILMAZ<br />

Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />

Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />

Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />

Prof. Dr.Hasan AKAY<br />

Prpf. Dr. Mehmet TEKİN<br />

Prof. Dr. Emel KEFELİ<br />

Doç Dr. Ömür CEYLAN


Katılımcılar<br />

Yard. Doç. Dr. Ahmet AĞIR<br />

Prof. Dr. Hasan AKAY<br />

Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />

Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />

Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK<br />

Araş. Gör. Bahtiyar ASLAN<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />

Yard. Doç. Dr. Sabahattin ÇAĞIN<br />

Doç. Dr. Yakup ÇELİK<br />

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />

Yard. Doç. Dr. Ali Şükrü ÇORUK<br />

Araş. Gör. Ayşe DEMİR<br />

Prof. Dr. Ali DUYMAZ<br />

Ferit EDGÜ<br />

Yard. Doç. Dr. Cafer GARİPER<br />

Doç. Dr. Fazıl GÖKÇEK<br />

Dr. Alim KAHRAMAN<br />

Öğr. Gör. İsa KOCAKAPLAN<br />

Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />

Yard. Doç. Dr. Mehmet NARLI<br />

Yard. Doç. Dr.Mehmet ÖNAL<br />

Rasim ÖZDENÖREN<br />

Doç. Dr. Şaban SAĞLIK<br />

Araş. Gör. Mehmet SAMSAKÇI<br />

Yard. Doç. Dr. Yılmaz TAŞÇIOĞLU<br />

Yard. Doç. Dr. Zeki TAŞTAN<br />

Prof. Dr. Mehmet TEKİN<br />

Araş. Gör. Çilem TERCÜMAN<br />

Prof. Dr. Abdullah UÇMAN<br />

Prof. Dr. Kazım YETİŞ<br />

Yard. Doç. Dr. Ali YILDIZ<br />

Prof. Dr. Durali YILMAZ<br />

Özge YÜCESOY


İçindekiler<br />

AÇILIŞ KONUŞMALARI<br />

Hasan CAN<br />

Ümraniye Belediye Başkanı ................................. 11<br />

Yönetim Kurulu Adına<br />

Sayın Prof. Dr. M. Fatih ANDI ....................... 17<br />

I. OTURUM .................................................... 26<br />

AÇILIŞ BİLDİRİSİ<br />

<strong>TÜRK</strong> HİKÂYECİLİĞİ ve <strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />

Prof. Dr. Kâzım YETİŞ .................................... <strong>20</strong><br />

HİKÂYE SANATINDA ANLATICI VE<br />

BAKIŞ AÇISI SORUNU<br />

Prof. Dr. Mehmet TEKİN ................................ 29<br />

SON OTUZ YILIN ÖYKÜSÜNDE BİLİNÇ/BİLİNÇALTI/<br />

METİNSEL ÖZNE<br />

Yard. Doç. Dr. Mehmet NARLI .......................39<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> HİKÂYELERDE ŞİİRSELLİK<br />

Yard. Doç. Dr. Yılmaz TAŞÇIOĞLU .................53<br />

II. OTURUM ................................................... 61<br />

METNİN BİR YERİNDE YEDİVEREN SIR<br />

Prof. Dr. Hasan AKAY .................................... 62<br />

METİNLERARASI İLİŞKİLER AÇISINDANMUSTAFA<br />

KUTLU’NUN BU BÖYLEDİR İSİMLİ ESERİ<br />

Prof. Dr. M. Fatih ANDI..................................71<br />

MUSTAFA KUTLU’NUN HİKÂYELERİNDE<br />

TASAVVUF<br />

Yard. Doç. Dr. Ali YILDIZ ...............................83<br />

RASİM ÖZDENÖREN’İN HİKÂYELERİNDE<br />

İNSANIN KENDİNİ İDRAK BİÇİMLERİ<br />

Arş. Gör. Bahtiyar ASLAN .............................102<br />

I. SÖYLEŞİ<br />

Rasim ÖZDENÖREN - Dr. Âlim KAHRAMAN .112<br />

III.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Durali YILMAZ.................................1<strong>19</strong><br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HİKÂYESİNDE GELENEKSEL<br />

<strong>TÜRK</strong> TAHKİYESİNİN İZLERİ<br />

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN ...............................1<strong>20</strong><br />

HALK HİKÂYECİLİĞİ GELENEĞİNİN <strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />

<strong>TÜRK</strong> HİKÂYECİLİĞİNE YANSIMALARI<br />

Prof. Dr. Ali DUYMAZ ....................................127<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HiKÂYECiLiĞiNDE<br />

MERKEZDEN UZAKLAŞMA:TAŞRA ÖYKÜLERi<br />

Prof. Dr. Şaban SAĞLIK .................................141<br />

EDEBİYATIN TEKİNSİZ ALANI: FANTASTİĞİN <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYESİNDEKİ SERÜVENİ<br />

Arş. Gör. Ayşe DEMİR ....................................162<br />

GOTİK EDEBİYAT VE GÜNÜMÜZ HİKÂYESİNDEKİ<br />

YANSIMALARI<br />

Özge YÜCESOY ..............................................178<br />

IV.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Hasan AKAY ....................................186<br />

MURATHAN MUNGAN’IN LAL MASALLAR’INDA<br />

POSTMODERN BAŞKALDIRI OLARAK MASALSI<br />

KURGU VE DİLSİZLİĞİN POETİK DİLİ<br />

Yard. Doç. Dr. Cafer GARİPER -<br />

Arş. Gör. Yasemin KÜÇÜKCOŞKUN ...............187


ÜNİVERSİTE GENÇLERİNİN HİKÂYELERİNDEKİ<br />

TEMALAR VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ<br />

Doç. Dr. Yakup ÇELİK ....................................<strong>19</strong>6<br />

KÜÇÜREK ÖYKÜ (SHORT-SHORT STORY) TÜRÜ ya<br />

da BİR ÇIĞLIĞIN METİNLEŞMESİ<br />

Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ .....................<strong>20</strong>3<br />

YAKIN DÖNEM KADIN HİKÂYELERİNDE KADININ<br />

KADINI İNŞASI<br />

Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH .......................<strong>20</strong>8<br />

<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HİKÂYESİNDE GROTESK<br />

Arş. Gör. Mehmet SAMSAKÇI ......................226<br />

II. SÖYLEŞİ<br />

Ferit EDGÜ–Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ ..238<br />

V.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Kâzım YETİŞ ....................................250<br />

ÇARŞIDAN ALDIM BİR TANE EVE GELDİM<br />

BİN TANE:ÇERÇEVE ÖYKÜ VE EFRASİYÂB’IN<br />

HİKÂYELERİ<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN .................................251<br />

YABANCILAŞMA VE <strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYECİLİĞİ<br />

Yard. Doç. Dr. Ahmet AĞIR ............................259<br />

BİR POSTMODERN ANLATI ÖRNEĞİ OLARAK<br />

“FEHMİ K.’NIN ACAYİP SERÜVENLERİ”NİN “KARI<br />

KOCA MASALI” İLE İLİŞKİSİ ÜZERİNE<br />

Doç. Dr. Fazıl GÖKÇEK ..................................266<br />

TANPINAR’IN“ABDULLAH EFENDİ’NİN RÜYALARI”<br />

ADLI HİKÂYESİNE GETİRİLEN FARKLI BAKIŞ<br />

AÇILARI<br />

Yard. Doç. Dr. Mehmet ÖNAL........................274<br />

VI.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH ...........................290<br />

FATMA K. BARBAROSOĞLU’NUN HİKÂYELERİNDE<br />

YABANCILAŞMA VE YALNIZLIK<br />

Yard. Doç. Dr. Ali Şükrü ÇORUK ....................291<br />

AYFER TUNÇ’UN HİKÂYE KURGUSUNDA<br />

KULLANDIĞI TEKNİKLER<br />

Yard. Doç. Dr. Sabahattin ÇAĞIN ..................298<br />

HÜSEYİN SU VE AYFER TUNÇ’UN İNSANLARI<br />

Yard. Doç. Dr. Zeki TAŞTAN ...........................303<br />

SEVİNÇ ÇOKUM’UN MAĞRİP HİKÂYELERİ<br />

Öğr. Gör. İsa KOCAKAPLAN ...........................324<br />

KURMACANIN ÜSTKURMACAYA<br />

DÖNÜŞTÜRÜLMESİNDE MURAT GÜLSOY<br />

HİKÂYELERİ<br />

Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK ................... 338<br />

<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> HİKÂYESİNDE ÜSTKURMACA:<br />

ALİM KAHRAMAN’IN KAYIP HİKÂYECİ ÖRNEĞİ<br />

Arş. Gör. Çilem TERCÜMAN ..........................357<br />

Değerlendirme Oturumu ve Kapanış<br />

KAPANIŞ KONUŞMALARI<br />

Ertuğrul GÜNAY<br />

Kültür ve Turizm Bakanı ........................................367<br />

Hasan CAN<br />

Ümraniye Belediye Başkanı .................................370<br />

DÜZENLEME KURULU ADINA<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN ................................... 372


SUNUŞ<br />

Kültürel ve sanatsal faaliyetlerin, yerel yönetimlerin<br />

görev ve hizmet alanları içerisinde önemli<br />

bir yer tutması gerektiği bilinciyle çalışmalarını<br />

sürdüren belediyemiz, bu doğrultuda, bugüne kadar<br />

açtığı kültür merkezleri, gerçekleştirdiği yazılı<br />

ve görsel yayımlar ve düzenlediği resim, şiir ve<br />

hikâye yarışmaları ile çok olumlu tepkiler almış,<br />

bu etkinlikler büyük ilgi ve rağbete mazhar olmuştur.<br />

Bu etkinlikler arasında bu yıl üçüncüsünü düzenlemiş<br />

olduğumuz “Ümraniye Belediyesi Hikâye<br />

Yarışması”nın özel bir yeri ve önemi vardır. Bu<br />

ödüllü yarışma, kısa sürede büyük bir ilgiyi üzerinde<br />

toplamış ve yıldan yıla artan katılımcı sayısıyla<br />

Türkiye’nin edebiyat dalında önemli yarışmalarından<br />

birisi haline gelmiştir.<br />

Bu ilgi ve kabule istinaden belediyemiz, hikâye<br />

sanatının günümüzdeki durumunu, oluşturduğu<br />

edebî zenginliği, varsa sorunlarını ve açılımlarını<br />

ortaya koyacak, bu konularda değerli bilim adamlarımızın<br />

ve edebiyatçılarımızın düşüncelerini ve<br />

çalışmalarını paylaşacakları bir sempozyum dü-<br />

11<br />

Hasan CAN<br />

Ümraniye Belediye Başkanı<br />

zenlemeyi kararlaştırdı ve <strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07 tarihlerinde<br />

Ümraniye Belediyesi Kültür Merkezinde<br />

Hikâyenin Bugünü-Bugünün Hikâyesi/<strong>80</strong> Sonrası<br />

Türk Hikâyesi Sempozyumu’nu gerçekleştirdi. Bu<br />

sempozyum, ülkemizin 13 vilâyetinden 18 üniversitesinden<br />

gelen otuzu aşkın bilim adamı ve<br />

günümüz Türk hikâyesinde büyük etki ve katkıları<br />

bulunan edebiyatçıların katılımı ile gerçekleşti ve<br />

alâka ile izlendi, basın ve yayın organlarında büyük<br />

ilgi gördü.<br />

Biz bu ilginin ve katkının kalıcı olmasını düşünerek,<br />

bu sempozyumda sunulan bilimsel bildirileri,<br />

yapılan sohbet ve konuşmaları Türkiye’nin bilim,<br />

kültür ve sanat çevrelerine elinizdeki kitapla sunuyoruz.<br />

Bu vesile ile emeği geçen herkese teşekkürlerimi<br />

sunuyor, Ümraniye Belediyesi’nin gerçekleştirmeye<br />

devam edeceği bu tür sempozyumlarda<br />

tekrar buluşmayı diliyorum.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


Ümraniye Belediye Başkanı<br />

Sayın Hasan CAN’ın<br />

Açılış Konuşması<br />

Değerli Dinleyiciler, Kıymetli Misafirler,<br />

Bugün bir güzelliği burada birlikte yaşayacağız.<br />

Bizim kültürümüzde gayret bizden, tevfik Cenab-ı<br />

Hak’tan diye bir düsturumuz vardır. Allah’a şükürler<br />

olsun üç buçuk sene gibi bir zamanda verdiğimiz<br />

birçok sözün Hakk’ın da yardımıyla kat be kat<br />

fazlasını gerçekleştirmiş olmanın hazzını, mutluluğunu<br />

yaşıyoruz.<br />

Yine çok şükür ki hangi konuya el attıysak Cenab-ı<br />

Hak başarı, muvaffakiyet verdi. Ama bilmek<br />

lâzım ki işin temeli, işin özü yaklaşım, mantık ve<br />

hangi hedefe koşmak istediğinizdir. Çünkü biz belediyeciliği<br />

içinde yaşadığı kentin her noktasında<br />

ve her konusunda ve her yaş kesitinde insanının<br />

ihtiyaçlarını giderme olarak anladık ve bu anlamda<br />

sadece fizikî şehircilik, fizik olarak belediyecilik<br />

değil, hemen onun yanı başında ruhtan ve<br />

bedenden oluşan insanoğlunun ruh dünyasını da<br />

zenginleştirme, aklını da doyurma ve bunun için<br />

de çalışma olarak anladık. Ama sadece ruh dünyasını<br />

zenginleştirmenin de yetmeyeceğini, fizikî<br />

mekânların da düzeltilmesinin, maddî imkânların<br />

da düzenlenmesinin gerekli olduğunu düşündük.<br />

13<br />

Başkan<br />

Bunun için de insanoğlunun temel ihtiyaçları olan<br />

barınma, yeme içme ve giyinme gibi ihtiyaçlarını<br />

karşılamaktan aciz olan insanları bir baba şefkatiyle,<br />

bir ağabey şefkatiyle, bir kardeş şefkatiyle,<br />

merhametiyle ve sevgisiyle karşılamanın da belediyeciliğin<br />

temel görevlerinden olduğunu var saydık.<br />

Ve bütün bunları da yaparken ileriye dönük,<br />

geleceğe dönük adımlar atmayı, sadece bugünün<br />

ihtiyaçlarını gidermek değil yarına yönelik kurumsal<br />

adımlar atmak ve attığımız her adımı kurum<br />

haline getirmek için uğraştık, uğraşmaktayız.<br />

Kültür dünyamızda da bunu yapmaya çalıştık.<br />

Bir milyona yaklaşan nüfusuyla Ümraniyemizi İstanbul<br />

gibi gerçekten dünyanın en büyük şehirlerinden,<br />

en güzel şehirlerinden birisi olan bir şehre<br />

yakışır hale getirmeye çalıştık. İstanbul <strong>20</strong>10<br />

yılında Avrupa’nın kültür başkenti olacak. Böyle<br />

bir İstanbul’da, onun bir ilçesi olan Ümraniye kültürden,<br />

sanattan, edebiyattan yoksun ve bigâne<br />

kalamazdı.<br />

Ümraniye’yi, Ümraniye insanını, kentimizin insanını,<br />

kültür, sanat ve edebiyatla ve sosyal aktivitelerle<br />

tanıştırmak, onlarla iç içe yaşar hale<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

getirmek, ama aynı zamanda bu kültürel aktivitelerin<br />

cereyan edeceği mekânları da hazırlamak<br />

ve yarınlara uzanacak olan fidanlarımız olan evlâtlarımızı<br />

daha iyi şartlarda, imkânlarda yetiştirmek<br />

için kültür mekânları, bilgi evleri, kültür<br />

merkezleri açtık. Hamdolsun dün bir tane kültür<br />

merkezi olmayan Ümraniye’de bugün tam on<br />

tane kültür merkezi mevcuttur. Dün bir tane bilgi<br />

evi olmayan Ümraniye’de bugün on dört, on beş<br />

tane bilgi evi vardır. Dün sanatı, bilgiyi, kültürel<br />

aktiviteleri özleyenlerin ilgili mekânlara ulaşamadığı<br />

Ümraniye’nin bugün muhtelif merkezlerinde,<br />

noktalarında ayda150- <strong>20</strong>0 civarında kültürel ve<br />

sanatsal faaliyet cereyan etmektedir.<br />

Öte taraftan, işte az önce Sayın Prof. Dr. Fatih<br />

Andı Bey’in de ifade ettiği gibi, sadece bununla da<br />

iktifa etmeyip geleceğe dair notlar düşmek istedik.<br />

Ve geleceğe uzanan yol üzerinde koşarken<br />

etrafa ışık parıltıları saçan, ama elinden tutulmadığı<br />

için sönüp gidecek olan genç fidanları yarına<br />

hazırlamak adına ve parlayan ışıkları daha parlak<br />

ışık verir hale getirmek adına bir şeyler yapmamızın<br />

vatan borcu olduğunu düşündük ve kendimize<br />

dal olarak hikâyeyi seçtik, şiiri seçtik, resmi seçtik.<br />

Ve bu üç dalda üç senede gerçekten ciddî, güzel<br />

eserler kazandırdık Türk edebiyatına ve sanatına,<br />

iltifat göremediği için bir türlü marifetini ortaya<br />

koyamayacak, ya da koyamamış genç yeteneklerin<br />

inanıyorum ki su yüzüne çıkmasına ve görünür<br />

hale gelmesine sebep olduk. Bundan dolayı<br />

da fevkalade bahtiyar olduğumuzu ifade etmek<br />

isterim.<br />

Üç senedir hem hikâyede, hem şiir ve resim<br />

dallarında yarışmalar tertipledik. Fatih Andı hocamızın<br />

da ifade ettiği gibi hem hikâye yarışmamız<br />

hem şiir yarışmamız hem de yağlı boya resim yarışmamız<br />

Türkiye çapında dallarında en iddialı yarışmalar<br />

haline geldi. Ve bunu geleneksel olarak<br />

devam ettirmek istiyoruz ömrümüz, görevimiz<br />

elverdiği sürece. Dilerim ki bizden sonra görevi<br />

devralacaklar da bu güzellikleri devam ettirmeyi<br />

kendilerine görev bilirler.<br />

Birçok dalda yine yarışma açmamız konusunda<br />

bize teklifler geldi. Ama hani sürdürülebilir büyüme<br />

diyoruz ya, sürdürülebilir kalite diyoruz ya, her<br />

şeye el atmanın da bazen hiçbir şey yapmamak<br />

14<br />

anlamına geleceği düşüncesinden hareketle dedim<br />

ki hikâyeyi ben tuttum bir ucundan, romanı da<br />

başkası tutsun. Neden? Çünkü her şeyi yapacağız<br />

dersek bir zaman sonra hiçbir şey yapamaz hale<br />

geliriz. Ama attığımız adımda, hikâyede, hikâye<br />

yarışmalarında gerçekten marka haline geldiğimizi<br />

görmek en başta söylediğim “Gayret bizden,<br />

tevfik Cenab-ı Hak’tan.” duamızın kabul olduğunun<br />

işaretidir diye düşünüyorum. Ve her bir yarışmamız<br />

o yarışmada dereceye giren, mansiyon<br />

alan veya yayınlanabilir/sergilenebilir konumda<br />

olan eserlerin ilgilisi ile buluştuğu, yayınlandığı,<br />

esere dönüştüğü yarışmalar oldu. Hamdolsun üç<br />

senede on hikâye kitabımız, üç şiir kitabımız yayımlandı.<br />

Bunların her biri özgün eserlerdir ve<br />

yazarlarının ve şairlerinin neredeyse tamamına<br />

yakını da adeta kır çiçekleri gibi yeni neşv ü nema<br />

bulan gençlerimizdir. Ve ileride bunlar bizi inşallah<br />

“Ümraniye Belediyesi bir yarışma açmıştı, ben<br />

gireyim dedim, ondan sonra devam etti gitti.” diye<br />

anacaklar, anlatacaklardır. Böylesi genç sanatçıları<br />

ve edebiyatçıları gün yüzüne çıkarmış olmak,<br />

çıkarabilmek bizi fevkalade bahtiyar ediyor.<br />

Yağlıboya resim yarışmamız da öyledir. O yarışmadaki<br />

jüri üyesi arkadaşlarım da yine Güzel Sanatlar<br />

fakültelerimizin hocalarından oluşan, öğretim<br />

üyelerinden oluşan, ressamlardan oluşan jüri<br />

heyetleridir. Onlar da Ümraniye Belediyesinin bu<br />

yarışması Türkiye’de kendi dalında en köklü yarışmalardan<br />

ve katılımı en fazla olan yarışmalardan<br />

birisidir diye ifade ediyorlar.<br />

Şimdi geleceğe bir not düşmenin gayretiyle, üç<br />

yıldan beri yaptığımız ve yapmaya devam edeceğimiz<br />

hikâye yarışmalarımızın yanısıra, bu sanat<br />

dalını bilimsel yönleriyle de tartışacağımız, ilim<br />

dünyasına katkılar sağlayacak başka çalışmalarla<br />

da destekleyelim istedik ve sempozyum hazırlığına<br />

başladık. Aşağı yukarı altı yedi ay gibi bir zaman<br />

önce hocalarımıza Türkiye’nin on üç vilayetinden,<br />

on sekiz üniversitesinden yanlış hatırlamıyorsam,<br />

birçok hocamıza, üniversite hocamıza, edebiyatçımıza,<br />

yazarımıza, hikâyecimize bu konuda çağrıda<br />

bulunduk ve Prof. Dr. Fatih Andı Hocamızın<br />

da ifade ettiği gibi <strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesini müzakere<br />

edecek bir ortamın oluşmasını, bilimsel<br />

bir ortamın oluşmasını sağladık. Sağ olsunlar bizi<br />

kırmadılar, hazırlandılar, geldiler. İnşallah iki gün


oyunca burada altı oturum halinde bu hazırlıkları,<br />

dört beş aydan bu yana yapılan bu bilimsel<br />

hazırlığın meyvalarını hem dinleyeceğiz hem müzakerelerini<br />

takip edeceğiz, hem filme alacağız ve<br />

inşallah bütün yarışmalarımızda nasıl sonuçta bir<br />

eser ortaya çıkıyorsa bu sempozyumun bildirileri<br />

de inşallah bir kitap halinde yayımlanacaktır.<br />

Sevgili dostlar, ben başta çok değerli mesai arkadaşlarıma,<br />

(çünkü yalnız başınıza hiçbir şey yapamazsınız,<br />

siz iyi bir lokomotif olabilirsiniz ama<br />

şayet vagonlarınız ve yoksa sadece kendinizi taşırsınız.)<br />

önce başkan yardımcısı Mahmut Eminmollaoğlu<br />

arkadaşım olmak üzere, Kültür Müdürlüğümüzü<br />

daha önce yapan, şimdi de Basın-Yayın<br />

ve Halkla İlişkiler’den sorumlu müdürümüz Faysal<br />

Şansi kardeşimize, Kültür Müdürlüğümüzün diğer<br />

çalışanlarına çok teşekkür ediyorum. Çünkü aşkla<br />

ve şevkle bütün bu çalışmaları yaptılar. Yine gerek<br />

hikâye yarışmalarımızda, gerek şiir yarışmalarımızda,<br />

gerekse yağlıboya resim yarışmalarımızda<br />

jüri üyesi olarak bize yardım eden, bu noktada<br />

gayret gösteren bütün hocalarıma çok teşekkür<br />

ediyorum. Ümraniye Belediyesi’nin bu aşkını fark<br />

edip bu kervana yarışmalara katılmak suretiyle<br />

destek olan sanatçı arkadaşlarıma, yazar arkadaşlarıma,<br />

şair arkadaşlarıma ve ressam arkadaşlarıma<br />

çok teşekkür ediyorum. Ve bugün bu<br />

sempozyumu hazırlama noktasında gayret gösteren<br />

başta Prof. Dr. Fatih Andı hocam olmak üzere<br />

bilim heyetine, yazar arkadaşlarıma, ağabeylerime<br />

ve bütün üniversite camiasından gelen akademisyen<br />

arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum.<br />

Bu bir sempozyumdur, bilimsel bir toplantıdır.<br />

Belki ünlü bir şarkıcı kadar kalabalıkları toplayamazsınız,<br />

medyatik ortamlarda konuşulmazsınız.<br />

Ama bunun sesi on sene sonra, yirmi sene sonra,<br />

elli sene sonra çıkar, hem de ne ses çıkar. Biz geleceğe<br />

not düşüyoruz. Zaman zaman arkadaşlarımızla<br />

bu sempozyumu başka bir mekânda mı yapalım<br />

diye de düşündük. Bir beş yıldızlı otelde mi<br />

yapalım şeklinde... Ama dedik ki ne mekân ne de<br />

başka bir unsur konunun ve işin öneminin önüne<br />

geçmesin. O sebeple burada, bu mekânda, bu atmosferde<br />

yapmayı yeğledik. Ben katılımlarından<br />

dolayı bütün hocalarıma çok teşekkür ediyorum.<br />

Katkılarından ve yapacakları konuşmalardan ve<br />

15<br />

çalışmaları sunacaklarından dolayı çok teşekkür<br />

ediyorum her birine. Dinleyenlerin de can kulağıyla<br />

dinlemesini arzu ediyorum, çünkü gerçekten<br />

iyi bir fırsattır. Sanıyorum ki ortaya çok güzel bir<br />

ürün çıkacak, eser çıkacak. Bu sempozyum yarın<br />

akşama kadar devam edecek. Sayın Kültür Bakanımız<br />

Ertuğrul Günay Bey de kısmet olursa, olağanüstü<br />

bir durum olmazsa, yarın akşam inşallah<br />

kapanış programına katılacaklarını ifade ettiler.<br />

Herkesi sevgiyle selâmlıyorum, saygıyla selâmlıyorum.<br />

Emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum.<br />

İyi ki bu güzelliklere adım attık, iyi ki bu<br />

güzel insanlarla beraber yürüyoruz, iyi ki bu milletin<br />

bir ferdi olarak geleceğe sevinçle koşuyoruz.<br />

Hepinizi saygıyla selâmlıyorum, hoş geldiniz!<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


Düzenleme Kurulu Adına<br />

Sayın Prof. Dr. M. Fatih ANDI’nın<br />

Açılış Konuşması<br />

Çok Değerli Misafirler,<br />

Bugünün Hikâyesi-Hikâyenin Bugünü- <strong>80</strong> Sonrası<br />

Türk Hikâyesi Sempozyumu’na hoş geldiniz<br />

diyerek sözlerime başlıyorum.<br />

Türk Edebiyatı çok eskilere dayanan bir geçmişe,<br />

bir zenginliğe, bir birikime sahip... Bunu biliyoruz.<br />

Bu birikim içerisinde hikâyenin önemli bir<br />

yer tuttuğunu da biliyoruz. Gerek klasik edebiyat<br />

döneminde, gerekse <strong>19</strong>. yüzyıldan bugüne gelen<br />

süreçte hikâye, edebiyatımızın sevilen, çokça eser<br />

verilen bir türü olagelmiş. Sevindiricidir ki bu tür,<br />

<strong>80</strong> sonrasında gerek eser, gerek yazar sayısı bakımından<br />

ivme kazanarak bugün de artan bir kalite<br />

ve ilgi ile varlığını sürdürmektedir.<br />

Bu olguyu çok yerinde bir dikkatle tespit eden<br />

Ümraniye Belediyesi, üç yıldır bir hikâye yarışması<br />

düzenlemektedir. Türk edebiyatı adına sevindirici<br />

bir tespit olarak söylemek gerekir ki bu yarışma<br />

daha üçüncü yılında bine yaklaşan katılımcı sayısıyla<br />

Türkiye’de hikâye dalında yapılan yarışmaların<br />

katılımcı sayısı itibarıyla da, uyandırdığı yankı<br />

ve etkiler açısından da, katılan hikâyelerin hemen<br />

17<br />

Açılış Konuşması<br />

kitaplaştırılması, okura ulaştırılması açısından da<br />

birinci olmaya aday bir yarışmadır.<br />

Ümraniye Belediyesi yaptığı kültürel ve sanatsal<br />

etkinlik ve hizmetlerin arasında adeta bir ihtisas<br />

alanı olarak kendisine hikâyeyi seçti. Ve böylesi<br />

bir sempozyumla karşınıza çıktı. İnşaallah devamı<br />

gelir gelecek yıllarda. Sayın başkan, eminim ki bunun<br />

müjdesini burada verecektir.<br />

Ben bu vesile ile daha işin başında, hem Ümraniye<br />

Belediye Başkanı Sayın Hasan Can’a, hem de<br />

başta Başkan Yardımcısı Sayın Mahmut Eminmollaoğlu<br />

olmak üzere bu sempozyumda emeği geçen<br />

belediye çalışanlarına, özellikle de ta başından itibaren<br />

bütün sıkıntıları birlikte aştığımız, şu anda<br />

Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünü üstlenen<br />

Sayın Faysal Şansi Bey’e ve elbette bu sempozyumu<br />

birlikte kotardığımız Düzenleme Kurulundaki<br />

değerli arkadaşlarım Sayın Doç. Dr. Ömür<br />

Ceylan, Öğretim Görevlisi İsa Kocakaplan, Araş.<br />

Gör. Çilem Tercüman, Araş. Gör. Bahtiyar Aslan,<br />

Araş. Gör. Mehmet Samsakçı ve Özge Yücesoy’a,<br />

çok uyumlu bir ekip olarak beraber çalıştığımız bu<br />

arkadaşlara çok çok teşekkür ediyorum.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Bu sempozyum bir ilk. Adı iddialı olabilir bazılarınız<br />

için. <strong>80</strong> sonrası... Yirmi küsur yıllık, otuz yıla<br />

yaklaşan bir süreci kapsıyor. Ama başta da dedik<br />

ki çok fazla eser, çok fazla yazar, sanatçı ve çok<br />

fazla konu ve sorun var. Bunların hepsini kuşatmak<br />

böylesi iki güne sıkıştırılmış, üstelik bayağı<br />

yoğun bir şekilde sıkıştırılmış bir sempozyum için<br />

elbette mümkün değil. Bunun için eğer eleştiri<br />

gelecekse, filân edebiyatçı niye burada söz konusu<br />

edilmedi, filân hikâyecinin adı niye anılmadı,<br />

falan konuya niye değinilmedi diyecekseniz,<br />

o zaman lütfen bize muhatap olan birikimin yoğunluğuna,<br />

çokluğuna verin. Ayrıca belirtmeliyim<br />

ki katılımcılar kendi hür tercihleriyle birer konu<br />

belirlediler. Onun için böyle bir bildiri yelpazesi ile<br />

çıktık karşınıza. Bu bir çağrılı sempozyumdu, ama<br />

Anadolu’nun dört bir yanından, Türkiye’nin üniversitelerinden<br />

gelen akademisyenler hangi konuda<br />

konuşacaklarına kendileri karar verdiler.<br />

Bir iki küçük hususu daha belirterek sözlerimi<br />

bitiriyorum.<br />

Sempozyumun adı “Hikâyenin Bugünü-Bugünün<br />

Hikâyesi, <strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi”. Bazılarınızın<br />

aklına hikâye mi, öykü mü tereddüdü gelebilir. Niçin<br />

öykü değil, sorusu gelebilir. Çünkü konuyla özel<br />

olarak ilgilenen arkadaşlar hatırlarlar ki, bileceklerdir<br />

ki, hikâye mi öykü mü, bu alanda önemli bir<br />

tartışmadır. Bir yaklaşım hikâyeyi, İngilizcesi ile<br />

söylersek “story” karşılığı, öyküyü de “short story”<br />

karşılığı kavramlaştırma çabası içinde. Veyahut<br />

da hikâyeyi anlatılan metnin olayı olarak gören,<br />

öyküyü de metnin bütünü, sanat eserinin tamamı<br />

olarak gören bir kavramlaştırma çalışması da var.<br />

Ama bunlar dediğim gibi bizce henüz oturmamış,<br />

edebiyat ortamında, edebiyat araştırmalarında<br />

ortak bir kanaat oluşturmamış adlandırmalardır.<br />

Dolayısıyla biz bunlar içerisinden hikâyeyi tercih<br />

ettik. Rahatlıkla bir başkası öyküyü de tercih edebilir.<br />

Her ikisi de bugün edebiyat ortamında eşit<br />

yoğunlukta kullanılmaktadır. Bundan sonra gelecek<br />

bir itirazı önlemek için bu açıklamayı da yapmak<br />

lüzumunu hissettim.<br />

Ben tekrar emeği geçen bütün arkadaşlarıma<br />

ve Sayın Belediye Başkanımıza teşekkür ederek<br />

sözlerimi bitiriyorum. Sempozyumun Türk kültürü,<br />

edebiyatı, sanatı açısından faydalı ve bereketli<br />

geçmesini diliyorum.<br />

18


AÇILIŞ BİLDİRİSİ<br />

Prof. Dr. Kâzım YETİŞ<br />

<strong>19</strong><br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

<strong>TÜRK</strong> HİKÂYECİLİĞİ ve<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />

Özet: Hikâye türü edebî türler içinde en eski<br />

ve en yaygın olanıdır. Destanlardan mesnevîlere<br />

uzanan çizgi, mutasavvıfların öğretici metinleriyle<br />

gelişir. Esasen Kur’an’da da pek çok hikâye<br />

vardır. Ayrıca kahramanlık hikâyelerinin yanında<br />

aşk hikâyeleri insanımız tarafından okunmuştur.<br />

Bu hikâyelerde eğitim önemlidir. Yenileşme döneminde<br />

gelenek ile yeni batılı hikâye arasında kalan<br />

yazarlarımız bir süre geleneğin etkisi fazlaca<br />

gösterseler de zamanla yeni ağır basmıştır. Türk<br />

hikâyesinin ilk önemli örneklerini Samipaşazade<br />

Sezaî vermiştir. Daha sonra Halit Ziya ile gelişmiştir<br />

hikâye. Ama asıl gelişme Ömer Seyfettin’de<br />

görülür. Halide Edip, Yakup Kadri yaşananları<br />

hikâyeleştirmişlerdir. Memduh Şevket, Çehov tarzı<br />

denen yeni bir hikâye getirmiştir. Hikâyede olay<br />

yerine durum anlatılmaktadır. Hikâye alanında en<br />

güzel eserleri Sait Faik kazandırmıştır. Cumhuriyet<br />

döneminde hikâyeciliğimiz yapı ve konular<br />

bakımından gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Dil de daha<br />

mükemmel olmuştur. <strong>19</strong>60’lı yıllardan sonra çeşitlenme<br />

daha da artar, <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra postmodern<br />

hikâyelerle karşılaşırız.<br />

Anahtar kelimeler: Hikâye, eğitim, gelenek,<br />

olay, durum.<br />

<strong>20</strong><br />

Prof. Dr. Kâzım YETİŞ<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

Abstract: Narration is a genre that is the oldest<br />

and the most common in literary genres.<br />

Line spreads epics through mesnevis advances<br />

with sufi’s didactic texts. Actually, there are<br />

many stories in Kuran. Turkish people read love<br />

stories besides heroic ones. Education is important<br />

in these stories. In modern period of Turkish<br />

literature,narrators hesitate between tradition<br />

and new western stories. Even they have reflect<br />

the old for a while, modern styles has in centered<br />

by the passage of time. Samipaşazade Sezâi<br />

was the author of the early Turkish story samples.<br />

Then it has devoloped by the time of Halit Ziya,<br />

but the exact devolopment is Ömer Seyfettin. Halide<br />

Edip and Yakup Kadri narrated the real life.<br />

Memduh Şevket used a new style like Chekhov. In<br />

narration, instead of evident situation is discussed.<br />

The best story works belongs to Sait Faik. In<br />

the period of republic, narration has devoloped<br />

and varied by the aspect of subject and structure,<br />

and language has reached perfection. After the<br />

<strong>19</strong>60’s these variations rised to a level more than<br />

before. After <strong>19</strong><strong>80</strong>’s we faced with post-modern<br />

narrators.<br />

Key Words: Narration, education, tradition,<br />

evident, situation.


Edebî türler içerisinde en köklü geleneğe sahip<br />

olanı muhakkak ki hikâyedir. Bunu söylerken şiirin<br />

en eski hatta ilk tür olduğunu unutmuş değilim.<br />

Fakat ister destanları düşünelim ve böylece İslâm<br />

öncesi edebiyatımızı göz önünde bulunduralım,<br />

ister Kur’ân-ı Kerim’deki kıssa veya hikâyeleri<br />

hatırlayarak İslâmî dönem edebiyatımızı nazarıdikkate<br />

alalım bu böyledir. Yani hikâye veya hikâye<br />

anlatma, kıssa söyleme bizim kültürümüzün<br />

bir parçasıdır. Bunun yani hikâyenin şekli, yapısı,<br />

maksadı elbette devirlere göre değişecektir.<br />

Destanlar, bir toplumun yaşadığı sarsıcı olayları<br />

tarihe ve gelecek nesillere emanet etmek isterler.<br />

Ta ki toplum aynı sıkıntıyı tekrar yaşamasın.<br />

Ama tarih bütün bu destanlara yani anlatılan<br />

hikâyelere rağmen tekerrürden kurtarılamamıştır.<br />

Halbuki maksat tarihi tekerrürden kurtarmak<br />

değil midir? Kur’ân’daki bunca kıssa inananlara<br />

ne kadar etki etmiştir? Üç kitâbî dinden tek ve fakat<br />

çarpıcı/sarsıcı bir örnek verelim. Tur Dağı’nda<br />

Musa Allah ile görüşmeye gider. Umulur ki İsrail<br />

oğulları, kavmini Firavun’un zulmünden kurtaran<br />

Musa’nın Allah’tan ne gibi güzellikler getireceğini<br />

heyecan ve merakla beklesinler. Ama hiç de öyle<br />

olmaz. Musa kavmini, Harun’a rağmen, yaptıkları<br />

buzağıya tapar bulur. İsa’ya kavmi, yakınları/havarileri<br />

ihanet eder ve onu çarmıha gererler. Yahudilerin<br />

hikâyesinden İsevîler ders almazlar. Muhammedîler<br />

canlarından çok sevmeleri gereken,<br />

hatta o iddiada bulundukları peygamberlerinin<br />

sevip okşadığı bir varlığa hiçbir insana görülemeyecek<br />

zulmü reva görürler. Hz. Hüseyin’ı hunharca<br />

şehit ederler. Onlar da İsevîlerin hikâyesinden<br />

ders almamışlardır. Bununla beraber Kur’ân’ın<br />

metodu yüzyıllarca Müslümanlar ve Müslüman<br />

Türkler tarafından kullanılır. Hz. Mevlânâ’nın özellikle<br />

Mesnevî’si âdeta bir marifet mektebidir. Bu<br />

mektebin son büyük öğrencisi Şeyh Galip’tir. En<br />

küçüğünden en büyüğüne bütün bu hikâyelerin<br />

ortak özelliği, insanı maddî benliğinin cenderesinden<br />

kurtarıp vahdete erdirmek, Tanrı ile buluşturmaktır.<br />

Ve bu hikâyeler sanılanın aksine tıpkı<br />

Kur’ân’daki Yusuf ile Zeliha hikâyesinde olduğu<br />

gibi yer yer erotizme de bulanmıştır. Tabiatıyla<br />

bu hikâyelerdeki insan her zaman ya eğitilir ya<br />

da eğitir. Eğitimin ana merkezindeki kendini değil<br />

bütün varlığı düşünen, sırf kendisi için değil,<br />

21<br />

herkes için çalışan, faydalı olmak için yaratılmış<br />

bir insandır. Bunun dışındakiler şu veya bu şekilde<br />

cezalandırılırlar. Varlıklar ve o varlıkların yaşadığı<br />

dünya âdeta insanın güçsüzlünü veya acizliğini<br />

anlatmak için vardır. Tabiat da, olaylar da tabiî olmak<br />

zorunda değildir, öyle bir endişe de yoktur.<br />

Bu tür hikâyelerin elbette kendi içinde bir tutarlılığı,<br />

insicamı, plânı, akışı vardır. Ama bunları söylediğim<br />

gibi biraz sonra söz konusu edeceğimiz<br />

modern hikâyelerdeki gibi düşünmemek lâzımdır.<br />

Elbette mutasavvıfların kısa hikâyeleri ile mesnevîleri<br />

aynı kategoride düşünemeyiz. Hele Acem<br />

edebiyatı menşeli mesnevîler ile Arap edebiyatı<br />

menşeli Leyla ile Mecnun ve Kur’ân menşeli Yusuf<br />

ile Zeliha hikâyeleri de aynı şekilde biri diğerinin<br />

aynı değildir. Bu da hikâyenin çeşitliliği bakımından<br />

önemlidir. Ayrıca dinî kahramanlık hikâyelerinin<br />

yüzyıllar içinde insanımızı nasıl eğittiğini ve bu<br />

tür hikâyelerin kültür ve medeniyetimizin prototiplerini<br />

yarattığını hatırlatalım. Yine hatırlatalım<br />

ki bu tür hikâyelerde din ile millî ve maddî kültür<br />

yirminci yüzyıl insanının başaramadığı hatta daha<br />

ileri gidelim anlayamadığı bir terkibin dönemleri<br />

için şaheser örnekleridir. Kan Kalesi hikâyeleri,<br />

Battal Gazi’nin maceraları, Saltukname bu son<br />

söylediğimiz hikâyelerin müstesna örnekleridir.<br />

Burada birkaç cümle de halk hikâyeleri için söyleyelim<br />

ve daha yakın bir döneme geçelim. Yalnız<br />

biraz evvel sıraladığım hikâye türleri elbette pek<br />

çok değişikler geçirerek çok daha yakın zamanlara<br />

kadar devam etmiştir. Kerem ile Aslı, Arzu ile<br />

Kamber türünden hikâyeler ile çeşitli Türk bölgelerinde<br />

manzum veya mensur olarak ortaya çıkan<br />

hikâyeler, meddah hikâyeleri, Köroğlu gibi kahramanlık<br />

ile eşkiyalığın iç içe verildiği hikâyeler hep<br />

birkaç yapı gösterir ve birkaç maksada matuftur.<br />

Bunların içinde millî hayatın tezahürü olanları bulunduğu<br />

gibi hemen büyük ölçüde mahallî hayatı<br />

aksettirenler de vardır. Bu tür hikâyelerin esas<br />

merkezini insan, tabiat ve toplum oluşturur. İnsanlar<br />

toplu hâlde yaşarlar ve şu veya bu şekilde<br />

o toplumdan, toplumda yaşayan insanlardan etkilenirler.<br />

Bunun için de eğitim toplum içinde olur.<br />

İnsan toplum içinde eğitilir. Bu tür hikâyelerde de<br />

insan ve tabiat, olayın kurgusu ve gelişmesi çok<br />

boyutludur. Ama illâ hikmet veya netice çıkarmak<br />

endişesi baskın değildir. Bu şartlarda XVIII. yüzyıla<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

hatta bu yüzyılın sonuna kadar geliriz.<br />

Bilindiği gibi kendi kendine yeten ve değişme<br />

mekanizmasının başlamadığı toplumlarda olanın<br />

ve geçmişin tekrarlanmasından bıkılmaz. Bu yüzden<br />

de bu hikâye anlayışı Osmanlı Devleti’ndeki<br />

değişme rüzgârlarının başlamasına kadar devam<br />

eder. Maalesef bu değişmelerin itici gücü cephedeki<br />

mağlûbiyetler olmuştur. Bunu söylerken<br />

daha 1683 ve 1699’dan itibaren hikâyede değişme<br />

başlamıştır demek istemiyorum. Fakat Binbir<br />

Gece Hikâyeleri’nin yerli ve mahallî şekilleri, Muhayyelât-ı<br />

Aziz Efendi, Hançerli Hanım hikâyesi türünden<br />

hikâyeleri burada hatırlamamak mümkün<br />

değildir. Sahte sofu, hilekâr insan, saf delikanlı,<br />

kadın erkek meseleleri vb. konuları işleyen bu tür<br />

hikâyeler aşağı yukarı Avrupa’nın hikâyeden romana<br />

geçtiği döneme rastlar. Bir bakıma bu hikâyeler<br />

eğer yaratıcısını bulabilseydi bizde de bir<br />

roman başlamış olabilirdi. Fakat yine aşağı yukarı<br />

aynı yıllarda batılı örneklerin hayatımıza girmesi<br />

Türk yazarlarını ikileme itmiş ve belki de taklide<br />

zorlamıştır. Bir tarafta gelenekten gelen hikâye,<br />

diğer tarafta batılı hikâye vardır. Nitekim uzun<br />

yıllar bu iki kanal açık kalmış, çok sonra gelenek<br />

tamamen terkedilmiştir. Çift örnek daima insanı<br />

ikircikli bırakır.<br />

Bu tespiti yaptıktan sonra yenileşme dönemine<br />

gelebiliriz. Bu konuda Ahmet Mithat, Recâîzâde<br />

Mahmut Ekrem ve Samipaşazade Sezaî ilk akla<br />

gelen isimler. Bunlardan Ahmet Mithat daha çok<br />

geleneğin adamıdır. Hatta meddahlık onda devam<br />

eder. Nitekim eser adları bile onun durumunu belirtir.<br />

Kıssadan Hisse, Letâif-i Rivâyât. Ekrem Bey’in<br />

daha batılı olacağını sanırım söylemeye gerek<br />

yok. Ahmet Mithat’ın eserlerinde roman ile hikâye<br />

arasında gidip geldiğimizi ayrıca belirtelim ve<br />

asıl hikâyenin Sezaî ile başladığını ekleyelim. Tabiî<br />

bu başlangıç Ara Nesil’de ve Servet-i Fünun’da<br />

gelişecek batılı hikâye edebiyat hayatımıza girmiş<br />

olacaktır. Artık yazarlarımız olağanüstü olayların,<br />

büyük tesadüflerin peşinde gitmez. Bir vak’a ve bu<br />

olayı yaşayan kahramanlar vardır. Bu kahramanlar<br />

bu dünyada yaşarlar. Severler, sevilirler, sevgileri<br />

için ıstırap çekerler, yasak aşk yaşarlar, kadın<br />

tuzağına düşerler. Bu kahramanlar örnek olmak<br />

iddiasında değillerdir ama örnek alınırlar. Batılı ve<br />

yeni bir hayatı temsil ederler. Dinî hayatları ya hiç<br />

22<br />

yoktur, ya da son derece zayıftır. Toplum ile uyum<br />

içinde değildirler. Hatta toplumdan farklı düşünürler.<br />

Bunun için de toplum onları kabullenmez.<br />

Bununla beraber yazarına göre gerçekçi veya romantik<br />

olan bu kahramanlar yavaş yavaş yaşanan<br />

ıstırapların etkisinde kalırlar. Meselâ uzun ömürlü<br />

olan Halit Ziya’nın son hikâyelerindeki kahramanları<br />

toplumun yaşadığı acıları hem duyar hem<br />

temsil ederler. Bu kahramanların bir psikolojileri<br />

vardır. Her şeyden önce insandırlar. Ama bu psikoloji<br />

sanki döneminin şaşkınlığını ve tutarsızlığını<br />

temsil etmek için vardır. Evet, elbette her yerde<br />

insan insandır. Ama Yahudi bir insanın psikolojisi<br />

ile Hıristiyan bir insanın veya bir Müslümanın;<br />

bir İngilizin, Fransızın psikolojisi aynı değildir. Bununla<br />

ne demek istiyorum? Yanlış anlaşılmamak<br />

için daha açık söylemeliyim. Bu hikâyelerin kahramanlarından<br />

hareket ederek XIX. yüzyılı sonunda<br />

insanımız şu yapıda ve psikolojide imiş diyecek<br />

durumda değiliz. Belki doğru olan da budur. Pekiyi<br />

ben bunu niye söyledim. Bugün pek çok değerlendirmeci,<br />

araştırmacı ve yazar bu hikâyeleri<br />

yerli hayatı ve bize ait olanı vermiyor diye tenkit<br />

etmiyor mu? İşte bunun için böyle bir sapma yaptım.<br />

Öte yandan kahramanların kendi kültürlerine<br />

yabancılaşmaları bir vakıa olarak karşımızdadır.<br />

Ayrıca belirtelim ki kahramanların milliyeti konusunda<br />

da bir çeşitlilik vardır. Yalnız bu hikâyeler<br />

ayağını yere basan hikâyelerdir. Yani bir mekâna<br />

sahiptirler. Bu mekân öncelikle İstanbul olsa daesasen<br />

hikâyelerdeki olay genellikle İstanbul’da<br />

geçer-vardır. Mekâna ait unsurlar şu veya bu şekilde<br />

hikâyelerimizde kendini gösterir. Bu hikâyelerin<br />

çok çarpıcı bir özelliği de içinde yaşadığı toplumun<br />

kültürüyle, alışkanlıklarıyla alay etmesidir.<br />

Bunda zamanın, sosyal zamanın önemli bir payı<br />

vardır. Çünkü dönem geleneğin, alışılmışın, yerli<br />

hayatın, halk kültürünün küçümsendiği bir dönemdir.<br />

Yeni ve modern bir hayat özlenmektedir.<br />

Hikâyeler bu özlemi gidermede önemli bir rol oynamış,<br />

yeni hayatın topluma benimsetilmesi için<br />

bunlardan faydalanılmıştır. Bir anlamda geçmişte<br />

gördüğümüz eğitim anlayışı bir başka şekilde devam<br />

etmiştir. Yani hikâye insanı ve toplumu eğiten<br />

bir araçtır. Sadece eğitim maksadı değişmiştir.<br />

Artık insanı kötülüklerden alıkoyan ve Allah’a<br />

ulaştıran bir eğitim değil, yeni ve farklı bir hayata,<br />

anlayışa hazırlayan bir eğitim söz konusudur. Artık


hikâyeler belki topluma, insana, içinde yaşanılan<br />

mekân ve zamana daha uygundur. Ama bu insan<br />

sun’îlikten kurtarılmış değildir. Âdeta süs bitkisi<br />

gibidir. Bununla beraber özellikle Samipaşazade<br />

Sezaî teknikte, insanı ve tabiatı algılayışta batıya<br />

yaklaşır, onun hikâyeleri romandan çok küçük<br />

hikâye uzunluğundadır. Hüseyin Rahmi yerli hayatı<br />

ve hatta mahallî kültürü komedileştirir. Onun<br />

hikâyeleri ile büyüyen nesiller kendi insanlarını,<br />

kendi kültürlerini küçük görme lüksünü yaşarlar.<br />

Biz asıl varlığı, eşyayı, insanı içten ve derinden tanıyan,<br />

yakalayan, hayatın çeşitli cephelerine inandırıcı,<br />

ikna edici, benimsetici, yaşatıcı hikâyeleri<br />

Halit Ziya’dan okuruz. Halit Ziya Uşaklıgil, yaşanan<br />

bütün olumsuz şartları, savaşları, Türk insanının<br />

mücadelesini görmüş ve hikâyelerinde bunlara<br />

ait levhaları ebedîleştirmiştir. Osmanlı Devleti’nin<br />

şartları gittikçe ağırlaşır, II. Meşrutiyet kurtuluşun<br />

değil çöküşün habercisi veya başlangıcı olur. Edebiyatımızda<br />

Millî Edebiyat diye adlandırılan bu devrede<br />

Türk hikâyeciliği büyük bir sıçrama yapar. Bu<br />

seviyenin en önemli göstergesi Türkçenin ulaştığı<br />

seviyedir. Tanpınar’ın klâsik dönemde nesir yoktur<br />

şeklinde özetlenebilecek görüşü bir tarafa geçmiş<br />

dönemlerde hem şiirimiz, hem nesrimiz hayatı<br />

birtakım metaforların, süslü/sanatlı söyleyişlerin<br />

penceresinden verir. Kalın ve koyu bir gözlüğün<br />

arkasından bakılan hayat ne kadar kavranabilirse<br />

o kadar anlatır kelimeler dünyamızı. Bu bakımdan<br />

sade ve basit hayatı anlatmada Türkçenin belki<br />

de yazarlarımızın yetersiz kaldığı vakıası ile karşı<br />

karşıyayız. Türkçeyi o kadar savunan ne Ahmet<br />

Mithat, ne Emin Nihat hayatı kucaklayan bir Türkçe<br />

ile konuşurlar. Samipaşazade Sezaî, eski üslûptan<br />

kurtulmak isterken sanat gösterisi yapacağım<br />

diye ifadeyi hantallaştırır. Hâkim olunması son derece<br />

güç olan bu üslûp, Halit Ziya’nın kudretli eliyle<br />

şirazesini bulur. Fakat unutmayalım ki Nabizade<br />

Nazım, Ahmet Mithat’ı biraz daha geliştirerek ayrı<br />

bir çizgide yola devam eder. İşte Ömer Seyfettin,<br />

her ne kadar kendisi farklı da düşünse, var olan<br />

süreci yok sayıp “yeni lisan” sloganına da sarılsa<br />

Türkçedeki gelişmeyi birden zirveye çıkarır. Hemen<br />

ifade edelim ki kendisine kadar gelen tecrübeler<br />

olmasa Ömer Seyfettin, öyle bir olgunlukla<br />

başlayamazdı. Bununla beraber şaheser şaheserdir,<br />

onu hazırlayan şartlar araştırıcıları ilgilendirir.<br />

Bir anlamda hem teknik, hem hayatı ifade, hem<br />

23<br />

muhteva bakımından Ömer Seyfettin’in hikâyeleri<br />

yeni bir dönemin başlangıcıdır. Gerçek anlamda<br />

Türk hikâyesi ancak bundan sonra var olacaktır.<br />

Halit Ziya bile bundan sonra farklı bir çizgiye girecektir.<br />

Ömer Seyfettin’in ülkenin şartlarının tabiî<br />

bir sonucu olduğunu anlamak istemeyen idraki<br />

kapalı kimseler ona saldırsa da güneşi balçıkla<br />

sıvamaya güçleri yetmeyecektir. Her zaman Türk<br />

hikâyeciliğinde bir Ömer Seyfettin vakıası var olacaktır.<br />

Yaşanan şartlar o kadar ağırdır ki bir hikâyecinin<br />

yaşananları görmemesi sanatkârın kör<br />

ve sağırlığına delâlet eder. O yoldan Halide Edip<br />

Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu da giderler.<br />

Hikâyelerini öyle olaylar üzerine kurarlar ki<br />

okuyucu kesinlikle fiktif değil gerçek bir hayatın<br />

içinde bulur kendini. Ama hiçbir gerçek veya hatıra<br />

bu kadar inandırıcı, sarıcı ve sarsıcı değildir. Sanat<br />

eserinden beklenen de bu değil midir? Bu durumda,<br />

yaşanan felâketlerin de büyük payı vardır.<br />

Tabiatıyla burada hikâyelerin dilindeki ve söyleyişteki,<br />

özelikle Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit<br />

Karay’da ulaştığı mükemmellik belki de Türkçenin<br />

tarih içerisinde ulaştığı en yüksek seviyedir. Hele<br />

memleket coğrafyası ve insanının bütün tabiîliği<br />

ve canlılığı ile ortaya çıkması hikâyemiz için ayrı<br />

bir özelliktir ve müsaadenizle söyleyeceğim bir<br />

güzelliktir.<br />

Cumhuriyet’e bu şartlarda geliriz. Cumhuriyet<br />

kurulmuş, bir sükûnet sağlanmıştır. Bir romantizm<br />

devri yaşanır. Türk Tarihi Tetkik ve Türk Dilini<br />

Tetkik cemiyetleri kurulur. Özellikle Tanzimat’tan<br />

bu yan aydınlarımızın büyük bir rüyası olan batılılaşmada<br />

ilim, fen, teknik ve çalışma metoduna<br />

kadar yayılmasa da büyük bir gelişme olur. Öte<br />

yandan halk ile aydın, edebiyatçı ile köylü birbirini<br />

tanıma gayreti içerisine girer. Esasen Millî Mücadele<br />

yılları bu tanışmayı çoktan ve büyük ölçüde<br />

sağlamıştır.<br />

Cumhuriyet döneminde klâsik anlayışın yanında<br />

yeni açılımlar da vardır. Burada özellikle Sait Faik<br />

ve Memduh Şevket Esendal’ı hatırlamak gerekir.<br />

Esasen Türk hikâyesi dendiği zaman mutlaka akla<br />

gelen isimler Ömer Seyfettin, Saik Faik ve Memduh<br />

Şevket Esendal olacaktır. Memduh Şevket,<br />

Türk hikâyeciliğinde başlı başına yeni bir açılımdır.<br />

Klâsik ölçüde hikâye giriş, gelişme, sonuçtan<br />

oluşur ve yazar bir olay anlatır; söylemek istedik-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

lerini hikâye yolu ile ifade ederdi. Bu bir anlamda<br />

hikâyenin akılda kalmasını sağlar, daha etkileyici<br />

olurdu. Eski hikâyeler de böyle idi. Hatta paradoks<br />

olarak almazsanız mücerret bir sanatın ve sanat<br />

anlayışının müşahhaslaşması idi bu. Belki anlatılan<br />

konu, meselâ Leylâ ile Mecnun mesnevîsindeki<br />

konu ilâhî aşktı ve mücerretti. Halbuki Leylâ ile<br />

Mecnun arasındaki olay fikrin müşahhaslaşması<br />

idi. Memduh Şevket Esendal, Çehov tarzı denilen<br />

durum hikâyesi yazıyor, bir olayı değil bir durumu<br />

anlatıyordu. Ne giriş, ne gelişme, ne de sonuç vardı.<br />

Yazar, hayattan yakalanmış herhangi bir anı bir<br />

şekilde alır ve herhangi bir sürprize bağlamadan<br />

hikâyesini bitiriverir. Ne bir iddia sahibidir ne de bir<br />

dava adamı. O, yakaladığı bir anı dilin imkânlarını<br />

güzel bir şekilde kullanarak verir. Bunu söylerken<br />

onun hiçbir fikri arka plâna sahip bulunmadığını<br />

söylemek istemiyorum. Elbette onun yakaladığı<br />

anlarda nice komik, beşerî durum veya zaaflar,<br />

insanlar arasındaki çeşitli ilişkiler vardır. Bu kısa<br />

hikâyelerde insanımızın iç dünyası, ilişkileri, kültürü,<br />

sevgisi, aileye bakışı sergilenir. Onun hikâyelerinde<br />

tasvir vardır, anlatma vardır, tahlil vardır.<br />

Memduh Şevket’in kahramanları toplum ile uyum<br />

içindedir. Sait Faik ise İstanbul merkezli hikâyelerinde<br />

İstanbul’un kültür-tarih-medeniyet-estetik<br />

taraflarını hemen hiç umursamaz. Belki de bu,<br />

İstanbul’a Cumhuriyet aydınının sanatla ilk, tek ve<br />

en önemli başkaldırısıdır. Ama unutmayalım ki İstanbul,<br />

üzerinde çeşitli türden insanların yaşadığı<br />

bir mekândır. Bu insanlar sade, basit, fabrika işçisi,<br />

balıkçı ve çeşitli meslekten insanlardır. Bunlar,<br />

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın birtakım peşin bakış<br />

açılarının kavruklaştırdığı, yozlaştırdığı insanlar<br />

olmadığı gibi, Osman Cemal Kaygılı’nın İstanbul<br />

mahallelerinde yaşayan yoksul ve renkli insanlar<br />

da değildir. Saik Faik, içimizde yaşayan, ama yer<br />

yer hayatımızı kolaylaştırmalarına rağmen belki<br />

yaşadığının bile farkına varamadığımız insanları,<br />

manzaraları hatta meslekleri kitap sayfalarına<br />

taşır. Onları anlatırken, romantik değildir, abartılı<br />

bir dil kullanmaz. Tıpkı o kahramanların, olayların<br />

ve durumun kendisi gibi sadelik içerisindedir.<br />

Bıktırıp usandırmaz, farkına vardırır, sevdirir. Her<br />

zaman bir olay peşinde koşmaz. Ders verme çabasında<br />

değildir, bir sonuç çıkarmak için gayret<br />

sarf etmez. Varlığı tanır, hissettirmeden tanıtır.<br />

Anlattıkları ile ifadesi tam bir uyum içerisindedir.<br />

24<br />

Bu iki yazara Sabahattin Ali’yi de eklersek Cumhuriyet<br />

dönemi hikâyeciliğimizin teknik, dil ve üslûp<br />

bakımından ulaştığı seviyeyi belirlemiş oluruz.<br />

Sabahattin Ali, bizde başlangıçtan, Kara Bibik’ten<br />

beri var olan realizmi/gerçekçiliği ideolojik plâna<br />

kaydırır ama bunu, kendinden önce ve hele sonrakilerden<br />

farklı olarak özenli bir kurgu ve anlatımla<br />

verir. Döneminin sosyal, siyasî, ekonomik<br />

olaylarının, sıkıntılarının insan üzerindeki etkilerini<br />

işler. O, hep muhalif bir aydındır. Muhaliflikte<br />

kendisinden önceki pek çok hikâyeci ile birleşir.<br />

Sabahattin Ali’yi onlardan ayıran olaylara ideolojik<br />

yaklaşması veya olumsuzlukların düzelmesini<br />

rejime bağlamasıdır. Bununla beraber onun kendisinden<br />

sonrakiler kadar katı olmadığını, hatta<br />

yer yer romantik olduğunu belirtelim. Marksist<br />

hikâye, işçi, köy, köylü hikâyesi bu devre hikâyemizin<br />

en belirgin özelliği olarak ortaya çıkar. Tabiatıyla<br />

biz, bu tür hikâyede ne teknik, ne dil, ne<br />

de insanımızı tanımak veya tanıtmak bakımından<br />

bir derinlik görürüz. Bunu söylerken hikâyemizdeki<br />

çeşitlenmeyi, bu anlamda büyük bir zenginleşmeyi<br />

göz ardı etmiyoruz. Gerçekten de Marksist<br />

hikâye ile konularda, mekânda, insan kadrosunda<br />

alabildiğine bir çeşitlenme ile karşı karşıya kalırız.<br />

Bu çeşitlenmeye rağmen özde büyük bir fakirlik<br />

veya yoksulluk vardır. Marksist hikâyedeki bu yoksulluğu,<br />

Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak<br />

Şinasi Hisar, Necip Fazıl Kısakürek, Sâmiha<br />

Ayverdi, Nurettin Topçu, Tarık Buğra gibi, konuları,<br />

insan kadrosu, insanı, tabiatı algılayışları, kültür<br />

varlığımızı değerlendirişleri itibariyle büyük<br />

bir derinlik sunan hikâyeciler dengeler.<br />

<strong>19</strong>50’li yıllardan sonra hikâyeciliğimizde bir<br />

çeşitlenme ve belki daha doğru bir ifade ile bir<br />

değişme süreci başlar. Bu değişmenin bir ucunda<br />

teknik/yapı diğer ucunda muhteva vardır. Tabiatıyla<br />

dünyayı algılama, hayata bakış, çevreyi<br />

ve olayları yorumlama, hepsinden önemlisi insan<br />

ve sanat anlayışı yavaş yavaş değişmeye başlar.<br />

Hemen ifade edelim ki her şey yani değişme ile<br />

gelenek yan yanadır. Yani bir taraftan alışılmış,<br />

gelenekleşmiş olan devam ederken öbür taraftan<br />

değişme veya değişiklikler kendini tabiî giderek<br />

artan bir dozda hissettirerek varlığını sürdürür.<br />

Meselâ teknikte Ferit Edgü kısa kısa hikâye veya<br />

kısa kısa metinler yazar. Kendisi ‘minimalist’ te-


imini veya ‘kısa kısa metinler’ terimini kullanır.<br />

Bu daha başkaları tarafından da uygulanacaktır.<br />

Edgü, bundan maksadının anlamı yoğunlaştırmak<br />

ve tasvirden uzak durmak olduğunu söyleyecektir.<br />

( Gökçe Gökçeer, Ferit Edgü ile Masa Başında,<br />

Edebiyat Yilliği <strong>20</strong>06, (Hazırlayan Ahmet Yıldız),<br />

Kritik Kitaplar Yayınevi:1, Ankara, Nisan <strong>20</strong>06, s.<br />

364) Son günlerde konuya şöyle bir açıklık getirir:<br />

“Minimalizm: Az söz çok çağrışım, çok anlam.<br />

Minimalist sözcüğünü daha önce de yazdım, görsel<br />

sanatlardan ödünç aldım. Ve ilk kez <strong>19</strong>90’ların<br />

başında kullandım. Oysa <strong>19</strong>50’lerin sonunda<br />

böyle metinler yazıyordum. Resim sanatında çok<br />

renklilik, birçoklarının sandığı gibi, bir tabloda onlarca<br />

renk kullanmak değil, çok az renkle, onların<br />

aralarındaki raporlarla, çok renkli bir resim yaratmak<br />

demektir.” (Abidin Parıltı, Yaralı Gövde, Yaralı<br />

Yurt ve Yaralı Zaman, Radikal Kitap, 12 <strong>Ekim</strong><br />

<strong>20</strong>07) Burada bilmem belirtmeye gerek var mı?<br />

Şark veya İslâm hikmeti, kısa ve özlü söz söyleme,<br />

klâsik şiirimizdeki bir kelime ile bir yığın anlamı<br />

çağrıştırma geleneği bundan farklı mıdır? Bir arkadaşımızın<br />

vereceği tebliğden anlayacağız, bu<br />

kısa kısa hikâye ile “küçürek hikâye”nin aynı şey<br />

olup olmadığını. Dolayısıyla bu tür hikâyelerde<br />

ne olay vardır, hatta ne de Çehov hikâyelerindeki<br />

durum. Şiir midir, hikâye midir bunu zaman gösterecektir.<br />

Yalnız bunların yoğunluk bakımından<br />

şiirsel bir anlatım olduğunu Edgü de söyler. Bu,<br />

konunun sadece bir tarafı ve tabiî ki bundan ibaret<br />

değil. II. Dünya savaşının insanlar ve özellikle<br />

sanatkârlar üzerindeki baskısının sanat eserlerine<br />

aksetmediğini söyleyemeyiz. Nitekim bu dönemde<br />

yalnızlık, ferdî bunalımlar yabancılaşma belli başlı<br />

temalardandır. Şehir hayatında insan giderek yalnızlaşmaktadır.<br />

Artık bir olayı kurgulayıp ondan<br />

dersler çıkaran veya bir durumu yazıya dökerek<br />

oradan birtakım çıkarımlarda bulunan sanatkâr<br />

son derece azalmıştır. Hikâyeciler, çeşitli kaynaklardan<br />

beslenirler. Psikanalitik tahliller yaparlar,<br />

felsefî yorumlara yer verirler, çeşitli sosyal ve<br />

siyasî göndermelerde bulunurlar, dili kullanımda<br />

kendilerini son derece serbest ve hatta bağımsız<br />

hissederler. Anlatmak istediklerini çeşitli imajlarla<br />

anlatmayı yeğlerler. Öyle ki artık hikâye okumak<br />

bir kültür işi hâline gelir. Türk ve dünya edebiyatından<br />

pek çok unsuru metinlere eklerler. Sosyal<br />

ve siyasî olaylarla iç içedirler; yalnız bunların ne<br />

olduğunu anlamak için belirli bir kültür seviyesinin<br />

üstünde olmak gerekir. Erotizmden çekinmez-<br />

25<br />

ler, hatta bazıları çevrenin genç kızlar ve daha<br />

geniş çerçevede kadınlar üzerindeki baskıya bir<br />

başkaldırı olarak cinsel özgürlüğü teklif ederler.<br />

Neyi anlatmaktan çok nasıl anlatılacağı ön plâna<br />

çıkar. İç konuşmaları hikâyeleri şekillendirir. Yazar<br />

pek çok şeyi anlatmaz, söylemez. Söylediklerinin<br />

gerisini okuyucuya bırakır. Hatta hikâyesini okuyucusunun<br />

tamamlamasını ister. Bazı yazarlar<br />

hikâyesini oluşturma şeklini hikâyeleştirir. Meselâ<br />

Nezihe Meriç “Kimin Kimsesi Kim” hikâyesine şöyle<br />

başlar:<br />

“Senin öykücülüğün çok düşündürüyor beni.<br />

Çok bakıyorsun, çok katılıyorsun günlük yaşama.<br />

Sonra, tutup sözünü haddeden geçirmek isteyince,<br />

zorlanıyorsun; bir kişinin öyküsünü yazmaya<br />

kalktığında pek çok kişi seninle.<br />

Hadi başla bakalım, başına neler gelecek. Nasıl<br />

toparlayacaksın bu kez. Merak ediyorum.”<br />

“Haklısın. Bu öykü çok uğraştırdı beni. Başlıyorum”.<br />

(Nezihe Meriç, Çisenti, İstanbul, <strong>20</strong>05, Yapı Kredi<br />

Yayınları: 2277, s. 23)<br />

Bazen bu durum, yani hikâye yazmanın hikâyesi<br />

hikâye boyunca devam eder. Hatta yazar, hikâye<br />

kahramanı ile kendini birlikte değerlendirir. Meselâ<br />

Murat Gülsoy’un “Kukla” (Bu Kitabı Çalın,<br />

İstanbul, <strong>20</strong>00, Can Yayınları, s. 148-162) hikâyesi<br />

böyledir. Bazen önceden yazılmış bir hikâye<br />

sonradan tamamlanır. Kısa, çok kısa hikâyelerin<br />

yanında rakam verilerek uzatılmış hikâyeler de<br />

vardır. Ama bu rakamlanmış kısımlar ayrı ayrı<br />

hikâyeler de olabilir.<br />

Hemen ifade edeyim ki burada genel özellikler<br />

üzerinde duruyorum ve eskinin devam eden taraflarını<br />

tekrar etmiyorum. Değişmeleri, değişiklikleri<br />

ifade etmeye çalışıyorum. Bazı hikâyeciler<br />

hikâyesini okuyucu ile tamamlamak ister. Bazıları<br />

hikâye yazmayı bir zekâ gösterisi hâline getirmeye<br />

çalışır veya hikâye yazmayı öyle düşünür. Dili<br />

farklı kullanma-ki buradaki maksat alışılmışın ve<br />

dil kurallarının dışı bir kullanış kastedilmektedir-<br />

bir ustalık olarak algılanır. “Eksiltili ifade” diye bir<br />

kullanış, hadi terim diyelim, ile karşılaşırız. Özellikle<br />

kadın yazarlarımız kadın duyarlılığını işlediler,<br />

yoksulluk içindeki kadınları, hayatları ve genç-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

likleri harcanmış genç kızları, çocukları anlattılar.<br />

Bunları yaparken dilin bütün imkânlarından faydalandılar.<br />

Bu sıraladıklarım <strong>19</strong>60’lı yıllardan sonra<br />

parça parça ortaya çıkan özelliklerdir. Bunlar<br />

tabiî ki günümüze kadar da gelir. Yani <strong>19</strong><strong>80</strong>’den<br />

sonra da devam eder.<br />

Bilindiği gibi edebiyat veya kültürdeki değişmeler<br />

bir günde olmaz. Bıçak gibi kesilmez veya<br />

birden başlamaz. Esasen II. Dünya Savaşı insanlığı<br />

bir buhrana itmiştir. Dışarıdaki aydınların ve<br />

yazarların da yardımıyla bizim yazarlarımız da bu<br />

bunalımdan paylarına düşeni almışlardır. Öte yandan<br />

Türkiye’nin özel şartları ve tabiî <strong>19</strong>60 ihtilâli,<br />

<strong>19</strong>71 muhtırası, <strong>19</strong><strong>80</strong> ihtilâli toplumda birtakım<br />

değişmelere sebep olmuştur. <strong>19</strong>50’deki yeni iktidarın<br />

sağladığı imkânlarla okuyup yazmanın daha<br />

doğrusu köyden şehre göçün artması, Anadolu<br />

gençlerinin daha çok okuryazar olması ve yüksek<br />

tahsil imkânlarının çoğalması, yeni oluşumlar, ülkedeki<br />

birtakım çarpıklıkları fark eden nesillerin<br />

ortaya çıkması ve daha bir yığın sebep edebiyatın,<br />

tabiî bu arada hikâye anlayışının değişmesi sonucunu<br />

doğurmuştur. Hikâyecilerimiz yeni arayışlar<br />

içine girmiştir. Bir tarafta dış gerçeklerden bunalan<br />

insan, diğer tarafta iç gerçeklerin insan için<br />

daha önemli olduğunu söyleyen insan vardır. Bunun<br />

için de gerçek, hikâye ve bazen yazara veya<br />

hikâyeciye göre de değişmektedir. Böylece de bir<br />

taraf toplumcu gerçeğin, diğer taraf insanın daha<br />

doğrusu insan gerçeğinin peşindedir. Bir bakıma<br />

yazarlarımız hikâye ile zamanlarını, zamanlarının<br />

insanını anlamak, anlatmak istemişlerdir. Aslında<br />

bu konuda hikâye romana nispetle daha elverişlidir.<br />

Çünkü hikâyede konuşan büyük ölçüde yazardır<br />

ve istediği zaman konuşmayı bitirir. Bu ona<br />

büyük bir serbestlik sağlar. Hatta bazı hikâyeciler<br />

daha çok kendilerini anlatır. Bunun için de ben,<br />

sanılanın aksine hikâyeye romanın gölgesinde<br />

kalmış anlayışıyla yaklaşmayacağım. Belki de parça<br />

parça olması dolayısıyla okuyucudan beklediği<br />

ilgiyi göremedi ve bunun için de pek çok hikâyeci<br />

romana kaydı.<br />

Burada bir başka daireden belki daha doğrusu<br />

durumdan söz edeceğim. Batılı anlamda hikâye<br />

ve romanda dinî kültür büyük ölçüde kendine yer<br />

bulamaz. Yazarlarımızın kahramanları ibadet yapmazlar.<br />

Hatta bazı hikâye ve romanlarda din, din<br />

adamı, dinî ritüeller alay konusu yapılır. Şaşırtıcı<br />

bir şekilde Paris’te uzun yıllar kalan Yahya Kemal<br />

26<br />

“Ezân-ı Muhammedî”, “Süleymaniye’de Bayram<br />

Sabahı” şiirlerini, “Ezansız Semtler” makalesini<br />

yazar. Sonra da “Siyasî Hikâyeler”inde kahramanlarına<br />

abdest aldırır. Daha sonraları Necip<br />

Fazıl Kısakürek insanın iç ve manevî dünyasına<br />

nüfuz etmeye çalışır. Sezaî Karakoç ve diğerleri<br />

bu yolda devam eder. Belki de Necip Fazıl’ın<br />

mücadeleci ve siyasî tavrının bunları etkilemesi<br />

dolayısıyla, bu hikâyecilerin eserlerinde Osmanlı<br />

döneminin, dini, hayatın bütün safhalarına estetik<br />

olarak yerleştiren anlayışı yerine sloganlaşmaya<br />

gidiş olmuştur. Sosyalizmin sanat eserlerindeki<br />

sloganlaşmasından farklı değildir bu. Bunun için<br />

de “İslâmlaşma-İslâmcılık” diye bir sloganla anılırlar.<br />

Hayatın içinde olmayan bu anlayış yama gibi<br />

kalır. Bunalım bu yazarların da üzerinde durduğu<br />

konulardandır. Fakat ne olaylara, kişilere, döneme<br />

bakışta İslâm’ın beşerî ve beynelmilel yaklaşımı<br />

belirir, ne de gelenek modernleştirilerek, hayatın<br />

vazgeçilmez bir parçası olarak ortaya çıkar. Bu tür<br />

yazarları diğerlerinden nedir ayıran diye bir soru<br />

sorsak tatmin edici bir cevap bulamayız. Sadece<br />

bazı dinî alışkanlıklara atıflarda bulunulur. Bunların<br />

içinde Sezaî Karakoç’un hikmete kaçan ve<br />

kıssaları hatırlatan hikâyelerini belki ayrı değerlendirmek<br />

gerekir.<br />

Farklı bir çizgide de olsa burada Emine Işınsu’yu<br />

hatırlamak gerekir. Maalesef o da aktüel siyasetten<br />

kendini yeterince kurtaramamıştır. Tabiatıyla<br />

Sevinç Çokum, bu dönem hikâyemizde düşünülmesi<br />

gereken isimlerdendir. Esasen fark edileceği<br />

gibi biz konuya genel çerçevede yaklaşıyor,<br />

isimler üzerinde durmuyoruz. Farklı bir pencere<br />

oluşturan bu isimleri böylece anmış olalım.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong>’li yıllar bir bakıma dünyada önemli depremlerin<br />

yaşandığı bir dönemdir. Rusya’nın dağılması,<br />

bazıları kabul etmese de komünizmin iflâsı<br />

demektir. Amerika ve İngiltere dünyaya yeni bir<br />

şekil vermenin başını çekerler. “Globalleşme” denilen<br />

yeni ve sihirli bir maymuncuk bulunur. Devletlerin<br />

fonksiyonunu azaltma ve kontrolü uluslar<br />

arası sermayeye teslim etme çalışmaları ön plâna<br />

çıkar. Bunun sonucu olarak artık hikâyeciler de<br />

kendilerine, ferdîliğe daha çok yönelirler. Posmodernizm<br />

denilen yeni bir anlayış Türkiye’de de takipçilerini<br />

bulur. Dünya küçülmüştür. Hemen her<br />

şeyden anında haberdar olunabilmektedir. Farklı<br />

kültürlerin bir arada yaşayabileceği söylemi pompalanır.<br />

Ama dünyadaki olaylar ve uygulamalar


özellikle Karabağ’daki, dağılan Yugoslavya’daki,<br />

Filistin ve Irak’taki olaylar bunun pek de mümkün<br />

olmadığını göstermektedir. Umalım ki bu söylemler<br />

güçleri zayıflatmak, dayanakları yok etmek için<br />

yeni bir düzenin parçası olmasın. Konunun siyasî<br />

boyutu ne olursa olsun <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında bir taraftan<br />

eski alışkanlıklar, gelenek devam ederken diğer<br />

taraftan hikâyemize yeni arayışlar girdi. Belki<br />

buna kaçış demek daha doğrudur. Düşünceden kaçış.<br />

Tekraren ifade edeyim. Yazı hayatını sürdüren<br />

yazarlar elbette değişmedi. Yenilerde bazı farklılıklar,<br />

eskilerde yeniye intibaklar görürüz. Ahmet<br />

Sait Akçay’ın son dönem hikâyeleri için yaptığı şu<br />

belirlemelere katılmamak mümkün değildir: Yeni<br />

ve farklı bir hikâye dili yaratma gayreti. Hikâyede<br />

şekle özden fazla önem verme. Anlatımda “benyazar”<br />

eksenini öne çıkarma, dolayısıyla gözlemden<br />

çok deneye ağırlık verme. Hikâyede anlatılan<br />

kişi belirli değildir, bir gölge gibi kelimelerin arkasındadır.<br />

Artık eskisi gibi bir olay ve durum anlatılmamakta<br />

şiirsel, bölük pörçük, denemeyi andıran<br />

metinler oluşturulmaktadır. (Türk Öyküsünün<br />

Yeni Çehresi: Yeni Öykü ya da Bireysiz Öykü, Hece<br />

Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, nr.46/47, 2. baskı,<br />

Ankara, <strong>20</strong>05, s.225-226) Bu tespitleri hikâyede<br />

postmodernlik olarak da algılamak mümkündür.<br />

Çünkü kendini merkeze yerleştiren yazar, dünyayı,<br />

çevreyi kendine göre yorumlar. Bu, kişinin, şahsın<br />

öne çıkması, değer kazanması demektir. Bu ferdiyetçilik<br />

demektir. Kişinin dile yaklaşımı da bu çerçevededir.<br />

Kişiye görelik dili kullanmada da kendini<br />

gösterir. Geleceği kestirememekle beraber bu<br />

durumun dile yeni imkânlar kazandıracağını umalım.<br />

Ayrıca ifade edelim ki okunduğu zaman zevk<br />

alınan bu yeni hikâyelerden hafıza veya hatırada<br />

geriye ne kalır diye sormayalım. Zira yazarın böyle<br />

bir beklentisi yok. Bu tür hikâyelerin bir başka<br />

özelliği başı sonu belirsiz metinler olmalarıdır.<br />

Bu, tabiatıyla postmodernizmin bir özelliği. Nerde<br />

başlıyor, nerde bitiyor? Üstelik iç içe hikâyeler<br />

var. Bu hikâyelerde önemli olan nedir? Bunu belirlemek<br />

zordur. Yazar ne mekâna, ne zamana, ne<br />

de karakterlere önem verir. Ben merkezli olduğu<br />

için önemli olan onun izlenimleridir. Bilinçaltı yine<br />

devam eder. Yalnız insan, kendini, kendi geçmişini,<br />

çocukluğunu ve kimliğini araştırır, sorgular.<br />

İç konuşmaları, psikolojik sorgulamaları önemli<br />

ve hatta hikâyeyi okunmaz kılacak şekilde artar.<br />

Tabiatıyla biz burada bir durum tespiti yapıyoruz.<br />

Bütün özellikleri de belirlemiş değiliz. Böyle bir<br />

27<br />

niyetimiz de yok. Ayrıca bu söylediklerimizi tartışmıyoruz<br />

da.<br />

Netice olarak söylemek gerekirse, başlangıcından<br />

bugüne Türk hikâyesi önemli değişmeler<br />

ve gelişmeler geçirmiştir. Özellikle Cumhuriyet<br />

dönemi, hikâyeciliğimiz bakımından önemlidir.<br />

Gelişme hem teknik, hem muhteva yönünden<br />

olmuştur. Hikâye anlatma, ders verme, ibretli<br />

vak’alar sıralama, yeni bir yaşayış şeklini benimsetme;<br />

tarihe, vatana, millete sahip çıkma, yaşanan<br />

ıstırapları topluma anlatma, haklarına sahip<br />

çıkma, başkaldırma, ezilenlerin hakkını savunma,<br />

sosyal bozuklukları sergileme noktalarından geçen<br />

hikâye, “bir arayış, bir sığınma ama daha çok<br />

bir paylaşma” (Necip Tosun, Hece Türk Öykücülüğü<br />

Özel Sayısı, Yıl:4, nr. 46-47, <strong>Ekim</strong> Kasım <strong>20</strong>00,<br />

Ankara, <strong>20</strong>05, s. 377), “ ..başka hiçbir biçimde<br />

dillendir(dirilemeyecek) meramın ifade alanı”<br />

(Hasan Ali Yıldırım, a. dergi, s. 386) dünyayı değiştirme<br />

düşünülmeyen(Hasan Ali Toptaş, a. dergi,<br />

s. 375) bir anlatı türü noktasına gelir. Bununla<br />

beraber ideolojik saplantıları devam ettiren hikâyeciler<br />

de vardır. Fakat bunların giderek azaldığını<br />

ve artık kavga etmekten vazgeçme yolunda<br />

ilerleyen hikâyecilerin sayısının arttığını söylemeliyiz.<br />

Ben müsaadenizle bunu bir gelişme olarak<br />

görmek istiyorum. Çünkü bu öncelikle insanın<br />

gelişme noktasını gösterir. Ayrıca yazmayı ferdî<br />

bir ihtiyaç olarak almak hele okuyucu bulursa son<br />

derece anlamlıdır. Güzellikler sergilenirse elbette<br />

bunun etkisinin, ders isteğinin hâkim olduğu metinden<br />

daha fazla olacağı aşikârdır. Ayrıca ifade<br />

edeyim ki bir dönemde hikâye dili, daha doğrusu<br />

dilimiz büyük bir mesafe kat etmişti. Hatta mükemmele<br />

ulaştığını söylemek hiç de yanlış olmaz.<br />

Ama insan ve toplum aynı şekilde kalamayacağına<br />

göre dil de değişecekti. Bugün bu değişmenin<br />

sancılarını yaşıyoruz. Hikâye dilindeki zaafları bunun<br />

için tabiî karşılamak istiyorum ve umuyorum<br />

ki gelecekte dil yeni ve farklı bir mükemmelliğe<br />

kavuşacaktır. En değişken olan hikâye tekniğidir.<br />

Çünkü her yeni anlayış, her hikâyeci kendine has<br />

bir tarz oluşturmaktadır. Elbette şaheserlerin yolunda<br />

gidenler olacaktır. Gelecek on yılda yeni şaheserlerin<br />

çıkacağını ve eserleriyle yeni bir teknik<br />

ibda edeceğini ummak istiyorum.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

I.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Abdullah UÇMAN<br />

28


HİKÂYE SANATINDA<br />

ANLATICI VE BAKIŞ<br />

AÇISI SORUNU<br />

“… Hiç masal, mit, mesel ya da hikâye dinlememiş ya da okumamış<br />

bir insan, kendi duygusal ve ruhsal derinlik ve yüksekliklerinden<br />

habersiz kalır, insan olmanın ne demek olduğunu tam<br />

olarak öğrenemez.” ( Ursula Le Guin)<br />

Anlatma ve anlatı sorunu aslında karmaşık<br />

bir sorundur. Karmaşıklık, adına “anlatı”<br />

denilen gerçeğin yapısından kaynaklanmaktadır<br />

kuşkusuz. Niteliği itibariyle “anlatma” doğal, yalın<br />

bir gerçekliktir. Buna karşılık “anlatma”nın dönüşümüyle,<br />

daha doğrusu dönüştürülmesiyle ortaya<br />

çıkan “anlatı” ise -eğer sanat ve edebiyatın kendine<br />

özgü gerçekliğini basite indirgemeden söyleyecek<br />

olursak- yapay bir gerçekliktir (Bu, önemi<br />

ve kapsamı bakımından ayrın bir bahsin konusudur<br />

kuşkusuz).<br />

Konuyu biraz açmak gerekirse:<br />

Özünde doğal, yalın olarak nitelediğimiz anlatmanın,<br />

yine özünde yapay diye nitelediğimiz anlatıya<br />

dönüşmesi için birtakım koşulların gerçekleşmesi<br />

gerekir. İlk elde şunu söylemekte yarar var:<br />

Her anlatım, -yani tekil (monolog) veya çoğul (diyalog)<br />

düzeylerde gerçekleşen “ifade etme” eylemi-<br />

anlatıyı beraberinde getirmez. Getirmez; çünkü<br />

anlatı, hayatın daha geniş zeminlerinde kullanılan<br />

anlatma gerçeğinin de yaslandığı “ses”(fonetik)<br />

ve “anlamı” (semantik) farklı bir mantıkla kullanır<br />

ve onları dönüştürerek daha işlevsel, dolayısıyla<br />

daha etkili, hatta daha yaygın ve daha kalıcı hale<br />

getirir. Bunu, farklı bir bakış açısıyla, farklı düzey-<br />

29<br />

Prof. Dr. Mehmet TEKİN<br />

Selçuk Üniversitesi / Konya<br />

de değerlendirmek lazım. Söz gelimi, dinleyenlere<br />

çekici gelen bir felsefe, bir antropolojiyi ya da bir<br />

siyaset dersi verebilirsiniz. Hatta bu bağlamda,<br />

anlatan ile dinleyenler arasında kendini gösteren<br />

iletişim sıcaklığı veya -moda tabiriyle- frekans<br />

uyumu, ideal düzeyde gerçekleşebilir. Ama bu durum,<br />

ortaya bir “anlatı” gerçeğini çıkarmaz. Kalkıp<br />

“Bunun sırrı nedir?” diye sorulduğunda, çok da<br />

ayrıntıya gitmeden, “Sanat”, “Edebiyat” karşılığını<br />

verebiliriz. Ne kadar çekici ve etkileyici olursa olsun,<br />

bir felsefe, bir siyaset veya herhangi bir konuda<br />

verilen bir ders, herhangi bir konuda yapılan<br />

bir konuşma, anlatı boyutu taşımaz. Taşımaz; çünkü<br />

bu tür konularda anlatma görevini üstelenen<br />

kişi, kurmaca dünyada olduğu gibi “anlatıcı” kimliği<br />

kazanmış değildir; o, gerçek dünyaya aittir ve,<br />

üstlendiği işlev gereği, öyle olmak ve öyle kalmak<br />

zorundadır. İlk elde ondan beklenen, inandırıcı olmak,<br />

mantıklı konuşmaktır.<br />

Oysa anlatı gerçeği öyle değil. Bu bağlamda,<br />

anlatı olayını gerçekleştiren anlatıcı, -sanatın<br />

inandırma ve ikna mantığının farklı olduğu gerçeğini<br />

saklı tutarak söyleyelim: - bir felsefeci,<br />

bir tarihçi gibi inandırmak, ikna etmek için yola<br />

çıkmaz. Onun görevi etkilemek, estetik heyecan<br />

yaşatmaktır. Bütün bunları söylemekteki amacım,<br />

destan, masal, hikâye ve roman gibi türlerin ortak<br />

bileşkesi olan “anlatı” ile diğer dallar arasındaki<br />

farka dikkat çekmek.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Bu fark şudur:<br />

Anlatı dünyasını biçimlendirmek için yola çıkan<br />

bir sanatçı; bir felsefeci, bir tarihçi veya bir psikolog<br />

gibi gerçek, asıl “aktör” konumunda değil,<br />

üzerindeki görevi devretmeye hazır bir emanetçi<br />

gibidir. Emanet, konumuz anlatının sınırlarıyla çizildiğine<br />

göre, “anlatıcı”ya devredilecektir. Burası<br />

önemli. Çünkü, biyografik kimliğiyle yazar, içinde<br />

yaşadığımız gerçek dünyaya aittir ve bazı olağanüstü<br />

veya marjinal yönlerine, özelliklerine rağmen,<br />

normal bir insan gibidir. Bu dünyadaki rolü<br />

ve ağırlığı ne kadar farklı olursa olsun, bu durum<br />

onu sanatçı yapmaz. Sanatçı olması için söz konusu<br />

dünyadaki kimliğinden uzaklaşıp anlatının<br />

“kurmaca” dünyasında yer alması gerekir. Bunun<br />

kabul gören yolu, sanatçının, anlatı dünyasında<br />

kendisini temsil edecek olan bir “anlatıcı”yı seçmesidir<br />

kuşkusuz.<br />

Seçilen anlatıcı, doğal olarak yazarın simgesel<br />

ifadesi olacak ve kurmaca dünyada onu temsil<br />

edecek, onun adına konuşacaktır. Anlatıcının, yazarın<br />

birebir kopyası veya onu hatırlatan bir yapıda<br />

olması şart değildir. Olabilir de, olmayabilir de.<br />

Önemli olan, tercih edilen anlatıcı tipinin kurmaca<br />

dünyada yer alırken iğreti durmaması, ortamalı<br />

bir tabirle söyleyelim: sırıtmamasıdır. Bundan da<br />

önemlisi, anlatının “en etkili elemanı” konumunda<br />

bulunan “anlatıcı”nın, üzerimizde bıraktığı “sahihlik”<br />

duygusuyla bir çekim merkezi oluşturması,<br />

okuyucu olarak bizi anlatının dünyasına çekmesi<br />

şarttır. Öteden beri büyük diye nitelenen eserlerde<br />

gerçekleşen budur. Okuyucu olarak bizler, onun<br />

sesiyle uyanır ve anlatının büyülü dünyasına onun<br />

sesiyle gireriz. Söylemeye gerek var mı bilmem:<br />

Anlatı dünyasının eşiğinde ilk duyduğumuz ses,<br />

kuşkusuz onun sesidir. Bu ses, ister “Ben”, ister<br />

“O” ifade kalıbıyla bize ulaşsın; fark etmez… İdeal<br />

ölçüde kullanılması halinde her ikisi de bizi sarar,<br />

sarsar. En azından böyle olmalıdır. Bunun gerçekleşmesi<br />

için de yazar, tıpkı bir kukla ustası gibi,<br />

olanca çabasını göstermeli, söylemek istediklerini<br />

anlatıcının marifetiyle ustalıkla söyleyerek bizi etkilemeyi<br />

başarmalıdır.<br />

Aslında dünden bugüne uzanan süreçte, yazıcıların<br />

başarmak istediği şudur:<br />

Anlatıcı, en nihayet bir araçtır ve yazarlar, bu<br />

30<br />

önemli aracın marifetiyle bizi, sevgili okuyucularını<br />

etkilemek istemişlerdir. İşin salt “etkilemek” düzeyinde<br />

kalmadığını, kalmayacağını, anlatı olayının<br />

daha kapsamlı bir faaliyet olduğunu; bütün bunların<br />

salt anlatıcının marifetiyle kotarılmadığını<br />

-hatta kotarılamayacağını- da belirtmek isterim.<br />

Çünkü anlatı gerçeği, basite indirgenmeyecek kadar<br />

karmaşık bir gerçektir ve bu gerçek, anlatıcıdan<br />

kahramanlara, zamandan mekâna, dilden üsluba,<br />

yapıdan kompozisyona vs. gibi unsurlardan<br />

oluşan bir bileşimin ifadesidir. Ancak bu yönde ne<br />

kadar ayrıntıya gidersek gidelim, işin özü, yani anlatıcının<br />

ağırlığı, konum ve işlevi değişmeyecektir.<br />

O, anlatı dünyasının asıl eksenidir ve her şey onun<br />

tarafından ve onun marifetiyle kurulur, kurgulanır.<br />

Bu nedenledir ki bir yazar, anlatı dünyasını kurgularken<br />

“anlatıcı” konusunda olanca duyarlılığı,<br />

özeni göstermek zorundadır.<br />

Aslında bu isteği vurgularken, modern zamanların<br />

anlatı gerçeğini dikkate aldığımı belirtmek<br />

isterim. Çünkü “anlatıcı” konusunda altını çizdiğim<br />

bu kaygı, daha çok modern zamanların yazıcılarını<br />

ilgilendirmektedir. Öyledir; çünkü anlatının<br />

“sözlü kültür” evresindeki anlatıcı figürü farklı bir<br />

konuma ve işleve sahiptir: o, bütün canlılığıyla<br />

karşımızdadır ve kendisini anlatıcı konumuna getirecek<br />

nitelik ve özelliklere karşımızda bürünür.<br />

Böyle bir anlatıcının izleyici üzerinde bıraktığı<br />

tadı ve etkiyi, hatta iletişim sıcaklığını tartışmak<br />

istemem: O, içinden geldiği kültürün gereğini en<br />

güzel bir şekilde yerine getirmiştir; hem de asırlar<br />

boyunca… Tartışma zeminine çekip değerlendirmek<br />

istediğim “anlatıcı” tipi, anlatmanın yazıyla<br />

gerçekleştiği modern zamanlara ait. Hemen hatırlatayım<br />

ki, bu anlatıcının doğum tarihi çok da<br />

eski değildir. Bu tarihi,, ilginç bulduğum bir notla<br />

somutlaştırmak isterim:<br />

Modern anlatının (hikâye ve özellikle romanın)<br />

temeline harç taşıyan ve anlatı dünyasının göz<br />

ardı edilmeyecek emekçilerinden biri olan Dickens<br />

(1812-1870), bilindiği üzere yakın zamanların, yazılı<br />

kültürün egemen olmaya başladığı, yazılı kültürün<br />

kabul görüp yaygınlaşması konusunda matbaanın<br />

göz ardı edilmeyecek kolaylıklar getirdiği<br />

vakitlerin kalemlerindendir. Böyle bir imkâna rağmen<br />

Dickens, kaleme aldığı romanları matbaa ve<br />

yayınevlerinin himmetiyle okura servis edip kur-


tulmuyor; aksine, tıpkı bir destan, masal anlatıcısı<br />

gibi romanlarını okuyarak -evet okuyarak!- geniş<br />

okuyucu yığınlarına ulaştırıyordu. Öyle oluyordu;<br />

çünkü, bugün artık normal bir kitle olarak gördüğümüz<br />

okuyucu kitlesi, o günlerde henüz yoktu ve<br />

okuyucu diye nitelenenler de “sözlü kültür”ün cazibesinden,<br />

çekim merkezinden henüz kurtulamamışlardı.<br />

O yıllarda hayli kabul gören söz konusu<br />

uygulamayı, belirli bir program dahilinde, şehirden<br />

şehre giderek gerçekleştiren Dickens, jest ve<br />

mimikleriyle, dinleyicilerle (evet okuyucular değil;<br />

dinleyicilerle!..) kurduğu sıcak iletişimle romancıdan<br />

çok bir meddaha, bir tuluatçıya benziyordu.<br />

Anlatı ve anlatıcı bakımından önemli bir dönemecin<br />

idrak edildiği bu vakitlerde Dickens, doğrusunu<br />

söylemek gerekirse, gerekli olanı yapıyordu: Çünkü,<br />

o vakitlerde biraz önce değindiğimiz üzere, bugünkü<br />

anlamda bir okuyucu kitlesi ve bu okuyucu<br />

kitlesini anlatı dünyasına ısındıran bir roman okuma<br />

merak ve alışkanlığı yoktu. Bu bağlamda, ünlü<br />

denemeci Albert Manguel’in, Dickens’ın kişiliği ve<br />

söz konusu uygulamayla ilgili olarak söyledikleri,<br />

anlatıcının tarihsel serüvenini izlemek bakımından<br />

hayli önemli:<br />

“Dickens çok daha başarılı bir profesyonel göstericiydi.<br />

Metnin ona ait yorumunu belirleyen tonlama<br />

ve vurgu; öyküyü sesli iletime daha yatkın<br />

hale getirmek için yapılan atlamalar ve iyileştirmeler<br />

herkese tek, yalnızca tek bir yorum olabilirmiş<br />

duygusunu veriyordu. Bu, dinleti turnelerinde<br />

daha da belirginleşiyordu. İlk büyük turne<br />

Clifton’da başlayıp Brington’da bitti ve kırk kadar<br />

kentte seksen okuma yapıldı. Depolarda, toplantı<br />

salonlarında, kitapçılarda, işyerlerinde, salonlarda,<br />

otellerde ve balo salonlarında okudu.” Önceleri<br />

bir kürsüden, sonraları da dinleyenleri el hareketlerini<br />

daha iyi görebilsinler diye alçak bir masadan<br />

okudu. “Dostlar bir öykü dinlemek için bir araya<br />

gelmişler havası yaratılmak isteniyordu.” Halk<br />

Dickens’ın istediği gibi tepki veriyordu. Bir adam<br />

bağırdı ve elleri ile yüzünü kapadı; yüzünü önündeki<br />

koltuğun arkasına gömdü: Gerçek duygularla<br />

sarsılıyordu.” Bir başkası da belirli bir karakterin<br />

ortaya çıkacağı belli olunca “gülüyor ve gözlerini<br />

siliyordu. Karakter çıkınca da bu kadarına dayanamayacakmış<br />

gibi bir çığlık koparıyordu.<br />

Bu etki için gerçek bir uğraş veriliyordu: Dic-<br />

31<br />

kens sesi ve hareketleri için iki ay prova yapıyordu.<br />

Kendi tepkilerini metne eklemişti. Bu turneler<br />

için hazırladığı özel kopyaları olan “Okuma<br />

kitaplarının” sayfa boşluklarında, amaçladığı<br />

tonlama için “Neşeli… Ciddi… Acıklı… Gizemli…<br />

Hızlı, hızlı..”türünden notlar düşmüştü. Kullanacağı<br />

hareketler için de, “Çağır… İşaret et… Ürperir<br />

gibi yap… Korkuyla çevrene bak” gibi. Bölümler<br />

dinleyicilerde yarattıkları tepki uyarınca yeniden<br />

yazılıyordu. (…) Okuma bitince alkışları hiç almazdı.<br />

Hemen selam erir, sahneden iner ve ter içinde<br />

kalmış olan giysilerini değiştirirdi.” ( Manguel:<br />

<strong>20</strong>01, s. 298-9 )<br />

Manguel’in desteğiyle söylemek istediğim şudur:<br />

Bu eylemiyle Dickens, anlatı türünde bir dönemeci<br />

işaret etmektedir kuşkusuz.. Artık “sözlü<br />

kültür” evresinden “yazılı kültür” evresine intikal<br />

etmekteyiz. Doğal olarak bu süreçte, anlatının<br />

dünyası da, bu dünyanın vazgeçilmez unsuru olan<br />

anlatıcı da değişmekte, farklı bir konum ve işlevle<br />

karşımıza çıkmaktadır. Dickens, modern zamanlara<br />

açıldığımız sürecin sanatçısı. Yazdıkları kitap<br />

olarak basılıyor, ama ortada bir “servis” sorunu<br />

var: okuyucunun anlama ve algılama sıkıntısı, söz<br />

konusu uygulamayı zorunlu kılıyor ve “metin” ile<br />

“okuyucu” arasındaki iletişimi gerçekleştirmek<br />

için bizatihi metnin sahibi, yani yazar devreye giriyor<br />

ve hayli ilginçtir: modern imkânlarla kotarılan<br />

metni (yazılıp basılmış metni ), geleneksel<br />

birikimin yöntemiyle ( yazılı olanı seslendirerek )<br />

okuyucuya sunuyor. Dickens adına hayli yorucu<br />

olan bu durum, okuyucu için hayli eğlenceli ve yararlı<br />

olsa gerek. ( konunun bu faslında, yazarın<br />

“modern zamanlar”da ortaya çıktığını, modern<br />

zamanlar öncesinde adına “yazar” denilen bir<br />

kişiden bahsedilemeyeceğini söyleyen eden M.<br />

Foucault’yu hatırlamak yararlı olacaktır ).<br />

Anlatıcının tarihsel çizgisinde bu bir milattır ve<br />

ertesinde, bugünkü anlamda nitelediğimiz modern<br />

zamanların “anlatıcı”sı sahneye çıkacaktır.<br />

Bu da şunu gösteriyor ki, bugünün yazarı tarafından<br />

ince hesaplarla ve özenle çizilip anlatı dünyasına<br />

yerleştirilen “anlatıcı” tipi, modern zamanların<br />

buluşudur; salt yazının, yazılı kültürün değil,<br />

matbaanın da, gelişen bilim (fizik, psikoloji, felsefe<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

) dallarının da katkısı vardır onun portresinin biçimlenmesinde.<br />

Yani sorun, sadece edebiyatçıyla, sadece edebiyat<br />

dünyasıyla sınırlı değil. Yeni bir dünyanın, yeni<br />

bir uygarlığın ve yeni bir hayatın eşiğindeyiz; doğal<br />

olarak sanat ve edebiyat da bu yeni oluşumun<br />

ifadesi olacaktır.<br />

Dikkate değer bir nokta da şurası olmalıdır:<br />

Dickens’ın söz konusu uygulamalarda bulunduğu<br />

vakitlerde matbaa da -şu veya bu nedenle<br />

itildiği ikinci plandan- hızla ön plâna çıkar ve sadece<br />

anlatı dünyasını beslemekle kalmaz, genel anlamda<br />

kültür dünyasını da hareketlendirir. Hemen<br />

belirtelim ki, matbaanın bu gücünden, modern<br />

anlatının -birey eksenli anlatının- iki önemli türü<br />

olan roman ve hikâye türleri azami derecede yararlanır.<br />

Bu, gerçek anlamda “kitabî kültür”ün doğuşu<br />

demektir. Söz konusu “kitabî kültür” nitelemesini,<br />

maddi ve dünyevî anlamda kullanıyorum.<br />

Matbaadan önce böyle bir kültürden bahsetmek<br />

güçtür. Kitap vardı, ama yaygın değildi ve kutsaldı,<br />

gizemliydi. Matbaa, getirdiği basım ve yaygınlaştırma<br />

imkânıyla bu gizemi bozdu; nihayetinde<br />

kitap, kolay ulaşılan, parası olan için kolay sahip<br />

olunan ve kolay taşınan bir nesneye dönüştü; hatta<br />

sıradanlaştı…<br />

İşte, bahsimizin konusu olan “anlatıcı” tipi böyle<br />

bir vakitte ortaya çıkar ve “modern” bir anlatı türü<br />

olan hikâye türünde boy gösterir. Hatta bu “anlatıcı”<br />

tipini, yine bu vakitlerde hızlı bir yükselişe geçen<br />

roman türünün anlatıcı tipinden de nispeten<br />

ayırmak gerekir.<br />

Şöyle ki:<br />

Romanın biraz geleneğe yaslanan, dolayısıyla<br />

destandan, masaldan beslenen damarları vardır.<br />

Bu beslenmeden dolayıdır ki, roman türünde yer<br />

alan “anlatıcı”nın edası ( her şeyi ben bilirim tutumuyla<br />

ve her şeyi tepeden süzen panoramik<br />

bakışı ), biraz içinde yaşanılan çağın aklı, dolayısıyla<br />

bireyi öne çıkaran paradigmasından, biraz<br />

da destandan, masaldan gelir. hikâyenin, Bates’in<br />

vurgusuyla söyleyelim: edebiyatın bu “yetim<br />

çocuğu”nun böyle bir şansı yoktu (Bates: <strong>20</strong>01,<br />

s. 117). O, arada bir geleneğin gölgesine itilmek<br />

istense de, zaman zaman şiirle ilintili olduğu söy-<br />

32<br />

lense de, yenidir, özgündür; bir kelimeyle moderndir.<br />

Hikâyenin, şayet sanat ve edebiyat olgusunda<br />

“biçim” önemli bir belirleyense, hikâyenin biçimi,<br />

“modern çağa özgü bir biçimdir.” ( Allen: <strong>19</strong>97 )<br />

Böyle olmasaydı, onun, modernleşme olgusunun<br />

aynası konumunda olan kentle olan bağını başka<br />

türlü nasıl açıklarız? Evet, bugün tartışma konusu<br />

yaptığımız hikâye türünün doğum yeri, kenttir;<br />

Amerika’nın pragmatik ve pratik bir felsefeyle biçimlendirdiği,<br />

hızlı ve yoğun bir hayatın yaşandığı<br />

kentlerdir. Bu “hız” ve “yoğunluk” gerçeği, bireyi<br />

ve bireye bağlı olarak mahremiyeti beraberinde<br />

getirecektir. Doğal olarak bu mahremiyeti ifade<br />

konusunda romantizmin katkısını da hesaba katmak,<br />

modern hikâyenin boy atmasında bu akımın<br />

da payı olduğunu kabul etmek gerekir. Romantizm,<br />

bireyin kendini ifade etmesi cihetinde, diyebiliriz<br />

ki, olağanüstü açılım sağlamıştır yazarlara; özellikle<br />

de şair ve hikâyecilere… Arada “Hikâye, şiirin<br />

kız kardeşidir” denir. Bunun gerçeklik payının olup<br />

olmadığını tartışmanın yeri burası değildir ama,<br />

bu akrabalığın doğmasında romantizmin katkısını<br />

gözardı edemeyiz gibi geliyor bana ( hatta ileride<br />

“kent” kökenli bir sanat anlayışı olarak doğan izlenimciliği<br />

de hesap dışı tutmamak gerek. Gorki’nin<br />

tespitiyle klâsik gerçekliği öldürüp yeni bir gerçekçilik<br />

anlayışı getiren Çehov’un ustalığında,<br />

özelde ünlü ressam Degas’nın, genelde izlenimcilerin<br />

payı vardır ). Bütün bunları, modernizm ve<br />

bu bağlamda biçimlenen modern hayatın aynası<br />

konumunda olan “metropol” olgusuyla birlikte değerlendirdiğimizde,<br />

hikâyenin neden kent eksenli<br />

bir anlatı türü olduğunu anlamakta zorlanmayız.<br />

Bahis konusu ettiğimiz modern zamanların “kent<br />

profili”nin ilk numuneleri Amerika’da ortaya çıktığı<br />

içindir ki, kısa hikâyede orada kendini gösterip<br />

serpilmiştir. Kısa sürede inanılmaz bir okuyucu<br />

kitlesiyle kucaklaşan kısa hikâye, Yeni Dünya’dan<br />

kıta Avrupa’sına intikal etmiş ve asıl gücüne, klasik<br />

örneklerine, -hatta Maupassant ile Çehov’un<br />

katkısıyla- asıl yapısına, bu coğrafyada kavuşmuştur.<br />

Bütün bu söylenenlerin “anlatıcı” ilgisi nedir?<br />

Anlatıcı ile ilgisi vardır. Anlatıcı, özü itibariyle<br />

edebiyat dünyasına ait bir unsurdur. Arada edebiyatın<br />

hayatı yönlendirdiği söz konusu olsa da,<br />

hayat her zaman asıldır. Şayet, yukarıda bahis ko-


nusu ettiğimiz Dickens sonrası edebiyat dünyasında<br />

farklı bir anlatıcı tipi gündeme gelmişse, bunu<br />

içinde yaşanılan hayatın bir getirisi olarak görmek<br />

gerekir. O, kişiliği, kimliği ve konumuyla “anonim”<br />

değil, artık sizin bizim gibi beşeri yapıya sahip biridir.<br />

Hatta, kurmaca dünyanın engellerini aradan<br />

kaldırmak mümkün olsaydı, ki mümkün değil, o,<br />

yerine göre bilinen biri olarak karşımıza çıkabilirdi.<br />

Ama aradaki bağ ne kadar benzerlik taşırsa taşısın<br />

anlatıcı, kurmaca dünyaya aittir ve “anlatıcı”<br />

ile “yazar” arasındaki bağ, bazı akım ve alışkanlıkların<br />

baskısına rağmen görecedir. Onlar, ahde<br />

vefanın ötesinde farklı ilkelerle işleyen dünyaların<br />

mensuplarıdırlar. İşin başında yaptığımız vurguyu<br />

hatırlarsak eğer, onu özgün ve güçlü kılan da bu<br />

farklılıktır kuşkusuz.<br />

Sözgelimi “Ben anlatıcı”, benzerliği, yazarla bütünleşmeyi<br />

hemen akla getiren bir anlatıcı tipidir.<br />

Anlatı dünyasının mantığı dikkate alındığında, bu<br />

bütünleşme veya benzerlik “görece” olmaktan<br />

öte gitmez. Bunu bir tarafa bırakalım, söz konusu<br />

anlatıcı tipi, özünden gelen güçle yazarlara insan<br />

gerçeğinin yüzeysel veya gizemli labirentlerine<br />

ulaşmada nihayet bu gerçeği yansıtmada inanılmaz<br />

fırsatlar sağlamıştır. Neden? Çünkü insana<br />

özgü en sıcak dille, “Ben” diliyle konuşuyorsunuz.<br />

Ben denilince, inanmak -hatta güvenmek- kolaylaşır.<br />

İnsiyaki bir haldir bu. Tekrar ayrıntıya gitmeden<br />

söyleyelim: romantizmden aldığı rüşvetle<br />

öykücüler, bu anlatıcı tipinden ustalıkla yararlanmışlar<br />

ve okuyucuyu -burası çok önemlidir- anlatının,<br />

hikâyenin gizemli, çekici dünyasına katmakta<br />

hayli başarılı olmuşlardır. Hatta hikâyeciler,<br />

bahis konusu ettiğimiz anlatıcı tipini “yanlı” veya<br />

“yansız” düzeyde kullanarak, yani seçtiği anlatıcıyı<br />

“kendi gibi” veya “başkası gibi” göstererek türe<br />

zenginlik, açılım kazandırmışlardır.<br />

İlginçtir; eğer mukayese imkânının anlamaya<br />

kolaylık ve kalite getirdiğini kabul edersek, romanın<br />

pek itibar etmediği -hatta anlatmada darlık<br />

nedeni olarak gördüğü- 1. şahıs anlatıcı yöntemi,<br />

öykü için vazgeçilmez bir imkân olmuştur. Şöyle<br />

bir baktığımızda, sevilen öykülerin çoğunun, bu<br />

yöntemle kaleme alındığını görürüz. Roman, hikâyenin<br />

aksine 3. şahıs anlatıcının ipoteği altındadır.<br />

Buna karşılık hikâye 3. şahıs anlatıcıya karşı biraz<br />

mesafelidir. Roman-hikâye bağlamında bunun ne-<br />

33<br />

denini açıklamak zor değil, fakat ayrıntıya gitme<br />

zorunluluğu vardır ve bu, ele aldığımız konunun<br />

sınırlarını zorlar. Ama yine de bir yargıda bulunmak<br />

yararlı olacaktır: roman, yapısı ve misyonu<br />

gereği olaylara “panoramik” açıdan bakar; tabiatı<br />

icabı ayrıntıyı sever. Hikâye öyle değil: hikâye<br />

olayları mevzii açıdan ele alır; ayrıntıya gitmez,<br />

giderse eğer, doğal yapısı gerilir, dejenere eder.<br />

Romancı, tabiri caizse, Olimpos’taki tanrılara benzer;<br />

her türlü görüş imkânına sahiptir. Oysa hikâyeciyi,<br />

Olimpos’a tırmanmaya çalışan ve henüz ilk<br />

basamakta yer alan heyecanlı, meraklı bir yolcuya<br />

benzetebiliriz. Doğal olarak konumu itibariyle<br />

görüş açısı dardır, kısıtlıdır. Bütün bunlar, hikâye<br />

adına bir noksanlık, bir kusur olarak görülmemelidir.<br />

Çünkü edebiyat dünyası şiiriyle, romanıyla,<br />

hikâyesiyle bir bütündür ve bu bütünlük de şiirden,<br />

romandan, hikâyeden devşirilen güzelliklerin<br />

ürünüdür. Söz konusu bütünlük bağlamında edinilen<br />

“edebî duyarlılık”, türlerin sahip olduğu biçimsel<br />

ve işlevsel farklılıktan doğar. Aslında görece<br />

bir farklılıktır bu. Yani romanla hikâye arasındaki<br />

fark veya farklılıklar, esasa gölge düşürmez. Sözgelimi<br />

modern hikâyenin doğuşundan itibaren, -<br />

W. J. Ong’un ifadesiyle söyleyelim:- “sözlü anlatıcı<br />

duyarlılığı”ndan büyük ölçüde arınmış bir “anlatıcı”<br />

tipiyle karşımıza çıkmasını doğal karşılamak<br />

gerekir ( Ong: <strong>19</strong>95, s. 175). Çünkü zamanın koşulları<br />

ve imkânları -sanayileşme, kentleşme, hayata<br />

giderek hâkim olan hız olgusu, matbaa ve<br />

basının desteğiyle yaygınlaşan “yazılı anlatım”,<br />

hatta edebiyata yeni bir heyecan katan “tefrika”<br />

gerçeği- böyle bir anlatıcının marifetiyle biçimlenen<br />

yeni bir anlatı türü için uygun bir “vasat” oluşturuyordu.<br />

Sonra, böyle bir “vasat”ın ürünü olan<br />

yeni okuyucu tipini de gözardı etmemek gerekir.<br />

Bu okuyucu tipi, eskinin döne döne “bina” okuyan<br />

okuyucu tipi değildir artık; kazancı ve satın alma<br />

gücü henüz ideal düzeyde olmasa da o, kitap alan,<br />

dolayısıyla yazarı, edebiyatı destekleyen, bu konumuyla,<br />

bir bakıma eskinin sanatçılarına destek<br />

veren hâmilerin, mesenlerin yerini alan biridir.<br />

Yani, ortada bir okuyucu olgusu ve bu olguya bağlı<br />

olarak palazlanan bir kitap sektörü vardır.<br />

İşte hikâyeciler çalışan, dolayısıyla fazla vakti<br />

olmayan bu yeni hâmileri için kısa anlatı türleri<br />

kaleme alacaklar, zamanın bu yeni -hatta zama-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ne- okuyucuları da, fazla vakit harcamaksızın bir<br />

oturuşta okunan bu yeni anlatı türüne hayli rağbet<br />

göstereceklerdir. Bu türün, şaşırtıcı bir şekilde<br />

okuyucuyu saran lirik dokusunun biçimlenmesinde,<br />

okuyucuyla metin arasında var olan, olması<br />

gereken mesafeyi (“anlatı sanatındaki adıyla “ironical<br />

distance”: kinayeli mesafeyi”) ustalıkla koruyan<br />

ve bunu, doğallıktan gücünü alan ekonomik<br />

bir beceriyle gerçekleştiren söz konusu anlatıcının<br />

katkısını da mutlaka dikkate almak gerekir.<br />

Anlatı sanatı söz konusu olduğunda, “anlatıcı”nın<br />

önemi ve değeri tartışılmaz. Doğru. Ama bir noktaya<br />

kadar. Çünkü anlatıda, belki kıdem olarak değil<br />

ama, işlev itibariyle anlatıcıdan da önemli bir<br />

unsur vardır ki, o da “bakış açısı”dır. Anlatıcı ile<br />

“Hikâyeyi kim anlatacak?” sorununu çözmüş olursunuz.<br />

Ama bundan da önemli olan şudur:<br />

“- Hikâyede yer alan olaylar, kişiler ve nesneler<br />

nereden ve nasıl anlatılacaktır?”<br />

Bu sorunun cevabını verdiğinizde, anlatının salt<br />

mantık cephesini değil; haz, heyecan, hatta felsefe<br />

boyutunu da çözmüş olursunuz (doğal olarak<br />

bunları söylerken edebi kalitesi “tescil” edilmiş<br />

metinlerden bahsediyoruz). Çünkü, belirlediğiniz<br />

“bakış açısı”nın sahibi olan kişi, ( illâ anlatıcı olması<br />

şart değil) veya kişilerin kimliği, felsefesi, konumu<br />

ve işlevi, anlatının sağlıklı olarak biçimlenmesinde<br />

önemli rol oynayacaktır kuşkusuz. Dikkate alınması<br />

gereken bir diğer nokta da; ortaya konulan<br />

anlatının, anlatanın kimliğine (kişilik yapısına) ve<br />

birikimine (felsefesine, dünya görüşüne, ideolojisine)<br />

uygun düşüp düşmediği konusudur. Bakış<br />

açısından yararlanılan kişi, doğru görüyor ve doğru<br />

anlatıyor mu? İnandırıcı olabiliyor mu? Salt aklıyla<br />

değil, sezgi gücüyle olayları süzebiliyor mu?<br />

Şayet aldatmak, yanıltmak, hatta şaka yapmak istediğinde<br />

-ki bunlar da hayatın bir parçasıdır- bu<br />

konuda gerçekten başarılı olabiliyor mu? Özetle<br />

ve bir kelimeyle, “sahihlik” duygusu uyandırabiliyor<br />

mu? Bunlara bakmak lâzım.<br />

Ancak şu aşamada ayrıntıya gitmeden önce,<br />

işin tarihsel boyutuna değinmekte yarar var:<br />

Ünlü eleştirmen Jonathan Culler, insanların<br />

hikâye dinlemeye ve anlatmaya dönük temel güdülerinin<br />

olduğunu söyler. Hikâye dinlemek, hikâ-<br />

34<br />

ye anlatmak insana özgüdür. Bu bağlamda insan,<br />

hikâye anlatan bir varlıktır, denebilir. Dolayısıyla,<br />

adına hikâye denilen anlatının tarihi, insanlığın tarihi<br />

kadar eskidir. Hikâyenin olduğu yerde, doğal<br />

olarak bir anlatıcı da olacaktır. Varlığı konusunda<br />

kuşku yok. Onun zaman içinde değişen işlevi<br />

değil, konumu olmuştur: İster “sözlü kültür” ister<br />

“yazılı kültür” bağlamında olsun, o, hep hikâye<br />

anlatmıştır insanlara. Değişen toplumsal ve kültürel<br />

koşulların gereği olarak birtakım değişim ve<br />

dönüşümlere maruz kalsa da, hikâyenin gizemli<br />

dünyasında o, sesini duyduğumuz ilk varlık olmuştur<br />

hep. Yazılı anlatımın baskın olduğu vakitlerde,<br />

sözlü kültür kendine özgü ortamında kazandığı sıcaklığı<br />

nispeten kaybedip daha ciddi, daha resmi,<br />

hatta kontrollü bir vaziyete bürünse de, anlatma<br />

işlevi değişmemiştir. Bütün bunlar, anlatıcının serüvenin,<br />

anlatının serüveni kadar eski olduğunu<br />

göstermektedir.<br />

Bakış açısı öyle değil.<br />

Bakış açısının tarihi, anlatıcının tarihine göre<br />

hayli yenidir. 15. yüzyıldan öte gitmez. Bunu söylerken,<br />

bu tarihten önceki anlatı gerçeğinin “bakış<br />

açısı” gerçeğinden tamamen soyutlanmış olarak<br />

biçimlendiğini söylemek istemiyorum. O vakitlerin<br />

bakış açısı kendine göreydi ve kendi bağlamında<br />

özgündü: görülen şey, görenin konumuna göre<br />

değişmiyordu; statikti. Görüleni, göründüğü haliyle<br />

değil, öğrenildiği biçimde yansıtmak, anlatmak<br />

esastı. Zira insanlar “gerçeği” (bizim algıladığımız<br />

“gerçek” ve “gerçeklik”ten farklı olan “gerçeği” )<br />

öyle algılıyorlardı. Evet algılıyorlardı; bilinenin ve<br />

görülenin, bilinen ve görülen haliyle anlatılmasını<br />

beklemiyorlardı. Minyatür sanatını düşünelim:<br />

Orda gerçek var, o gerçeği, belli bir bakış açısından<br />

anlatan bir anlatıcı da var. Ama bu anlatım<br />

tarzı, modern zamanların tarzından farklıdır.<br />

Biraz önce “bakış açısı”nın tarihi, “anlatıcı”nın<br />

tarihine kıyasla yenidir derken, modern zamanların<br />

mantığına göre anlam ve işlev kazanan bakış<br />

açısını kastediyoruz. Evet, bu dönemin sistemli,<br />

özenli, gücünü bilimden mantıktan alan dünya<br />

görüşüne ve bu görüşün beslediği sanat anlayışına<br />

uygun bakış açısının tarihi 15. yüzyıla kadar<br />

uzanır. İlk elde, Rönesans döneminin ünlü mimarı<br />

Brunelleschi’nin klâsik mimari üzerine yaptığı


araştırmalar sırasında keşfedilen ve “perspektif”<br />

kavramıyla nitelenen konunun esası, bakılan şeyin<br />

bakan kişinin görüş açısına göre düzenlenmesi temeline<br />

dayanmaktadır. E. H. Gombrich’in, alanının<br />

klâsiği olan kitabında yer alan bu tespit ( <strong>20</strong>04,<br />

s. 229 ), yine Norman Davies’in devâsâ çalışmasında,<br />

“Perspektif sorunu sonraki dört yüz yıl<br />

boyunca temsilî sanata hakim olacaktı.” ( <strong>20</strong>06,<br />

s. 515 ) cümlesiyle kısa ama anlamlı bir yargıyla<br />

değerlendirilir. Anlatı sanatı açısından çok önemli<br />

bir yargıdır bu. Perspektif, özü itibariyle gözle,<br />

görme ile ilgili bir kavramdır. Bu nedenle perspektifin,<br />

genel anlamda sanata, özel anlamda anlatı<br />

sanatına asıl katkısı, bu açıdan gerçekleşecek ve<br />

bu keşifle göz, - John Berger’in ifadesiyle söyleyelim:-<br />

“görünen nesneler dünyasının meskeni”<br />

olacaktır ( <strong>20</strong>05, s. 16 )<br />

Söz konusu “mesken” kavramının hangi anlama<br />

geldiğini, yine Berger’in cümlesiyle açıklayalım:<br />

“Görüşümüz, neyi nerede gördüğümüze (…)<br />

Gördüğümüz şey de zaman ve yer içinde bulunduğumuz<br />

duruma bağlı…” (age. s. 18)<br />

Bulunduğumuz konum, (doğal olarak anlatıdan<br />

bahsettiğimize göre bakış açısından yararlanılan<br />

kişinin konumu) doğal olarak görmek istediğimiz<br />

şeye (eşyâya) ve yansıtmak istediğimiz olaya,<br />

olduğundan farklı bir görünüm ve boyut<br />

kazandıracaktır. Bugün fakir bir çocuğun hayatıyla<br />

ilgili farklı yazarlardan, farklı hikâyeler okuyorsak,<br />

bunda söz konusu konumun -bakış tarzının,<br />

doğal olarak bu bakış tarzını besleyen niyetin,<br />

felsefenin, beklentinin, hedefin- payı büyüktür<br />

kuşkusuz. Aslında bakış açısını değerlendirirken,<br />

tarihsel süreçte gündeme gelen şu iki aşamaya da<br />

dikkat etmek gerekir:<br />

Anlatı sanatıyla ilgilenenler, bakış açısı konusunun,<br />

ilk defa İngiliz eleştirmen Percy Lubbock<br />

tarafından gündeme getirildiğini söylerler.<br />

Doğrudur. Ancak bu tespit, Lubbock öncesinde<br />

bakış açısı tekniğinin uygulanmadığı, var olmadığı<br />

anlamına gelmez, gelmemelidir. Onun konuyu<br />

ele aldığı The Craft of Fiction adlı kitabı <strong>19</strong>21<br />

yılında yayınlanmıştır. Hemen hatırlatalım ki yöntem,<br />

erken dönem İngiliz romancıları (Richardson,<br />

Fielding, Conrad) tarafından uygulanıyordu. Lubbock,<br />

konunun anlatı sanatı açısından önemine,<br />

35<br />

işlevselliğine dikkat çeken -Todorov’un tespitiyle-<br />

“ilk sistemli” araştırmayı kaleme almasıyla<br />

önemlidir ( <strong>20</strong>01, s. 68). Onun işaretiyle roman<br />

ve hikâyeciler “bakış açısı” konusunda daha özenli<br />

hareket etme gereği duymuşlar ve bu yöntemden,<br />

kurmaca yapıyı daha sağlam, daha sağlıklı,<br />

daha işlevsel inşa etme cihetinde azami derecede<br />

yararlanmışlardır. Bir anlamda öyle yapmak<br />

zorundaydılar. Çünkü, özelikle <strong>20</strong> yüzyılda farklı<br />

bir boyut kazanan -evet, özellikle <strong>19</strong>. yüzyılda zihinlere<br />

yerleşen klâsik anlayışın dışında algılanan<br />

gerçeklik, yine farklı bir boyuta taşınan zaman<br />

ve mekân kavramlarıyla yeni bir boyut kazanan-<br />

anlatı sanatının önünde “bakış açısı”, karmaşık<br />

bir sorun olarak kalacaktı. Ortaya günün gerçeklik<br />

anlayışına uygun düşen güçlü bir metin<br />

konulacaksa, bu sorunun çözülmesi gerekirdi. Bu<br />

bağlamda, <strong>20</strong>. yüzyılın ilk çeyreğinde ürün veren<br />

romancı ve hikâyecilerin çabasını hatırlamak ve<br />

hatırlatmakta yarar vardır.<br />

Bakış açısı yöntemi gözü, dolayısıyla görme<br />

eylemini, genel anlamda sanatın, özel anlamda<br />

anlatının olmazsa olmaz parçası yapar. Bunun<br />

ne anlama geldiğini anlamak için, Gomrich’in<br />

daha önce bahsi geçen kitabına bakıp sanatın, zaman<br />

içinde nasıl bir dönüşüme maruz kaldığını,<br />

dolayısıyla bakış açısının bu dönüşümde nasıl<br />

bir rol üstlendiğini görmek lâzım. Mimarlık<br />

dünyasında keşfedilen, daha sonra resim, heykel,<br />

anlatı sanatlarıyla pratik zemine taşınan bakış<br />

açısı yönteminin, bilinçli bir şekilde kullanılmasıyla<br />

anlatı dünyası, daha mantıklı, daha sağlam, daha<br />

sahih bir yapıya kavuşur. Yöntemin katkısıyla anlatı<br />

dünyasını biçimlendirecek olan “anlatma” sorunu<br />

da farklı bir boyut kazanır: bundan böyle anlatma<br />

eylemi, tek odaklı (tekil bakış açısı) ve çok odaklı<br />

(çoğul bakış açısı) olmak üzere farklı düzeylerde<br />

gerçekleşir. Romancı veya hikâyeci, anlatacağı<br />

konunun seyrine uygun olan (“tekil” veya “çoğul”<br />

) bakış açısını seçerek olayları yakından-uzaktan,<br />

içten-dıştan anlatma, yansıtma fırsatını yakalar.<br />

İş, salt bu noktada kalmaz; anlatımın, “yanlı”,<br />

“yansız” düzeylerde uygulanma imkânını da beraberinde<br />

getirir. Aslında anlatı dünyasının dışında<br />

yer alan yazarın, sanatçının bir kanaatinin, bir<br />

felsefesinin, bir ideolojisinin olması doğaldır. Ne<br />

kadar yansızlaştırma yandaşı olursak olalım,<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sanat eserini “yansıtma” karakterinden tamamen<br />

soyutlamak mümkün olamayacağına göre,<br />

sanatçının aktaracağı bir düşüncesi, bir felsefesi<br />

olacaktır kuşkusuz. O, bu felsefesini, seçeceği<br />

bir kahramanının bakış açısından okuyucuya<br />

ulaştırma cihetine gidebilir veya böyle bir yolu<br />

tercih etmeyip yansız bir tutum takınabilir. Bu<br />

tutumu, farklı düzeylere de taşıyabilir. Söz gelimi<br />

kahramanları arasında yan tutabilir veya tercih<br />

ettiği bakış açısından okuyucuyu etkileme (yan<br />

tutma) veya etkilememe (yansız kalma) anlayışını<br />

da benimseyebilir. Doğal olarak bütün bu konular,<br />

anlatı sanatının mantığı içinde ve bu mantığa uygun<br />

olarak gerçekleşecektir: uygulama o kadar da<br />

kolay olmayacaktır kuşkusuz.<br />

Görüldüğü üzere “bakış açısı” sorunu, özünde<br />

-ve yerinde kullanılması kaydıyla- yararlı, ama<br />

mahiyeti itibariyle karmaşık bir yöntemdir. Bir<br />

öykücü, temelde “yazar-karakter-okur” düzeyinde<br />

gündeme gelecek olan “bakış açısı” sorunu çözerek<br />

yola çıkmalıdır. Çünkü okuyucu olarak bizler,<br />

ilk satırın yazılmaya başlandığı andan itibaren bir<br />

sesi duyacak ( “anlatıcı”nın sesi), bir gözün adesesinden<br />

(belirlenen “bakış açısı”nın sahibinin göz<br />

adesesinden) olaylara bakacağız. Elverir ki bu ses,<br />

bizi peşinden sürüklesin ve bu göz, bize anlatının<br />

özüne uygun şeyler göstersin. Hikâyecinin başarısı<br />

veya başarısızlığı burada ortaya çıkacaktır: Çünkü,<br />

“bir yazarın dünya görüşü, kimi desteklediğinden<br />

çok, dünyaya kimin gözüyle baktığına bağlıdır.” (<br />

Hauser: <strong>19</strong>84, s. 334 )<br />

Evet, bir yazarın benimsediği dünya görüşü,<br />

anlatının kurmaca dünyasına -eğer taşınmak<br />

isteniyorsa- bakış açısı benimsenen kişinin<br />

aracılığıyla taşınacaktır. Konu şu veya bu olabilir.<br />

Bu nokta çok da önemli değildir. Önemli olan,<br />

konuya içerik boyutu (işlevsellik) kazandıracak<br />

bakış açısının seçimidir kuşkusuz. Hatta bakış açısı<br />

benimsenen kişi, felsefesi ve kişiliğiyle konunun<br />

özüne uygun düşmeyen bir konumda olabilir.<br />

Söz gelimi, Ferit Edgü’nün doğu öyküleri’nde<br />

yer alan öykülere yön veren bakış açısı ve bu<br />

bakış açısının ait olduğu kişinin kimliği, özellikleri.<br />

Kentli, entelektüel bir kişidir bu. İlk bakışta onun,<br />

Doğu’ya (doğal olarak Doğu Anadolu’ya ) mesafeli<br />

bir duruşun, tutumun sahibi olarak algılanması<br />

yadırganmamalıdır. İşin gerçeği öyle. Ama anlatı<br />

36<br />

söz konusu olduğunda, sonuç öyle olmayacaktır:<br />

anlatılan hikâyelerin tadı, gücü, değeri biraz da<br />

bu farklılıktan, zıtlıktan gelmektedir. Doğulu insanla<br />

kentli insan arasındaki tezat gerçeği, öykülerin<br />

inşasında önemli rol oynayacaktır kuşkusuz.<br />

Karşımızda entelektüel, en azından anlatı<br />

dünyasının koordinatlarını bilen, anlatma sorununu<br />

çözmüş usta bir öykücü var. Kentli entelektüel<br />

ile Doğulu insanın “makus talihi” arasındaki<br />

uyumsuzluk, gerçek hayat bağlamında bir talihsizlik<br />

olabilir; doğru, ama sanat bakımından<br />

hiç de öyle değil. doğu öyküleri’nde trajik bir<br />

renk ve bizi ötelere -evet bizi ötelerin ötesine-<br />

götüren gizemli bir yan ve bu yanı besleyen<br />

lirik bir renk varsa, bunu, söz konusu tezattan,<br />

ustalıkla yararlanmasını bilen kalemin becerisiyle<br />

izah edebiliriz. Bu bağlamda Edgü’nün örneklerinden,<br />

hikâye sanatı bakımından çıkaracağımız<br />

epeyi dersler vardır. Sanırım ilk ders, adına anlatı<br />

denilen gerçeğe uzanan yolda sahip olmamız<br />

gereken ilk nitelik, entelektüel donanım, yani<br />

anlatının ne olduğu, nasıl kurgulanması gerektiği<br />

konusundaki bilgi ve bu bilginin anlatının kurmaca<br />

dünyasında “hayatiyet” (canlılık) kazanması. Kentli<br />

olmak, kırsal kesime bağlı olmak… Bunlar çok da<br />

önemli değil. Önemli olan, Tanpınar’ın vurgusuyla<br />

söyleyeyim: sanatçı muhayyilesine sahip olmak…<br />

Edgü’nün, kentli bir anlatıcının bakış açısından<br />

sunduğu öyküler, iğreti durmamışsa, edebî bir kalite<br />

taşıyorsa, bunu, onun sanatçı muhayyilesiyle<br />

ve bu muhayyileden gücünü alan kurgu becerisiyle<br />

açıklayabiliriz.<br />

Konuyu, ikinci bir örnekle, Orhan Kemâl’in<br />

ünlü hikâyesi “Çikolata” ile de değerlendirebiliriz.<br />

Hikâyede yer alan “Yoğurtçunun kızı”nın, “çikolata”<br />

karşısındaki özlem ve ezikliğini anlatmak,<br />

yansıtmak için mutlaka bu özlem ve ezikliği<br />

yaşamak mı gerekir? Tabii ki hayır. Bu özlem<br />

ve ezikliği yaşamış da, yaşamamış da olabilirsiniz.<br />

Burasını ( deneyim gerçeğini tamamen<br />

yadsımaksızın) çok da önemsememek gerekir. Burada<br />

önemli olan Orhan Kemâl’in, “Yoğurtçunun<br />

kızı” gibi bir kahramanı hikâyenin dünyasına<br />

yerleştirmesi, hatta bundan da önemlisi, çikolata<br />

olayına onun bakış açısından bakıp okuyucuyu<br />

onun acısına, ezikliğine ortak etmesidir. Hikâyedeki<br />

“anlatıcı” ile “bakış açısı”ndan yararlanılan


figürün farklı olması (daha doğrusu “anlatıcı”nın<br />

çerçeve düzeyinde kalan bakış açısı ile “Yoğurtçu<br />

kız”ın daha etken olan bakış açısının, konunun<br />

seyrine uygun olarak dönüşümlü kullanılması),<br />

hikâye açısından bir kusur değil, tam tersine<br />

bir meziyettir: hikâye, bu tezat ile -yine tezat<br />

örneği- gerçekçi bir boyut, psikolojik bir derinlik<br />

kazanmaktadır. Bunda, “Yoğurtçunun kızı”nın<br />

hikâye geneline sinen toplumsal serüveniyle (ailesinin<br />

fakirliği, öksüzlüğü vs.) birlikte, onun çikolata<br />

gerçeği karşısındaki bireysel serüveni önemli rol<br />

oynayacaktır. Ama unutmayalım ki, bütün bunlar,<br />

onun “bakış açısı”ndan bize yansımakta, daha<br />

doğrusu yansıtılmaktadır: Doğal olarak öykünün<br />

gizemi, değeri, gerçekçiliği, okuyucu-metin<br />

bütünleşmesi de burada yatmaktadır.<br />

Konuyu, iki örnekle pekiştirmek isterim:<br />

Selim İleri’nin “Gelinlik Kız” hikâyesinde, yoksul<br />

bir ailenin gelinlik çağına gelmiş kızının (İncilâ’nın)<br />

dramı anlatılır. Kız, sözlüsü genç mühendis adayı<br />

Cahit’le bir flört hayatı yaşar; birbirlerini sever,<br />

sayarlar. İlişki nişanlama sürecine girecekken Cahit,<br />

muhtemelen yoksulluğundan dolayı kızı terk<br />

eder ve varlıklı kızlarla dolaşmaya başlar. Bir süre<br />

sonra da “eski elçilerden” Regaip Bey’in kızıyla evlenir.<br />

Terkedilmişliğin acısına dayanamayan İncilâ<br />

ölür. Konu böyle. Çokça yaşanan ve yaşanmakta<br />

olan böyle bir konunun “Gelinlik Kız” öyküsünde<br />

kazandığı boyut dikkate değer. İleri, konuyu, bir<br />

öykünün imkânları ölçüsünde çok güzel kurgular,<br />

anlatır; okuyucuyu, hikâyenin dünyasına çekmeyi,<br />

etkilemeyi ustalıkla başarır. Bunun gizemini, tercih<br />

edilen bakış açısında aramak lâzım. Hikâyede<br />

bir çocuğun bakış açısı kullanılır. Farklı bir çocuktur<br />

bu. Duyarlı, dikkatli, insanlara karşı acıma hissiyle<br />

doludur. Selim ileri, İncilâ’nın ve onun yoksul<br />

ama onurlu ailesinin serüvenini anlatırken, zaten<br />

onlara karşı inanılmaz bir sevgi ve acıma hissiyle<br />

dolu olan çocuğun bakış açısından yararlanır.<br />

Çocuğun gerisinde, İleri’nin ev ve komşuluk kültürü<br />

konusundaki birikiminin, bilgisinin olduğunu<br />

görmek zor değildir. Ancak, bu birikimin tek başına<br />

bir şey ifade etmeyeceği -en azından anlatı sanatı<br />

açısından bir şey ifade etmeyeceği- âşikârdır. İleri<br />

bu birikimi, anlatıya dönüştürürken, hem kendi<br />

felsefesine, hem de okur vicdanına seslenmenin en<br />

uygun yolunu seçer ve konuyu çocuk duyarlılığının<br />

37<br />

filtresinden geçirir. Olaylara çocuk penceresinden<br />

bakıyorsanız, daha işe başlamadan avantajlı bir yol<br />

seçmiş oluyorsunuz. Çünkü çocuk tek başına bir<br />

vicdan sıcaklığıdır, merhamet ve acıma esintisidir.<br />

Tabii seçtiğiniz konu da önemlidir. Selim İleri’nin<br />

tercihi bu yöndedir ve başarılı olduğuna göre, tercihi<br />

doğrudur. Yine bu bağlamda düşünecek olursak,<br />

Erdal Özün “Babamdı” hikâyesindeki donuk,<br />

acımasız, kayıtsız, içine kapanık baba tipini, ona en<br />

yakın olan ve ondan beklediği sıcak ilgiyi hiçbir zaman<br />

görmeyen kendi çocuğunun bakış açısından<br />

başka, hangi bakış açısıyla çizebilir, anlatabilirsiniz.<br />

Belki başka yolla da anlatabilirsiniz; ama<br />

Öz’ün hikâyesine uygun düşen bakış açısı budur<br />

ve Öz, bu bakış açısından ustalıkla yararlanmasını<br />

bilmiştir.<br />

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ele alıp<br />

değerlendireceğimiz her örnek, bize bakış açısı<br />

konusunda yeni izah, yorum ve yargılama imkânı<br />

verecektir kuşkusuz. Bu da şunu gösterir, bakış<br />

açısı konusu tekilleştirilecek, şu şundan ibarettir<br />

denilecek kadar basit bir konu değildir. Neredeyse<br />

ne kadar öykü örneği varsa o kadar farklı uygulama<br />

vardır. Yine de bir yargıya gitmek gerekirse,<br />

şunu söylemek mümkün: hikâye, ben merkezli,<br />

tekil bakış açısına daha uygun bir türdür. Çoğul<br />

bakış açısı, hikâyenin ruhuna uzak bir yöntemdir.<br />

O romanın kârıdır. İlginçtir: hikâyecilerin inanılmaz<br />

bir ısrarla, hatta inatla sarıldığı tekil (ben merkezli)<br />

bakış açısına romancılar uzak durmuşlar, onlar<br />

daha çok tanrısal bir güç taşıyan 3. şahıs ile<br />

çoğul bakış açılarını tercih etmişlerdir. Bu tercihin<br />

altında, doğal olarak roman ile hikâyenin, hacimden<br />

niteliğe, misyondan mesaja, yapıdan kompozisyona<br />

kadar uzanan farklılıkları yatmaktadır.<br />

Hikâyenin, etkisi değil ama, gücü sınırlıdır ve<br />

hikâye, bu güçten azami derecede yararlanmak<br />

zorundadır. Bu açıdan bakıldığında birinci<br />

şahıs anlatımın kullanılması, “büyük bir doğallık,<br />

doğrudanlık… inandırıcılık havası yaratmada”<br />

öyküye avantaj sağlamaktadır (Blodgett, <strong>19</strong>94)<br />

C. Pavese de, “birinci şahıs ağzından söylenen bir<br />

türkü üçüncü şahıs ağzından söylenenden daha<br />

inandırıcıdır” derken (<strong>19</strong>73, s. 118 ), yine aynı<br />

noktaya değinir.<br />

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Anlatı dünyası,<br />

ilk elde “anlatıcı” ile “bakış açısı” öğeleriyle biçim-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

lenen bir yapıdır. Yapıda yer alacak olan dil, üslup,<br />

zaman, mekân vs. gibi öğelerin kaderini yönlendiren<br />

de yine anlatıcı ile bakış açısıdır. Bundan<br />

dolayıdır ki, bir hikâyeci, metnini kaleme alırken<br />

ilk elde bu iki elamanını, metnin dünyasına özenle<br />

yerleştirmelidir. Bu iki elemanın dünden bugüne<br />

uzanan süreçte “değişerek devam etme” gibi bir<br />

serüven yaşamışsa, ki öyledir, bunun nedenini salt<br />

edebiyatın mantığıyla izah edemeyiz. Anlatıcı ile<br />

bakış açısı konusu, tek başına ve sadece edebiyata<br />

özgü teknik bir olay gibi görülmemelidir. Çünkü<br />

“anlatıcı” ile “bakış açısı” konusu, zaman içinde,<br />

sosyal, bilimsel ve teknolojik plandaki gelişmelere<br />

paralel olarak dönüşüme maruz kalır; bizatihi<br />

sanatın kendi damarlarından mimarîden, resimden,<br />

sinemadan, dilin dönüşümünden beslenerek<br />

modern zamanların anlatım biçimi olan hikâyenin<br />

en önemli iki elemanı olur. Bu iki elemanın<br />

katkısıyla hikâyeciler, gerçeği çok yönlü görme ve<br />

gösterme imkânına kavuşacaklardır kuşkusuz.<br />

38<br />

KAYNAKLAR<br />

Allen, Walter “İngilizcede Kısa Öykü”, çev. Y. Salman, Adam Öykü,<br />

Mart-Nisan <strong>19</strong>97<br />

Bates, Kısa Öykü,<br />

Berger, John Görme Biçimleri, çev. Y. Salman, Metis, <strong>20</strong>05<br />

Blodgett, H. “Kısa Öykü tekniği”, çev. K. Atakan, Adam Öykü, Sayı<br />

2, Ocak-Şubat <strong>19</strong>94<br />

Davies, Norman Avrupa Tarihi, Editör: M.A. Kılıçbay, İmge, <strong>20</strong>06<br />

Edgü, Ferit doğu öyküleri, YKY., <strong>19</strong>95<br />

Gomrich, E. H. Sanatın Öyküsü, çev. E. Erduran-Ö.Erduran,<br />

Remzi Ktb., <strong>20</strong>04<br />

Hauser, Arnold Sanatın Toplumsal Tarihi, çev. Y.Gölönü, remzi<br />

Ktb, <strong>19</strong>84<br />

İleri, Selim “Gelinlik Kız”, Otuz Yılın Bütün Hikâyeleri, Oğlak<br />

Yay. <strong>19</strong>97<br />

Manguel, Albert Okumanın Tarihi, çev. F. Elioğlu, YKY., <strong>20</strong>01<br />

Ong, W. J. Sözlü ve Yazılı Kültür, çev. S. P. Banon, Metis, <strong>19</strong>95<br />

Orhan Kemâl, “Çikolata”, Yağmur Yüklü Bulutlar, Epsilon, <strong>20</strong>05<br />

Öz, Erdal “Babam”, Türk Edebiyatından Öyküler 2, Der. E. Ercan-<br />

Ö. Önemli, İnkılap Yay., (tarihsiz)<br />

Pavese, C. Yaşama Uğraşı, çev. C. Çapan, E Yay., <strong>19</strong>73<br />

Todorov, Tzvetan Poetika, çev. K. Şahin, Metis, <strong>20</strong>01


SON OTUZ YILIN<br />

ÖYKÜSÜNDE BİLİNÇ/<br />

BİLİNÇALTI/METİNSEL<br />

ÖZNE<br />

Özet: Bu çalışmada, son otuz yıldan bu güne<br />

bazı öykülere, bilinç ve insan, bilinçaltı ve insan,<br />

metinsel özne ve insan bağlamında bakılmaktadır.<br />

Modern öykünün başından <strong>19</strong>50’lere kadar<br />

öykü kişilerinin sosyal, kültürel ve siyasal ilişkiler<br />

ağı içinde, farklı derinliklerle de olsa, bir bilinç<br />

düzlemi üzerinde göründükleri bir gerçek. Kendinden<br />

öncekiler kadar olmasa da, son otuz yılın<br />

öyküsünde de epistemolojik ve ideolojik bir arka<br />

plana bağlı olarak konuşan, davranan ve eleştiren<br />

kişiler oldukça fazla. Bu gerçeklik “öyküde bilinç<br />

ve insan” olarak adlandırılmakta ve birkaç öykü<br />

bu açıdan değerlendirilmektedir. Aynı dönemde<br />

Newtoncu gerçekliğin yönettiği duyulardan, düşüncelerden<br />

ve bakış açılarından kuşkuya düşen;<br />

göreceli gerçekçiliğin kaynaklık ettiği bilinçaltına<br />

yönelen; kendi varlığının ve duruşunun kaynaklarına<br />

eğilen çok sayıda öykücü ve öykü kişileri<br />

var. Öyküdeki kişilerin bu durumu da “bilinçaltı<br />

ve insan” diye adlandırılmakta ve birkaç öyküye<br />

bu açıdan bakılmaktadır. Bilinçaltından bağlantısızlığa<br />

geçen, giderek çevresiz, ailesiz, mekansız<br />

metinlerin zihinsel varlığına dönüşen öykü kişilerine<br />

ise “metinsel özne ve insan” başlığıyla değinilmektedir.<br />

Anahtar Kelimeler: öykü, bilinç, bilinçaltı, metinsel<br />

özne<br />

39<br />

Yard. Doç. Dr. Mehmet NARLI<br />

Balıkesir Üniversitesi<br />

The Consciousness,<br />

Subconsciousness and<br />

Textical Subject in Short<br />

Stories from the Last<br />

Thirty Years.<br />

Abstract: Some short stories from last thirty<br />

years on are looked in the context of the consciousness<br />

and human being, subconsciousness<br />

and human being, and textical subject and human<br />

being. The short stories whose persons speak,<br />

behave and criticize on the base subject to epistemolocig<br />

and idealocig background are looked<br />

in terms of the consciousnes and human being,<br />

the short stories whose people inclined toward<br />

the subconsciousness formed by relative reality,<br />

and toward the source of the self existence and<br />

posture are evaluated in terms of the subconsciousness<br />

and human being, short story persons<br />

passing from the subconsciousness to unconnectedness,<br />

turning to mental being of texts with<br />

no environ, family and space are seen in terms of<br />

textical subject and buman being.<br />

Key words: short story, the consciousness, the<br />

subconsciousness, textical subject<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Öyküde Bilinç ve İnsan<br />

Öyküdeki bilinç düzlemi, ideolojik, dinsel veya<br />

mistik önermeler, eleştiriler ya da sorgulamalar<br />

bağlamında kullanılmaktadır. Buna göre öyküde<br />

bilinciyle var olan kişinin, bakış açısı, nesnel ve<br />

öznel ilişkiler ağı içindeki tavrı, anlatım tutumu,<br />

epistemolojik ve ideolojik bir arka plana ve ortama<br />

sıkı sıkıya bağlıdır. Bu tür öykülerin alt ve üst<br />

yapılar arasındaki nedensellik bağı da bilinç düzleminde<br />

kurulur. İdeolojik düzeyi sosyal gerçekliğin<br />

politik bildirileri ve tiyatral davranışları yüzeyselliğinde<br />

olan öykülerde kurgulanan kişi de anlatıcı<br />

da bilgiçtir ve kesin inançlı konuşur. İdeolojik<br />

düzeyin, varoluşsal bir arka plan olarak yer aldığı<br />

öykü kişileri ise, kendilerini de bilinç düzleminde<br />

anlamlandırmak istedikleri için daha içinden,<br />

daha simgesel konuşurlar. Örneğin iç konuşmalarla,<br />

dışsal ve içsel eleştirilerle ağırlaşan öykülerde<br />

kişilerle okur arasındaki ilişkiler darlaşmaya<br />

ama derinleşmeye başlar. Öykü kişilerinin merkezinde<br />

veya çevresindeki leitmotivler, simgesel bir<br />

alan oluştururlar ve öykü kişilerini, çeşitli değerleri,<br />

idealleri ve iletileri taşıyan varlıklar haline getirirler.<br />

Farklı aşamalar, teknikler ve bilinçsel arka<br />

planlara sahip olsalar da başlangıcından <strong>19</strong>50’le<br />

genel olarak roman ve öykü, Nurdan Gürbilek’in<br />

dediği gibi “hem modernliğin hem de modernliğe<br />

yönelik direncin, modernliğe göre yeniden tanımlanmış<br />

bir yerliliğin inşa edildiği alandır” (Gürbilek<br />

<strong>20</strong>04:176). Bu alandaki “bilinç”li öykü kişileri, ideolojik,<br />

dinsel veya mistik önermelerde bulunabilmek;<br />

eleştiriler ya da sorgulamalarda yapabilmek<br />

için, bir değerler sistemine ihtiyaç duyarlar, Çünkü<br />

Murat Belge’nin deyişiyle “eleştiri bir sistematiğin<br />

ürünüdür ve değiştirmeyi amaçlar” (Belge <strong>19</strong>94:<br />

188).<br />

Yetmişlerden bugüne öyküdeki bilinç ve insan<br />

ilişkisine, Tezer Özlü’nün, Adalet Ağaoğlu’nun,<br />

Mustafa Kutlu’nun ve Hüseyin Su’nun bir/birkaç<br />

öyküsü örneklenerek değinilebilir. Özlü’nün<br />

Eski Limanı’nda bilinçlilik durumu “devrimcilik”;<br />

Ağaoğlu’nun Karanfilsiz’inde “emek, sevgi ve<br />

içtenlik”; Kutlu’nun Sır’ında “mistisizm ve modernlik<br />

ilişkisi”, Hüseyin Su’nun Aşkın Halleri adlı<br />

kitabında “toplumsal diriliği ve içtenliği sağlayan<br />

aşk” ve Tüneller’inde “dinin çağrısına muhatap<br />

olmak” olarak görünür. Bu öykülerdeki eleştirel-<br />

40<br />

liğin, önermelerin ve işaretlerin de bu değerler<br />

çevresinde gelişmesi doğaldır.<br />

İddialı birey/sel öyküler yazıyor görünse bile<br />

Tezer Özlü’nün bilinç düzeyi derin olmayan öykü<br />

kişileri var. Bilinç düzlemi üzerinde, ölüm, iletişimsizlik,<br />

yalnızlık gibi paradigmalaşmış modern<br />

sorunlarla cedelleşiyor görünen kişiler, zaman<br />

zaman da doğayı ve halkı seven, “devrimci”, kişilerdirler.<br />

Erbil’in Eski Liman adlı öyküsü, hastaneden<br />

sağlığına kavuşmuş olarak çıkan anlatıcı<br />

ile tutukluluğu sona Zeynep adlı arkadaşının<br />

İzmir’den Antalya’ya uzanan yolculukları üzerine<br />

kurulur. Anlatıcı, “ şehrin üzerinde fantom uçaklarının<br />

savaşı hatırlatan gürültülü uçuşlarından kurtulacağı<br />

için mutludur. İnançlarının güçlendiğini<br />

(hastanede yatma sebebi nedir, sağlığına kavuşmasının<br />

inançları ile ilişkisi nedir, belli değildir),<br />

her konuda en doğru düşünceye ulaştığını” (Özlü<br />

<strong>19</strong>97) hissetmektedir. Egeden Akdeniz’e doğru<br />

yapılan bu gezinin, deniziyle, güneşiyle, eski evleriyle<br />

sevimli ve umutlandırıcı olmasının sebebi<br />

bu hissediş olmalıdır. Buraya kadar, anlatıcı öykü<br />

kişisinin bilinç durumu, hastalıktan kurtulduğu<br />

için hayatın güzelliklerini daha iyi fark eden bir<br />

insanda görünür. Fakat anlatıcı ile Zeynep’in buluşması<br />

ile birlikte birden öyküdeki bilinç ideolojik<br />

bir düzlemde ilerlemeye başlar. Zeynep, bir uçak<br />

kaçırma eyleminin suçlusu olarak tutuklanmıştır.<br />

Arkadaşının “işkence yaptılar mı” sorusunu geçiştirse<br />

bile, cevabı ve yüzünün kızarması nasıl bir<br />

işkence gördüğünü ima eder. Köylerden geçerlerken<br />

tarlalara akan her su yolunun başında “fakir<br />

babası Demirel”, “meşalemiz Menderes”, “başvekilimiz<br />

Demirel” gibi sloganlar görürler. Anlatıcı ve<br />

arkadaşı, “fakir babaları böyle oldukça, yoksullar<br />

ordusunun çoğalmasına şaşmıyoruz” diyerek, bu<br />

sloganları yazan köylülerin “bilme” ve “anlama”<br />

düzeylerini, siyasal tercihlerini eleştirirler. Fakat<br />

anlatıcının bu cümleyi söylemeden önce verdiği<br />

bilgiyle çeliştiğini fark etmemesi ilginç: “Gelişmiş<br />

ülkelerdeki gibi kurulmuş sulama tesisleri ile ovanın<br />

her yanında verimliliğin arttığı” bilgisini veren<br />

anlatıcı, bu gerçeklikle tarım toplumunun siyasal<br />

tercihi arasında bir ilgi kurma gereği duymaz.<br />

Side müzesinde “Apollo’nun bacağını okşamaktan<br />

kendini alamayan” anlatıcı yeniden devrimci<br />

ve halkçı arkadaşının uçak kaçırma işine döner ve


okura, onun aslında ürkek, çekingen, içinde müthiş<br />

bir “halk sevgisi” taşıyan bir kız olduğunu göstermek<br />

ister: “Çilekleri yıkayıp getiren satıcının<br />

saygısına gözleri yaşarmıştır”. Anlatıcının kendisi<br />

de “devrimci inançtan olan kadınların sert, militan<br />

bir dış görünüşe bürünmelerine karşı olan, kadının<br />

kadın olmasını isteyen, halklara olan sevginin<br />

bireylerle olan ilişkilerde görünmesi gerektiğini<br />

düşünen, çok sevmeyen ve çok sevişmeyen birinin<br />

insancıl bile olamayacağına inanan” (Özlü <strong>19</strong>97)<br />

bir kişidir. Öyküdeki siyasal bilinç durumunun düzeyini<br />

gösteren alıntılar bunlar. Ömer Lekesiz,<br />

öyküde bu ideolojik bildirileri “çirkin bir yama gibi<br />

duran devrimci sloganlar ve mülahazalar” (Lekesiz<br />

<strong>20</strong>01:474) olarak değerlendirir. Gerçektende<br />

“devrimci”, “halk sevgisi” “sevmek sevişmek” kelimelerinden<br />

ibaret kalan bir hayat sahnesinden,<br />

derin siyasal bir bilinç durumuna geçemez öykücü.<br />

Adalet Ağaoğlu’nun öykülerindeki bilinç durumu,<br />

toplumcu gerçekçi algının bütün derinliğini<br />

ve genişliğini taşır niteliktedir. Hilmi Yavuz’un<br />

belirttiği gibi Ağaoğlu, gerçeği çarpık ve tek yanlı<br />

görünüşleriyle ortaya koyan ideolojik çelişkileri<br />

eleştirir; eleştirmekle de kalmaz, bu çelişkileri<br />

aşarak gerçeği, bütünselliği içinde kavrayan bir<br />

dünya görüşü doğrultusunda temellendirmek ister<br />

(Lekesiz <strong>20</strong>01:400). Bu dünya görüşünün temellerinden<br />

bir kaçı da emek, sevgi ve içtenliktir.<br />

Onun Karanfilsiz adlı öyküsü, kamyon kasalarına<br />

resimler yapıp boyayan birinin öyküsüdür. Öykü<br />

bir taraftan kendi varlığını, emeğe ve sevgiye dayanan<br />

yaratıcı bir duyarlıkla geliştiren bir insanın;<br />

bir taraftan modern kapitalist sürecin hızlı, çıkarcı,<br />

kaba ilişkilerine dayanamayarak kendi “biricikliğini”<br />

kaybeden insanların; diğer taratan da<br />

“işim mi? Eh işte” diyerek hayatın içinde mutsuz,<br />

güvensiz, dökülmüş biçimde dolaşan insanların<br />

öyküsüdür.<br />

Öykü kişisi, dedesinden ve babasından öğrendiği,<br />

araba kasalarını boyama ve süsleme işini,<br />

yaratıcı bir sevgiyle geliştirir. Onun bu yaratıcı<br />

sevgisi “gülün şıpırtılarını unuttun. Suların salınışını<br />

unutma. Boyayı da iyi ov; renkler sevinsin”<br />

diyen dede ile “gönlünce yap, başka şeye kulak<br />

asma” (Ağaoğlu <strong>19</strong>82:44) diyen babasından gelir.<br />

Dede ve baba imgesinin böyle olumlanması, hem<br />

41<br />

emekten ve sevgiden gelen bir toplum inancını<br />

işaret eder; hem de insanın, bu değerlerlerinden<br />

uzaklaşarak nasıl eksi eksile yaşadığının tarihlerini<br />

işaret eder. Dede ve babanın ölümünden sonra,<br />

“iş mi bu senin yaptığın? Bizim atelyede tabancayı<br />

sıkarsın bir saatte boyar çıkarsın” diyen boya<br />

atelyesinde çalışan bir arkadaş, modern kapitalist<br />

üretim anlayışının simgesi olarak belirir. Önceleri<br />

anlamaz arkadaşının ne demek istediğini; neden<br />

işini küçümsediğini “kötü mü boyuyorum? Kuğular<br />

çirkin mi? Kuşlar ölümü?” biçiminde, işini<br />

yaparken bağlı olduğu değerlere bağlı olarak cevaplar.<br />

Öyküde belli bir yaşanmışlık zamanı belirtilmese<br />

de, el emeği, göz nuru ile yapılan işin, bir<br />

boya tabancası karşısında gerilemesi, hızın, seri<br />

üretimin ve standart tüketim anlayışının başladığı<br />

süreci gösterir.Tarihsel bir zaman vermek gerekirse<br />

<strong>19</strong>60’lı yıllar olmalıdır. Türkiye’de büyük<br />

sosyo ekonomik ve kültürel değişmenin yaşandığı<br />

yıllardır bu yıllar. Hızlı kalkınma hamlesinin yaydığı<br />

zengin olma hırsı, üretim ve tüketim ilişkilerini<br />

yeniden belirler. Para, Anadolu halkını ayakta<br />

tutan değerlerin yozlaşmasına sebep olur. Para<br />

kazanmak için her yolu mubah görmeye başlayan<br />

insanlar çoğalmaya başlar. Bu ilişkiler içinde<br />

sadece burjuva çevresi görünmez. Anadolu’dan<br />

aynı maksatla, aynı mecburiyetlerle İstanbul’a gelenler<br />

bile birbirlerini sömürmeye, dolandırmaya<br />

başlarlar.<br />

Babası, kendisi ve arkadaşı arasında kalan delikanlı,<br />

kasalara yaptığı resimlerin, nilüferli suların,<br />

ayın şavkı vurmuş dağ başlarının, karanfillerinin<br />

uzun yolları kısalttığını anlatamaz atelyede çalışana.<br />

Onun için boyanın tek bir amacı vardır: Kasa<br />

tahtasının çürümemesi. Artık kamyon sahiplerinin,<br />

şoförlerin resimlere bakmaya zamanları yoktur;<br />

her işini çarçabuk ve en ucuza bitirmek isterler.<br />

Delikanlı, amacın sadece tahtayı çürütmemek<br />

olduğunu anlayamaz ya da bu gönül kapanmasını<br />

içine sindiremez; “bu resimleri hâlâ sevenler var”<br />

şeklinde ölgün bir sesle konuşsa da içinden “işini<br />

gönlünce yap” diyen babasına “dünya gönlümüze<br />

mi kalmış baba” diye kırılmış bir sesle cevap verir.<br />

Kötücül ve çıkarcı müdahale, delikanlının zihni bulandırmış,<br />

sonunda o da “işim mi? Eh işte” diyen<br />

kalabalığın modern şehirlerinde yaşadığını acıyla<br />

fark etmeye başlamıştır.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Mustafa Kutlu, öykülerinde, modern şehir ve<br />

taşra problemlerini -hatta mistik ilişkiler ağını<br />

işlerken bile- gözlemlenebilecek ve izlenebilecek<br />

bir bilinç durumunu ısrarla korur. Yüzeysel bir sınıflandırma<br />

yapılacak olursa onun öykü kişilerini<br />

bilinç durumları ve düzeyleri açısından ikiye ayırmak<br />

mümkündür. Birinci gruptakiler, genel olarak<br />

dinsel, milli, tarihsel kökleriyle buluşmak isteyen;<br />

modern hayatlar ve yapılar içinde bu irtibatın<br />

nasıl sağlanacağına kafa yoran insanlardır.İkinci<br />

gruptakiler, genellikle taşrada ya da modern<br />

şehirlerin taşrasında alıştıkları gibi yaşayan, her<br />

türlü acıyı, kederi ve huzuru insan için bilen, ilişkilerinde<br />

içten ve kompleksiz insanlardır. Fakat her<br />

iki gruptakiler de “modern birey” bağlamında dağılıp<br />

parçalanan kişiler değildirler; sosyal ilişkileri<br />

canlı, ortak duyarlığı ve davranış kalıplarını temsil<br />

gücüne sahip kişilerdirler. Bu gerçekliğin en belirleyici<br />

sebebi, kendini ruhsal ve düşünsel olarak<br />

kasmayan, insanlarını seven öykücünün kendisidir.<br />

İkinci sebebi ise Kutlu’nun kendi deyişiyle hep<br />

“şimdi”yi anlatmasıdır: “Benim hikayelerim hep<br />

şimdiyi anlatır. İki de bir hem geçmişe hem geleceğe<br />

bakarken, asıl olarak şimdinin şiddetini, şimdinin<br />

insanlara yüklediklerini dile getirir” (Kutlu<br />

<strong>19</strong>84). Bu yüzden öykü kişilerinin yaşadığı yerler,<br />

yaşama biçimleri, tepkileri, eleştirileri ve istek ve<br />

korkuları hep insana tanıdık gelir.<br />

İlk iki öyküde, düşünsel/ideolojik eleştiriler, sorgulamalar<br />

ve önermeler bağlamında öyküdeki<br />

bilinç düzlemine değinildi. Farklı bir bilinç düzlemi<br />

için, “mistisizm ve modernlik ilişkisi”ne eğilen<br />

Mustafa Kutlu’nun Sır adlı öyküsüne değinilebilir.<br />

Sır, problem çerçevesi olarak “toplumsal değişme<br />

ve şehre göç” içine yerleştirilebilecek bir öykü<br />

gibi görünebilir. Fakat bu genel köy-şehir ilişkisin,<br />

çatışmasının, mistik ile modernin çatışmasına<br />

odaklanması önemlidir. “Şark’ta sanat iki şeyin<br />

peşindedir: Hikmet ve ahenk” (Kutlu <strong>19</strong>83); “şehirleşme<br />

olgusu ve göç, beni sürekli meşgul etmiştir”<br />

(Kutlu<strong>19</strong>99) ve “tasavvufî dil üzerinde çalışmaktayım”<br />

(Kutlu <strong>19</strong>84) diyen Kutlu’nun öykücülüğünün<br />

olgunluk yıllarında Sır’ı yazması doğaldır. Yoksulluk<br />

İçimizde’ki öykülerinde tasavvuf motiflerine,<br />

mistik algının işaretlerine eğilen Kutlu, Sır öyküsünde,<br />

kendi halinde, kanaat ve teslimiyet içinde<br />

yaşarken, doğrudan şeyhi tarafından halife tayin<br />

42<br />

edilen; köyünde “hizmet” ve “himmet” etmeye<br />

gayret eden ama paralı ve hatırlı “ihvan”nın zorlamasıyla<br />

şehre göçen birini anlatır. Öyküde bilinç<br />

ve irade üç boyutlu olarak yansır:<br />

1.Baş kişinin bilinci: Öykünün baş kişisi olan<br />

dergah şeyhinin bilgisi, iradesi ve kararları mistik<br />

geleneğe bağlıdır.Kendini ilim ve hikmet sahibi<br />

görmediği için halifelik görevini kabul etmek istemese<br />

de bir “mahrem” görüşmede şeyhinin emanetini<br />

kabul eder. Esasen bu “emanet tevdii”nde<br />

asıl karar “alem-i mana”da verilmiş ve bu karar<br />

şeyhine görünmüştür. Şehre göç işinde de karar,<br />

mistik bilginin ikinci kaynağı olan “rüya”dan gelir.<br />

Köylü postnişin, sırasıyla Yaradan’a sığınarak,<br />

Peygamber’den şefaat, şeyhinden de himmet<br />

dileyerek rüyaya yatar ve rüyasında “imtihandır,<br />

kabul edesin” emrini alır. Şeyhin üçüncü büyük<br />

kararı dergahı bırakıp “sır” olmaktır. Bu kararın<br />

verilmesi de rüyada alınan işaretle olur. Modern<br />

akla ve duyusal gerçekliğe göre bu kararlarda<br />

bireye ait olan bir bilinçten söz edilemez. Fakat<br />

mistik bilinç paylaşılan bir bilinçtir; duyusal ve<br />

akli bilinç, bireyin düşünmesini, davranmasını<br />

ve istemesini hazırlar. Öyküdeki kişinin, ilim ve<br />

hikmet sahibi olmadığını bilerek görevden affını<br />

dilemesi; sonra şehre gitmekte tereddüt etmesi;<br />

ihvanın gösterişli tekke binası yapması karşısında<br />

bu paranın ne yoldan ve nasıl kazandığının sorgulanması<br />

bireyin aklî ve duyusal bilincini ortaya<br />

koyar. Onu, şeyh yapan, şehre taşıyan ve ona dergahı<br />

terk ettiren ise “alem-i mana”dan gelen bilgi<br />

ve iradedir. “Küllî ve cüz’i irade” kavramları, bu<br />

gerçekliği anlatır.<br />

2. İleri gelen paralı ihvanın bilinci: “Mercedes”<br />

simgesi ile birlikte verilen bu insanların, Ömer<br />

Lekesiz’in tespit ettiği gibi taleplerinde iki olgu<br />

vardır: “Gösterişli bir tekke hizmeti ile müritlerin<br />

sayısını artırmak ve bu sayıya yaslanarak ekonomik<br />

ve siyasal açıdan baskı unsuru olabilmek”<br />

(Lekesiz <strong>20</strong>01:139). Şehri, mercedesi, gösterişli<br />

tekke binasını ve büyük kitleleri önemseyen bu<br />

ihvanlar, modern kapitalizmin reklam ve imaj<br />

aletlerinden derinden etkilenmiş görünürler. Tasavvuf<br />

tarihi içinde yeri olan “fitne” hareketlerini,<br />

bu insanların başlatmış ve yaymış olmaları önemlidir.<br />

Kazandıkları paranın, gücün kazanılmasında<br />

ve bunların kullanılmasında artık “hak, kanaat,


adalet” ilkelerini tanımayan veya tevil eden bu<br />

insanlar, siyasal çıkar ve denge ilişkilerinin de<br />

önemli aktörleri olurlar.<br />

3. Öykücünün bilinci: Öykücü, toplumsal değişme<br />

ve çözülmelerin her alandaki yansımalarını<br />

izleyen; olan bitenin sebepleri üzerinde düşünen<br />

ve işleyeceği problemin tarihsel seyrini ve<br />

modern zamanlar içindeki durumunu bilen biri<br />

olarak görünür. Öykücü önce hakikate tasavvufi<br />

idrakle muhatap olan ve hayatı bu geleneğin<br />

belirlediği ölçülere göre yaşayan şeyh ve müritleri<br />

ortaya koyar. Sonra bu gelenek içindeki iki<br />

çatışmayı görünür kılmaya çalışır: Nefs ve Fitne.<br />

Nefs, çok yüzeysel bir tanımlamayla insanın içindeki<br />

iyilik ile kötülüğün, istekle kanaatin, kibirle<br />

tevazünün, geçici ile kalıcının savaşıdır. Bu savaşın<br />

amacı ise olgunlaşmadır. Öyküde bu çekişme<br />

özellikle şeyh merkezinde verilir. Köyde emeğiyle<br />

geçinen şeyhin, şehre getirilerek görkemli binalara<br />

yerleştirilmesi, emrinde sayısız müridin çalışması,<br />

mersedese binmesi, bütün ihtiyaçlarının<br />

anında ve emeksiz karşılanması, bu çatışmayı<br />

görünür kılar. Artık şeyh bir karar aşamasına gelir:<br />

Ya kendisine sunulanların haram helal hesabını<br />

yapmadan modern hayatın sosyal ve siyasal<br />

bir aktörü olarak devam edecek ya da etrafındaki<br />

bu çarktan kendini kurtaracaktır. Karar, rüya,<br />

feraset ve hikmetle gelir. Rüyada Ebuzer-i Gıfarî<br />

şeyhi “bu sarayı halkın parasıyla yaptırıyorsan;<br />

bil ki bu, zulümdür. Kendi paranla yaptırıyorsan<br />

bu da israftır” (Kutlu <strong>19</strong>94: 17) diye azarlar.<br />

İkinci rüyada şeyhin şeyhi “Ebuzer haklı ama ben<br />

de haklıyım. Köy yerinde eskinin insanlarına, eski<br />

usullerle hizmet etmek kolay, zor olan bu şehir<br />

yerlerinin yeni insanlarına mürşit olabilmektir”<br />

(Kutlu <strong>19</strong>94:17) diyerek şeyhin vereceği sınavı<br />

daha çetin bir hale getirir. Sıra, şeyhin doğrudan<br />

alem-i manada kendisini görmeye gelir. “Boy aynası”<br />

motifi bunun için kullanılır. Şeyh o aynada<br />

hem cismini hem içini görür. Ne gördüğünü anlatamaz<br />

ama cübbeyi atarak tekkeden çıkar gider.<br />

Öykücüye göre bu, yeni bir “seyr ü süluk”tur. Öykücü<br />

eleştirel bilincini, anlatıcıyla birleşerek şehir<br />

insanı çevresinde harekete geçirir. Kazanma<br />

hırsı, kazandıkları, ve güç arayışları kapitalistçe<br />

olan ama yaşama biçimi ve argümanları ile tasavvufâne<br />

olmak isteyen şehirlilerin doğal olarak<br />

43<br />

bin bir derdi vardır. Bir kaçını anlatıcı: “Parayı<br />

hangi işe yatırsam hayırlı olur”, “gelinler kızlar<br />

çocuklar fazla çocuk istemezler; bunun için tatbik<br />

edilen yollar caiz midir”, “eskimiş, imal hatası<br />

olan malala zekat olur mu”, “domuz yağı şaibesi<br />

olan yağları yemek caiz mi”, “kadınlarımız nasıl<br />

örtünsünler” “kalp nakli mümkün olmuştur, iman<br />

nakli de vuku bulur mu”. Bu sorular da, daha fazla<br />

kazanmak için, manevi destek isteğini, ekonomik<br />

değeri kalmamış malla zekat verme kurnazlığını<br />

da bulmak mümkündür ve öykücünün asıl<br />

eleştirisi de bu kapitalist hırsın, cemaat tarikat<br />

argümanı içinde tevil edilmesidir. Öykücü, klasik<br />

manada ve yapılanmadaki bir tasavvuf hareketinin<br />

modern toplumda devam edemeyeceğini de<br />

söylemek ister.<br />

Hüseyin Su’nun “Beri Dön Güzel de Yüzün Göreyim”,<br />

Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor”, “ Gömleği<br />

Yırtık Kırmızı Gül”, “Sen Gelmezsen Güvercinler<br />

Küser”, “Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi”<br />

adlı beş öyküsünün toplandığı Aşkın Halleri kitabı<br />

Davut Sulari’nin “Hikmetten okuram sırdan<br />

sezerem/ Aşk defterin açıp görem sultanım” mısralarıyla<br />

açılır ve Şeyh Galip’in “Ah mine’l ışk u<br />

hâlâtihî/ Ahrâka kalbî bî-hararatihî” beytiyle kapanır.<br />

Bu iki alıntı aşk üzerine tesadüfen veya sadece<br />

çok sevildiklerinden dolayı yapılış değiller;<br />

niçin yapıldıkları bilinçle işlenen merkez değerin<br />

anlamını nasıl açacakları inceden hesaplanmış<br />

mısralar. Sulâri ve Şeyh Galip: Birincisi tasavvufî<br />

aşk algısını, Bektaşi müzik geleneğini taşrada<br />

seyyah olarak yaşamış ve dağıtmış bir aşık. İkincisi,<br />

ahlâkı, insanî derinliği, sulh ve selâmeti öğreten<br />

ve telkin eden, tefekkürle sanatı birleştiren<br />

Mevlevîliğin şehirdeki merkezlerinden biri. Şunu<br />

demek istiyor öykücü: Bu topraklarda, bu milletin<br />

hayatında aşklar, hangi haliyle görünürse görünsünler,<br />

ister taşrada ister şehirde yaşansınlar,<br />

ister gençlik ister ikinci bahar aşkı olsunlar,<br />

Şeyh Galip’le Sulâri arasındadırlar yani, Mutlak<br />

Varlık’ın tam ve güzel algısı olan halin izdüşümleridirler.<br />

Beri Dön Güzel de Yüzün Göreyim’de<br />

“Suyum vurulmuştu; kanım çekilmişti; içimde<br />

kestiremediğim bir yerim müthiş ağrıyordu” (Su,<br />

<strong>20</strong>06:23) diyen Kadillak Selda’ya aşık Ali Amca<br />

da; Yiğidim ya Ona Gücüm Yetmiyor’da “kavrulan<br />

ciğerinin kokusu başını döndürürken , insanlar<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yalnızca tependen yükselen dumanı görüyor” (Su<br />

<strong>20</strong>06: 37) diyen üniversiteli Hasan da; Gömleği<br />

Yırtık Kırmızı Gül’de eşiyle geçirdiği günlerin hatıralarını<br />

“bir muskanın muşambasının katlarını<br />

hayranlık ve incelikle açan” (Su <strong>20</strong>06: 56) Babaanne<br />

de; Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi’nde<br />

“gönüllerimiz küsüverdi” (Su <strong>20</strong>06: 114) diyen<br />

içine sessiz ama içli, sıradan ama derin memur<br />

arkadaş da “varlığın bütün sızılarını içindeki titremeden<br />

ibaret” bilirler ve insanı, eşyayı, bütün<br />

varlığı bu titrek gönülle karşılarlar.<br />

İçinde yaşadığı topluma aşkla bakmayı “aşk”tan<br />

bakmayı önerir Hüseyin Su. Modernleşmeyle gelen<br />

toplumsal değişmelerin, bozulmaların, kültürel<br />

yarılma ve daralmaların karabasanından<br />

kurtulmanın yolu da bu bakıştır. Bu bakışın, “geleneksel<br />

değerler” adıyla modernizmin öğrettiği<br />

tuhaf/belirsiz, genel olarak bir üçüncü dünya<br />

tesellisi olarak yapışılan bazen hastalıklı bazen<br />

safderunca korunakla ilgisi yoktur. Aşkla bakış,<br />

milletinin dil, inanç, sanat ve günlük hayat kumaşını<br />

görmek ve onun yeniden ve yenilenerek<br />

dokunmasına ortak olmaktır. Öykücü, bu yüzden,<br />

modern öykünün “bireyleşme, içe kapanma, suskunlaşma<br />

gibi genel eğilimlerine uymaz” (Şakar<br />

<strong>20</strong>06:144); modernizmin yalnızlaştırıcılığını,<br />

yurtsuzlaştırıcılığını, parçalayıcılığını, bireysel<br />

tutunamayışların simgeleriyle örten öykü kişilerine<br />

ilgi duymaz. “İster toplumsal değişmeler,<br />

yenileşmeler gibi gerçekliklerimiz olsun; ister<br />

isterse kendi saf değerlerimiz olsun, yazı/öykü<br />

bağlamında hiç birisine ‘sosyolojik’ bakmamaya<br />

özen gösteriyorum. Sosyolojik bakışın ‘bizim<br />

bakışımız’ı yansıtmadığını düşünüyorum” (Su<br />

<strong>20</strong>01) diyen Su, bütünüyle modern bilimlerin<br />

verilerine karşı bir tavır almadığını vurgulayarak,<br />

modern epistemolojinin, Adem’le son doğan<br />

insan arasındaki ilik bağının vahiy olduğuna pek<br />

aldırmadığını söylemek ister.<br />

Hüseyin Su, “ortamın kolektif ürünüydü” dediği<br />

ve kendini öykücülüğüne örnek olamayacağını<br />

düşündüğü, ilk öykülerinden Tüneller adlı öyküsünde,<br />

Aşkın Halleri’nden daha farklı bilinç durumunu<br />

örnekler. Tüneller, adalet, ahlak ve hak<br />

mihverini kaybetmiş bir dünyayı, Kİtab’a (Kur’an)<br />

bilinçle muhatap olarak yeniden kurmak isteyen<br />

bir önderin ve onu izleyenlerin öyküdür. Anlatı-<br />

44<br />

cı, önderin bilincine teslim olmuş; önderin her<br />

yargısını doğru, her söylediğini evrensel bir bildiri<br />

gibi algılayan bir öykü kişisidir aynı zamanda.<br />

Toplandıkları “evrensel oda”daki bir “bilinçlendirme”<br />

toplantısında konu yoksulluktur. Önder<br />

konuştukça, “yürekleri serinlemekte, toprak kabarmakta<br />

her yana su yürümekte”dir. “Konumuz<br />

yoksulluk; dostumuz yoksullar” diye başlar söze<br />

önder. Kitap’ta mülkiyet övülmemiştir; emek alın<br />

teri övülmüştür; ezilenleri, öncü kılmak istedik”<br />

(Su <strong>19</strong>99: 72) diye devam eder. Dinleyenler, kendilerini<br />

sokaklara, kentlere, ülkelere sürülmüş<br />

savaşçılar gibi hissederler. Önderlerinin her konuşması<br />

onlar için bir “temizlenme bildirisi”dir.<br />

Öyküdeki bilinç- insan ilişkisi, duygusal bir savaşçı<br />

isteğiyle ideolojik bir din öğretisi düzleminde<br />

gelişir. Gerçekten de bu öyküdeki bilinçlilik durumu,<br />

Su’nun daha sonraki öykülerinin hiç birinde<br />

yoktur. Demek öykücünün yaşadığı süreç, “merkez<br />

değerler”e muhatap olmanın bir bilinç gerektirdiğini<br />

ama bu bilincin, soyut, simgesel bir<br />

tasarım olmadığını; insana, eşyaya, aşka, olaylara,<br />

davranışlara dağılmış yaşanan gerçeklik<br />

olduğunu göstermiştir.<br />

Öyküde Bilinçaltı ve İnsan<br />

Modern bilimin fizikten sonraki en köklü keşfi<br />

sayılan bilinçaltıyla yazarların ilişkisi estetik<br />

kaygıları aşar niteliktedir. Elbette bilinçten bilinç<br />

altına uzanan öykücü ve öykü kişileri, bütünüyle<br />

bilinçten sıyrılmış değildirler. Sorgulamalar,<br />

arayışlar, eleştiriler, umutsuzluklar, isyanlar bilinç-bilinçaltı<br />

arasında bazen yüzeye çıkar bazen<br />

derine inerler. Newtoncu gerçekliğin yönettiği<br />

duyulardan, düşüncelerden ve bakış açılarından<br />

kuşkuya düşen; son yüzyılın acılarını çok çeken;<br />

yürüyen hayatta sordukları sorulara cevaplar<br />

bulamayan; “öteki”ne egemen olmaktansa kendi<br />

varlığının ve duruşunun kaynakları problem edinen<br />

yazarlar, göreceli gerçekçilik anlayışıyla birlikte<br />

bilinçaltına yönelirler. Örneğin Jung, Freud<br />

ve Proust’un izinde Tanpınar, romanlarında olduğu<br />

gibi öykülerinde de, mistik birikimi ve rüyayı<br />

da işin içine katarak, gerçek ile gerçek üstü arasındaki<br />

köprüyü kurmaya çalışarak yeni bir hafıza<br />

yapmak ister. Bilinçaltı, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay


gibi yazarlarda, kimliksizliğin ve kişilik arayışının<br />

kentle ilişkilerini işaret etmeye yarar ve bunalan<br />

öykü kişileri görünmeye başlar. Kendi kanalından<br />

akan bilinç altı tekniği taraftan da giderek, öykü<br />

kişilerinin bağlantısızlığını doğallaştırma sürecini<br />

başlatır. Bir çok öykü kişisin, bilinçaltı labirentlerinin<br />

simgesel uyaranlarla dolu yollarında, kişisel<br />

ve toplumsal varlığın bağlantılarını yoklama gibi<br />

bir ameliye ile meşgul olamayacak kadar bilinçten<br />

uzaklaşır ve koyu bir umutsuzluğa kapılır.<br />

“Bilinçaltı ve insan” tamlamasının taşıdığı anlamlar,<br />

ironik bir bilince sahip olan ve bilinçaltı<br />

tekniğinin öncüllerinden olan Oğuz Atay’ın bir<br />

öyküsünde örneklenebilir. Oğuz Atay’ın Korkuyu<br />

Beklerken’i (Atay <strong>20</strong>00) iç konuşmalar, bilinç<br />

akışı, rüya, geriye dönüş tekniklerinin iç içe<br />

girmesiyle kurulur. Şehrin en uzağında bulunan<br />

evine dönen öykü kişisinin bedeni de zihni de<br />

yorgundur. Evde kimin bıraktığını anlamadığı bir<br />

zarf görür. Zarfın içindekiler bilmediği bir dille<br />

yazılmış ve gizli bir mezhep tarafından gönderilmiştir.<br />

Mezhep öykü kişisinin evden çıkmamasını<br />

emretmektedir. Bu tuhaf durum, kişinin eve,<br />

daha doğrusu kendi üzerine kapanmasının ya da<br />

dışarıya çıkacak sebep ve güç bulamamasının<br />

başlangıcı olur. Artık o, “korkuyu beklemektedir”.<br />

Ev hapsinin daha ilk günlerinde mektubu gönderenlerle<br />

iddiaya girer. Onlar, yalnızlığı seçtiği için<br />

ona katıksız yalnızlık cezasını vermişlerdir. Fakat<br />

o, ölerek, onların bu cezasını boşa çıkaracaktır.<br />

Önce kim olduğunu hatırlama çalışır; sonra bütün<br />

öğrendiklerini. Konuşmayı hatırlamak, varlığını<br />

da yokluğunu da fark etmeyen insanlara<br />

ulaşmak için harekete geçmek ister. Yenildiğini<br />

kabul eder; hayata katılacağına, tabiatı ve insanları<br />

seveceğine, yurduna yaralı olacağına,<br />

evleneceğine, dedikodu dinleyeceğine söz verir.<br />

Fakat yine bir ses gelmez; o da mucize ve kudret<br />

gösterme yeteneğine sahip olanların bu kayıtsızlığına<br />

isyan eder ve içkiye verir kendini; yıkılıncaya<br />

kadar içer. Yine kılını kıpırdatan; başına<br />

gelenleri değiştirme zahmetine katlanan olmaz.<br />

Bu kayıtsız ve tepkisi insanlara yapılacak en iyi<br />

kötülük, bu dünyanın ne olduğunu anlamalarını<br />

sağlamaktır. Kendisine gelen mektubu bir yığın<br />

adrese göndermeye başlar ve gidip karakola<br />

kendini ihbar eder. Fakat polisin de onu ciddiye<br />

45<br />

almadığı açıktır.<br />

Görüldüğü gibi, öyküdeki kişi, içine kapanan,<br />

kendisiyle konuşan; rüyada gördükleri ile uyurken<br />

düşündüklerini birbirine karıştıran entelektüel<br />

bir bireydir. Yaşanan gerçekliği, ideal kurguyu,<br />

sıradanın ve kötünün başarısını, iyinin kimliksizliğini<br />

veya yitimini, hem görüneni hem de görünenin<br />

arakasındaki ağır ve değişmez kütleyi, iddia<br />

ve hiçliği kısaca her şeyi aynı anda görür ve<br />

duyar. Hayatın sıradan alışkanlığı içinde sürekli<br />

kendisiyle uğraşır; kendi varlığını hayatın içinde<br />

bir yere koyamaz; yalnız ve başarısızdır. Kendi<br />

içindeki yıkılışları, toplumsal düzlemin yüzeysel<br />

ve çıkarcı ilişkilerini görür ama onları düzeltemediği<br />

gibi daha derin uçurumların eşiğinde durur<br />

ya da oradan atlama isteği duyar. Durdurulamaz<br />

bir otomasyonla çalışan zihniyle başa çıkmak için<br />

belki de, kendisiyle alay eder. Bütün bildikleri, bilmediklerine<br />

ve başaramadıklarına cevap olmamıştır.<br />

Evet bunları hak ettiği kesindir. Ne tabiatı,<br />

ne insanları ne de olup bitenleri hiç sevmemiştir.<br />

Belki de başına gelenler hatta başı bile var olan<br />

bir şey değildir; hiç kimse kendisini duymadığına,<br />

anlamadığına, sevmediğine göre bu mümkündür.<br />

Artık nerede kaldığını unuttuğu için nereden başlaması<br />

gerektiğini de bilme imkanı kalmamıştır.<br />

İnsanlığın ve insansızlığın yüzkarasıdır; kendine<br />

acımayı, mutlak bir umutsuzluğu bile başaramamıştır;<br />

belki de her şey kelimelerden ibarettir!<br />

Hiçbir şeye zamanında tepki verememiştir; fakat<br />

hiç şey de zamanında kendisine verilmemiştir.<br />

Eleştiri ve önermelerin etkili olabileceği bir değerler<br />

sistemi olmayan toplumun entelektüelinin<br />

izleyeceği yol eleştiriden, kendine acımaktan ve<br />

sonunda “özyıkım”dan geçer ve Oğuz Demirap’in<br />

“Özalay” (Demiralp <strong>19</strong>98: 106) dediği umutsuzluğun<br />

estetik inşası olur.<br />

Ömer Türkeş’in söylediği de bu: “Oğuz Atay’ın<br />

bütün eserlerinde aynı duygu: Buruk bir tebessümde<br />

ifadesini bulan umutsuzluk” (Türkeş<br />

<strong>20</strong>07). Bu umutsuzluğu, hem bağışlanma hem<br />

de bir bağışlama isteğini duyurur da denilebilir.<br />

Ama o, “ben insanların arasında olmak istiyorum<br />

(..) Eski durumum bağışlanırsa tabiatı seveceğim;<br />

insanları seveceğim; evleneceğim; çocuk yetiştireceğim;<br />

onların altını değiştireceğim; dedikoduları<br />

dinleyeceğim” diyerek bağışlanma isteğiyle<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

de bağışlayacağı yaşama biçimiyle de alay eder.<br />

Adeta büyük bir hızla çalışan zihnin boşuna döndüğünü<br />

sezen okur için de bu, trajik bir ironidir.<br />

Yazar gibi okur da kaçışı, çığlığı, eleştiri ve saldırıyı<br />

ve umutsuz bir daveti aynı anda yaşar ve acı<br />

bir gülümseme kalır dudaklarda; daha doğrusu<br />

gülümsemek için hareketlenen kaslar trajik şokla<br />

öylece dona kalır.<br />

“Bilinçaltı ve insan” bağlamında değinilecek<br />

bir öykü de Necip Tosun’un Aynalar ve Sırlar<br />

öyküsüdür.Tosun’un Otuzüçüncü Peron (Tosun<br />

<strong>20</strong>05) adlı kitabındaki öykü kişilerinin tamamı<br />

yalnız, kırık, belirsiz bir geçmişin uzağında veya<br />

yıkımı altında kalmış; hayatlarındaki eksikliğe<br />

veya parçalanmışlığa bir anlam arayan, belki bu<br />

yüzden sürekli hem iç hem de dış yolculuklara<br />

çıkan kişilerdir. Arayan, sorgulayan, hesaplaşan,<br />

bir anlamın ve bütün peşine düşen bu kişiler genellikle<br />

bilinçaltı tekniği ile kurgulanırlar. Cemal<br />

Şakar’a göre öykücü, “modernizmin tahribatlarını<br />

anlamaya ve anlatmaya yönelmekte ama modernleşmenin<br />

sorunlarını irdelerken çatışmanın<br />

toplumsal planda meydana getirdiği değişime<br />

atıflar yap(a)mamaktadır. O, değişimin sonuçlarını<br />

çözümlerken bile bireyin iç dünyasındaki etkileriyle<br />

ilgilidir” (Şakar <strong>20</strong>06:142).<br />

Aynalar ve Sırlar’da sadece ressam olduğuna<br />

ya da uzun yıllar resimle uğraştığına dair ipuçları<br />

olan, hakkında başka da dış bilgiler bulunmayan<br />

(kaç yaşlarında, ailesi var mı vs) bir kişi, “ne<br />

aradığını bilmeden, her adrese koşacak bir ruh<br />

haliyle” şehri dolaşmaya çıkar. Kendini fazla oynanmış,<br />

karıştırılmış, örselenmiş bir beyaz gibi;<br />

hiçbir resmi aydınlatamayacak, ışıksız, parıltısız<br />

bir renk” (Tosun <strong>20</strong>05:8) gibi hissetmektedir. Her<br />

ne olduysa “hayatta umut bağladığı tüm yollar,<br />

günden güne daralmış tıkanmıştır”. Sanki ruhu<br />

başka yerde, bedeni başka yerde kalmış; tam bir<br />

parçalanmışlık duygusu içinde şehri dolaşmaya<br />

çıkan kişi, “rüyalar, karabasanlar, ödeşmeler”<br />

içinde geçen yakın geçmişine, boş bulduğu kağıtlara<br />

resim çiziktiren çocukluğuna, resim eğitimi<br />

aldığı muhtemelen üniversite yıllarına ve içinde<br />

bulunduğu günün bilinmezliğine yürür. Metruk<br />

bir konağın önünden geçerken, binaya girmek<br />

için karşı konulmaz bir istek duyar. Ona öyle<br />

gelir ki, içeri girince kabusları bitecek; soruları<br />

46<br />

cevaplanacak;, eksikliği tamamlanacaktır. İçerde<br />

terkedilmiş eşyaların geçmişine dalarak sigara<br />

içerken kendini bir boy aynası karşısında bulur.<br />

Fakat eyvah, aynada yüzü görünmemektedir. Telaş,<br />

korku ve baş dönmesi içinde şakalarında kan<br />

izleri görür ve kendinden geçer. Kendine geldiğinde<br />

aynanın üst tarafının sırının silinmiş olduğunu,<br />

aynanın üst kısmının düpedüz cam olduğunu<br />

fark eder. Fakat işte bu “sır” kelimesi onun<br />

bilinçaltının derinliklerinden bir mesaj fısıldar;<br />

ama ne? Evine gelir ve uzun bir zamandan beri<br />

ilk defa rahat bir uyku uyur. Sabah uyandığında<br />

aynada yüzünü görür ve dudaklarından utangaç<br />

ince bir gülümseme yayılır.<br />

Öyküde insan, olay ve zaman olarak bir dış<br />

dünya yok. Mekan olarak öne çıkan konak yol üstünde<br />

bir bina gibi görünse de, dalgın, kırık ve<br />

yorgun bilincin simgesel bir uyaranı da olabilir.<br />

Şakaktaki kan, baş dönmesi ve öykünün evdeki<br />

aynanın karşısında bitişi, konak ve sırının yarısı<br />

dökülmüş boy aynasının bir bilinçaltı yansıması<br />

veya darbeyle gelen halusülasyon ihtimalini de<br />

yedekte tutar.<br />

Acaba entelektüel ve modern bir birey olduğuna<br />

dair ip uçları (düşünme biçimi, yalnızlığı,<br />

resim hakkında düşündükleri, dinlediği müzik)<br />

öykü kişisi neyi tasarlamış ve neleri istemiş de<br />

olmamıştır? Bu kişinin bilinç düzlemi üzerinde<br />

neden hep sorgulamalar, ödeşmeler, kopukluklar<br />

ve parçalanmışlıklar vardır? Ruhunu başka,<br />

tenini başka yerde bırakacak kadar insanı ikiye<br />

ayıran hangi güçtür? Bu soruların cevabı olan<br />

somut bilgiler yoksa da, bireyin şikayetlerinden<br />

ve korkularından yola çıkarak bu soruların<br />

cevaplarını işaret edebilecek göstergelere ulaşılabilir.<br />

Öykü kişisi, isteyerek resim eğitimi almış,<br />

çizdiği resmin kendisi olabilirse, kendine<br />

ulaşacağını düşünmüş ama düşündüğü gibi bir<br />

ressam olamamıştır. Kendisine ulaşamadığı gibi<br />

gördüğü yüzlerin, dokunduğu ellerin iç haritalarını<br />

okumamayı umut etmiş: ama yüzler, daima<br />

meçhul suretler gibi kaybolup gitmişlerdir. Resimle,<br />

“eşyanın, bitkilerin, doğanın üstünden örtüyü<br />

kaldırmak ve ışığı ortaya çıkarmak istemiş;<br />

ne var ki ortaya ışık değil; cırtlak renkler ve kaba<br />

saba taklitler çıkmıştır” (Tosun <strong>20</strong>0112).Koyu bir<br />

yanlılığa ve umutsuzluğa doğru aktığını duyan bi-


ey, son bir hamle ile canlı, neşeli, ortada durup<br />

duran insana ulaşmak istemiş; ama bunda da başarılı<br />

olamamıştır. Bireyin kendini keşfetmek için<br />

yaptığı bütün hamleler boşa çıkmış; çıktığı bütün<br />

yollar kendi üzerlerine kapanmışlardır. Öykü bireyi<br />

bu haliyle Oğuz Atay’ın umutsuz kişilerine<br />

benzer ama aralarında önemli bir fark vardır.<br />

Atay’ın kişileri Enis Batur’un “kanlın bir kristal”<br />

Batur <strong>19</strong>93:1<strong>80</strong>) dediği kara mizahın içinde görünürler.<br />

Necip Tosun’un kişileri ise sanki hâlâ<br />

“bulma” umudunda oldukları için solgun bir yüzle<br />

gezmeye devam ederler. Aynalar ve Sırlar’ın<br />

entelektüel bireyi Soyut bir gerçekliğin keşfinin<br />

peşindedir. Öykünün adı olan “ayna” ve “sır” da<br />

bunun işaretidir. Ayna, bireye, zihnini, kalbini ve<br />

modern dünya içinde aldığı yaraları gösterecek<br />

simgedir; sır ise, kendisi dışındaki varlığın örtüsünü<br />

kaldıracak kutsal bir düğümdür. Fakat bunların<br />

ayrı ayrı bulunması problemi çözmemektedir.<br />

Bütünüyle “sır”lanan ve evreni içinde tutan<br />

bir ayna gerekmektedir. Mitolojiden, dinlere,<br />

mistik algıdan modern algıya ayna, daima görünenin<br />

ötesindeki varlık veya anlamla ilişkili köklü<br />

bir simgedir. Aynanın içinden cin de çıkar, sultan<br />

da çıkar. Ayna nefsin kendisi ya da nefsin kendisini<br />

temaşasıdır. Mistik insan, aynaya bakarak,<br />

“alem-i mana”nın insandan eşyaya yansımasını<br />

da görebilir. Modern psikanalitikte de ayna, aşılamayan<br />

“ben”in göstereni olarak çözümlemelerin<br />

konusu olmaktadır. Örneğin Nurdan Gürbilek aynanın<br />

“Tanpınar’ın neredeyse bütün anlatılarında,<br />

kahramanın karşısına aşılmaz bir kader, bir<br />

huzursuzluk alameti gibi” (Gürbilek <strong>20</strong>04:142).<br />

Aynalar ve Sırlar’ın bireyi, modern binaların aralarına<br />

sıkışıp kalmış çeşmeleleri, yıkılmaya yüz<br />

tutmuş evleri, renkleri ve canlılıkları kaybolmuş<br />

camileri bildiğine; onlar arasında dolaşırken tarihin<br />

kitabelere dokunduğuna, parmaklarını yazıların<br />

kıvrımlarında gezdirdiğine; daha da ötesi<br />

tarihin gizine ve ruhuna dokunacakmış gibi hissederek<br />

sisli hülyalara daldığına göre, aranan<br />

sırlı ayna geçmişte kalmış ya da geçmişten kalkıp<br />

gelecektir. Öykü kişisi konağa girerken sanki<br />

geçmişin gelip kendini (bugünü) de içine alarak<br />

bir “sırlı ayna”da yansıyacağını sezmektedir. Öyle<br />

de olur. Fakat ne yazık ki aynanın üst tarafının<br />

sırları dökülmüştür ve kişi sadece bedenini görmüş,<br />

yüzünü görememiştir. Sırın dökülmesi, bi-<br />

47<br />

reyin, peşinde olduğu gerçekliği algılayabilecek<br />

bir yaşama biçiminden, bikrimden ve teslimiyetten<br />

uzak olduğunu gösterir. Ama böyle de olsa<br />

modern birey, sırlı bir ayanın var olduğunun ve<br />

bunu bütünüyle kavramanın mümkün olmadığını<br />

kavramıştır.<br />

Murat Gülsoy’un Binbir Gece Mektupları<br />

adlı öyküsü bilincin ve bilinçaltının bilinç akışı ve<br />

post modern tekniklerle buluşmasını son yıllarda<br />

örnekleyen başarılı öykülerden biri. Öykünün,<br />

yalnızlığın, anlamsızlığın, korkunun ölüme çalan<br />

yüzünde duran kişisi, kim olduğunu ve hangi zamanda<br />

yaşadığını bilmediği birine mektuplar yazar.<br />

Öykücü daha ilk mektupta “kendi geçmişimi<br />

hiçbir zaman yazmadım; okuyanların hep öyle<br />

sanmasına özen gösterdim ama. Neden böyle<br />

davrandığımı bilmiyorum. Belki de hep içimde<br />

kalmış olan bir oyuncu olma isteğinin dışa vurumudur.<br />

Hiçbir şeyden emin olamadığım bir<br />

yerde anlatıyorum hikayelerimi. Belki de emin<br />

olduğum tek şey, bunları sana anlattığım” (Gülsoy<br />

<strong>20</strong>03:174) diyerek, aslında yazının bir gerçekliği<br />

anlatmayabileceğini, her öykünün kendi<br />

gerçekliğini yaratacağını söylemek ister. Tıpkı<br />

Bin Bir Gece Masalları’ında Şehrazat’ın yaptığı<br />

gibi: öykü yaratılan gerçekliktir, yaşanan değil.<br />

Bu mektuplardaki gerçeklik bir “oyun gerçekliği”<br />

olsa bile, bu oyunun aslında bilincin toplumsal<br />

kalıplarını çatlatan, bilinçaltını özgür bırakan,<br />

saplantıları, takıntıları ve korkuları ortalığa döken<br />

bir oyun olduğu ortada. Mektuplardan örneklenecek<br />

durum, eleştiri, duygu ve istekler, hem<br />

oyunun ortaya neler döktüğünü, hem metinler<br />

arasına uzanan anlatıcının kendini nasıl gizlediğini<br />

gösterebilir.<br />

Birinci mektupta, anlatıcı kişi, akşam vakitlerinde<br />

“çoğunluğu ölmüş kişiler tarafından yazılmış<br />

kitaplarını yakma isteği” duyar. Bu istek, içinde<br />

olduğu güne kadar yanlış ve özgür olamayan bir<br />

hayatı yaşamış olma düşüncesine bir tepki olarak<br />

okunabilir. Kitap yakma isteği narsist bir dışa<br />

vurum olarak okunabilir. Bu durumda öykü kişisi<br />

aslında içindeki kötücüllükten ve bunun bilinmesinden<br />

korkmaktadır. Otoriteye ve kurulmuş gerçekliğe<br />

isyan olarak da okunabilir. Bu durumda da<br />

kişinin kendi gerçekliğini yaratmak isteğiyle ilgili<br />

olabilir. Öykü kişisi bugüne kadar yaşanılan her<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

şeyin bir yanılsama olduğuna teslim olmak ister.<br />

Yenilginin kabulü olarak düşünebilir bu istek. Mademki<br />

yaşanılanlar kayıp gidiyorlar; mademki gidenler<br />

bir daha asla gelmiyorlar; mademki o saf<br />

coşku giderek kayboluyor; o halde olan biten her<br />

şeyin bir yanılsama olması daha iyidir. Bu kabul,<br />

şimdide ve gelecekte yaşanılan ve yaşanılacak<br />

olanların da bir yanılsama olduğunu ispatlar ve<br />

insan gerçeklik duygusunu tamamen kaybeder.<br />

Anlatıcı özne, her gece yazılan mektupların ölüm<br />

korkusunu hafifletmek için yazdığını düşünür. Bilincin<br />

yenik itirafıdır bu. Geçmişte ve gelecekte<br />

kesin olan tek şey ölümdür. Bunu bilmek insanoğlunun<br />

en büyük trajedisidir. Belki de bütün<br />

sanat oyunları bu trajediyi unutturmak içindir.<br />

İkinci Mektupta, anlatan ve yazan özne, evle,<br />

dostlarla, sevgililerle arasında örülen ipin koptuğunu<br />

ve kopup gidenlerin çocukluğunun karanlık<br />

kuyusuna yuvarlandığını söyler. Mektuplarda<br />

çocukluk, saf coşkusuyla, korkusuyla, avuçta<br />

tutulan ölü bir kuşla sık sık bilinç altından çıkıp<br />

gelmektedir. Saf coşkunun birmiş olması, insanın<br />

hayat içinde coşkuyla bir yurt tutamayacağının<br />

gösterenidir. Avuçtaki ölü kuş, ölümle karşılaşmış<br />

olmanın ölüm korkusu olarak devam ettiğini<br />

ve aslında dokunulan, yaşanılan her şeyin ölü olduğunu<br />

simgeler. Gittiği şehirde delilerle tanışan<br />

kişi, onları isler ve görünmez olma korkusundan<br />

bahseder. Bu ilişkilendirmede görünmez olmak,<br />

bedeniyle görünmemek anlamına gelmez. Deliler,<br />

toplumsal ilişkilere gölge düşüremzeler daha<br />

doğrusu insanlar onları görmezden gelirler. Öykü<br />

kişi, her gün aynı yere giderek, hatırlanmak, bilinmek<br />

ister; insanlar ve mekanlar içinde yurt<br />

edinmeyi umutsuzca yeniden dener.<br />

Üçüncü Mektupta, her gece yazdıklarına döndüğünü;<br />

yazılanlarınsa her an kendisine döndüklerini<br />

fark eder. İlk planda kısır döngünün anlatımı<br />

gibi görünür bu fark ediş. Ama bu bumerangın<br />

ötesinde gerçeklik ve kurgunun birbirine geçtiği;<br />

gerçekliğin kurguyu oluşturduğu; kurgunun kendi<br />

gerçekliğini hayata aktardığı görülür. Tarihsel<br />

akışı, mekansal gerçekliği altüst eden bu iç<br />

içe geçişte Şehrazat’tan sonra öne çıkan imge<br />

“at”tır. At, bilinme ve tanınma korkusunun olduğu<br />

durumlarda, çocukluğundan çıkar gelir ve kişiyi<br />

uzaklara kaçırır.<br />

48<br />

Beşinci mektupta öykü kişisi anlatıcı özne olarak<br />

çalışma ofisindeki müştemilatı sayar: Bir<br />

otelden araklanmış ayna, bir bumerang, İsa ve<br />

İsa’yı çarmıha geren haydutları gösteren bir röprodüksiyon,<br />

tren istasyonlarında göz göze kalınan<br />

kadınların itiraf mektupları, çizgi roman kahramanların<br />

portreleri, karnındaki bebekle konuşan<br />

annenin gençlik fotoğrafı ve babanın bezik takımı.<br />

Bir çalışma ofisi için oldukça tuhaf bir eşya<br />

birlikteliği. Bu nesnelerin beraberce ve ayrı ayrı<br />

kişinin bilinçaltında ve tahayyülünde simgesel ve<br />

imgesel anlamları olduğu açık. Ayna, benliği; İsa<br />

ve haydutlar, kötülüğün egemenliğini; bumerang,<br />

kısır döngüyü; çizgi roman kahramanları, çocukluğun<br />

ve kurgusal gerçekliğin içine dalmayı; anne<br />

fotoğrafı kaybolan masumiyeti; babanın bezik takımı,<br />

ilgisi otoriter babayı gösterebilirler.<br />

Altıncı mektupta kişinin günlük hayatı, bilinçaltı,<br />

okudukları birbirine girerek bir kâbusa dönüşür.<br />

Kişi, kar maskesi takarak bankaya gider;<br />

banka kayıtlarında öykü kişisinin adını taşıyan<br />

on iki kişi daha vardır. Onların adreslerini ister.<br />

Bankadan çıkarak herkesi rahatlatır. Polis kılığına<br />

girmiş bir simitçiden (simitçi kılığa girmiş bir<br />

polis değil) yüklü miktarda leblebi tozu alır. Güvenlik<br />

kameralarının kaydettiği sayısal görüntüsünün<br />

alışveriş merkezlerinin girişlerine asıldığını<br />

görür. Bir tarih öğretmeni, yolunun kesip adını<br />

sorar. O da yazdığı mektupları bilinmeyen kişiye<br />

ulaştırması için tarih öğretmenine verir. Dolaşmaktan<br />

yorulduğu anda bütün parasını canlı<br />

mankenlik yapan bir adamın beyaz mantosunun<br />

cebine koyar. Adam kendisini İsa Sanır. Bu anlatılanları<br />

neyle karşılanabilir: Şizofreni, kâbus ya<br />

da bu ikisinden kaçan bireyin öykü kurarak ikisini<br />

ötelemesi.<br />

Öyküde Metinsel Özne ve<br />

İnsan<br />

Modern Türk öyküsü çerçevesinde bakıldığında,<br />

bilinçaltı ve onun formu olan bilinç akışı,<br />

Tanpınar ve Oğuz Atay öyküsünde başardıklarına<br />

yaslanarak modern Türk öyküsünde kendine<br />

geniş ve sağlam bir yer açar. Bilinçaltı, insanın<br />

derin ve örtülü gerçekliğinin nedensellik kayna-


ğı olarak; bilinç akışı ise, bilinçaltı labirentlerinin<br />

simgesel uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve<br />

toplumsal varlığın bağlantılarını öyküleştirme<br />

tekniği olarak, başlangıcından bugüne modern<br />

öykünün vazgeçilmezleri olarak görülmeye devam<br />

ederler. Öykücüler ve öykü kişileri, bilinçle<br />

ve/veya bilinçaltıyla ampirik dünyaya bir şekilde<br />

bağlıdırlar. Fakat bu süreç aynı zamanda “metnin<br />

kendine yeterli bir dünya” olarak gören eleştirinin<br />

kapılarını da açar. Nedenselliğin yerini<br />

gerçeküstü uyaranlar ve rastlantısallık almaya<br />

başlar; öyküler, imgeler ormanına döner. Hikayeden<br />

öyküye, öyküden anlatıya, anlatıdan metne<br />

olan geçilirken; kahraman, yerini, bireye; birey<br />

de yerini metinsel özneye bırakır. Metinsel özne,<br />

bir yanıyla da post modernizmin simulatik çocuğudur.<br />

Post modernizm, modernizmin rasyonel,<br />

Newton’cu kategorizasyona karşı koyacak bir<br />

merkez kuvveti olmadığı için, değerleri eşitleme<br />

yoluna gider. Fakat bu eşitleme, göreceli gerçeklik<br />

kuramını da aşarak, “gerçeksizlik” krizine ulaşır.<br />

Tarih ile tarih dışı, mekanla mekan dışı, dinsel<br />

ile dindışı, olgu ile tasavvur, ahlâk ile ahlâksızlık<br />

kısaca her şey, her değer birbirine karşı üstünlüğünü<br />

veya alçaklığını kaybederek eşitlenir. Göreceli<br />

gerçekliğin ilkelerinden biri olan çoklu bakış,<br />

bağlantısız bakışa sıçrar. Bu sıçramalar arasında<br />

öykü kişileri de konumsuzlarını, toplumsal gerçekliklerini<br />

ve bireysel kimliklerini kaybederler.<br />

Nurdan Gürbilek, Türk öyküsünü “anlatamama”<br />

bağlamında çözümlerken, “yapıt”ın yerine “metin”<br />

kavramanın geçmesiyle, yazılanın yazarın niyetinden<br />

ya da yaşamından ayrıldığını, başlı başına<br />

bir dil, bir doku olduğunu söyler. Metin, “bir<br />

merkezi olmadığı gibi, bir dışı da olmayan, hiçbir<br />

“dış” müdahaleye izin vermeyen bir göstergeler<br />

ağı, bir alıntılar dokusu”dur. Eleştiri için,“metnin<br />

içiyle dışı arasındaki gerilim, sahicilik arayışı”<br />

anlamsız hale gelmiştir (Gürbilek <strong>20</strong>04:<strong>19</strong>7)<br />

Bilinç düzleminde eleştirileri, önermeleri, tercihleri<br />

olmayan ya da bilinçaltı uyaranları ile sorgulamalara,<br />

anlam arayışlarına yönelmeyen; bir<br />

merkezi, dış çevresi, ailesi olamayan; konuşmayan,<br />

metinden başka hiç bir şeyle bağı olmayan,<br />

hiç bir şeye ve kimseye sorumluluk duymayan<br />

öykü “kişi”lerine “metinsel özne” demek gerekir.<br />

Yemeyen içmeyen, konuşmayan, hele hele hiç<br />

49<br />

gülmeyen, arkadaşlarıyla, ailesiyle, sokağıyla,<br />

düşmanları ve dostlarıyla yaşamayan bu varlığın<br />

alameti farikası, sürekli belirsiz bir güçle yörüngesinden<br />

çıkmış; fır dolanan bir zihindir. Bu tür<br />

metinlerin kurgusunda “gizem”in önemli bir yeri<br />

vardır. Gizem, akıl gerçekliğinin ruhsal gerçeklikle<br />

buluşup sarılması ve bütünlüğü işaret etmesi<br />

bakımından, önemli bir geleneksel bir izdir denilebilir.<br />

Fakat bu metinlerdeki imgesel dil, bir<br />

bütünlüğü işaret etmez; hatta insanı, kendi içinde<br />

sürekli parçalayarak görünemez ve bilinemez<br />

hale getirir.<br />

Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi adlı kitabın<br />

birinci masalı olan Avından El Alan adlı<br />

öyküye/metne, masalını nasıl bir zaman dilimi<br />

içine yerleştireceğini tartışmakla başlar; İlk yaz<br />

kokulu bir kış gününe mi, tipili bir kış gününe<br />

mi? Düşündüğü ikinci şey ise, sevmenin simgesel<br />

olarak da , gerçek olarak da yemekten başka<br />

bir anlama gelmediğidir. ilk birkaç satırda birbiri<br />

ardınca gelen bu düşünceler arasında hiç bağ<br />

kurulamaz. Anlatıcı masalını güneşli güne yerleştirirse<br />

“deniz, balıkçıyı sevmiş olacak, balıkçı<br />

denizi ekmek kapısı ve günü gelince ölüm döşeği<br />

olarak düşünecek, tabi durumu dışardan bilenler<br />

akıl vermeye kalkışarak bir yığın alıklılarda bulunabileceklerdir.<br />

Düşünelim ki balıkçı daha önce<br />

hiç görmediği bir orfinozun (orkinoz ya da orfoz<br />

değil) peşine gidecek; balık, zokayı yutacak, tam<br />

tekneye alınırken de balıkçının kolunu…. Olanlar<br />

tipili bir güne rastlarsa , deniz kar yağışı altında<br />

çalkalanıp duracak, uyuşan balıklar kendilerini<br />

yitirecek, kolay avları kaçırmayanların kepçelerine,<br />

kovalarına….” (Karasu <strong>19</strong>96:18-<strong>19</strong>). Ancak<br />

masal iki havanın bir araya geldiği bir zamana da<br />

yerleştirilebilir. Balıkçı ve balık arasında olacak<br />

olanların masalı at, avcı, şahin, kargı ilişkileriyle<br />

bir iç masala da uç verir ve metin boyunca avla<br />

avlayan arasındaki arkaik bir imge olarak görünmeye<br />

devam eder. Balıkçı orfinozu yakalamış,<br />

orfinoz da tekeneye alınırken balıkçının kolunu<br />

yakalamıştır. Balıkçı ile balık arasında kimin tutsak<br />

olduğu bilinmeyen ilişki başlar. Dostluk gibi,<br />

aşk gibi bir şey. İç masalda oklar uçuşur; otların<br />

içinde hem erkek hem dişi bir yılan dalgalanır;<br />

krallar acun ağacından aldıkları güçle avlarını<br />

parçalarlar; dünya onlarındır. Sevgi nedir bilme-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

dikleri için, hayvanların ulu anasını kızdırırlar.<br />

Fakat sanki evreni bir arada tutan onlardır. Gövdeleri<br />

ağaçlarla, başları kuşlarla ayakları balıklara<br />

karışır. Balık, kolunu ağzına almış balıkçıyı<br />

suların dibine doğru götürüyor. Balıkla her yere<br />

gitmeye hazır balıkçı sadece ölümün sultanıyla<br />

yüz yüze gelmeye hazır olmadığını söylüyor. İç<br />

masalda çocuk ilk avını getirip büyüklerinin önüne<br />

bırakıyor, tam büyüklerinden ad alacağı sıra<br />

gök, uzun uzun gürlüyor ve çocuk adsız kalıyor.<br />

Balıkçı, balığın ağırlığını duymaz oluyor uçar gibi.<br />

Öldüm,dirileceğim ve her şeyi biliyor olacağım<br />

diye düşünüyor balıkçı. Bir ara kahvede arkadaşları<br />

arasında oturuyor görüyor kendini. Fakat<br />

kolunu omzuna kadar ağzına almış balığın onlar<br />

tarafından görülmüyor oluşuna üzülüyor. Denizin<br />

dibindeki ölüm kayaları açılıyor.<br />

Bu çok kabaca da olsa özeti olmayan bir<br />

“öykü”dür. Çünkü Karasu, zamanın, insanların,<br />

mekanın kronolojik dizgesini ve tanımlanabilirliğini<br />

parçaladığı gibi, öykünün kendine kadar gelmiş<br />

yapı özelliklerini de parçalayarak ortaya bir<br />

“metin” koymaktadır. Gürbilek’e göre “Türk edebiyatında<br />

“metin” kavramının getirdiği özgürlükten<br />

ilk yararlanan yazarlardan biri Bilge Karasu’dur”<br />

(Gürbilek <strong>20</strong>04:<strong>19</strong>8). Biçimlere ve kesin yargılara<br />

hatta bütün tanımlamalara karşı olan ya da<br />

teslim olmayan Karasu, insan ilişkilerini, zamandan<br />

ve mekandan soyutlayabilmekte, nesnelerin<br />

özelliklerini ve işlevlerini ters yüz edebilmekte ve<br />

bunu yaparken aslında bir türün içinde yazı yazmamakta,<br />

yazdığı şeyin ne olduğunu yazı bittikten<br />

sonra görmektedir. Ama elinde bitmiş olan<br />

şey, onun her zaman öyle yazılacağı anlamına<br />

gelmez. Öyleyse bitmiş gibi görünene bir ad vermek<br />

de zordur. Bu yüzden bunlar “metin”dir. Bu<br />

yüzden Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki metinler<br />

için “masal” üst başlığı kullanılmıştır; masallardaki<br />

gibi bu metinlerin de gerçeklik evereni<br />

kendi içindedir. “balık”, “balıkçı”, “deniz”, “avcı”,<br />

“av”, “at” gibi kelimelerin gösterdikleri şimdi ya<br />

da arkaik dış dünya, süreçsel ilişkisini kaybettiği<br />

için simgesel gerçeklik bile dağılmaya başlar<br />

ve “üstüste bindirilen” imgeler, anlam köpükleri<br />

meydana getirirler. “Avından El Alan” şeklindeki<br />

bir ad ve balıkçının balıkla bir olması gibi bir durum,<br />

değinilen yazıya simgesel de olsa bir öykü<br />

50<br />

duruşu katmaktadır. Ama Karasu daha öykünün<br />

girişinde, bir metnin istenildiği şekilde kurulabileceğini<br />

ve aslında kurulanın bir “dil” olduğunu<br />

söyleyerek, öykünün olayından bir sonuç çıkarmanın<br />

alıklık olduğunu anlatmak ister. Peki bu<br />

sıkı bilgemsi soğuk dil işçiliğinin ve imgesel birdirbir<br />

oyununun içinde bazı temalar soluk almaz<br />

mı? “Alır” der, Karasu ve “av-avcı-ölüm-umutkorku”<br />

temalarını hatırlatır. Bu temalar, yazarın<br />

“var” ve “yok” arasındaki temel ilişkiye, ölümün<br />

ve dirimin ilişkisine ve bunlar arasındaki gizli<br />

bağa eğildiğini gösterebilirler. Ahmet Bozkurt,<br />

onun bütün anlatılarındaki “süreğen bir arkaik<br />

geçmiş imgesi”nden (Bozkurt <strong>20</strong>07) söz ederken,<br />

yazardaki kökensel bilgi arayışını işaret eder.<br />

Avından El Alan’da da böyle bir arayıştan söz<br />

edilebilir. Balıkla balıkçı arasındaki ilişki, balıkçının<br />

balık avlama içinden çıkar. İkisi, deniz içinde<br />

(acaba başlangıç, doğurma imgesi) karşılıklı<br />

iradeyi de aşan yazgısal bir ilişki içindedirler.<br />

Karasu, bir konuşmada “kimin öğrettiği ya da<br />

kovaladığı , kimin öğrendiği ya da kovalandığı sonunda<br />

bilinmez olan bir ilişki” der buna. “iki taraf<br />

da akıllı, iki taraf da kurnaz; öldürücü, öldürücü,<br />

sevgi dolu olabilir. Belki de yaşamın en temel ilişkileri<br />

bunlar” (Lekesiz <strong>19</strong>99:462) derken, belki de<br />

insanı kökensel bütünlüğün ilkelliğine yöneltmek<br />

ister. “Belki”, çünkü, çünkü bugünden arkaik dönemlere<br />

uzanan daire içine düzensizce ve örtülerek<br />

serpilmiş işaretler, bir anlam dizgesi oluşturmayı<br />

imkansız kılar. Çünkü bu metinlerin yazarı,<br />

var olan ve yaşanan somut ilişkilerdekine benzer<br />

bir anlam çıksın istemez. Bu yüzden bir metni<br />

“düzayak” okunarak anlaşılmasını engellemek ister.<br />

Yazar, her şeyi bilen, anlayan, müdahale eden<br />

yani kendine yettiğini düşünen modern insanın<br />

karşısına, zorbalığa boyun eğmeyecek bir alanla<br />

çıkar: Metin. Metin, kabul edilmeyen, katılınmayan<br />

yaşama, anlama ve en önemlisi “öğrenme”<br />

biçimlerine karşı, kendi imgesel bilgi alanı kuran<br />

yazarın oyunudur. Bu yüzden bu metinlerde kahraman,<br />

kişi, birey kaybolur. Avından El Alan’da da<br />

balıkçı ve balık modern öykünün kahramanları,<br />

kişileri ya da bireyleri değil, metinsel bir öznelerdirler.<br />

Leyla Erbil’in Ayna adlı öyküsünde, bir yüzbaşının<br />

eşi olarak, gençliğini varlıklı ve seçkin çev-


ede yaşayan; balolarda, davetlerde kadınlığıyla<br />

dikkatleri üzerine çeken; Paşa’nın bile iltifatlarını<br />

alan; kocası öldükten sonra aynı hayatı daha<br />

özgür biçimde yaşayan ama çocukları için evlenmeyen<br />

yaşlı bir kadının bilinç akışı tekniğiyle anlatılan<br />

öyküsü vardır. “Sen olmasan evlenirdim,<br />

kanım kurudu şimdi, memelerim ekşidi” diye<br />

kendini anlatmaya başlayan kişi, “oğlum ölünce<br />

dul kalmıştım” cümlesiyle bitirir öyküsünü”. Hafızanın,<br />

bilinçaltının ve paranoyanın iç içe girdiği<br />

bir dehlizde konuşur kadın. Oğlu, kendisinin ve<br />

kardeşinin yaşama biçimini, düşüncelerini iğrenç<br />

bulan bir devrimcidir. Hem “aşağılık bir burjuva”<br />

olan ailesinden kurtulmak hem de devrimcilere<br />

örnek olmak için birkaç Amerikalı öldürmek<br />

üzere Güney Amerika’ya gitmiştir. Evde kalan kız<br />

da, kendisinin ölümünü bekleyen, annesinin görmediğini<br />

sanarak kapıcıyla sevişen biridir. Kadının<br />

“sen” diye anlattığı, birlikte yattığı biri daha<br />

vardır. Ama o da iğrenç biridir, kadının yüzüğünü<br />

çalmıştır, gözü kürkündedir.<br />

Öykücü öyküsüne ad olarak “ayna”yı, seçerek,<br />

psikanalizme yaslanır ve bir “ben” çözümlemesi<br />

yapar. Öykü anlatıcısı olan birey, kendine,<br />

oğluna, kızına ve hayatındaki herkese, her şeye<br />

yabancılaşmıştır. Acaba bu yabancılaşmanın<br />

kökleri nerededir ve sebepleri nelerdir. Elit bir<br />

çevrenin insanı nesneleştiren yaşama biçimi<br />

mi? Kendisinin cinsel bir nesne olarak görülüp<br />

arzulanmasına uyanamayan kendisi mi? Daima<br />

verdiklerinden daha fazlasını isteyen toplumsal<br />

düzen, devlet, eşler, sevgiler ve ideolojiler mi?<br />

Bütün bu kurumlara, yapılara ve insanlara ağır<br />

eleştiriler yöneltildiği açık. Kadın, bilinçaltından<br />

sökülüp gelen görüntüler ve konuşmalar içinde,<br />

yani aynada, oğlunun ve kızının yabancılaşmasında<br />

kendisinin de suçlu olduğunu görür. Küçücükken<br />

cinsel organlarıyla oynayan oğlunun ve kızını<br />

kızgın bir maşayla dağlamıştır. Bu yüzden onlar<br />

artık sevişemezler. Paşa’yla yapılan dansları, mücevherlerini,<br />

dekoltelerini düzensiz hatırlamalar<br />

içinde gören özne, bir taraftan artık arzulanmadığı<br />

için kızı ve oğlu üzerinde bugünden intikam<br />

almak isteyen hastalıklı bir bireyi düşündürürken;<br />

bir taraftan da, kendini tanımayan bireyin<br />

mutsuzluğunun bitmeyeceğini ilan etmek ister.<br />

İster istemesine ama, öykünün paranoyak bir<br />

51<br />

sonla bitmesi (oğlum ölünce dul kalmıştım), toplumsal<br />

planda yapılan geleneksel ahlak eleştirini,<br />

bireysel tutunamayışın ve paranoyanın gölgesinde<br />

bırakır.<br />

Leyla Erbil’in anlatan ya da anlatılan diğer kişileri<br />

de bilincin, bilinçaltının hatta paranoyanın<br />

içinde kayar gibi dolaşan “birey”lerdirler. Bilge<br />

Karasu’nun metinsel özneleri kadar/gibi sadece<br />

metnin varlıkları değildirler ama, sosyal ilişkiler<br />

ağı içinde haylice sorunlu olan “kayıp” bireylerdir.<br />

Temel sorunları ve çözümlemeleri Freud, Marx,<br />

Beckeet üçgenli bir arka plan içinde görünür.<br />

Bu bireyler, kasılma ve kilitlenmeleri genellikle<br />

“kendi olma” çabalarıyla aşmaya çalışsalar da,<br />

“kurtulmuş” insanlar olarak görünmezler. Gürbilek,<br />

edebiyatta “tiksinti ve çilekeşlik, kendi ve<br />

öteki”ni çözümlerken Leyla Erbil’in öyküsü üzerinde<br />

genişçe durur. Onun öykülerinde, bireyin,<br />

kendi olabilmek için olumsuzladığı “öteki” de bir<br />

cehenneme dönüşür. “Bazen devlet, bazen din,<br />

ahlak, aile, bazen de en yakındaki kişidir öteki”.<br />

Öykücünün “en az varoluşçuluk kadar önemsediği<br />

psikanaliz, “ben” denen şeyin de bir cehennem<br />

olduğunu anlatır”. “Erbil’in ısrarlı kendilik<br />

arayışının, sert eleştirilerinin ne kadarının adaletsizliğe<br />

yöneltilen isyanı, ne kadarının hırçın bir<br />

kişiliği, ne kadarının nefsi bastırma isteğini, ne<br />

kadarının diğerkamlığı, ne kadarının iki yüzlü bir<br />

topluma beslenen hıncı, ne kadarının değerli olanı<br />

savunma, sahiciyi yeniden tutuşturma isteğini<br />

yansıttığını hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz”<br />

(Gürbilek <strong>20</strong>04:217-242). Oysa Leyla Erbil ve<br />

kuşağındaki bir çok öykücü, on dokuzuncu yüzyıl<br />

modern edebiyatında eksik gördükleri bireyi<br />

“anlatamamayı”, Freud’la, Piskanalizle, Varoluşçulukla,<br />

Beckett’le, aşacaklarını düşünmüşlerdir.<br />

Erbil, “bilinçaltının gün ışığına kavuşturulmasıyla<br />

çiçeklenen insan” (Erbil <strong>19</strong>83) diye heyecanlanmıştır.<br />

Özen Yula’nın Tanrı Kimseyi Duymuyor adlı<br />

kitabındaki öyküler, post modernizmin ve post<br />

modern edebiyatın bir çok özelliklerini taşıyan<br />

öykülerdir. Ah yazı, Teklifsiz, Jelmaya, Bu dem<br />

öykülerde, geçmişle bugün, tarihsel olanla kurgusal<br />

olan, kitabî olanla, sözlü olan birbirinin içine<br />

girer. Babil Kralın’dan, Semiramis’ten, Dede<br />

Korkıt’tan Mevlana’dan, işgallere, dolara, günlük<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sosyal siyasal dedikodulara dalan öykülerde, birinden<br />

ötekine durmadan geçen bir anlatıcı vardır.<br />

Semiramis ya da Dede Korkıt’ın savaştığı sorunların<br />

içinde, yüzyılın son çeyreğinden itibaren<br />

gelişen siyasal ve ekonomik küreselleşme; bireysel<br />

ve toplumsal eşitlenmeler ve bağıntısızlaşmalar<br />

görülür. Bu öyküler aynı zamanda, olgudan<br />

görüntüye geçişin; kültürlerin iç içe geçişlerinin;<br />

ideolojilerin dağılmasıyla ortaya çıkan tercihsizliğin;<br />

gerçekle hayalin birbirine geçişinin de örnekleridirler.<br />

İki anlatıcısı olan (biri iç masalı anlatan<br />

babaanne diğeri, dış çerçeveyi kuran torun<br />

anlatıcı. Babaanne olan anlatıcı Semiramis’in öyküsünü<br />

anlatırken hem öyküyü değiştirir hem de<br />

bugüne atlayarak kötülüğün yazgısal bir gerçeklik<br />

olduğunu işaret eder. Torun olan dış anlatıcı<br />

da geçmişte, şimdide ve gelecekte aynı yazgıyı<br />

görür. Sadece bu değil; bir taraftan akılcı ve aydınlatmacı<br />

felsefelerin ışığında gelişen bilim ve<br />

teknoloji kötücüllüğün doğuranı olarak yansırken,<br />

bir taraftan da insanın değişmeyeni olarak<br />

işaret edilir. Öykücü ve kişileri birleşerek, bütün<br />

gerçekliğin imgesel birer şartlanma olduğunu<br />

göstererek gerçeklik duygusunun ve algısının<br />

bozulmasını sağlarlar. Öykücünün masala ve efsaneye<br />

gidişi, çoklu bakış açısıyla onları yeniden<br />

üretişi, “kıssanın hissesini” yok ettiği gibi, değerleri<br />

iptal eder ya da birbirine eşitler. Bu öyküler,<br />

elbette deneysel ve olgusal gerçekliğin, bütüncül<br />

bir gerçekliği (varsa) ortaya koyamamasına eleştiri<br />

gibi okunabilirler; ama modernizm karşısında<br />

yaşanılan inanç kayıpları ile birlikte, geçmişten<br />

gelen ve gelecekte olabilecek bütün bilgilere<br />

kuşku duyulması; bireysel ve sosyal zihinde boşluklar<br />

oluşturmakta ve bu boşluklar, karmakarışık<br />

görüntülerle doldurulmaktadır.<br />

Kitaptaki Ah Yazı öyküsünde Babil kralı Aded-<br />

Ninari zamanında yazıcılığa sevdalanan genç,<br />

rüyasında “hayatın sırrı yazıdır” diyen bir bir<br />

adam görür. Delikanlı “sır nedir” diye tekrar sorduğunda<br />

“sır, yazıdır” cevabını alır. Adam elindeki<br />

tableti ezer ve “bak işte bu kadar kolaydır, bir<br />

sırrın yok olması” der. Özen Yula’nın öykülerinin<br />

“hiç”liği anlatmaya koyulduğunu anlatan iyi bir<br />

örnektir bu. “Zalimdir insan; dürüstlük bir kılıftır;<br />

içinde hıyanet, kin, öç, ihanet yatar. İnsan, özünde<br />

hiç olduğunu anlamayan bir “hiçlik”ten başka<br />

52<br />

bir şey değildir” (Yula <strong>20</strong>05:14). Yazı bu hiçliği<br />

yüze vurduğu için, hayata ihanet eder. Tek anlamı<br />

da budur yazının. Dolayısıyla bir öykünün<br />

(yazının) kişileri, mesajları, mekanları yoktur ya<br />

da sadece yazı için vardır. Klasiğin kahramanı öldüğü<br />

gibi modernizmin bireyi de ölmüştür daha<br />

doğrusu zaten aslı olmayan bu gerçeklik de masallaşmıştır.<br />

KAYNAKÇA<br />

Ağaoğlu, Adalet (<strong>19</strong>82). Hadi Gidelim. İstanbul: Remzi Kitabevi<br />

Atay, Oğuz (<strong>20</strong>00). Korkuyu Keklerken. İstanbul: İletişim Yayınları<br />

Batur Enis, (<strong>19</strong>93). Yazının Ucu. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları<br />

Belge, Murat (<strong>19</strong>94). Edebiyat Üstüne Yazılar. İstanbul: Yapı Kredi<br />

yayınları<br />

Bozkurt Ahmet (<strong>20</strong>07) “Yazı’n’ın YırtılıverdiğiYer”, Kitap-lık, Ocak)<br />

Demiralp, Oğuz (<strong>19</strong>98). Yazı ve Yalnızlık. İstanbul: Yapı Kredi Yayınlarıs<br />

Erbil, Leyla (<strong>19</strong>83). Gecede. İstanbul: Adam Yayınları<br />

Erbil, Leyla (<strong>19</strong>83). Yazko Edebiyat, S.3. Mayıs<br />

Gülsoy, Murat (<strong>20</strong>03). Binbir Gece Mektupları. İstanbul: Can Yayınları<br />

Gürbilek, Nurdan (<strong>20</strong>04). Kör Ayna Kayıp Şark. İstanbul: Metis Yayınları<br />

Karasu, Bilge (<strong>19</strong>94). Ne Kitapsız Ne Kedisiz. İstanbul: Metis Yayınları<br />

Karasu, Bilge (<strong>19</strong>96). Göçmüş Kediler Bahçesi. İstanbul: Metis Yayınları<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>83). “M. Kutlu ile Konuşma” (Ahmet Özalp), Yeni<br />

Devir 25Nisan<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>84). “Mustafa Kutlu İle Konuşma”, Aylık Dergi,<br />

S.63/64/65<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>94). Sır. İstanbul: Dergah Yayınları<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>99). “M.Kutlu ile Öykücüğü Üzerine” (İlyas Dirin).<br />

Hece. S.33/34<br />

Lekesiz, Ömer (<strong>19</strong>99). Yeni Türk Edebiyatında Öykü 3. İstanbul:<br />

Kaknüs Yayınları<br />

Lekesiz, Ömer (<strong>20</strong>01). Yeni Türk Edebiyatında Öykü 4. İstanbul:<br />

Kaknüs Yayınları<br />

Özlü, Tezer (<strong>19</strong>97). Eski Bahçe. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları<br />

Su, Hüseyin (<strong>19</strong>99). Ana Üşümesi. Ankara: Hece Yayınları<br />

Su, Hüseyin (<strong>20</strong>01). “Hüseyin Su ile Öykü Üzerine”, Hece, S.56,<br />

ağustos<br />

Su, Hüseyin (<strong>20</strong>06). Aşkın Halleri. Ankara: Hece Yayınları<br />

Şakar, Cemal (<strong>20</strong>06). Yazı Bilinci. Ankara: Hece Yayınları<br />

Tosun, Necip (<strong>20</strong>05). Otuzüçüncü Peron. Ankara: Hece Yayınları<br />

Ömer Türkeş, (<strong>20</strong>07). “Tehlikeli Oyunlar”, www. Yazarlar/eu/atay,<br />

10.04.<strong>20</strong>07<br />

Yula, Özen (<strong>20</strong>05). Tanrı Kimseyi Duymuyor. İstanbul: Yapı Kredi<br />

Yayınları


<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong><br />

HİKÂYELERDE<br />

ŞİİRSELLİK<br />

Özet: Türk edebiyatında son 25 yılın metinleri<br />

bir düzyazı türü olarak hikâyenin şiirsel ögelerden<br />

beslenme biçimi ve niteliğinin önem kazandığını<br />

göstermektedir. Yazarların klasik hikâyede değer<br />

taşıyan “vak’a”nın yerine, temanın ikincil motiflerini<br />

genişletmeye çalıştıkları, zayıflayan dramatik<br />

ögenin boşluğunu doldurmak için ise şiirsel<br />

yapının bir gereği olan görsel-biçimsel düzenlemelere<br />

yöneldikleri; eksiltme, sezdirme yoluna<br />

gittikleri, bu yüzden kelimenin ve çağrışımlarının<br />

alabildiğine önem kazandığı, ses ve motif<br />

tekrarları gibi ritmik uygulamaların, benzetme<br />

ve tasvirlerin imaj özelliği kazanmaya, hatta kimi<br />

örneklerde metaforik bir yapı ortaya çıkmaya<br />

başladığı görülmektedir.<br />

Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

sonrası hikâye, şiir, düzyazıda şiirsellik<br />

53<br />

Yard. Doç. Dr. Yılmaz TAŞÇIOĞLU<br />

Sakarya Üniversitesi<br />

Abstract: The stories by Turkish writers in the<br />

last two decades demonstrate the ways how the<br />

short story as a prose genre has taken sustenance<br />

in diverse poetical devices. We witness that<br />

the story writers insist on developing the secondary<br />

motifs of the theme instead of the plot in the<br />

classical story, that they give importance to the<br />

visual-formal organizations of their stories for<br />

compensating the weakened dramatic element,<br />

that they have recourse to the poetical devices<br />

(like reduction and allusion), so that the words<br />

and their associations take prominence, rhythmic<br />

devices like sound and motif repetitions, simileanalogy-parallelism<br />

and description-illustration<br />

begins to take imagistic quality, and in certain instances<br />

even a metaphoric form.<br />

Key Words: Turkish literature, short story after<br />

the <strong>19</strong><strong>80</strong>s, poetry, poeticalness in the prose<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Türler arasındaki geçişlilik edebiyatın ilgilendiği<br />

önemli konulardan birisidir. Malzemelerinden<br />

kaynaklanan ve karakteristiklerini de buradan<br />

alan farklı sanat türlerinin birbiriyle ilişkisinin ve<br />

etkileşiminin doğurduğu (meselâ Orhan Veli’nin<br />

“sanatta tedahüle karşı” olduğunu bildiren<br />

Garip önsözündeki görüşleri ve bu bağlamda<br />

ortaya çıkan) tartışmalar bir yana, ayrıca edebiyat<br />

türlerinin kendi içindeki etkileşimi de üzerinde<br />

durulması gereken konular arasındadır.<br />

Bu bağlamda, manzum tiyatrolar, Divan<br />

edebiyatında nesrin şiire özenmesi, düzyazıda<br />

şiire özgü tekniklerin kullanılması, Edebiyat-ı Cedide<br />

şairlerinin mensur şiirler yazması bir yanda;<br />

başta Tevfik Fikret ve Mehmed Âkif olmak üzere<br />

birçok şairin şiirlerinde tahkiyeye başvurması,<br />

şiirde hikâye anlatmaya çalışması diğer yanda<br />

türlerin kendi anlatım imkânlarını genişletme<br />

çabası olarak yorumlanabileceği gibi, edebiyat<br />

tarihimizi farklı bir okumaya tâbi tutma gereğini<br />

de düşündürür.<br />

Edebiyatın iki ana türü olan şiir ile hikâye<br />

arasındaki etkileşimden önce bu iki türün farklılığını<br />

ortaya koymak gerekir. Şiir metaforik bir dili benimserken,<br />

hikâye ve roman temelde metonimik<br />

bir dil kullanımına sahiptir. Bu türleri kendilerine<br />

özgü kılan asıl özellikleri de buradan kaynaklanır.<br />

Şiirin birbiriyle yer değiştirmesi mümkün olmayan<br />

olgu ve/ya da kavramlar arasında bir yer<br />

değiştirme peşinde olması, onu kendi içine kapalı<br />

bir dil üretmeye yöneltirken, özellikle roman olmak<br />

üzere, anlatı türleri ve elbette hikâye kendi<br />

dışındaki (durum, davranış, olay vb.) bir alanı mecaz<br />

yoluyla temsil etme amacı taşır ve oluşturduğu<br />

dil bu yüzden daima dışarıyı işaret eder. Bu temel<br />

farklılık şiir dilinin “neyi değil, nasıl anlattığı” esprisiyle,<br />

hikâye dilinin ise var olanı aktarabilme<br />

becerisiyle ifade edilmektedir. Denilebilir ki, şiir<br />

ayrıntıları ayıklama ve anlamı yoğunlaştırma<br />

uğraşı içerisindeyken, hikâye ayrıntıları çoğaltma<br />

ve anlatımı güzelleştirme çabasındadır. Buradan<br />

çıkarak şiirin dili bir süzgeç gibi kullanıp eksiltmeye,<br />

sezdirmeye ve tek bir metinde ve hatta<br />

sözde çok-anlam oluşturmaya çalıştığını; hikâyenin<br />

ise anlam katmanını değil, anlatılanın kendisini<br />

çoğaltmaya yöneldiğini söyleyebiliriz. Bu<br />

karakteristik farklılık söz konusu türlerin en küçük<br />

54<br />

biçimsel ögelerden başlayarak metinlerin bütün<br />

yapılarını kuşatan birçok özellikte birbirinden<br />

ayrılmasını sağlar. Böylece Mehmet Can Doğan’ın<br />

deyimiyle “boyutsuz (ama bütün boyutları kapsayan<br />

ve aşan) şiir” ile “üç boyutlu hikâye” 1 yapıları<br />

ortaya çıkar. O halde şiir ve hikâye arasındaki<br />

ilişkide şiirin hikâyedeki olay ögesine, hikâyenin ise<br />

şiirin yapısında var bulunan neredeyse bütün faktörlere<br />

ilgisinin yattığı söylenebilir. Bu bakımdan<br />

hikâyedeki şiirsel öğeleri belirleyebilmek için<br />

somut biçimsel ögelerden başlayarak anlatımdaki<br />

belirsizlikleri, sezdirmeleri, çağrışımları, dilin<br />

söze dönüştürülmesi aşamasındaki benzetme,<br />

alışılmamış bağdaştırma, ritmik anlatım biçimleri,<br />

ses değerlerinin öne çıkarılışı, imgeler yoluyla<br />

yeni anlamlar elde etme, okurda çarpıcı duygu ve<br />

düşünceler oluşturma amacıyla özgün tasarımlar<br />

yaratma gibi birçok uygulamayı dikkate almak gerekiyor.<br />

2 Ancak baştan belirtmek gerekir ki, bütün<br />

bu uygulamalar Abdülhak Hâmid’in manzum<br />

tiyatrolarında gördüğümüz gibi, ne şiir, ne tiyatro<br />

diyebileceğimiz bir sonucu zorunlu kılmaz. Ne<br />

hikâyeyi şiir yapar, ne de hikâye olma özelliğine<br />

bir zarar verir. Bununla birlikte ilk bakışta hikâye<br />

türü için yeni anlatım yolları arama çabasının bir<br />

ürünü olan bu türlü arayışların ne kadar alışılmış<br />

hikâyenin sınırları içerisinde kaldığı da tartışma<br />

götürür.<br />

Özellikle Çehov’la değişen ve olayın geri plana<br />

çekildiği hikâye etme tarzı, kendiliğinden dil<br />

kullanımını öne çıkarmıştı. Bizde ise Sait Faik’in son<br />

dönem hikâyeleri dilin öne çıktığı metinler olarak<br />

dikkati çeker. 3 Hikâyeyi oluşturan iki zıt ögenin<br />

birbiriyle yer değiştirmesi, olayın geriye çekilip dil<br />

kullanımının daha fazla önemsenmesi doğal olarak<br />

hikâye ile şiir dilleri arasındaki çekimi arttırmıştır.<br />

Bu bağlamda şiir dilinde özellikle <strong>19</strong>50’den sonra<br />

bir sapma olarak değerlendirilemeyecek kadar artan<br />

ve bir norm halini alan biçimsel değişiklikler,<br />

Mehmet Can Doğan, “Şiir ve Hikâye”, Hece Türk Öykücülüğü<br />

Özel Sayısı, S.46-47, s. 36<br />

2 Bu konuda yapılan dikkate değer çalışmalar arasında Doğan<br />

Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara 999; Nurullah Çetin, Şiir<br />

Çözümleme Yöntemi, Ankara <strong>20</strong>03; Aysu Erden, “Öyküde Şiirsellik<br />

Boyutu Üzerine”, Yeni Bin Yılda Öykücülüğümüz, Ankara <strong>20</strong>00<br />

ve Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul <strong>20</strong>02 isimli eserler<br />

anılmalıdır.<br />

3 Ayşenur Külahlıoğlu İslam, “Sait Faik Abasıyanık’ın Hikâyelerinde<br />

Şiirsel Söylem”, Ölümünün Ellinci Yılında Sait Faik<br />

Abasıyanık’ı Anma Günleri, Sakarya <strong>20</strong>05, s. 27- 37


enzetmeler, dilin kendine kapanması ve metaforik<br />

bir düzleme yönelmesi hikâye dilinde de<br />

sıklıkla görülür olmuştur.<br />

Bu yazıda <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra yayımlanan kimi<br />

hikâyelerde, şiire özgü kabul edilebilecek<br />

türden anlatım özelliklerini tespit etmeye ve<br />

değerlendirmeye çalışacağız. Değineceğimiz<br />

yazarlardan kimisi ilk hikâyelerini bu tarihten<br />

önce yayımlamış olsalar da bizim ele alacağımız<br />

hikâyeleri <strong>80</strong> sonrasında yayımlananlar olacaktır.<br />

Ayrıca edebiyat dünyasına bu tarihten sonra adım<br />

atmış yazarların eserleri de yazımızın konusu<br />

içinde bulunmaktadır. Bu yazarların eserlerindeki<br />

şiirsel özellikleri iki açıdan, biçimsel özellikler ve<br />

anlam karşısındaki tutum bakımından ele almak<br />

istiyoruz.<br />

Biçimsel özellikler<br />

Biçimsel özellikler arasında, bir nesir türü olan<br />

hikâyenin sayfadaki dizilişinden sapma yaparak<br />

daha çok şiir formunda görülen, satırları sayfanın<br />

sonuna götürmeden belirli uzunluklarda keserek<br />

alt alta dizmek ilk göze çarpan şiirsel uygulama<br />

olarak dikkati çekiyor. Bu türden görsel düzenleme<br />

elbette çok defa söyleyişte de şiirsel olana<br />

doğru bir eğilim gösterilmesinin bir sonucu olarak<br />

dil kullanımını da belirliyor.<br />

Dönemin dikkat çekici yazarlarının başında gelen<br />

Sadık Yalsızuçanlar’ın Gerçeği İnciten Papağan 4<br />

ve Şehirleri Süsleyen Yolcu 5 isimlerini taşıyan<br />

kitaplarındaki bütün hikâyeler sözünü ettiğimiz<br />

sayfa düzeni içerisinde okura takdim edilmiştir.<br />

Sona varmadan kırılmış satırların içerisinde akan<br />

cümle yapıları, sık sık rastlanan bir veya iki kelimelik<br />

cümlelerin dışında nesir yazılarının alışılmış<br />

formunun pek dışına çıkmıyor. Hüseyin Su ise bütün<br />

hikâyelerinde veya bir hikâyenin tamamında<br />

değilse de bazı hikâyelerinin belirli kısımlarında<br />

yazıyı sayfaya aktarırken satır sonlarına varmadan<br />

cümleleri bölmüş ve bu işlemin yapıldığı bölümlerde<br />

dil lirik bir akış kazanmıştır. Bir örnek olarak<br />

“Aydan Arıdır Yüzleri” başlıklı hikâyenin bir bölümünü<br />

buraya almak istiyoruz:<br />

4 Sadık Yalsızuçanlar, Gerçeği İnciten Papağan, 2. bsk., Ankara<br />

996, 02 s.<br />

5 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, 3. bsk. Ankara<br />

996, 8 s.<br />

55<br />

“derûni dilden<br />

ve can ü gönülden pek…<br />

ellerinizden bir gül destesi gibi incitmeden…<br />

diye<br />

evlerimiz bağlarımız dağlarımız burnumuzda<br />

tütüyor<br />

köpeklerimiz kedilerimiz<br />

severken batan sakallarınız ve dayaklarınız<br />

annelerimizin azarları kaçarken arkamızdan<br />

kürelediği süpürgeler odunlar oklavalar tavalar<br />

yırtıklarımız söküklerimiz<br />

açlıklarımız ve yine açlıklarımız<br />

evizmiz/dünya<br />

siz ve biz/insanlar<br />

güzellik iyilik ve sevgi<br />

babalar anneler kardeşler ve çocuklar<br />

kestane kebap<br />

acele cevap… diye” 6<br />

Yazarın “Rahvan” adlı hikâyesinde daha sıklıkla<br />

uygulanmış olan bu form ayrıca yukarıdaki<br />

alıntıda da görülen satırların küçük harfle<br />

başlaması gibi biçimsel bir sapmayı da içermektedir.<br />

Bu yazım sapması özellikle dilin şiirsel<br />

bir biçimde kullanılmak istendiği bölümlerde<br />

gerçekleştirilmiştir. Bu biçimsel özelliklerle<br />

desteklenen bölüm üslûp bakımından da (meselâ<br />

sezdirme ve eksiltmelerle) şiirsel bir nitelik taşır:<br />

“ellerimize demirler yapıştı her yerde<br />

soğuk, kurtulamadığımız acılı pas kokuları,<br />

alnımızı dayayacak yer bulamadık,<br />

uzayıp giden boşlukta ellerimiz<br />

çekip çekip yoluyoruz<br />

saçlarını karanlığın.” 7<br />

6 Hüseyin Su, “Aydan Arıdır Yüzleri”, Ana Üşümesi, Ankara<br />

999, s.47<br />

7 Hüseyin Su, “Rahvan”, Ana Üşümesi, Ankara 999, s.79<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Hüseyin Su, “İbrişimden Yürek Bağları” adlı<br />

hikâyesinde bu defa görüntü ve anlam arasında bir<br />

ilişki kurmak için cümle düzeni ve düzenlenişinde<br />

değişiklik yapmak yoluna gitmiştir:<br />

“Artık kağşamış bir merdiveni<br />

i<br />

ni<br />

yor<br />

ağrı aksak.” 8<br />

dun<br />

biçiminde şiirde, özellikle somut şiir anlayışında<br />

sıklıkla kullanılan görsel düzenleme yapmış, böylece<br />

merdiven ve inmek sözcüklerinin anlamını<br />

görüntülemek istemiştir. Yazar, “Isındıkça<br />

Buğulanan Toprak” adlı hikâyesinde de aynı<br />

uygulamayı yapmaktadır. 9<br />

Benzer bir form denemesi, çıkışını önceki<br />

dönemde yapmış olan Türk hikâyesinin önde gelen<br />

yazarlarından Tomris Uyar’ın “Bir Doğum Gününe<br />

Zula” başlıklı metninde de görülmektedir. Başlığın<br />

ilk üç sözcüğünün küçük harflerle, son sözcüğün<br />

ise büyük dizildiği bu metinde yazar sadece<br />

satırları keserek dize biçimine dönüştürmeye<br />

çalışmakla kalmamış aynı zamanda metnin bazı<br />

bölümlerini satır başından, bazılarını ise belirli<br />

bir dikkatle içeriden başlatmış; öte yandan bu<br />

biçimsel çaba, üslûbu ve içeriği de belirgin şekilde<br />

etkilemiş, çağrışımlar, sezdirmeler, boşluklar,<br />

montaj tekniği gibi uygulamalarla metin bütünüyle<br />

şiirsel bir niteliğe büründürülmüştür. 10<br />

Hulki Aktunç ise “Kıyısız” 11 ve “Galatalı Bir Yar” 12<br />

adlı hikâyelerinde sözünü ettiğimiz türden bir satır<br />

istifi yapmış, öte yandan hem “Kıyısız” hikâyesinde<br />

hem de “Fortuna ya da Kırık Kanatlı Bir Arayışın<br />

8 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Ankara 998, s.53<br />

9 Hüseyin Su, “Isındıkça Buğulanan Toprak”, Age, Ankara<br />

999, s.85 vd.<br />

0 Tomris Uyar, “Bir Doğum Gününe Zula”, Yaz Düşleri/Düş<br />

Kışları, 98 İstanbul, s.7 -74. Yazar bu kitabındaki “Oyun” isimli<br />

öyküsünde de birkaç anlatım tekniğini (diyalog, metni iki farklı<br />

boyutta dizerek birbirinden ayırma, dipnotu koyma vb.) bir arada<br />

kullanarak üslûbunu genişletme, çeşitlendirme yoluna gitmiştir.<br />

Hulki Aktunç, “Kıyısız”, Ten ve Gölge”, İstanbul 985, s.4<br />

2 Hulki Aktunç, “Galatalı Bir Yar”, Ten ve Gölge”, İstanbul<br />

985, s. 37.<br />

56<br />

Anlatımı” 13 başlıklı hikâyesinde paragrafların ilk<br />

sözcük veya sözcüklerini üst satıra çıkarıp büyük<br />

harfle dizerek ara başlık haline getirmiştir. Bu<br />

denemenin de yeni form arayışının sonuçlarından<br />

birisi olarak görülmesi gerektiği düşüncesindeyiz.<br />

Yazarın “Kardaki Güller” 14 başlıklı metninin tamamen<br />

şiir formunda ve hiç bir noktalama işareti<br />

kullanılmaksızın kaleme alınmış olması dikkati<br />

çekiyor. Konuşma üslûbuyla yazılmış olan bu metnin<br />

görsel biçiminin dışında da temanın eksiltmelerle,<br />

sezdirmelerle ilerletilmesi sebebiyle hikâye<br />

türünün sınırlarını zorlayan ve daha çok şiire<br />

yaklaşan bir deneme olarak değerlendirilmesi<br />

mümkündür.<br />

Bu noktada bir başka biçimsel bakımdan şiir formuna<br />

yöneliş olarak değerlendirilebilecek uygulamaya<br />

değinmek gerekir. Alıntılama veya montaj<br />

tekniği olarak isimlendirilen bu teknik metne<br />

başka yazarların eserlerinden belirli bölümlerin<br />

alınmasıdır. Son yirmi beş yılın hikâye yazarları,<br />

şairlerden ve anonim kültürün şiirsel ürünlerinden<br />

çok sayıda dize veya bölümler alarak metinlerini<br />

zenginleştirme yoluna gitmişlerdir. Durali<br />

Yılmaz “Şiir İçin Yaşayan Adam” adlı hikâyesinde<br />

Fuzûli’den 15 , Tomris Uyar “Beyaz Bahçede” isimli<br />

hikâyesinde Şeyh Galip’ten, “Bir Doğum Gününe<br />

Zula” hikâyesinde Yahya Kemal’den 16 alıntılar<br />

yapmıştır. Hüseyin Su, “Rahvan” hikâyesinin<br />

başına Ömer Erinç’ten 17 , Mustafa Kutlu “Karakoncolos”<br />

18 hikâyesinde ilahi, anonim dua,<br />

“Dürbünlü Çiçek” <strong>19</strong> hikâyesinde ve Uzun Hikâye <strong>20</strong><br />

adlı eserinde türkü, “Sır” 21 isimli hikâyesinde ilahi,<br />

“Her Ne Var Âlemde” 22 isimli hikâyesinde Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar’dan bir dörtlük alıntılamıştır. Fat-<br />

3 Hulki Aktunç, “Fortuna ya da Kırık Kanatlı Bir Arayışın<br />

Anlatımı”, Ten ve Gölge”, İstanbul 985, s.23 vd.<br />

4 Hulki Aktunç, “Kardaki Güller”, Ten ve Gölge”, İstanbul<br />

985, s. 05- 3<br />

5 Durali Yılmaz, “Şiir İçin Yaşayan Adam”, Gel İçimde Ağla,<br />

İstanbul 98 , s. 07- 08<br />

6 Tomris Uyar, “Beyaz Bahçede”, Age, s.50; “Bir Doğum Gününe<br />

Zula”, Age, s.7<br />

7 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, s.75<br />

8 Mustafa Kutlu, “Karakoncolos”, 2. bsk., Hüzün ve Tesadüf,<br />

İstanbul 999, s.63 ve 65<br />

9 Mustafa Kutlu, “Dürbünlü Çiçek”, 2. bsk., Hüzün ve Tesadüf,<br />

İstanbul 999, s.69<br />

<strong>20</strong> Mustafa Kutlu, Uzun Hikâye, 3. bsk., İstanbul <strong>20</strong>0 , s. 7,<br />

40,55, 74, 97, 99<br />

2 Mustafa Kutlu, “Sır”, Sır, İstanbul 990, s. 0<br />

22 Mustafa Kutlu, “Sır”, Sır, İstanbul 990, s. 39


ma Karabıyık Barbarosoğlu “Söz Darmadağın” 23<br />

adlı hikâyesinin başına Nef’î’den bir beyit, “Tamir<br />

Görmemiş Aşk” 24 hik3ayesinin başına Cahit Sıtkı<br />

Tarancı’dan bir dize, Nazan Bekiroğlu “Onların Son<br />

Hikâyeleri” 25 başlıklı hikâyesinde Ömer Erdem’in<br />

şiirinden bir bölümü, Didem Uslu “Eski Bir Marş”<br />

hikâyesinde 1 Mayıs marşının bir kıtasını 26 metnine<br />

almıştır. Bu örnekleri elbette çoğaltmak<br />

mümkün ama gereksizdir. Burada andığımız<br />

ve anmadığımız birçok yazar hikâyelerinde birçok<br />

farklı kaynaktan aldıkları şiir vb. sözleri<br />

monte ederek metinlerine bir anlatım zenginliği<br />

sağlamaya çalışmışlardır.<br />

Ayrıca dönem hikâyelerinin pek çoğunda yazım<br />

sapmaları, paragrafa, cümleye küçük harfle<br />

başlama, noktalama işareti kullanmama gibi özellikler<br />

dikkati çekmektedir.<br />

Anlam Karşısındaki Tutum:<br />

Benzetmeler, Anlamsal Boşluk,<br />

Sezdirme ve Çağrışımlar<br />

Yukarıda değindiğimiz üzere metinde anlam karartmaları<br />

yapmak, sezdirmelere, söz eksiltmelerine<br />

başvurmak daha çok şiirin özellikleri arasında<br />

kabul edilir. Her ne kadar günlük iletişim dilinde<br />

bile bu anlatım yollarına zaman zaman başvurulsa<br />

bile anlatma esasına dayanan bir tür olarak hikâye<br />

büyük ölçüde sözün düz, doğrudan aktarımını<br />

benimser. Buna karşılık dönem yazarlarından birçoğunun<br />

metinlerinde sözünü ettiğimiz anlatım<br />

boşlukları, aynı metinde birden fazla anlatım katmanı<br />

oluşturma girişimleri gözlenmektedir.<br />

Biz bu eğilimi yazarların şiirsel bir anlatıma<br />

yönelme çabası içerisinde oldukları şeklinde<br />

değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Dönemin<br />

yazarlarından bazı metinleri bu konuya örnek<br />

olmak üzere dikkatlere sunmadan önce hikâyecilerin<br />

çok sevdiği ve sıklıkla başvurduğu benzetme<br />

konusunda küçük bir açıklamayı gerekli<br />

görüyoruz:<br />

23 Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Söz Darmadağın”, Acı Deniz,<br />

İstanbul 996, s.<br />

24 Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, “Tamir Görmemiş Aşk”,<br />

Gün Akşamsızdır, 2. bsk., İstanbul <strong>20</strong>0 , s.67<br />

25 Nazan Bekiroğlu, “Onların Son Öyküleri”, Nun Masalları,<br />

İstanbul 997, s.87<br />

26 Didem Uslu, “Eski Bir Marş”, Geçip Gitti Göçmen Kuşlar,<br />

s.24<br />

57<br />

Hikâye yazımında benzetmelerin şiirsel bir<br />

özellik olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği<br />

tartışmaya açıktır. Eğer geleneksel normlar<br />

açısından bakarak benzetmenin öncelikle şiire<br />

özgü olduğu, hikâyenin ise nakletmek niteliğini<br />

taşıdığı düşünülürse bütün düzyazılarda olduğu<br />

gibi hikâyede de benzetmenin şiirsel bir öge<br />

olarak kullanıldığı kabul edilmelidir. Ne var ki bu<br />

normların varlığının üzerinden çok zaman ve yazı<br />

deneyiminin geçtiğini ve hikâyede dil kullanımının<br />

öncelikli değer haline geldiğini düşünerek düz<br />

benzetmenin modern edebiyatta artık şiirden<br />

çok hikâyeye mâl edilmesi gerektiğine de hükmedebiliriz.<br />

Bu bakımdan hikâyede benzetmeye<br />

gösterilen yoğun ilginin ayrıca tartışılması gereken<br />

bir olgu olduğu söylenebilir. Son yirmi beş<br />

yılın hikâye yazarları arasında da sık sık benzetmeye<br />

başvuran, buradan şiirsel bir dil inceliği yakalamaya<br />

çalışan birçok kalem var. Bunlara sadece<br />

birkaç örnek vermekle yetineceğim:<br />

Hatice Bilen Buğra, “İmece” 27 hikâyesine şu<br />

cümlelerle başlar: “Külrengi aydınlığın içinden,<br />

ilkin sesleri geldi. Üzerlerine incecik, uzun çizgiler<br />

halinde bir ışık düşünce, sisin altından kadınlı, kızlı<br />

bir kalabalık çıktı.” Ayfer Tunç ise ‘‘Kadın Hikâyeleri<br />

Yüzünden’’ 28 adlı hikâyesinde şu cümleleri kurar:<br />

‘‘… Masmavi bir adam görürdüm aynada, ucuz ve<br />

mavi bir etek astarı çekmiş, buruşmuş bir yüz.<br />

Sanki yüzümün çizgilerine bir mürekkep dolardı.<br />

Terk edilmiş bir ev köpeğini andırırdı duruşum.’’<br />

Bu örnekleri çoğalmak mümkün ama hemen<br />

anlaşılabileceği gibi buna gerek yok. Çünkü bu<br />

türlü benzetmeler artık hikâye türünün alışılmış,<br />

norm haline gelmiş özellikleri arasındadır. Bununla<br />

birlikte burada dilin güzelleştirilmesinin<br />

yanı sıra, durumun, olgu veya olayın etkileyici bir<br />

şekilde aktarılma çabasının da yattığını her iki<br />

halde de şiirsel bir eğilim olarak görmenin mümkün<br />

olabileceğini düşünüyoruz.<br />

Anlamı ve anlatımı şiirsel olana doğru asıl<br />

yönelten uygulamaların başında ise aynı metinde<br />

anlatım katmanları oluşturma denemelerinin<br />

geldiği görülüyor. Fatma Gürel “Yağmur Altında<br />

27 Hatice Bilen Buğra, “İmece”, Umursanmayan Kadınlar,<br />

İstanbul 989, s.95<br />

28 Ayfer Tunç, “Kadın Hikâyeleri Yüzünden”, Aziz Bey Hadisesi,<br />

İstanbul <strong>20</strong>05, s.96<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Bir Adam” 29 başlıklı hikâyesini biri normal, diğeri<br />

italik dizilmiş söz gruplarının dönüşümlü olarak<br />

yerleştirilmesi yoluyla iki anlatım katmanı biçiminde<br />

düzenlemiştir. Normal karakterde dizilmiş<br />

olan katmanda hikâye kişisinin sevdiğini beklemesi<br />

sırasındaki duygu ve düşünceleri iç-monolog<br />

üslûbuyla aktarılırken, italik dizilen cümleler<br />

aynı kişinin bu bekleyiş sırasındaki gözlemlerini<br />

yansıtmaktadır. Böylece, geçişlerle aynı ânın<br />

iki yönü verilmekte, bir yandan da birbirinden<br />

bağımsız da okunabilecek iki ayrı metin<br />

aynı düzlemde birleştirilmektedir. Bu düzenlemede<br />

geçişler sırasında oluşan boşluklardaki<br />

çağrışımların şiire özgü bir değer sağladığı<br />

söylenebilir.<br />

Metnin bazı kısımlarının italik olarak dizilmek<br />

suretiyle diğer kısımlardan ayrı tutulmak istenmesi<br />

birçok yazarın başvurduğu bir yol olarak dikkati<br />

çekiyor. Bunlardan birisi de Ramazan Dikmen’in<br />

“Muhayyer” 30 isimli hikâyesinde görülüyor. Yazar<br />

bu hikâyesinde kimi kelime veya kelime grubunu<br />

satırbaşı yaparak bağımsızlaştırdıktan sonra<br />

italik olarak dizmiş. Böylece oluşturulan biçimsel<br />

farklılık, elbette cümlelerin içeriğindeki farklılığı<br />

öne çıkarmak, vurgulamak amacı taşıyor. Yazar<br />

“Sır” 31 isimli hikâyesinde ise, hikâyede yer alan<br />

ve italik olarak dizilmiş mektuplardan bazı cümlelerin<br />

hecelerini belirsiz parçalar halinde hikâyenin<br />

çeşitli yerlerinde yine italik olarak ayrıca<br />

verir. Melek Paşalı’nın “Geceye Ağıt Yakan Kızların<br />

Hikâyesi” 32 ve “Beyaz Yakalı Bir Gün” 33 hikâyelerinde<br />

de aynı anlatım tekniğinin uygulandığı<br />

görülüyor. İki yatık çizgi arasında italik dizilmiş<br />

olan bölümler ilk hikâyede anlatıcı kipleri ile ikinci<br />

hikâyede bakış açısı ile normal dizilmiş bölümlerden<br />

farklılaştırılmış.<br />

Bu hikâyelerde de iki farklı dizilmiş bölüm<br />

arasındaki tematik bağ zaman zaman<br />

belirsizleştirilmiş ve anlatımda bir boşluk<br />

oluşturulmuştur.<br />

29 Fatma Gürel, “Yağmur Altında Bir Adam”, Bir Yaz Gecesi,<br />

3.bsk. İstanbul <strong>20</strong>03, s.29-32<br />

30 Ramazan Dikmen, “Muhayyer”, Kıyıya Vuranlar, İstanbul<br />

996, s.7-2<br />

3 Ramazan Dikmen, “Sır”, Kıyıya Vuranlar, İstanbul 996,<br />

s.99- 4<br />

32 Melek Paşalı, “Geceye Ağıt Yakan Kızların Öyküsü”, Hayal<br />

Günlüğü, İstanbul 997, s. 5- 8<br />

33 Melek Paşalı, “Beyaz Lekeli Bir Gün”, Hayal Günlüğü, İstanbul<br />

997, s.30-34<br />

58<br />

Paşalı, ayrıca birçok metinde benzetmelere<br />

başvurarak şiirsel bir üslûp oluşturmaya<br />

çalışmaktadır. “Mükedder” başlıklı metinden<br />

aldığımız şu cümlelerde olduğu gibi: “İnce bir<br />

tül gibi iniyor akşam, gündüzle gecenin, sevinçle<br />

kederin, yaşamla ölümün arasına. İnsanlar<br />

acele adımlarla evlerine dönüyorlar. Onları şeffaf<br />

bir örtü gibi hayatın hem içinde hem de dışında<br />

tutan tüllerin arkasına.” Bu ince benzetmenin<br />

arkasından tül motifi aracılığıyla yazarın realiteye<br />

yönelişi anlatımın estetik düzeyini zıtlıktan doğan<br />

bir gerilime dayandırıyor: “Rüzgarın uçurduğu tül<br />

perdenin ardında bizim sokak var.” 34<br />

Didem Uslu “Geçip Gitti Göçmen Kuşlar” adlı<br />

hikâyesinde iki anlatım katmanını dönüşümlü<br />

olarak kullanıyor. İtalik olarak asıl hikâyenin içerisine<br />

belirli aralıklarla yerleştirilmiş olan kısımlar,<br />

hem tematik açıdan hem de üslûp olarak bağımsız<br />

bir nitelik taşıyor. Asıl hikâye Balkan göçmenlerini<br />

konu edinirken ikinci katmanda anlatım göçmen<br />

kuşlar üzerinden yürütülür. Aslında elbette iki<br />

anlatım katmanı arasında bir ilişki bulunmaktadır.<br />

Daha doğrusu ikinci katmanı oluşturan anlatı,<br />

metaforik bir söylemle ilkini temsil etmektedir.<br />

Böylece Balkanlardan Anadolu’ya göçen insanların<br />

durumu başka bir düzlemde, şiirsel anlatımın<br />

imkânlarıyla ve eğretileme yoluyla aktarılmak<br />

istenmiştir. Kendi içerisinde bütünlüğe sahip olan<br />

ve ayrı bir metin olarak da okunabilecek nitelikte<br />

olan bu pasajlar göçmen kuşlara ilişkin lirik bir<br />

dille düzenlenmiştir. 35<br />

Nazan Bekiroğlu’nun “Nigâr Hanım, Sevgili” 36<br />

hikâyesi gerek yukarıda sözünü ettiğimiz biçim<br />

denemeleri ve gerekse metnin anlamına ilişkin<br />

düzenlemeler bakımından ilgi çekici bir örnektir.<br />

Yazar, akademik bir çalışmanın notlarıyla, konusuna<br />

empatik yaklaşmanın duygusal coşkusunu harmanlayan,<br />

bu amaçla alabildiğine serbest biçim<br />

düzenlemelerinden, çağrışımlara açık cümle<br />

yapılarına, yer yer şiirleşen söyleyişlere kadar birçok<br />

üslûp denemesini aynı metin içerisinde sergilemektedir.<br />

Denilebilir ki bu özellikleriyle metin<br />

34 Melek Paşalı, “Mükedder”, Hayal Günlüğü, İstanbul 997,<br />

s.50<br />

35 Didem Uslu, Geçip Gitti Göçmen Kuşlar, İstanbul 997,<br />

s. 0<br />

36 Nazan Bekiroğlu, “Nigâr Hanım, Sevgili”, Nun Masalları,<br />

İstanbul 997, s. 3 - 50


hikâye türünün çerçevesini taşan, şiire yaklaşan<br />

ve kendine özgü nitelik taşıyan bir metindir.<br />

Çıkışını 60’lı yıllarda yapmış olmakla birlikte<br />

düzenli olarak hikâye yazmaya devam eden ve<br />

Türk edebiyatında bu yönüyle kendisine özel bir yer<br />

edinen Rasim Özdenören “Kuyu” adlı hikâyesinde<br />

hem anlam hem de biçimsel ögeler bakımından<br />

şiirsel değerler taşıyan bir metin oluşturmuştur. 37<br />

Benzerlerine başka yazarlar açısından yukarıda da<br />

değindiğimiz söz gruplarının arasına konulan eğik<br />

çizgiler; satırların şiire benzer formda düzenlenişi,<br />

noktalama işaretlerinin kullanılmaması, anlatımı<br />

bilinçli bir belirsizleştirme ve buna bağlı olarak<br />

zaman ve mekân unsurlarındaki muğlaklaştırma<br />

işlemleri, sık kullanılan soru kalıplı cümle<br />

yapılarının yanı sıra, aynı şekilde yine yoğun olarak<br />

kullanılan alternatifli söz kullanımları, rüya motifi<br />

ve kararsızlık bildiren ifadeler metnin tematik<br />

düzeyini karartıyor.<br />

Böylece metnin tematik çizgisinin, yansıtma<br />

kuramına bağlı anlatılarda olduğu gibi gerçeklik<br />

iddiasını öne çıkarmadığı; yüzey yapıda<br />

olup bitenlerin başka birçok şekilde de olup<br />

bitebileceği düşüncesi uyandırılmaktadır. Bu türlü<br />

bir katmanlaştırmanın gerçeğin, durumlara, anlık<br />

duygulara göre değişebilen çok yönlülüğünü imâ<br />

ettiği düşünülebilir. Böylece yaşanan durumların<br />

gelişmeler için belirleyici rol oynamaktan uzak<br />

olduğu ve kaderin bin bir şekilde tecelli edişinin<br />

insanoğlunun yolculuğu ve arayışı için yalnızca<br />

bir başlangıç noktası ya da bir görüntü olarak<br />

anlam taşıdığı kavramının derin yapıyı oluşturan<br />

öge olduğu görülür. Bu düzenlemenin hikâyenin<br />

temayı, aktardığı olayı aşan, yeni katmanlarla<br />

çoğaltan bir yapıya yönelmesiyle eş anlamlı<br />

olduğu açıktır. Kısacası hikâyede bir soyutlama,<br />

anlatının genelleştirilmesi amacı güdüldüğü ortaya<br />

çıkıyor. Anlatılanların, özel, belirli bir kişinin<br />

şahsi tecrübesi değil, genel insan durumu olarak<br />

algılanması amaçlanıyor. Bu bilindiği gibi aslında<br />

klasik anlatıların (kutsal kitaplardaki hikâyelerin,<br />

masalların vb.) temel amaçlarından birisidir.<br />

Kısacası Kuyu hikâyesinin adından başlayarak asıl<br />

37 3. bsk., İstanbul <strong>20</strong>02, 9 s. Bu eser üzerine yapılmış bir<br />

inceleme için bkz. Yılmaz Taşçıoğlu “Rasim Özdenören’in “Kuyu”<br />

Adlı Hikâyesindeki Anlatım Özellikleri Üzerinde Bazı Dikkatler”,<br />

Işıyan Kelimeler Rasim Özdenören, Haz. Âlim Kahraman, İstanbul<br />

<strong>20</strong>07, s. 4 -46<br />

59<br />

ağırlıklı metaforun Yusuf-Züleyha mazmununun<br />

modernizasyonundan oluştuğunu belirtmek gerekir.<br />

Bu noktada, <strong>80</strong> sonrasının önde gelen hikâye<br />

yazarlarından Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde de<br />

sık sık geleneksel öykü üslûbunu, kutsal kitaplardaki<br />

kıssaların söyleyiş özelliklerini metinlerine<br />

taşıdığını ayrıca vurgulamakta yarar vardır. Gerek<br />

bu iki ismin gerekse, Ayfer Tunç, Elif Şafak, Nazan<br />

Bekiroğlu, Necip Tosun gibi birçok yazarın klasik<br />

anlatılara yönelmesi yalnızca biçimsel bir yöneliş<br />

olarak değil, aynı zamanda geleneksel olanın<br />

zamanlara göre değişmeyen özelliklerini yoklama,<br />

çağdaş anlatım imkânlarının bu metinlerin<br />

yapılarıyla desteklenerek genişletilmesi arzusunu<br />

da taşıyan bir dikkat olarak değerlendirilmelidir.<br />

Sonuç olarak dönemin önde gelen hikâye yazarlarının<br />

metinlerinde yeterli bir kanaat oluşturacak<br />

kadar şiirsel özellikler bulunduğunu göstermeye<br />

çalıştığımız bu yazının sonunda destekleyici örneklerinin<br />

çok daha fazla gösterilebileceği şiirsel<br />

özellikleri sıralamak ve vardığımız sonuçları şu<br />

şekilde maddeleştirmek mümkündür:<br />

1. Ben anlatıcı kipinin ve buna bağlı olarak bilinçakışı<br />

tekniğinin sıklıkla kullanılması dikkati çekmektedir.<br />

2. Hikâye en küçük biçim uygulamalarından<br />

metnin tamamını kuşatan anlatım tekniklerine ve<br />

anlamın çok yönlüleştirilmesi denemelerine kadar<br />

genişleyen bir eğilimle şiirsel anlatım formlarından<br />

yararlanmıştır. Bu bakımdan son dönemde<br />

diğer türlerin, özellikle şiirin imkânlarını kullanması<br />

kendisine bir ayrıcalık kazandırmıştır.<br />

3. Bu tür uygulamaların eski hikâye tarzlarına<br />

(olay hikâyesi ve durum hikâyesine) göre (çok daha<br />

önceden başlamış olmakla birlikte bu dönemde<br />

yaygınlaşan) bir sapma olarak değerlendirilebileceğini<br />

ve okurun dikkatini temadan anlatıma, söyleyişe<br />

yöneltildiğini belirtmek mümkündür.<br />

4. Son dönem hikâyelerinde, nesrin diline aykırı<br />

görülebilecek yüzeysel uygulamalar bir yandan<br />

gösteren düzeyinde ses, ritim ve söyleyiş salkımları<br />

oluşturmaya çalışırken bir yandan da gösterilen<br />

düzeyinde çeşitlenmelere, katmanlaşmaya<br />

imkân sağlamaktadır.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

5. Bu dönemde türler arası eğilimin özellikle<br />

hikâyeden şiire doğru olması dikkate değer bir<br />

olgudur.<br />

6. Bu nedenlerle şiir ile bilinen hikâye türleri<br />

arasında yeni bir türe doğru gidişin var olduğu<br />

söylenebilir.<br />

60


II.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Mehmet TEKİN<br />

61<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

METNİN BİR YERİNDE<br />

YEDİVEREN SIR<br />

(Mustafa Kutlu’nun “Eşik” Adlı<br />

Hikâyesini Yeniden Okumak)<br />

Özet: Bu bildiri, sözel metindeki bir unsurun,<br />

“yediveren gül”ün yeri ve konumunu, yazarın<br />

metin kurgusundaki tekniğinin içsel görüntüsü<br />

ve hayati gerçe(kli)ği olarak alımlama ve idrak<br />

etme girişimidir. O nedenle iki uçlu bir yaklaşım<br />

denenecek, bir ucunda varılacak harika nazarın ve<br />

farkındalığın (yani yapısalcı nazarın bağışlayacağı<br />

bir görüntünün) öbür ucunda yerini, sürpriz bir<br />

görüntüye (yani post-yapısalcı nazarın fark ve tefrik<br />

edeceği bir görüntüye) terk edebileceği, bunun ise<br />

yazar ve anlatıcı, metin ve kurgusu, biçim ve işlevi,<br />

çerçeve ve çehresi, tersi ve yüzü açısından sarsıcı<br />

bir anlamı açığa çıkaracağı tespit ve takdim edilecektir.<br />

Bu birbiri içinde eriyen nazarların, kimin<br />

yararına veya hesabına işlem yürüttüğü ise, okur<br />

görürlerin dolduracağı bir boşluk olarak zihinlere<br />

bırakılacaktır.<br />

Anahtar Kelimeler: Eşik, yediveren gülü,<br />

yapısalcı ve postyapısalcı bakış, yeniden okuma-<br />

yorum<br />

62<br />

Prof. Dr. Hasan AKAY<br />

Sakarya Üniversitesi / Sakarya<br />

An Everblooming<br />

Mystery in The Margins<br />

of Text<br />

(The Renewed Reading Of The Story Named“Eşik-<br />

Threshold of Mustafa Kutlu)<br />

Abstract: The paper is an attempt to understand<br />

and explicate the place and emplacement<br />

(or sité and siting) of an element, ‘Yediveren-everblooming<br />

rose’ in an oral text as an inner vision<br />

and vital reality of the technique of the author in<br />

the construction of the text. Therefore we follow a<br />

double-edged route (track, path) in which a marvelous<br />

image and consciousness (granted by the<br />

structuralist gaze) might be in turn replaced by<br />

a surprising vision (marked by poststructuralist<br />

gaze), and we are lead into an amazing meaning<br />

(signification) in terms of author-narrator, textfiction,<br />

form-function, frame-figure, inside-outside<br />

in the course of reading. The questions in favour<br />

of whom and for whose account these gazes<br />

(fusing in one another) act will be a blank space in<br />

the minds of the reader-seers (reading audience)<br />

to be filled by none except themselves.<br />

Key Words: Threshold, ever-blooming rose,<br />

structuralist and poststructuralist gaze, rereading-interpreting


Bu bildiri, sözel metindeki bir unsurun, “yediveren<br />

gül”ün yeri ve konumunu, yazarın metin<br />

kurgusundaki tekniğinin içsel görüntüsü ve<br />

hayati gerçe(kli)ği olarak alımlama ve idrak<br />

etme girişimidir. O nedenle iki uçlu bir yaklaşım<br />

denenecek, bir ucunda varılacak harika nazarın ve<br />

farkındalığın (yani yapısalcı nazarın bağışlayacağı<br />

bir görüntünün) öbür ucunda yerini, sürpriz bir<br />

görüntüye (yani post-yapısalcı nazarın fark ve tefrik<br />

edeceği bir görüntüye) terk edebileceği, bunun ise<br />

yazar ve anlatıcı, metin ve kurgusu, biçim ve işlevi,<br />

çerçeve ve çehresi, tersi ve yüzü açısından sarsıcı<br />

bir anlamı açığa çıkaracağı tespit ve takdim edilecektir.<br />

Bu birbiri içinde eriyen nazarların, kimin<br />

yararına veya hesabına işlem yürüttüğü ise, okur<br />

görürlerin dolduracağı bir boşluk olarak zihinlere<br />

bırakılacaktır. Bir nevi yorum olan bu açımlama<br />

da, yorumunu okur görürlerin nazarına sunmak<br />

arzusundadır. Çünkü bu da, okuma tarzının zorunlu<br />

bir arzıdır.<br />

Bu durumda yapılacak okuma; yazarın, yaklaşım<br />

tarzının, metnin, çevrenin ve çerçevenin, zihniyetin<br />

veya bildik bir dünya görüşünün yahut onun yazar<br />

tarafından alımlama biçiminin aleyhinde veya<br />

lehinde olabilir. Biz burada -başkasının bahçesine<br />

gizli geçit açmaya kalkışmaksızın- sadece duvardan<br />

bir kapı açmayı denemek istiyoruz. Ama<br />

metin ve yazarı hakkındaki okuyuşumuzu tamamen<br />

boşlukta bırakacak da değiliz; söylemek<br />

istediğimizi –yine metnin ve yazarının yaptığı gibi-<br />

sözel alanın görünmeyen kısmında göstermek istiyoruz.<br />

(Bu yorumumuz -herhangi bir ucundan<br />

okurun tutacağı yorumumuz-, açık sır halinde<br />

yaklaşım tarzımızda zaten içkindir). Yapacağımız<br />

çözümleme ve yorum, birinci yaklaşımla (yapısalcı<br />

nazarla) gördüğümüz şeylerde açık bir biçimde<br />

‘mevcut’, ikinci yaklaşımla (post-yapısalcı nazarla)<br />

gördüğümüz şeyde ise ‘nâ-mevcut’ olarak<br />

mevcuttur. 1 Bu, yeniden okumanın gösterdiği<br />

sırlardan biridir.<br />

Aslında bu gerçekliğe ulaşılmasında, ikinci<br />

Öyle ki bu okuma ânlarında, bir nazarda metnin en anlamlı<br />

öğesi, diğer nazarda bozguncu bir öğe haline dönüşebilir. Bu<br />

durumda iş, okura kalmaktadır; çünkü metnin de, yorumun da,<br />

“istikbal”i okurdur. Bu, “geleceğin kabirde başlaması” tarzında bir<br />

gelecek tanımlamasını gerektirir.<br />

63<br />

nazarın nüfuzu vardır ve öncelenmesi gereken<br />

de odur; ancak biz önce birinci nazarı metin<br />

üzerinde gezdirecek, sonra da öbür nazarı bunun<br />

üzerine yerleştireceğiz (Bakalım, hangi görüntü<br />

ya da hangi metinsel gerçeklik, son görüntü veya<br />

hâkim gerçeklik olarak göz önünde kalacak?).<br />

Saklı hâl(ler)i açık etmek için, elbette, metnin<br />

tanıklığına başvuracağız. Bu noktada, hatırlatma<br />

amacıyla bazı aktarmalar veya atıflar yapılarak<br />

söz konusu durumun sağlanması, sağlamasının<br />

yapılması ve bu sağlama üzerinden –yeni<br />

okumanın yönlerdirdiği- bir yoruma ulaşılması<br />

için bir imkân hazırlanabilir. Nitekim, okur görürler<br />

de, gerçekleştirdiğimiz okumanın sağlamasını,<br />

hem bu aktarmaların (metinsel sözün), hem de<br />

alımlama tarzının ve yorumun (yorumsal sözün)<br />

üzerinde bizzat kendileri yapabilir (veya da teğet<br />

geçebilir)ler. 2<br />

“Eşik”ten birkaç parça<br />

“Eşik” hikâyesinin çarpıcı başlangıcına ve nasıl<br />

başladığına dikkat edilirse, burada nasıl bir kaotik<br />

hâl bulunduğu, bu hâlin içinden çıkılmasının ne<br />

kadar zor olduğu, böyle bir ‘eşik’ten geçmenin ancak<br />

hazır geçiş kartlarına ya da hızır hızına sahip<br />

olmak sayesinde mümkün olduğu anlaşılacaktır.<br />

Çünkü, ‘eşik’in başlangıcı, modern hayatın bütün<br />

karmaşasıyla hazır bulunduğu bir vitrindir.<br />

“Eşik”in ilk paragrafı şöyledir:<br />

“Yediveren gülü koridorun sonunda, binanın Abdurrahman<br />

Muhtar Şereflidüzbel sokağına bakan<br />

penceresinin önünde idi. İki buçuk metrelik dar ve<br />

uzun koridorun iki kat pencere camları bahçeye<br />

bakıyordu. Çürümüş, topluiğne, karbon kağıdı, daktilo<br />

şeridi, vesikalık fotoğraf, ikâmetgâh ilmuhaberi,<br />

iyi hal kâğıdı, nüfus cüzdanı sûreti ile, tükrük,<br />

balgam, gözyaşı, yağmur, dolu, kar, yemiş, kuş tüyü,<br />

serçe, güvercin pisliği karışımı, ezilmiş, çiğnenmiş,<br />

esmer, kalorifer kurumu ile yer yer kuzgûnî siyah<br />

bir toprağın örttüğü bahçe. İnce, uzun ve ihtiyar<br />

akasyalar; kısa, bodur, mumyalaşmış mazılar,<br />

siyah çakıl taşları ve yıpranmış tuğla çerçeveli<br />

2 Burada, hikâye metninden bazı parçalar aynen aktarılabilir<br />

ya da yorumun sonunda bir ‘ek’ olarak sunulabilir. Biz yapılacak<br />

yorumlama için okurların nazarında bir hazırlık olması amacıyla<br />

ilgi çekici beş paragrafı aynen aktardık.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

tarhları ile yapıldığından beri değiştirilmeyen,<br />

âdeta katılaşmış yeşil, siyah bir su ile dolu havuz,<br />

insanların oturmadığı, yağmurdan, kardan delik<br />

delik, oluk oluk çatlamış tahta sıralarla bu bahçe:<br />

Üçüncü sınıf bir gazete fotoğrafı gibidir. Silik, siyahbeyaz...<br />

Koridor, senelerdir silinmeyen çift katlı, isli<br />

camlardan geçen loş ışığın altında karanlık, hafif<br />

ılık, dışarıdaki yabancı şubat güneşinin aydınlığına<br />

inat, içedönük bir yalnızlık ile uzanıyor. Abdurrahman<br />

Muhtar Şereflidüzbel sokağına açılan pencerenin<br />

karşısında, idare meclisi odasının kapısı<br />

kenarında on iki senelik sandalyesi ve on senelik<br />

değişmeyen oturuşuyla uyuklayan odacı Osman<br />

Efendi’yi hayal meyal gösteriyordu.”<br />

“Eşik”in beşinci paragrafı:<br />

“Memurlar, iş takip edenler, sekreterler, birer<br />

ikişer gelmeye başladılar. Sesler, kokular çoğaldı.<br />

Sigara dumanı koridora hâkim olurken, yediveren<br />

gülün geceden kalmış belli belirsiz kokusu iyicene<br />

kayboldu.’<br />

“Eşik”in sondan beşinci paragrafı:<br />

“(İhaleyi yapan memur) yavaşça yerinden kalktı,<br />

titrek bir sesle: “Çok sayın iştirakçi beyler, çok özür<br />

dileyerek bildirmek zorundayım ki, eee... mezkûr<br />

handa, ihalesi şu anda yapılması lâzım gelen 29<br />

no’lu dükkân, Çİ-MAS-TEK ve BARMANKOLAR Türk<br />

Anonim Ortaklığı tarafından ihale tabanı on misli<br />

arttırılarak kapatılmıştı. Daha önceden iştirakçileri<br />

haberdar edemediğimiz için dairemiz adına özür<br />

dilerim.” Odadakiler bir an şaşkınlıkla birbirlerinin<br />

yüzüne baktılar. İlk patlayan Sabit Bey’in sinirden<br />

yükselmiş, feryada dönmüş sesi oldu: Kanunsuzluk...<br />

Kanunsuzluk bu, nasıl yaparsınız, nasıl.. “<br />

Sözlerinin sonunu getiremedi. Boğuk bir öksürük<br />

nöbetine tutuldu. Karısından gizli içtiği sigaralar<br />

tesirini göstermeye başlamıştı.”<br />

Ve “Eşik”in son paragrafı:<br />

“Tamer yediveren gülün goncası ile oynuyor,<br />

ara sıra Seval’den tarafa bakarak: “Şu kızın sivilceleri<br />

olmasa, şu kırmızı çizmeleri giymese, çiklet<br />

çiğnemese...” diye düşünüyordu.”<br />

Metnin Bir Yerinde ‘Yediveren<br />

Gül’ün Verdiği Sır<br />

[Yapısalcı nazarla okuma. Sonucu: Metinde ken-<br />

64<br />

dini gizleyen gül, anlamlı bir tasarruftur, metnin<br />

yapı iskelesinde anlamlı bir işleve ve simgesel<br />

değere sahip bir öğedir ve bulunduğu ortamı<br />

varlığıyla anlamlandırır)].<br />

Yapısalcı nazarla bakıldığında, her metin gibi<br />

“Eşik” metnine de bazı soruların yöneltilmesi,<br />

metnin bunlar üzerinden sınanması ve elde edilen<br />

verilerin değerlendirilmesi gerekir. Meselâ, hikâye<br />

nasıl başlıyor? Neyi konu ediniyor, nasıl işliyor?<br />

Nasıl bitiyor? Hikâyenin söylediği ve söylemek<br />

istediği veya kastı nedir? Başlığı içeriği yansıtıyor<br />

mu? Sembolik değer taşıyor mu? Hikâye kaçıncı<br />

şahıs ağzından anlatılıyor? Anlatıcı nasıl biri?<br />

Hikâye hangi zaman ve mekan ve makamda geçiyor?<br />

Hikâyeci söze veya anlatıcının işine karışıyor<br />

mu, uzaktan mı seyrediyor? Hikâyede (hikâyenin<br />

içeriğinde, anlatıcının ifade tarzında, yazarın kurgusunda,<br />

metnin saklı örgüsünde) müdâhale var<br />

mı? Varsa müdâhale eden kim ya da asıl müdâhale<br />

kim(ler) tarafından yapılmaktadır? Anlatılanların<br />

-sosyal, ekonomik, siyasal, ruhsal- gerçekliği var<br />

mı? Anlatım tarzı nasıl? Nasıl bir üslûp kullanılıyor?<br />

(Realist bir üslûp mu örneğin?). Ayrıntıya önem<br />

veriliyor mu? (Veriliyorsa neden, verilmiyorsa<br />

neden?). Hikâye bir sonuca bağlanıyor mu, son<br />

ucu serbest mi bırakılıyor? Okurların doldurması<br />

istenen boşluklar var mı? Yani, başlangıçta açılan<br />

yer, sonunda tamamlanıyor mu, yoksa daha da<br />

açık hale mi getiriliyor? Hikâye farklı okumalara<br />

açık mı? Bütün bu soruların cevabı metinde var<br />

mı? Metin bunca sorunun altından kalkabiliyor<br />

mu? 3 Elbette soruların bir kısmına metin cevap<br />

vermiyor; çünkü cevapları metnin dışında, görünmeyen<br />

alanda saklıdır. Yani bunların bir kısmı,<br />

cevabı zaten içinde olan ‘retorik soru’lardır ve–<br />

hem sözel metinde hem de söz dışı alanda tasarruf<br />

sahibi olan- yazar bu hususta kendinden gayet<br />

emin gözükmektedir.<br />

“Eşik”te, bir dükkân ihalesinin yapılması (daha<br />

doğrusu yapılamaması) konu edinilmektedir:<br />

Bir iş hanında yapılan dükkân ihalesine dört kişi<br />

talip olur. İhale günü sabahı heyecanla ‘eşik’te<br />

3 Mehmet Kaplan’ın “Eşik”le ilgili tahlilinde bu tür soruların<br />

büyük bir kısmına cevap verilmiş ve nedenleri üzerinde tatmin<br />

edici izahlar da yapılmıştır (Hikaye Tahlilleri, Dergâh Yay., İstanbul<br />

979, s. 349-360). Biz bu tarz çözümlemeye de değinmek<br />

ve bunun üzerinden ikinci bakışla görülecek yapı ötesine geçmek,<br />

-en azından bir öğe üzerinden- yapıçözüm uygulaması yapmak<br />

istedik.


eklemeye başlarlar, ancak açılan kapıdan beliren<br />

bir adamın ihale memurunun kulağına bir<br />

şeyler fısıldamasından sonra, ihalenin çoktan<br />

yapıldığını ve iki firma tarafından ihale tabanı on<br />

misli arttırılarak kapatıldığını öğrenince şaşkına<br />

dönerler. Kimisi yumruklarını sıkar, kimisi ‘bir<br />

top barut’ olur, kimisi memurun üzerine yürür,<br />

kimisi de –feleğin çemberinden geçmiş kapıcı<br />

Âdem gibi- görevli memurla münakaşa edenleri<br />

oracıkta bırakıp “nasip değilmiş, bir yanlışlık<br />

olmuş, neyse parayı yakmadık ya” diyerek yürür<br />

gider. Karşılaşılan durum karşısında alınan bu<br />

farklı tavırlar, farklı bir zihniyetin ve toplumda<br />

meydana gelen ‘değişme’nin göstergesidir.<br />

Aslında hikâye, okurların gözünde “yediveren<br />

gül” imgesiyle açılır. Hikâyenin başlığı, içeriği<br />

yansıtan bir imgedir ve gittikçe simge değeri<br />

kazanır. Bu ilk sözcükten başlayarak metne uzaktan<br />

müdâhale edenler ortaya çıkar, ama bizi<br />

ilgilendiren, ‘asıl müdahil’dir. Yazar, çok defa<br />

müdâhaleci değildir (Ancak bazen, -yakından<br />

bakanların fark edebileceği- anlatım tarzında<br />

açığa çıkan çok hoş bir müdâhaleciliği vardır ki<br />

hafif bir tebessüm sûretinde gözükür. Bu tebessümde<br />

olay da, alay da, tenkit de, merhamet de<br />

iç içedir. Farklı ideolojide olanlara karşı bile böyledir).<br />

Bazen metne öyle bir imge yerleştirir ki, yazar<br />

adına asıl müdâhaleyi o yapar.<br />

“Eşik” hikâyesinde ilk müdâhil, “yediveren<br />

gül”dür. Gözüktüğü zaman sevgiyle, gözleri<br />

hoşnut eden rengiyle, gözden kaybolduğu zaman<br />

da kokusuyla, hattâ yokluğuyla (yokluğa mahkum<br />

edilmiş soyut huzuruyla) etkili olan gül... metinsel<br />

uzamdaki müdâhalesinden sonra –tıpkı metinsel<br />

sosyal hayatta olduğu gibi- gözden yitip gidecektir<br />

(Bu gidiş, çirkinliğin içinde güzelliğin gidişi gibidir).<br />

Buna rağmen gül, gözükmeyen alanda (hârici<br />

müdâhale şeklinde) varlığını –yokluğuyla veya<br />

kenarda/dışarda bırakılmışlığıyla- hissettirmeyi<br />

sürdürecektir (Çünkü “yediveren gül”, yazarın<br />

dünya görüşünün bir temsilcisidir).<br />

“Eşik”te anlatı açısından ilk müdâhale ise, ihale<br />

dairesinin bahçesini tasvir eden ilk cümledir. (Hikaye<br />

Tahlilleri’nde Mehmet Kaplan’ın dediği gibi,<br />

“Bu bahçe, bir nevi çöplüktür. Yazar, onunla, âdeta,<br />

ihale ile uğraşan insanların yüzlerinin çirkinlik<br />

65<br />

ve karışıklıklarını telkine çalışır. Burası bir devlet<br />

dairesi olduğuna göre, toplumun çürümüşlüğünü<br />

de yansıtır denilebilir. Yazarın bu tasviri yaparken<br />

“balgam ile gözyaşı”nı bir araya getirmesi, ona<br />

sembolik bir mânâ verdiğine delalet eder. Koridorun<br />

sonunda duran yediveren gül... bu pisliğe<br />

yabancı bir güzelliği temsil eder.”) 4<br />

Ayrıntıyla dolu ilk paragraf ile birlikte okurlar,<br />

modern hayatın çarpıcı karmaşasıyla yüz yüze<br />

gelirler, nazarları boğulur, âdeta şoke olurlar.<br />

Zuhûru şiddetinden gaip bir hayret ve dehşet halidir<br />

bu. Hayretin sebebi, tasvir edilen ‘bahçe’nin<br />

bütün bahçe tasarımlarının veya hayallerinin<br />

dışında, “bir nevi çöplük” 5 olması ve “bu pisliğe<br />

yabancı bir güzelliğin temsilcisi” olan ‘yediveren<br />

gül’ün ise, kenarda durması, oradan/uzaktan<br />

bakmasıdır. Bu ayrıntı, hem tasvir hem içerik hem<br />

de ileti açısından mühimdir; çünkü asıl olması<br />

(merkezde yer alması) gereken, fasıla (ayrıntıya)<br />

dönüşmüş ve bu durum yazar tarafından metnin<br />

alınlığına yerleştirilmiştir. Bu ayrıntılı anlatım ve<br />

farkındalık, çarpıcıdır. Yazar, başka hikâyelerinde<br />

de ayrıntıları harikulâde bir biçimde ‘bütün’e sessizce<br />

nüfûz ettirmeyi başarmaktadır.<br />

Mustafa Kutlu, aynı zamanda bir ‘ressam’ olduğu<br />

için, ayrıntıya çok önem verir. Onun hikâyelerinde<br />

‘ayrıntı’lar sıradan şeylerle birlikte sıradan bir<br />

gerçeklik gibi metne dahil olur, fakat sıradışı bir<br />

biçimde işlev görür ve ‘bütün’e müdâhil olurlar. Bu<br />

durumda, herhangi bir şey olan ‘ayrıntı’, âdeta her<br />

şey (‘bütün’) haline gelir “Eşik” hikâyesinde, modern<br />

hayatın karmaşık ayrıntısı bütün çirkinliğiyle<br />

iki paragrafta gösterilmiştir. Hikâyenin birinci ve<br />

yedinci paragrafları ile “Bu gülüşmeler Sait Bey’i<br />

iyice sinirlendiriyor...” şeklinde başlayan paragrafta<br />

okuru hayrete düşüren ayrıntılar bulunmaktadır.<br />

Aslında hikâyede verilen ayrıntıların hepsi<br />

ayrıntıdır; ama hiçbirisi ayrıntı değildir.<br />

Meselâ, “...idare meclisi odasının kapısı<br />

kenarında on iki senelik sandalyesi ve on senelik<br />

değişmeyen oturuşuyla uyuklayan odacı Osman<br />

Efendi’, “...elli senelik memur, yirmi senelik müdür<br />

sesi”, “Emekli ödeneğini aldığı gün parayı sarmış<br />

4 Mehmet Kaplan, Hikaye Tahlilleri, İstanbul 979, s. 357-<br />

358.<br />

5 Mehmet Kaplan, Hikaye Tahlilleri, İstanbul 979, s. 357-<br />

358.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sarmalamış, paltosunun iç cebine yerleştirmiş....<br />

senelerdir geçtiği yollardan belki de adımlarına basarak,<br />

yine paltolu, yine şemsiyeli, yine ölçülü ilerliyordu.”<br />

veya “...elli iki senenin yüzgörümlülüğünü<br />

taşıyarak evine gelmişti” gibi ifadeler yazarın,<br />

etkileyici ayrıntıları yakalamakta ne kadar usta<br />

olduğunu ispat etmektedir. Modern hayata ilişkin<br />

ayrıntıları gösterirken cümleler, karmakarışık<br />

nesnelerle doldurulmuştur. Bu yüzden metinde<br />

sentaks, semantiğin âdeta vitrinidir.<br />

Mustafa Kutlu, “Şahısların karakter, mizaç, sosyal<br />

durum ve zihniyetleri ile ilgili en küçük ayrıntıyı<br />

kaçırmaz. Gerçeklik duygusu kadar, bütünlük duygusuna<br />

da sahiptir. Hikâyesinde şahısların dışları<br />

kadar içlerine, sosyal durumları kadar ferdî özelliklerine<br />

de gereken yeri vermiştir.” 6 Şunu da eklemek<br />

gerekir: Kutlu’nun hikâyeleri kimi zaman iç<br />

yaşantısının söze yansıtılmış hali, kimi zaman da<br />

hikâye şahıslarının iç konuşmalarının geçit resmi<br />

gibidir. “Eşik” hikâyesinde, gençler arasında geçen<br />

diyaloglarda canlandırdığı kişiliklere uygun bir üslûp<br />

ve anlatım tekniği (iç monolog) kullanmıştır.<br />

Meselâ, Bürokrat Sabit Bey’in kızı Seval ile<br />

Tamer’in birbirlerini gördükten sonra içinden<br />

geçenler şöyle aktarılır:<br />

“Seval “Gözleri Alain Delon, ağzı Marçello, resim<br />

gibi çocuk, kim acaba?” diye düşünürken, Tamer<br />

“Şu sivilcelerle oynamasa, şu pis kırmızı çizmeleri<br />

giymese, belki hep çiklet çiğniyordur, çiğnemese,<br />

amaaan küçük burjuva işte” diye kestirip attı.<br />

Okuduğu sayfayı yeni baştan geçmeye başladı.”<br />

Mustafa Kutlu, şahısların içinden geçen cümlede<br />

dönemin ünlü artistlerini (Alain Delon, Marcello<br />

gibi moda isimleri) kullanmak sûretiyle, gerçekliği<br />

farklı boyutuyla da hikâyeye dahil etmiştir. Böylece<br />

o, sosyal hayatın birçok imgesini hikâyelerine<br />

işlevsel bir nesne olarak yerleştirmiş ve bu<br />

yoldan bir nevi sosyal eleştiri gerçekleştirmiştir.<br />

Bu eleştirinin temelinde, denilebilr ki, estetik bir<br />

etik vardır. Müslüman hikâyeciliği ve estetiğini bilmeden<br />

onun hikâyelerini tam olarak kavramak bu<br />

yüzden mümkün değildir. Çünkü o, hikâyelerinde<br />

İslâm estetiğini, kıssa geleneğini ve geleneksel<br />

anlatım biçimlerini modern hikâyeciliğin olumlu<br />

yönleriyle birleştiren ve bize özgü bir anlatım<br />

6 M.Kaplan, a.g.e., s. 360.<br />

66<br />

dili ile insanımızın hayatını ustalıkla yansıtan bir<br />

hikâyecidir.<br />

“Eşik”te, anlatmak istediği şeye uygun<br />

olarak ‘komik’ unsurlara da yer vermiş, anlatı<br />

kişilerinden bazılarını ‘kelime komiği’ ve ‘durum<br />

komiği’ oluşturmak suretiyle okurların gözünde<br />

maskara etmiştir. Bu noktada onun müdâhalesi, -<br />

günlük hayatında da olduğu/yaptığı gibi- yumuşak<br />

bir müdâhaledir. Bu müdâhale tarzına, ‘bıyık<br />

altından gülmek’ de denilebilir. Meselâ, “Abdurrahman<br />

Şereflidüzbel sokağı” ifadesinde kutsal<br />

olanla sıradan olanın yan yana getirilmesi, hem<br />

kelime komiğini, hem de hafif yollu bir ironiyi<br />

hissettirmektedir. Benzer şekilde, devrimcilerde<br />

sık görülen “... demek ilk kez.” gibi devrik cümle<br />

kullanması, gençlerin dilinde geçen “moruk”<br />

sözcüğü, “Çok sayın iştirakçi beyler, çok özür<br />

dileyerek bildirmek zorundayım ki, eee... mezkûr<br />

handa, ihale...Çİ-MAS-TEK ve BARMANKOLAR...<br />

tarafından.. kapatılmıştı”r gibi bir cümle kurması,<br />

alaycı tebessüme benzer bir etki yaratır.<br />

Ayrıca “iştiraki beyler, iştirakçiler” kelimelerinde<br />

uzaktan uzağa ideolojik bir ironi vardır<br />

(Bilindiği gibi, “sosyalizm”in dilimizdeki karşılığı<br />

“iştirâkıyyûn/ iştirakçiler”dir). Bu ironik öğeler,<br />

özellikle, gençlerin diyaloglarında geçen sözcükler<br />

ve sözlerle olduğu kadar, tasvir edilen durumlar ve<br />

tavırlarla görünür kılınmıştır. Örneğin, bu gençler<br />

ideolojilerinin değil, başka şeylerin peşindedirler.<br />

İdeolojilerine (Sosyalizme) göre bir sosyal etkinlik<br />

yapmak istemelerine rağmen, bunun tamamen<br />

zıddı bir durum (kapitalizm) içindedirler. Böylelikle<br />

görünüşleri sosyalist, ama tavırları kapitalistçe<br />

olduğu için anlatıcı (yazar) tarafından komik duruma<br />

düşürülmektedirler. Son paragraf ise, hikâye<br />

kişilerinden Tamer’in ve benzerlerinin, ‘gerçeği’<br />

olduğu gibi değil, fakat görmek istedikleri gibi<br />

algıladıklarını ve bu gerçekdışı alımlama yüzünden<br />

bocaladıklarını göstermektedir. Anlatıcı yazar, bu<br />

son paragrafı ile, her halde, okurları da Tamer’e<br />

ve arakadaşlarına bıyık altından güldürmek istemektedir.<br />

7<br />

7 Ama, ya okurların bıyıkları yoksa veya bıyıklı değillerse yahut<br />

bıyık karşıtı ise? O zaman belki de şöyle demek gerekecektir:<br />

Anlatıcı yazar, bu son paragrafı ile, hayatın gerçeklerinden bihaber<br />

olan bu gençlere, “Olsa ile bulsayı ekmişler yok bitmiş!” sözünü<br />

biraz îmalı bir biçimde hatırlatmak istemektedir.


“Yediveren gül” ile açılan “Eşik hikâyesinin sonuna<br />

doğru, ‘sigara dumanı’ gül yapraklarının<br />

yerini alır. Odada “yediveren gülü” vardır, ama<br />

sigara dumanları, gülün üzerine pis kokusunu<br />

yaymaktadır. Bunun anlamı, imgesel açıdan<br />

şunlardır:<br />

a) Yapılan işlerin iyiden kötüye gittiği.<br />

b) Sosyal hayatta, güzellik(ler)in geri plana<br />

itildiği, çirkinliklerin alıp başını gittiği.<br />

c) İyilerin kenara çekilmesinin, itilmesinin veya<br />

susmasının kötülere en büyük iyilik olduğu.<br />

d) Aslında yapılacak şeyin, herkesin elinin altında<br />

olduğu halde bunun bilinmezden gelindiği veya<br />

fark edilemediği yahut bakar körlük yapıldığı...<br />

Hikâyenin sonunda Tamer’in eliyle oynadığı “yediveren<br />

gülün goncası”, onun güzelliğe, hikâyecinin<br />

anlayışına çok yakın olduğunu, fakat bunun<br />

farkında olmadığını, aslında elinin altındakinden<br />

haberi olmaksızın elinin dışındaki şeylerin peşinde<br />

olduğunu (yani, hayatın görünen yüzü ardındaki<br />

gerçeklerden habersiz kaldığını; bir ideale yükselme<br />

yeteneğine sahip olmadığını; ideolojide<br />

kaldığını) göstermektedir.<br />

Peki bunca söz arasında yazar ner(e)dedir?<br />

Eşiğin o tarafında mı, bu tarafında mı?<br />

Bahçenin içinde mi, kenarında mı, kıyısında mı?<br />

Metnin ‘paralel evren’inde mi? Siluetiyle saklı<br />

odalarda mı? Yoksa ‘duman altında! mı? Bunu<br />

kim tespit edebilir? (Bir tespit ihalesi yapılsa,<br />

anlatıcı yazar, bu ihalenin eşiğinden geçebilir<br />

mi?). Bu durumda söylenilmesi gereken şudur:<br />

Bu tür sorularda düğümü kuram çözer. Yani, bunca<br />

soruya karşılık alacağımız cevap, verdiğimiz<br />

nazarın, uyguladığımız yöntemin ya da hatırını<br />

gözettiğimiz kuramın ürünü olacaktır.<br />

Bu bağlamda, yazarın söylemek istediklerinden<br />

birini bir yorum olarak şöyle dile getirebiliriz: Gerçekte<br />

eşiği geçmesi gerekenler, ‘yediveren gülü’nü<br />

görenler, güzelliğin farkına varanlar ve bunu hayata<br />

geçirenlerdir (Öyküde bu gerçeğin negatif hali<br />

yer almaktadır). Metin üzerinden yazar hakkında<br />

bir yorumsama yapılması gerekirse, söylenmesi<br />

gereken cümlelerden biri her halde şudur: Mustafa<br />

Kutlu, bu hikâyesiyle, hikâye eşiğinden bileğinin<br />

67<br />

hakkıyla geçmiştir. Gülün farkına varması bunun<br />

kanıtlarından biridir. Ama bu yeterli midir? Soru<br />

hâlâ boşlukta asılı durmaktadır. 8<br />

Metnin Bir Yerinde ‘Yediveren<br />

Gül’ün Açık Verdiği Sır<br />

[Yapısalcılıksonrası, yapıçözüm nazarıyla okuma.<br />

Son ucu: Metinde kendini gizleyen gül, bozguncu<br />

bir öğedir ve kenarda bırakılmışlık, kenara<br />

çekilmişlik ya da pasiflik göstergesi olarak gözükmektedir)].<br />

Metni yapıçözüm nazarıyla yeniden<br />

okuduğumuzda, “Eşik”teki bazı yapı unsurlarının<br />

konum ve işlevinin değiştiği ve bazı görüntülerin<br />

çok farklı anlamların ileticisi olduğu, olabildiği<br />

görülecektir. Biz bunlardan sadece bir tanesi<br />

üzerinde durmak, metni onun üzerinden tekrar<br />

okumak ve bu okumanın dokuduğu anlamı okurlarla<br />

paylaşmak istiyoruz. Metin üzerinde işaret<br />

ettiğimiz veya metnin üzerine attığımız bu unsur,<br />

“yediveren gülü”dür. Yapıçözüm diliyle söylersek,<br />

metindeki bu unsur bir gösterenden<br />

ibaret değildir; fakat aynı zamanda hem gösteren,<br />

hem de gösterilen durumundadır. (Birinci nazarda<br />

gösteren yönü üzerinden gidildiği için, burada<br />

ikinci yön üzerinde durulacaktır). O halde, bu<br />

bağlamda diyebiliriz ki:<br />

Metni –bu imge üzerinden- yeniden okumanın<br />

gösterdiği sırlardan biri, yazarın kendini köşede,<br />

kenarda, dipte bir yerde gösterdiği veya<br />

sakladığıdır. Bu, metnin bir yerinde anlamın<br />

saklanmasının yazarın konumunda yeniden<br />

üretilişidir. Yazarın kendini hayatın bir yerinde<br />

saklı bir anlam gibi yaşamasının metnin uzamında<br />

bir biçimde sunulması veya bu hâlin metin üzerinde<br />

‘kendini gelmeye bırakmak’ tarzında sakin<br />

anlatımıdır. Burada birden çok sır olduğu bellidir.<br />

Yazarın kendini ortaya çıkartmaması, -hayatında<br />

olduğu gibi, mahviyet ve tevazuu gereği- aslında<br />

iyi bir tutum ve tavır alıştır, hem izlediği hikâye<br />

tekniği, yani geleneğin içinden bir hikmete binaen<br />

çekip süzdüğü ve bir ömür okur görürlere arz ettiği<br />

anlatı tekniği açısından, hem de duygu ve düşünce<br />

dünyasının bir yansıması olmak bakımından.<br />

8 Sebebi, metnin, yapıçözüme açık tutulmasıdır.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Sessizliğin sınırsız sesler ve gürültüler arasında<br />

kendini saydam bir su gibi hissettirdiği ânlara<br />

benzer bir durumdur bu. Ancak, var oluşu gereği<br />

–rengiyle, kokusuyla, biçimiyle, mizacıyla- göze<br />

görünmesi gereken gülün, kendi içine çekilmesi<br />

(ki sonu kendine çökmeye varabilir) yani bir çeşit<br />

‘pasifliği’ veya ‘edilgenliği’ bir tavır olarak görünür<br />

kılmaktadır.<br />

Bunu, aşırı yorumlamayla, benimsenmiş bir ideolojinin<br />

(bir dünya görüşünün) kendini gizlemek<br />

suretiyle var kılmak istemesi ya da kendini gizlemek<br />

suretiyle var kılan ideolojinin bireysel açıdan<br />

metinde yüz göstermesi 9 olarak da alımlayabiliriz.<br />

Metinde bunun dilbilimsel ipuçları bir hayli fazladır<br />

(Bunlar daha ziyade sıfat kullanımında ve davranışı<br />

görünür kılan ifadelerde ortaya çıkmaktadır). Bu<br />

pasifliğin göstergelerinden biri, bizzat ‘yediveren<br />

gül’ ifadesidir (Yani bu ifadenin metinsel mekân,<br />

içeriksel mekân, metafiziksel mekân içindeki yeri,<br />

konumu, işlevi ve değeridir). Çünkü, yediveren<br />

gülün yedi vermek yerine –yani bulunduğu ortamda<br />

devamlı açmak veya hükmünü sürdürmek<br />

yerine- sadece söylemini gerçekleştirdiği bellidir!<br />

Bu noktada “yediveren gül”, aktif bir eylemin –en<br />

azından, kokusuyla ortamı etkileme vb. tarzında-<br />

davet edicisi değildir. Bu da, hiç kuşkusuz, yapısalcı<br />

ve yapıçözüm nazar açısından yorumlanması gereken<br />

önemli bir göstergedir).<br />

[Bilindiği gibi, yapıçözüm felsefesinin kurucusu<br />

Derrida, Nietzsche’nin çok önemsiz gibi görünen<br />

basit bir notundan –yani, “Şemsiyemi unuttum”<br />

şeklindeki küçük bir notundan- yola çıkarak onun<br />

düşünce sistemine nasıl erişebildiğini ustalıkla<br />

açığa çıkarmış ve onun bütün felsefesinin hayatı<br />

tırnağa (“...”)almaktan ibaret olduğu hükmüne<br />

varmıştır. 10 Derrida, çok önemsiz gibi görünen<br />

basit bir nottan yola çıkarak nasıl çarpıcı bir<br />

çıkarsamada bulunmuşsa, biz de aynı yoldan<br />

9 Bu alımlamanın yorumunu doğru bir biçimde yapabilmek<br />

için, İslâmiyet’i dünya ve hayat görüşü olarak benimsemiş yazarın<br />

diğer metinlerini, siyasi düşüncelerini, hattâ eylemlerini de<br />

bilmek gerekir. Çünkü, işin bu noktasında yazarın ‘devlet’ anlayışı<br />

da işin içine girecektir. “Gül”ü hayatın merkezine alan anlayışla<br />

kenarda bırakan anlayış nasıl bir değilse, bunların bir metinde<br />

konumlandırılması da, sadece sosyal gerçekliğin yansıtılması<br />

veya ortamın/ mekânın tasvir edilmesi, yani realite adına bir görüntüleme<br />

olarak görülecek bir işlem değildir. Bunu okurların fark<br />

etmesi ve boşluğu doldurması gerekir.<br />

0 Bkz. David Hoy, “Jacques Derrida”, Çağdaş Temel Kuramlar,<br />

haz. Q.Skinner, çev. A.Demirhan, 2.b., Ankara 997, s. 76-78.<br />

68<br />

giderek –Kutlu’nun sırlı metnini, bir yerlerde<br />

değil, fakat bizzat okur görürlerin gözleri onünde<br />

unutmuş ve okur görürlerin tepkileri karşısında<br />

bu unutulmuşluğu askıya almış veya ‘gelmeye<br />

bırakmış’ olduğunu varsayarak- metinsel uzamdan<br />

hayat uzayına açılabiliriz. Tabii, bu noktada,<br />

yapısalcılığın türevleri sayılan kuram veya<br />

yaklaşım tarzlarından istifade etmek, ancak asıl<br />

çıkarsamada Derrida’nın nazarını, hâkim görüş<br />

tekniği ya da bir özel gözlük olarak kullanmak<br />

mecburiyetindeyiz].<br />

Metindeki yediveren gülün yeri ve konumu,<br />

yazarın metin kurgusundaki tekniğinin ‘iç’teki<br />

görüntüsünü/gerçeğini, güle nispetle görülen<br />

sair şeylerin yeri ve konumu ise bunun ‘dış’taki<br />

görüntüsünü karşılamaktadır. İçiçiçe geçen<br />

görüntüleri fark edelim: 1) Odadaki gül ve diğer<br />

şeyler. 2) Odadakiler ve dışardaki şeyler. 3)<br />

Asıl konu ve dışındaki konular. 4) İhale elde etmenin<br />

usûlü ve yan yollar. 5) Okuyuculara olayı<br />

aksettirme şekli ve nitelendirmeler. 6) Hikâye<br />

şahıslarının kendini veya hallerini takdim tarzları<br />

ve dışardan görünen halleri. 7) Hikâyenin iskeleti<br />

ve anlatımı ile, bunun yazarın öyküleri ve öykü<br />

anlatma amacı içindeki yeri ve değeri vb. Böyle<br />

bir kurgu içinde, “yediveren gül”, aslî niteliğini icra<br />

etmekten uzak bir mevkide gözükmektedir.<br />

Yapıçözüm uygulandığı takdirde, -simgesel<br />

açıdan da olsa- metindeki en anlamlı, en aslî,<br />

en yapıcı ve kurucu ögeyi oluşturan bir imgenin<br />

bile, en yapı bozucu (bozguncu) bir öge olarak<br />

arz-ı endâm edebileceği, (metnin anlamını kazıyıp<br />

kastını bozabileceği veya anlamı -her hakkı<br />

çözümsüzlükte saklı- potansiyel bir imkân hâlinde<br />

gösterebileceği) görülmektedir. Aslında bu -metnin<br />

niyetini, maksadını ve stratejisini (yazarın<br />

tahakkümünden kurtularak) açığa çıkarmak<br />

amacıyla- yapılabilir. Yapılmalıdır; çünkü zaten<br />

yazar da, öyküyü kurgularken sosyal açıdan bozguncu<br />

olan –veya bozguncu olduğuna inandığı-<br />

unsurları “ta’dil”den veya “tanzim”den bahsetmeksizin<br />

tespit, tasvir, tahlil ve tenkit etmektedir. O<br />

halde, –yapıçözüm diliyle, gösterenin gösterilene<br />

dönüşmesi gibi- söylemek istediği şeyi ister istemez<br />

kendini ele vererek söylemesi kaçınılmazdır.<br />

Bu avcının av olmasıdır. Bu noktada asıl soru,<br />

metnin bu bakışı davet edip etmediği ya da buna


açık olup olmadığıdır.<br />

Bu halde denilebilir ki, yazar da, ‘yediveren<br />

gül’ü eşikte bırakmış, ‘güzel olan’ı gözden uzak<br />

bırakmak veya güzel olanın bu sosyal hayatta<br />

gözden uzaklaştırıldığını görselleştirmek/vurgulamak<br />

istemiş olsa da, kurguda bunu öncelememek<br />

suretiyle, metinsel tasarruf açısından<br />

eşiği geçememiştir. Bu açık sırrıdır metnin...<br />

Eşiği geçen, geçmiştir [(Atı alan -mafya- ihaleyi<br />

geçmiştir. Ama bu geçiş, eşiği geçmenin negatifidir.<br />

Yazar bundan, yani bu geçişin negatifliğinden<br />

söz etmemiştir).. Eşikte kalanlarsa, zorunlu olarak<br />

olumlanmıştır. Yani, bu açıdan bakıldığında ‘eşikte<br />

kalanlar’, ‘o hayat’ın, yani yasadışı yollardan iş<br />

ayarlayan ya da işlerini ayak oyunlarıyla yürüten<br />

tüccarların yaşam alanlarından uzakta kalmak/<br />

bırakılmak suretiyle bir biçimde ‘kurtulanlar’dır.<br />

Bu, kaybetmenin kazanmak anlamıyla eşitlendiği<br />

ânlardan biridir]. Yazarın göstermek istediği de,<br />

eşiğin berisinde kalanlardan çok, ötesine geçmiş<br />

olan, daha doğrusu zaten orada bulunanlardır.<br />

Bu noktada ne yazar herhangi bir öneri getirir,<br />

ne anlatıcı araya girerek okuru yönlerdirir; ne de<br />

metin –yazarına rağmen veya yazarla birlikte-<br />

böyle bir strateji geliştirir. Üstelik, metnin adı<br />

dışında böyle bir “eşik” yoktur (Bu da, metin konusu<br />

“ihale”nin sözde bir ihale olduğu gerçeğine<br />

denk düşer). Yazar, adı var kendi yok bir kavramın<br />

üzerinden iş hayatının işleyiş biçimine dair eleştirel<br />

bir resim çıkartmıştır. Bunda haklıdır; fakat o,<br />

dâhil olduğu bu manzaraya müdâhil değildir. Bunda,<br />

gerçeğe veya gerçekliğe sadakatin mi etkisi<br />

vardır (belki); sanatsal duruşunun mu etkisi vardır<br />

(belki); yazıldığı yılların siyasal ve ruhsal atmosferinin<br />

mi etkisi vardır (belki); ideolojisinin ya da<br />

benimsediği dünya görüşünün mü etkisi vardır<br />

(belki). Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, her halde<br />

–böyle bir metinsel kurgu ile- yapılması gereken<br />

şey, ‘eşiğin değiştirilmesi’ eylemine denk bir eylem<br />

önerisi veya iması olmalıdır. 11<br />

Bilindiği gibi bu deyiş, İbrahim peygamberin, oğlu İsmail’in<br />

ilk hanımı hakkında kullandığı (“Geldiği zaman İsmail’e söyle,<br />

‘eşiğini değiştirsin!’..” sözü) mecazi bir ifadedir. “Eşiği değiştirmek”,<br />

boşamak demektir. Biz, bu deyişi, eşik kavramının anlamının<br />

ya da bağlamının değiştirilmesi için kullanmak istiyoruz.<br />

Çünkü, yazarın kullandığı anlamda –âdil bir sosyal ve ekonomik<br />

düzen ya da yasal kurallar vs. bağlamında- bir ‘eşik’ zaten mevcut<br />

değil; ancak nâ-mevcut olarak mevcut, sözde var. O halde,<br />

önünde veya sonunda bu eşiğin değiştirilmesi, hakiki anlamda<br />

kurulması/kurgulanması gerekmez miydi?<br />

69<br />

Fakat yazar, böyle bir şeyi ne îma, ne de işaret<br />

etmektedir. Bu metin ötesi durum, ancak ikinci<br />

nazarın kavrayabileceği çarpıcı ‘açık’lardan biridir.<br />

Şöyle de denilebilir: “Eşik”te mevcut nesneler,<br />

sadece sosyal, ticari, siyasi bir gerçekliğin değil<br />

de, aynı zamanda yazarın bağlandığı anlayışın<br />

da bir göstergesi ise, hikâyenin son sahnesinin<br />

“sigara dumanlarının yediveren gül üzerine pis<br />

kokusunu yayması”yla kapanması, bu imgeyi bir<br />

gösteren olmaktan çıkarıp –yazarın kendisinin ve<br />

düşünce tarzının da îma edildiği- bir gösterilen<br />

durumuna getirir. Böyle bir dönüşüm ise, hikâyecinin<br />

kendi oyunuyla alta düşmesi ve maksadını<br />

gerçekleştirememesi demektir. Çünkü “yediveren<br />

gülü” eşikte değil, dışarda tutulmuştur.<br />

Bu, durumu eleştirmek için bile olsa, çizilen<br />

görüntü daha sonra açılmamakta, bir umut<br />

parıltısı halinde varlığını duyumsatma imkanı<br />

verilmemektedir. Hayata müdahil bir öğe olarak<br />

seçilen bu timsalin seçilmesi yerindedir; fakat<br />

–tezatlı durumu ifade etmek üzere yerleştirilmiş<br />

bile olsa (ki yazar dil ve üslûp, tavır ve zihniyet,<br />

ferdi ve sosyal, dini ve siyasi, fiziksel ve metafiziksel<br />

durumları karşı karşıya getirmekte mahirdir)-<br />

konumlandırıldığı mekan itibariyle, yerli yerinde<br />

değildir. Böyle pasif bir işlev için sıradan bir gül<br />

seçilebilirdi. Oysa “yediveren gül” tercih edilmiştir.<br />

O halde bu, - aşırı bir yorumlamayla- hikâyenin<br />

devam ettiğini göstermektedir.<br />

Son Söz Yerine Bir Çıkarsama:<br />

“Eşik” metninde tecessüm eden şey, bir<br />

bakıma, bütün öğelerin tek tek ve toplu olarak<br />

oluşturduğu yapısal, anlatımsal ve anlamsal galaksinin<br />

(yapısalcılığın), tecelli eden şey ise, sözel,<br />

metinsel alanın veya görünenin ardındakini<br />

kavrayan ve kaotik manzaranın anlamlarını<br />

gösteren yapısalcılıksonrası nazarın (postyapısalcılığın)<br />

12 soyut müdâhalesidir. Bunun<br />

görünürlük kazanmasında yazarın doğrudan<br />

2 Yani görünmeyeni kavrayan –günlük yaşam sürüp giderken,<br />

bellektekilerin kafa veya zihin gözünde iç içe girerek, palimsest<br />

görünümlerden çok sanal ortamda realitenin cümle sınırlarını<br />

flûlaştıran, geçirgenleştiren ve eriten giriftlikler gibi birbirinin<br />

içinden geçerek oluşturdukları kaotik sahneleri ve bunların anlamlarını<br />

gösteren post-yapısalcı nazarın.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

dahli değil, fakat nazarın (metinsel nazarın, niyetin,<br />

kastın) dolaylı dahli söz konusudur. Çünkü,<br />

“metnin stratejisi” budur.<br />

“Eşik” bağlamında olmak ve bütün hikâye<br />

serüveni, bu serüveni yönlendiren münavebeli<br />

düşünce evreni ve duygu atmosferi dikkate<br />

alınmak kaydıyla, denilebilir ki, Mustafa Kutlu,<br />

Türk öykücülüğünün ‘yediveren gül’üdür. Bütün<br />

sanatsal hâlelere ve estetik ihâlelere rağmen, ‘bu<br />

böyledir’. Tabii, okur görürler bu hüküm sözünü,<br />

hangi bakış açısıyla göreceklerine kendileri karar<br />

vereceklerdir. Çünkü “eşik” okurdur. Ve ‘son söz’,<br />

öyküde veya düşüncede değil, okurların gözlerinde<br />

saklıdır.<br />

“Eşik” metni ve “Eşik” hakkındaki yorumumuzla<br />

ilgili son söz, son karar, son yargı da okura<br />

aittir. Bu yazı da, yorumun ucunu açık bırakmak<br />

suretiyle, okuru kendi ‘karar’ına sahip çıkmaya<br />

çağırmaktadır. 13<br />

3 Yani okurlar, yapısalcı nazarın bağışlayacağı görüntülerle<br />

mi yetinecek, yoksa post-yapısalcı nazarın takdim edeceği sürpriz<br />

görüntülere açık bir okumayı mı tercih edecektir? Bu tercihin<br />

yönü, okurların metne müdahil olmak suretiyle metni özel bir biçimde<br />

gerçekleştirebilmelerinin yolunu açacak veya kapatacaktır.<br />

Biz, hem metnin hem de metin sahibinin selameti açısından, bu<br />

yolun açılmasını ve okurların boşlukları doldurmasını sar(s)ıcı bir<br />

imkânın kullanılması olarak görüyoruz.<br />

70


METİNLERARASI<br />

İLİŞKİLER AÇISINDAN<br />

MUSTAFA KUTLU’NUN<br />

BU BÖYLEDİR İSİMLİ<br />

ESERİ<br />

Özet: Mustafa Kutlu’nun Bu Böyledir isimli<br />

hikâye kitabı, metinlerarası ilişkiler açısından<br />

okumaya çok müsait ve bu açıdan ele alındığında<br />

zengin yorumlara imkân tanıyan bir eserdir. Bu<br />

eserin bu açıdan okunması sonucunda, yazarın<br />

bağlantı kurduğu metinlerin e debî metinler, dînî<br />

metinler, şarkı, türkü ve ilâhî gibi müzikal metinler<br />

ile günlük hayatın standart dilinden gelme<br />

klişe metinler şeklinde bir yelpazeye yayıldığını<br />

gözlemek mümkündür. Yazar, kendi metnini bu<br />

dağılım kategorisi içinde çok zengin bir metinler<br />

ağı ile kurmuş ve bu metinlerle kurulan ilişkiler<br />

çerçevesinde Kutlu’nun hikâyeleri çok katmanlı<br />

ve zengin tedailere dayanan birer eser olarak öne<br />

çıkmıştır.<br />

Anahtar Kelimeler: Mustafa Kutlu,<br />

metinlerarası, Türk hikâyesi, Bu Böyledir<br />

71<br />

Prof. Dr. M. Fatih ANDI<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

The Work of Mustafa<br />

Kutlu Named Bu Böyledir<br />

in Terms of<br />

Intertextuality<br />

Abstract: The narration book of Mustafa Kutlu<br />

named Bu Böyledir, is an eligible work in order to<br />

be read in terms of intertextuality, hence it enables<br />

rich and productive interpretations. As a<br />

consequence of such reading, it is possible to observe<br />

that the texts which the author has related<br />

to, spread to a vast range including the literary<br />

texts, the divine texts, the musical texts such as<br />

songs, folksongs, hymns and the stereotype texts<br />

of the language of everyday life. The author has<br />

framed his work within these spreading categories<br />

by a very rich network of texts and within the<br />

framework of the relations set by those texts, the<br />

narrations of Kutlu have become the works containing<br />

rich connotations and more levels and so<br />

profundity in themselves.<br />

Key words: Mustafa Kutlu, intertextuality, The<br />

Turkish narration, Bu Böyledir.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Mustafa Kutlu’nun, ilk baskısı <strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>87 tarihini<br />

taşıyan Bu Böyledir’i, bir çerçeve hikâye içerisinde<br />

birbirini bütünleyen sekiz hikâyeden oluşan bir<br />

eseridir. Biz önce eserin konusunu burada özetlemek<br />

istiyoruz:<br />

Bu Böyledir, geniş perspektifte, Anadolu’da<br />

sakin ve huzurlu bir geleneksel hayatı yaşayan<br />

iddiasız bir şehrin ortasından geçen bir otoyolun<br />

yapımı ve müteakiben bu otoyolun şehre taşıdığı<br />

modern dünyanın imkân ve fırsatlarına karşı<br />

uyanış sonrasında şehirdeki hayatın değişmeye,<br />

“modernleşme”ye başlaması, buna paralel olarak<br />

da şehrin “rahat”ının kaçması, insanların da<br />

değişmeye, bozulmaya başlaması sürecini anlatır.<br />

Perspektifi daraltırsak, karşımıza hikâyenin baş<br />

kahramanı Süleyman Koç çıkar. Süleyman Koç,<br />

lisede hep felsefeden sınıfta kalmış, hayatta<br />

istediği yere gelememiş, kavruk bir adamdır. Bütün<br />

delikanlılık yılları annesiyle birlikte yoksul bir<br />

hayatın içinde, bir yandan Hafız Yaşar’dan hafızlık<br />

dersleri alarak, bir yandan “felsefe”den geçmeye<br />

uğraştığı liseye devam ederek, bir yandan da<br />

tuğla ocaklarında çalışmakla geçmiştir. Kendisi<br />

gibi yoksul bir ailenin kızı olan Zinnure ile evlenir<br />

ve bir bankada çalışmaya başlar.<br />

Otoyolun sağladığı ve “taşıdığı” ortam şartları<br />

ve imkânlar sonucunda şehirde hayat ve insanlar<br />

hızla değişmeye başlamıştır. Bir Atatürk<br />

Parkı ve onun da içine bir lunapark açılmıştır.<br />

Lunapark, hikâyede önemli bir yer tutar. Biz<br />

kitabın “Bu Böyledir” isimli ilk ve “Son” isimli son<br />

hikâyesinde Süleyman Koç, karısı ve çocuğunu bu<br />

lunaparkta görürüz. Onlar da herkes gibi parkın<br />

cazibesine kapılarak bir akşam buraya eğlenmeye<br />

gelmişlerdir, fakat çıkmak istediklerinde bir türlü<br />

çıkış kapısını bulup da parktan çıkamazlar. Buradan<br />

çıkış yoktur.<br />

Çok kalın çizgilerle özetlediğimiz Bu Böyledir, bizim<br />

için bir yandan sembolik okumalara, bir yandan<br />

da başka pek çok metne yaptığı göndermeler<br />

ile halka halka ve katman katman genişleyen,<br />

giriftleşen metinlerarası ilişkilerin izini sürmeye<br />

imkân tanıyan bir metin özelliğini taşımaktadır.<br />

Biz burada, bu eserdeki hikâyelerin sembolik ve<br />

metaforik yorumlarını ve çözümlemelerini bir<br />

başka çalışmaya saklı tutarak, eseri oluşturan<br />

72<br />

sekiz hikâye metninin başka metinlerle kurduğu<br />

metin ilmekleri üzerinde durmak istiyoruz. Bunun<br />

için de bir metin çözümleme yöntemi olarak son<br />

30-40 yılın edebiyat incelemelerinde öne çıkan<br />

metinlerarası (intertextuality) incelemenin üzerinde<br />

durduğu alıntı, gönderge, anıştırma, parodi,<br />

dönüştürüm, öykünme (pastiş) gibi kavramların<br />

çevresinde Bu Böyledir’i okuyacak ve “metni yapan<br />

metinler” ağının ana ilmeklerini, bir bildiri<br />

metni imkân ve ölçüsünde, en azından belli başlı<br />

örneklemeleri ile ortaya koymaya gayret edeceğiz.<br />

Hemen belirtelim ki, bunu yaparken elbette üzerinde<br />

çalıştığımız metni (Bu Böyledir’i) yapan diğer<br />

metinlerin izini sürme ve onlara gönderme yapan<br />

ipuçlarını Bu Böyledir içinde yakalayabilme<br />

becerimiz veya birikimimiz, bizim de sınırlarımızı<br />

teşkil edecektir. Bizi buna cesaretlendiren ise,<br />

metinlerarasıcılığın önemli teorisyenlerinden<br />

birisi olan ve meseleyi “alımlama” vurgusu üzerine<br />

kuran Michael Riffaterre’in bu konuda okurmetin<br />

arasındaki ilişkiyi belirleyen şu kuramsal<br />

fetvasıdır:<br />

“Metinlerarası, okurun kendinden önce ya da<br />

sonra gelen bir eserde, başka eserler arasındaki<br />

ilişkileri algılamasıdır. Öteki metinler, önümüzdeki<br />

metnin metinlerarası göndergesini oluştururlar.” 1<br />

***<br />

Bu Böyledir, bizce Sır gibi, Yoksulluk İçimizde<br />

gibi, Kutlu’nun metinlerarası ilişkiler bakımından<br />

okumaya en müsait eserlerinden birisidir.<br />

Böylesi bir ilişkiler ağına dair dikkatleri yolumuzun<br />

pusulası yaptığımızda, bu eserin ve eseri<br />

oluşturan hikâye metinlerinin ilkinin başlığı olan<br />

“Bu Böyledir” ifadesi güzergâhın başında daha<br />

ilk duraklama noktamız olarak kendisini göstermektedir.<br />

“Bu böyledir.”, bir hüküm, kat’iyet ve<br />

kararlılık bildiren cümle olarak bizim karşımıza<br />

Kur’ân-ı Kerim’de sık çıkar. Meselâ Meryem<br />

Suresi’nde hanımı ve kendisi iyice yaşlanmış<br />

olan Hz. Zekeriya’ya Yahya isminde bir erkek<br />

çocuğu olacağı müjdelendiğinde o, hayretler<br />

içinde “Yarabbi! Hanımım kısır ve ben de iyice<br />

ihtiyarlamışken nasıl oğlum olabilir ki?” diye<br />

Bu alıntı için bk: Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, 3.<br />

bs., İstanbul <strong>20</strong>07, Öteki Yayınları, s. 6 . Bu konuda ayrıca yazarın<br />

şu eserine de bakılabilir: Parçalılık Metinlerarasılık, İstanbul<br />

<strong>20</strong>04, Öteki Yayınları, 424 s.


sorar ve aldığı cevap “Bu böyledir!” kesin hükmü<br />

ile başlar 2 . Surenin devamında benzer bir<br />

durum, Hz. Meryem’in başına da gelir. Ona da<br />

İsa’yı doğuracağı müjdelendiğinde, Meryem’in<br />

şaşkınlığına karşılık olarak aynı kesin cevap verilir:<br />

“Bu böyledir!” 3<br />

Kutlu’nun eserinde lunapark metaforu ile<br />

anlattığı modern hayatın “çıkışsız”lığı, kaotik yapısı<br />

ve kendisini bu hayata teslim eyleyen insan için<br />

kaybolmuşluğun kaçınılmazlığı da kitabın başlığı<br />

olarak seçilmiş bu ifade ile vurgulanmıştır. “Bu<br />

Böyledir” vurgusunun ardında yukarıda andığımız<br />

âyetlerin kat’iyeti söz konusudur.<br />

Bu kat’iyet, metin içerisinde de yer yer tekrarlanan<br />

“Bu böyledir.” cümlelerinde tekidli olarak<br />

karşımıza çıkar:<br />

“Bu böyledir. Yaz tatillerinde tuğla ocaklarında<br />

çalışan cılız çocuklar, dul karı yetimleri, bir kötü<br />

tavşanı bile vuramayan askerliğini yapmış banka<br />

memurları, adı Süleyman’a çıkmışlar, hep felsefeden<br />

kalırlar. Hayatları kayar.” (s. 12).<br />

“Bu böyledir. Çünkü geldik. Yani Atatürk<br />

Parkı’ndaki sıralara oturduk. Yani semaverler<br />

kaynadı. Yani muhasebe öğrendim ve banka memuru<br />

oldum.” (s. 17).<br />

Metnin içine henüz adım atmadan, bizce kitabın<br />

kapağına konulan 4 ve hüsn-i hattın Dîvânî türü<br />

ile yazılmış müselles “Hiç” ibaresi de Kutlu’nun<br />

metnini daha kapaktan itibaren tamamlayan ve<br />

tasavvuf kültürünün önemli metinlerine işaret<br />

eden bir gönderge niteliğindedir. Tasavvufa göre<br />

bu dünya bir “hiç”tir, asıl olan “öte dünya”dır. Bu<br />

yüzden eskiler, geleneksel kültürümüzün tasavvuf<br />

anlayışının adeta bir özet metni olan bu “Hiç” ibaresini,<br />

hüsn-i hat tablosu olarak yazdırıp evlerinin<br />

baş köşesine asmışlardır.<br />

Kutlu’nun hikâye atmosferini oluşturan modern<br />

dünya/lunapark da bu açıdan bakıldığında aslında<br />

bir “hiç”tir.<br />

Yukarıda eserin baş kişisinin Süleyman Koç<br />

2 Meryem Suresi, 8-9. âyetler.<br />

3 Meryem Suresi, 2 . âyet. Benzeri bir ifade için bk.: Sâd Suresi,<br />

55. âyet.<br />

4 Bu Böyledir’in bu çalışmada kullandığımız baskısı şudur: İstanbul,<br />

<strong>Ekim</strong> 99 , Dergâh Yayınları, 83 s. Eserin diğer baskılarında<br />

da bu “Hiç” hattı, farklı düzenlemelerle de olsa korunmuştur.<br />

73<br />

olduğunu söylemiştik. Adı her ne kadar Süleyman<br />

ve soyadı Koç olsa da, bizim Süleymanımız,<br />

geleneksel edebiyatımızın yahut dînî/tarihî literatürümüzün<br />

kıssa, şiir yahut hikâyelerinin<br />

Süleyman’larına benzemez. O ne Hz. Süleyman<br />

gibi ateşe, rüzgâra hakim bir hükümdar/peygamberi<br />

andırır, ne de Kanûnî Sultan Süleyman’ın<br />

haşmet, dirayet ve iktidarı vardır kendisinde.<br />

Yazar burada bu ismin tarihî ve kültürel<br />

arkaplanında yatan çağrışımlara dayalı bir parodik<br />

(gülünçleştirici) adlandırmayı seçmiştir bizce<br />

eserinin kahramanına.<br />

Nitekim aynı yaklaşım onun soyadında da mevcuttur:<br />

Koç.<br />

Kutlu’nun bu kavruk, silik ve hayatta başarısız<br />

kahramanı, hikâyede çizilen portresi ile tarihî<br />

birer şahsiyet olan haşmetli Süleymanlar’a değil,<br />

yine bir başka edebî metnin zavallı Süleyman’ına<br />

benzemektedir: Orhan Veli’nin “Kitâbe-i Seng-i<br />

Mezar” şiirinin ayakları nasırlı, ayakkabısı vuran,<br />

yoksul Süleyman Efendisine... 5<br />

Eserin daha girişinde bizi karşılayan bu<br />

metinlerarası bağlantılardan sonra, kitaptaki<br />

hikâye metinleri üzerinde bu gözle yapılacak bir<br />

okuma, karşımıza yoğun bir metinlerarası ilişkiler<br />

ağını çıkarmaktadır. Bu ağı ören metinleri özelliklerine<br />

göre sınıflandırmak istediğimizde, şöyle<br />

bir tasnif uygun olmaktadır:<br />

1- Edebî metinlerle kurulan<br />

ilişkiler<br />

“Bu Böyledir” hikâyesinin ilk cümlesinden hemen<br />

sonra gelen cümle, Yahya Kemal’in “Açık<br />

Deniz” şiirinden yapılan bir alıntı (citation)dır:<br />

“Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan.” (s.<br />

7) 6 . Hemen ardından gelen sayfada ise, bu alıntının<br />

adresi açıkça verilir: “Üstad Yahya Kemal, ‘vatan’a<br />

5 Orhan Veli Kanık, Bütün Şiirleri, 8. bs., İstanbul 982,<br />

Can Yayınları, s. 02. Burada Orhan Veli’nin şiirindeki Süleyman<br />

Efendi’yi çağrıştıran bir başka Süleyman Efendi’yi, mezar taşına<br />

yazılan şu kitabe-şiir dolayısıyla hatırlamak yerinde olur:<br />

“Ben de bir zamanlar Süleyman idim,<br />

Ateşe, rüzgâra hükümrân idim.<br />

Sanmayın ki Sultan Süleyman idi,<br />

Tersanede körükçü Süleyman idim.”<br />

6 “Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan/Rü’yâma girdi<br />

her gece bir fâtihâne bir zan.” (“Açık Deniz”, Kendi Gök Kubbemiz,<br />

28. bs., İstanbul <strong>20</strong>07, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., s. 7.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

‘zan’ kafiyesi düşmüş.” (s. 8).<br />

“Açık Deniz”de Yahya Kemal’in bu mısraı söylerkenki<br />

ufku, milletin tarihî macerası içinde<br />

yaşadıklarından sonra aktüel zamanda içine<br />

düştüğü toplumsal bozgun psikolojisine rağmen<br />

şairin kendisinin bu psikolojinin tersine, rüyada<br />

da olsa “fatihâne zan”larla dolu oluş heyecanıdır.<br />

Mustafa Kutlu, bu mısraı bu bağlamdan çıkartarak,<br />

bir bakıma Süleyman Koç’un bireysel bozgununun<br />

ve modern hayat karşısındaki mağlûbiyetinin ifadesi<br />

yapar. Hikâyenin ilk cümlesi olan “Hep beni<br />

yazdın.” cümlesi ise, Süleyman Koç’un, emsalleri<br />

arasında, hep anlatılagelen ve geleneksel zamanlardan<br />

modern yaşayışa geçişte bocalayan, tökezleyen,<br />

“kronolojisi” sürekli “mağlûp” ve “yaslı”<br />

oluşlarla yazılmış bir “tipik” örnek olduğunu bize<br />

kavratır.<br />

Süleyman lunaparkta tüfekle bir oyuncak<br />

tavşana atış yapılıp vurulduğunda konulan ödülün<br />

alındığı bir standa gider ve heveslenerek o da<br />

atış yapmaya başlar. Yanıbaşındaki kıllı, göbekli,<br />

altın dişli, beraberinde boyalı bir kadın ve elinde<br />

bir bira bardağı olan adam her attığını vururken,<br />

Süleyman’ın attıkları boşa gitmektedir. “Bir kez<br />

de ben vursam” diye hırslanan Süleyman’ın bu<br />

“atma” çabasından hareketle yazar, anıştırma<br />

(allusion) yoluyla bir başka metinlerarası göndergeyi<br />

devreye sokar: “Atalım, vuralım, devirelim,<br />

kâm alalım dünyadan.” (s. 10). Bu cümlelerle bu<br />

sefer biz Divan şairi Nedim’in çok bilinen Sâdâbâd<br />

şarkısına gideriz:<br />

“Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan<br />

Mâ-i tesnîm içelim çeşme-i nev-peydâdan<br />

Görelim âb-ı hayât aktığın ejderhâdan<br />

Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a”<br />

Lâle Devrinin hedonist şairi Nedim’in yukarıdaki<br />

mısralarına bizi götüren bu anıştırma, çok bilinçli<br />

bir tercihtir ve modern dünyanın sembolü<br />

dediğimiz lunaparkta eğlenen insanların hayat<br />

algısını ve özlemlerini yansıtacak mahiyettedir.<br />

Ancak burada Nedim’in dediğinden farklı olarak,<br />

“Atalım, vuralım, devirelim...” cümleleriyle bir<br />

bakıma modern zamanların insanının yıkıcılığı,<br />

tahrip etmeyi bile bir tatmin, daha doğrusu tatminsizlik<br />

aracı olarak görüşü de kendisini ima<br />

74<br />

yoluyla göstermektedir.<br />

Süleyman bir ara hocası Kambur Hafız’ın<br />

müezzinlik ettiği caminin minaresinden yükselen<br />

ve lunaparktan da duyulan ezanla lunapark<br />

çadırlarındaki hoparlörlerden yükselen şarkı sesleri<br />

arasında kalarak bir derûnî bocalama yaşar,<br />

ardından bir anlık da olsa gençlik yıllarına döner<br />

ve bir durum muhasebesine girişir:<br />

“Geçtim şarkıların ortasından, cami<br />

şadırvanından, vakıf talebe yurtlarından. Yeni bir<br />

gömlek giyemedim...” (s. 13)<br />

Bu cümleler bizi yine bir içsel ve zihinsel<br />

dönüşümün ve değişimin ardından yazılmış olan<br />

ve bu dönüşümü dile getiren bir başka metne<br />

götürür. İsmet Özel’in “Âmentü” şiirine... Özel’in<br />

şiirindeki şu mısralar ile bu satırlar arasında gerek<br />

yapıları, gerekse mazmunları itibarıyla bir<br />

benzeşme kolaylıkla bize kendisini gösterir:<br />

“geçti çıvgınların, çıbanların, reklâmların<br />

arasından<br />

geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı<br />

kararmış rakamların yarıklarından sızarak<br />

bu söz yüreğime kadar alçaldı.” 7<br />

Otoyol sonrasında yaşanan değişim sürecinde,<br />

şehre bir Atatürk Parkı açılmıştır. Park, bir<br />

değişim mekânı olarak insanları etkilemiştir. Artık<br />

insanlar bu parka gelmekte, gezmekte, piyasa<br />

yapmaktadırlar. Lunapark bile bu parkın içindedir.<br />

Ancak Yorgancı Hafız Yaşar’ın müezzinlik yaptığı<br />

avlusu çınarlı cami, bu parkın dışındadır. Arada<br />

bir duvar vardır ve Süleyman bu duvarın üzerine<br />

oturmuştur. Bir yanda Hafız’ın sesi, öte yanda<br />

lunaparkın hoparlörlerinin:<br />

“Çadırlarla çınarlar arasında bir duvar vardı.<br />

Üzerinde ben vardım. Bir yanda hafızın sesi, öte<br />

yanda:<br />

Seniii sevdim, pek çok sevdiiiim<br />

Güzeeelsin, şirinsiin...<br />

Duvardan inip camiye doğru yürüsem...”<br />

(s. 12-13).<br />

Bu park, kitabın bütün hikâyelerinde az veya<br />

7 İsmet Özel, “Âmentü”, Erbain, 4. bs., İstanbul 992, Çıdam<br />

Yayınları, s. 43.


çok geçen ortak mekândır. Varlığı şehri ve şehrin<br />

insanını değiştirmiştir. Çevresine ve çevresindeki<br />

insanların hayatına yeni bir anlam katmıştır.<br />

“Manifatura” başlıklı hikâyede Manifaturacı Rafet<br />

bu durumu kendi bakış açısından şöyle dile getirir:<br />

“Bir de park derdi türedi şimdi efendi... Hadi gençler<br />

hevesleniyor, neyse... Ya bu kart karılara ne<br />

demeli... Yahu sabahtan akşama bu karıların ömrü<br />

bağda, bahçede geçmiyor mu? Eee, park da neyin<br />

nesi oluyor? Desinlere gidiyor bunlar besbelli...<br />

Giyinilip kuşanılacak, zort zort gidilecek, semaver<br />

ısmarlanıp çay içilecek, etrafa kurum satılacak...”<br />

(s. 47)<br />

Bu Böyledir’in bu ortak mekânı olan park,<br />

gerek toplumsal etkileri, gerekse varlığına<br />

yükleyebileceğimiz sembolik anlam ve açılımlar<br />

ile bize iki ayrı metni çağrıştırmaktadır. Bu metinlerden<br />

birisi Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken<br />

romanı, diğeri ise Behçet Necatigil’in “Yol” isimli<br />

radyo oyunudur.<br />

Buğra’nın Yağmur Beklerken romanı <strong>19</strong>30’larda<br />

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunu ve bilhassa<br />

Anadolu’da halk arasında bu kuruluşun nasıl<br />

karşılandığını anlatır. Romanın girişinde, olayların<br />

geçtiği kasabada da bir park açılmaktadır. Bu<br />

açılış dolayısıyla kasaba halkının parka ilgisini ve<br />

parkın zamanla onların hayatını nasıl değiştirdiğini<br />

okuruz 8 . Tarık Buğra da bu parkın açılışına ve<br />

kasabanın ortasındaki varlığına toplumsal hayatın<br />

değişimi ekseninde çok şey yükler. Bu romanda<br />

da park adeta sosyal değiş(tir)menin bir sembol<br />

mekânı olarak belirir 9 . Parkın sosyal etkisi, romanda<br />

Avukat Rahmi tarafından dile getirilirken 10 ,<br />

yukarıda Manifaturacı Rafet’in muhalif tutumuna<br />

benzer bir tutumu ise Mumcu Rıza Efendi takınır.<br />

Ona göre de kasabanın üç metre dışında her taraf<br />

bağ bahçe iken, parkın açılışı anlamsızdır 11 . Bu<br />

park da çevresine çekilen duvarlarla, etrafındaki<br />

mekânlardan ayrılmıştır. Buraya da çınar yerine<br />

akasya gibi ömürsüz ağaçlar dikilmiştir. Ortada<br />

8 Tarık Buğra, Yağmur Beklerken, İstanbul 98 , Ötüken Yayınları,<br />

s. -38.<br />

9 Romanda parkın ifade ettiği anlamların yorumu için bk.: M.<br />

Fatih Andı, “Saat Kuleleri ve Parklar, Onları Yapanlar ve Onlarla<br />

Yapılanlar”, Türk Edebiyatı, nr. 4 2, Şubat <strong>20</strong>08, s. 37-4 .<br />

0 Tarık Buğra, a.g.e., s. 0.<br />

a.e., s. .<br />

75<br />

bir beton havuz vardır. Burada da ahali hoparlörlerden,<br />

zamanın yeni çıkan şarkılarını dinlemeye<br />

gelirler.<br />

Necatigil’in “Yol” oyununda 12 ise Süleyman’la<br />

Zinnure yerine iki genç çift vardır ve çiftlerin her<br />

ikisi de parkın içinde yollarını kaybetmişlerdir. Gittikleri<br />

istikametten dönmek isterler ama “çıkış<br />

kapısı”nı bulamazlar. Birinci Kız sızlanır:<br />

“Yerinde saymaya benziyor. Boşuna yorgunluk.<br />

Bir çıkış kapısı bulsaydık bari. Bu gidişle<br />

giriş kapısını aramaya kalksak, korkarım onu da<br />

bulamayız.” 13<br />

Yaklaşan Park Bekçisi’ne çıkışı sorarlar. Bekçinin<br />

verdiği cevap, Bu Böyledir’in “Son” hikâyesindeki<br />

yaşlı sarhoşun verdiği cevaba benzer:<br />

“Bu parka girenler hep ilerlediklerini sanırlar;<br />

dolap beygiri gibi aynı yuvarlak içinde dönerler,<br />

farkında olmazlar. (...) Bir o kadar daha yürüseniz<br />

boşuna. Yok bunun sonu. Bu yol sapa, çıkmaz.” 14<br />

Oyun boyunca Birinci Kız ve İkinci Kız’ın<br />

diyalogları içinde sık sık “Bu parkın sonu yok.”<br />

cümlesi geçer. Onlar da Zinnure gibi sık sık, parka<br />

gelmelerinden duydukları pişmanlığı dile getirirler.<br />

Burada da vurgulanan tema, Bu Böyledir’deki<br />

“Son” hikâyesinde olduğu gibi, “çıkışın olmayışı”dır.<br />

Bu Böyledir’de lunaparkın bir yöne doğru akan<br />

kalabalığı gibi Necatigil’in “Yol” oyununda da<br />

kalabalıklar anayolda akıp gitmektedirler. Mahalle<br />

Bekçisi, bu kalabalık ve yol ilişkisini şöyle ifade<br />

eder: “Nerde kalabalık varsa, orasıdır esas yol.” 15<br />

Bu durum karşısında Birinci Kız teslim olur:<br />

“Anlarsın! Hem ilerisi önemli değil ki! Yani ileride<br />

ne olduğu, ne olacağı önemli değil. Bizim bu yolda<br />

yürümemiz isteniyor. Herkes bunu istiyor. Herkesin<br />

rahatı buna bağlı. Rahat edecekler. Göz önünde<br />

olacağız. Görecek, konuşacaklar bizi. Sonrası onlar<br />

için önemli değil. (...) Onlar için asıl, yürünen<br />

yol önemli. Bizim mutlaka bu yoldan yürümemiz<br />

önemli.” 16<br />

Bu oyundaki çıkışı olmayan park ve kalabalıkların<br />

2 Behçet Necatigil, “Yol”, Radyo Oyunları, İstanbul 987,<br />

Yapı Kredi Yayınları, s. 225-247.<br />

3 a.e., s. 226.<br />

4 a.e., s. 227.<br />

5 a.e., s. 245.<br />

6 a.e., s. 245-246.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

akışına uyularak yürünen yol metaforları Bu<br />

Böyledir’deki lunapark ve oradan çıkmaya çalışan<br />

Süleyman ile Zinnure’nin çaresizliklerini hemen<br />

çağrıştırmakta, bu noktalarda her iki metin<br />

birbirine yaklaşmaktadırlar.<br />

Böylesi bir yakınlığı, yine Behçet Necatigil’in<br />

“Dönme Dolap” Başlıklı şiiriyle de kurmak mümkündür.<br />

“Süleyman’ın Seçimi” hikâyesi şu cümle ile biter:<br />

“Dolaşıp duracağız lunaparkın içinde.<br />

Tâ key...” (s. 32).<br />

Buradaki “Tâ key...” ibaresi bizi bir başka edebî<br />

metne götürmektedir. Bu ibare, Bakî’nin “Kanûnî<br />

Mersiyesi”nin ilk beytine bir göndermedir. Bu<br />

kasîdenin ilk beyti ve anlamı şöyledir:<br />

“Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm u neng<br />

Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng.”<br />

(Ey ayağını şan ve şöhret bağının tuzağına<br />

kaptırmış kişi! Bu mesnetsiz dünya meşgalesinin<br />

hevesine kapılıp gitmek daha ne zamana kadar<br />

sürecek?)<br />

Bu beyit, Süleyman’ın ve Süleyman gibi<br />

ayağını lunaparkın temsil ettiği nimetler ve imkânlar<br />

dünyasının “dâm”ına kaptırmış olanların<br />

durumuyla ne kadar da örtüşmektedir... Ve bu<br />

örtüşmeyi yazar, metne koyduğu yalnızca bir “tâ<br />

key” kelimesinin yüklendiği bir anıştırma (allusion)<br />

ile yapmaktadır.<br />

“Red Cephesi”, şehri ortadan ikiye biçen yolun<br />

yapımı, ardından şehre elektriğin gelişi ve halkın<br />

hayatının değişmesini, bu insanî anlamda olumsuz<br />

değişime karşı Yorgancı Hafız Yaşar’ın tek kişilik<br />

bir “red cephesi” gibi direnişini anlatır. Hafız Yaşar<br />

hem yorgancılık yapmakta, hem de dükkânına<br />

bitişik camide müezzinlik etmektedir. Sürekli<br />

kapladığı ve üzerini çiçeklerle işleyerek bezediği<br />

yorganlara eğile eğile sırtı kamburlaşmış, bu<br />

yüzden de adı Kambur Hafız’a çıkmıştır. Gönül<br />

ehlidir, tasavvuf erbabıdır. Kurtla kuşla, çiçekle<br />

böcekle “hâllenir”. Yorganlarına işlediği çiçeklerle<br />

konuşur o. Bir gün yorganın pamuğu ona bir<br />

şeyler anlatmaya başlar:<br />

76<br />

“Bana ara sıra hâl tercümesini anlatıyor. Yaz<br />

günlerini, sarısıcakları. Irmaktan ayrılan suyun<br />

diplerine yaydığı serinliği, gençliğinde yağmur<br />

altında ıslanmayı nasıl sevdiğini. Sonra coşuyor:<br />

Beni bir ovada buldular<br />

Kolum kanadım kırdılar<br />

diye Yunus ilâhisi okumaya başlıyor.<br />

Hey... Hey... diyorum. Yavaş ol... Bu şiir senin<br />

değil.<br />

Olsun, diyor. Ne zararı var? Ayrılıklardan şikâyet<br />

ediyor nasılsa. Bana da uyar, sana da.” (s. 37)<br />

Yukarıda yer alan ve “Dertli Dolap” diye bilinen<br />

Yunus Emre ilâhisi metne bir alıntı olarak girer ve<br />

Hafız’ın gönül ehli kişiliğini bize en iyi aktaran bir<br />

işlev üstlenir. “Ayrılıklardan şikâyet ediyor nasılsa.”<br />

cümlesi ise, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin Divan şairi<br />

Nahîfî tarafından yapılan tercümesinin ilk beytine<br />

yapılan bir anıştırma (allusion)dır. Nahîfî’nin bu<br />

beyti çevirisi şöyledir:<br />

“Dinle neyden çün hikâyet etmede,<br />

Ayrılıklardan şikâyet etmede.”<br />

“Su Sesi”, mahkemede “çirkin bir zabıt kâtibi<br />

olan Sabahat”ın hikâyesidir. Lunapark çevresinin<br />

ayakçı takımı “fukara” Sabahat’ın arkasından<br />

olmadık dedikodular yaparlar, niyetler beslerler.<br />

Ama Sabahat “sağlam kız”dır. Hiç birisine<br />

itibar etmez, taviz vermez, ağırbaşlılığından ve<br />

vakarından vazgeçmez. Oysa dışarıdaki hayatın<br />

şartları bu davranışların bir genç kız için erdemlilik<br />

olduğunu kavramaktan çoktan uzaklaşmıştır. Ve<br />

Sabahat, içinde dantel dantel ördüğü inceliklerle<br />

ve heveslerle birlikte “evde kalır”. Bu durumu ifade<br />

eden cümleler hikâyenin son paragraflarıdır<br />

ve şöyledir:<br />

“Gün perdelerini indiriyor. Kamıştan, kuştan,<br />

Haşim’in şiirlerinden ne varsa toplanıp fıskiyeli havuza<br />

doluyor.<br />

İncelip ipe dönmüş su sesini fısıltıya döndürüyor.<br />

Sabahat’a ne oldu?<br />

Evde kaldı.<br />

Ev ne oldu?


Suya düştü.” (s. 68)<br />

Yukarıdaki alıntının ilk paragrafında Haşim’in<br />

şiirlerinin dekor ve atmosferi “kamış, kuş, havuz,<br />

perdelerini indiren gün” gibi birkaç kelimenin<br />

vurduğu fırça darbesiyle çok belirgin bir biçimde<br />

kendisini ortaya koymaktadır. Belki de bu tablo,<br />

“bir lâmba hüznüyle” çöken akşamın, biten günün,<br />

“havada savrulan gül”ün, “bir gamlı hazanın seherinde”<br />

“ateş rengi yapraklar”dan dökülen hüznün<br />

şairi olan, “melâli anlamayan nesil”den müştekî<br />

Ahmet Haşim ile yaşadığı şehrin artık çoktan<br />

değişmiş olan şartlarının ve ölçülerinin sun’iliğine<br />

itibar etmeyen, bu yüzden de kendisini “sokağın”<br />

ilgilerinin dışına çeken Sabahat’ı, vakti geçen<br />

bir “zaman”ın son temsilcileri olmaları hasebiyle<br />

“garip”lik paydasında yan yana getiren bir<br />

tablodur. Bu tabloyu yapan ögeler bizi Haşim’in<br />

şiirlerine götürür. Söz gelimi “Ağaç” 17 şiirinin<br />

“Gün bitti, ağaçta neş’e söndü,<br />

Yaprak âteş oldu, kuş da yakut.<br />

Yaprakla kuşun parıltısından<br />

Havzın suyu erguvâna döndü.”<br />

mısralarının yanı sıra, “Bir Günün Sonunda<br />

Arzu” 18 şiirinin<br />

“Kuşlar mıdır onlar ki her akşam<br />

Âlemlerimizden sefer eyler?”<br />

yahut<br />

“Güller ki kamıştan daha nâlân,<br />

Gün doğdu yazık arkalarında.”<br />

veyahut<br />

“Akşam, yine akşam, yine akşam<br />

Göllerde bu dem bir kamış olsam.”<br />

gibi mısraları bize bu manzarayı hatırlatır.<br />

Hikâyenin son dört cümlesi ise “Komşu komşu!/<br />

Huuu!/ Oğlun geldi mi?/ Geldi.” diye başlayan<br />

çocuk tekerlemesinin<br />

“- Ağaç nerde?<br />

- Balta kesti.<br />

7 Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, (Haz. İnci Enginün- Zeynep<br />

Kerman), İstanbul 987, Dergâh Yayınları, s. 22 .<br />

8 Ahmet Haşim, “Bir Günün Sonunda Arzu”, Piyâle, (Haz.<br />

M. Fatih Andı-Nuri Sağlam), İstanbul <strong>20</strong>05, Yapı Kredi Yayınları,<br />

s. 33. Ahmet Haşim’in, Kutlu’nun bu cümlelerindeki dekoru tamamlayacak<br />

başka mısraları için şu şiirlere de bakılabilir: Havuz,<br />

Sonbahar, Merdiven, Bülbül, Akşam, Siyah Kuşlar...<br />

77<br />

- Balta nerde?<br />

- Suya düştü.”<br />

cümlelerini hatırlatır. Sabahat’ın bütün genç<br />

kızlık emelleri ve beklentileri de buradaki gibi<br />

suya düşmüş ve gençliği, tekerlemenin son cümlesindeki<br />

gibi “Yandı bitti, kül oldu.” akıbetine<br />

uğramıştır.<br />

Burada Sabahat = Semahat çağrışımı ile Cahit<br />

Sıtkı’nın “Uçtu Uçtu” <strong>19</strong> şiirini de hatırlamanın tam<br />

da sırasıdır. Bu şiirde de Cahit Sıtkı, Sabahat’ınki<br />

gibi uçup giden bir gençliğin ardından hayıflanırken<br />

şunları söyler:<br />

“Uçtu uçtu leylek uçtu,<br />

Uçtu uçtu masa uçtu,<br />

Uçtu uçtu Semahat uçtu,<br />

Uçtu uçtu...<br />

Ne uçtu sanırsınız çocuklar?<br />

Uçtu uçtu gençliğim uçtu.”<br />

2) Dînî metinlerle kurulan<br />

ilişkiler<br />

Bu Böyledir’de edebî metinlerin yanı sıra dînî<br />

metinlerin de sık sık bir gönderge, alıntı, pastiş<br />

yahut anıştırma vb. ilişkiler dolayısıyla yer aldığı<br />

dikkatlerden kaçmaz. Yukarıda bunlardan ikisinin<br />

daha eserin isminde ve kapağa konulan<br />

görsel malzemede kendisini gösterdiği üzerinde<br />

durmuştuk. Bu ikisinden başka, metinde şu dînî<br />

metinlerin de izini süreriz ki bunların hepsinin<br />

Kur’an-ı Kerim’deki âyetler olduğunu belirtmek<br />

gerekir:<br />

İlk hikâye olan “Bu Böyledir”de lunaparkın tasviri<br />

ayrıntılı ve çarpıcıdır. Bu mekânın anlatıldığı<br />

satırlar içinde en çok öne çıkanlar ise şunlardır:<br />

“Lunapark parlıyor. Kendinden gayrı her şeyi karartarak.<br />

Neonlarını, florasanlarını salgılıyor üzerimize.<br />

Onun rengine boyanıyoruz. Yeşil yeşil bakarken<br />

birden kıpkızıl ateşte yanıyoruz. Sonra yine mor,<br />

yine mor. Her yerden seçiliyor. Sesi her yere ulaşıyor.<br />

9 Cahit Sıtkı Tarancı, Otuz Beş Yaş- Bütün Şiirleri, 3. bs.,<br />

İstanbul 997, Can Yayınları, s. 56.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Ovalarda, dağ tepelerinde yankılanıyor. Nereye bakarsak,<br />

nereden bakarsak hep o. Ona dönsek de<br />

yüzümüzü, dönmesek de yanımızda, çevremizde.”<br />

(s. 9)<br />

Yukarıdaki bu satırlarda biz lunaparkın, kendisine<br />

tanrısal özellikler yüklenerek anlatıldığını<br />

görüyoruz. Yazar bunu yaparken Kur’ân-ı<br />

Kerim’de Allah’ın sıfatlarını ve yaratılmışlar üzerindeki<br />

tasarruflarını anlatan bazı âyetlerin meâlini<br />

çağrıştıran cümleler kurar. Bu anlatımın “muzmer”i<br />

olarak, lunapark, modern zamanların ve bu<br />

zamanların eğlenceye ayarlanmış ilgi ve beklentiler<br />

dünyasının her yere sesi ulaşan, varlığıyla<br />

her yeri istilâ etmiş, her şeyi rengine boyayan ve<br />

insanları kendisine çekerek teshîr eyleyen, insan<br />

elinden çıkmış yapay tanrısıdır. Ve bu yapay tanrı,<br />

merhametini kullarının üstüne yayan gerçeğine<br />

mukabil, renklerini ve ışıklarını onların üzerine<br />

“salgılayan” canavar bir tanrıdır. Burada, bu sahte<br />

tanrının özelliklerini dile getiren nitelemeler, tek<br />

tek, Kitab’da gerçek Tanrı’nın vasıflarını anlatan<br />

âyetlerden alınmıştır. Bu yüzden de Kutlu’nun<br />

bu satırlarında, metinlerarası ilişkilerin önemli<br />

bir yansıması olan “dönüştürüm”le karşı karşıya<br />

geliriz. Buradaki dönüştürüm, metinlerarasıcı<br />

kuramın “alaycı/ironik dönüştürüm” (le travestissement<br />

burlesque) diye kategorilendirdiği<br />

türden bir dönüştürme işlemidir. Bunları birbirleriyle<br />

eşleştirerek sıralayacak olursak:<br />

“Onun rengine boyanıyoruz.” (s. 9).<br />

“Allah’ın boyası... Allah’tan daha güzel boyası<br />

olan kimdir? Biz O’na kulluk edenleriz.” <strong>20</strong><br />

“Her yerden seçiliyor. Sesi her yere ulaşıyor. Ovalarda,<br />

dağ tepelerinde yankılanıyor.” (s. 9)<br />

“O çok merhametli olan Allah, arşı istîlâ etmiştir<br />

(kaplamıştır).” 2<br />

“Nereye bakarsak, nereden bakarsak hep o. Ona<br />

dönsek de yüzümüzü, dönmesek de yanımızda,<br />

çevremizde.” (s. 9)<br />

“Biz ona (insana) şahdamarından daha<br />

yakınız.” 22<br />

<strong>20</strong> Kur’ân-ı Kerim, Bakara Sûresi, âyet 38.<br />

2 Kur’ân-ı Kerim, Tâhâ Sûresi, âyet 5.<br />

22 Kur’ân-ı Kerim, Kâf Sûresi, âyet 6.<br />

78<br />

“Doğu da Allah’ındır, batı da. Yüzünüzü ne yöne<br />

dönerseniz, Allah’ın yüzü oradadır.” 23<br />

Burada insanların oyun ve eğlenceleri için<br />

yapılmış olan lunaparkın, yukarıda açıklandığı<br />

üzere, modern dünyanın nimetleri, daha genel<br />

bir yaklaşımla kişiyi aldatıcı ve “kulluk”tan<br />

uzaklaştırıcı dünya hayatının sembolü olduğunu<br />

bir kere daha hatırlarsak, o zaman yine Kur’ân-ı<br />

Kerim’de dünya hayatını “bir oyun ve eğlenceden<br />

ibaret” diye tanımlayan âyeti de hatırlamak yerinde<br />

olacaktır:<br />

“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden<br />

ibarettir.” 24<br />

“Red Cephesi”, şehre uzanan otoyolun yapılmaya<br />

başlandığı günleri ve otoyolun şehri “bozduğu”nu<br />

anlatan bir hikâyedir. Hikâyenin girişi, inşaatın<br />

başlamasından önce var olan tabiîliğin, güzelliğin<br />

ve insanîliğin buldozerlerle, motor gürültüleriyle,<br />

matkaplarla, testerelerle nasıl hallaç pamuğu gibi<br />

atıldığını, “katilam”ın nasıl başladığını anlatan ve<br />

kesik kesik ilerleyerek, hükmü artık her şeyin olup<br />

bittiği, işin işten geçtiği bir zamana bağlayan ibarelerle<br />

başlar. Bu gramatikal yapılar, üslup açısından<br />

çok çarpıcıdır. “...dığı zaman” şeklinde biten, ucu<br />

açık bu ibareler “Görüldü ki...” cümlesinin zaman<br />

zarfı işlevindedir. Aslında bu 33. sayfanın tamamı<br />

tek bir cümledir ve bu cümle uzun bir ki’li birleşik<br />

cümledir. Cümlede aslî hükmü yüklenen yüklem<br />

“açılıvermiş” yüklemidir. Bu yüklemi oluşturan fiil<br />

kipi dikkat çekicidir. Çünkü bildirilen eylem, birden<br />

bire ve farkında olunmadan gerçekleşmiştir. Bu<br />

gerçekleşen eylemde ve sonuçta şehir ahalisinin<br />

iradesi ve katılımı yoktur. Dışarıdan birileri bu<br />

“ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş,<br />

kara, parlak, sıvaşık yol”u açıvermişlerdir. Açılan<br />

bu “sıvaşık yol” ise, Yorgancı Hafız Yaşar’ın ve<br />

onun gibilerin bildikleri, “sülûk” eyledikleri “kadîm”<br />

yoldan başkadır. Adeta bir metafor olarak, “bu<br />

yol”, “o yol”un yerine ikame edilecek değerleri<br />

şehre taşıyacak yoldur. Bu “yolun da adamları”<br />

vardır, bu “yolun adamlarının adamı olan adamlar”<br />

vardır, “bu adamların başka yerlerdeki başka<br />

adamları” vardır, “onların da ortakları” vardır (s.<br />

41) ve bu zincir böylece global bir düzene doğru<br />

23 Kur’ân-ı Kerim, Bakara Sûresi, âyet 5.<br />

24 Kur’ân-ı Kerim, Muhammed Sûresi, âyet 36.


genişleyip gider.<br />

“Cebren ovanın ortasından geçip giden” ve<br />

şehre “müdahale eden” (s. 34) bu yolun yapımı şu<br />

satırlarda anlatılır:<br />

“Buldozerlerin dişleri toprağa saplandığı zaman...<br />

Motor gürültülerinin yavru kuşları yuvalarından<br />

ürküttüğü zaman...<br />

Ağaçların devrildiği, kayaların demir matkaplarla<br />

delindiği, suların önünün kesildiği zaman...<br />

Bulutların kirlendiği zaman...<br />

O durgun göl kenarında, kamışlıkta, akşam,<br />

balıkların ve su kuşlarının, rüzgârın ve titreyen çimenlerin,<br />

kertenkelenin, sincabın ve tarla kuşunun<br />

birlikte söylediği ilâhi ansızın kesildiği zaman...<br />

Görüldü ki:<br />

Ovayı bir baştan bir başa bıçak gibi kesen, geniş,<br />

kara, parlak, sıvaşık bir yol açılıvermiş.” (s. 33)<br />

Bu alıntının üslûbu, bize doğrudan doğruya<br />

Kur’ân-ı Kerim’de kıyametin kopuşunu anlatan<br />

âyetleri hatırlatır. Bu satırlar, aşağıdaki âyetlere<br />

üslûp açısından yapılan bir pastiş (öykünme)dir:<br />

“Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman,<br />

Yıldızlar kararıp söndüğü zaman,<br />

Dağlar yerinden oynayıp söküldüğü zaman, (...)<br />

Denizler birbirine karışıp kaynadığı zaman,<br />

Ruhlar bedenle birleştiği zaman, (...)<br />

Herkes önceden hazırladığını görecektir.” 25<br />

“Gök yarıldığı zaman,<br />

Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman,<br />

Denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman,<br />

Kabirle alt üst edildiği zaman,<br />

İnsan önceden neyi yaptığını, neyi de ertelediğini<br />

25 Kur’ân-ı Kerim, Tekvîr Sûresi, âyet - 4. Bu cümlelerin<br />

Kur’ân-ı Kerîm’deki bu âyetleri metinlerarası ilişkiler bağlamında<br />

hatırlattığına dair bizimkine benzer bir dikkat için bk.: Ercan Yıldırım,<br />

Mustafa Kutlu Hikâyeciliği, Ankara <strong>20</strong>07, Ebabil Yayınları,<br />

s. 2 7. Yıldırım’ın bu çalışması, Kutlu’nun eserlerinin bütünü üzerinde<br />

yapılmış kapsamlı, fakat geliştirilmeye ve tamamlanmaya<br />

muhtaç bir çalışmadır.<br />

79<br />

bilecektir.” 26<br />

Bu hikâyede bilge ve ehl-i dil Hafız Yaşar, olan<br />

bitene direnen tek kişilik bir “red cephesi”dir. O,<br />

yaşanan yıkıcı ve bozucu değişim curcunası içinde,<br />

kendisine yapılan “köşeyi dönme” telkinlerine<br />

kulağını tıkar ve başını eğip kalbiyle söyleşen bir<br />

derviş olarak çiçeklerle halleşir, ağaçlarla konuşur,<br />

kuşlarla dertleşir, kapladığı yorganların üzerine<br />

işlediği desenlerin inceliklerinde kaybolur.<br />

Şehre elektrik gelmiş, caddeler, sokaklar,<br />

çarşılar, vitrinler, evler aydınlanmıştır. “İnsanlar<br />

artık geç yatıp geç kalkmaya” başlamışlardır.<br />

Hayatın düzeni değişmekte, yeni bir hayat tarzı<br />

şehirde yaygınlaşmaya başlamaktadır. İnsanlar<br />

Hafız’ın da dükkânına elektrik tesisatı kurmasını<br />

tavsiye etmeye başlayınca Hafız Yaşar’ın onlara<br />

verdiği cevap şudur:<br />

“- Gece gecedir, gündüz de gündüz.<br />

Tuhaf tuhaf bakıyor, alaylı alaylı konuşuyorlar:<br />

- Yok canım, öyle mi?<br />

Ben:<br />

- Evet öyle, diyorum. Gece ibadet ve uyku, gündüz<br />

çalışma.<br />

Beni aralarından atan, bana biçtikleri kıymeti<br />

olanca açıklığı ile gösteren, istihzayı iyice<br />

keskinleştiren, beni meczub eden kahkahalarını<br />

koyuveriyorlar:<br />

- Daha, daha...” (s. 36-37)<br />

Burada Yorgancı Hafız’ın gece ve gündüz için<br />

söyledikleri, Kur’ân-ı Kerim’de Yûnus (67. âyet),<br />

Furkan (47. âyet) ve Nebe’ sûrelerinde (10-11.<br />

âyetler) geçen benzer âyetleri hatırlatmaktadır.<br />

Meselâ:<br />

“O, geceyi içinde sükûn ve istirahat etmeniz için<br />

(karanlık), gündüzü ise (çalışıp kazanmanız için)<br />

aydınlık olarak yaratandır.” 27<br />

“Geceyi (sizin için) bir örtü kıldık. Gündüzü de<br />

maîşet vakti yaptık.” 28<br />

3- Türkü, şarkı, ilâhi gibi<br />

26 Kur’ân-ı Kerim, İnfitar Sûresi, âyet -5.<br />

27 Kur’ân-ı Kerim, Yûnus Sûresi, âyet 67.<br />

28 Kur’ân-ı Kerim, Nebe’ Sûresi, âyet 0- .<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

müzikal metinlerle kurulan<br />

ilişkiler<br />

Mustafa Kutlu’nun eserinde bu tür metinler, ilk<br />

iki kategorideki metinlere göre daha az sayıdadır.<br />

Bunlardan birisi olan ve Yunus Emre’nin “Dertli<br />

Dolap” ilâhisinden yapılan alıntıyı yukarıda “Edebî<br />

metinlerle kurulan ilişkiler” başlıklı bölümde söz<br />

konusu etmiştik. Burada tekrarlamak istemiyoruz.<br />

Bundan başka, ilk hikâyede, lunaparkta bir atış<br />

standında önüne konulan tavşan hedefini tüfekle<br />

vurmaya çalışan Süleyman’ın hali anlatılırken<br />

anılan bir türkü mısraı, birkaç kelimesi alıntılanarak<br />

şu şekilde metnin dokusuna girer:<br />

“Şu tavşanı kurşunlamalı.<br />

Üstad Yahya Kemal “vatan”a “zan” kafiyesi<br />

düşmüş.<br />

Bir de ‘telgrafın telleri’ var. .....lamalıııı.” (s. 8)<br />

“Telgrafın telleri” ve “.....lamalııı” şeklindeki bu<br />

bir kaç kelimelik iktibas<br />

“Telgrafın tellerini arşınlamalı,<br />

Yar üstüne yar seveni kurşunlamalı.”<br />

diye başlayan bir türkünün mısralarından<br />

alıntılanmıştır ve biz bu alıntının ardında çok<br />

açılımlı yorumlara imkân sağlayan bir amacın<br />

olduğunu düşünebiliriz. Süleyman Koç, lunaparkta<br />

hırsla tavşanı vurmak için tüfekle atışlar<br />

yapmaktadır. Fakat yanıbaşındaki her attığını<br />

vuran göbekli, altın dişli adamın tersine, bir türlü<br />

vuramamaktadır. Bu “tavşanı vurma” motifi metin<br />

içerisinde tekrar tekrar karşımıza çıkar. Burada<br />

tavşan bir sembolik anlatımın aracıdır ve<br />

onu vurma hırsı, Süleyman’ın modern dünyanın<br />

ve onun hikâyedeki sembolü olan lunaparkın<br />

eğlence ve oyun ortamına uyabilme, ayak uydurabilme<br />

çabasıdır. Ama Süleyman bunu başaramaz,<br />

tavşanı bir türlü vurup da konulan ödülü alamaz.<br />

Nitekim onun “felsefeden geçememesi” de aynı<br />

vurguyu üstlenir.<br />

Fakat Süleyman, hocası Hafız Yaşar’ın yanında<br />

tanıdığı dünyaya, hafızlık çalışmalarına bir kere<br />

ihanet etmiş, bir bocalamaya girmiş, modern<br />

hayatın tavşanlarına, vuramasa da, çoktan kurşun<br />

<strong>80</strong><br />

atmaya başlamıştır. Bu onun için bir bakıma<br />

“yar üstüne yar sevmek”tir. Süleyman’ın trajedisi<br />

de zaten buradadır. O çoktan türküdeki gibi<br />

“kurşunlanma”yı hak etmiştir. Nitekim, yukarıda<br />

bir başka vesile ile alıntıladığımız şu satırlar, onun<br />

bu tereddütlü ve trajik durumunun açık ifadesidir:<br />

“Çadırlarla çınarlar arasında bir duvar vardı.<br />

Üzerinde ben vardım. Bir yanda hafızın sesi, öte<br />

yanda:<br />

Seniii sevdim, pek çok sevdiiiim<br />

Güzeeelsin, şirinsiin...<br />

Duvardan inip camiye doğru yürüsem...<br />

Tek dersten bu kadar sürünmesem.” (s. 12-13).<br />

Hemen bu yukarıdaki satırlarda geçen şarkı<br />

sözünün de ezanın zıttı, ezanın dünyasından başka<br />

bir dünyanın sembolü olma görevini üstlenmiş bir<br />

şarkı metni alıntısı olduğuna işaret ederek, bir<br />

başka örneğe geçelim:<br />

“Poligondaki kadın boşalan tüfekleri dolduruyor.<br />

Göğsü kıllı adam, her dolduruşta kadının avucuna<br />

bir beş yüzlük sıkıştırıyor. Yeşil başlı gövel ördek<br />

delik deşik yatıyor.” (s. 15)<br />

Bu örnekte de halk türkülerimizde sıkça<br />

geçen “yeşil başlı gövel ördek” motifi 29 bir<br />

parodi (yansılama) ilişkisini yapan öge olarak<br />

kullanılmıştır.<br />

4- Günlük hayattan gelen klişe<br />

metinlerle, basmakalıp sözlerle<br />

kurulan ilişkiler<br />

Bu ilişkiyi burada çok geniş bir yelpazede<br />

ele almak istiyor ve metinlerarası kuramda bu<br />

türden kullanımların da değerlendirme dahilinde<br />

tutulduğu yaklaşımından hareketle biz de halkın<br />

günlük yaşayışında kullandığı veya standart yazı<br />

29 Meselâ şu türküdeki gibi:<br />

“Yeşil başlı gövel ördek<br />

Uçar gider göle karşı<br />

Eğricesin tel tel etmiş<br />

Döker gider, yâre karşı”


dilinde gördüğümüz klişe veya basmakalıp söz<br />

(stereotype)lerin Mustafa Kutlu’nun eserinde kesif<br />

bir biçimde yer aldığı üzerinde bir kaç örnekle<br />

durmayı uygun buluyoruz.<br />

Bu kullanımların bir kısmı, aşağıdaki örneklerde<br />

olduğu gibi, deyim veyahut atasözü niteliğindeki<br />

basmakalıp kullanımlar (stereotipler)dır:<br />

“İhtiyar bunak, kırkından sonra saz çalmaya<br />

kalktı.” (s. 29)<br />

“Yok diyor, ne tasası. Ömür kısa, yol uzun. Nasılsa<br />

sonunda yine buluşacağız.” (s. 38)<br />

“Sen de dünyaya kazık kakacak değilsin, günün<br />

birinde seni de kefenleyip gömecekler.” (s. 38)<br />

“Para ile Kur’ân okunmaz. Bunu kulağına küpe<br />

et.” (s. 38)<br />

“Bunca iş dururken şimdi milletin gözü önünde<br />

foşur foşur armut yemek de neyin nesi oluyor...<br />

Velâ havle velâ kuvvete...” (s. 46)<br />

“Kızım, evlâdım, gel, bırak inadı. Her işin bir yolu<br />

yordamı var.” (s. 64)<br />

“Bak yaşın geldi geçiyor, dünyanın kırk bin türlü<br />

hali var.” (s. 65)<br />

“Burası küçük şehir. Bir kızın adı çıkacağına canı<br />

çıksın.<br />

Sabahat’ın adı çıkmadı. Kimse ona toz<br />

kondurmadı.” (s. 66)<br />

Bu tür metin ilişkilerinin içerisine Süleyman<br />

Koç’un askerlik günlerinden lunapark gezisine<br />

taşıdığı askerlik ve hemen ardından öğrencilik<br />

jargonunu da dahil etmek gerekir:<br />

“Lunaparkta gezdiğimiz belli olsun. Adım. Süleyman<br />

Koç.<br />

7.62 mm çapında, 25 metre mesafeden, yatarak<br />

destekli, başlı daire hedefine üç atım yapacağım.<br />

Üçü de üç santimlik şablon içine girerse, görevimi<br />

yapmış olurum komutanım.” (s. 10)<br />

“Deneme masası gerisinden kabza kavrayıp, tetik<br />

düşürmeye geldim komutanım.” (s.11)<br />

“Adın ne senin?<br />

Süleyman Koç.<br />

81<br />

Tek dersten kaldım efendim, felsefeden. Bu<br />

felsefe yüzünden hayatım kaydı. Oysa yazılıdan<br />

geçmiştim. Yazıyı veremeyenleri sözlüye almıyorlar.<br />

Haziranda mezun olacaktım. Tek felsefe, o da sözlü.”<br />

(s.10)<br />

Bunlardan başka standart dilin yahut yazı dilinin<br />

sık tekrarladığı, bu yüzden de “klişe” diye<br />

nitelendirebileceğimiz yapıların da Kutlu’nun ana<br />

metnini yapan üslup ögeleri içinde görüldüğünü<br />

söyleyip örneklendirmek bu çalışmamızı<br />

tamamlayıcı bir son adım olacaktır. Şöyle ki:<br />

“Şu sırıtkan tavşanı kurşunlayıp yeni bir sayfa<br />

açayım.” (s. 7)<br />

“Bu böyledir. Yaz tatillerinde tuğla ocaklarında<br />

çalışan cılız çocuklar, dul karı yetimleri, (...) adı<br />

Süleyman’a çıkmışlar, hep felsefeden kalırlar.<br />

Hayatları kayar.” (s. 12).<br />

“Boşver Süleyman. Takma kafanı. Olur, lâkin...”<br />

(s. 12)<br />

“Onlar evlerini, ocaklarını, bahçelerini, ağaçlarını<br />

bu yoldan, bu elektrik tellerinden, bu motor seslerinden<br />

kendilerine ulaşan hesap kitap üzerine<br />

bina ettiler, ama yağma yok.” (s. 35)<br />

“O kadar önemli mi yani? Kime sorsanız<br />

gösterir.” (s. 81)<br />

***<br />

Metinlerarası yöntem, her metnin kaçınılmaz<br />

olarak başka metinlerin bir toplamı olduğunu<br />

iddia eder; her metni kendisinden önceki farklı<br />

metin parçalarının yeni bir birleşim düzeni olarak<br />

görür. “Her metin bir alıntılar mozayiği gibi oluşur.<br />

Her metin kendi içinde başka bir metnin/metinlerin<br />

eritilmesi ve dönüşümüdür.” 30 diyen Julia Kristeva,<br />

bu anlayışı özetler.<br />

Ancak bu mozayiğin niteliğinin, yazardan yazara,<br />

ana metni yapan gönderge metinlerin eseri<br />

yapma ilişkisi bağlamında değişeceği de tabiîdir.<br />

İşte bu bağlamda biz burada Mustafa Kutlu’nun<br />

Bu Böyledir isimli hikâye kitabındaki metinlerin<br />

başka metinlerle kurduğu ilişkileri birkaç alt başlık<br />

altında topladığımız bir tasnif çerçevesinde tespit<br />

etmeye çalıştık.<br />

30 Kubilay Aktulum, a.g.e., s. 4 .<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Bu ilişkiler gösterdi ki, Kutlu’nun hikâyelerinin<br />

başarısını yapan ögelerden birisi de bu<br />

metinlerarası ilişkilerin zenginliğidir. Bu ilişkiler,<br />

yazılan metni, kendisinden ibaret, kendi üstüne<br />

kapanan bir örtük ve sınırlı yapı olmaktan çıkarıp,<br />

kendisinden önceki birikimin zenginliğini yeni anlam<br />

ilişkileri, yeni üslûp fırsatları ve çok katmanlı<br />

çağrışım ve arkaplan alanları oluşturma imkânları<br />

şeklinde çoğaltan bir ustalık olarak onun metinlerinde<br />

karşımıza çıkmaktadır.<br />

KAYNAKÇA<br />

Ahmet Haşim, Bütün Şiirleri, (Haz. İnci Enginün- Zeynep Kerman),<br />

İstanbul <strong>19</strong>87, Dergâh Yayınları.<br />

Ahmet Haşim, Piyâle, (Haz. M. Fatih Andı-Nuri Sağlam), İstanbul<br />

<strong>20</strong>05, Yapı Kredi Yayınları.<br />

Aktulum, Kubilay, Metinlerarası İlişkiler, 3. bs., İstanbul <strong>20</strong>07, Öteki<br />

Yayınları.<br />

Aktulum, Kubilay, Parçalılık Metinlerarasılık, İstanbul <strong>20</strong>04, Öteki<br />

Yayınları.<br />

Andı, M. Fatih, “Saat Kuleleri ve Parklar, Onları Yapanlar ve Onlarla<br />

Yapılanlar”, Türk Edebiyatı, nr. 412, Şubat <strong>20</strong>08, s. 37-41.<br />

Beyatlı, Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, 28. bs., İstanbul <strong>20</strong>07,<br />

İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.<br />

Buğra, Tarık, Yağmur Beklerken, İstanbul <strong>19</strong>81, Ötüken Yayınları.<br />

Kanık, Orhan Veli, Bütün Şiirleri, 18. bs., İstanbul <strong>19</strong>82, Can<br />

Yayınları.<br />

Necatigil, Behçet, Radyo Oyunları, İstanbul <strong>19</strong>87, Yapı Kredi<br />

Yayınları.<br />

Özel, İsmet, Erbain, 4. bs., İstanbul <strong>19</strong>92, Çıdam Yayınları.<br />

Tarancı, Cahit Sıtkı, Otuz Beş Yaş- Bütün Şiirleri, 13. bs., İstanbul<br />

<strong>19</strong>97, Can Yayınları.<br />

82


MUSTAFA KUTLU’NUN<br />

HİKÂYELERİNDE<br />

TASAVVUF<br />

Özet: Mustafa Kutlu’nun hikayesinin yapısı,<br />

hem biçim hem de muhteva bakımından geleneğe<br />

bağlı olarak inşa edilmiştir. Dolayısıyla gelenek<br />

içinde merkezi bir yeri olan tasavvufun, bu hikaye<br />

içinde de önemli bir yeri olduğu görülmektedir.<br />

Tasavvuf, Mustafa Kutlu’nun hikayesinde sadece<br />

bir tem değil, aynı zamanda hikayenin biçiminin<br />

de önemli bir unsurudur. Yoksulluk İçimizde, Bu<br />

Böyledir, Sır, Beyhude Ömrüm ve Tufandan Önce<br />

ve Mavi Kuş tasavvufun hem biçimi belireleyen bir<br />

unsur hem de önemli bir tem olduğu eserlerdir.<br />

Bu eserlerde tasavvufun nasıl yer aldığının ortaya<br />

konulması bize yazarın hikayesinin niteliğini<br />

ve gelenekle olan ilgisinin mahiyetini doğru bir<br />

şekilde anlama imkanı verecektir.<br />

Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, hikaye, biçim,<br />

tem, gelenek.<br />

83<br />

Yard. Doç. Dr. Ali YILDIZ<br />

Fatih Üniversitesi / İstanbul<br />

Sufism In Mustafa<br />

Kutlu’s Narratives<br />

Absract: The structure of Mustafa Kutlu’s narratives<br />

is composed as bound to traditon in point<br />

of both form and content. Consequently it is seen;<br />

sufism that takes central position in tradition, has<br />

also an important spot in narratives. It is seen sufism<br />

is not a merely a theme in Mustafa Kutlu’s<br />

narratives but also an important element in the<br />

form of narratives. Yoksulluk İçimizde , Bu Böyledir,<br />

Sır, Beyhude Ömrüm, Tufandan Önce and Mavi<br />

Kuş named narratives are works that sufism is a<br />

significant theme and also determines the form.<br />

Manifestation of how sufism takes place in these<br />

works will give us a chance to comprehend quality<br />

of author’s narrative and true nature of concern<br />

about traditon.<br />

Key words: Sufism, narrative, form, theme,<br />

tradition<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında, diğer türlerde<br />

olduğu gibi hikaye türünde de kemmiyet<br />

bakımından büyük bir artışın gerçekleşmesine<br />

mukabil, keyfiyet bakımından; toplumsal değişimin<br />

bu yıllarda kazandığı ivmeyle de bağlantılı olarak<br />

ortaya çıkan ve günümüze kadar devam eden bir<br />

zafiyetin hüküm sürdüğü görülmektedir. Mustafa<br />

Kutlu ‘nun hikayesi, Türk edebiyatının bütünü<br />

içindeki yerinin yanı sıra; söz konusu zafiyetin<br />

dışında kalmış, ondan etkilenmemiş olması<br />

bakımından, <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası dönem dolayısıyla ayrı<br />

bir ehemmiyet ifade etmektedir.<br />

Mustafa Kutlu’nun hikayesinin kendine mahsus<br />

hususiyetleri, ilk olarak <strong>19</strong>79 yılında yayımlanan<br />

Yokuşa Akan Sular isimli eserinde tezahür eder.<br />

Yazarın ustalık döneminin başlangıcını teşkil<br />

eden bu eseri, peş peşe yayımlanan bir dizi eser<br />

takip eder: Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül<br />

Ya Sefer, Bu Böyledir ve Sır, şekil hususiyetleri<br />

bakımından birbirine bağlı eserlerdir. Bu eserlerin<br />

hepsinde de hikayeler, bir merkez etrafında<br />

yer alır. Hem müstakil bir yapıları vardır, hem de<br />

birbiriyle ilişkilidirler. Bu şekil, şark hikayesinde<br />

çok kullanılan çerçeve hikaye tekniğini hatırlattığı<br />

gibi, hat sanatında ve tezyini sanatlarda her şeyin<br />

birbirine bağlı olarak bir merkez etrafında varlık<br />

kazanması keyfiyetini de hatırlatmaktadır. Aslında<br />

İslam sanat geleneğinin, bütün dallarında görülebilecek<br />

olan bu önemli hususiyetin; modern Türk<br />

hikayesinde, Mustafa Kutlu tarafından geliştirilen<br />

özgün bir şekil aracılığıyla var edildiğini söyleyebiliriz.<br />

Mustafa Kutlu’nun , <strong>19</strong>99 yılında Hüzün ve Tesadüf<br />

isimli birbirinden bağımsız kısa hikayelerden<br />

oluşan bir eseri yayımlanır. Bu eser, onun hikayesinde<br />

bir ara bölge oluşturmaktadır. Çünkü bir yıl<br />

sonra yayımlanan Uzun Hikaye, Mustafa Kutlu’nun<br />

hikayesinde yeni bir dönemin başladığını haber<br />

verir. Nitekim <strong>20</strong>01 yılında daha uzun bir hikaye<br />

yayımlanır:Beyhude Ömrüm. Bunu birer yıl arayla<br />

yayımlanan diğer “uzun hikaye”ler takip eder:<br />

Mavi Kuş, Tufandan Önce, Rüzgarlı Pazar, Chef,<br />

Menekşeli Mektup ve Kapıları Açmak. Bize göre<br />

roman olarak da nitelendirilmesi mümkün olan<br />

bu eserlerin ayırıcı hususiyeti, hacim bakımından<br />

daha geniş olmalarıdır. Buna bağlı olarak yazarın<br />

ilk dönemindeki eserlerde gördüğümüz yoğun<br />

84<br />

anlatımın da açıldığı, böylece metnin daha kolay<br />

anlaşılır bir nitelik kazandığı görülmektedir. Fakat<br />

bu, anlatımın basitleştiği anlamına gelmemektedir.<br />

İlk döneme ait eserlerdeki şekil yapısı da bu<br />

eserlerde farklılaşmıştır. Yazar, bir merkeze bağlı<br />

olarak anlattığı birbiriyle ilişkili hikayeleri, bu defa<br />

bir ana olaya bağlı olarak anlatmaktadır. Her bir<br />

“uzun hikaye”de, bir olaya bağlı olarak birçok<br />

kahramanın birbirini bütünleyen hikayeleri ile<br />

karşılaşırız. Birinci dönemde yer alan eserlerde<br />

merkezi, bir kavram; ikinci döneme ait eserlerde<br />

ise bir olay oluşturmaktadır.<br />

Mustafa Kutlu’nun hikayesinin yapısı, biçim<br />

bakımından olduğu gibi muhteva bakımından<br />

da gelenekle irtibatlıdır. Dolayısıyla gelenek<br />

içinde merkezi bir yeri olan tasavvufun Mustafa<br />

Kutlu’nun hikayesi içinde de önemli bir yeri<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Bu, aynı zamanda yazarın<br />

bütün hikaylerine yön veren, dinî hassasiyetin,<br />

İslâmî bakış açısının bir sonucudur. Bu itibarla,<br />

tasavvufun ve tasavvufi anlayışın yazarın bütün<br />

eserlerinde önemli olduğunu söyleyebiliriz.Fakat,<br />

Mustafa Kutlu’nun hikayeciliğinin birinci dönemine<br />

ait eserlerden, Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir<br />

ve Sır’da; uzun hikayelerden oluşan ikinci dönemine<br />

ait eserler arasında ise; Beyhude Ömrüm,<br />

Tufandan Önce ve Mavi Kuş’ta; tasavvufun hem<br />

biçimi belirleyen bir unsur hem de önemli bir tem<br />

olarak daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir.<br />

Bu eserlerde tasavvufun nasıl yer aldığının ortaya<br />

konulması bize yazarın hikayesinin niteliğini<br />

ve gelenekle olan ilgisinin mahiyetini doğru bir<br />

şekilde anlama imkanı verecektir. Biz bunu, Mustafa<br />

Kutlu’nun hikayesinin ilk dönemine ait olan<br />

Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir ve Sır isimli eserlerini<br />

ele alarak, gerçekleştirmeye çalışacağız.<br />

1) Yoksulluk İçimizde<br />

Yoksulluk İçimizde hem biçim hem de muhteva<br />

bakımından geleneğin ve taavvufun önemli<br />

olduğu bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır.<br />

Eserde, levha olarak isimlendirilmiş ve Roma<br />

rakamlarıyla numarlandırılmış olan altı bölümün<br />

çerçevelediği dokuz hikaye yer almaktadır.Levhalar<br />

ile onların çerçevlediği hikayeler arasında<br />

muhteva bakımından bir birlik bulunmaktadır.Her<br />

bir levha, kendisini takip eden bölümü açıklar ni-


teliktedir.<br />

İkinci bölümden itibaren aynı zamanda birer<br />

alt başlık taşıyan Levhaları, yine başlıklar halinde<br />

birbirinden ayrılan hikayeler takip eder: Levha I (<br />

Akasyalar Açar mı ) Levha II Ahlak Dersi ( Yoksulluk<br />

İçimizde, Siyah Gemiler), Levha III Mefruşat (<br />

İhtiras Enginleri, Kalbimin Dâsitânı ), Levha IV Aşk<br />

( Tenhalık basınca, Umutsuz Bir Aşkın Münakaşası,<br />

Telaşın Manidar) Levha V Es-Salâtü hayrun<br />

mine’n-nevm (Sözün Nihayeti ve Sevdanın Bidayeti<br />

) Levha VI.<br />

Görüldüğü gibi birinci ve altıncı levha başlıksızdır.<br />

Birinci levhayı bir, ikinci ve üçüncü levhaları<br />

iki, dördüncü levhayı üç, beşinci levhayı bir hikaye<br />

takip etmekte ve eser altıncı levha ile son<br />

bulmaktadır. Dolayısıyla levhalar, hem eserdeki<br />

ana bölümleri hem de eserin bütününü kuşatmış<br />

olmaktadır.Levhalar içinde yer alan hikayelerin<br />

dağılımında da bir düzen olduğu görülmektedir.<br />

İki levha arasında kalan hikayelerin sayı itibariyle<br />

dağılımı, 1,2,2,3,1 şeklindedir. Birinci levha ile hikayenin<br />

son bulduğu beşinci levhanın birer bölüm<br />

içermesi dikkat çekicidir. Bütün bunlar eserde<br />

olayın anlatımında dengeye ve simetriye bağlı<br />

bir düzenin varlığını gösterdiği gibi aynı zamanda<br />

eserin muhtevası ile de bağlantılı birtakım<br />

sonuçlara varmayı da mümkün kılar.<br />

Eserdeki hikayeleri çerçeveleyen ve böylece ana<br />

bölümleri oluşturan kısımların levha olarak isimlendirilmesi,<br />

çeşitli çağrışımlar uyandırmaktadır.<br />

Tablodan farklı olarak levha kelimesi, hat sanatını<br />

hatıra getirir. Bilindiği gibi, hat sanatında yazının<br />

şeklindeki, istifindeki güzellik ve mükemmeliyet,<br />

yazılanı göstermek maksadına matuftur; ondan<br />

ayrı düşünülemez. Bu yüzden hat levhalarında<br />

ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, özlü sözler, hikmet<br />

taşıyan beyitler yer alır. Yoksulluk İçimizde’deki<br />

levhaların da buna benzer bir nitelik taşıdığını<br />

söyleyebiliriz.<br />

Birinci levhada, Emin Barın’ın, divani tarzında<br />

yazının serbest bir yorumu olarak nitelendirilebilecek<br />

bir eseri yer almaktadır 1 . Bu eserde lafzai<br />

Celâl ( Allah ism-i şerifi), bir daire oluşturacak<br />

şekilde beş defa yazılmıştır ve şekil olarak da<br />

Emin Barın, Katalog, İst. 978, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar<br />

Akademisi Yayını, Toplu Sergiler 4, 5 s.<br />

85<br />

bir çiçeği çağrıştırmaktadır. Bu itibarla birinci<br />

levhanın, ismiyle gerçekten müsemma olduğu<br />

görülmektedir.<br />

Emin Barın’ın söz konusu yazısının seçilmiş<br />

olması ise pek çok bakımdan anlamlıdır:<br />

1) Öncelikle bu yazı, biçim itibariyle hem gelenekle<br />

irtibatlıdır hem de yenidir; Yoksulluk<br />

içimizde’nin de hikaye sanatı açısından böyle<br />

bir özelliği vardır. 2) Geleneğimizde eserlerin<br />

besmele, hamdele ve salvele ile başlaması hususiyeti<br />

bu eserde, birinci levhada Lafza-i Celâl’e<br />

yer verilmek suretiyle gerçekleştirilmiştir.3)<br />

Lafza-i Celâl, tasavvufta ism-i azam olarak nitelendirilir.<br />

Bütün ilahi isimler, bu ismin tahtında<br />

toplanmıştır.Hikayenin lafza-i Celal’le başlaması<br />

bu yüzden ayrıca önemlidir.4) Birinci levhada bir<br />

ve beşinci levhada yine bir bölümün olması, şekil<br />

itibariyle birden başlayıp bire dönüş yine tasavvufta<br />

dile getirlilen varlıkbilimle, vahdet-i vücud<br />

öğretisiyle irtibatlı olarak anlaşılabilir.5) Söz konusu<br />

hatta, lafza-i Celal’in, bir merkez etrafında,<br />

bir daire oluşturacak şekilde istif edilmesi ile<br />

Yoksulluk İçimizde’nin şekil yapısı birbirine uygun<br />

düşmektedir. 6) Söz konusu hat eserinin şekliyle,<br />

hikayelerde, kesretten vahdete dönüş şeklinde<br />

özetleyebileceğimiz bir muhtevanın varlığı<br />

arasında da bir uygunluk olduğu görülmektedir.<br />

Yoksulluk İçimizde, muhteva itibariyle bir aşk<br />

hikayesi üzerine kuruludur. Birinci levhayı takip<br />

eden Akasyalar Açar mı başlıklı ilk bölümde,<br />

Süheyla’nın Engin’in nişanlandığı haberini alışı ve<br />

bu sıradaki düşünceleri verilir.Dolayısıyla bu ilk<br />

bölümde, hikayenin daha başında ayrılık söz konusu<br />

edilir.<br />

Ahlak Dersi başlığını taşıyan ikinci levhada<br />

Ataullah İskenderi’nin bir tasavvuf klasiği olan<br />

ünlü eserinden, Hikem’den yazar tarafından<br />

Türkçeleştirilmiş bazı alıntılar yer almaktadır.<br />

Bu alıntılarda; insanın dıştan içe, dünyadan hakikate<br />

yönelmesinin tevbe etmesinin ve böylece<br />

kederden kutulmasının gerekliliği dile getirilmektedir.Son<br />

kısımlar, Süheyla’nın iç dünyasına ışık<br />

tutar niteliktedir:<br />

“Melal içindesin.Yoksul olduğunu düşünüyorsun.<br />

Ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. İçindeki<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yoksulluğu hissediyor musun? İşte senin için en<br />

hayırlı vakit. (...) Merak ve endişe içindesin. Demek<br />

ki hakikati göremiyorsun. Karamsarlığın haynağı<br />

ışıktan uzak durmaktır. Gayret atına bin, himmet<br />

dile ve ümid et. Bidayeti parlak olanın nihayeti de<br />

parlaktır. Gönül eri garib olmaz. 2<br />

Ahlak Dersi levhasını iki bölüm takip eder: Kitaba<br />

ismini veren Yoksulluk İçimizde başlıklı<br />

bölümde Engin’in nişanlanmış olduğunu öğrenen<br />

keder içindeki Süheyla’nın düşüncelerinde geçmiş<br />

zaman canlanır: Enginle olan buluşmaları, evlenme<br />

kararı, konuşmalar...Süheyle kanaryalarla,<br />

çiçeklerle Engin ise hayatın ne kadar zor olduğu<br />

ile ilgilidir. Bu bölümde Süheyla’nın düşünceleri<br />

aracılığı ile gerçekleştirilen geriye dönüş, Süheyla<br />

ile Engin’in hikayelerinin öncesini ve karakter<br />

özelliklerini tanımamızı sağlar. Siyah Gemiler<br />

başlığını taşıyan bölümde, hikayenin anlatıcısı ile<br />

Süheyla karşılaşır ve Süheyla’nın evinde sohbet<br />

ederler. Süheyla’nın sözleri arasında anlatıcının<br />

iç konuşmaları yer alır. Bu konuşmalar da tıpkı<br />

levhalar gibi kahramanın dünyasına dönük, ona<br />

yol gösterir ve ders verir niteliktedir. Böylece<br />

levha ile anlatıcının iç konuşmaları birleşir ve bir<br />

ahlak dersi teşkil eder. Anlatıcının iç konuşmaları<br />

kuvveden fiile çıkarak Süheyla’yı yönlendirir.<br />

“Bir başka dünya var mı ki ?” Süheyla’nın bu sorusuna<br />

anlatıcı şu cevabı verir: “Bir başka Süheyla<br />

bir başka dünyadır.” Bu sırada yatsı ezanı<br />

okunmaktadır. Süheyla sorar: “Hayyaalelfelah ne<br />

demek?” Bu soru anlatıcıyı rahatlatır:”Hafiflemiş<br />

kuş gibi olmuştum sanki. Anlatacaktım, herhalde<br />

bu soruyu konuşmak, günlerde konuşmak<br />

için orada idim ben.” 3 Böylece Süheyla’nın iç<br />

yolculuğu, değişimi başlamış olur. Anlatıcı ile<br />

Süheyla arasındaki münasebet mürşid ile mürid<br />

arasındaki münasebete benzemektedir.<br />

Mefruşat başlığını taşıyan üçüncü levhada,<br />

Hak’tan, hakikatten, tabiattan uzak olan dünyanın;<br />

teknolojinin güdümündeki dünya hayatının tasviri<br />

yapılmaktadır. Bu tasvirde özellikle ön plana çıkan<br />

husus, hayatın mevcut halinin manadan bütünüyle<br />

soyutlanmış ve sadece maddi bir nitelik arz ediyor<br />

olmasıdır. Bu genel olarak dünya hayatının niteliği<br />

2 Mustafa Kutlu, Yoksulluk İçimizde, İst. 986, Dergah Y. s.<br />

5- 6.<br />

3 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.28-29.<br />

86<br />

olmakla birlike, yazar söz konusu niteliğin günümüz<br />

dünyasındaki halini ironik bir dille ifade etmektedir.<br />

Tasvir içinde kadına, kadının haline yer<br />

verilmesi de ayrıca dikkat çekmektedir. Son kısım<br />

şöyledir:<br />

“Artık taş yontulmayacaktır. Ezilmiş çimen<br />

kokusuna yatmak. Çamur çiğnemek. Dişinizin<br />

kovuğuna giren kavrulmuş bir susam tanesi.<br />

Bulunmayacaktır. Sizi eğlendirebiliriz. Şimdi tene<br />

tapanların dansı başlayacak. Mor ışıklar. Pres.<br />

Biblolar, vazolar, sürahiler, şamdanlar, oymalı<br />

altın yaldızlı çerçeveler. Bir baştan bir başa cam.<br />

O kaşları alınış kadın yüzünün hışırtılı sıcaklığı.<br />

Deoderant. Mobilyalara sinmiş, birikmiş şehvet.<br />

Hülüvv-i Zihin.<br />

Dermiş bana keşf oldu hep esrar- ı hakikat<br />

Vallahi yalandır sözü billlahi yalandır” 4<br />

Üçüncü levhayı da yine iki bölüm takip eder:<br />

İhtiras Enginleri başlığını taşıyan bölümde ilk defa<br />

olarak Engin’le karşılaşırız. Anlatıcı ilk defa olarak<br />

bakış açısını Engin’le bu bölümde birleştirir.<br />

Engin’le Süheyla’nın daha önce Süheyla’nın da<br />

hatırladığı geçmiş zamanda cereyan etmiş olan<br />

buluşmaları Engin’in bakış açısıyla verilir. Engin<br />

yoksulluk içindeki geçmişini düşünmekte ve zengin<br />

bir geleceğin hayalini kurmaktadır. Süheyla ise<br />

ona kanaryaları sevip sevmediğini sormaktadır.<br />

Engin Süheyla’yı sevmektedir, fakat kalbini aynı<br />

zamanda dünyanın “mefruşatına kaptırmıştır.<br />

Kalbim’in Dasitanı başlıklı ikinci bölümde ise<br />

Süheyla’nın dünyadan, dünyanın “mefruşatından”<br />

yüz çevirerek değişmesi anlatılmaktadır. Süheyla<br />

işinden istifa eder ve her şeyden vazgeçer. Tesettüre<br />

girer. Kendisini görüp de şaşıranlara, “kız<br />

bu ne hal?” diye soranlara; “Müslüman oldum.”<br />

diye cevap vermektedir.<br />

Bir hoca annenin sohbetlerine devam etmekte<br />

olan Süheyla, bir gün Engin’le karşılaşır. Engin,<br />

onu görünce, bir mağaza vitrinin önünde<br />

kalakalmıştır.Süheyla’ya vitrindeki mankenlerden<br />

biri gibi görünür. Süheyla onu böyle ait<br />

olduğu bütünün, “mefruşatın” bir parçası olarak<br />

görünce “hangi dünyadan vazgeçtiğini” anlar: “<br />

Ogün şuuruna vardı herşeyin. Katıldığı sohbet<br />

4 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 37.


toplantısının ve istifa gerekçesinin. Mutluydu Süheyla.<br />

Engin’i nasıl sevdiğini de anlamıştı. Engin’i<br />

yani o donmuş fotoğrafta beliren dünyayı. Annesini<br />

sevinçle kucakladı. Eve eşyalara merhametle<br />

göz gezdirdi. Merhametle hatırladı sevgilisini.<br />

Akşam yemeğinden sonra annesinin dizi<br />

dibine oturacaktı. Şuurla açacaktı elif cüzünün<br />

yapraklarını. İlk defa ve mutlaka içinde başka türlü<br />

bir duygu oluşacaktı. İşaret parmağıyla sürerken<br />

satırları. El-keremü, el-Habibu, el-Kalbu...” 5<br />

Süheyla’nın iç değişimi artık tamamlanmıştır.<br />

O bundan sonra kendinden emin bir halde yolunda<br />

ilerleyecektir. Onun hikayesi böylece son<br />

bulmuştur.<br />

Alt başlığı aşk olan dördüncü levhada Eşrefoğlu<br />

Rumi’nin aşk redifli şiirine yer verilir:<br />

Cihanı hiçe satmaktır adı aşk<br />

Döküp varlığı gitmektir adı aşk<br />

Elinde sükkeri ayruğa sunup<br />

Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk<br />

Bela yağmur gibi gökten yağarsa<br />

Başını ana tutmaktır adı aşk<br />

Bu âlem sanki oddan bir denizdir<br />

Ana kendini atmaktır adı aşk<br />

Var Eşrefoğlu Rumi bil hakikat<br />

Vücudu fani etmektir adı aşk.<br />

Şiirde aşk ile ilgili olarak dile getirilen tanım, hikayede<br />

Süheyla’nın eriştiği ve daha sonra Engin’in<br />

erişeceği hali göstermekte, açıklamaktadır. Hikayenin<br />

başında Ataullah İskenderi’nin Hikem’inden<br />

alına vecizeler tevbe ile ilgiliydi. Eşrefoğlu<br />

Rumi’nin şiiri ise aşkla ilgilidir. Her iki kavramın<br />

da kişinin tasavvufi manada iç yolculuğunun<br />

aşamalarına tekabül ettiği aşikardır. Tevbe<br />

yolculuğun başlangıcını aşk ise sonunu, sonucunu<br />

göstermektedir. Tevbe ederek dünyadan yüz çe-<br />

5 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.48.<br />

87<br />

viren Süheyla, bundan sonra artık hakiki anlamda<br />

aşka ulaşmıştır ve bir bakıma şiirde anlatılan hali<br />

yaşamış ve yaşamaktadır.<br />

Dördüncü levhayı takip eden üç hikayede olaylar<br />

hızlı bir şekilde cereyan etmeye başlar. Tenhalık<br />

Basınca başlıklı hikayede, Süheyla’nın annesi ile<br />

Şükran arasındaki konuşmalar verilir. Şükran’ın<br />

anlattığına göre, artık zengin bir iş adamı olan Engin<br />

daireye gelerek ona Süheyla’yı sormuş, nişanlı<br />

olmadığını anlatmıştır. Bunları dinlerken Süheyla<br />

bir iç çatışma yaşarsa da bundan kurtulmayı<br />

başarır. Annesinin konuşmalarında onun “büyük<br />

şeyhlere bağlı” bir hoca hanıma bağlı olduğunun<br />

dile getirilmesi Süheyla’nın şahsi macerasının<br />

tasavvufla irtibatlı olduğuna işaret etmesi<br />

bakımından önemlidir.<br />

Umutsuz Bir Aşkın Münakaşası başlıklı ikinci hikayede,<br />

Süheyla ile Engin’in Şükran’ın düğününde<br />

karşılaşmaları anlatılır. Engin Süheyla’ya dışarda<br />

bir yerde yemek yemeyi teklif eder.Fakat Süheyla<br />

bu teklifi o yabancı bir erkek olduğu için reddeder.<br />

Telaşın Manidar başlıklı üçüncü hikayede, Engin<br />

bir gazinoda bir gazeteciyle iş görüşmesi<br />

yapmaktadır. Gazinonun ve gazinoda bulunanların<br />

tasviri, daha önce üçüncü levhada mefruşat<br />

başlığı altında anlatılanların bir örneğini<br />

oluşturmaktadır. Engin, zihninde Süheyla ve onun<br />

kendisine söylediği sözlerle meşguldür: “Harama<br />

batmışsın.” “Seninle günahın olmadığı bir beldeye<br />

hicret edelim.” 6 Gazeteciyi ve onun kendisine<br />

peşkeş çekmek istediği mankeni masada<br />

yalnız bırakarak dışarı çıkan Engin, bir iç çatışma<br />

yaşamaktadır. Süheylanın kendisini reddedişi ve<br />

söylediği sözler, bu iç çatışmanın merkezinde yer<br />

alır. Gök yüzüne bakar ve bir yıldızın kaydığını<br />

görür. Artık o da bir değişimin eşiğindedir.<br />

Beşinci levha, es-Salatu hayrun mine’nnevm<br />

başlığını taşımaktadır. Birinci tekil şahsın<br />

anlatımıyla, dünya hayatına kendini kaptırmış<br />

olan bir insanın hali hikaye edilmektedir. Bu,<br />

uyuyan ve rüya içinde rüya gören bir insandır.<br />

Fakat gördüğü rüya aslında bir kabustan başka<br />

bir şey değildir. Bir insanın hayatı boyunca<br />

ulaşmak isteyebeleceği maddi nitelikte hemen<br />

6 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 72.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

her herşeyin ( makam, mevki, zenginlik, çeşitli<br />

yiyecekler, güzel kadınlar v.s. ) gerçekleşmesinin<br />

söz konusu edildiği metinde bu suretle dünya<br />

hayatının aslı niteliği vurgulanmaktadır. Bu,<br />

onun gelip geçici olmasıdır; hakiki değil, yalan<br />

olmasıdır. “İnsanlar uyukudadırlar, ölünce<br />

uyanırlar” mealindeki hadis-i şerife de böylece bir<br />

telmihte bulunulduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği<br />

gibi bu hadis-i şerife mutasavvıflar tarafından<br />

özel bir önem atfedilmiştir. Örnek olmak üzere İbn<br />

Arabi’nin Fusûsu’l –Hikem’inde bu hadis-i şerifin<br />

açıklanmış olduğunu hatırlatalım. 7 Tasavvufta<br />

dünya hayatının bir rüyadan ibaret olması keyfiyeti,<br />

nazariyatta varlık anlayışıyla, amelde<br />

ise dünyadan yüz çevirip hakikate yönelme ile<br />

örtüşmektedir.<br />

Beşinci levhayı takip eden Sözün Nihayeti ve<br />

Sevdanın Bidayeti başlıklı son hikade, Engin’in<br />

uyanışı anlatılmaktadır. Engin doğduğu ve<br />

çocukluğunun geçtiği kasabaya gelir. Süheyla ve<br />

onun söyledikleri hep aklındadır. Yıldızın kaydığını<br />

gördüğü geceden sonra, her şey değişmeye<br />

başlamış ve o kendisiyle yüzleşmek, harama<br />

batmamış bir belde” de olmak için buraya<br />

gelmiştir. Kendisiyle yüzleşir, geçmişini hatırlar,<br />

fakat herşeyi değişmiş bulur. Harama bulaşmamış<br />

bir yer yoktur.Fakat Engin’in yolculuğu devam<br />

edecektir: “O yıdız madem ki yerinden kaydı. Artık<br />

gidecek, sonuna kadar gidecek. Akibet gelip mal<br />

varlığına, arabasına ve altın yüzüğüne dayanacak.<br />

Ondan önce yapılacak şeyler var. Yıllarca<br />

hırsla içinden çekip aldığı, fırlatıp attığı, her birini<br />

yarışın bir köşesinden terk ettiği, babasından,<br />

onun alınterinden, eski şehrin çarşısından rızık,<br />

bereket, nasip, hekal, haram diye bier takım kavramlara<br />

oturmuş hayatından, annesinden, onun<br />

seher vakti duaya açılan ellerinden ve bu ellerle<br />

yapılan her yemeğin kokusu duyulmuştur diye<br />

komşuya bir parça aktarılıdığından, merhametten,<br />

şefkatten, hizmetten, hürmetten...” 8<br />

Engin, dışta başlayan yolculuğu iç dünyasında<br />

derinleşerek sürmektedir. O da Süheyla’nın<br />

işinden istifa ettiği gece yaptığı gibi sebepsiz<br />

olarak ağlar:<br />

7 Muhyiddin İbn Arabi, Fusûsu’l-Hikem, Ank. 964, Çev. M.<br />

Nuri Gençosman, s. 34- 35.<br />

8 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.88.<br />

88<br />

“Niçin ağlıyorum. Belki yıllrdan beri ilk defa bir<br />

başıma ağlıyorum. Bun ağlamak denmez. Derin<br />

bir iç çekiş, geçen zamana, ömre. Belki de sular<br />

aydınlanıyour.Ulaşmak istediğim o meçhul kıyı<br />

içimin labirentlerinden çıkıp geliyor.Hicret, nereye<br />

Engin , hicret nereye?..” 9<br />

Engin kasabadan taşınırken, bavulunu taşımak<br />

isteyen hamala, parmağındaki altın yüzüğü çokarıp<br />

verir. Bu hayatından çıakracağı şeylerin ilkidir. Sngin<br />

artık değişmiş ve yeni bir hayata başlamıştır.<br />

Yüreğinde “bir doğum sonrası duyulan ferah”lık<br />

vardır. Yazar onun iç dünyasında olup bitenleri bir<br />

iç monolog aracılığıyla verir:<br />

“O sabah her yanımı kuşatan aşkı farkettim.<br />

Kasımpatılardaki şebnemlerini parlıtısını,bir serçenin<br />

sevgi üzerine söylediklerini. Toprak ve üzerinde<br />

gezinen güz yapraklarıban açıldılar. Bir bakışta<br />

insanlrın ne demmek istediklerini anlıyorudum.<br />

Bu şehre niçin gelmiştim, anlıyordum.Zaman tıkır<br />

tıkır işliyordu, geçmiş ve gelecek önümde duruyordu.<br />

Eşya hakiki hüiyetini fıısldıyordu. Bu kadar<br />

şey neye, nasıl sığıyordu farkettim. Fark ettim/<br />

fark ettim, kaybettim.” 10<br />

Süheyla’dan sonra Engin de, içinde bulunduğu<br />

dünyanın sahteliğini anladıktan ve ondan yüz çevirdikten<br />

sonra gerçek aşka erişir.Bu sonucun sebebi<br />

olarak, yine ayrılık hissinin belirleyici olduğunu<br />

görüyoruz. Süheyla’nın kendisini reddetmesinin<br />

ve kendisine söylediği sözlerin etkisiyle başlayan<br />

bir yolculuk söz konusudur. Artık sevdalı olan Engin,<br />

Süheyla’yı arar, fakat o ve annesi, evlerini<br />

satıp başka bir yere taşınmışlardır.Yazar, Engin’in<br />

bundan sonraki halini şöyle anlatmaktadır:<br />

(...) Bir 22.45 vapurunda rastlıyoruz ona.Bir<br />

mezarlık duvarının dibinde, bir cami avlusunda.<br />

Kuravatından ve arabasından kurtulmuş. Rakamlardan<br />

kurtulmuş.Dalgın, biraz dağınık skalları<br />

uzamış. Mütemadi yürüyor.Çok çeşitli insanlarla<br />

konuşuyor, onlara hep aynı şeyi soruyor.<br />

“Süheyla’yı gördüğünü söyleyenler oluyor.<br />

Temiz mütevazi insanlar. Giderek dergahlardan<br />

geçiyor yolu. Buralarda ana-kıza benzeyen<br />

o kadar insan var ki.Birbirlerinden ayırdetmek<br />

9 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.88-89.<br />

0 Ustafa Kutlu, a.g.e. s.90.


âdeta imkansız. Bazan şaşırıyor. İçlerinden birini<br />

Süheyla’ya benzetiyor.” 11<br />

Engin’in bu hali, ister istemez akla Mecnun’un<br />

halini getirmektedir. Esasen Yoksulluk İçimizde’yi<br />

yeni bir Leyla – Mecnun hikayesi olarak okumak<br />

mümkündür. Yazarın bunu son derece şuurlu bir<br />

şekilde yaptığı muhakkaktır.<br />

Engin’in yolculuğu devam etmektedir. Süheyla’yı<br />

bulabilecek midir? Bu husus eserin sonunda belirsiz<br />

bırakılmıştır. Anlaşılan odur ki yazar, asıl olanın<br />

Süheyla’nın da Engin’in de yaşadıkları hayatın<br />

sahteliğini fark etmek suretiyle değişmeleri, sahici<br />

yeni bir hayata ulaşmaları olduğunu belirtmek<br />

için hikayelerini tam bu noktada bitirimeyi tercih<br />

etmiş, onların birbirine kavuşup kavuşmayacakları<br />

hususu ile ilgili, müsbet veya menfi herhangi bir<br />

açıklama yapmayarak, bunu okuyucunun muhayyilesine<br />

bırakmıştır.<br />

Altıncı ve son levhada, Ebu Nuaym’ın Hilye’sinden<br />

naklen asr-ı saadette cereyan etmiş olan bir<br />

hadiseye yer verilir: Ümmü Süleym ( Rümeysa)<br />

kendisinde evlenme teklifinde bulunan Ebu<br />

Talha’yı müslüman olmadığı için redder. Ebu Talha<br />

Rumeysa ile konuştuktan sonra Hz. Peygamber’in<br />

huzuruna çıkar ve müslüman olur. Hz. Peygamber<br />

Rümeysa’nın şartı üzerine nikahlarını kıyar.<br />

Süheyla ile Engin’in hikayesi böylece Rumeysa<br />

ve Ebu Talha’nın hikayesiyle birleştirilmektedir.<br />

Biz de bundan hareketle, Engin’in günün birinde<br />

Süheyla’yı bulduğunu ve onunla evlendiğini<br />

tahayyül edebiliriz.<br />

Aşkın insanın hakikatle yüz yüze getiren bir<br />

nitelik olarak söz konusu edilmesi, bunun tasavvufi<br />

anlayışın oluşturduğu bir çerçeve içinde<br />

gerçekleştirilmesi ve bunların yaşanan hayatla<br />

– buna modern hayat da diyebiliriz- birleştirilerek,<br />

bu hayatı yaşayan insanların hikayeleri dolayısıyla<br />

meydana getirilmiş olması, Yoksulluk İçimizde’nin,<br />

Türk edebiyatı içinde farklı ve önemli bir yer edinmesini<br />

sağlayan önemli özellikleridir.<br />

2) Bu Böyledir<br />

Bu Böyledir, birbirine bağlı sekiz hikayeden<br />

müteşekkildir. Bu böyledir başlıklı ilk hikaye ile<br />

MustafaKutlu, a.g.e. s.92.<br />

89<br />

Son başlığını taşıyan son hikaye diğer sekiz hikayeyi<br />

içine alır. İlk hikaye ile son hikaye zamandaki<br />

süreklilik bakımından birbirine bağlıdır ve şimdiki<br />

zamanda olanları içerirler. Diğer hikayelerde ise<br />

ağırlıklı olarak geçmiş zaman yer almaktadır.<br />

Şimdiki zaman ile geçmiş zaman eserini bütününde<br />

iç içedir ve bunun eserin muhtevası ile bu<br />

muhtevayı oluşturan konu ile münasebeti vardır.<br />

İlk hikayede Süleyman, karısı Zinnure ve küçük<br />

kızları ile birlikte Atatürk Parkı’nda bulunan<br />

lunaparktadır. Süleyman, kızının çarpışan otolara<br />

binme ısrarı arasında poligonda atış yapmakta,<br />

tavaşanı vurmaya çalışmaktadır. Bu sırada sürekli<br />

geçmiş zamanı hatırlar ve böylece biz sadece onun<br />

geçmişini değil, yaşadığı kasabanın da geçmişini<br />

öğrenmiş oluruz. Süleymanın hayatı değişirken<br />

kasabanın hayatı da değişmiştir. Lunapark varlığı<br />

ile değişimin niteliğine işaret etmektedir.<br />

Süleyman’ küçük yaşt babasını kaybetmiştir.<br />

Hem müezzin olan hem de küçük dükkanında<br />

yorgancılık yapan Hafız Yaşar’ın yanında<br />

hafızlığaçalışmakta ve yorgancılık öğrenmektedir.<br />

Sonra Hafız Yaşar’ın yanından ayrılıp dayısı<br />

Rafet’in dükkanında çalışmaya başlar. Felsefe dersinden<br />

kaldığı için iki yıl bekledikten sonra liseden<br />

mezun olur. Bankaya memur olarak girer, Zinnure<br />

ile evlenir. Bu bilgiler, ancak eserin bütünü okunduktan<br />

sonra biraraya getirilebilmektedir.<br />

Süleyman, geldiği nokta itibariyle hayatından<br />

memnun değildir. Sürekli geçmişi hatırlaması<br />

aslında bu memnuniyetsizliğin bir ifadesi olarak<br />

anlaşılabilir. Hikayenin bütününü oluşturan<br />

iç monologları ile adeta kendini savunmaya<br />

çalışmaktadır.:<br />

“Az sonra galiba dondurma alacağım.<br />

Kızımla birlikte çarpışan otolara bineceğim.<br />

Zinnure bizi öteden kederle seyredecek.<br />

Lunapark’ın cıvıltısı iğneleyip duracak zavallıyı.<br />

Ah Süleyman ah. Sen o duvarın üzerinden hiç inmeyecektin.<br />

Minareden yıldızları seyredecektin.<br />

Ehl-i tarik bir yorgancı ustası ne güzel. Dükkanın<br />

bir köşesinde ıtırlar, fesleğenler. Ama bir yorgancı<br />

çırağının asfaltlara belenmiş sokaklarda, blık<br />

apartman önlerinde, minareleri görünmez olmuş<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

şehirlerde esamesi mi okunur?” 12<br />

Süleyman, dünya hayatının karmaşasına istemeden<br />

sürüklemiştir.Dayısının mağazasında<br />

çalışmaya başladıktan sonra Hafız Yaşar’ın kendisini<br />

gördügü zaman “(...) sık dişini, geçim zor.”<br />

deyişini hatırladıktan sonra şöyle der: “Sıkıyorum<br />

Hafız amca sıkıyorum. O gün bu gün.” 13<br />

Süleyman’ın hikayenin sonunda dile getirdikleri<br />

içinde bulunduğu durumdan duyduğu<br />

memnuniyetsizliği ifade etmesinin yanısıra eserde<br />

lunaparka yüklenen ve son hikayede daha da<br />

geliştirilecek olan anlamı kavaramamız açısından<br />

son derece önemlidir:<br />

“(...) Bir kere de ben vursam.<br />

Devirsem şu tavşanı.<br />

Diye diye çıkıp gideceğiz, şu lunaparktan.<br />

Bu böyledir.Çünkü geldik.Yani Atatürk Parkı’ndaki<br />

sıralara oturduk. Yani semaverler kaynadı. Yani<br />

muhasebe öğrendim ve banka memuru oldum.” 14<br />

Öncelikle, ifadenin kendisinin belli bir<br />

çağrışım uyandırdığına dikkat etmemiz gerekiyor:<br />

“(...) Çıkıp gideceğiz şu lunaparktan” cümlesi,<br />

“Çıkıp gideceğiz şu dünyadan cümlesini<br />

çağrıştırmaktadır. Lunaparka gelmiş olmakla, lunaparkta<br />

bulunmakla muhasebe öğrenmenin ve<br />

banka memuru olmanın birleştirilmesiyle, daha<br />

önceki cümlenin çağrışımına bir açılım sağlanmış<br />

olmaktadır.Dolayısıyla lunapark dünyanın, dünya<br />

hayatının bir sembolü haline gelmektedir. Bunun<br />

arka planında, Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatının<br />

bir oyun ve eğlence olarak nitelendirilmiş<br />

olmasının yer aldığını belirtmek gerekir. Bu itibarla,<br />

temel özelliği, çeşitli oyun ve eğlencelerin<br />

biraraya getirildiği bir yer olması olan lunaparkın;<br />

hikayede Dünya hayatını sembolize eder şekilde<br />

kullanılması son derece anlamlıdır.<br />

Lunaparkla, muhasebe öğrenmenin banka<br />

memuru olmanın birleştirilmesiyle, dünya<br />

hayatının bu güne mahsus şekli somutlaştırılmış<br />

olmaktadır. Lunaparkın da bugüne ait, yeni bir şey<br />

olması aynı işlevi yerine getirmektedir. Dolayısıyla<br />

2 Mustafa Kutlu, Bu Böyledir, İst. 987, Dergah Y. s. 5.<br />

3 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 6<br />

4 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 7.<br />

90<br />

Lunapark eserde, modern dünya hayatının bir<br />

sembolü olmaktadır.<br />

Aynı zamanda eserin de ismi olan “Bu böyledir.”<br />

ifadesi yukarda söz konusu edilen çerçeve<br />

içinde geniş ve derin bir anlam alanı oluşturur:<br />

Lunaparkta bulunmak, muhasebe öğrenmenin<br />

ve banka memuru olmanın bir sonucudur. Süleyman<br />

bunu yaptığı için yani hafızlığı ve yorgancı<br />

dükkanını bıraktığı için buradadır ve bir kere<br />

de ben vursam, devirsem şu tavşanı diye diye,<br />

yani isteklerin peşinden sürüklenerek ve onlara<br />

kavuşamadan- öünkü dünyaya dönük isteklerin<br />

sonu yoktur- lunaparktan çıkıp gidecektir. Bu<br />

böyledir. İfadenin böyle olması, Süleyman’ın<br />

mevcut halinden duyuduğu hoşnutusuzluğu ve<br />

çaresizliği de ifade etmektedir.<br />

Lunaparktan çıkıp gideceğiz, ifadesi asıl<br />

anlamının yanısıra, lunapark’ın asıl anlamından<br />

başka taşıdığı sembolik anlama bağlı olarak<br />

ölümü ifade etmelidir. Eğer lunapark dünya ise,<br />

lunaparaktan çıkış dünyadan çıkış, yani ölüm<br />

olmalıdır.<br />

Lunapark, banka, muhasebe; günümüz dünya<br />

hayatını temsil ettiğine göre eserde bunların zıddı<br />

olarak yer alan unsurlar da bunun tam tersini ifade<br />

etmelidir. Dolayısıyla Lunapark, banka ve muhasebenin<br />

karşıtı olarak cami, yorgancı dükkanı ve<br />

hafızlığı zikretmemiz gerekir. Süleyman, yorgancı<br />

dükkanını terk edip önce dayısının mağazasında<br />

sonra da bankada çalışmaya başlamıştır; hafızlığı<br />

bırakıp muhasebe öğrenmesi de bunun gibidir.<br />

Sonuç olarak bulunduğu yer cami değil<br />

lunaparktır. O cami minaresinden yıldızlara değil,<br />

lunaparkta neon ışıklarına bakmaktadır ve bu onu<br />

aslında rahatsız etmektedir.<br />

Bu noktada özellikle vurgulanması gereken<br />

şudur: Yazar günümüz dünyasının günümüzdeki<br />

hayatın karşıtı olarak, eski dünyayı, geçmişteki<br />

hayatı oyun olan yönüyle değil, ahirete dönük, ilahi<br />

yönüyle söz konusu etmektedir. Aksi takdirde bir<br />

oyunun karşısına başka bir oyunu koymuş olurdu<br />

ve biz bambaşka bir hikaye ile nostaljik bir hikaye<br />

ile karşı karşıya kalırdık. Konumuzla doğrudan<br />

alakalı olmamakla birlikte, Mustafa Kutlu’nun<br />

sosyal değişmeyi ele alırken benimsediği ve Bu<br />

Böyledir’de bir örneğini gördüğümüz tutumun


onu başka hikayecilerden ayıran önemli özelliklerden<br />

biri olduğunu belirtelim.<br />

Eserde hızlı bir şekilde değişen bir şehirde, bu<br />

değişimin gerçekleştiği süreç içinde yaşayan<br />

çeşitli kahramanların hikayeleri anlatılmaktadır.<br />

Bahtımın Yıldızı’nda zengin bir adam olan<br />

Rauf Bey’in oğluyla evlenme hayalleri kuran<br />

Zinnure’nin kendi ağzından hikayesi anlatılır.<br />

Süleyman’ın Seçimi’nde reel zamana döneriz.<br />

Süleyman lunapartkta kum torbasına vurmaktadır.<br />

Kendisini sınıfta bırakan felsefe hocası Şinasi ile<br />

karşılaşır. Bunlar olurken o yine geçmişini, nasıl<br />

memur olduğunu, Hafız Yaşar’ı hatırlar. Memuriyeti<br />

Zinnure’yi mutlu etmeye yetmediğini<br />

düşünür. Hikayenin son cümlesi şöyledir: “Dolaşıp<br />

duracağız lunaparkın içinde. Tâ key...”<br />

Red Cephesi’nde önce kasabanın kurulu<br />

olduğu ovayı “bir bıçak gibi kesen” geniş yolun<br />

açılması, elektrik tellerinin direklerinin çakılması<br />

şiirsel bir dille anlatılır. Hikaye Hafız Yaşar üzerine<br />

kuruludur. Daha önceki hikayelerde Süleyman’ın<br />

hatıraları arasında yer alan Hafız Yaşar’ı bu hikaye<br />

dolayısıyla daha yakından tanırız. Ehl-i tarik<br />

olduğu belirtilen Hafız Yaşar, şehirde değişime<br />

karşı direnen, değişmeyen tek kişidir. Bahçesi yeni<br />

yolun kenarında kalır. Yeni binalar yapılır, herkes<br />

kâr ve zarar hesabyla hareket etmeye başlar, fakat<br />

Hafız Yaşar, bahçesini ve hayatını bu olup biten<br />

şeylerden korur:<br />

“ – İşte fırsat, yanıbaşından yol geçiverdi. Kes<br />

şu ağaçları, temizle güzelce. Tam yeri. Bi benzin<br />

istasyonu. Senin gücün yetmezse Kadiroğlu dünden<br />

razı. Ortak ol gitsin dört tane ağacın başını<br />

bekleyeceğine.<br />

Böyle deniliyor.<br />

Onlar evlerini, ocaklarını bahçelerini, ağaçlarını;<br />

bu yoldan, bu elektirik tellerinden, bu motor seslerinden<br />

kendilerine ulaşan hesap-kitap üzerine<br />

bina ettiler, ama yağma yok.<br />

-Beni geç Süleyman, beni bir yana bırak.<br />

-Yo... anlamak istiyorum. Doğrusu, doğrusu ne?<br />

-Bak. Sanıyorum toprak, bundan böyle toprak<br />

olmaktan çıkacak. Ağaca ağaç gibi bakmayan,<br />

91<br />

toprağa toprak diyerek basmayan, adama da<br />

adam gibi muameleyi bırakacak.<br />

-Peki sen ne yapacaksın?<br />

Gözlerime gölgeler düşüyor. Ne yapacağımı<br />

adım gibi biliyorum. Çünkü yeni bir şey değil bu.<br />

Eskiden nasılsam, şimdi öyleyim, daha sonra öyle<br />

kalacağım.<br />

-Ya zaman...ya bütün bu olup bitenler...<br />

-Zaman...Her zaman aynı. Güneş aynı, ay aynı,<br />

ağaçlar ve insanlar aynı, sevgi ve nefret, korku ve<br />

ümit hep aynı.<br />

Dualar aynı.<br />

Kıble tek.” 15<br />

Hafız Yaşar aslında insanın ve tabiatın insan<br />

eliyle bozulması anlamına gelen değişimden<br />

hiç etkilenmeden bildiği gibi yaşamaya devam<br />

eder. Dükkanına elektrik tesisatı kurulmaz. Ona<br />

göre gündüz çalışmak, gece ibadet içindir. Rızık<br />

Allah’tandır. Tabiatla iç içe bir hayatı olan, Yunus<br />

ilahileri söyleyen Hafız Yaşar, Kur’an’ı hıfzettiği<br />

gibi Kur’an’ın esas belirleyici olduğu bir hayatı,<br />

ağaçlarla, çiçeklerle, çeşitli güzelliklerle dolu bir<br />

hayatı da korumaktadır. Kasabayı ve her şeyi ikiye<br />

bölen yol, hikayede Hafız Yaşar’ın dışında ve<br />

karşısında olduğu bir hayata açılır ve lunapark<br />

gibi o da bu itibarla sembolik bir anlam taşır. Hafız<br />

Yaşar bu “yol” ve “bu yol”un adamları hakkında<br />

şunları söyler: “Suya, havaya, kurda, kuşa her işe<br />

karışır bunlar. Kim bunlar? Kim olacak o yolun<br />

adamları. O yolun adamlarının adamı olan adamlar.Onlara<br />

kanıp katılan başka adamlar. Bu<br />

adamların başka yerlerdeki başka adamları.<br />

Onların ortakları...” 16<br />

Hafız Yaşar, ezan okuyarak, Kur’an okuyarak,<br />

çiçek yetiştirerek, bahçesini muhafaza ederek,<br />

yeni yola ve yolun adamlarına direnmektedir.<br />

Yaptıklarını yeterli görmez, fakat elinden gelen<br />

başka bir şey yoktur. O çiçeklerle konuşmakta<br />

çiçeklerin sesini duymaktadır. Kendi sesiyle<br />

çiçeklerin sesi birleşmektedir. Karanfillerden<br />

birinin kendisine sitem etmesi üzerine söyledikleri<br />

Hafız Yaşar’ın nasıl bir anlayışa sahip<br />

5 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.35-36.<br />

6 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.4 .<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olduğunu, yeni hayata nasıl kökten bir karşı çıkış<br />

içinde bulunduğunu ifade etmektedir: “Bu karanfil<br />

delirmiş. Beni ne sanıyor? Bıraksam hemen<br />

fırlayıp köşedeki bankaya saldıracaklar. Önlerine<br />

çıkan arabaların camlarını tuzla buz edecekler.” 17<br />

Hafız Yaşar değişmeden yaşar. Süleyman’ın<br />

ailesiyle birlikte lunaparkta dolaştığı sırada çoktan<br />

vefat etmiştir. Fakat anlaşılacağı üzere onun<br />

ve diğer insanların iç âleminde bıraktığı izlerle<br />

yaşamaktadır. Hafız Yaşar’ın yorgancı dükkanı<br />

ve bahçesi, “o mahut ve meşhur yolu” tıkayan<br />

bir mekan olarak kalmış ve hakkında menkibeler<br />

anlatılır olmuştur. 18<br />

Şehirde, Batılılaşma ve onun bir sonucu olarak<br />

teknolojinin hakimiyetiyle birlikte tabiatın ve yerlelik<br />

hayat tarzının, ahlakın bozulması şeklinde<br />

nitelendirilebilecek olan değişimin karşısına,<br />

direnen tek kişi olarak Hafız Yaşar’ın, yani en<br />

önemli özelliği dindar bir müslüman olmak olan<br />

ve dindarlığının da tasavvufi anlayışla şekillenmiş<br />

olduğu anlaşılan bir kahramanın çıkarılması dikkat<br />

çekicidir. Bu, yazarın, geleneksel hayatın özü,<br />

esası olarak din ve tasavvufu gördüğünü ve yazara<br />

göre değişmenin aslında dinden, dini hayat<br />

tarzından ve buna paralel olarak da tabiatttan<br />

uzaklaşmak anlamına geldiğini; değişmeye karşı<br />

koymanın, karşı koyuşta başarılı olmanın ise yine<br />

dine ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan tabiata<br />

bağlı kalmakla mümkün olduğunu ortaya<br />

koymaktadır.<br />

Red Cephesi’ni takip eden üç hikayede,<br />

değişen dünya içinde kendine bir yer bulmaya<br />

çalışırken heba olan hayatlar hikaye edilmektedir.<br />

Manifaturacı’da Süleyman’ın dünyaya eait hesap<br />

kitap içindeyken ansızın kalp krizi geçirerek ölen<br />

dayısı Rafet; Kahkaha Çiçeği’nde Süleymanı<br />

felsefe dersinden bırakan, karısı tarafından terk<br />

edilmiş, sürekli içki içen, felsefe öğretmeni Şinasi<br />

ve Su Sesi’nde de evde kalmış bir kız olan, zabıt<br />

katibi Sabahat, anlatılır. Bu üç kahramanın hikayesi<br />

Süleyman’ın ve karısı Zinnure’nin hikayeleriyle<br />

birleştirilerek ve eserde söz konusu edilen<br />

değişimle bağlantılı olarak, dünya hayatının insanı<br />

içinde soktuğu çıkmaz gösterilmiş olur.<br />

7 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.42<br />

8 Musrafa :Kutlu, a.g.e. s.42-43.<br />

92<br />

Son başlığını taşıyan son hikaye, ilk hikayenin<br />

devamı niteliğindedir. Süleyman, Zinnure ve küçük<br />

kızlarının lunaparktaki gezintisi, eşya piyangosunun<br />

çekildiği yerde, piyangodan bir elektrikli fırın<br />

kazanmalarıyla son bulur. Lunapark’tan çıkmak<br />

isterler, fakat bir türlü çıkış yerini, çıkış yerine<br />

giden doğru yolu bulamazlar. Süleyman tam “yolun<br />

sonuna” geldiklerini düşündüğü sırada yolun<br />

sonunun olmadığını görür. Üstelik zaman adeta<br />

durmuştur. Saat hep on biri göstermektedir.<br />

Bu son hikayede anlatım, çeşitli ayrıntılar, hikayenin<br />

bütünündeki sembolik yapının daha da<br />

derinleştirilmesini sağlar. Lunapark ve lunaparkta<br />

bulunmanın anlamı da böylece açıklanmış olur.<br />

Süleyman ile Zinnure, çıkışı ararken bir<br />

gösteri çadırına sürüklenirler. Onların arayışına<br />

çıkışın nerede olduğunu sordukları bir polis ve<br />

çay bahçesinde karşılaştıkları ihtiyar bir adam<br />

da katılır. Polis çıkışı bulamaz, çıkışın nerede<br />

olduğunu sorduğu insanlar, ona çıkışın az ilerde<br />

olduğunu söylerler, fakat polis artık bu söylenenlere<br />

inanmamaktadır. İhtiyar adam ise onların yalan<br />

söylediğinden emindir:<br />

“Hıh.. Az ilerdeymiş..Bunlar asdam kandırıyorlar.<br />

Kaç defa bu ihtiyar bacaklarımla onaların dediği<br />

yere kadar gittim. Çıkış falan yok..”..Zinnure adama<br />

acıyarak “peki neden döndünüz?”diye sordu.<br />

İhtiyar, “Dönmeyip de ne yapacaktım..Tek başıma<br />

yolu bulamam diye, oturup bir yardım aramak için<br />

kaldım burada..Kimseden kimseye fayda yok...<br />

Yolu bilen biri gelir elbet diye oturup kaldım”diye<br />

cevapladı. Süleyman,”Meseleyi büyütmesek iyi<br />

olur” dedi. Polis “Biz büyütmüyoruz kardeşim,<br />

mesele zaten büyük diye konuşmaya başladı, bir<br />

yandan da çarpık çarpık gülüyordu. “Vay canına<br />

be...Böylesi de hiç başıma gelmemişti. Bu kadar<br />

insan sarhoş değil ya. Peki ne oluyor, niçin parkın<br />

çıkışını bulamıyoruz? Yoksa bildiklerimizi mi unuttuk..”<br />

<strong>19</strong><br />

Çıkışı bulamamak, yolu bilen birini beklemek,<br />

meselenin büyük oluşu, herkes çıkış yerini<br />

bildiğini söylediği halde aslında kimsenin çıkış<br />

yerini bilmiyor oluşu, bütün bunlar, yazarın hikayede<br />

oluşturduğu kabusa benzer bir atmosfer<br />

içinde cereyan eden şeylerin anlam çerçevesinin<br />

9 Mustafa Kutlu, Bu Böyledir, s.<strong>80</strong>.


kendileriyle sınırlı olmadığını, anlatılanların daha<br />

geniş bir çerçeve içinde anlaşılması gerektiğini<br />

göstermektedir. İfadenin biçimi, kendisini aşan bir<br />

anlam alanına işaret etmektedir.<br />

Eserde lunaparkın dünyayı ve modern dünya<br />

hayatını temsil ettiğini daha önce belirtmiştik..<br />

Mutasavvıfların dünyaya bakışı, onun kendisi<br />

olarak bir gerçekliği ve değeri olmadığı şeklinde<br />

özetlenebilir. Asıl olan dünya değil, ahirettir;<br />

madde değil, manadır. Modernleşme ise dünyayı,<br />

dünya hayatını yegane gerçek olarak kabul eden<br />

bir anlayışa dayanır. Dolayısıyla, dünyanın sahte,<br />

aldatıcı nitelikte oluşu, modernleşmeyle birlikte<br />

daha da artmıştır. İşte bu yüzden lunapark hikayede<br />

bugünün dünyasını;. Lunaparkta bir<br />

gösteriden başka bir gösteriye, bir oyundan<br />

başka bir oyuna telaş içinde koşan insanlar ise<br />

kendini dünya hayatının aldatıcılığına kaptırmış<br />

insanları temsil etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de<br />

dünya hayatının sık sık bir oyun ve eğlence<br />

olarak nitelendirilmiş olmasının, daha önce de<br />

belirtildiği üzere, yazarın hikayede bir temsil aracı<br />

olarak lunaparkı kullanmasında belirleyici olduğu<br />

anlaşılmaktadır.<br />

Lunaparkta bulunana insanlar, çıkışın nerede<br />

olduğunu bildiklerini zannetmektedir. Fakat hiçbiri<br />

aslında çıkışın nerede olduğunu bilmemektedir. Bu<br />

bilgisizlik, lunaparktan çıkmak istediklerinde veya<br />

kendileri <strong>20</strong> ne çıkış yeri sorulduğu zaman ortaya<br />

çıkar. Süleyman, Zinnure, Polis ve İhtiyar Adam<br />

çıkış yerini arayan insanlardır. Fakat bulamazlar.<br />

Çünkü onu unutmuşlardır.Böylece çıkış yeri, hakikate,<br />

kutuluşa giden yolun bir temsili olmaktadır.<br />

Çıkış yerini unutmak, hakikati unutmak demektir.<br />

Süleyman’ın ilk hikayede hep kendini, hayattaki<br />

seçimini, ehl-i tarik bir yorgancı hafız olmayı değil<br />

de banka memuru olmayı seçişini sorgulaması,<br />

banka memuru olmayı tercih ettiğine pişman<br />

olması, onun çıkış yerini arayan bir kişi olması<br />

ile örtüşmektedir. Hikayenin sonunda söylediği,<br />

“umudu kesmemek gerek.Çıkabiliriz, çıkacağız<br />

buradan.(...) Ama keşke hiç gelmeseydik , bu<br />

parka hiç girmeseydik.” Şeklindeki sözler de bunu<br />

doğrular mahiyettedir.<br />

Diğer insanlar ise çıkış yerini unuttuklarının<br />

<strong>20</strong> Mustafa Kutlu, Bu Böyledir, s. 83<br />

93<br />

farkında bile değildirler. Bu yüzden sorulduğu<br />

zaman onu tarif ederler. Fakat bu tarifleri<br />

yanlıştir. Onların içinde bulunduğu durum Süleyman<br />

ve yanındakilerin durumundan daha vahimdir.<br />

Çıkış yerini bildiklerini zannederek oyundan<br />

oyuna koşmaktadırlar. Lunaparktan çıkmayı<br />

düşünmemektedirler. Çıkış umurlarında bile<br />

değildir.<br />

Saatin hep on biri göstermesi ve bunun hikayede<br />

sık sık belirtilmesi de yazarın oluşturduğu<br />

bu çerçeve içinde son derece önemlidir. Böylece<br />

hem kahramanları içine almış olan kabusun<br />

şiddeti daha da artmakta hem de yine temsili<br />

olarak, kahramanların içinde bulunduğu karanlık<br />

vurgulanmış olmaktadır. On bir, günün son saatini<br />

ifade etmesi bakımından da anlamlıdır.Bu aynı zamanda<br />

hikayenin başlığını da bize hatırlatır.<br />

Son, ölümü ve kıyameti çağrıştırmaktadır. İçinde<br />

bulunduğumuz zaman ahir zamandır ve ölüm<br />

her an kapımızı çalabilir. Böyleyken, yani her an<br />

kıyamet kopabilecekken ve her an ölüm mümkünden<br />

insanlar, kıyameti de ölümü de unutmuş bir<br />

halde dünyada oyun ve eğlence içinde yaşamaya<br />

devam etmektedir.<br />

3) Sır<br />

Mustafa Kutlu, Sır isimli eserinde, günümüz<br />

dünyasında varlığını sürdüren bir tarikatın, köyde<br />

başlayan, şehirde devam eden ve bir dağ başında<br />

son bulan hikayesini anlatır.Eserde birbirine bağlı<br />

sekiz hikaye vardır.<br />

Sır başlığını taşıyan ilk hikaye birinci tekil şahsın<br />

anlatımıyla kaleme alınmıştır. Hikayeni anlatıcısı,<br />

köyde yaşayan, çiftçilikle meşgul, fakat aynı zamanda<br />

bir tarikata mensup bir kişidir. Hikaye üç<br />

cümleden oluşan kısa bir bölümle başlar:<br />

“Gecenin bir vaktinde kapı çalındı, gidip açtım.<br />

Karşımda efendim duruyordu.<br />

Yüzünün nurundan etrafa aydınlık<br />

saçılıyordu.” 21<br />

Anlatıcının hikayesine efendisini anlatarak<br />

başlaması ve anlatış tarzı ona karşı hissettiği samimi<br />

bağlılık ve sevgiyi ifade etmektedir; yazarın<br />

2 Mustafa Kutlu, Sır, İst. 990, Dergah Y. S.7.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ona bunu yaptırmasını ise anlatıcının her şeyden<br />

önce bir sufi olduğunu anlatmak istemesine<br />

bağlayabiliriz. İkinci ve ilkine göre çok daha uzun<br />

olan ikinci bölümde ise anlatıcı, gece yarısından<br />

sonra tarlasını sulamak için nasıl çabaladığını<br />

anlatır. Böylece onun tarlasından aldığı ürünle<br />

geçimini temin eden yoksul bir köylü olduğunu<br />

öğreniriz. Bu onun ikinci önemli özelliğidir.<br />

Anlatıcının üslubunun, Osmanlı döneminde<br />

yazılmış ve çok okunan, Müzekkin Nüfûs, Envâru’l-<br />

Âşıkîn gibi eserlerdeki üslûbu hatırlatan, kısa cümlelerden<br />

oluşan, yer yer secili bir üslûp olduğunu<br />

belirtmek gerekir. Yazar tarikat ehlini ve tarikatı<br />

dışardan değil, içerden bir bakışla anlatmayı tercih<br />

etmiş ve bunu yaparken sadece anlatıcıyı birinci<br />

tekil şahıs olarak belirlemekle yetinmemiş, onun<br />

üslubunu da şahsiyetine uygun düşecek şekilde<br />

biçimlendirmiştir. Bu, eserin önem ve değerini<br />

artıran çok önemli bir husustur.<br />

Efendi, anlatıcı ile “mahrem olarak görüşür ve<br />

görüşmenin sonunda kendisinden sonra, dışarıda<br />

bekleyen ihvanı çağırarak, kendisinden sonra posta<br />

geçecek kişinin anlatıcı olduğunu bildirir ve ona<br />

biat etmelerini ister. Anlatıcının göz yaşları içinde<br />

bundan azad edilmek için yalvarıp yakarması,<br />

sonucu değiştirmez. Efendi, sabah namazında<br />

onu imamete geçirdikten sonra, evden çıkarken,<br />

anlatıcıya “Bize âlem-i mânada böyle göründü.<br />

Emaneti sana tevdi ettik. Bir emr-i hak vuku bulursa,<br />

fitne zuhur ederse zinhar tasa etmeyesin,<br />

her daim birlikte bulunduğumuzu gönülden<br />

çıkarmayasın, himmet dileyene usulünce himmet<br />

edesin” der. 22<br />

Bundan sonra olaylar çok hızlı bir şekilde cereyan<br />

eder. Efendi kısa zaman sonra hastalanır ve<br />

“beka âlemine” göçer. Anlatıcı onun yerine geçer.<br />

Evi memleketin dört bucağından gelen ihvanı<br />

ağırlamaya yetmeyince, evin yanına mütevazi bir<br />

tekke ile bir misafirhane inşa edilir. Bir süre sonra,<br />

Mersedes marka arabalarıyla tekkeye gelen<br />

ve giderken de “dünya ahvaline ve masivaya dair<br />

kîl u kâl” eden şehirli müridler, ihvanın ileri gelenlerini<br />

de toplayarak tekkeyi şehre taşımaya karar<br />

verirler. Böylece fitne zuhur etmiş olur. Müridler<br />

arasında Efendi ile ilgili çeşitli dedikodular ve<br />

22 Mustafa Kutlu a.g.e. s. 0- .<br />

94<br />

şikayetler artmaya başlar. Şikayetler daha ziyade<br />

onun çiftçilikle meşgul olması ve bu yüzden<br />

ihvanın onun sohbetinden istifade edememesi<br />

etrafında toplanmaktadır. Efendi tasa içindedir.<br />

İhvanın ileri gelenleri, şehir yerinde bir arsa temin<br />

ederek tekkenin inşasına Efendi’ye haber bile vermeden<br />

başlarlar. Efendi bunu, “Böylece başımızın<br />

üzerinde dönüp dolaşan fitne bir gün omuzumuza<br />

gelip konar oldu” şeklinde hülasa eder. Bir gecelik<br />

izin ister. Hz.Peygamber’den şefaat dileyip efendisinden<br />

himmet bekler. O gece, “İmtihandır, kabul<br />

edesin.” Diye fütûhat olur. 23<br />

Efendi, tekkenin köyden şehre nakledilmesiyle<br />

telafi edilmesi imkansız, büyük bir değişimin<br />

meydana geldiği kanaatindedir. Köydeki tekkeyi<br />

ihvandan birine aynı minval üzere muhafaza etmesi<br />

için hilafet verdikten sonra şehirdeki tekkeye<br />

taşınır. Tekkenin konforu onu şaşırtır ve rahatsız<br />

eder. O gece rüyasında kendisini Muaviye olarak<br />

görür. Hz.Ebûzer-i Gıfârî kendisine “Bu sarayı<br />

halkın parasıyla yaptırıyorsan; bil ki bu bir zulümdür..Yok<br />

kendi paran ile yaptırıyorsan bil ki bu da<br />

bir israftır.” Der. Efendi, ter içinde uyanır. Okuyup<br />

üfürdükten, yaradana sığınıp, Hz.Peygamber’den<br />

şefaat, efendisinden himmet dileyip yeniden uyur.<br />

Efendisi “âlem-i mânada” kendisine şöyle buyurur:<br />

“Hz.Ebûzer-i Gıfâri haklıdır, amma ben de<br />

haklıyım. Köyde eskinin insanına eski usul üzre<br />

hizmet etmek kolay; zor olan fitnenin fink attığı<br />

bu şehir yerlerinin insanlarına mürşid olabilmektir.<br />

Bakalım el mi yaman, bey mi yaman.” 24<br />

Efendi, zorlu bir imtihanla karşı karşıyadır.<br />

Yaşadıklarının bir kısmını, “okuyup dinleyenlerin”<br />

ibret alması için nakleder. Şehir yerinde günden<br />

güne müridlerin sayısı artmıştır. Her gün<br />

başka bir eve, her mevsim başka bir diyara konuk<br />

olur. Bu ziyafetten ziyafete gitmek anlamına<br />

gelmektedir. Kısa zamanda şişmanlayıp nefes<br />

darlığı çekmeye başlamıştır. Diğer taraftan, şehir<br />

insanının kendisine tuhaf gelen, çeşitli meseleleriyle<br />

uğraşmaktadır. Bu meselelerin hemen hepsi,<br />

dünya hayatıyla ilgili vaziyetlerini dine uydurma<br />

çabasıyla ilgilidir. Efendi bunalmıştır. Sonunda<br />

iş siyaset kapısında dayanır. İhvanın ileri gelenlerinin<br />

içinde yer aldığı bir partinin başkanı tek-<br />

23 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 3.<br />

24 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 6.


keyi ziyaret edecektir. O gece Efendi, çıkıp tekkeyi<br />

dolaşır:<br />

“Bir boy aynasında kendimi gördüm.<br />

Sarıklı, cübbeli, sarıklı heybetli bir adam.<br />

Lakin artık gün görmemekten olacak çehresi iyice<br />

beyazlaşmış, yanakları pembeleşmiş.<br />

Ellerime baktım, tombul tombul olmuş.<br />

Aynada bakarken kendi kendime, nasıl bir fütuhat<br />

olmuş ki, kalbimin içini de görüverdim.<br />

Orada ne gördüm, onu burda söyleyemem. Hal<br />

ehli bilir.<br />

Cübbemi çıkardım, yavaşça sarığımı yere koydum.<br />

Tekkeden çıkıverdim.” 25<br />

Efendi’nin arkasından “sırrolduğu” söylenir.<br />

Kerametlerinin anlatıldığı kitaplar yayımlanır.<br />

Fakat “fitne” devam eder:<br />

“Herkes birbirine soruyormuş: “El kimde?”..<br />

Allah’tan korkmayıp “El bende” diyenler olduğu<br />

gibi, bunu kabul etmeyenler de olmuş.<br />

Bizim bir tekkeden, birkaç tekke daha<br />

doğmuş.” 26<br />

Hikayenin bütününde tekrarlanan kavramların<br />

hepsi de tasavvufi kavramlardır: İmtihan, fitne,<br />

himmet, hal ehli, fütuhat ve sır. İmtihan ile fitne,<br />

hikayede aynı vakıanın iki tarafını ifade etmektedir.<br />

Tekkenin köyden şehre nakledilmesi ve bundan<br />

sonra meydana gelen değişim, Efendi için<br />

bir “imtihan”dır; fakat aynı zamanda Efendi’ye<br />

göre “fitne”dir. Anlatıcı Efendisi yerini kendisine<br />

verirken onu “fitne” konusunda uyarır. Anlatıcı,<br />

Efendi olduktan ve fitne de zuhur ettiğinde Efendisinin<br />

tavsiyesine uyarak, ondan “himmet” diler<br />

ve her defasında efendisi kendisine yol gösterir.<br />

Tekkenin şehre taşınması, şehirdeki tekkede irşad<br />

görevinin devam etmesi, durumdan rahatsız olan<br />

Efendi, efendisinin “âlem-i mana”da kendisine yol<br />

göstermesi sonucu, sabreder, görevini sürdürür.<br />

Fakat sonunda aynada sadece cisminin değil, kalbinin<br />

de değişmiş ve bozulmuş olduğunu görür ve<br />

25 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 7- 8.<br />

26 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 8.<br />

95<br />

bunun üzerine, cübbesini, sarığını çıkarıp, kimseye<br />

görünmeden oradan ayrılır.<br />

Olay, aslında yukarda ifade edilen biçiminden<br />

farklı olarak, oldukça girift bir yapıya sahiptir ve<br />

anlaşılması için üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.<br />

Anlatıcının Efendisinin yerine geçmesinden<br />

başlayarak, tekkenin şehre nakledilmesi, şehir yerinde<br />

irşad görevinin yerine getirilmesi ve nihayet<br />

anlatıcın tekkeyi terk etmesi hep mana âleminden<br />

gelen emir ve mükaşefe ile gerçekleşir. Bunu<br />

sadece Efendi bilir. Dolayısıyla bu bir “sır”dır. Bu<br />

“sır” hikayenin sonunda Efendi’nin sır olmasıyla<br />

birleşir. Çünkü Efendi’nin “sır” olmasının sebebi<br />

bu “sır” dır. Böylece Sırrın içinde bir başka sırla<br />

karşılaşmış oluyoruz. Şehirliler, her şeyin kendi<br />

isteklerine göre gerçekleştiğini düşünürlerken, bir<br />

fitneye sebep olduklarının farkında bile değildir.<br />

“Sır” dan haberleri yoktur. Bu yüzden Efendi’nin<br />

sırrolmasını dahi fitnenin bir vasıtası olarak<br />

kullanırlar.<br />

Hikayede, fitneyi şehirli ihvan temsil etmektedir..<br />

Fitnenin kaynağında şehir ve şehirliler vardır.<br />

Bu itibarla köy ile şehir; birbirine zıt nitelikler<br />

taşır. Köy, geleneğin bozulmadan devam ettiği<br />

yerdir; şehir ise herşeyin değiştiği ve bozulduğu<br />

bir yer. Haliyle köylü ve şehirlinin nitelikleri de<br />

buna göre olacaktır. Köyde devam eden safiyet ile<br />

şehirdeki bozulmanın mahiyeti, hikayede manadan<br />

maddeye yöneliş şeklinde özetlenebilecek<br />

bir vakıa dolayısıyla anlaşılır hale gelmektedir.<br />

Köydeki tekkenin yapısı da oradaki hayat tarzı da<br />

son derece mütevazidir. Efendi, hem tarlasıyla<br />

meşgul olur hem de müridleriyle. Onlara ikram<br />

ettiği ekşi ayran ile kuru ekmektir. Maddi şartların<br />

mütevaziliğine mukabil, tekke de Efendi de safiyetini<br />

korumaktadır. Fakat şehirdeki tekkede tam<br />

tersi bir durum söz konusudur. Tekkenin yapısı da<br />

oradaki hayat tarzı da maddi bakımdan son derece<br />

şatafatlıdır. Fakat, dış dünyadaki bu maddi<br />

şatafat, iç dünyanın bozulması sonucunu doğurur.<br />

Efendi’nin, aynada bedeninin şişmanlamış, kalbinin<br />

ise bozulmuş olduğunu görmesi bu sonucun<br />

hikayedeki en açık göstergesidir.<br />

Efendi’nin tabi tutulduğu imtihanın mahiyeti de<br />

böylece anlaşılmış olmaktadır. Efendi, efendisinin<br />

söylediklerinin, âlem-i mânadan kendisine verilen<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

haberlerin gereğini yerine getirerek hareket eder.<br />

Sonunda yine bir fütuhatın sonunda, şehirdeki<br />

tekkeyi bırakır. Böylece tabi tutulduğu imtihanı<br />

kazanmış olur. Eğer, o da şehirliler gibi, içinde<br />

bulunduğu maddi konforu tercih etse, ona üstünlük<br />

atfetseydi; imtihanı kaybetmiş olacaktı.<br />

Efendi’nin tabi tutulduğu imtihanın, eserde<br />

yazar tarafından ortaya konulan bakış açısına<br />

göre anlamı şöyle ifade edilebilir: Maddenin ve<br />

maddi çıkarların üstün tutulduğu bir anlayış ve bu<br />

anlayışın gerektirdiği hayat tarzı içinde manevi bir<br />

hayatın inşa edilmesi ve sürdürülmesi mümkün<br />

değildir.<br />

Eserde yer alan diğer hikayelerde, Efendi’ye<br />

bağlı olan veya bir şekilde onu tanımış olan toplumun<br />

çeşitli kesimlerine mensup insanların hikayeleri<br />

anlatılmaktadır: Tarihin Çöp Sepeti’nde,<br />

bir gazetecinin, günlük hayatı hikaye edilir. Bu,<br />

Efendi’nin sırrolduğu güne tesadüf eder. Gazeteci<br />

ile patronu arasındaki konuşma sırasında<br />

Efendi’nin adı geçer:<br />

“-Efendi’ye gidiyor musun?<br />

-Çoktandır gitmiyorum..<br />

-Niçin?<br />

-..................( Efendi’ye gitmenin yaşadığımız<br />

hayatta gerçek bir dönüşümü, bir devrimi<br />

başlatmış olması gerekir. Bir yerden kalkıp bir<br />

yere varmalı değil miyiz? Heyhat..Ya feyiz kesilmiş,<br />

ya da artık biz- ben- bir daha ebediyyen nasip alamayacak<br />

derekeye düşmüşüz...Ooooof...Of...)<br />

-Her neyse...!Bu akşam gidiyorsun. Yeni başkan<br />

partiden birkaç arkadaşı ile gelecek. Sen de<br />

orada bulun. Üzerinde gizli bir ses alma cihazı<br />

olsun. Konuşulanları tesbit etmenin sayısız<br />

faydaları var. Fikir beyan etme..Hele benden..Ne<br />

düşündüğümden falan hiç bahsetme..Ben yokum..<br />

Tamam mı..Orada gazeteden biri olarak değil, bir<br />

tekke mensubu olarak bulunacaksın.<br />

-Ama!..<br />

-Bu bir iş..Duygu ve düşüncelerini kendine sakla.<br />

Sabaha raporunu verirsin. Kısa olmalı.” 27<br />

Gazetecinin iç konuşması, içinde bulunduğu<br />

27 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.2 -22.<br />

96<br />

hayatın, Efendi’ye gitmeyi anlamsız hale<br />

Kılan bir nitelik taşıdığını ifade etmesi<br />

bakımından, Efendi’nin sırrolmasının gerekçesini<br />

teyid eder. Nitekim patronun onu casusluk yapmak<br />

üzere tekkeye göndermek istemesi de iç<br />

konuşmada dile getirilen hissiyatı doğrulamaktadır.<br />

Gazetecinin utançtan yüzü kızarır, öfkelenir, fakat<br />

elinden bir şey gelmez. Hikayenin sonunda o gün<br />

yazmak istediği yazının, henüz bitmemiş olan ilk<br />

cümlesinin yer aldığı kağıdı elinde buruşturup,<br />

top haline getirdikten sonra çöp sepetine doğru<br />

fırlatması, hem öfke ve çaresizliğini hem de içinde<br />

bulunduğu hayatın olumsuzluğunu, bir oyundan<br />

ibaret olduğunu gösterir.<br />

Politik-Vizyon başlıklı hikayede, avukat ve<br />

mebus Halim Bey anlatılır. Halim Beyin zihni<br />

kendi kendisiyle meşguldür; fakat bu kendisiyle<br />

hesaplaşma anlamında değil, kendi menfaatini<br />

temin etme yönünde bir meşguliyettir. Bir zamanlar<br />

bağlı olduğu ideallerin uzağına savrulmuş<br />

olduğu halde bundan rahatsız değildir. Bu yönüyle<br />

Gazeteci’den ayrılır. Onu ilgilendiren kendisi<br />

hakkında ne denildiği, kendisinin ne olacağı,hangi<br />

mevkileri ele geçireceği, mesela bakan olup<br />

olamayacağı gibi hususlardır. Mensubu olduğu<br />

partinin başkanının ve karısının, Beyefendi ve<br />

Hanımefendi olarak sık sık geçmesi, onlara yaranmak<br />

için yaptıklarını hatırlaması da yine içinde<br />

bulunduğu vaziyeti yansıtır. Hikayenin sonuna<br />

doğru okuduğu gazetede, kendisinden bahsedilen<br />

bir yazıya rastlar; sevinir. O akşam, gazeteciyi<br />

görebileceğini düşünür. Çünkü Başkan’ın<br />

emriyle Efendi Hazretlerine gidilecektir. Bunları<br />

düşünürken Halim Beyin suratı asılır:<br />

“Ben çoktan kapadım o defteri..<br />

Lakin defter kapanmıyor. Mazi hiçbir zaman<br />

bizi büsbütün terk etmiyor.En umulmadık yerde<br />

karşımıza çıkıveriyor. Efendi hazretlerinin nüfuzu<br />

kullanılmak istendiğinde. Tabi bu kadar basit değil<br />

bu, nüfuz meselesi falan..Partide ilk akla gelen<br />

isim olmuştu. Bu mesele hep gizli tutulmuştu.Bütün<br />

çok gizli meseleler gibi kimsenin doğru dürüst<br />

bilmediği ve fakat herkesin bir şeyler bildiği hale<br />

dönüşecekti sonraları.<br />

Bu gazeteci çocuk da orada olabilir...Bu işlerde


gazeteler de yer alıyor artık. Gazetelerin “Efendi<br />

hazretleri, Efendi hazretlerinin gazeteleri oluryor.<br />

Olmasın mı yani...Her neyse.. Güç meselesi..” 28<br />

Halim Bey, bu buluşmanın kendisine birtakım<br />

faydalar sağlayacağını düşünerek rahatlar.<br />

Onun hikayesi ve düşünceleri, tekkenin bir güç<br />

ve menfaat vasıtası olarak kullanılmak istendiği<br />

gerçeğini ortaya koymaktadır.Bir önceki hikayede<br />

aynı husus gazete açısından söz konusu edilmişti;<br />

bu hikayede ise siyaset açısından söz konusu<br />

edilmiştir.<br />

Her Ne Var Âlemde başlıklı hikayede tarihle<br />

meşgul bir bilim adamı yer alır. Hikaye boyunca<br />

Efendi’nin kendisine naklettiği kıssa üzerinde<br />

düşünür. Kendisine intisab için gelen bir âlime bir<br />

şeyh, “Önce kitaplarınızı suya atın, sonra buraya<br />

gelin.” Demiştir. Tarihçi, bu kıssayı nakletmiş<br />

olmasından hareketle, Efendi’nin de kendisinden<br />

de aynı şeyi beklediğini düşünür. Bunu önce saçma<br />

bulur. Bütün hayatını verdiği ve çok sevdiği<br />

kitaplardan ayrılmak düşüncesi ona acı verir.<br />

Fakat bütün hayatını düşündükten ve bulunduğu<br />

noktanın, “hakikat aşkı” açısından yeterli<br />

olmadığını anladıktan sonra, yazmakta olduğu, on<br />

üç sayfası daktilo edilmiş ilmi makaleyi “sağ elinin<br />

olanca gücüyle” denize fırlatır. Efendi’nin dediğini<br />

yapmış, kitaplarını suya atmıştır.Hikayenin son<br />

kısmı şöyledir:<br />

İşte gidiyor.<br />

Çalışma odasının kapısını kilitledi gidiyor.<br />

Kitaplarından ayrıldı gidiyor. Ölmeden öldü sanki.<br />

Zehir içti.<br />

Tekkeye vardığında Efendi’nin “sırrolduğunu”<br />

söylediler.<br />

Çünkü bir adım atmıştı. Sıkıntılıydı çünkü bir<br />

bekleyişin kapılarını açmıştı.” 29<br />

Bilim adamının hikayesi, önceki hikayelerden<br />

farklı olarak, tekkenin şehirdeki varlığının, hakikati<br />

arayan insanlar için bir umut kapısı olma işlevini<br />

yerine getirdiğini göstermektedir. Bu, Efendi’nin<br />

şehirdeki varlığının da “imtihanın” yanı sıra, irşad<br />

vazifesinin de bütün olumsuz şartlara rağmen de-<br />

28 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.34.<br />

29 Mustafa Kutlu, a.g.e.s. 43.<br />

97<br />

vam ettiğini göstermektedir.<br />

Aramakla Bulunmaz başlığını taşıyan hikaye<br />

de Efendi’nin şehirdeki irşadının her şeye rağmen<br />

devam etmiş ve insanları bütünüyle olmasa da<br />

içinde bulundukları çıkmazdan kurtarmak gibi<br />

bir işlevi yerine getirmiş olduğunu gösteren bir<br />

kahramanın hikayesi ile karşılaşıyoruz. Hikayenin<br />

kahramanı, sefahat düşkünü bir kişi iken,<br />

Efendi’nin yanına gittikten sonra sefahati, içkiyi<br />

terk etmiş, işleri birdenbire yoluna girmiş, kısa<br />

zamanda zengin olmuş bir esnaftır. Başından<br />

geçenleri, yazarın bizzat kendisine anlatır, bunu<br />

ona ismiyle hitap etmesinden anlarız.<br />

Yazar ile hikayenin kahramanı arasındaki<br />

konuşma, diğer hikayelerden farklı olarak,<br />

Efendi’nin “sırrolduğu” güne değil ondan<br />

sonrasına tesadüf etmektedir. Yazarın, Efendi’nin<br />

“sırrolmasından” sonrasını sorması üzerine, yazarla<br />

kahramanı arasında geçen konuşma ile hikaye<br />

son bulur:<br />

-Ne desem bilmem ki. En iyisi hiç konuşmayayım<br />

bu mevzuları.<br />

-Neden?<br />

-Bana göre değil be abi.. Yani ne bileyim. Biz<br />

harbiden alışmışız. Dalga, dümen, siyaset..Ben<br />

annamam abi.Bizimkisi “kıl beşi kurtar başı”<br />

hesabı. Efendi sırolduktan sonra bir iki gittim tekkeye,<br />

gitmedim değil. Ne de olsa ileri gelenlerden<br />

sayılırdık. Sonra tekkenin mesarifi de söylemesi<br />

ayıp bizim sayılırdı..Ama..Nasıl diyeyim. Tadı kaçtı.<br />

İş sen-ben davasına döküldü sanki.<br />

- Anlıyorum.<br />

Birden dönüyor, nargilenin marpucunu<br />

bırakıyor:<br />

-Biz çok konuştuk Mustafa Bey..Sıra sizde..Siz<br />

niye bu işin altını bu kadar eşiyorsunuz?<br />

Cevabım hazır:<br />

-Efendi’yi arıyorum.<br />

Şaşkın:<br />

-Ya demek onu arıyorsunuz..Peki nasıl<br />

bulacaksınız?<br />

İkimizin de anlamakta güçlük çekeceği, meşhur<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olmuş bir sözü hafifçe fısıldıyorum:<br />

-Aramakla bulunmaz.Ama, bulanlar ancak<br />

arayanlardır.” 30<br />

Hikayenin sonunda yazarın bir hikaye kahramanı<br />

olarak karşımıza çıkması, sadece eseri ilginç kılan<br />

bir unsur olmakla kalmıyor, eserde ele alınan konunun<br />

bundan önceki hikayede de dile getirilen<br />

bir yönünü, bizzat yazarın da içinde olduğu bir<br />

çerçeve içinde anlaşılmasını sağlıyor. Bu, içinde<br />

bulunduğumuz bütün olumsuz şartlara rağmen<br />

hakikate ulaşma umudunu kaybetmememiz,<br />

bunun arayışı içinde bulunmamız gerektiğidir.<br />

Efendi’nin “sırrolması” bu umudu ortadan<br />

kaldırmamakta, bilakis umutla arayışı sürdürmek<br />

gerektiğini ifade etmektedir.<br />

Mürit başlıklı hikayede, gördüğü bir rüya üzerine,<br />

köyünden kalkıp elinde bir testi su ile Efendi’sini<br />

ziyarete giden “mürid”in hikayesi anlatılmaktadır.<br />

Mürit, Akpınar’ın suyuyla doldurduğu testisiyle<br />

ve azığıyla birlikte, yol boyunca geçtiği yerler,<br />

karşılaştığı insanlar üzerinde aydınlık bir etki<br />

bıraktıktan sonra, şehre gelir. Bu onun şehirle<br />

ilk karşılaşmasıdır. Hikayede, onun bakış açısıyla<br />

şehrin, şehirdeki hayatın köklü bir eleştirisi<br />

yapılır:<br />

Şehre indiğinde müridi tanımadığı bir kalabalık<br />

karşıladı.Yani esasen o kalabalık oralarda her gün<br />

her saat vardı.Asık yüzlü, çatık kaşlı bir kalabalık.<br />

Belli ki insanların her birinin hem çok mühim bir<br />

işi, hem çok acelesi vardı.<br />

Mürit önce buralarda yaramaz bir iş olduğunu<br />

sandı.Öyle ya; bu kadar adam bir araya geldiğine<br />

göre. Sonra böyle düşündüğüne utandı.İnsanoğlu<br />

hep bir yaramaz iş etrafında mı toplanır. Belki<br />

de bu yanlarda bir düğün-dernek vardır, ona<br />

gelmişlerdir dedi.Kalabalığı yarıp çıktı.<br />

Bu defa müridi birbirine yapışmış koca koca binalar<br />

karşıladı.Sel gibi akıp giden arabalar, şehrin<br />

üzerine asılmış kara bir duman karşıladı.meyus<br />

oldu mürit. Başını kaldırıp güneşe baktı. Güneş<br />

dahi ondan meyus idi, kara dumanın ardında donup<br />

kalmış idi.<br />

Yola düştü mürit.<br />

30 Mustafa Kutlu, a.g.e.s.52-53.<br />

98<br />

Geçip giderken oracıkta düşüp kalmış olan bir<br />

ağacın yaprağını okşadı. Eli toza bulandı. Yaprak<br />

nefes darlığı çekiyormuş gibi inledi. Ona çevre<br />

kirlilinden falan bahsetmeye başladı. Sonra bir<br />

kedi ile karşılaştı. Kediye selam verdi mürit. Hayvan<br />

oralı değildi, burnunun dikine gidiyordu.<br />

Galiba ipin ucu kaçmıştı buralarda.” 31<br />

Müridin şahsında, Allah’a yakınlık ile tabiata<br />

yakınlık birleşmiştir. Onun şehirde yadırgadığı<br />

şeyin tabiatın dışında, onun yok edildiği bir mekan<br />

olması, tabiatla barışık olmasıyla ilgilidir. Ağacın<br />

yaprağının onunla konuşması, insanlara değil de<br />

bir kediye selam vermesi onunla tabiat arasında<br />

nasıl bir yakınlık olduğunu göstermektedir. Fakat<br />

kedinin selamını almamasının da ortaya koyduğu<br />

gibi şehirde ipin ucu kaçmıştır. Burada can çekişen,<br />

bozulmuş bir tabiat vardır. Şehrin tabiatı yok eden<br />

yapısı onun Allah’tan uzaklaşmasının bir sonucudur.<br />

Bu sonuca, Allah’a yakın olan mürit ile şehir<br />

arasındaki zıtlıktan hareketle varıyoruz.<br />

Mürit, kalbalığı yararak, güçlükle geldiği<br />

tekkede, tekkenin yine o kalabalık tarafından,<br />

şehirdeki kalabalık tarafından kuşatılmış olduğunu<br />

görür.Kapı açılıp da Efendisini gördüğü zaman,<br />

onunla hal diliyle anlaşırlar. Mürit aşıp geldiği engellerin<br />

efendisiyle arasındaki varlığını aşamaz.<br />

Efendi, testi ile arasındakileri; siyaset adamlarını,<br />

bankacıları, sanayicileri v.s. aşıp müridin yanına<br />

gelemez. Mürit, testiyi orada bırakıp çıkar. Bundan<br />

sonra efendisi için de dua edecektir.<br />

Böylece hikayede Efendi’nin sırrolmadan hemen<br />

önceki hali, onun şehirli değil, şehri hiç bilmeyen<br />

köylü bir müridi aracılığı ile anlatılmış<br />

olmaktadır.<br />

Satılık Huzur’da yıllardır yurt dışında bulunan<br />

İlhan’ın, yurda döndüğü gün, her şeyi<br />

değişmiş bulmanın verdiği şaşkınlık içindeki hali<br />

anlatılmaktadır. Hikayenin sonunda Efendi Hazretlerine<br />

gitme ihtiyacı hisseder.<br />

Eserdeki son hikaye olan Cüz Gülü, anlatıcının<br />

aynı olması ve içeriği itibariyle, anlatıcının, yani<br />

Efendi’nin “sırrolduktan” sonra nereye gittiği ve<br />

ne yaptığı sorularının cevaplanması itibariyle<br />

hem ilk hikayeyi hem de ilk hikayeye bağlı olan<br />

3 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.57.


diğer hikayeleri,eserin bütününü tamamlar. Fakat<br />

bu hikayede anlatım daha farklıdır; anlatıcı bize<br />

“esrarının aslı”nı nakleder. Bu yüzden de esrarın<br />

anlatılabilmesine imkan veren sembolik bir dil<br />

kullanır.Anlattığı, yine kendi hikayesidir; fakat bu<br />

defa “hayatının son cüzü”nü söz konusu etmektedir.<br />

Hayatının son cüzü bir bakıma onun hakikate<br />

erişini içine almaktadır. Onun bir mürşid olarak<br />

hakikate zaten ermiş olması gerekmez miydi,<br />

sorusuyla bu yoruma itiraz edilebilir. Bu itiraza<br />

tasavvufta ermişliğin, başka bir ifadeyle velayetin,<br />

bir yerde başlayan ve biten bir süreç değil, devam<br />

eden bir süreç olduğunu ileri sürerek cevap vermek<br />

mümkündür.<br />

Hikayedeki sembolik anlatımı doğru çözümleyebilmek<br />

için, anlatımın en açık olduğu son kısımda<br />

dile getirilenlerden hareket etmek isabetli olacaktır.<br />

Anlatıcı, “sırrolduktan” sonra bir dağ başın<br />

çekilmiş ve orada yeniden bir tekke kurmuştur. Bu<br />

yeni hayatı üç safhadan oluşmaktadır.Her safhada<br />

anlatıcının karşılaştığı bir çocuk vardır. Çocuğun<br />

bir sembol olarak temizliği, safiyeti temsil ettiğini<br />

düşünebiliriz. Fakat aynı zamanda hikayenin konusuna<br />

bağlı olarak, çocukla karşılaşmanın tasavvufi<br />

manada bir “müşahede” örneği olduğunu da<br />

düşünmemiz gerekir. Tasavvufi eserlerde, özellikle<br />

İbn Arabi gibi sembolik anlatımı yoğun olarak kullanan<br />

müelliflerin eserlerinde çeşitli kavramların<br />

mücessem şekilleri olarak karşılaşılan insanlardan,<br />

gençlerden bahsedildiğini, onlarla yapılan<br />

konuşmaların nakledildiğini hatırlayabiliriz. Cüz<br />

Gülü’ndeki çocukların da buna benzer bir nitelik<br />

taşıdığı, hikayedeki işlevlerinden anlaşılmaktadır.<br />

Hikayede anlatıcının karşılaştığı üç çocuk<br />

vardır. Birinci çocuk bir değirmen, ikinci çocuk bir<br />

bahçe ve nihayet üçüncü çocuk bir şehir inşa eder.<br />

Birinci çocuk değirmeni kurduktan sonra, çamurdan<br />

bir eşek, bir buğday çuvalı ve ihtiyar bir adam<br />

yapar.Anlatıcı çocukla beraber değirmene girer<br />

ve ihtiyarın buğdayını övütmeye başlar. Her tane<br />

dünyada başından geçen macerayı anlatır. Anlatıcı<br />

da efendisinin kendisini ziyaretinden başlayarak,<br />

kendi hikayesini nakleder. Bütün bunlardan<br />

hareketle değirmenin dünyayı, tanelerin insanları<br />

temsil ettiği sonucuna varmak mümkündür. Bu<br />

sonuç bize Yunus’un, “dertli dolab”ını da hatırlatır.<br />

Anlatıcı, sadece kendi macerasını değil, bütün<br />

99<br />

insanların macerasını idrak eder. Onlara acır, onlara<br />

yardım etmeye, dertlerine derman olmaya<br />

çalışır.Bunun sonucu olarak da terinin damladığı<br />

topraklar mis kokmaya başlar, bir leylek başına<br />

yuva yapar. Anlatıcı, “mağrur kalbini” yumuşatır,<br />

“elif kaddini” dala çevirir. 32<br />

İkinci çocuğun kurduğu meyve bahçesi, gelip<br />

geçen herkesin istediği kadar yediği bir bahçe<br />

olarak anlatılmaktadır. Anlatıcı bu bahçenin<br />

kuruluşuna, çocukla beraber saman çöplerini,<br />

“bu cevizdir, bu da kiraz diyerek” dikmek suretiyle<br />

katkıda bulunur. Bunun sonucu olarak tabiatla<br />

bütünleşir ve “aşkın alevi”, “kalbindeki buzları”<br />

eritir. 33<br />

Üçüncü çocuğun kurduğu bir şehirdir.Bu<br />

şehir dünyadaki şehirlerden bütünüyle farklıdır.<br />

Bekçinin, askerin olmadığı, her mahallenin mektep,<br />

her ferdin talebe olduğu, herkesin birbirine<br />

yardım ettiği, paranın, pulun, amirin, memurun<br />

olmadığı bir şehir. Anlatıcı, ütopyalarda anlatılan<br />

şehirlere benzeyen bu şehrin bir kapısından girip,<br />

öbür kapısından çıkıncaya kadar yaşadığı hali<br />

şöyle anlatır: “Bildiklerimi unuttum unuttuklarımı<br />

hatırladım. Var olan varlığım yok olmuş, yoktan<br />

var edilmiş idim.” 34 Şehrin anlatıcı üzerindeki tesiri<br />

yeniden var olmak ve hakikate ermek şeklinde ifade<br />

edilebilir.Nitekim tasavvufi metinlerde şehrin<br />

mecazi olarak hakikat bilgisine tekabül ettiği bilinmektedir.Anlatıcının<br />

kaçtığı, bıraktığı şehirle bu<br />

şehir arasında tam bir zıtlık olduğu açıktır.<br />

Üç çocuk ve sırasıyla, değirmen, bahçe ve<br />

şehir; tasavvufun ve tasavvuftaki seyr-i sülûkun<br />

aşamaları olarak nitelendirilebilir. Tasavvufun<br />

aşamaları olarak şeriat, tarikat ve hakikat<br />

kavramalarını düşünebiliriz. Fakat birinci çocuk<br />

ve değirmen dolayısıyla, kendini bilmek ve tövbe;<br />

ikinci çocuk ve bahçe dolayısıyla aşk ve üçüncü<br />

çocuk ve şehir dolayısıyla da hakikat kavramlarının<br />

söz konusu edildiği; dolayısıyla bu üç çocuğun<br />

ve onların kurduğu yapıların, Efendi’nin iç<br />

yolculuğunun makamlarını veya menzillerini teşkil<br />

ettiği anlaşılmaktadır. Seçilen sembollerin üçünün<br />

de insanlara, muhtaçalara, çaresizlere yardım<br />

etmek ve güzel şeyler yapmakla ilgili olması dik-<br />

32 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 68.<br />

33 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.69.<br />

34 Mustafa Kutlu, a.g.e. s. 69.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

kat çekicidir. İnsanın hakikate erişmesi böyle bir<br />

anlayış içinde vuku bulmaktadır. Değirmen, bahçe<br />

ve şehir, insanın iç dünyasında; kendi varlığında<br />

ulaştığı, kurduğu yapılar olarak dış dünya ile de<br />

ilgilidir. Bu sonuç, mutluluğu dünyada, dünyevi<br />

menfaatleri gerçekleştirmekte arayanların bu<br />

halleriyle her şeyi bozduğunu, dünyayı kötülükle<br />

doldurduğunu, mutluluğu dünyada değil de onun<br />

ötesinde arayanların ve Allah’a kul olanların ise<br />

kendilerini ve her şeyi idrak ile birlikte güzel ve<br />

iyi şeyler yapmak suretiyle, aslında bozulanı ıslah<br />

ettiğini ortaya koymaktadır. Yazarın eserde vücuda<br />

getirdiği yapı, özelliği itibariyle buna benzer<br />

daha başka birçok düşüncelerin ifade edilmesine<br />

uygun bir genişlik ve derinlik içermektedir.<br />

Hikayenin son kısmı şöyledir:<br />

“Oradan bize tayy-ı mekan nasib oldu.<br />

Sarığımın arasına katmerli biri gül sıkışmış,<br />

onu yani ondan yayılıp duran rayihayı, o küçümen<br />

balçığa katıp, parmak kadar saman çöpü ile<br />

karıştırdım. Bu ıssız dağ başına bu tekkeyi kurup<br />

çattım..<br />

O çocukların bakışlarından, gülüşlerinden, yüzlerinden,<br />

sözlerinden toplanıp gelen ne varsa,<br />

hayatımın bu son cüzüne, o ak sayfanın kenarına<br />

nakışlandı.<br />

Esrarımın aslı budur.” 35<br />

Tayy-ı mekan tasavvufta velilerin, eşzamanlı<br />

olarak mekanda dolaşabilmesi olarak ifade edilir.<br />

Anlatıcı, hakikati temsil eden şehre ulaştıktan<br />

sonra kendisine tayy- mekanın nasip olduğunu ifade<br />

etmektedir. Anlatıcının şehirdeki tekkeyi terk<br />

etmesi de yine bu tabiri çağrıştırmaktadır.<br />

Gülün sembolik anlamı malumdur. Hz.<br />

Peygamber’e delalet eder. Anlatıcı, gülün kokusunu<br />

birici çocuğun kendisine verdiği balçığa<br />

katar, ikinci çocuğun verdiği saman çöpü ile<br />

bu balçığı karıştırır ve böylece dağ başındaki<br />

tekkesini kurmuş olur. Bu suretle, kurduğu tekkenin<br />

harcında, temelinde hakikatin var olduğu<br />

gerçeğini ifade etmiş olur. Bu aynı zamanda onun<br />

“esrarının aslı”nı ifade etmektedir. Sırrolması ve<br />

tekkesini bir dağ başında yeniden inşa etmesi, bir<br />

35 Mustafa Kutlu, a.g.e. s.70.<br />

100<br />

bakıma, şehirde artık şeyhlerin ve tekkelerin var<br />

olamayacağının bir işareti olarak da anlaşılabilir.<br />

Sonuç<br />

Mustafa Kutlu’nun hikayeciliği, <strong>19</strong>79’dan<br />

başlayarak, günümüze kadar, kendi içinde iki<br />

döneme ayrılmaktadır. Birinci dönemde, kendi<br />

başına müstakil bir yapıya sahip olmakla birlikte,<br />

birbiriyle de irtibatlı ve bir kavramın oluşturduğu<br />

bir merkez etrafında toplanan kısa hikayelerden<br />

müteşekkil eserler; ikinci dönemde ise aslında pekala<br />

roman olarak da nitelendirilebilecek nitelikte,<br />

birbirine bağlı farklı hikayelerin bir kavram yerine<br />

bir ana olay etrafında birleştiği uzun hikayelerden<br />

müteşekkil eserler yer alır.<br />

Bu iki dönemde yazılmış eserlerin bütününde<br />

dini duyarlılığın ve buna bağlı olarak da tasavvufi<br />

bakış açısının ve tasavvufa ait unsurların önemli<br />

bir yere sahip olduğu görülmektedir.<br />

Yazarın, birinci dönemine ait eserler arasında<br />

tasavvufun özellikle önemli olduğu üç eser vardır:<br />

Yoksulluk İçimizde, Bu Böyledir ve Sır. Bu üç eserde<br />

merkezi teşkil eden kavramların sırasıyla,<br />

aşk, modern dünya hayatı ve hakikat olduğunu<br />

söyleyebiliriz.<br />

Yoksulluk İçimizde’de bir aşk hikayesi etrafında<br />

kahramanların iç dünyasında ve hayatlarnda meydana<br />

gelen değişim anlatılır ve bu, eserde hem<br />

biçim hem de muhteva bakımından tasavvufa<br />

bağlı bazı unsurlar aracılığı ile gerçekleştirilir.<br />

Bu Böyledir’de hem dünyanın bir oyun ve<br />

eğlenceden ibaret niteliği ile insanları kendine<br />

esir edişi hem de bu duruma bir dervişin karşı<br />

çıkışı, yer yer derinleşen sembolik bir anlatımla<br />

hikaye edilmektedir.<br />

Sır’da ise değişen ve bozulan bir tarikatın hikayesi<br />

vardır.Fakat tarikatın şeyhi, tekkesini terk<br />

ederek ve dağ başında yeni bir tekke inşa ederek<br />

bu bozulmaya karşı koyar ve hakikat bilgisine<br />

orada erişir.<br />

Her üç eserde de hikayeler, aynı zamanda<br />

değişim kavramı etrafında birleşmektedir. Yazar,<br />

Batılılaşma dolayısıyla gerçekleşen değişimi tenkit<br />

ederken tasavvufi anlayışı esas almakta ondan<br />

faydalanmakta ve değişim karşısında direnişin


ancak onunla mümkün olabileceğini ifade etmektedir.<br />

Yazarın tasavvufa bakışı, dışardan değil, içerden<br />

bir bakıştır; yani tasavvufu çok iyi bilen, tasavvufi<br />

kavramları yerli yerinde kullanan bir kişinin<br />

bakışıdır söz konusu olan. Yazar, hayata, insanlara<br />

genel olarak İslam; özel olarak ise tasavvufun<br />

zaviyesinden bakmaktadır. Bu, hikayelerin<br />

muhtevasından hareketle kolayca anlaşılabilir.<br />

Fakat hikayeler, tasavvufu öğretmek amacına matuf<br />

değildir. Bu yüzden Mustafa Kutlu’nun hikayelerini<br />

tasavvufi hikayeler olarak nitelendirmek<br />

gibi bir yanlışa düşmemeliyiz. Fikri arka plan itibariyle<br />

tasvvufun çok önemli olduğu bu hikayelerde<br />

asıl mesele, insanların yaşadıkları hayatla ilgilidir<br />

ve konunun nasıl anlatıldığı da büyük önem<br />

taşımaktadır.<br />

Türkiye’nin, <strong>19</strong><strong>80</strong>’li yıllardan günümüze<br />

Batılılaşmanın daha yoğun bir şekilde müessir<br />

olduğu, büyük bir değişimin yaşandığı bir dönemden<br />

geçtiği ve halen de geçmekte olduğu bilinmektedir.<br />

Türk hikayesinin bu dönemde, diğer<br />

türlerde olduğu gibi ferdi ve toplumsal hayatta<br />

yaşananlara paralel olarak, büyük bir nitelik<br />

kaybına uğradığı da yine bilinen bir gerçektir.<br />

Mustafa Kutlu’nun eseri, taşıdığı diğer hususiyetlerin<br />

yanısıra, Bu Böyledir’deki Hafız Yaşar’ın<br />

vaya Sır’daki Efendi’nin hareket tarzına benzer bir<br />

tarzı, Türk hikayesinde tek başına temsil etmektedir.<br />

Söz konusu kahramanların uğradığı yalnızlığa<br />

bu eserin uğramaması, daha çok okunması ve<br />

daha iyi anlaşılması temennimizdir.<br />

101<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

RASİM ÖZDENÖREN’İN<br />

HİKÂYELERİNDE<br />

İNSANIN KENDİNİ İDRAK<br />

BİÇİMLERİ<br />

Özet: Bu makalede Türk edebiyatının önemli<br />

yazarlarından birisi olan Rasim Özdenören’in<br />

hikâyeleri ele alınmıştır. Özdenören, hikâyelerinde<br />

modernizmin bir sonucu olarak bireydeki bilinç<br />

kaybını tartışır. O, bireyin toplumun modern<br />

yapısı karşısında kendini nasıl idrak ettiğini açıklar.<br />

Bu makale, bu çağdaş problematik bakımından<br />

Özdenören’in yaklaşım tarzına odaklanmayı<br />

amaçlamaktadır.<br />

Anahtar kelimeler: Hikâye, modernizm, toplum.<br />

102<br />

Arş. Gör. Bahtiyar ASLAN<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

Ways Of “Humans Own<br />

Perception” in Rasim<br />

Ozdenoren’s Stories<br />

Abstract: İn this paper, stories of Rasim Özdenören,<br />

one of the most prominent authors of<br />

Turkish Literature are handled. İn his stories, he<br />

discusses the concious lousing of individual which<br />

is a direct consequence of modernizm. He defines<br />

how an individual realizes himself before modernist<br />

structure of community. This article aims to<br />

focus on Özdenören’s point of view in this contemporary<br />

problematic.<br />

Keywords: Story, modernism, community.


İnsanın kendini idrak etme faaliyeti dünyaya<br />

geldiği andan itibaren başlayan bir gerçekliktir.<br />

İdrak faaliyetinin başlaması demek, aynı zamanda<br />

insan vasfının kazanılmaya başlaması demektir.<br />

Lichtenstein’ın, anneyle çocuğun tek bir birim<br />

oluşturdukları sembiyotik dönemden sonra kazanıldığını<br />

1 söylediği insan olma vasfı, dolayısıyla<br />

kendini idrak faaliyeti, insanın hayatı boyunca<br />

devam edecek bir sürece işaret eder. Öte yandan<br />

sembiyotik dönemin başarıyla aşılması her zaman<br />

mümkün olmayabilir. Bu nedenle de insanın<br />

varoluşunu tamamlayıp tamamlamaması muhtemel<br />

bir durum olarak kalmaya mahkûmdur. Çocuğun<br />

fiziksel ve ruhsal anlamda kendisini anneden<br />

ayrı görmediği sembiyotik dönemin başarıyla<br />

sonuçlanması, aslında insanın daha kapsamlı bir<br />

sembiyotik dönemin içine girmesi anlamına gelir.<br />

Bu dönem, ferdin varoluşunu içinde yaşadığı çevre,<br />

kültür ve toplumla uyumlu bir şekilde gerçekleştirmesi,<br />

onlarla anlamlı bir ilişki içine girmesi<br />

gereken bir dönemdir. Sembiyotik dönemin ilk<br />

evresi için geçerli olan varoluşun tamamlanıp tamamlanmaması<br />

muhtemel durumu bu dönemde<br />

de geçerlidir. Nitekim, Lichtenstein, bireyselliğin<br />

anneyle çocuk arasındaki ilkel bir birlik durumundan<br />

geldiğini, çocuğun bu birlik durumundan çıkıp,<br />

“bireyleşme-ayrılma” (seperation-individuation)<br />

dönemi olarak nitelenen bir süreçten geçerek,<br />

ayrı bir varlık hâline geldiğini, ancak, bu bireyselliğin<br />

aynı zamanda bir “bağlantılı olma gereksinimi”<br />

içinde olduğunu vurgular. Hem bireyselleşmeye,<br />

hem de bağlantı içinde olmaya yönelik bu<br />

zıt yönlü iki eğilim “insan varlığının eğretiliği”nin<br />

kökeninde yer alan bir durumdur. 2 Erik Erikson<br />

ise, kişinin kendisini dış dünyada bir obje olarak<br />

gerçekleştirmesinin, sosyal ve tarihî kimliklerin<br />

ortaya çıkmasına imkân verdiğini söyleyerek, bu<br />

çerçevede kişinin kendisini dış dünyada var etme<br />

biçiminin spesifik özellikleri, belirli tarihsel süreçlere,<br />

“çağ atmosferi” denilen özelliği kazandırır.<br />

Bu açıdan bakıldığında, zamanları için tipik olarak<br />

görülen karakterlerin bu çerçeve içinde değerlendirilmesi<br />

mümkündür. 3<br />

Oğuz Cebeci, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İstanbul <strong>20</strong>04,<br />

s. 73<br />

2 Oğuz Cebeci, age, s. 75<br />

3 Oğuz Cebeci, age, s. 95<br />

103<br />

İnsanın kendini gerçekleştirmesi, belli bir kimlik<br />

kazanması psikolojik ve sosyolojik boyutları olan<br />

bir meseledir. İnsan, dünyaya geldiği andan itibaren<br />

içine doğduğu şartlar ve çevre tarafından<br />

kuşatılmış bir hâldedir ve kendisini bu verili dünya<br />

içinde tanımlamakla sorumludur. Kişinin kendini<br />

kuşatan şartlar ve eşyalar içinde varlığını anlamlı<br />

kılabilmesi için, öncelikle bir “kendilik bilinci”, başka<br />

bir deyişle şahsiyet oluşturması kaçınılmaz bir<br />

zorunluluktur. “Kendilik bilinci”ni oluşturma zorunluluğu<br />

meselenin psikolojik, bu bilincin gerçekleşme<br />

zemini olan çevre ve şartlar da sosyolojik<br />

boyutunu oluşturur.<br />

Son yüz elli yıldır Türk toplumunun içinde bulunduğu<br />

özel şartlar, “kendilik bilinci”ni oluşturma<br />

zorunluluğunun ve bunun psikolojik ve sosyolojik<br />

boyutlarının, tarihsel süreç içinde değişim ve gelişimini<br />

normal bir çizgide sürdüren toplumlara<br />

nazaran daha çetrefil ve çetin şartlar altında gerçekleşmesi<br />

gibi bir sonuç doğurmuştur. Çünkü, bir<br />

toplumsal, yönetsel sistematikten ötekine geçişin<br />

süreçlere dayanmadığı, kopmalarla belirlendiği<br />

alanlarda ortaya çıkan en önemli olgu red ve<br />

inkârdır. 4 Bu, özelde Türk toplumunu, genelde ise<br />

bütün Doğulu toplumları kuşatan bir gerçekliktir.<br />

Bu gerçeklik, en kısa ve kesin tarifini Doğu-Batı<br />

karşıtlığında bulur. Bu karşıtlık az çok belirlenmiş<br />

iki coğrafî bölge karşıtlığından daha çok iki<br />

düşünce karşıtlığıdır 5 ve Doğu-Batı karşıtlığının,<br />

Doğu’nun düşünceyi eylemden üstün tutmasından,<br />

buna karşılık modern Batı’nın da eylemin düşünceye<br />

olan üstünlüğünü kabul etmesinden ibaret<br />

olduğunu söyleyebiliriz. 6 Buna ilâveten Doğu<br />

düşüncesinin geleneksel karakterli olduğunu, Batı<br />

düşüncesi denildiği zaman da bundan anlaşılması<br />

gerekenin yalnızca modern düşünce olduğunu<br />

söylemek karşıtlığı vurgulamak bakımından<br />

önemlidir. Bu çerçevede Cumhuriyet’in Batı’ya yönelişinin<br />

aynı zamanda bir ideolojik arayışın sonucu<br />

olduğunu, bu arayışın da yönünü pozitivizmde<br />

bulduğunu söyleyebiliriz. Bunun, bir kopma ve yeniden<br />

yapılanma anlamına geldiğini ve otoritenin<br />

mutlak gücüyle belirlenen bu yapının kişisel tarih,<br />

4 Hasan Bülent Kahraman, “Türkiye’de Kültürel Söylem Kurguları:<br />

Kopuştan Eklemlenmeye ve Geleneksizliğin Geleneği”, Doğu<br />

Batı, Yıl 3, S. 9, Kasım-Aralık-Ocak 999, s. 26<br />

5 Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, (Türkçesi: Mahmut<br />

Kanık) Ankara <strong>20</strong>05, s. 55<br />

6 Rene Guenon, age, s. 70<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

hafıza, benlik ve kimlik gibi bireysel alanları tahrip<br />

ettiğini tabii bir sonuç olarak kabul etmek gerekir.<br />

Buna, toplumun tabii yaşama biçiminin bir sonucu<br />

olan kültürün karşısına, farklı yöntem ve deneyimlerle<br />

içselleştirilebilecek Batı kültürünün konduğu<br />

ve buradan kaynaklanan kopmanın bir çatışmaya<br />

dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğini de eklemek<br />

gerek. Kopma ve yeniden yapılanma sürecinin<br />

tamamlandığına dair elimizde hiçbir sosyolojik<br />

veri ve iddia bulunmamaktadır. Dolayısıyla,<br />

bu kopma ve yeniden yapılanmanın ferdin kişisel<br />

tarihinde, hafızasında, benlik ve kimliğinde meydana<br />

getirdiği tahrip devam etmektedir ve bu süreç<br />

içinde şu ya da bu şekilde kendini idrak çabası<br />

içine giren her insan bu kopmayı ve onun tabii neticesi<br />

olarak çatışmayı benliğinde -tamamlanmış<br />

ya da tamamlanmamış olsun- duyacak ve kendini<br />

bu iki kavram içinde idrak etmeye çalışacaktır. Bu<br />

şartlar altında girilen bir idrak çabasının saf bir<br />

idrak çabası olması mümkün değildir. Meselenin<br />

sadece psikolojik değil, aynı zamanda sosyal ve<br />

kültürel bir boyuta sahip olmasının temelinde de<br />

bu yatmaktadır.<br />

Rasim Özdenören, Necip Tosun’un da vurguladığı<br />

gibi bazı eleştirmenler tarafından, özellikle<br />

ilk hikâyelerinde varoluşçuluk 7 çerçevesinde değerlendirilir.<br />

8 Rasim Özdenören’in ilk hikâyelerini<br />

bu çerçevede okumak bir farkla mümkün görün-<br />

7 Ritter’e göre varoluşçuluk; “köklerinden kopmuş (…), temelini<br />

yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş (…), toplumda<br />

yabancılaşmış (…), mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren”<br />

bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, “toplum içinde yaşayan bireyin<br />

tehdit altında olduğu (…), günümüzle gelenek arasındaki bağlantının<br />

koptuğu (…), insanın mânâsız bir varlık hâline geldiği (…),<br />

kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde” ortaya<br />

çıkar. Özellikle, savaş ve bunalım ertesi yılları bu çıkışın keskinleştiği,<br />

göze battığı dönemlerdir.<br />

Bazı düşünürler de bu akımın köklerini makineleşmekle, sanayi<br />

toplumuyla izah ederler. Makinenin üretimde kullanılmasının<br />

bir takım ters sonuçlar doğurduğunu ileri süren bu düşünürlere<br />

göre, insan git gide kendi işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor,<br />

özünü, benliğini, kişiliğini, bilincini günden güne kaybediyor,<br />

nesneleşiyor; diğer yandan makinenin getirdiği toplumsal üretim<br />

düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin<br />

ediyor. Sartre’ın deyimiyle insan, giderek “nedensiz, zorunsuz,<br />

anlamsız bir varlık” hâlini alıyor. Varoluşçular, insanın modern<br />

çağdaki durumunun olumsuzluğunu belirtmekle kalmazlar, ferdin<br />

kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini kazanmasını,<br />

baskıdan kurtulmasını da isterler. Wahl’ın bir kumarda öne sürülen<br />

para gibi tehlikede olduğunu söylediği ferdin varoluşunun,<br />

bu tehlikeden kurtuluşunun yolu Sartre’a göre sorumluluğunu<br />

yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. (Geniş bilgi için<br />

bakınız: J. P. Sartre, Varoluşçuluk (existentialisme), (Çeviren: Asım<br />

Bezirci), Say Yayınları, . Basım, İstanbul 993)<br />

8 Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, İstanbul<br />

996, s. 8<br />

104<br />

mektedir; özellikle Sartre’ın varoluşçuluğu dini ve<br />

ahlâkı dışlamış, tanrıyı yok saymış bir felsefedir.<br />

Özdenören’in bu noktada Kierkegaard’ın “teist<br />

varoluşçuluk” düşüncesi çerçevesinde okunması<br />

gereken bir yazar olduğunu söylemek daha doğru<br />

olur. Öte yandan, insanın toplumsal, ekonomik<br />

ve bilimsel değişikliklerin hızı karşısında düştüğü<br />

durumun, bir felesefe akımı içinde çeşitli ilkelerle<br />

ele alınıp, çerçevelenmiş olması, o durumun doğallığına<br />

gölge düşüremez. Dolayısıyla, ferdin dış<br />

gerçeklik karşısında içine düştüğü olumsuz durumu<br />

anlatmak için ille de bir felsefî akımın ya da<br />

anlayışın içinde yer almak gerekmediğini söyleyebiliriz.<br />

İnsan, dünyadaki herşeyin olduğundan başka bir<br />

şey olabileceğini farkettiğinde, dünyanın kendisine<br />

anlam sunabilmesinin ya da yol gösterebilmesinin<br />

mümkün olmadığını anlamaya başlar. O zaman<br />

da, yaşamına anlam katma ihtiyacında olan<br />

insanın, anlamı olmayan bir dünyada nasıl anlam<br />

bulabileceği sorusuyla başbaşa kalır. 9 Bütün hikâyelerde<br />

aynı kahramanın macerasını anlatan Hastalar<br />

ve Işıklar 10 adlı eserde, her şeyden önce dış<br />

dünyayla uyumsuzluğun insanın iç dünyasına nasıl<br />

yansıdığı konu edilir. Eserde, kültürel kodların<br />

bozulması, gelenekle bağların koparılması alegorik<br />

bir dille ifade edilmiştir. Eserin baş kahramanı<br />

genellikle tedirgin, korkuyla kuşatılmış, eşyadan<br />

ve hayattan sürekli şüphe duyan, bu şüphesini bir<br />

kurtarıcı bilgiye dönüştüremeyen, kişisel ve toplumsal<br />

tarihinden kopmuş, sorgulamalarında bile<br />

akl-ı selim sahibi olamayan, dolayısıyla benlik kaybına<br />

uğramış, varoluşunu idrak etmekten uzak bir<br />

insandır. “Sabah” adlı hikâyede kahraman, bir evin<br />

içindedir ve sabah olmaktadır. Güneşin kendini<br />

belli belirsiz hissettirmeye başladığı bir ortamda,<br />

kahraman da uykudan sıyrılmakta güçlük çekmektedir.<br />

Dış dünyanın fluluğu aynen kahramanın<br />

zihni ve düşünceleri için de geçerlidir. Dış gerçekliği<br />

bir türlü kesin çizgilerle ayırt edememektedir.<br />

“Gözlerini açmamıştı henüz. Bir çizginin üstünde<br />

mi, bir merdivenin basamağında mı bilemiyordu.<br />

Penceresi, tabiatın, içinde deniz med ve cezirlerinin<br />

boğuştuğu bir köşesini çerçevelemişti. Oraya<br />

mı gitmek, burada mı kalmak?<br />

9 Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul 990, s. 35<br />

0 Rasim Özdenören, Hastalar ve Işıklar, İz Yayıncılık, 4. Baskı,<br />

İstanbul 998


Burası nereydi? Gözlerini ne zaman açacak<br />

(açacak mı)? (Hastalar ve Işıklar, s. 7) Hikâye baştan<br />

sona bu boğuntu atmosferinde geçer ve dış<br />

dünyaya ait bir gerçekliğin kesin bir şekilde tespitiyle<br />

biter: “Pencere, pencereydi. Ama o, eşyada<br />

olan olağanüstü bir şeyi farkediyormuş gibi, büyük<br />

bir şaşkınlıkla:<br />

- Ne kadar değişmiş her şeyler, dedi, ne kadar<br />

değişmiş! (Hastalar ve Işıklar, s. 8)<br />

Hikâyenin sonunda yazarın sesinin farkediyormuş<br />

gibi diyerek araya girmesi, kahramanın farkettiği<br />

olağanüstülüğün iğretiliğini ortaya koyar.<br />

Fakat buna rağmen kahraman dış dünyaya ait bir<br />

idrakin, dış dünyayı anlamlandırmanın eşiğindedir.<br />

“Çark” hikâyesinde ise kahramanın kendisiyle<br />

ve hayatla hesaplaşmasına şahit oluruz: “Ne yapmıştı!<br />

Ne yapmıştı! Binlerce şu kadar günlük ömrü<br />

boyunca hep o gıcırtılı tramvaylarda, durmadan<br />

adını heceleyen trenlerde, dile gelmez acılarını inleyerek<br />

anlatan kamyonlarda boyuna gulyabanilerden<br />

kaçmış, yakalanmamak için tükenircesine<br />

yorulmuş, kaç otel odasında gözlerini o gammaz<br />

ışıklara açmış, hangi yönlere, bilmediği nerelere<br />

koşmuş, kaçmıştı. Ne acıklı aldanış!” (Hastalar ve<br />

Işıklar, s. 10) Bu hesaplaşma, kendini idrakin ilk<br />

adımlarıdır. Ancak, bu bile kahramanı içinde bulunduğu<br />

boğuntudan kurtaramayacak, artık kaçacak<br />

bir yeri kalmadığını da, bu bir kurtuluşmuş<br />

gibi açıkça ve iyice anlayacak, adımını attığı yerde<br />

kendini usul usul erimeye bırakacaktır. (Hastalar<br />

ve Işıklar, s. 11) Böylece kahraman, olumlu anlamda<br />

olmasa da kendisini idrak etmeye başlamıştır.<br />

“Mani Olunmuş Adam”da hikâyenin adından başlayan<br />

bir kendini idrak edemeyiş ve gerçekleştiremeyişten<br />

söz edilir. Hikâyenin kahramanı, yaşadığı<br />

dünyada kendisini anlamlandırma ve bir yere<br />

konumlandırma çabası içindedir ve bunu gerçekleştiremeyişini<br />

toplumla çatışma şeklinde ortaya<br />

koyar. Kahraman, şehrin kalabalığının içindedir ve<br />

buraya kendisini hangi elin getirdiğinin bile farkında<br />

değildir. Şehrin dışındayken kendisine cazip<br />

gelen kalabalıklar, kendisini hiçbir zaman var saymamış<br />

kalabalıklardır.<br />

Hastalar ve Işıklar’ın birkaç hikâyesinden verdiğimiz<br />

bu örnekler bile, kahramanın dış dünyayı<br />

ve kendisini idrak konusunda bir düğümlenme, bir<br />

105<br />

tutukluk içinde olduğunu gösteriyor. Bu durum,<br />

kişinin hem kendisiyle, hem çevresiyle çatışması<br />

gibi bir sonuç doğuruyor. Dış dünyada olup bitenler<br />

karşısında çaresiz kalan fert, kendisini, çevresini<br />

ve çevresinde olup bitenleri anlamlandırmaya<br />

çalışmakta, bu çabasının çevresinde bulunanlar<br />

tarafından da anlaşılmaması üzerine içinde bulunduğu<br />

olumsuz durumun yoğunlaştığını hissetmektedir.<br />

Böylesi bir çaresizlik içinde olan, seçme<br />

ve değiştirme şansı bulunmayan, özgürlüğü<br />

kısıtlanan, insan olmasının beraberinde getirdiği<br />

bir takım özelliklerin gerçekleşme imkânının kalmaması<br />

ferdi, varoluşçuluğun temel ilkelerinden<br />

biri olan “soyut baş kaldırıya” yönlendirecektir. Dış<br />

dünyaya ve çevreye ait unsurların alegorik okunmaya<br />

açık olması, eseri, birden fazla okuma biçimine<br />

açık hâle getirmekte, özellikle ev, anne, baba,<br />

dede gibi unsurları geleneğin ve tarihin temsilcisi<br />

durumuna yükseltmektedir. Necip Tosun, eserin<br />

ana ekseninin birey olduğunu söyleyerek, eserde;<br />

bireyin susturulmuş, bastırılmış duygularının dış<br />

dünyanın gerçekliği ile aynı yerde çakışmamasından<br />

kaynaklanan hastalıklı hâllerin anlatıldığını<br />

vurgular. 11 Ömer Lekesiz ise; durumdan halkın istek<br />

ve seçimi dışında egemen ideoloji tarafından<br />

dayatılan yeni sistemi sorumlu tutar. 12<br />

Yaşamının doğaüstü bir örüntü izlediğine ve<br />

bu tasarım içinde belirli bir rolü olduğuna inanan<br />

insan tabii ki bu konuda fazla bir rahatsızlık yaşamaz.<br />

Ama nesnel gerçekliğin soruşturulmakta<br />

olduğu teknoloji çağında bu rahatlığı yaşayan insanların<br />

sayısı giderek azalmakta. Kozmik inanç<br />

sistemlerinin dünyamızın yaşamakta olduğu hızlı<br />

dönüşümlere uyum sağlayacak yenilenme süreçlerinden<br />

geçememiş olmasının da bunda payı olsa<br />

gerek. 13<br />

Çözülme 14 adlı eserde ise, insanın benliğini, anlamını<br />

yitirmesinin daha geniş bir çerçevede, ailede<br />

ele alındığını görürüz. Burada da insanların<br />

hayatla, dış dünyayla ve ailenin diğer fertleriyle<br />

sağlıklı ilişkiler kuramamaları nedeniyle içine düştükleri<br />

çıkmazlar anlatılır. Bu sağlıksız durumun<br />

Necip Tosun, Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, İstanbul<br />

996, s. 7<br />

2 Ömer Lekesiz, Öykü İzleri, Ankara <strong>20</strong>00, s. 69<br />

3 Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul 990, s. 36<br />

4 Rasim Özdenören, Çözülme, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul<br />

998<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

temel sebebi kültürel ve sosyal değişimdir. Dış<br />

dünyada meydana gelen hızlı değişime, ailenin<br />

fertleri psikolojik olarak hazırlıksız yakalanırlar.<br />

Ferdin açmazları, çıkmazları aileyi etkilediği oranda<br />

önem kazanmaya başlar. 15 Çok Sesli Bir Ölüm 16<br />

ve Çarpılmışlar 17 da bu çerçevede ele alınması<br />

gereken eserlerdir. Üç eserde de çözülmeye başlayan,<br />

dağılan aile ele alınır, nesiller arasındaki<br />

çatışmaya vurgu yapılır, şehirleşmenin tabii sonucu<br />

olarak göç olgusuna temas edilir. Bu eserlerin<br />

ayrıntısına girmeden, konumuz açısından genel<br />

olarak dış dünyadaki hızlı değişime ayak uyduramayan,<br />

moral değerler açısından hazırlıksız yakalanan<br />

ferdin içine düştüğü benlik kaybına temas<br />

ettiğini söylemekle yetinelim.<br />

Özdenören’in ilk dört eserinde toplumla, hayatla<br />

ve kendi beniyle sağlıklı ilişkiler kuramayan,<br />

kendisini ve çevresini idrak etmekte, gerçekleştirmekte,<br />

değiştirmekte bir takım sorunlar yaşayan<br />

insanlarla karşılaşırız. Fert, kendisini idrak etme<br />

konusunda çaresiz bırakılmıştır ve bir çıkış yolu<br />

bulamamaktır. İdrak ettiği en kesin gerçek çaresizliğidir.<br />

“Denize Açılan Kapı” ile birlikte ferdin,<br />

bilinçli ya da bilinçsiz bir hâlde kendini pozitif<br />

anlamda idrak etme çabası içine girdiğine şahit<br />

oluruz. Özdenören’in eserin adını bir ara Acemi<br />

Dervişler koymayı düşündüğünü söylemesi bu<br />

noktada anlamlı bir hâl almaktadır. Bu acemi dervişlerin<br />

kendilerini farklı şekillerde idrak etmeye<br />

başladıklarını görüyoruz. Bu çerçevede ferdin<br />

kendini idrak biçimleri arasında; yol ve yolculuk<br />

aracılığıyla kendini idrak, nefs muhasebesiyle<br />

kendini idrak, ölüm ve ölüm düşüncesiyle kendini<br />

idrak, tasavvuf düşüncesi ve tasavvufî kurumlar<br />

aracılığıyla kendini idrak konularını ele almaya<br />

çalışacağız.<br />

I. Yol ve Yolculuk Aracılığıyla<br />

Kendini İdrak:<br />

Her yolculuk –uzun veya kısa- bir dünyanın, o<br />

dünyaya ait alışkanlıkların ve aslında o dünyaya<br />

ait her şeyin geride, arkada bırakılması anlamına<br />

geliyor. Önündeyse bilmediğin bir dünya ve bilme-<br />

5 Necip Tosun, age, s. 24<br />

6 Rasim Özdenören, Çok Sesli Bir Ölüm, İz Yayıncılık, 2. Baskı,<br />

İstanbul 993<br />

7 Rasim Özdenören, Çarpılmışlar, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul<br />

998<br />

106<br />

diğin bir istikbal duruyor. Bir gerçek terk edilirken,<br />

bir mümküne doğru yol alınıyor. 18 Özdenören bir<br />

yazısında böyle diyor ve kanaatimizce hikâye kahramanlarının<br />

yolculuk aracılığıyla kendilerini idrak<br />

etmelerinin ana fikrini veriyor. “Ansızın Yola Çıkmak”<br />

kitabının üçüncü hikâyesi İçi ve Dışı’nda nereye<br />

gittiğinin bilincinde olmaksızın yola çıkan ve<br />

bir yerde mola veren bir adam konu edilir. Hikâyenin<br />

kahramanı, otobüsle yolculuğa çıkan, mola yerinde<br />

başka bir otobüse sadece “yeriniz var mı?”<br />

sorusunu sorup, başka bir yere, yöne doğru yeni<br />

bir yolculuğa başlayan biridir. Mola yerlerinden<br />

birinde bir kadınla karşılaşan kahraman, sohbet<br />

esnasında iki tarafın birbirini tanımak amacıyla<br />

sordukları sorulara verilen cevaplarla iç dünyasını<br />

ele verir. Aralarında geçen diyalogdan anlaşıldığına<br />

göre, dış dünyada yapılan yolculuk aslında<br />

yazarın iç dünyasında başlayan bir yolculuğun sebebidir.<br />

Yahut da, bu iki tür yolculuk birbirlerinin<br />

hem sebebi, hem sonucudur diyebiliriz. Bu yolculuk<br />

onun kendi benini kavramaya, kendini idrak etmeye<br />

yönelik bir takım varoluşsal sorular sorması<br />

sonucunu doğurmuştur. Hikâyenin kahramanı kadının<br />

bir sorusuna vevap verirken:<br />

İnsan kendi kendisinin aynası olabilir mi diye<br />

düşünüyorum. Eğer bu mümkünse, insan kendi<br />

kendinin dışına çıkma imkânına sahip demektir.<br />

Ben şimdi bunu deniyorum. Kendi kendimden kaçıp<br />

kaçamayacağımı denemek istiyorum. Bunun<br />

için geziyorum.”(Ansızın Yola Çıkmak, s. 27) diyerek<br />

yolculuğunun sebebini izah eder. Devamında<br />

ise, bildiği tek şeyin aramak olduğunu, nerede<br />

arayacağını bilmediğini ama aramadan durmanın<br />

da saçma olacağını düşündüğünü söyler. Bu, bizi<br />

mutlak gerçeği aramakla ilgili bir tasavvufî düsturla<br />

buluşturmaktadır; aramakla bulunmaz ama<br />

bulanlar arayanlardır düsturuyla.<br />

Kuyu <strong>19</strong> tren yolculuğuyla bir şehre ulaşan ve bir<br />

tekkeye giden Yusuf’un başından geçenler anlatılır.<br />

Yusuf, bu yolculuk aracılığıyla ulaştığı şehirde,<br />

iç dünyasında da bir tür yolculuğa çıkar ve sonunda<br />

uzun bir nefs muhasebesi sonunda tekrar trenle<br />

o şehirden ayrılır. Yusuf’un yolculuğu aslında<br />

bir tür manevî yolculuktur. 33 bölümden oluşan<br />

8 Rasim Özdenören, Acemi Yolcu, İz yayıncılık, İstanbul 997,<br />

s.<br />

9 Rasim Özdenören, Kuyu, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul<br />

<strong>20</strong>02


hikâye, Yusuf adlı kahramanın ruhsal arayışının<br />

ana tema olarak belirdiği bir metindir. Hikâyenin<br />

kahramanı Yusuf ile Züleyha kıssasından haberdardır<br />

ve başından geçen olayları, karşılaştığı durumları<br />

sözkonusu kıssa ile örtüştürerek ele alır.<br />

Modern metinler, dinî ya da mitolojik kıssalara genellikle<br />

soyutlama amacıyla başvururlar. Yılmaz<br />

Taşçıoğlu’nun bir yazısında temas ettiği gibi, bu<br />

soyutlama işlemi anlatının genelleştirilmesi amacına<br />

hizmet etmektedir. Dolayısıyla anlatılanların,<br />

özel, belirli bir kişinin şahsi tecrübesi değil, genel<br />

insan durumu olarak algılanması amaçlanmaktadır.<br />

<strong>20</strong> Hikâyenin kahramanı ilk bölümlerde günahı<br />

tercih ederek bir bakıma kendini gerçekleştirmekten<br />

kaçar duruma düşerken, sonraki bölümlerde<br />

günahtan kaçarak, çağrılmış olduğu sezdirilen<br />

tekkeye gitmeyi tercih edişiyle ruhsal arayışını<br />

olumlu anlamda yönlendirmiş olur. Ancak yolculuğun<br />

bittiği yerde kahramanın nefsi temsil eden<br />

köpeğe: “Şimdi biz kuyunun içinde miyiz, dışında<br />

mı?” (Kuyu, s. 90) demesi olumluya yönelen ruhsal<br />

arayışın bitmediğini gösteriyor. Yine de kahramanın<br />

“ben”iyle savaşmasını, onu öldürerek daha<br />

güçlü bir bütünle, cemaatle buluşmasının kendini<br />

idrak bakımından önemli bir aşamaya işaret ettiğini<br />

söyleyebiliriz.<br />

II. Nefs Muhasebesiyle Kendini<br />

İdrak:<br />

İnsanın, kendini ve dünyayı idrakinin temelinde<br />

sorgu ve hesaplaşma vardır. Modern insanın yaşadığı<br />

zemin, sorgular açısından son derece elverişli<br />

olmasına rağmen, modernliğin ve modernizmin<br />

inşa ettiği bilinç, bunun nefs muhasebesi düzeyine<br />

erişmesinin önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.<br />

Özdenören’in Denize Açılan Kapı 21 kitabından<br />

önceki eserlerinde bu durumun pek çok örneğine<br />

rastlanır. Nihayet bu çerçeve içindeki bütün<br />

hamleleri karanlığa çıkan insan, nefs gerçeğini<br />

keşfeder ve onunla hesaplaşmaya başlar. Bu hesaplaşmanın<br />

bir yanında ferdin kendisi, öbür yanında<br />

da yine ferdin ötekileştirdiği nefs yani öteki<br />

ben vardır. Özdenören’in hikâyelerinde kişinin<br />

<strong>20</strong> Yılmaz Taşçıoğlu, “Rasim Özdenören’in Kuyu Adlı<br />

Hikâyesindeki Anlatım Özellikleri Üzerinde Bazı Dikkatler”, Işıyan<br />

Kelimeler Rasim Özdenören (Haz. Alim Kahraman), I. Basım, İstanbul<br />

<strong>20</strong>07, s. 44<br />

2 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, İz Yayıncılık,<br />

İstanbul 997<br />

107<br />

içindeki öteki olgusunun karşılığı köpek veya başka<br />

bir adlandırmayla it vardır. İt hikâyesinde (Denize<br />

Açılan Kapı, s. 67-72) içindeki itle hesaplaşan,<br />

kimi zaman onun esiri olan, kimi zaman onu yok<br />

etmeye çalışan bir insan anlatılır. İt, bu hikâyede<br />

bir metafor olarak kullanılmıştır ve tam anlamıyla<br />

nefsi temsil eder. Zaman zaman azgınlaşan, kuduran<br />

iti içinden atmak ister kahraman. Zaman<br />

zaman da efendisinin önüne atmak ve onun kırbaçlamasını<br />

istemektedir. Bir çatı katında yaşayan<br />

hikâye kahramanı, itin kendisine hakim olduğu<br />

zamanlarda evin karşısında bir dairede oturan<br />

kadını gizlice seyretmekte ve cinsel duyguların<br />

etkisi altına girmektedir. İtle sürdürülen mücadele,<br />

hikâyede Beyazid-i Bistamî için anlatılan bir<br />

kıssayla çakışır. Kıssaya göre, Beyazid-i Bistami,<br />

nefsine eziyet ederek ondan kurtulmak istemiş,<br />

sonunda onun bir it şeklinde ağzından çıkıp gittiğini<br />

görmüştür. Ancak gaibten gelen bir ses, ona<br />

iti tekrar içine almasını emretmiş ve kendisinin<br />

onunla beraber sevildiğini söylemiştir. Hikâyenin<br />

kahramanı da itten kurtulmak isterken -bu kıssayı<br />

biliyor olmalı ki- itle birlikteyken sevildiğinin<br />

bilincine varır ve böylece bir anlamda insanın iki<br />

kutuplu bir varlık olduğunu idrak eder. Bu noktada<br />

kendisini gerçekleştirmeye yönelik olarak vardığı<br />

neticelerden biri de, itin, yani nefsinin öldürülmesi<br />

yerine terbiye edilmesi gerektiğini öğütleyen tasavvufî<br />

öğretidir.<br />

Kuyu’da Yusuf, yasak bir ilişkinin ardından rüyasında<br />

kendisini bir köpek şeklinde görür: O<br />

anda kendisi de iri kara uyuz bir köpek biçimine<br />

dönüşüyor, köpek kendini bu adamın ayaklarının<br />

dibine atıyor, o anda adamın elinde bir kırbaç<br />

peydahlanıyor…(Kuyu, s. 35) Köpek, kırbacın kendisini<br />

ikiye biçmesini ve yok etmesini istemekte<br />

ama adam bu işin daha vadesinin gelmediğini,<br />

kırbacın vuruşlarıyla yakında eğitileceğini söylüyor.<br />

Burada da aynı şekilde köpeğin eğitilmesi temasıyla<br />

karşılaşıyoruz. Aynı hikâyede değişik vesilelerle<br />

Yusuf’un köpek metaforu üzerinden nefs<br />

muhasebesini gerçekleştirdiğini görürüz. İt ya da<br />

köpek metaforunu başka bir çalışmamızda daha<br />

detaylı ele almak istediğimiz için, şimdilik burada<br />

bu kadar temas etmekle yetinelim.<br />

Yine Kuyu’nun 26. bölümünde Yusuf’un kendi<br />

nefsi üzerine düşündüğü görülür: Düşündü: nefsi-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ne itibar etmediğini sanıyordu, ama acaba nefsini,<br />

ona itibar etmediğini söyleyerek mi izzetliyordu?<br />

Ona böyle düşünebileceği öğretilmişti: nefsin<br />

oyunlarının şeytanınkinden aşağı kalır yanı olmadığı<br />

belletilmişti. Nefs, diyorlardı, kendine itibar<br />

etmediğini söyler ve kendine itibar etmediğini<br />

itiraf ederek bundan pay çıkartmaya girişir: nefse,<br />

belki de bu yüzden zalim diyorlardı. Ona şu da<br />

öğretilmişti: Zulüm bir şeye hakkı olan şeyi vermemektir!<br />

Nefs, kendine zulüm uygulandığını ileri<br />

sürerek de bundan kendine kendine pay çıkartmaya<br />

girişebilir. (Kuyu, s. 71)<br />

III. Ölüm ve Ölüm<br />

Düşüncesiyle Kendini İdrak:<br />

Özdenören’in hikâyelerinde ölüm çok sık ele<br />

alınır. Özellikle insanın kendini idrakinin bir aracı<br />

olarak kullanıldığı yerlerde ölüm düşüncesi, “Ölmeden<br />

önce ölünüz” hadisinin anlamı çerçevesinde<br />

kullanılır. Bu ve başka şekillerde kullanıldığı<br />

zaman, ölüm uyarıcı, diriltici bir role sahiptir.<br />

Ansızın Yola Çıkmak 22 kitabındaki İskelet (Ansızın<br />

Yola Çıkmak, s. 65-73) adlı hikâyede, Zehra, şiddetli<br />

bir yalnızlığın etkisiyle içindeki öteki beni bir<br />

iskelet olarak görür ve böylece içindeki ötekiyle<br />

konuşmaya başlar. Kişisel geçmişine dalan ve tasavvufî<br />

anlamda bir biatı çok önceleri gerçekleştirmiş<br />

olan Zehra, konuşmanın bir yerinde:<br />

Ben kendi sûrumu üfledim.<br />

Ben şimdi ölmeden önce ölmeyi yaşıyorum.<br />

(Ansızın Yola Çıkmak, s. 73) diyerek hadisteki düstûru<br />

gerçekleştirmiş olduğunu ortaya koyar.<br />

Arasat hikâyesinde, sürekli çevresindekilere kötülük<br />

eden, kirli bir hayatın içinde yaşayan Ejder’i<br />

halası ölüm ve ötesiyle kendine dönmeye, tövbe<br />

etmeye iknaya çalışır:<br />

Ecelin gölgesi her daim başımızdadır can alıcı<br />

gelmeden tövbe kapısına sığınmak gerek o gün<br />

celal perdeleri aralandığı vakit daha sen kabir<br />

berzahında beklerken mücrimler hayattayken en<br />

çok neden korkuyorlarsa onun sesiyle korkutulurlar<br />

ateşin bir tek şifası vardır gözyaşıdır tövbedir<br />

(Çarpılmışlar, s. 34)<br />

22 Rasim Özdenören, Ansızın Yola Çıkmak, İz Yayıncılık, 3.<br />

Baskı, İstanbul <strong>20</strong>07<br />

108<br />

Pus hikâyesinde baştan sona bir ölüm atmosferi<br />

vardır. Evin dedesi ölmek üzeredir ve torunu bu<br />

gerçeğin evin her tarafına sindiğini hissetmektedir.<br />

Dede, belki de son bir hamleyle artık görevini<br />

yapamayan bir silahı torununa bırakır. Torunu,<br />

buna bir anlam veremez:<br />

-Ben bir şey anlamadım dedim ürkek bir sesle.<br />

-İçine bir şey doğmadı mı?<br />

-Doğdu.<br />

-Hepsi o işte, dedi, gereğinden fazla aç gözlü<br />

olma.(Hastalar ve Işıklar, “Pus”, s. 22)<br />

Torunu dedesinin bu hareketinden bir şeyler<br />

hissetmiştir ama bunun tam anlamının, karşılığının<br />

ne olduğunu bilmemektedir. Bu, ölüme doğru<br />

giderken dedenin toruna bıraktığı tarih duygusudur<br />

aslında. Torun böylece, kendi tarihiyle buluşacak<br />

ve kendisini oradan idrak ve inşa etmeye<br />

başlayacaktır.<br />

Ölüm kavramı hayatın tersi, yani öteki’si olması<br />

yönüyle, doğal olarak hayatı idrak edişte, anlamlandırışta<br />

önemli bir rol üstlenir. Ölümün kaçınılmazlığı<br />

gerçeği, Özdenören’in kahramanlarını<br />

çoğunlukla ontolojik bir yolculuğa çıkarır ve bu<br />

anlamda kavramın anlam alanının tersine diriltici<br />

bir rol üstlenir. Ölüm karşısındaki çaresizlik, insana<br />

varlığının gerçekleriyle ilgili bir takım kesin bilgiler<br />

verir, ona acizliğini ihtar eder. Bu ise insanın<br />

kendini en azından bir boyutuyla idrak etmesine<br />

yarar. Ölümün bir olay olarak gerçekleşmesinden<br />

ziyade, kavramsal olarak ortaya çıkması idrak açısından<br />

önemlidir. Hışırtı 23 adlı kitaptaki Boşluktaki<br />

Duruş hikâyesindeki kahraman ölüm düşüncesiyle<br />

daha çok bu kavramsal boyutuyla buluşur; o düşünce<br />

ilk ne zaman kafasında zonkladı, bilmiyordu:<br />

ölüm düşüncesi: ölümü düşünmeye başladı,<br />

hayır kendini öldürmeyi değil, ölümün kendisini…<br />

(Hışırtı, “Boşluktaki Duruş”, s. 50)<br />

IV. Tasavvuf Düşüncesi ve<br />

Tasavvufî Kurumlar Aracılığıyla<br />

Kendini İdrak:<br />

Özdenören’in hikâyelerinde tasavvufun Denize<br />

23 Rasim Özdenören, Hışırtı, İz Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul<br />

<strong>20</strong>0


Açılan Kapı’yla birlikte daha çok yer almaya başladığını<br />

görülür. Eserin adındaki deniz kelimesi<br />

aslında bizim manevî dünyamıza, tasavvufa işaret<br />

eder ve insanın kendini idraki bu dünyada gerçekleşmelidir<br />

düşüncesinin ürünüdür bu adlandırma.<br />

Özellikle eserdeki Bir Adam, Karşılaşma, O zaman,<br />

Öteki gibi hikâyelerde insanın bir rabıta kurma, bu<br />

dünya hayatını şekillendirecek, kişinin bu dünyadaki<br />

konumunu belirlemesinde ona rehberlik edecek<br />

bir öteki dünya fikriyle buluşma, öte dünya<br />

fikrinin ışığında kendini idrak etme, anlamlandırma<br />

çabalarına şahit oluruz. Önceki hikâyelerinde<br />

insanın bilinçaltını açığa çıkarmaya çalışan yazarın<br />

böylece artık insanın metafizik boyutuna el attığını<br />

görürüz. Özellikle “Sabahın Seher Vaktinde<br />

Aman” hikâyesinde keramet olgusuyla karşılaştırır<br />

bizi yazar. Karşılaşma’da bir savaşın içinde kurşunlardan<br />

kaçan bir annenin düşürdüğü çocuğu<br />

kurtarmaya çalışan bir dedenin ölümü anlatılır<br />

torununun ağzından. Torun, hikâyenin anlatım zamanında<br />

artık rabıta sahibi bir kişidir ve hikâyenin<br />

sonunda karın üstünde donup ölen bebeğin ardından<br />

eseflenmektedir:<br />

Ama şimdiki hâlim olsa, rabıta nedir bilebilmiş<br />

olsam kor muydum o bebek ölsün. Efendimin<br />

himmetiyle atmaca gibi kapardım ki, keferenin<br />

ruhu bile duymazdı, duysa bile kurşunu bu döşüme<br />

işlemezdi…(Denize Açılan Kapı, s. 65)<br />

Bu noktada himmet kavramına vurgu yapmakta<br />

fayda vardır. Will Durant, yaşama anlam<br />

verebilecek nedenlerin, insanı kendi kişiliğinin<br />

sınırlarının ötesine götürebilmesi ve kendisinden<br />

daha zengin bir bütünle işbirliği yapabilmesini<br />

sağlaması gerektiğini söylüyor. Himmet ve keramet<br />

gibi kavramlara inanmak, kişinin kendini bu<br />

kavramların ışığıyla idrak etmesi, üst bir gerçekle,<br />

kendisinden daha büyük bir bütünle işbirliği içine<br />

girme çabasıdır.<br />

Kuyu’da da Yusuf, tasavvufi bir kurum olan<br />

tekkeye gitmek için yola çıkmış, tekkeye ulaştığında<br />

tasavvufî hayatın çeşitli rükûnları içinde<br />

kendini yeniden idrak etmeye başlamıştır. Hikâye,<br />

Yusuf’un “bağlanmak” amacıyla hakkında<br />

en küçük bir bilgi sahibi bile olmadığı bir şehre<br />

gelmesiyle başlar. Hz. Yusuf kıssasına telmihlerle<br />

açımlanan hikâyede, gece geç saatte istasyona<br />

109<br />

inen kahraman, bu saatte tekkeye gitmenin doğru<br />

olmayacağı düşüncesiyle bir otelde geceyi geçirmeye<br />

karar verir. Orada bir kadınla düşle gerçek<br />

arasında yasak bir ilişki yaşayan kahraman, sabaha<br />

kadar kendi kendisiyle hesaplaşmaya başlar.<br />

Bu hesaplaşma onun kendisinden kaçmasına ve<br />

kuyu’ya düşmesine sebep olur. Kuyu, burada insanın<br />

çıkmazlarını temsil eden birmetafor niteliğine<br />

bürünür. Kuyunun içinde nefsiyle boğuşan Yusuf,<br />

sonunda boşlukta yükselerek kuyudan kurtulmanın<br />

tek yolunun bağlanmak olduğuna karar verir.<br />

Tasavvufun temel alındığı hikâye kitaplarından<br />

biri de Ansızın Yola Çıkmak’tır. Eserde, tasavvufa<br />

girmiş ya da girmek üzere olan insanların (acemi<br />

dervişlerin) yaşadığı içsel çatışmalar, çalkantılar,<br />

sarsıntılar, geçmişle ve gelecekle hesaplaşmalar<br />

anlatılır. tasavvuf kurumunun insanı nasıl biçimlendirdiği,<br />

dönüştürdüğü, olaylara ve eşyaya nasıl<br />

bir bakış açısı kazandırdığı çeşitli öykülerde örneklendirilir.<br />

24<br />

Sonuç:<br />

Rasim Özdenören’in hikâyeleri, çağımızın gerçeğiyle<br />

örtüşen, modern hayatın ve düşüncenin<br />

ruhlarında yaralar açtığı, benlik kayıplarına neden<br />

olduğu kahramanları, aileleri konu edinir. Ele aldığımız<br />

konunun alt başlıklarının ve konuya ilişkin<br />

örneklerin çoğaltılmasının mümkün olduğunun<br />

bilincindeyiz. Ancak, bu çalışmamızda insanın<br />

kendini idrak biçimlerinin Özdenören’in hikâyelerinde<br />

nasıl belirdiğini ihsas ettirmeye çalışmakla<br />

yetinmeyi tercih ettik. Özdenören’in hikâyelerinde<br />

kendilik bilincinden uzak bırakılan ferdin, kendini<br />

idrak etmesinin yolunun ancak kendinden daha<br />

güçlü bir bütünle buluşmasından geçtiğinin vurgulandığını<br />

gördük. Bu güçlü bütünün ise özellikle<br />

metafizik alanlara, dinî ve tasavvufî kurum ve değerlere<br />

tekabül ettiğini tespit ettik.<br />

24 Necip Tosun, “Özdenören’in Son Dört Öykü Kitabında<br />

Tasavvuf, Kadın ve Aşk”, Kitap Postası, S. 3, Nisan <strong>20</strong>06, s. 58<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

KAYNAKÇA:<br />

CEBECİ, Oğuz (<strong>20</strong>04) Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İstanbul: İthaki<br />

Yayınları.<br />

GEÇTAN, Engin, (<strong>19</strong>90), Varoluş ve Psikiyatri, İstanbul: Remzi Kitabevi<br />

GUENON, Rene, (<strong>20</strong>05) Modern Dünyanın Bunalımı, (Türkçesi:<br />

Mahmut Kanık) Ankara: Hece Yayınları.<br />

KAHRAMAN, Hasan Bütlent, (<strong>19</strong>99) “Türkiye’de Kültürel Söylem<br />

Kurguları: Kopuştan Eklemlenmeye ve Geleneksizliğin Geleneği”,<br />

Doğu Batı, Yıl 3, S. 9, Kasım-Aralık-Ocak <strong>19</strong>99, İstanbul.<br />

LEKESİZ, Ömer, (<strong>20</strong>00) Öykü İzleri, Ankara<br />

ÖZDENÖREN, Rasim (<strong>20</strong>01), Hışırtı, 2. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>93) Çok Sesli Bir Ölüm, , 2. Baskı, İstanbul:<br />

İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Acemi Yolcu, İstanbul: İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Ansızın Yola Çıkmak, 3. Baskı, İstanbul:<br />

İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Denize Açılan Kapı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>97) Hastalar ve Işıklar, 4. Baskı, İstanbul:<br />

İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>19</strong>98), Çözülme, 3. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />

ÖZDENÖREN, Rasim, (<strong>20</strong>02) Kuyu, 3. Baskı, İstanbul: İz Yayıncılık<br />

SARTRE, J. P., (<strong>19</strong>93)Varoluşçuluk (existentialisme), (Çeviren: Asım<br />

Bezirci), 11. Basım, İstanbul: Say Yayınları.<br />

TAŞÇIOĞLU, Yılmaz, (<strong>20</strong>07) “Rasim Özdenören’in Kuyu Adlı Hikâyesindeki<br />

Anlatım Özellikleri Üzerinde Bazı Dikkatler”, Işıyan Kelimeler<br />

Rasim Özdenören (Haz. Alim Kahraman), I. Basım, İstanbul:<br />

Kaknüs Yayınları<br />

TOSUN, Necip, (<strong>19</strong>96) Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören, İstanbul:<br />

İz Yayıncılık<br />

110


I. SÖYLEŞİ<br />

Rasim ÖZDENÖREN - Dr. Âlim KAHRAMAN<br />

111<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Rasim ÖZDENÖREN - Dr. Âlim KAHRAMAN<br />

Âlim Kahraman: Saygıdeğer dinleyiciler,<br />

Hepinizi ayrı ayrı selâmlıyorum. Sempozyumun<br />

bu bölümünde Türk hikâyesinin değerli hikâyecilerinden<br />

Rasim Özdenören’le konuşacağız. İlk hikâyesini<br />

<strong>19</strong>57 yılında yayımlıyor. Buna göre bu yıl<br />

Rasim Özdenören’in hikâyeciliğinin 50. ylıdır. Bugüne<br />

kadar değişik alanlarda farklı türlerde eserler<br />

vermiş bir yazarımız. Biz daha çok onun öykücü<br />

yönünü ele alacağız. Bu bakımdan sizlere öykü<br />

kitaplarını kısaca hatırlatmak istiyorum. <strong>19</strong>67’de<br />

Hastalar ve Işıklar, <strong>19</strong>73’te Çözülme, <strong>19</strong>74’te Çok<br />

Sesli Bir Ölüm, <strong>19</strong>77’de Çarpılmışlar, <strong>19</strong>83’te Denize<br />

Açılan Kapı, <strong>19</strong>99’da Kuyu, <strong>20</strong>00 yılında Ansızın<br />

Yola Çıkmak, yine <strong>20</strong>00 yılında Hışırtı kitabı ve<br />

son olarak da Toz adlı öykü kitapları yayınlanmıştır.<br />

Değerli hikâyecimiz Rasim Özdenören’i davet<br />

ediyorum. Buyurun efendim.<br />

Efendim, bugün öykü ve öykücülüğünüz üzerine<br />

ve bugünün sempozyumun konusu olan <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

sonrası öykü üzerine hazırladığım bazı soruları<br />

size yönelteceğim. Tabii ki bu çerçevede sohbetimiz<br />

devam edecek ama farklı konulara doğru da<br />

açılabilir. Biraz da zuhurata bırakıyoruz. Şimdi öncelikle<br />

öyküleriniz üzerini de bazı sorular soracağım<br />

ama, öykü görüşünüzü, öykü üzerine düşüncelerinizi<br />

birazcık ortaya çıkarabilmek adına bazı<br />

sorular soracağım. Bunların içinde belki öykünün<br />

doğuşu konusunda da, dünya edebiya bu tür nasıl<br />

gelişmiştir, en azından sizin pencerenizden bu<br />

konulara bakmaya çalışacağız. Öncelikle şöyle<br />

girmek istiyorum; bir yazınızda; öykü, anlatmaktır<br />

diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Yani anlatmanın<br />

“ne”yi ve “nasıl”ı da var mı?<br />

112<br />

Rasim Özdenören: O sözü tekrarlayabilirim;<br />

öykü anlatmaktır. Tıpkı fiziğin bir anlatma işi olması<br />

gibi, biyolojinin bir anlatma işi olması gibi.<br />

Anlatma ama neyi anlatma? Fizikçi, fizik nesneleri,<br />

fizik fenomenleri, olayları anlatır. Bizim görmediğimiz<br />

fenomenin mahiyetini bize açıklamaya çalışır.<br />

Mesela, Ainstein’ın meşhur formülü; E eşittir<br />

MC kare. Öyle bir formül tabiatta yok. Yani enerji<br />

eşittir kütle çarpı ışık hızının karesi. Ama bir adam<br />

gealiyor ve bizim yerimize fiziği okuyor ve bu okuduğunu<br />

bir formülle izah ediyor. Öykücü ne yi okuyor?<br />

Öykücü, o da fenomenleri anlatıyor, insanı<br />

anlatıyor insan ilişkilerini anlatıyor, gördüğü her<br />

ne ise onu anlatmaya çalışıyor. Ama anlattığı şey<br />

öykü formatında oluyor. Öykü biçiminde anlatabildiği<br />

takdirde biz ona öykü diyoruz. Şimdi herşeyin<br />

tanımlaması gibi öykü veya şiirin tanımlaması da<br />

kolay değil. Her tanımlama eksik kalır. Nitekim<br />

felsefeyi de böyle düşünebiliriz. Felsefe de neticede<br />

kavramlar tanımlanıyor ama kavramı her<br />

tanımlayan filozofun eksik bıraktığı, kendisinden<br />

sonra gelenler tarafından eksik veya yanlış görülen<br />

unsurlar, faktörler tamamlanmaya çalışılmak<br />

suretiyle zincirleme böylesine geliyor. Şimdi biz<br />

“öykü anlatmaktır” dedik, bazı eleştirmenler, edebiyat<br />

üzerine düşünen arkadaşlarımız buna dudak<br />

büktüler; herşey öyleyse anlatmaktır. Biz de zaten<br />

tersini söylemiyoruz. Fizik de bir anlatmadır, biyoloji<br />

de, bütün bilim dalları da bir anlatmadır. Ama<br />

nasıl bir anlatma? Sadece o kişinin, o fizikçinin, o<br />

öykücünün, o romancının, o şairin gözüyle, onun<br />

perspektifiyle anlatılması gereken şeyi anlatmaktır.<br />

Bunu böylece bitirmiş olalım.<br />

A. K.: Şimdi, öykü türü belli bir dönemden son-


a dünyada beliren bir tür, bizde de öyle. Hatta<br />

bunu modern anlamda öykünün ortaya çıkışını<br />

<strong>19</strong>. yüzyılın ikinci yarısına götürebiliyoruz. Bundan<br />

önce bazı metinler öykü sayılmıştır, yahut da<br />

doğuşu Decameron’a kadar götürülmüştür, oradaki<br />

bir takım anlatımlar veya Binbir Gece’deki<br />

bazı bölümler de kendine göre öyküye yaklaşan,<br />

veyahut da o tarzı haber veren bir takım örnekler.<br />

Ama modern anlamıyla öykünün ortaya çıkışı <strong>19</strong>,<br />

yüzyılın ikinci yarısında. Öncelikle şunu sormak istiyorum;<br />

bu türün dünyadaki önemli öncüleri kimlerdir?<br />

En azından sizin pencerenizden bu konuya<br />

bakmak isteriz.<br />

R. Ö. Dediğiniz gibi bizim de bugün yazmaya<br />

çalıştığımız modern öykünün mazisi çok eski değil;<br />

<strong>19</strong>. yüzyıl. Ama zorladığımız takdirde –nitekim<br />

bu zorlamayı yapan eleştirmenler, edebiyat<br />

tarihçileri yok değil, Mesnevi ile irtibat kuranlar<br />

var, Kelile ve Dimne ile irtibat kuranlar var- ama<br />

modern öykü, modern zamanların bir ürünüdür<br />

ve şöyle ibr zorunluluktan ortaya çıkmıştır; modern<br />

zamanın özellikle İngiltere’de sınaî devrimin<br />

getirdiği sıkış-tıkış bir hayat tarzı var. Hızın ön<br />

aldığı, Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’deki<br />

bir ifadesine başvurarak söylersek; bugün diyor,<br />

demir yolu ve buhar çağını yaşıyoruz. Bugün bize<br />

komik gelebilir. Ama bugün aynı şey, feza çağında<br />

yaşıyoruz, bilgisayar çağında yaşıyoruz denebilecek<br />

bir söyleyiş. <strong>19</strong>. yüzyılda bugün Türkiye’de<br />

okuma-yazma seferberliği diye anılan bir faaliyet<br />

var. Herkese okuma-yazma öğretme gayreti var.<br />

Bu okuma-yazma gayretinin kökeni gene <strong>19</strong>. yüzyılda<br />

sınai devrimine dayanıyor. Sınai devrimde,<br />

işçinin yani müşterinin, mal satın alacak şahsın en<br />

azından bir markayı okuyabilmesi veya kenidsine<br />

verilmiş olan bir tarifnameyi okuyabilmesi isteniyor.<br />

Asgarî düzeyde bir okuma yazma bilmesi gerekiyor.<br />

Bir makinenin başına geçtiği zaman onun<br />

nasıl kullanılabileceğini öğrenmesi gerekiyor. Bu<br />

okuma-yazma seferberliğinin kökeni oraya kadar<br />

indiriliyor. Şimdi böyle bir çağda insanların daha<br />

önceki dönemlerde yazılmış olan destanları, uzun<br />

romanları okumaya vaktı yok. Bu insan, evinden iş<br />

yerine gidinceye kadar otobüste, banliyö treninde<br />

açıp okuyabileceği ve otobüse bindiği yerle ineceği<br />

yer arasında bitirebileceği metinlere ihtiyaç<br />

duyuyor ve böyle bir ihtiyacı karşılama sadedinde<br />

113<br />

bugünkü kısa öykü dediğimiz öykü ortaya çıkıyor.<br />

Yani her olayda olduğu gibi tepeden inme şeklinde<br />

değil…<br />

A.K.: Veya bu açıklamanız kısa öykünün ortaya<br />

çıkışının bir cephesini ortaya koyuyor.<br />

R. Ö.: Ama bir kere ortaya çıktıktan sonra bunun<br />

sanatlı olanı da yapılabilir deniliyor ve işte asıl<br />

sorduğun soruya bu noktadan giriyoruz. Sanatlı<br />

olarak yapıldığında iki ana damar ortaya çıkmış.<br />

Ben maalesef toplantıya başından itibaren katılamadığım<br />

için belki daha önceki konuşmacılar değinmiş<br />

olabilirler butür konulara. Onun için tekrar<br />

oluyorsa affınızı istirham ediyorum. İki ana damarı<br />

var: Bir Poe damarı ki, bilahare Maupassant ile gelişen<br />

ve devam eden bir damar, diğeri de Rusya’da<br />

Çehov damarı dediğimiz damar… Birisi karmaşık,<br />

insanın tabiri caizse varoluş problemlerini dile getiren,<br />

hafakanını dile getirmeye çalışan bir öykü<br />

tarzı, diğeri de daha sade, daha basit, insanların<br />

çok fazla kafa yormaksızın -tabiri küçümsemek<br />

için söylemiyorum- ama leblebi çekirdek yercesine<br />

basitçe herkesin okuyabileceği,daha popüler<br />

bir tür. Bu iki damar o günden bugüne gelmiş ve<br />

bugünkü öykücüleri de bu iki damardan birine irca<br />

etmek mümkün…<br />

A.K.: Bir de burada yine öykülerinize geçmeden<br />

önce öykü ve diğer türler… Tabii şimdi belli<br />

bir dönemden itibaren öykü kendi bağımsızlığını<br />

kazanma mücadelesi verdi bir bakıma. Bizde de<br />

böyle oldu bu. çünkü daha önceki dönemlere baktığımızda<br />

romanla karıştırılan yahut da roman ve<br />

öykü diye onun yanına eklenen veyahut da öyküden<br />

romana geçilir, onun bir ön aşaması filan gibi<br />

tartışmalar yapıldı. Ama özellikle ellili, altmışlı ve<br />

yetmişli yıllardan sonra öykü kendi bağımsızlık<br />

alanını daha fazla vurgular hâle geldi. Günümüze<br />

geldiğimizde ise tabii o dönemlerde de var bazı<br />

çıkarılan öykü dergileri. Seçilmiş Hikâyeler hemen<br />

aklıma gelen. Günümüzde sadece öyküye ayrılan,<br />

onu konu alan dergiler var. Burada bir oturum,<br />

sempozyum yapılıyor, konusu sadece öykü olan.<br />

Bu artık iyice kendini özellikle karışma ihtimali<br />

olan romandan ayırma, bağımsızlaştırma aşamasını<br />

geçmiş oluyor. Ama ben bugün öykünün bu<br />

kadar serpilme, yayılma, açılma döneminde terse<br />

doğru soruyu sormak istiyorum. öykü diğer tür-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

lerle bağlantılı bir takım ataklar, bir takım denemeler<br />

ortaya koyuyor. Bu sizin öykünüzde de var.<br />

Mesela daha çok öykü ve şiir üzerinde durulur.<br />

Öykünün şiire yakınlığı. Romandan da uzaklaştırılmış<br />

oluyor böylece. Ama ben onu sormayacağım.<br />

Özellikle son dönemde sizin, deneme, anlatı ve anı<br />

diyebileceğimiz bazı alt türlerle öyküyü karıştırdığınız<br />

metinler var. Hatta onlara öykümsü diye başlık<br />

koydunuz. Öykümsü bugün eleştiri dünyasında<br />

hafifsemek için de kullanılıyor ama sizin öyle bir<br />

niyetle bu başlığı kullandığınızı zannetmiyorum.<br />

Öykü ve diğer türlerin birleşmesi konusunda kendi<br />

deneyimlerinizden de yola çıkarak ne söylemek<br />

istersiniz?<br />

R. Ö.: Şimdi ilkin sözün en başından başlayalım.<br />

Felsefe açısından baktığımızda öykü, roman veya<br />

şiir, bunların hepsini şiir başlığı altında toplamak<br />

mümkün, hatta zorunlu diyebilirim. Felsefe açısından<br />

bakıldığında bunların tümü insan zihninin<br />

ürünü. İnsan zihninin ürünü olarak edebiyat açısından<br />

önümüze şiir, öykü, piyes vs. türler olarak,<br />

ayrılmış olarak çıkabilir. Ama neticede bunlar insan<br />

zihninin ürünü, insan zihninin türevi olarak<br />

bakıldığında bunların hepsine poem dememiz, şiir<br />

dememiz mümkün. Burada kalite de söz konusu<br />

değil. Kaliteli veya kalitesiz. Efendim edebiyat<br />

açısından farklı noktalarda önem taşıyabilir. Filan<br />

akıma irca ederek değerlendirmemiz kolay olabilir,<br />

mümkün olabilir veya o açılardan baktığımızda<br />

bir esere romantık dememiz, gerçekçi dememiz<br />

ne bileyim, naturalist, realist, trajik veya dramatik<br />

eser olarak değerlendirmemiz o esere yaklaşırken<br />

onu anlamamız açısından bize kolaylıklar<br />

sağlayabilir. Bu, edebiyat, literatür açısından yerindedir.<br />

Fakat felsefe açısından bunların tümüne<br />

insan zihninin bir ürünü olarak baktığımızda bunların<br />

hepsi aynı pota içine yerleştirilebilir. Şimdi<br />

sorunuzun ikinci kısmına gelince onu da şöyle<br />

anlamak istiyorum ben; edebiyat yirminci yüzyılın<br />

başlarına gelinceye kadar rakipsiz olarak kendi<br />

kendisiyle başbaşaydı. Onun bir rakibi yoktu. Onun<br />

rakibi olsa olsa mesela Türk geleneksel folkloruna<br />

baktığımızda orta oyunu olabilir, Karagöz olabilir<br />

ki bunları da tam rakip saymak doğru mudur değil<br />

midir bilemiyorum. Ama yirminci yüzyılın başlarından<br />

veya arifesinden itibaren radyo edebiyata<br />

rakip olmuştur. Ondan önce gazete edebiyata ra-<br />

114<br />

kip olmuştur. Giderek sinema, televizyon. Otuzlu<br />

yıllarda radyo ağırlığını giderek artırmıştır. Bütün<br />

bunlar edebiyata rakip olmuş. O kadar rakip olmuş<br />

ki bu medya türlerinin herbiri ortaya çıktığında<br />

bunun edebiyatı öldüreceği söylenmiştir.<br />

Gazete çıktığında, gazetenin edebiyatı öldüreceği<br />

söylenmiştir. Arkasından sinema çıktığında bunun<br />

edebiyatı öldüreceği söylenmiştir. Çünkü sinemi<br />

ne yapıyordu? Sinema romanları beyazperdeye<br />

aktarma çabasına girmişti. Arkasından televizyon<br />

geldi. O ara otuzlu yıllarda doludizgin radyo geldi.<br />

Bunların herbirinin edebiyatı öldüreceği söylendi.<br />

Edebiyat da tabiri caizse bu medyaların herbirine<br />

karşı kendi gardını aldı. Bugün edebiyatın ulaştığı<br />

nokta şu, benim acizane kanaatim; edebiyat kendi<br />

özgül dilini öylesine geliştirmiş durumda ki bu<br />

özgül dil başka herhangi bir medyanın, diyelim ki<br />

tiyatronun, diyelim ki sinemanın, televizyonun hiçbirinin<br />

diline dönüştürülemeyecek bir dil geliştirmiştir.<br />

Şimdi akla gelebilir ve denebilir ki efendim<br />

hâlâ bazı romanların, öykülerin hikâyeleri filme<br />

dönüştürülmüyor mu? Hayır, o hikâyenin kendisi<br />

eğer dediğimiz nitelikte kendi özgül diline sahip<br />

çıkan bir öykü ise, kendi özgül diline sahip çıkan<br />

bir romanla karşı karşıya isek bunun sinemanın<br />

diline, televizyonun diline dönüştürülmesi söz konusu<br />

değil. Tıpkı radyonun kendi dilinin bir başka<br />

dile, yazı diline dönüştürülememesi gibi bir olay.<br />

AK: Yani sinemaya edebiyattan yapılan uyarlamalar,<br />

sinemanın dili içinde başka bir yaratma<br />

alanıdır, edebî eserin kendi dili içindeki orijinalliği<br />

ayrıca kendini korumaktadır. Filmi seyretmekle<br />

edebî eseri okumak aynı şey değildir mi demek<br />

istiyorsunuz? Yanlış anlamıyorum değil mi?<br />

R. Ö.: Gayet isabetli anladınız. Bunu şöyle örneklendirebilirim;<br />

vaktiyle bizim öykülerimizden<br />

birini televizyon filmi olarak yapmak istediler.<br />

Çözülme diye bir öyküydü. O öykünün bir yerinde<br />

–öykü genelde bilinç akımı tekniği kullanılarak<br />

yazılmış bir öyküydü- kahraman kendi iç konuşmasında<br />

şöyle bir cümle söylüyor; şimdi içerdeyim<br />

diyordu. Şimdi içerdeyim cümlesinin acaba<br />

bu filmi yapan arkadaşlarımız tarafından ekrana<br />

nasıl aksettirileceğini gerçekten merak ettim.<br />

Ama gördüğümüz şey şu; kapalı bir alanda, loş<br />

bir alanda oturan bir delikanlıyı görüyoruz. Öyküde<br />

şimdi içerdeyim cümlesinin vurgusuyla bizim


ekranda dar kapalı bir –içerde kelimesi Türkçede<br />

çeşitli anlamlarda kullanılır. Bu anlamlardan birisi<br />

de hapishanede olmak, nezarette olmaktır. Bizim<br />

kahramanımızın söylediği şey, şu anda nezarethanede<br />

bulunuyorum anlamına geliyor. Ama biz tek<br />

başına o sahneye baktığımızda göz altına alınmış<br />

bir şahsı göremiyoruz. Kapalı, dar bir alanda, loş<br />

bir yerde bir delikanlıyı görüyoruz. Onun nezarette<br />

olduğunun vurgulanabilmesi için sinema veya<br />

televizyon dilinde yardımcı unsurlara ihtiyacımız<br />

var. mesela bir ziyaretçisi gelecek, ah, seni de işte<br />

nezaretlerde mi görecektim kabilinden… Öykü dışında<br />

yardımcı unsurlarla ifade edilebilir. Yoksa<br />

kapalı bir alanda duran bir insanın şimdi içerdeyim<br />

cümlesini bize söyletmesi sözkonusu olamaz.<br />

A.K.: Öykülerinize de biraz geçtik. Gerçi o benim<br />

söylemek istediğim türler arası, denemeyle<br />

anı arası yazdığınız metinler için bir şey söylemediniz<br />

ama o genel değerlendirmenin içinde mi?<br />

Ondan mı çıkaralım yoksa söylemek istediğiniz<br />

bir şey var mı?<br />

R. Ö.: Orada tabii şu var; onlara gerçekten öykümsü<br />

dedik. Çünkü ne öyküye benziyor, ne düz<br />

denemeye benziyor. Bizim normal, alışılmış geleneksel<br />

deneme türünde yazmaya çalıştığımız<br />

yazılarda doğrudan ne söylemek istiyorsak onu<br />

dile getirmeye çalışıyoruz. Ama burada o metnin<br />

tümü bir metafor. Yani yazının içinde bir cümlede<br />

veya cümlelerde metaforlara başvurma biçiminde<br />

ifade etmek istemiyorum bunu. Yazının tümü<br />

kendi başına bir metafor olarak algılanmalı ki bu<br />

da zaten edebiyat dediğimiz şey ta başta söylediğimiz<br />

felsefece bunların tümüne şiir diyoruz.<br />

Şiirin kendisi zaten metaforik, istiare olayıdır.<br />

Onun doğrudan bize söylediği hiçbir şey yoktur.<br />

Aynen tabiatın bize doğrudan söylediği her hangi<br />

birşeyin olmaması gibi. Şimdi Newton’a gelinceye<br />

kadar, rivayete göre elma Newton’un başına<br />

düşmüş. O elmanın bahçede ağaçtan düştüğünü<br />

herkes görüyor ama onu okumak Newton’a nasip<br />

oluyor. Newton’dan önce Aristo’dan itibaren o olayı<br />

şöyle okuyorlardı, aristo’nun yaptığı açıklama<br />

muvacehesinde; şayet elma düşüyor ise, elmada<br />

düşme hassası olduğu içindir. Şayet elmada uçma<br />

hassası olsa uçabilirdi duman gibi. Duman kendi<br />

zatında mündemiç olan bir hassadan dolayı uçuyor<br />

diye okunuyor. Aristo’dan Newton’a gelinceye<br />

115<br />

kadar tabiat böyle okunmuş. Ama Newton diyor ki,<br />

hayır. Bu okuma tarzı yanlıştır. Cisimler arasında,<br />

feza cisimleri de dahil, bunların arasında çekme<br />

gücü olduğu için bir cisim düşüyor. Büyük kütleler<br />

küçük kütleleri kendine doğru çekiyor. Düşme dediğimiz<br />

olay cismin kendisinde mündemiç bir hassadan<br />

dolayı değil, bu iki cisim arasındaki çekim<br />

olayından doğuyor. Newton da böyle okuyor. Einstein<br />

farklı şekilde okuyor. Bunun gibi her yazar da<br />

kendi baktığı dünyayı farklı şekilde okuyor. Zaten<br />

farklı şekilde okumayacak idiyse yazmasının anlamı<br />

olmayacak.<br />

A. K.: Öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz? Mesela<br />

yazarken fazla müsvedde kullanıyor musunuz?<br />

Tekrar tekrar yazdığınız öyküleriniz var mı?<br />

R. Ö.: İnşallah ilgi çekici olur. Bir insanın nasıl<br />

yazdığı herkese ilginç gelir mi bilemeyeceğim.<br />

Bende bir fikir veya bir öykü, onu ancak nebüloz<br />

kelimesiyle ifade edebiliyorum, nebüloz hâlinde<br />

doğuyor. Bu şekli olmayan, formatı olmayan<br />

çerçevesi olmayan, herhangi bir kadraja sıkıştırmamız,<br />

sığıştırmamız, bir kadraja almamız söz<br />

konusu olmayan bir imaj belki. Fikir demek de<br />

aslında doğru olmayabilir. Böyle bir şey, nebüloz<br />

hâlinde çok uzaktan kafamızda doğuyor. Bu bir<br />

kelime olabilir. Daha doğrusu ancak birbirimizle<br />

iletişimi, kelimelerle, dille kurduğumuz için ancak<br />

öyle söyleyebilirim. Diyelim ki o nebülozu ben bir<br />

kahır kelimesiyle ifade ediyorum. Veya intikam,<br />

kin, sevgi, muhabbet, şefkat, merhamet kelimesiyle<br />

ifade ediyorum. Bu kelimelerden herhangi<br />

biri şeklinde kafamda doğuyor, ben onu zaman<br />

içinde bir kadraj içine almaya çalışıyorum. Bunu<br />

yapmaya çalışırken görüyoruz ki bu tek başına<br />

ifade edilebilecek bir şey değil. Öykü diliyle ifade<br />

edilebilecek bir şey değil. Şiir diliyle belki mümkün.<br />

Burada edebiyat türlerine geçmiş oluyoruz.<br />

Şiir tümüyle baştan sona bir imajinasyon olayıdır<br />

diyebiliriz. Şiirin bize söylediği hiçbir şey yoktur.<br />

Şiir aynen tabiatın kendisi gibi bir tabiat olarak<br />

şairin kafasından çıkmış, bizi kendisini okumaya<br />

davet eden bir tabiat olarak bir yerde durur. Ama<br />

öykü tümüyle, bir yanıyla imajinasyon olayı doğru,<br />

ama bir yanıyla da diyorum ki işte merhamet,<br />

şefkat, kin, intikam her nayse, nasıl bir duyguysa,<br />

nebülozu nasıl ifade etmeye çalışıyorsak, insan<br />

ilişkileriyle yanyana getirmek suretiyle, insan iliş-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

kileri muvacehesinde o nebülozu dile getirmemiz<br />

mümkün olur. Yoksa o kişinin, yazarın kafasında<br />

bir imaj olarak kalır. Ama yazarın kafasında imaj<br />

olarak kalmıyor çünkü onu yazmadığın takdirde,<br />

başkasına iletmediğin takdirde o şey seni zorluyor.<br />

Bunu iletmen lazım diyor. Artı, bu imaj sadece ve<br />

sadece kişiye özgü bir şey. O imajı ancak ve ancak<br />

o kişinin, kimin kafasında doğmuş ise onun ifade<br />

etmesi mümkün. Onun dile getirmesi mümkün.<br />

Yanlışıyla doğrusuyla, eksiğiyle fazlasıyla ancak<br />

onun dile getirmesi mümkün. Bunu ben kafamda<br />

tasarlıyorum, bunu ben şu şekilde yazabilirim dedikten<br />

sonra iş sadece yazmaya kalıyor. Yazması<br />

nispeten daha kolay oluyor. Onun üzerinde çok<br />

fazla şey yapmıyorum. Bugüne kadar belki yüzlerce<br />

öykü yazdım. Bunların neredeyse tamamı ilk<br />

yazıldığı şekilde kaldı. Üzerinde çok fazla işleme<br />

imkânımız kalmadı. Bu da yazardan yazara değişir.<br />

Mesela Tolstoy’un o devasa romanı Harp ev<br />

Sulh’ün el yazısıyla yedi defa üstünden geçmiş.<br />

Gene Yahya Kemal’in şiirleriyle ilgili böyle bir şey<br />

var. Çok uğraşmış. Bu tür şeyler oluyor tabii. Bizim<br />

bir de şöyle bir talihimiz oldu. Kurşun kalem nesliyiz<br />

biz. Hem kurşun kalem hem yerli malı nesli. Biz<br />

ilkokulun ikinci üçüncü sınıfındayken, <strong>19</strong>50’li yıllar,<br />

tükenmez kalem icat edildi. Ondan evvel hokka<br />

kalem vardı. Mürekkep nokkasının içine kaleminimizi<br />

batırıp yazıyorduk. Bir kalem icat olmuş, hiç<br />

tükenmiyormuş dediler. Malatya’daydık otarihte.<br />

Okalem Malatya’ya ne zaman gelecek diye dört<br />

gözle bekledik. Üçüncü sınıftayken birgün öğretmenimiz<br />

cebinden çıkardı; çocuklar tükenmez kalem<br />

bu dedi. Hepimiz dokunmak istedik. Hocam<br />

dedik, nasıl tükenmiyor bu? Neticede sınırlı bir<br />

şey. Çocuklar dedi, tükenmiyor. Ordan dolma kaleme<br />

geçtik. Dolma kalemin haznesi belli. Birkaç<br />

sayfa yazdıktan sonra yeniden mürekkep çekmek<br />

icap ediyor. Bir süre de dolma kalem kullandık.<br />

<strong>19</strong>70’li yıllarda ben daktiloya kavuştum. Seksenli<br />

yılların sonlarına doğru elektrikli daktilolar çıktı.<br />

Elektrikli daktilolar daha hızlı deniyordu. Halbuki<br />

mekanik daktiloda parmağınızı tuşa bastığınız<br />

anda şak diye silindire değiyor. Fakat elektrikli<br />

daktiloda, daktiloyla çalışmış olanlar beni daha iyi<br />

anlayacaktır, saniyenin nerdeyse onda biri kadar<br />

bir süre gecikerek silindire değiyor. Bir süre var. O<br />

süre benim hoşuma gitmedi. Sonunda daktilomuz<br />

bozuldu. Birgün dedim ki elektrikli daktiloyla yaz-<br />

116<br />

maya başlayayım. Elektrikli daktiloya geçtik. Bu<br />

arada bir bilgisayarımız oldu. Memur olarak çalıştığımız<br />

sırada hepimizin masasına birer bilgisayar<br />

konuldu. O zaman herkesin masasına birer bilgisayar<br />

konulmasını bazı arkadaşlar israf diye düşündüler.<br />

Ben kendim kullanmıyor olmakla beraber<br />

hayır dedim, bu israf değil. Herkesin nasıl cebinde<br />

kalemi varsa, kendine mahsussa, bilgisayar da<br />

böyle bir şey. Fakat bana öğreten arkadaş –kendisi<br />

talip oldu, ben sana öğreteyim dedi- pedagojik<br />

kabiliyeti gelişmemiş olmalı ki… Senin dedi niyetin<br />

nedir? Neden kullanmak istiyorsun? Ben, yazı yazmak<br />

istiyorum dedim. Üç beş tuşa bastı, karşımıza<br />

bir sayfa çıktı. Sen dedi bu sayfanın üzerinde şu<br />

gördüğün işaretler var, buralardan ne istiyorsan<br />

basıp yazacaksın. İyi de dedim, sen bana şu fiştir,<br />

bu prizdir gibi bir yerden başlaman lazım. Bu fişi<br />

bu prize taktığımz zaman elektrik burdan gelir, bu<br />

düğmeye bastığımz zaman işte yavaş yavaş ekran<br />

açılmaya başlar. ondan sonra şuralara bastığmız<br />

taktirde, ordan buraya gelinceye kadar en azından<br />

sekiz on işlem var. onlar bir şey değil dedi. Bir şey<br />

değil ama ben bununla çalıştığım zaman, şayet<br />

kendi başıma çalışacak isem, burdan oraya nasıl<br />

gideceğini bilemezsem nasıl bu sayfayı açacağım.<br />

O bir şey değil diyor hâlâ. Bu beni bilgisayardan<br />

on yıl ayrı koydu. <strong>19</strong>92’den <strong>20</strong>02’ye kadar. Herhalde<br />

biz bunu öğrenemeyeceğiz dedik. Birgün bir<br />

arkadaş misafir gelmişti. Kullanıyor musun dedi.<br />

Kulanmak istiyorum ama dedim, beceremiyorum<br />

dedim. O da kolay dedi. Oradan başladı, şu düğmeye<br />

basarsan şöyle olur, böyle olur… Neticede<br />

onun yönlendirmesiyle bir günde öğrendim. Bugün<br />

de çok istifade ediyorum doğrusu.<br />

A.K.: Şimdi öykülerinizi nasıl yazıyorsunuzun<br />

burda bir kalemden bilgisayara doğru giden bir<br />

süreci var. Acaba araçların öykünün tadına kattığı<br />

ya da tadını kaçırdığı yerler var mı? İlk öykülerle<br />

sonrakilere baktığınızda böyle bir…<br />

R. Ö.: Şimdi, özlemin eski tadı yok demişler<br />

ama bana göre var. şöyle kalemi ağzımıza götürüp<br />

uzaklara bakarak düşünmenin tadı bilgisayarda<br />

yok. Onu daktiloda da bulamamıştım. Daktiloya<br />

ben uzun süre ayak diredim. Kurşun kalemden tükenmeze<br />

geçerken de aynı tereddütlere yaşadım.<br />

Şunu düşünüyordum; kurşun kalemi silmek mümkün.<br />

Yanlış bir kelime yazmışsak onu silebiliriz.


Fakat tükenmezde ne yapacaktık? Çok basit gibi<br />

görünen bu şeyler insanların hayatında önemli<br />

roller oynuyor. Bir öyküyü yazarken üzerini çizip<br />

kelimeyi üste yazmak Newton’un graviti olayını<br />

keşfetmesi kadar önemli bir olay. Bütün bunlar,<br />

insanın bir yerden bir yere geçmesi için bir merhale<br />

bu. evet onun üzerini çizmeyi düşünebiliyorsun,<br />

çiziyorsun fakat orada çizilmiş kelime insana<br />

rahatsızlık veriyor. Bunu uzun bir süre kabul etmek<br />

istemedim ama neticede teknoloji kendisini<br />

bize dayattı ve kabul ettik. Daktiloya geçtiğimizde<br />

şunu düşündük, o taktirde üstünü nasıl çizeceğiz?<br />

Üstü diye bir şey yok ki. Meğer onların herbirinin<br />

bir çaresi varmış.<br />

A.K.: Sohbet çok güzel gidiyor ama zamanımızın<br />

da sonuna doğru yaklaşıyoruz. Uzun öyküler<br />

de yazdınız. Bu öykülerin sizde bir takım hikâyeleri<br />

olsa gerek. Özellikle ben uzun öykülerin ortaya<br />

çıkış süreçlerinin daha etrafıyla olduğu için hikâyesinin<br />

oluşmasına daha müsait görüyorum. Bize<br />

bir öykünüzün hikâyesini anlatabilir misiniz?<br />

R. Ö. :Herbirinin bir tarihçesi var. ama uzun<br />

öykü dediğinize göre Çatışma diye bir öykümüz<br />

var, onu anlatabilirim. Yanılmıyorsam Çok Sesli Bir<br />

Ölüm’de yer alan bir öykü. O tarihte Şırnak’tayım<br />

ve askerlik görevimi ifa ediyorum. Şırnak, o tarihte<br />

<strong>19</strong>73-74 yılı, otuz küsur sene önceki Şırnak.<br />

Henüz il değil. Nüfusu dört beş bin civarında. Küçücük<br />

bir çarşısı var. o çarşıda bir manifaturacı<br />

dükkanı var, bir manav var, bir iki tane bakkal var.<br />

sekiz on civarında dükkanı olan bir yer. Gazete<br />

gelmiyor. En yakın canlı belde Cizre. Cizre’den gazete<br />

geliyor iki üçgünde bir toplanarak. O da hepimizin<br />

eline geçmiyor. Kese kâğıtları da gazeteden<br />

yapılıyor. Birgün çarşıdan geldiğimde gazeteden<br />

kese kâğıdını itinayla açtım. Bir haber var orada.<br />

Küçücük, üç dört satırlık bir haber. Başlık şöyle;<br />

Tülay ikinci duruşmada ifadesini değiştirdi. Sağır<br />

ve dilsiz olan Tülay babasının ablasını vurmasıyla<br />

ilgili olarak görülen davada ifadesini değiştirdi.<br />

Babam diyor, vurmadı, elindeki silah kendiliğinden<br />

patladı. Haber bu, önü yok arkası yok. daha<br />

önce anlaşılan günler boyu süren bir olay olmuş<br />

ki en son böyle minik bir haberle noktalamışlar.<br />

Şimdi benim elimde de böyle bir şey var. kendimi<br />

dört duvar arasına sıkışmış ve bu haberle başbaşa<br />

görüyorum. Tülay, kimdir? Baba niye Tülay’ın ab-<br />

117<br />

lasını öldürmeye çalışmış, veya gerçekten vurmuş<br />

mu, vurmamış mı hiçbir şey yok. Oradan kafamda<br />

dediğim nebüloz olayı doğdu. Bunu biz geliştirdik.<br />

Bunlar olsa olsa taşradan İstanbul’a göç etmiş bir<br />

ailedir. Tülay’ın ablası bir terzihanede çalışıyor<br />

olabilir. Bir delikanlıyla bir gönül ilişkisine girmiş<br />

olabilir. Babası taşradan getirdiği değerleri<br />

İstanbul’da muhafaza etmek isteyebilir. Etraftan<br />

bunların dedi kodusu olabilir ve neticede böyle bir<br />

vurma olayı vuku bulmuş olabilir. fakat Tülay ikinci<br />

duruşmada ifadesini değiştirdiğine göre babasını<br />

da koruyor olabilir. Çocuk olduğuna göre buna<br />

birilerinin akıl vermesi gerekir. O zaman yeni bir<br />

kahraman daha sahneye girmiş oluyor. Bu kim<br />

olabilir? Tülay’ın halası… Derken Çatışma öyküsünün<br />

örgüsü ortaya çıktı.<br />

A.K.: Türk edebiyatı hakikaten unutulmaz bir<br />

öykü kazanmış. Ama bunun çıkışı böyle, üç dört<br />

satırlık bir gazete haberi. Tabii ki ateşleyici ögeler<br />

ne olursa olsun yazarın içindeki birikim ve onun<br />

dünyası burda önemli. O sizde bulduğu karşılıkla<br />

hikâyeye dönüşüyor. Benim aslında soracağım<br />

başka sorular da var. şöyle yapalım, kısaca bugünkü<br />

sempozyumun konusunu da düşünerek o soruya<br />

geçeceğim. Ondan sonra yine bir kısa soruyla<br />

bitireceğim oturumu. Acaba <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyesi,<br />

mutlaka izliyorsunuz, zaman zaman yazılar da<br />

yazdığınızı gördüm yeni hikâyecilerle ilgili. Kısaca<br />

nasıl bakıyorsunuz hikâyenin seksenden sonraki<br />

dönemine?<br />

R. Ö.: Şimdi gene uzatıyorsun demezseniz bir<br />

tarihçesinden başlamak istiyorum. yıl <strong>19</strong>56. Bizim<br />

edebiyat dergileriyle yeni tanıştığımız bir dönem,<br />

onbeş-onaltı yaşlarındayız. Sait Faik hikâye armağanının<br />

ikincisi verilmiş Tahsin Yücel’e. Tahsin<br />

Yücel’le Varlık dergisinin Mayıs sayısında bir mülakat<br />

var. mustafa Baydar imzasını taşıyan. Tahsin<br />

Yücel’le ilgili mülakatın başında minik bir biyoğrafi<br />

var. Deniliyor ki; Tahsin Yücel <strong>19</strong>33 yılında<br />

Elbistan’da doğmuş. Halen İstanbul Üniversitesi<br />

Edebiyat filolojsi’nde tahsilini sürdürüyor diye bir<br />

bilgi var. Yani 23 yaşında. Dedim ki ahı gitmi vahı<br />

kalmış bu adamın. Ayağının biri çukura girmiş.<br />

Böyle bir adamın nesine ödül verirler? Hemen bir<br />

mektup yazdım Yaşar Nabi’ye hitaben, dedim ki;<br />

böyle yaşı geçmiş adamlara armağanlar veriyorsunuz.<br />

Bizim gençler yeni yeni yazmaya başlıyor.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Asıl sayfalarınızı bize açmanız gerekir. Size öykü<br />

göndersek yayımlar mısınız diye bir mektup yazdım.<br />

Onlar da hemen ertesi sayıda bana bir cevap<br />

verdiler. Şunu söylüyorlar; bize bu tarihten itibaren<br />

iki sene boyunca herhangi bir hikâye gelmese<br />

bile bize iki yıl boyunca yetecek hikâye birikimimiz<br />

var. Tabii çok moral bozucu bir olay. O arada başka<br />

şeyler var. Bu arada dergiyi okumaya devam<br />

ediyoruz. Refik Halit, Yakup Kadri gibi anlı şanlı<br />

yazarlarla da mülakatlar yapılıyor dergi sayfalarında.<br />

Onlara da şu soru soruluyor; yeni edebiyatı<br />

nasıl buluyorsunuz? Onlar da; “ya öyle mi, yeni<br />

edebiyat mı var? Bizden sonra hikâye yazan mı<br />

çıkmış?” havasıyla konuşuyor ve kendinden sonrakileri<br />

yok sayıyor. Onların o sözleri beni çok yadırgatıyor.<br />

Demek ki diyordum bunlar etrafı göremiyor.<br />

Varlık dergisinde çıkan bu mektup üzerine<br />

Türk Dili dergisinde Nurullah Ataç’ın bir yazısı çıktı.<br />

Temmuz sayısında <strong>19</strong>56. O da şunu söylüyor:<br />

gençler ne kadar ivecen, aceleci. Varlık dergisine<br />

bile diyor, böyle eski yazarları yazan bir gözle<br />

baktıktan sonra diyor, ne yapacağız bilemiyorum<br />

gençlerin elinden. Orhan Veli diyor bu dergide yetişmedi<br />

mi? Orhan Veli dediği adam <strong>19</strong>50 yılında<br />

ölmüş, ölümünün üzerinden altı sene geçmiş genç<br />

adam diye tanıtıyor. O arada Cahit Sıtkı <strong>19</strong>10 doğumlu,<br />

<strong>19</strong>56’da 46 yaşında demek ki, Viyana’da<br />

bir hastalıktan dolayı tedavi görüyor. Cahit Sıtkı<br />

diyor bu dergide yetişmedi mi? Ölmek üzere olan<br />

bir adam genç yazar diye lanse ediliyor. Bütün bu<br />

olaylar benim kafamda çok farklı. Bugün de şöyle<br />

bakıyorum; bir arkadaşımla konuşuyoruz, Ali dedim,<br />

bizim hikâye yazmamızda belli bir rolü olan<br />

bir arkadaşımızdı, ölüm yaşı kaç senin için dedi.<br />

Bence dedim kırk yaş fena bir yaş değil. Kınkına<br />

kadar bir insan yaşarsa yapacağını yapmış olmalı.<br />

bütün bu tecrübeden sonra söyleyeceğim şey<br />

şu; Fethi Naci’nin bir deneme kitabı var İnsan Tükenmez.<br />

O da Fazıl Hüsnü’nün bir şiirinden kendi<br />

kitabına aktarmış. Nesil tükenmez, insan tükenmez.<br />

Her yeni nesil biz beğensek de beğenmesek<br />

de, kabul etmekte zorlansak da, zorlanmasak da<br />

kendi birikimiyle geliyor. O birikimin içinde bizler<br />

de varız. Dolayısıyla ben bizden sonra gelen<br />

yeni edebiyat, yeni şiir ne olursa olsun yeniliklere<br />

minnetle, şükranla bakıyorum. Üstelik de yazı yazmanın<br />

az çok çilesini çekmiş birisi olarak iki satır<br />

çiziktirmiş olan birisine bile gerçekten hayranlık<br />

118<br />

ve gıptayla bakıyorum. Dolayısıyla yeni nesle nasıl<br />

baktığımı böylece özetlemiş oluyorum.<br />

A.K.: Süremizi doldurduk ama genç öykücülere<br />

mesleğin sırrını verecek misiniz acaba?<br />

R. Ö.: Genç öykücü onun sırrını kendi keşfedecektir.<br />

Haricen söylediğimiz şey onun için hiçbir<br />

anlam ifade etmeyebilir. Ama mesela bu salonda<br />

diyelim ki yazmaya hevesli genç arkadaşlarımız<br />

var. şu söylediğimiz söz günün birinde kimin nerede<br />

nasıl işine yarayacağını biz bilemeyiz. O mesaj<br />

kendi muhatabını bulduğu zaman, kendi fonksiyonunu<br />

yerine getirmiş olur. Haricen söylenecek<br />

sözün çok fazla anlamlı olduğunu kabul etmek<br />

istemiyorum.<br />

A.K.: Teşekkür ediyorum. Bu sohbeti burada<br />

noktalıyoruz.


III.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Durali YILMAZ<br />

1<strong>19</strong><br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYESİNDE<br />

GELENEKSEL <strong>TÜRK</strong><br />

TAHKİYESİNİN İZLERİ<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde geleneksel<br />

Türk tahkiyesinin türlerinden olan Türk halk hikâyesi,<br />

mesnevi, meddah hikâyesi ve masal gibi türlerin<br />

etkilerini, izlerini, değişik şekilde yansımalarını<br />

görmek mümkündür. Özellikle Türk şiirinde<br />

yaygın olan gelenekten yararlanma eğiliminin<br />

Türk tahkiyesinde de yankı bulduğunu görmek,<br />

Türk edebiyatının sıhhati açısından önemlidir.<br />

Yaptığım inceleme ve araştırmalar sonucunda bu<br />

etkilenmeyi örneklem yoluyla türlere göre tasnif<br />

ederek ve genelleyerek göstermek istiyorum.<br />

1. Türk Halk Hikâyeciliği<br />

Etkileri:<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde Türk halk<br />

hikâyelerinden yararlanan ve onları çağdaş yorumlarla<br />

modernize ederek yeniden üreten en başarılı<br />

hikâyecimiz Mustafa Kutlu’dur. Yazarın birçok<br />

kitabında olduğu gibi Kapıları Açmak (<strong>20</strong>07)<br />

adlı kitabında da Türk halk hikâyeciliğinde yaygın<br />

olarak yer alan bir kurgusal yapının modernize<br />

edilerek kullanıldığını görüyoruz. Yazar, bu eserin<br />

türü için “uzun hikâye” (s.27) demektedir.<br />

Türk halk hikâyelerinde genellikle şöyle standart<br />

bir kurgusal yapı vardır: Farklı ailelere ait oğlan ve<br />

1<strong>20</strong><br />

Prof. Dr. Nurullah ÇETİN<br />

Ankara Üniversitesi<br />

kız çocukları doğar, çocukluk ya da ilk gençliklerinde<br />

birbirlerini severler, âşık olurlar. Evlenmeleri<br />

gündeme gelir. Ancak araya sosyal, kültürel,<br />

ekonomik veya değişik nitelikli engeller girer.<br />

Birbirlerinden ayrılırlar. Farklı mekânlara savrulurlar.<br />

Sevgililer, birbirine kavuşmak için uzun bir<br />

mücadele sürecine girerler. En sonunda bir araya<br />

gelirler. Ya mutlu bir evlilik yapıp birleşirler ya da<br />

vuslat ahirete kalır.<br />

Ana hatlarıyla verdiğimiz geleneksel Türk halk<br />

hikâyelerine ait bu kurgusal yapıyı Mustafa Kutlu,<br />

bazı değişikliklerle, içinde yaşadığımız çağın Türk<br />

toplumuna uyarlayıp modernize ederek Kapıları<br />

Açmak kitabında uygulamıştır. Aslında bir roman<br />

hacminde olan bu uzun hikâyede olay örgüsü ana<br />

hatlarıyla şöyledir:<br />

Bir Anadolu kasabasında doğup büyüyen Zehra<br />

ve Cihan, ilk gençlik yıllarında birbirlerini severler.<br />

Kasabalılar da bunları birbirine denk bulur.<br />

Bir süre sonra evlenmeleri gündeme gelir. Ancak<br />

Cihan’ın çekingen mizacı ve bazı ailevî sebeplerden<br />

dolayı bu evlilik bir türlü gerçekleşmez. Kasabanın<br />

kopuklarından İpsiz Kemal’in de gözü<br />

Zehra’dadır. Zehra’nın kardeşi Ahmet, Kemal’e iş<br />

ortaklığı teklif eder. Kemal de bunun için serma-


ye koyacağını ama karşılığında Zehra’yı istediğini<br />

söyler. Ahmet buna razı olur ama Zehra, Cihan’ı<br />

sevdiğini, Kemal’e varamayacağını söyler. Kemal,<br />

Zehra’yı İstanbul’a kaçırır. Dinî nikah yapar ama<br />

resmî nikah yapmaz. Kemal İstanbul’da kumar,<br />

gazino, kadın, uyuşturucu gibi pis işlerle uğraşır,<br />

başı belaya girer ve yurt dışına kaçar.<br />

Zehra’yı orta yerde bırakır. Zehra isteği dışında<br />

pavyona düşürülür. Uzun süre İstanbul’da ayakta<br />

kalma mücadelesi verir. Sonunda kasabasına,<br />

ailesine döner; ancak kasabalı ve kardeşi Ahmet<br />

tarafından dışlanır, fahişe olarak damgalanıp suçlanır.<br />

Zor şartlar altında yaşar. Bu arada Kemal de<br />

yurtdışından kasabaya döner. Zehra’yla birleşmek<br />

istediğini söyler. Ama Zehra yüz vermez. Kemal<br />

bir gece sarhoş bir hâlde evini bastığında Zehra<br />

onu tabancayla öldürür. Hapse düşer. Cihan’la<br />

tekrar bir araya gelirler, eski aşkları depreşir. Cihan,<br />

yurtdışına çalışmaya gider ve hikâye biter.<br />

Kısaca özetlediğimiz bu hikâyenin kurgusal yapısını<br />

geleneksel Türk halk hikâyelerinin yapısıyla<br />

mukayese ederek aradaki etkilenmeleri gösterelim:<br />

-Sevgililerin doğuşu ve ilk aşkın ortaya<br />

çıkışı: Hikâyenin başlarında kasabanın zengin<br />

ve ileri gelen bir ailesinin çocuğu olan Kemal’in<br />

doğuşundan, kişiliğinden, yaşantısından, ailesinin<br />

özelliklerinden bahsedilir. Sonra Dokumacıların<br />

Arif’in Zehra adlı kızının doğumundan ve ilk gençlik<br />

yıllarından, kişiliğinden ve diğer özelliklerinden<br />

söz edilir. Aynı şekilde Mahir Hoca ve oğlu Cihan’ın<br />

doğuşu, kişiliği, özellikleri, ailesinin de tanıtıldığını<br />

görüyoruz. Bu, hikâyenin erkek kahramanıdır.<br />

Cihan’ın babası Mahir Hoca ile Zehra’nın babası<br />

Arif Efendi yakın dostturlar. Zamanla Zehra ile Cihan<br />

birbirlerini severler, âşık olurlar. Tüm kasaba<br />

ahalisi de bunları birbirine denk bulur. Evlenecekleri<br />

konuşulur.<br />

-Araya engellerin girmesi ve ayrılık süreci:<br />

Cihan ile Zehra’nın evlenmeleri gündeme geldiğinde<br />

araya bir çok engeller girer. Bu engeller ana<br />

hatlarıyla şöyledir:<br />

1. Psikolojik engel: Cihan çekingen ve pasif bir<br />

yaratılışa sahiptir. Kıza açılmaya, evlilik teklif etmeye<br />

bir türlü cesaret edemez. Çok silik bir şahsi-<br />

121<br />

yettir. Bu durum, âşıkların birleşmesine psikolojik<br />

bir engeldir.<br />

2. Ekonomik engel: Cihan’ın annesinin hastalığı,<br />

sürekli tedavi görmesi ve babasının iş yapamaz<br />

hâle gelmesi, ailenin yükünün Cihan’ın üzerine<br />

kalması gibi ekonomik sebepler engel olarak ortaya<br />

çıkar.<br />

3. Sosyal ve coğrafî engel: Zehra’nın kardeşi<br />

Ahmet, para karşılığı kız kardeşini kötü rakip figürü<br />

olan İpsiz Kemal’e satar. Kemal Zehra’yı<br />

İstanbul’a kaçırır. Böylece birbirini seven iki genç,<br />

birbirlerinden uzak mekanlarda, farklı mesafelerde<br />

konumlandırılarak ayrılık süreci başlatılır.<br />

-Engelleri aşma ve kavuşma mücadelesi:<br />

Türk halk hikâyelerinde sevenler, birbirine kavuşmak,<br />

araya giren engelleri aşmak, ayrılığı gidermek<br />

için fiilî bir mücadele içine girerlerken,<br />

Kutlu’nun hikâyesinde bu yok. İstanbul’da bulunduğu<br />

süre içinde Zehra kişisel olarak kendini<br />

kurtarma ve ayakta kalma mücadelesi verirken,<br />

kasabada kalan Cihan’da hiçbir çaba yoktur. O olacakları<br />

pasif bir şekilde bekleyen, aslında kendisini<br />

tamamen hayatın akışına bırakmış silik bir şahsiyet<br />

olarak kalır.<br />

Sonunda Zehra’nın aktif mücadelesi ile biraz<br />

da iradesi dışında gelişen olayların etkisi ile kötü<br />

rakip figürü İpsiz Kemal engelini aşar ve kasabaya<br />

gelir. Burada tek başına verdiği sıkıntılı hayat<br />

mücadelesi ile, sabırla, metanetle bir başka kötü<br />

figür kardeşi Ahmet engelini de aşar.<br />

-Sonunda bir araya gelme, ama vuslatın<br />

ahirete kalması: Sonunda Zehra, Kemal’i öldürüp<br />

cezaevine girer. Cihan onu ziyarete gelir.<br />

Duygulu bir karşılaşma olur. Konuşurlar. Satır<br />

aralarında birleşme, evlenme isteği sezilir. Ancak<br />

Cihan, yurtdışına çalışmaya gidecektir. Zehra,<br />

Cihan’a bu son görüşmeleri olduğunu söylediğinde<br />

Cihan şu karşılığı verir:<br />

“-Yok canım niye son olsun. Ben izne gelirim.<br />

Sen çıkmış olursun. Allah sağlık versin.” (s.1<strong>80</strong>)<br />

Zehra: “Bir araya gelemedik be Cihan” (s.1<strong>80</strong>)<br />

der. Cihan da: ”Öyle. Kabahat benimdir ama sen<br />

üzerine düşeni fazlasıyla yaptın.”(s.181) der.<br />

Sonunda el ele tutuşup göz göze gelirler ve<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ayrılırlar. Böylece geleneksel halk hikâyelerinde<br />

olduğu gibi burada da vuslat, bu dünyada gerçekleşmemiş,<br />

ahirete kalmıştır.<br />

-Engelleyici ve yardımcı figürler: Söz konusu<br />

hikâyede Zehra’yı sevdiği Cihan’dan ayıran engelleyici<br />

figürler olarak kardeşi Ahmet ve kendisini<br />

İstanbul’a kaçıran İpsiz Kemal’i görürüz. Dolaylı<br />

olarak Cihan’a kavuşmasına yardımcı olan figürler<br />

ise İstanbul’dan arkadaşı Gül, Cihan’ın babası Mahir<br />

Hoca gibi kişilerdir.<br />

-Kıssadan hisse çıkarma motifi: Ayrıca bu<br />

hikâyede geleneksel Türk tahkiyesinde olduğu gibi<br />

yaşanan olaylardan ahlakî dersler çıkarma motifi<br />

de işlenmiştir. Hem Ahmet hem de Kemal, yaptıkları<br />

onca kötülüklerden pişman olmuşlar, ama iş<br />

işten geçmiştir. Bunların kişilikleri ve hayat hikâyeleri<br />

sergilenirken dolaylı olarak okuyucuya ahlakî<br />

telkinlerde bulunulmuştur.<br />

-Sevgiliye hediye verme motifi: Bu hikâyede<br />

Cihan, marangoz olduğundan sevgilisi Zehra’ya<br />

ceviz ağacından minik bir çekmece yapar ve ona<br />

aşkının bir nişanesi olarak verir.<br />

-Araya manzum parçalar koyma: Mustafa<br />

Kutlu, bazı metinlerinde bunu uygular. Mesela<br />

Rüzgarlı Pazar adlı kitabında bunun bir örneği<br />

şöyledir:<br />

“ve tabi her Anadolu çocuğu gibi çok geçmedi<br />

bir türkünün bildiği ilk dörtlüğü gelip dudaklarına<br />

tünedi:<br />

Mavi yelek, mor düğme<br />

Yine düştün gönlüme<br />

Her gönlüme düşende<br />

Kan damlar yüreğime” (s.142)<br />

Aynı uygulamayı Recep Seyhan’ın “Cennet Kokusu”<br />

(Çiçekler Kesmişti Selamı, Ayane Yayınları,<br />

Ankara <strong>19</strong>91, s.7,8,11) adlı hikâyesinde de görüyoruz.<br />

Bir başka örnek de Nisan Kumru’nun “Demir<br />

Almak Günü” (Üçüncü Çekmece, Dergah Yayınları,<br />

İstanbul <strong>20</strong>06, s.24) adlı hikâyesinde yer alır.<br />

2. Mesnevi Etkisi:<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde mesneviler-<br />

122<br />

den de değişik şekillerde yararlanıldığını görüyoruz.<br />

Bunlara verebileceğimiz en önemli örnek,<br />

Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf ile Züleyha (<strong>20</strong>00) adlı<br />

eseridir. Yazar, başta Hamdullah Hamdi olmak<br />

üzere diğer şairlerin Yusuf u Züleyha mesnevilerinden<br />

yararlanmıştır. Yazar, eserinin geleneksel<br />

Yusuf u Züleyha mesnevileriyle olan irtibatını şöyle<br />

ifade ediyor: “her Yusuf u Züleyha bir öncekinin<br />

hem aynı hem başkası. Bu da öyle. Ayna aynı, kitap<br />

farklı.” (s.16)<br />

Bekiroğlu’nun eserini geleneksel mesnevilerle<br />

olan ilişkisi bağlamında şöyle değerlendirebiliriz:<br />

*Geleneğin yeniden üretilmesi: Nazan Bekiroğlu,<br />

Yusuf ile Züleyha hikâyesini çağdaş bir bağlamda<br />

geleneği yeniden yorumlayarak üretiyor.<br />

Metni klasik mesnevi kurgusu ve üslubunda değil,<br />

modern bir kurguya bağlı olarak ele alıyor. Yazar,<br />

Kur’an kıssasının esasına bağlı kalarak bu zamanın<br />

duyarlığı, şartları ve durumuna uygun yeni bir<br />

mesnevi yazmış. Bu bakımdan geleneği devam<br />

ettirmiyor, yeniden üretiyor.<br />

*Klasik mesnevi yapısından tam olarak<br />

uzaklaşmamak: Klasik Yusuf u Züleyha tertipleri<br />

aşağı yukarı şöyledir: Başta besmele, hamdiye,<br />

tevhid, münacat, na’t, çâr-yâr methiyeleri, sebeb-i<br />

telif ve hikâye gövdesi. Klasik mesnevi yazarları,<br />

genellikle Kur’an’da anlatılan hikâyeye bağlı<br />

kalarak onu hayal dünyalarında biraz daha zenginleştirerek,<br />

tasvirler ve dinamik olay parçaları<br />

ekleyerek, dokunaklı bir üslupla ve akıcı bir hikâye<br />

kurgusuyla manzum olarak kaleme almışlardır.<br />

Kıssanın esas tiplerine gerçekte söyleyebilecekleri<br />

sözleri söyletmişler, yapabilecekleri fiilleri yaptırmışlardır.<br />

Genellikle insanlara kıssadan hisse<br />

vermeyi, yaşanmış olaylardan ders çıkarmayı, bir<br />

takım ahlakî telkinlerde bulunmayı amaçlamışlardır.<br />

Nazan Bekiroğlu da aşağı yukarı bu kurguya<br />

bağlı kalmıştır. Ancak bu bağlılık, aynen değildir.<br />

Yazar, bu klasik kurguya tam olarak bağlı kalmamakla<br />

beraber, o yapıdan tam olarak da uzaklaşmamıştır.<br />

Kıssaya özgü belirli vaka kalıbını esas<br />

almış, standart motifleri, tipleri aynen muhafaza<br />

etmiştir. Klasik mesnevinin başlangıç bölümleri,<br />

Bekiroğlu’nda aynen yoktur. Besmele, münacat<br />

gibi kısımlar belli bir sisteme bağlı kalmayarak yer


alır. Klasik mesnevi yazarı gibi Nazan Bekiroğlu da<br />

ara başlıklar kullanmıştır. Ancak bu sabit yapı içinde<br />

kıssanın esasına halel getirmeyecek şekilde bir<br />

hikâyeci olarak şahsi tasarruflarına, muhayyilesinin<br />

imkan verdiği ölçüde yeniden üreterek özgün<br />

bir metne ulaşmıştır.<br />

Klasik mesnevide aralara tekdüzeliği kırmak<br />

için hikâyeden ayrı olarak gazel, tardiye gibi farklı<br />

metinler eklenir. Nazan Bekiroğlu da “Öykü: Vurgun<br />

Yiyen Mahir Dalgıç” (s.86) gibi esas hikâyeyle<br />

alakasız ya da çok az ilgili ara bölümler koymuştur.<br />

Bu konuda benzerlik vardır.<br />

*Kıssanın kendisinin araç konumuna indirgenmesi:<br />

Klasik mesnevi yazarı, hikâyenin<br />

kendisini, olayı ve bu olayın barındırdığı hikmeti,<br />

ahlakî dersleri ön plana alıyordu. Nazan Bekiroğlu<br />

ise hikâyeyi, olayı, ahlakî dersleri ve hikmeti amaç<br />

değil araç hâline getiriyor. Bekiroğlu, kıssanın somut<br />

unsurlarını geri plana itip soyut kavramları<br />

ön plana alıyor. Bunu da “önce söz vardı, sonra<br />

hayat geldi” ilkesine bağlı olarak gerçekleştiriyor.<br />

Bu durumda kıssanın barındırdığı hayat somut bir<br />

yapıdır, o hayatı anlamlı kılan soyut kavramlar ise<br />

öne alınmıştır. O, bu kıssadan yola çıkarak adeta<br />

şiirsel bir mensure yazmıştır. Daha çok da aşk,<br />

çöl, kuyu, zindan, ayna gibi kavramların felsefesini<br />

yapmaya çalışmıştır. Mesela metnin başlarında<br />

“Çöl ile başlasın bu hikâye” cümlesinden oluşan<br />

bir ana örgeyi sıklıkla vurgular ve çölü belirleyici,<br />

yönlendirici bir kavram olarak irdeler. Buna göre<br />

hikâyeyi doğuran çöldür. Klasik mesnevilerde<br />

hikâye, birincil konumda ilen Nazan Bekiroğlu’nun<br />

kitabında hikâye ikincil konumdadır. Hikâye, onun<br />

duygu ve düşüncelerini, kendi edebiyat projesini<br />

gerçekleştirmek için sadece bir vesiledir, amaç<br />

değildir. Klasik mesnevilerde edebiyat yapma gayesi<br />

zayıf bir damardır.<br />

*Kıssayı vahdet-i vücut kuramına bağlı<br />

olarak tasavvufî bağlamda yorumlamak: Bekiroğlu<br />

şöyle diyor: “İşte bütün hikâye: Kim düştü<br />

kuyuya, Yusuf mu, Yakup mu, Züleyha mı, Zindan<br />

kimin kaderi, Yusuf’un mu, Yakub’un mu, yoksa<br />

Züleyha’nın mı? Yusuf, Yakup ve Züleyha yok aslında.<br />

Hepsi bir, hepsi O bir, hepsi tek bir.” (s.15)<br />

Klasik mesnevilerdeki tecelli kuramının uygulamasını<br />

Nazan Bekiroğlu’nda da görüyoruz. Be-<br />

123<br />

kiroğlu, Yusuf’un güzelliğini vahdet-i vücut bağlamında<br />

Allah’ın Cemil isminin mahlukata yansıması<br />

şeklinde algılamaktadır. Klasik mesnevi yazarıyla<br />

Bekiroğlu arasında algılama aynı olsa bile bunu<br />

ifadeye dökme farklıdır. Mesela Bekiroğlu şöyle<br />

der: “ve nasıl yansıyorsa senin güzelliğin şu aynaya,<br />

nasıl sen olmasan bir büyük boşluktan başka<br />

bir şey düşmeyecekse şu aynaya. İşte öylece bilesin<br />

ki o en parlak ışığın yansımasından başka bir<br />

şey değildir senin de güzelliğin.<br />

Sen suretsin O asıl. Sen fersin O mana.<br />

Sen bedensin O ruh. Sen gurbetsin O yurt.<br />

Sen parçasın O bütün. Sen gölgesin O ışık.”(s.28-<br />

29)<br />

* Romana özgü motiflere yer vermek: Nazan<br />

Bekiroğlu, geleneksel Doğu hikâye geleneğinden<br />

çok uzaklaşmadan modern anlamda roman<br />

türüne özgü bazı motiflere de yer vermiştir. Bunları<br />

örneklendirelim:<br />

-Tiplerin dramatik ve trajik gelişimleri içinde<br />

sunulması: Bekiroğlu, roman türüne özgü bir motif<br />

olan kişileri dramatik ve trajik yapıları içinde<br />

sergileme gayreti içindedir. Bu durumu en bariz<br />

biçimde Züleyha tipinin işlenmesinde görüyoruz.<br />

Züleyha’nın kaderi dramatik ve trajik bir yapı içinde<br />

çok iyi analiz ediliyor. Züleyha, zorlu bir yolculuktan<br />

geçer. Yusuf’un aşkından ilahî aşka ulaşır.<br />

Züleyha’nın hayat hikâyesi, hâl değişimi ve arayış<br />

yolculuğu kalıbına uygun bir süreçtir. O, bir<br />

mücadele süreci yaşar. İyi hâlden kötü hâle, kötü<br />

hâlden iyi hâle intikal eder. Bu aslî fıtrata dönüştür.<br />

Hem somut anlamda hem de ruhsal anlamda<br />

çetin bir mücadele sürecine sokulur ve tasaffi<br />

ameliyesinden geçer. Arınır ve saf bir hakikat ve<br />

aşka ulaşır sonunda. Önce saf, masum bir kızdır,<br />

sonra beşerî, tensel, bedensel bir aşk ve şehvet<br />

talebindedir, zamanla tasavvufî bir nefs tezkiyesine<br />

benzer şekilde saf bir ilahî aşka ulaşır. Züleyha<br />

fıtratı aslında iyidir. İşlediği kötülükler arızîdir, geçicidir,<br />

zamanla iyi olan fıtratına döner, anlayışına<br />

uygun bir kurgulama var. Züleyha işlediği kötülüklerden<br />

dolayı yargılanmaz. Yazar onu anlamaya ve<br />

irdelemeye çalışır. Züleyha, yaşadığı tecrübeleri<br />

ve yanılmaları sonucu iyiye ulaşmıştır. Ayrıca Züleyha,<br />

geleneksel tahkiyede egemen olan edilgen<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

kadın tipine karşı etken, baskın, belirleyici ve yönlendirici<br />

kadın tipidir. Bu bakımdan da özgündür.<br />

-Tip ve motiflerin simgesel değerleriyle sunulması:<br />

Öncelikle yazar, hikâyenin tiplerini, motiflerini<br />

simgesel değerleriyle değerlendiriyor. Mesela<br />

Yakup, ona göre hikâyenin Yakup kişisi olarak değil,<br />

kalın, kocaman ve koruyucu dalları ile serinletici<br />

yaprakları ile güçlü bir çınara benzettiği ideal<br />

bir baba imgesini ön plana çıkarır. Ya da şefkatli,<br />

merhametli bir baba figürünü kendi edebiyatında<br />

belirginleştirebilmek için Yusuf ile Züleyha kıssasının<br />

Yakup tipini bir araç olarak kullanır.<br />

-Nesnelerin kişileştirilmesi: Kuyu, ayna gibi nesnelerin<br />

kişileştirilerek konuşturulması ve buradan<br />

tahlillere ulaşılması da metnin özgün bir yanını<br />

oluşturuyor.<br />

* Kıssadan evrensel değerlere ulaşmak:<br />

Sadece tipler değil, durum ve olgular da genel<br />

insanlık hâllerini, psikolojik bazı durumları daha<br />

iyi vurgulayabilmek için bir çıkış noktası olarak<br />

alınmış. Bilinen hikâyeyi anlatırken mesela araya,<br />

vurgulamak istediği bir kavramı şöyle ifade eder:<br />

“Nerede ki devlet ve muhabbet var, nerede ki hâl<br />

var makam var, orada kıskançlık vardır.”(s.26)<br />

Eserde değerler analizini sıklıkla görüyoruz.<br />

Mesela bir yerde şunları okuruz:<br />

“Şeytanın tasallutundan korunmak zor, onun<br />

tasallut edebileceği karanlıklardan uzak durmak<br />

daha kolaydır. “Yapma” yasağını yerine getirmekten<br />

daha kolaydır ”yapma” emrini gerektirecek<br />

kötülüğe hiç yaklaşmamak.<br />

Hele ki saf çocuk kalbi iyilik kadar kötülük karşısında<br />

da savunmasızdır, çocuk yüreği kötülüğün<br />

kötülüğünü fark edemeyecek kadar gönül gözünden<br />

mahrumdur. Bilgi ve tecrübe, terbiye ve<br />

erdem biriktirilip de o kalbin içerisinde, kıvamın<br />

gücüyle kendi kalbinin emrettiği iyiliğe sahip çıkıncaya<br />

kadar çocuğun kalbi, kötülük ihtimalinden<br />

uzak tutulmalı. Şeytanın içine sızabileceği aralıklara<br />

izin verilmemeli. Bu yüzden ey on oğul, ithamım<br />

size değil şeytanadır. Şimdilik bu bilgi sizden<br />

uzak tutulmalıdır.” (s.33)<br />

* Mensur şiir üslubuna yer verme: Klasik<br />

mesnevi yazarı, hikâyenin şiirselliğini manzume<br />

124<br />

yapısında vermeye çalışmıştır. Nazan Bekiroğlu<br />

ise mensur bir metin bünyesinde şiirsel bir üslup<br />

üretme cehdi içindedir.<br />

* Leyla İle Mecnun Mesnevisi Etkisi: Bir başka<br />

önemli mesnevi metni olan Leyla ile Mecnun<br />

mesnevisinin izlerini Mustafa Kutlu’nun Mavi Kuş<br />

adlı uzun hikâyesinde görmekteyiz. Kasabanın<br />

zengin bir ailesinin oğlu olan Bilal, sevdiği bir kızı<br />

alır. Oğlu ölü doğar. Karısı da bu güç doğumdan<br />

dolayı can verir. Bilal çok sevdiği karısı ve çocuğunun<br />

ölümü üzerine hayata ve dünyaya küser. Her<br />

şeyden elini eteğini çeker, kendini dağlara vurur,<br />

avcılığa başlar. Fakat hiçbir canlıyı vurmaz da vurdurmaz<br />

da. Bir iyilik meleği hâlinde dolaşır durur.<br />

Bu hâliyle Bilal, adeta çöllerde vahşi hayvanlarla<br />

dost olan, onları avcıların vurmasına engel olan<br />

Mecnun’un değişik şekilde modern bir türevi olarak<br />

karşımıza çıkar.<br />

3. Çerçeve Hikâye Tekniği:<br />

Geleneksel Türk tahkiyesinde kullanılan kurgulama<br />

tekniklerinden biri de çerçeve hikâye tekniğidir.<br />

Bu teknikte olaylar, merkezden çevreye<br />

yayılan birbirinin içine girmiş daireler gibidir ve<br />

girifttir. Buna ‘çerçeve hikâye tekniği’ denir. Bu<br />

tür metinlerde merkezî konumu işgal eden ve çıkış<br />

noktasını oluşturan bir ana olay (birinci düzey<br />

olay ya da çerçeve hikâye) vardır ve ona bağlı olarak<br />

uzayıp giden iç içe geçmiş ya da arka arkaya<br />

dizilip giden yan olaylar ve hikâyeler (ikinci düzey<br />

olaylar ya da hikâyeler) vardır. Özellikle Binbir<br />

Gece Masalları, Tutîname, Feridüddin-i Attar’ın<br />

Mantıku’t-Tayr’ı, Muhayyelat-ı Aziz Efendi gibi eski<br />

Doğu ve Türk-İslam hikâyelerinde bu tekniği görmek<br />

mümkündür.<br />

Geleneksel tahkiye metinlerinde yer alan bu<br />

kurgu tekniğini Mustafa Kutlu, bazı kitaplarında<br />

modernleştirerek, çağa uyarlayarak, kısmen farklılaştırarak<br />

uygulamıştır. Meselâ Rüzgarlı Pazar adlı<br />

uzun hikâye kitabında Yozgat köylerinden fakirlik<br />

yüzünden İstanbul’a göç eden Recep Efendi’nin<br />

11-12 yaşlarındaki sokak aralarında balon satarak<br />

eve günde 2-3 lira para getiren oğlu Duran’ın<br />

hayat hikâyesi ana olayı, merkezî olayı oluşturur.<br />

Yazar, buna bağlı olarak diğer ara olayları yani<br />

ikinci düzey hikâyeleri aktarır.


Duran’la birlikte yol kenarında, sokakta satıcılık<br />

yapan diğer satıcıların hikâyelerini de ikinci düzey<br />

hikâye parçaları olarak anlatır. Böylece merkezde<br />

Duran’ın hikâyesi, ona bağlı olarak gelişen, etrafında<br />

dalga biçiminde yayılan Hurdacı Bilal, Çiçekçi<br />

Cemile, ufak tefek eşya satan âmâ Nimet, çaycı<br />

Cino, meczub Doktor, âmâ Cesur, Dürümcü Baba<br />

gibi fakir ve çilekeş sokak satıcılarının hayat hikâyeleri<br />

anlatılmaktadır.<br />

Kitap, roman boyutunda olup başlıksız bölümlerden<br />

meydana gelmektedir. Başlıksız her bölüm,<br />

bir bakıma ayrı bir kişinin hayat hikâyesinden<br />

oluşmaktadır. Bunlar ikinci düzey hikâyelerdir.<br />

Duran ise hemen her bölümde yer alır ya da ikinci<br />

düzey hikâye kişileriyle ilişkilendirilerek sunulur.<br />

Biz, kitaptaki diğer kişilerin hayat hikâyesini Duran<br />

vesilesiyle öğreniriz. Yani yazar, Duran’ı merkeze<br />

almış, ondan yola çıkarak onunla ilişkilendirerek<br />

diğer kişilerin hayatını aktarmıştır. Böylece suya<br />

atılan taş Duran, bu taşın ürettiği iç içe geçmiş<br />

dalgalar da diğer kişilerdir.<br />

Mustafa Kutlu, bu hikâye tekniğini başka bazı<br />

kitaplarında da uygulamıştır.<br />

4. Meddah Hikâyeleri Etkisi:<br />

Meddah gösterisi, saraylardan, halk kahvehanelerine,<br />

çarşı pazarlardan kasabalara kadar değişik<br />

mekanlarda sergilenen tek kişilik Türk halk tiyatrosudur.<br />

Meddah hikâyelerinde meddah, hikâyesini<br />

etkili kılabilmek için canlı konuşmalar, şive<br />

taklitleri ve dramatizasyon ile sunar. Meddah, anlattığı<br />

kişilerin özelliklerini ve ses tonlarını başarılı<br />

bir şekilde sunar. Çeşitli tipleri ustalıkla taklit<br />

ve hareketle canlandırır. Anlatılanın gerçekliğine<br />

inandırma kaygısı ve mizah, iki temel unsurdur.<br />

Meddah, seyirci-dinleyici önünde bazı hikâyeleri<br />

dramatize eder, hem anlatır hem oynar. Kişilerin,<br />

tiplerin olaylarını hem anlatır hem de taklitlerle<br />

canlandırır. Seyirci-dinleyici ile sıcak bir iletişime<br />

geçer, mukallit-kıssahandır. Meddah, canlandırma<br />

ve konuşma sanatçısıdır. Bu yüzden konuşma<br />

dilinin bütün inceliklerini bilir. Meddah, içinde yaşadığı<br />

toplumu, çeşitli insan tiplerini gözlemler,<br />

inceler, günlerce onları takip eder, birlikte olur,<br />

yakından tanır, bunları hafızasına kaydeder ve<br />

yansılamayla aktarır. Meddah, toplumun düzenini<br />

bozan, hırsız, rüşvetçi, asalak, mirasyedi gibi tiple-<br />

125<br />

ri sergiler. Meddah, hikâyeyi anlatırken arada bir<br />

olayın dışına çıkarak araya bir fıkra, bir açıklama,<br />

başka bazı bilgiler sokuşturur.<br />

Meddah hikâyelerinin bazı özelliklerini, meddah<br />

üslûbunu Mustafa Kutlu, hikâyelerinde sıklıkla kullanır.<br />

Özellikle okuyucuyla sıcak bir iletişime geçmek<br />

için doğrudan ona hitap eder, onunla sohbet<br />

eder, ahbaplık kurar. Bir örnek:<br />

“Şimdi ey aziz okuyucu, biz burada neciyiz, neyiz<br />

(sokakların çocuğu Doğuş’un bir şarkısında geçiyordu,<br />

değil mi)..<br />

Biz bir hikâyeciyiz, üstümüze ne lazım deyip<br />

geçmeyelim.<br />

Geleceğin bilim adamlarına bir koltuk çıksak<br />

fena mı olur yani.<br />

Olmaz.<br />

Çıkalım öyleyse, işin ucunu açık edelim.” (Rüzgarlı<br />

Pazar, 4. baskı, İstanbul <strong>20</strong>06, s.70)<br />

Mustafa Kutlu, eserinin geleneksel anlamda<br />

meddah hikâyesi ve halk hikâyesi olmadığını,<br />

modern bir tahkiye metni olduğunu ifade ederek<br />

doğrudan doğruya şunları da söyler:<br />

“Yahu ben meddah mıyım? Ara sıra omzumdaki<br />

havlu ile alnımın terini sikilip “Ey yârenler nerde<br />

kalmıştık bakalım” diye mevzuyu çekip uzattıktan,<br />

tadını kaçırdıktan sonra toparlamaya çalışacak.<br />

Hayır, hayır!..<br />

Bu hikâye ile roman arasında bir kitap.<br />

Kayda-kuyda bağlı. Girişi-gelişmesi-sonucu var.<br />

Altyapısı-üstyapısı, çatısı, bacası var. Göstereni,<br />

gösterileni, imi, timi var.<br />

Bizi böyle Erzurum Mahallebaşı’nda halk hikâyesi<br />

anlatan rahmetli Behçet Emi’ye benzetip de<br />

arpayla samanı karıştırmayın.” (Mavi Kuş, Dergah<br />

yayınları, 5. basılış, İstanbul <strong>20</strong>4, s.17)<br />

Yazar mizahî olarak böyle dese de aslında yaptığı<br />

işin geleneksel tahkiye ile irtibatlı modern bir<br />

tahkiye yazmak olduğunu ele veriyor. Meddah üslubu<br />

her hâlinden kendini belli ediyor.<br />

5. Masal Etkisi:<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde halk masalları-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

nın kurgusal yapısı, üslubu, bazı motifleri ve tipleri<br />

de değişik şekillerde kullanılmıştır. Örnek olarak<br />

şunları verebiliriz:<br />

Ali Ayçil, Sur Kenti Hikâyeleri (Şule Yayınları,<br />

İstanbul <strong>20</strong>04) adlı eserindeki metinlerde masal<br />

unsurlarına yer vermiştir. Mesela “Anısız At Hızlı<br />

Koşar” (s.41) adlı hikâyesinde ölen padişahın yerine<br />

hangi şehzadenin geçeceğinin bir sınava bağlı<br />

olarak belirlenmesi motifine yer verilir. “Sarraf<br />

Nizamettin’in Üç Kızı” (s.45) hikâyesinde masallara<br />

özgü üç kız motifine yer vermiştir. Ayrıca masal<br />

hava ve üslubu değişik şekillerde hissedilir.<br />

Diğer yandan Murathan Mungan’ın Lal Masalları<br />

(Metis Yayınları, İstanbul <strong>19</strong>93) ve başka bazı<br />

eserlerinde de masal etkisi kendini kuvvetle hissettiriyor.<br />

Sonuç:<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde geleneksel<br />

Türk tahkiyesinden değişik ölçülerde ve şekillerde<br />

yararlanıldığını, geleneksel malzemenin modernize<br />

edilerek yeniden üretildiğini, böylece modern<br />

Türk edebiyatının geleneksel Türk edebiyatına eklemlendiğini<br />

görüyoruz. Bu durum, hiç şüphesiz<br />

nesiller arası kültürel kopukluğu ortadan kaldıran<br />

ve çağdaş edebiyatı zenginleştiren bir durumdur.<br />

Edebiyat, bir anlamıyla kültürdür. Her edebiyatçı,<br />

bir bakıma kendisinden önceki edebiyatın, kültürel<br />

birikimin, sanat, edebiyat, bilim birikiminin<br />

izini sürer. Edebiyatçı, önceki nesillerden tevarüs<br />

ettiği metinleri, fikirleri, imgeleri çağının durumuna,<br />

özelliğine, yapısına, algısına göre yeniden üretir.<br />

Böylece bir kültür, kartopu gibi yuvarlanarak<br />

devam eder.<br />

Mustafa Kutlu ve Nazan Bekiroğlu gibi günümüzün<br />

önde gelen Türk hikâyecileri, geleneksel<br />

tahkiyeyle bağ kurmada oldukça başarılı, bilgili ve<br />

bilinçli çabalar ortaya koymuşlardır. Diğer genç<br />

Türk hikâyecilerinin de onları bu anlamda örnek<br />

almaları, hem kendi sanatları, hem de Türk kültürü<br />

adına olumla bir çalışma olacaktır.<br />

126


HALK HİKÂYECİLİĞİ<br />

GELENEĞİNİN <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

<strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYECİLİĞİNE<br />

YANSIMALARI<br />

Özet: Modern anlamda hikâyelerin yazılmaya<br />

başlandığı Tanzimat Edebiyatı dönemine kadar<br />

Türk edebiyatında hikâye ihtiyacını karşılamada<br />

halk hikâyeleri önemli bir yer tutmuştur. Modern<br />

hikâyelerle halk hikâyeleri arasında yaratım, aktarım,<br />

şekil ve muhteva bakımından birçok farklılıklar<br />

bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Kerem ile<br />

Aslı, Âşık Garip ve Tahir ile Zühre gibi halk hikâyeleri,<br />

modern Türk hikâyeciliğine çeşitli tesirler<br />

yapmıştır. Bu tesirler, Tanzimat dönemi roman ve<br />

hikâyelerinde daha fazla görülmektedir. Bu bildiride<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde halk hikâyelerinin<br />

etkileri ele alınmış ve modern Türk hikâyeciliğinde<br />

halk hikâyelerinin yeri üzerine tespitler<br />

yapılmıştır.<br />

Anahtar Kelimeler: Hikâye, Öykü, Halk Hikâyesi,<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Edebiyatı.<br />

127<br />

Prof. Dr. Ali DUYMAZ<br />

Balıkesir Üniversitesi<br />

The Reflections of Folk<br />

Story Tradition to the<br />

Turkish Story After <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

Abstract: Till the period of Tanzimat when the<br />

modern stories were started to be written, folk<br />

stories has represented the kind of story in Turkish<br />

literature. There are some differences of<br />

creation, transfer, form and content, between the<br />

modern and folk stories. Besides that folk stories<br />

like Kerem and Asli, Ashik Garip ve Tahir and<br />

Zuhre, has made several influence to the modern<br />

Turkish story. That effects is seen more commenly<br />

in the stories and novels which belong to the<br />

period of Tanzimat. In this study the effect of folk<br />

stories on the Turkish story after the period of<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong>’s has been investigated and the importance<br />

of folk stories on modern Turkish story has been<br />

possesed.<br />

Key Words: Story, Folk Story, After <strong>19</strong><strong>80</strong>.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Giriş<br />

Halk hikâyesi, genellikle aşkın konu edildiği ve<br />

XVI. yüzyıldan itibaren âşık edebiyatına bağlı olarak<br />

şekillenmeye başlayan bir halk edebiyatı türüdür.<br />

Bu gelenek, âşıklar vasıtasıyla toplumun en<br />

ücra bölgelerine taşınırken meddahlarla da şehir<br />

insanının hayatına girmiştir. Âşık meclislerinde,<br />

kahvelerde veya özel toplantılarda anlatılan halk<br />

hikâyeleri, toplumun büyük kesimince sevilerek<br />

dinlenen ve böyle olduğu için de tesirini günümüze<br />

kadar devam ettiren bir gelenek haline gelmiştir.<br />

Esas olarak sözlü gelenekte icra edilen halk<br />

hikâyeleri, az da olsa cönk adı verilen defterlerle<br />

ve matbaanın ülkemize girmesiyle de basılı şekilleriyle<br />

yazılı edebiyata aktarılmıştır. Klasik edebiyattaki<br />

mesnevilerle birlikte halk hikâyeleri, uzun<br />

bir süre edebiyatımızdaki hikâye türünü temsil etmişlerdir,<br />

ancak Tanzimat dönemiyle birlikte Türk<br />

edebiyatı yeni bir hikâye tarzıyla tanışmıştır. Edebiyatımızdaki<br />

hikâye anlayışından farklı olan bu<br />

yeni tarz, kısa sürede geleneksel hikâyenin yerini<br />

almış ve toplumsal yaşamın da değişmesiyle halk<br />

hikâyeleri devrini tamamlama sürecine gimiştir.<br />

Ancak bu geleneksel tarz, edebiyat hayatımızdan<br />

hemen çekilmemiş, Tanzimat döneminde kaleme<br />

alınan bazı hikâyelerde çeşitli unsurlarıyla yaşamaya<br />

devam etmiştir (Özön <strong>19</strong>85). Daha sonraki<br />

yıllarda da halk hikâyelerinin Türk hikâyesindeki<br />

etkisinin giderek azaldığını, ama tamamen ortadan<br />

kaybolmadığını görürüz. Halk hikâyelerindeki<br />

aşk anlayışı, insan tipi ve hatta üslûp, zaman zaman<br />

modern hikâyelerimizde kullanılmıştır.<br />

Gelenek, hemen bütün dünya edebiyatlarında<br />

olduğu gibi modern edebiyat için de başvuru kaynaklarından<br />

biri olmuştur. Tarihî gelişmelere, edebiyat<br />

akımlarına ve sanatçıların tercihlerine bağlı<br />

olarak gelenekten farklı şekillerde ve farklı amaçlarla<br />

faydalanılmıştır. Kimlik oluşturma, eskiyi yeniden<br />

inşa etme, farklı olma veya kaçış bu amaçlardan<br />

bazılarıdır. Geleneğin kullanılma amacı<br />

ne olursa olsun ortaya çıkan asıl gerçek, modern<br />

insanın geleneksel insan modeline ve düşünce<br />

yapısına ihtiyaç duyduğudur. Özellikle insanların<br />

giderek yalnızlaştığı, toplumsal değerlerin hızla<br />

yıprandığı ve insanların model alabileceği davranış<br />

ve tiplerin hızla hayattan çekildiği modern<br />

dönemde gelenek, edebiyatın daha fazla dikka-<br />

sitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk<br />

128<br />

tini çekmektedir. Bunun somut örneklerini yakın<br />

dönem Türk hikâyesinde görmek mümkündür.<br />

Destan, masal ve halk hikâyelerindeki temalar ve<br />

tipler farklı şekillerde Türk hikâyesine girmektedir.<br />

Bütün bunlar, kaynağını Batı kültüründen alan<br />

modern Türk hikâyesinin artık kendi mecrasına<br />

dönmeye ve kendine özgü bir tarzının oluşmaya<br />

başladığını gösterdiği gibi çağdaş hikâyemizin<br />

aslında geleneksel hikâyemizin bir devamı olduğunu<br />

da göstermektedir (Su <strong>20</strong>00). Bütün bunlar<br />

da modern hikâye ile geleneksel hikâye arasında<br />

bu ilişkinin araştırılmasını ve ayrıntılarının ortaya<br />

konmasını zorunlu kılmaktadır.<br />

Bu bildiride Mustafa Kutlu, Sevinç Çokum, Murathan<br />

Mungan, Hüseyin Su ve Tomris Uyar gibi<br />

yazarların hikâyelerinde halk hikâyelerine, diğer<br />

bir ifade ile geleneksel hikâyeye bakış açışı ve bu<br />

hikâyelerden faydalanma şekilleri üzerinde durularak<br />

halk hikâyelerinin modern hikâyeye yansımaları<br />

ve <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde halk<br />

hikâyelerinin konumu üzerine tespit ve değerlendirmeler<br />

yapılacaktır. Ayrıca Sadık Yalsızuçanlar<br />

gibi bazı hikâyecilerin halk hikâyelerini yeniden<br />

yazma çalışmaları da bildirimizde ele alınacaktır.<br />

1. <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk<br />

Hikâyesinde Arayışlar ve<br />

Gelenek<br />

Yetmişli ve seksenli yıllardaki gelişmeler, edebiyatın<br />

farklı türlerini etkilediği gibi hikâyeyi de etkilemiştir.<br />

Türkiye’nin siyasal çalkantılarla uğraştığı<br />

ve toplumdaki kamplaşmanın giderek arttığı yetmişli<br />

yıllarda Türk edebiyatının önemli bir bölümü,<br />

siyasal düşüncelerle mücadele eden, estetik kaygılardan<br />

uzak ve klişe söylemlere yönelmiş bir karakter<br />

çizer. Bazı hikâyeciler bu dönemin edebiyat<br />

anlayışını şekillendiren “Sosyalist/Toplumcu Gerçekçilik”<br />

gibi temel kavramlarla işçileri ve yoksulları<br />

hikâyeye dâhil etmişlerdir. Ayrıca bu dönemin<br />

bütün hikâyecileri hikayelerinde <strong>19</strong>71 darbesini,<br />

grevleri ve öğrenci olaylarını işleyerek âdetâ ortak<br />

bir tema anlayışına doğru gitmişlerdir. Adalet<br />

Ağaoğlu, Tomris Uyar, Selim İleri gibi isimler toplumcu<br />

anlayışla; Mustafa Kutlu, Sevinç Çokum ve<br />

Rasim Özdenören gibi yazarlar ise muhafazakâr<br />

düşünceyle hikâyeler kaleme almışlardır. 12 Eylül


<strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesi ile edebiyatımızda farklı bir dönem<br />

daha başlar. Bu dönemde toplumcu edebiyat<br />

büyük yara alırken sosyalizmin çöküşü gibi dünyadaki<br />

önemli gelişmelerle birlikte ideolojilere karşı<br />

bakış açısı değişmiş, kimlik bunalımı ve buna bağlı<br />

olarak yeni arayışlar başlamıştır (Tosun <strong>20</strong>07: 85-<br />

86). Özcan Karabulut, Nalan Barbarosoğlu, Faruk<br />

Duman gibi hikâyeciler, <strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesine tepkiyi,<br />

şehir yaşamının gerçeklerini dile getirerek<br />

gösterirken, Murathan Mungan, Buket Uzuner<br />

gibi hikâyeciler ise siyasal iktidara karşı çıkmaksızın<br />

veya başka tartışmalara girmeksizin hikâyede<br />

edebî kalmayı seçmişlerdir (Lekesiz <strong>20</strong>05).<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesindeki eğilimlerden<br />

birisi de yazarların kendi içlerine dönmüş olmasıdır.<br />

Toplumsal gerçeklerden uzak, bireyin kendi<br />

içindeki gerçekleri daha fazla öne çıkaran bu eğilim<br />

pek çok taraftar bulmuştur. Ancak, içe dönük<br />

bir edebiyat anlayışını reddederek toplumcu edebiyat<br />

anlayışı ile gelenekten faydalanma yoluna<br />

gitmiş hikâyeciler de vardır. Bunlar, doğunun hikmetli<br />

ve sade üslûbunu benimseyerek geleneksel<br />

anlatıları, tasavvufu ve bazı tarihi olayları yeniden<br />

yorumlamışlar ve geçmişle günümüz arasında<br />

kültürel bağ kurma yoluna gitmişlerdir. Daha doğrusu<br />

kültürümüzde var olan ve toplumsal değerlerin<br />

beslediği ideal insan tiplerini ve ahlak anlayışını<br />

modern hikâyenin yeni teknikleriyle işleyerek<br />

topluma yeniden sunma tarzını benimsemişlerdir.<br />

Bu anlayışı benimseyen hikâyecilerin geleneğe ve<br />

eskiye olan ilgilerini eserlerinde zaman zaman<br />

dile getirdikleri görülür. Geleneği hikâyelerinde en<br />

fazla kullanan hikâyecilerden Mustafa Kutlu, geçmişle,<br />

diğer bir ifade ile gelenekle ilgili özlemini<br />

ve düşüncelerini “Masal ve Rüya” adlı hikâyesinde<br />

“Masallara düşman oldular, folklor ölmüştü, şifalı<br />

bitkiler “kocakarı ilacı” diye alay konusu edildi.<br />

Sözün özü eski dünya, eski günler pılını pırtısını<br />

toplayıp hayatımızdan çekip gitti.” şeklinde ifade<br />

eder ve ekler “Eski dünya dediğimiz şey bir çam<br />

kozalığıdır, yeni sağılmış süt kokusudur, çimen yeşili<br />

ve yün kuşaktır. Bu nedir? Bu hayattır.” (Kutlu<br />

<strong>20</strong>05a: 25-26) Geçmişin, geleneğin temiz, saf<br />

dünyasını yeniden hayatın içine çekmeye çalışan<br />

Kutlu, hikâyeciliğini geleneğe ve özellikle halk<br />

hikâyeciliği geleneğine yaslamıştır. Sevinç Çokum<br />

da hikâyelerinde eski dönemlerde kalan masal ve<br />

129<br />

hikâye anlatma geleneğine, hikâye anlatma ortamındaki<br />

insanların mutluluklarına sık sık temas<br />

eder. “Ninem bize destanlar, hikâyeler anlatırdı”<br />

diyerek Battal Gazi’nin hikâyelerini ninesinden<br />

dinlediklerini, ninesinin artık yok olduğunu geçmişin<br />

verdiği özlemle dile getirir (Çokum <strong>19</strong>88:<br />

47). Çokum, “Küller” adlı hikâyesinde geçmişi ve<br />

geleneği ocakta eşelenmeyi bekleyen küllere benzetir.<br />

Bu küller karıştırılınca geçmişten günümüze<br />

değerli pek çok şeyin taşınabileceğini, ancak bunu<br />

yapacak bir iradeye ihtiyaç olduğunu söyler (Çokum<br />

<strong>19</strong>87: 60). Çokum, bu konudaki diğer düşüncelerini<br />

“Çok Eskiden” adını verdiği hikâyesinde<br />

sıralamaya devam eder. Çocukluğunda dinlediği<br />

Hanife Teyze’nin yine hikâyelerine “çok eskiden”<br />

diye başladığını ve onu dinleyenlerin kendilerinden<br />

geçtiklerini anlatır (Çokum <strong>19</strong>88: 24). Tomris<br />

Uyar ise “Gecegezen Kızlar” adıyla yayınladığı<br />

kitabına yazdığı girişte geleneksel anlatılarda geçen<br />

cesaret, cömertlik ve özgürlük gibi temaların<br />

modern hikâyede de yer alabileceğini, hatta günümüzdeki<br />

pek çok kişinin farkında olmadan bu<br />

eski kahramanlara benzediğini söyleyerek (Uyar<br />

<strong>20</strong>05: 7-8) gelenek ile modern hikâye arasında<br />

bağ kurulması gerektiğini belirtir.<br />

Geleneğin <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliğinde<br />

kullanımı farklı şekillerde ve amaçlarda gerçekleşmiştir.<br />

Hikâyelerinde geleneksel unsurlara yer<br />

veren bazı hikâyeciler, modernizme ve modernizmin<br />

getirdiği akılcılığa karşı çıkarak postmodernizme<br />

yaklaşan bir çizgide dinin ve geleneğin<br />

prensiplerini hikâyelerinde işlemişlerdir. Bu anlayışı<br />

benimseyen hikâyeciler, insanın derinliklerine<br />

yönelmek, gizemli geçmişi yeniden inşa etmek ve<br />

yüce insan modelini hikâyelerinde kurgulamak<br />

amacıyla geleneksel tipleri ve konuları modern<br />

hikâye teknikleriyle yeniden ele almışlardır (Külahlıoğlu<br />

<strong>20</strong>02: 216). Ancak bazılarının herhangi<br />

bir yüce fikre kapılmadan sadece yeni malzemeleri<br />

ve tipleri hikâyeye katmak için geleneğe yöneldikleri<br />

görülmektedir. Sonuçta geleneği gerek din,<br />

tasavvuf, ahlak, hikmet gibi kavramlar bağlamında<br />

kullananlar, gerekse yeni konular keşfetmek<br />

için bir başvuru kaynağı olarak görenler <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

sonrasındaki karamsar havaya kapılmadan yeni<br />

bir tarz yaratmayı, içe dönük edebiyat yerine dışa<br />

dönük ve gelecekten umutlu bir edebiyat yapmayı<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

hedeflemişlerdir. Bu bakımdan seksen sonrasındaki<br />

gelenekçi tutum, Türk hikâyesinin konu alanını<br />

genişletmiş ve geleneksel malzemenin modern<br />

hikâyede yer alabileceğini göstermiştir.<br />

2. <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk<br />

Hikâyeciliğinde Türk Halk<br />

Hikâyeciliği Geleneğinin<br />

Yansımaları<br />

a. Halk Hikâyelerine Postmodernist Yaklaşımlar<br />

Edebi metinlere herhangi bir değer atfetmeyi<br />

reddeden ve temel ilke olarak her şeyin metin olduğunu<br />

iddia eden postmodernist tutum (Yener<br />

<strong>20</strong>04: 163), özellikle <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyesinde<br />

görülür. Örneğin Murathan Mungan’ın, Lal Masallar<br />

ve Cenk Hikâyeleri adlı kitaplarındaki hikâyeler,<br />

postmodern edebiyatın birçok özelliğini taşır.<br />

Mungan’ın bazı hikâyelerine yakından baktığımızda<br />

bu tutum çok daha iyi ortaya çıkacaktır. “Âzer ile<br />

Yadigâr” hikâyesini anlatmaya başlamadan önce<br />

yazar postmodernist bir anlayış içinde olduğunu<br />

kullandığı bazı cümlelerle belirtir. “Ansızın kendisini,<br />

gözünü diktiği o noktada dağa tırmanırken gördü.<br />

Kendi kendini mi büyülemişti? Erken başlayan<br />

bir sanrı mıydı? Bir bellek oyunu mu?” (Mungan<br />

<strong>20</strong>04: 7), “Herkes rolüne, rolünün gerekliliğine göre<br />

bir imge geliştiriyor” (Mungan <strong>20</strong>04: 9), “Bu kız da<br />

adsız bir oyuncudur. Oyundaki sözlerinin sayısı da<br />

üçü beşi geçmez” (Mungan <strong>20</strong>06: 164) şeklindeki<br />

cümlelerde geçen oyun ve oyunla bağlantılı kavramlar,<br />

postmodernist düşüncenin temel ilkeleri<br />

arasında yer almaktadır. Aşağıdaki örneklemelerde<br />

de Mungan’ın hikâyelerindeki postmodernist<br />

tutumun bilinç dışına çıkma ve gerçeklik algısını<br />

zayıflatma özelliklerini görmek mümkündür: “Her<br />

şeyi anlayarak mı yaşıyoruz sanki? Bilerek mi? Yaşadıklarımızda<br />

bilinç payının ne kadar olduğunu<br />

hiç düşündün mü?”, “Hayat diye bize yaşattıkları<br />

şey, koskoca bir sayıklama değil mi zaten?” (Mungan<br />

<strong>20</strong>04: 11, 13). Mungan, “Muradhan ile Selvihan<br />

ya da Bir Billur Köşk Masalı” adlı hikâyesinin<br />

girişinde “Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler;<br />

masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler,<br />

sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına<br />

ermiş gibi” diyerek gerçeklik anlayışının göreceli<br />

olduğunu, neyin gerçek neyin yalan olduğunu<br />

130<br />

ayırmanın çok güç olduğunu söyleyerek postmodernist<br />

çizgide olduğunu beyan eder.<br />

Postmodern edebiyatın temel prensiplerinden<br />

biri olan metinlerarasılık, Mungan’ın “Âzer ile<br />

Yadigâr”, “Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur<br />

Köşk Masalı”, “Şahmeran’ın Bacakları”, “Ökkeş<br />

ile Cengâver” ve Kasım ile Nâsır” gibi hikâyelerin<br />

başlıklarından bile anlaşılmaktadır. Farklı metinlerden<br />

alıntılar yaparak yeni bir metin kurmaya<br />

izin veren postmodernizmin bu tutumu, Murathan<br />

Mungan’ın hikâyelerinde açıkça görülmektedir.<br />

“Âzer ile Yadigâr” hikâyesinde Kerem ile<br />

Aslı, Âşık Garip gibi geleneksel halk hikâyelerine<br />

benzer bir aşk ve âşık tipi yer almaktadır. Hikâyede<br />

Dede Korkut Kitabı’ndan da önemli alıntılar<br />

vardır. Bamsı Beyrek hikâyesindeki Banı Çiçek’in<br />

bir benzeri olan Yadigâr, çocuksuzluk çeken bir<br />

annenin olağanüstü şartlarda dünyaya getirdiği<br />

bir kızdır. Babası Deli Türkmen’dir. Bilindiği üzere<br />

Bamsı Beyrek hikâyesinde Deli Karçar vardır ve<br />

Banı Çiçek’in ağabeyidir (Ergin <strong>19</strong>97). Burada ise<br />

isimlerde bir değişiklik yapılmıştır. “Muradhan ile<br />

Selvihan ya da Bir Billur Köşk Masalı”nda da hem<br />

halk hikâyelerinden hem Dede Korkut Kitabı’ndaki<br />

bazı hikâyelerden hem de masallardan alıntılar<br />

bulunmaktadır.<br />

Mungan’ın metinlerarasılığa en fazla başvurduğu<br />

hikâyelerinden birisi de “Ökkeş ile Cengâver”dir.<br />

Burada Dede Korkut Kitabı’ndaki bazı hikâyelerde<br />

yer alan alplığa geçiş olgusu yer almaktadır (Duymaz<br />

<strong>20</strong>00). Hikâyede töreye göre on beş yaşına<br />

giren Ökkeş ile Cengâver, ergenliğe geçiş için<br />

yapılacak sınavdan başarılı çıkmak zorundadırlar.<br />

İki aşamalı sınavın takipçisi “Dede” adı verilen<br />

bilge bir kişidir. Dede, tıpkı Dede Korkut gibi<br />

Cengâver’in sınavda başarılı olduğunu ve ergenliğe<br />

geçiş yaptığını söyleyerek ona hayır duada<br />

bulunmuştur. Alplığa geçişin yanı sıra yazar Dede<br />

Korkut Kitabı’ndan töre, sınav, bilge kişi, kutsal<br />

ağaç gibi kavramları da almıştır. “Ökkeş ile Cengâver”<br />

hikâyesinde Mungan Yunan mitolojisinden<br />

de alıntı yapmıştır. Yunan mitolojisinde Akhilleus<br />

adıyla bilinen ve vücuduna ok batmadığı için büyük<br />

bir savaşçı olan bir kahramanın hikâyesi özetlenerek<br />

alınmıştır (Mungan <strong>20</strong>06: 117). Akhilleus’i<br />

annesi, küçükken sihirli sulara batırmış ve vücuduna<br />

demir işlemez olmuştur, ancak annesi onu


ayaklarından tuttuğu için sadece topukları korumasız<br />

kalmış ve oradan yaralanıp ölmüştür (Can<br />

<strong>20</strong>02: 261). Mungan, Yunan mitolojisinden yaptığı<br />

bu alıntının yanında genellikle masallarda geçen<br />

ve dış ruh tasarımı ile ilgili başka bir alıntıyı daha<br />

hikâyeye dâhil eder. Devlerin bile yenemediği olağanüstü<br />

güce sahip masal kahramanının bütün<br />

gücü başındaki üç saç telinde gizlidir. Bu saçların<br />

koparılmasıyla masal kahramanının sıra dışı gücü<br />

yok olur (Mungan <strong>20</strong>06: 117).<br />

Metinlerarasılık bağlamında Mungan’ın ele<br />

alacağımız son hikâyesi “Kâsım ile Nâsır” adını<br />

taşımaktadır. Hz. Ali’den ve Kerbelâ olayından<br />

bahsederek başlayan hikâye, Bamsı Beyrek’in<br />

tutsaklıktan kurtulup yurduna geri döndüğü gibi<br />

uzun yıllardan sonra obasına dönen kahramanın<br />

karısının başkasıyla evlenmek üzere olduğunu öğrenmesiyle<br />

devam eder. Dede Korkut’tan yapılan<br />

bu alıntıdan sonra Türk folklorunda çeşitli şekillerde<br />

görülen kesikbaş motifi karşımıza çıkar (Ocak<br />

<strong>19</strong>89). Avcıları peşinden sürükleyen ve bazı çocukları<br />

emzirdikleri rivayet olunan geyiklerle ilgili<br />

anlatılar ve Hz. Muhammet’e Cebrail’in Hasan ve<br />

Hüseyin’in şehit düşeceğini söylemesi yine yazar<br />

tarafından bu hikâyeye dâhil edilmiştir.<br />

Görüldüğü gibi Murathan Mungan, hikâyelerinde,<br />

halk hikâyelerindeki unsurları daha çok<br />

postmodernist bir anlayışla kullanmıştır. Belirli<br />

bir zamandan ve mekândan kopuk, gerçeklikle<br />

bağlantısı zayıflatılmış, metinlerarası ilişkinin sık<br />

sık kullanıldığı hikâyelerde geleneksel öğeler, olduğundan<br />

daha değişik bir tarzda yer almaktadır.<br />

Mungan, geleneksel halk hikâyelerinden, masallardan<br />

veya efsanelerden aldığı malzemeyi postmodernist<br />

bir bakış açısıyla yeniden yazmış ve<br />

kendi hikâyesini elde etmiştir. Esas olan da “hikâye<br />

yazmak/söylemek”tir. Postmodern edebiyat,<br />

kesinliğin, verili değerlerin şüpheyle karşılandığı<br />

bir alandır. Bu yüzden geçmiş, gelecek, mekânlar,<br />

zamanlar ve kültürler iç içe girerek bir “metin<br />

gerçekliği” meydana getirmektedir.<br />

b. Halk Hikâyesi Motiflerinin <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Hikâyesinde<br />

Kullanımı<br />

Halk hikâyelerinin en dikkat çekici yanlarından<br />

birisi olağanüstü denilebilecek aşkları anlatmasıdır.<br />

Kerem’in Aslı’ya, Garip’in Şahsenem’e duydu-<br />

131<br />

ğu aşk, yüzyıllar boyunca anlatılmış ve günümüze<br />

kadar ideal aşklar olarak nitelenmişlerdir. Daha<br />

çocukluklarından itibaren tanıtılmaya başlanan<br />

âşıklar, bu hikâyelerde sevgililerini bulmak için<br />

çıktıkları uzun gurbet yolculuklarından sonra<br />

çoğu zaman vuslata ererler, bazen de kavuşamadan<br />

bu dünyadan göçüp giderler (Alptekin <strong>19</strong>97).<br />

Halk hikâyelerindeki aşk, maddi duygulardan tamamen<br />

sıyrılmış ve hastalık derecesinde bağlılık<br />

gerektiren bir duygudur. Bu aşk anlayışı, modern<br />

hikâyenin gelişimiyle birlikte değişmeye başlamış,<br />

ancak etkilerini tamamen yitirmemiştir. Tanzimat,<br />

Milli Edebiyat ve Cumhuriyet dönemi hikâyelerinde<br />

akislerini gördüğümüz geleneksel aşk teması,<br />

konumuz olan <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyelerde de yerini<br />

almıştır. Ancak hikâyecilerin bu konuda tutumları<br />

farklı farklı olmuştur. Geleneksel aşkı, halk hikâyesi<br />

üslûbunu kullanarak modern hikâyenin imkânlarıyla<br />

işleyenler olduğu gibi geleneksel üslûbu<br />

kullanmadan, kendine özgü bir anlatımla yeni tipler<br />

ve mekânlar içinde yorumlayanlar da vardır.<br />

Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri adlı kitabındaki “Beri<br />

Dön Güzel De Yüzün Göreyim”, “Yiğidim Ya Ondan<br />

Gücüm Yetmiyor”, “Gömleği Yırtık Kırmızı Gül”,<br />

“Sen Gelmezsen Güvercinler Küser” ve “Ayrılık<br />

Makamında Gönül Ezgisi” gibi hikâyelerinde, halk<br />

hikâyelerinde gördüğümüz ideal aşkı, modern<br />

hikâyenin üslûbuyla ele almıştır. “Beri Dön Güzel<br />

De Yüzün Göreyim”de hikâye kahramanı bir<br />

parktan geçerken bir kadının kendisinden sakınıp<br />

başka bir tarafa döndüğünü görür ve kendisinden<br />

kaçan bu yüzü görmek ister. Ona farklı yönlerden<br />

yaklaştıkça o yüzünü başka istikametlere çevirmeye<br />

devam eder. Defalarca denemesine rağmen<br />

bu kadının yüzünü göremez ve sonunda bir<br />

kere olsun yüzünü göstermesi için kadına yalvarır.<br />

Kadın, bu adamın isteğini kabul edip döndüğünde,<br />

göz göze gelirler. Kadının yüzünü görünce çarpılmışa<br />

dönen hikâye kahramanı, bundan sonra ne<br />

yaptığını, nereye gittiğini hatırlamaz. Gittiği her<br />

yerde, baktığı her köşede o yüzü görür. Sokak<br />

sokak dolaşır, eve dönmek aklına bile gelmez, o<br />

gün büyük bir aşka tutulmuştur (Su <strong>20</strong>06: 27-29).<br />

“Yiğidim Ya Ondan Gücüm Yetmiyor” hikâyesinde<br />

Su, bir kadının âşıklığını anlatır. Onun sevgisini<br />

Züleyha’nın aşkına benzetir. Aşkın insanı zayıflattığını,<br />

elini kolunu bağladığını, kendisini kaybettir-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

diğini ve ateşte yaktığını söyleyen yazar Yusuf u<br />

Züleyha hikâyesindeki gibi kendisinin de karşılıksız<br />

bir sevda içinde olduğunu düşünür. Sevdiği kişi<br />

hakkında “Halk öykülerinden çıkıp gelmiş, aşkın<br />

bereketiyle yaşayan bir kahramandı o benim gözümde”<br />

diyerek kendi aşkı ile geleneksel hikâyelerdeki<br />

aşk arasında bir bağ kurduğunu ifade eder<br />

(Su <strong>20</strong>06: 31-49). “Sen Gelmezsen Güvercinler<br />

Küser” ve “Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi” adlı<br />

hikâyelerinde de yazar, aşkın yakıcılığından söz<br />

ederek bu yanmanın aslında insana zevk verdiğini,<br />

aşkla ayrılığın aynı doğayı taşıdığını belirtir.<br />

Yazarın kullandığı “Bizim aşkla, kadında ya da erkekte<br />

aradığımız huzur değil demek ki; bir tür ceza,<br />

bir avunma, bir arınma; en ince taraklardan geçme<br />

dürtüsü, hamurumuzun mayası; acı verdikçe<br />

sevdiğini, acı çektikçe sevildiğini sanması insanın,<br />

dalından düşüp yarılma… Buna benzer bir şey işte”<br />

(Su <strong>20</strong>06: 86) şeklindeki cümlelerde onun aşk anlayışını<br />

görmekteyiz.<br />

Hüseyin Su’nun hikâyelerinde kullandığı aşk anlayışı,<br />

geleneksel anlatılarda yer alan aşkın başka<br />

bir üslûpla anlatımından başka bir şey değildir.<br />

Halk hikâyesi kahramanlarının aşkları uğruna sonunu<br />

bilmedikleri maceralara atıldıkları ve sürekli<br />

olarak birbirlerini aradıkları gibi Hüseyin Su’nun<br />

hikâyesindeki kahramanlar da aşkı, imkânsızın<br />

peşinden koşmak, aşk ateşiyle yanmanın hazzına<br />

varmak ve içindeki sevgiliyi aramak olarak görürler.<br />

Bu nedenle Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri’nde aşkı<br />

yüceltmiş ve aşka şehvetten uzak, insanı olgunlaştıran,<br />

arayışa sevk eden bir olgu olarak bakmıştır.<br />

Sonuçta klasik hikâyelerde gördüğümüz<br />

aşk anlayışını günümüz şartları içinde özde bir değişiklik<br />

yapmaksızın yeniden yorumlamıştır. Aşkın<br />

Halleri’nde dikkat çeken önemli bir öğeye de değinmek<br />

isteriz. Halkın yaşayışının, idrakinin ifadesi<br />

olan ve esasında içlerinde daima bir hikâye taşıyan<br />

türküler, Aşkın Halleri’nin hem kültürel hem<br />

de hikâye zeminini oluşturur. Hikâyelerine seçtiği<br />

isimlerde gizli olan türküler de bunu ispatlar.<br />

Halk hikâyelerindeki âşık tipinin benzerlerine<br />

Murathan Mungan’ın hikâyelerinde de rastlanmaktadır.<br />

Mungan, “Âzer ile Yadigâr” hikâyesinde<br />

halk hikâyelerinde saz çalan, şiir söyleyen ve<br />

gurbette sevgilisini arayan âşık tipine örnek olarak<br />

Âzer’i gösterir. Âzer, saz çalıp şiir okuyan ve<br />

132<br />

hikmetler söyleyen bir beyin tek oğludur. İçine<br />

düşen gurbete çıkma arzusunu bastıramaz ve gitmemesi<br />

yönündeki bütün ısrarlara rağmen obasından<br />

ayrılıp gurbete yönelir. Gurbet günlerinde<br />

uğradığı kahvehanelerde saz çalıp şiir söyler, âşıklarla<br />

atışır, hünerini gösterir. Yadigâr da bir beyin<br />

dilsiz ve yüzünde peçesi olan tek kızıdır. Bu peçeyi,<br />

Yadigâr’ın doğumuna yardımcı olan ermiş taktırmış<br />

ve Yadigâr’ın dili çözüldüğünde peçenin de<br />

kendiliğinden yok olacağını söylemiştir. Bu kahramanların<br />

doğumu ve âşıklığa geçişleri hakkında<br />

ayrıntılı bilgiler verilmiş ve geleneksel motifler<br />

kullanılmıştır. Halk hikâyesi kahramanlarının genellikle<br />

olağanüstü şartlarda, ermiş veya pirlerin<br />

yardımlarıyla dünyaya geldiklerini bilmekteyiz. Bu<br />

hikâyede de Yadigâr, dokuz yıl çocuksuzluk çeken<br />

bir kadının rüyasında bir ermiş görmesi sonucunda<br />

dünyaya gelmiş ve yine adını da bu ermişten<br />

almıştır. Âzer’in doğumu hakkında bilgi verilmemiş,<br />

ancak onun da âşık olduğu, iyi saz çalıp şiir<br />

söylediği belirtilmiştir.<br />

“Âzer ile Yadigâr” hikâyesinde halk hikâyelerinde<br />

olduğu gibi âşıkların şiirlerini icra ettikleri ortam<br />

hakkında da bilgiler bulunmaktadır. Mungan’ın bu<br />

hikâyesinde âşık olan Âzer, âşık kahvelerinde ve<br />

düğünlerde şiirler söyler. Hatta âşık kahvelerinin<br />

birinde sazını duvardaki diğer sazlardan daha yukarıya<br />

astığı için bu sazların sahiplerine meydan<br />

okumuş olur ve onlarla atışmak zorunda kalır.<br />

Âzer, bu atışmadan galip çıkarak kendisinin usta<br />

bir âşık, Mungan’ın ifadesi ile “hak âşığı olduğunu”<br />

ispatlar. Hikâyenin devamında da âşıklık geleneğinin<br />

önemli bir unsuru olan âşık için bahşiş<br />

toplama geleneğine rastlanır. Kahvede toplanan<br />

paralar Âzer’e sunulur; ancak o hepsini almaz,<br />

sadece hak ettiği kadarını alır (Mungan <strong>20</strong>04: 22-<br />

24). Mungan’ın bu hikâyesi, âşıkların kahvehanelerle<br />

ve diğer âşıklarla olan ilişkisini modern bir<br />

edebiyat yapıtı içinde yeniden ele almış olmasıyla<br />

oldukça dikkat çekidir.<br />

Murathan Mungan’ın Lal Masallar’daki diğer bir<br />

hikâyesi “Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur<br />

Köşk Masalı”nda da geleneksel bir aşk teması<br />

işlenmiştir. Bu hikaye, Dede Korkut Kitabı’ndan<br />

alınmış bazı üslûp özellikleriyle bir âşık veya<br />

meddah edasıyla yazılmış bir hikâyedir. Hikâyede<br />

Mungan’ın “Muradhan’ın Selvihan’ı Gördüğünün


Temsili Hikâyesidir” başlığını verdiği kısımda Billur<br />

Köşk’ün geç doğmuş tek kızı olan Selvihan, göçer<br />

bir aşiretin semahında Muradhan’ı görür ve ona<br />

âşık olur. Birbirlerini seven bu iki âşığın en büyük<br />

engeli, kızın yerleşik hayata mensup bir beyin kızı<br />

olması, Muradhan’ın ise göçebe bir ailenin oğlu<br />

olmasıdır. Bu engeli ortadan kaldıramayan âşıklar,<br />

yine bir semah esnasında kendilerini öldürürler<br />

(Mungan <strong>20</strong>04: 47-72). Mutsuz bir sonla biten<br />

bu hikâyede Mungan, geleneksel üslûbun gereklerini<br />

yapmış ve muhtevayı da klasik bir aşk hikâyesine<br />

benzer bir şekilde kurmuştur, ancak aşk<br />

anlayışında değişikliğe gitmiştir. Artık âşık, Ferhat<br />

kadar güçlü olmadığını, dağlarını delemeyeceğini,<br />

Mecnun ve Kerem gibi diyar diyar dolaşıp yaşlanmak<br />

istemediğini söyler (Mungan <strong>20</strong>04: 69). Bu<br />

şekilde Mungan, daha gerçekçi bir aşk anlayışını<br />

benimsediğini göstermektedir.<br />

Tip bahsinde Mustafa Kutlu’nun hikâyelerine de<br />

değinmek gerekir. Özellikle “Hüzün ve Tesadüf”<br />

adını verdiği hikâye kitabında yer alan Seyfettin,<br />

Cevat ve Kambur Hafız tipleri birer âşık tipi olmasalar<br />

bile geleneksel tip tanımlamalarına uyan<br />

niteliklere sahiptirler (Kutlu <strong>20</strong>05). Toplumun<br />

içinden, belli değerleri benimsemiş, karakterleri<br />

kolay değişmeyen bu tipler sayesinde Kutlu, hikâyelerinde<br />

geleneksel hikâye yapısını oluşturmayı<br />

başarmıştır. Modern bir meddah edasıyla hikâyeler<br />

yazan/anlatan Kutlu, hikâye anlayışı nedeniyle<br />

karakterlerden daha ziyade tipler üzerinde<br />

çalışmayı tercih etmiştir. Bunun için de geleneksel<br />

dokudaki tip anlayışını günümüz şartlarına uyarlamıştır.<br />

Halk hikâyelerinde çeşitli efsanelerle örülmüş<br />

kutsal mekânlar bulunabilir, çünkü halk hikâyeleri,<br />

toplumun inandığı ve saygı gösterdiği değerleri<br />

geleneksel motifler olarak bünyelerinde<br />

barındırmışlardır. Mungan’ın “Âzer ile Yadigâr”<br />

hikâyesinde Deliyar’ın efsanesi bulunmaktadır.<br />

Bu efsaneden sürekli Âzer ve Yadigâr seslerinin<br />

duyulmasının sebebini öğrenmekteyiz. Obasından<br />

ayrılıp gurbete çıkan Âzer, Deliyar’ın yakınlarında<br />

Yadigâr’la karşılaşır. Âzer’in çaldığı sazın ve söylediği<br />

şiirlerin tesiriyle Yadigâr’ın yüzündeki peçe<br />

kalkar ve dili çözülür. Doğduğundan beri konuşamayan<br />

Yadigâr konuşmaya başlar. Yadigar’ın<br />

babası ve oba beyi olan Deli Türkmen, kardeşinin<br />

133<br />

dilini çözen Âzer’i ödüllendirmek ister ve “iste<br />

benden ne istersen” der. Âzer, Yadigâr’ı isteyince<br />

Deli Türkmen hiddetlenir ve Âzer’i kovar. Uzun<br />

uğraşlara rağmen Âzer’le Yadigâr kavuşamayınca<br />

çareyi Deliyar’dan kendilerini uçuruma bırakmakta<br />

bulurlar. Âzer’le Yadigâr’ın Deliyar’da ölümünden<br />

sonra bu uçurumda hep Âzer’in ve Yadigâr’ın<br />

isimleri duyulur olmuştur (Mungan <strong>20</strong>04: 7-45).<br />

Sevinç Çokum da efsanelere veya efsane ile<br />

bağlantılı şahıslara, olaylara ve mekânlara hikâyelerinde<br />

yer vermiştir. “Çok Eskiden” adlı hikâyesinde<br />

yazar, evlerinin penceresinden “Yeşil<br />

Türbe”nin göründüğünü, sabahları bulutların<br />

türbenin etrafını sararak sanki onu koruduklarını,<br />

dedesinin bilerek evi “Yeşil Türbe”nin karşısına<br />

yaptırdığını, bu şekilde içlerinin ferahlayacağını<br />

ve dillerinden duanın eksik olmayacağını umduğunu<br />

anlatır (Çokum <strong>19</strong>88: 21). Çokum, bir diğer<br />

hikâyesi “Küller”de, sağlığında çevresi tarafından<br />

çok sevilen Sultan Ana’nın vefatından sonra bir<br />

elma ağacının dibine gömüldüğünü ve onu tanıyanların<br />

sürekli onun mezarını ziyaret ettiğini<br />

nakletmektedir. Hatta sınava girecek öğrencilerin,<br />

bir sıkıntısı bir dileği olanların da Sultan Ana’nın<br />

mezarını ziyaret etmeye başladıklarını söyler (Çokum<br />

<strong>19</strong>87: 52-53). Efsanelerin izlerini Çokum’un<br />

dışında Mustafa Kutlu’da da görmek mümkündür.<br />

Kutlu, “Masal ve Rüya” adlı hikâyesinde geçmişin<br />

unutulduğundan ve ciddiye alınmadığından yakınırken<br />

“Geriye dönüp bakmak günahtı sanki, sanki<br />

gayrı ihtiyarî geriye dönüp baksa taş kesilecek, donacaktı.”<br />

diyerek taş kesilme efsanelerine atıfta<br />

bulunmaktadır (Kutlu <strong>20</strong>05a: 25 ). Taş kesilme efsaneleri<br />

ile ilgili kullanımlar, Murathan Mungan’ın<br />

Muradhan ile Selvihan hikâyesinde de vardır<br />

(Mungan <strong>20</strong>04: 51). Kutlu, Mavi Kuş adlı hikâye<br />

kitabında da “çifte çınarlar”la bağlantılı bir efsane<br />

anlatır. Aynı gün evlenen iki kız kardeşin gelin<br />

alayını eşkıyalar basar. Gelinler, bu eşkıyaların<br />

eline düşüp “Namusumuzu kirleteceğimize ölürüz<br />

daha iyi” deyip yüzüklerindeki zehri içerler. Bu gelinleri<br />

de bir pınar başına defnederler. Mezarların<br />

yanında biten iki çınar ağacı da o zamandan beri<br />

ziyaretçilerin bez bağladığı kutsal ağaçlar arasına<br />

girer (Kutlu <strong>20</strong>05b: 10).<br />

Halk hikâyeciliği geleneğinde kullanılan bazı<br />

inanışların yansımalarını <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyele-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

rinde de görmek mümkündür. Mustafa Kutlu’nun<br />

hikâyelerinde çocuklara ad verme ile ilgili inanışlardan<br />

olan çocuğun yaşaması için Duran adının<br />

konması (Kutlu <strong>20</strong>05c: 13), Çokum’da da güzel<br />

şeylere bakan hamile kadınların güzel çocuklar<br />

doğuracağı inanışı ile çocuğun isminin kulağına<br />

söylenmesi ve nazar boncuğu takılması gibi uygulamalar<br />

yer almaktadır (Çokum <strong>19</strong>88: 23, 90).<br />

Murathan Mungan’da ise bir halk hikâyesi motifi<br />

olan beşik kertme geleneğinin kullanımını ve<br />

bununla ilgili inanışları, Nevruz günlerinde genç<br />

kızların kısmetleri ile ilgili fal bakma geleneklerini<br />

takip edebilmekteyiz (Mungan <strong>20</strong>04: 29, 37).<br />

Tomris Uyar’ın Gecegezen Kızlar kitabında yer<br />

alan “Düşkırıcı” adlı hikâyesinde bir kuklanın ağzından<br />

adeta halk hikâyelerinde gurbete çıkan bir<br />

âşığın, meslek edinme çabaları anlatılmaktadır.<br />

Evinden uzaklaşmış, başka birine satılmış bir kukla,<br />

evini barkını ve geride bıraktıklarını düşünerek<br />

şöyle der:<br />

“Polis olsam sanıkları dövemem<br />

Kahya olsam şoförleri kovamam<br />

Memur olsam kimseleri savamam<br />

Savcı olsam insanları sevemem” (Uyar <strong>20</strong>05:<br />

89-90).<br />

Âşık edebiyatında meslek destanı adı altında<br />

söylenen ve âşıkların gurbet yıllarında hikâyelerde<br />

kullandıkları bu şiir tarzını Uyar, modernize<br />

ederek kullanmıştır.<br />

Sonuçta halk hikâyelerindeki âşık olma, aşk için<br />

gurbete çıkma, gurbette çeşitli engellerle karşılaşma,<br />

pir veya derviş gibi yardımcı kahramanların<br />

yardımına başvurma gibi temel motifler<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde de yer almaktadır.<br />

Bunların dışında halk hikâyelerinin bünyesinde<br />

yer alabilecek ve motif niteliği kazanmış pek çok<br />

unsur da yine modern hikâyede kullanılmaktadır.<br />

Tabii ki bunların kullanımı tümüyle halk hikâyelerindeki<br />

gibi değildir, bazıları günümüz şartları<br />

içinde tekrar yorumlanmıştır.<br />

c. Geleneksel Hikâyelerin Yeniden Yazılması<br />

Son yıllarda halk hikâyelerinden bazıları çeşitli<br />

yazarlar tarafından kaleme alınmış ve modern<br />

134<br />

edebiyatın gereklerine ve yazarların kendi şahsi<br />

üslûplarına uygun olarak yeniden yorumlanmıştır.<br />

Kaleme alınan ve yeniden yorumlanan halk hikâyeleri<br />

arasında Kerem ile Aslı, Elif ile Mahmut,<br />

Arzu ile Kamber, Tahir ile Zühre, gibi hikâyeler<br />

bulunmaktadır. Ayrıca klasik hikâyeler arasında<br />

gösterilen ve meddah anlatıları içinde de yer alan<br />

Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha,<br />

Şahmaran gibi hikâyeler de modern edebiyat teknikleriyle<br />

yeniden yorumlanmışlardır. Geleneksel<br />

hikâyeleri modern edebiyatta tekrar yorumlayan<br />

yazarlar hikâyelerin konu, yapı, motif, kahraman<br />

ve mekan gibi unsurlarına sadık kalmışlar, bununla<br />

birlikte hikayelerin aslında olmayan birtakım<br />

ayrıntılara yer vermişler ve modern edebiyatın dil<br />

ve üslûbunu da kullanmışlardır.<br />

Âşıklar ve meddahlar, halk hikâyelerini anlatırken<br />

hikâyeyi birtakım bölümlere ayırıp anlatmazlar.<br />

Halk hikâyesi araştırmalarında ise hikâyeler<br />

konusuna göre ana hatlarıyla I. Doğum, II. Âşıklığa<br />

geçiş, III. Gurbet ve IV. Sonuç şeklinde epizotlara<br />

ayrılarak incelenmektedir. Yukarıda sayılan tekrar<br />

yorumlanan hikâyeler ise, modern edebiyatın gerektirdiği<br />

şekilde yazarları tarafından birtakım bölümlere<br />

ayrılmış ve bu bölümlere uygun başlıklar<br />

konmuştur. Ancak hikayeler bölümlere ayrılırken<br />

halk hikayelerini incelemede kullanılan epizot sistemi<br />

kullanılmamış, hikayeler yazarların inisiyatifine<br />

bağlı olarak daha ayrıntılı ve farklı bölümlere<br />

ayrılmıştır. Orhan Güzel tarafından kaleme alınan<br />

Kerem ile Aslı hikayesi otuz iki bölüme ayrılmış ve<br />

bölümlere “Ulu Sultan’ın Beklentisi, Ulu Sultan ile<br />

Sohbet Arkadaşı, Yaşlı Bahçıvan, Meryem ile Mirza<br />

Han, Zengi Dağlarında Bir Ceylan, ……. Yollar Çatallaştı,<br />

Ey Erzincan Erzincan, Zile Yolları, …… Kara<br />

Keşiş Pes Etti, Kırk Gün Kırk Gece Düğün, Yanarım<br />

Aslı’m Yanarım” gibi başlıklar verilmiştir(Güzel<br />

<strong>20</strong>04).<br />

Sözlü edebiyatta hikâyeciler mekânı ayrıntısıyla<br />

tasvir etmezler, onun yerine belki onun bir sıfatını<br />

belirtmekle yetinirler. Önemli olan mekân değil,<br />

olay ve şahıslardır. Oysa modern roman ve hikâyelerde,<br />

özellikle hikâyeye başlarken ayrıntılı mekân<br />

tasvirleri yapılabilmektedir. Yeniden yorumlanan<br />

Elif ile Mahmut hikâyesi, Buhara’nın girişinde yer<br />

alan bir pınarın neredeyse bir sayfa süren ayrıntılı<br />

tasviriyle başlamaktadır: “Buhara’nın girişinde taş-


larını o dönemin ustalarından Hayri Ağa’nın örüp,<br />

duvarlarını çinilerle süslediği bir pınar vardı. Hayri<br />

Ağa, pınarın en görünür yerine, Erzurum’dan getirtilmiş<br />

oltutaşlarıyla ‘Ey yolcu, içmeden geçme’,<br />

diye yazmıştı. Ağra’da Taç Mahal ne ise, Buhara’da<br />

bu pınar o idi…… Suyunun içimi çok hafifti pınarın.<br />

Ağzına lokma sokamayacak kadar tok olan bir kişi<br />

bile, bir yudum içse, daha tas ağzındayken acıkmaya<br />

başlardı…..” (Binyazar <strong>20</strong>06: 13). Kerem ile Aslı<br />

hikâyesinde de modern edebiyatın hikâye ve romanlarında<br />

görülen şahıs ve mekânların ayrıntılı<br />

tasvirleriyle karşılaşılmaktadır: “Şehzade bahçeye<br />

girdi ya, ne görsün! Ben diyeyim Firdevs cennetlerinden<br />

bir bahçe, siz deyin İrem bağları…<br />

Yeryüzünde hangi meyve varsa, ağacı buradan.<br />

Hangi çiçek varsa, kokusu buradan.<br />

Nereye baksan zümrüt yeşili içinde rengârenk<br />

bitkiler.<br />

Ortada billur bir pınarın havuzu, şırıl şırıl dereler<br />

akıyor.<br />

Sanki periler içinde yıkanıyor.<br />

Bakan bulut gibi kendinden geçiyor.<br />

Envai çeşit kuşlar ötüşüyor.<br />

Dikensiz gül bahçesi sanki.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:<br />

35).<br />

Çeşitli yazarlar tarafından yorumlanan halk<br />

hikâyelerinde yazılı edebiyatın etkileri de görülmektedir.<br />

Yazarlar, geleneksel hikâyecilerin kullanmadığı<br />

Divan edebiyatı başta olmak üzere başka<br />

yazılı edebiyat unsurlarına telmihte bulunmuşlardır.<br />

Adnan Binyazar, Kerem ile Aslı’da Fuzuli’nin<br />

Şikâyetname’sinde en fazla akılda kalan sözü kullanmıştır:<br />

“Selam verdiler, lakin rüşvet diye kimse<br />

almadı.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 81). Yine “… Bendeki<br />

derdi Lokman Hekim de çözemez, Eflatun-ı Yunani<br />

de…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 39-40) örneğinde yazarın<br />

yaptığı telmihler ortadadır. Aynı şekilde “Zamanlardan<br />

bir zaman şehirler güzeli İsfahan’da,<br />

adalet ve mürüvvetiyle, dağdaki kurda kuşa bile<br />

hükmünü geçiren bir hükümdar yaşardı. Halkının<br />

talihi yaver olan Han’ın, olgunluk ve güzelliklerini<br />

yazmaya hiçbir kalemin gücü yetmezdi. Rüstem<br />

gibi yürekli, Herkül gibi bilekli, etbaının hukukunu<br />

135<br />

korumada Ömer bin Abdülaziz kadar tedbirli, düşmana<br />

bile merhamet edecek kadar sevgili, hem<br />

adil hem müşfik, hem de siyaseten temkinli idi.”<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 143). Hanın tasvirlerinde kullanılan<br />

Rüstem, Herkül, Ömer bin Abdülaziz Arap-<br />

Fars ve Yunan kültürünün önemli kahramanlarıdır<br />

ve bunlar da hikâyeye dâhil edilmiştir.<br />

Kerem ile Aslı hikâyesinde Kerem, Sofu ile ava<br />

çıktığında bir pınarın başında uyuya kalır. Rüyasında<br />

ak saçlı bir pir ona bir güzel gösterir. O güzelin<br />

tasviri çok ayrıntılı verilmiş olup, sanatsal<br />

ifadelerle yazıya dökülmüştür:<br />

“Şehzade bir uyandı ki ne görsün!<br />

Ceylan gözlü bir peri.<br />

Sütten ak bir teni var, teninde dünyanın bütün<br />

fitnelerini toplamış bir beni var.<br />

Saçları simsiyah bir tuzak, yılan gibi kıvrım kıvrım<br />

kıvranmış da avına doğru ilerliyor.<br />

Yanakları bir gül, güller içinde…<br />

Boyu bir selvi, dallar içinde…<br />

Badem gözleri nergis bakışlı,<br />

Dişleri inciden nakışlı…<br />

Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep;<br />

Güzelliğini yazmaya yetmez…<br />

Bir peri suret ki dünyada menendi yok,<br />

Bir sayyad-ı bi insaf ki kemendi yok…” (Yalsızuçanlar<br />

<strong>20</strong>05: 29).<br />

Tasvir edilen güzele bakıldığında, Divan şiirinde<br />

hep aynı mazmunlarla ifade edilen beyaz teninde<br />

beni olan, siyah ve yılan gibi kıvrımlı saçları olan,<br />

yanakları güle benzeyen, servi boylu, gözleri badem<br />

veya nergise benzeyen, inci dişli güzel tasviri<br />

ile birebir örtüştüğünü görmekteyiz. Kısacası yazarlar<br />

geleneksel bir konu ele almalarına rağmen<br />

hikâyelerde yazılı edebiyatın etkileri de görülmektedir.<br />

Hikâyelerdeki manzum yapıya sadık kalan yazarlar,<br />

sözlü gelenekte hikâyeci-âşıkların şiirlerinden<br />

önce kullandıkları kalıp ifadeleri de kullanmışlardır:<br />

“Tekrar uzandı sazına, görelim neler<br />

söyledi, oradakiler neler dinledi” (Yalsızuçanlar<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

<strong>20</strong>05: 60), “Aldı sazı sinesine, geldi sözün binasına.<br />

Görelim neler söyledi, Sofu ile pınar neler dinledi”<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 61), “ ‘Tellerden al cevabı’<br />

diyerek aldı sazı eline” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 78),<br />

“Yüreğinden mi boşaldı, dilinden mi döküldü, bir<br />

deyiş söyledi Mahmut, görelim ne söyledi” (Binyazar<br />

<strong>20</strong>06: 32), “ ‘Babam… Babam… İzin ver, derdimi<br />

saz söylesin’ dedi. Mahmut, gövdesi gül nakışlı<br />

sazını aldı, söyledi, söyledi” (Binyazar <strong>20</strong>06: 47),<br />

“Kendine geldiğinde sazını eline aldı, görelim neler<br />

söyledi” (Binyazar <strong>20</strong>06: 100), “Kerem sazı eline<br />

aldı, dağa baktı, dokundu sazına” (Güzel <strong>20</strong>04:<br />

136), “Söz incisini dizdi Kerem” (Güzel <strong>20</strong>04: 142),<br />

“Kerem aldı sazı eline, ne gelirse söyledi kavruk diline”<br />

(Güzel <strong>20</strong>04: 159). Kahramanların karşılıklı<br />

atışmalarında da sözlü geleneğin gerektirdiği kalıp<br />

ifadeler kullanılmıştır: “Atıştılar, bakalım nasıl<br />

atıştılar. Aldı Arap:… Aldı Mahmut: …” (Binyazar<br />

<strong>20</strong>06: 60), “Sözü aldı kız” (Güzel <strong>20</strong>04: 147)…<br />

Bunlarla birlikte uzun zamanı kısaca ifade etmek,<br />

mekân ve şahsı değiştirmek için kullanılan kalıp<br />

ifadelere yeniden yorumlanan halk hikayelerinde<br />

de yer verilmiştir. Yazarlar bu kalıp ifadeleri verirken<br />

kendi yaratıcılık ve üslûplarını da kullanarak<br />

yeni kalıp ifadeler de üretmişlerdir: “Gün güne ekleniyordu<br />

yıl yıla… Zamanla birlikte insanoğlu da<br />

büyüyor, serpiliyor, eskiyordu. Günlerden bir gün<br />

Keşiş…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 24), “Zaman dediğin<br />

nedir ki! Çocuk bir derken iki, üç derken dört,<br />

beş derken altı yaşına ayak bastı, nihayet yedisine<br />

merdiven dayadı.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 26), “Bu<br />

halde, bu melalde günler ayları, aylar yılları kovaladı.”<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 28), “Gün tamama erdi,<br />

güneş ışıklarını aynı anda çekti hırlının da hırsızın<br />

da üzerinden. Her gecenin bir neharı vardı, yine<br />

felek çarkını çevirdi, döndü dolaştı vakit sabaha<br />

erdi.” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 39), “Bir gün, iki gün, üç<br />

gün…derken üç ay, beş ay..Böyle sürüp gitti. Koca<br />

delikanlı günden güne eriyordu.” (Yalsızuçanlar<br />

<strong>20</strong>05: 33), “Günler gelip geçmekteydi, kuşlar gibi<br />

uçmaktaydı” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:109)…<br />

Sadık Yalsızuçanlar’ın kaleme aldığı Kerem ile<br />

Aslı hikâyesinde mekanı değiştirmek için kullanılan<br />

kalıp ifadeler genellikle masallarda kullanılan<br />

kalıp ifadelerdir:<br />

“Yeniden düştüler yollara.<br />

136<br />

Şahin gibi uçarak,<br />

Ceylan gibi kaçarak..<br />

Düz yollardan yavaş,<br />

Eğri yollardan tez geçerek..<br />

Az gittiler uz gittiler..<br />

Dere tepe düz gittiler..<br />

Altı ay, bir güz gittiler…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:<br />

82)<br />

Modern edebiyat üslûbuyla yeniden yorumlanan<br />

halk hikayelerinde her ne kadar yazı dili kullanılsa<br />

da, yazarlar tıpkı bir âşık-hikayeci veya meddah<br />

gibi hikayenin içine dahil olmuşlar ve arasözler<br />

kullanmışlardır: “İnsan darda kalmasın, yardımına<br />

yetişen bir kul çıkarmış. Genç de adının Korkut olduğunu,<br />

isterse ona yoldaş olacağını önerdi” (Binyazar<br />

<strong>20</strong>06: 57), “Garibin yüzü soğuktur diye boşuna<br />

söylememişler. Lakin iyi insanlar ölmedi ya…”<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 81), “Yanık Kerem nereden<br />

bilsin köprünün öyküsünü” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05:<br />

91), “Gençlik çağı deyip geçmemeli… Bu çağda<br />

insanın kanı fokur fokur kaynar, yüreği her güzelliğe<br />

açılır, bir anda yerinde duramaz. Şehzade ile<br />

Sofu’nun da başında kavak yelleri esiyordu.” (Yalsızuçanlar<br />

<strong>20</strong>05: 28), “Keşiş bu, şeytanın pabucunu<br />

ters giydirir…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 35), “Şehzade<br />

bahçeye girdi ya, ne görsün! Ben diyeyim Firdevs<br />

cennetlerinden bir bahçe, siz deyin İrem bağları…”<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 35).<br />

Sözlü edebiyatta halk hikayelerinde genellikle<br />

3, 7, 40 gibi formel sayılar kullanılmaktadır. Bu<br />

hikayeleri yazan yazarlar da bu formel sayılara<br />

sadık kalmışlardır: “Kırk sayılı gün geçti, Kerem<br />

gözünü açıp dünyaya merhaba diyemedi” (Yalsızuçanlar<br />

<strong>20</strong>05: 104), “Kırk gün kırk gece, misli görülmemiş<br />

eğlencelerle kutladılar bebeklerin gelişini.”<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 24), “Yedi kez temenna edip<br />

üç kez eşik öptü…” (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05: 47), “Ak<br />

sakallı kırk kişiyi o sırada gördü” (Binyazar <strong>20</strong>06:<br />

29), “Elif bu yedi kızın içinde” (Binyazar <strong>20</strong>06: 49),<br />

“Kırk gün sönmedi kazanların altı… Toy oldu kırk<br />

gün” (Pala <strong>20</strong>07: 6), “Böylece insanlar arasına döneli<br />

yedi yıl oldu” (Sezer <strong>20</strong>06: 91)<br />

Hikâyelerin sözlü gelenekteki genel yapısını ko-


uyan yazarlar, hikâyelerde geçen mekân isimlerini<br />

de değiştirmemişlerdir. Kerem ile Aslı hikâyesinde<br />

(Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05) olayların geçtiği mekânlar<br />

İsfahan, Zengi, Süphan dağı, Tusi, Gence, Revan,<br />

Acuz, Çıldır, Ahıska, Gürcistan, Kars, Van, Muş gibi<br />

yerlerdir. Kahramanların isimlerine de sadık kalan<br />

yazarlar, sözlü edebiyatta isimleri hikâyede belirtilmeyen<br />

kahramanlara ise kendileri isim vererek<br />

hikâye içine yerleştirmişlerdir. Sözlü gelenekte<br />

Kerem ile Aslı hikâyesinde Aslı’nın annesinin adı,<br />

Elif ile Mahmut hikâyesinde Mahmut’un annesinin<br />

ve Elif’in babasının adı belirtilmezken, modern<br />

edebiyatta tekrar yorumlanan aynı hikâyelerde<br />

Aslı’nın annesinin adı İriskin (Yalsızuçanlar <strong>20</strong>05),<br />

Mahmut’un annesinin adı Gülşah Sultan ve Elif’in<br />

babasının adı Salih’tir (Binyazar <strong>20</strong>06).<br />

Sonuç olarak sözlü gelenekten alınıp modern<br />

edebiyatta çeşitli yazarlar tarafından kaleme<br />

alınan halk hikâyelerinde hikâyelerin konusuna,<br />

motif ve yapısına genel olarak sadık kalınmıştır.<br />

Hikâyelerin manzum-mensur yapısı, kalıp ifadeleri,<br />

şahıs ve mekân kadrosu korunmuştur. Ancak<br />

yazarlar gelenekten aldıkları hikâyeleri yazıya aktarırken<br />

yazılı ve modern edebiyatın gerektirdiği<br />

dili ve üslûbu da kullanmışlar, özellikle mekân ve<br />

şahıs tasvirlerinde ayrıntıya yer vermişlerdir. Dolayısıyla<br />

sözlü gelenek ile modern hikâyenin gerektirdiği<br />

öğeleri bir arada kullanarak geleneksele<br />

daha yakın farklı bir tarz oluşturmuşlardır.<br />

ç. <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesinde Halk Hikâyeciliği<br />

Üslûbu<br />

Yukarıdaki bölümde ele aldığımız üslûp özelliklerinin<br />

dışında bir de hikâye yazarlarının özgün<br />

hikâyelerde kullandıkları bazı üslûp özelliklerinin<br />

halk hikâyesi üslûbunu çağrıştırdığı görülmektedir.<br />

Günümüzde halk hikâyelerindeki üslûbu en iyi<br />

kullanan hikâyecilerin başında Mustafa Kutlu gelmektedir.<br />

Kendisinin de belirttiği gibi meddahlık<br />

geleneğinin anlatım tarzından çok önemli teknikler<br />

ve üslûp öğeleri almıştır. Halk hikâyelerinin en<br />

bariz şekil özellikleri arasında onların nazım-nesir<br />

karışımı ürünler olması bulunmaktadır. Yani halk<br />

hikâyesini anlatan âşık, olayların geçtiği bölümleri<br />

nesir halde anlatırken kahramanların yoğun duygu<br />

ve coşkularını ifade ettiği kısımlarda şiiri kullanır.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyelerde nazım-nesir karışımı bir<br />

137<br />

üslûbu genel olarak görmek oldukça güçken Kutlu<br />

gibi bazı hikâyecilerde bulmak mümkündür.<br />

Kutlu, hikâyelerindeki manzum kısımları bazen<br />

kendisi oluşturmakta, ama çoğunlukla da türkülerden<br />

ve modern şiirden almaktadır. “Rüzgârlı<br />

Pazar”da;<br />

“Mavi yelek, mor düğme<br />

Yine düştün gönlüme<br />

Her gönlüme düşende<br />

Kanlar damlar yüreğime” (Kutlu <strong>20</strong>05c: 141).<br />

“Mavi Kuş”ta;<br />

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir<br />

Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat” (Kutlu<br />

<strong>20</strong>05b: 185).<br />

“Efendim âfiyet olsun tırâşın<br />

Gitsin tûyun selâmet bulsun başın” (Kutlu<br />

<strong>20</strong>05b: 12).<br />

“Amman şeker oğlan<br />

Yandım şeker oğlan<br />

Anasına küsmüş<br />

Damda yatan oğlan” (Kutlu <strong>20</strong>05b: 87).<br />

“Hüzün ve Tesadüf”te;<br />

“Anne burda işler iyi<br />

Ser veriyon sır alıyon<br />

Merak etme beni gayrı<br />

Ar veriyon yar alıyon<br />

Bu nasıl alış-veriş<br />

Anlamıyon anlamıyon…” (Kutlu <strong>20</strong>05a: 65).<br />

“Yattım Allah kaldır beni<br />

Nur gölüne daldır beni<br />

Cennetine girdir beni<br />

Yattım sağıma, döndüm soluma<br />

Melekler şahit olsun<br />

Dinime imanıma<br />

Kalkarsam ikbalime<br />

Ölürsem vay halime” (Kutlu <strong>20</strong>05a: 65).<br />

Kutlu’nun hikâyelerinde buna benzer örnekleri<br />

çoğaltmak mümkündür. Bütün bu örnekler,<br />

Kutlu’nun hikâyeleriyle şekil olarak halk hikâyeleri<br />

arasında bir bağın, yakınlığın olduğunu göstermektedir.<br />

Tomris Uyar’ın “Düşkırıcı” hikâyesinde de manzum-mensur<br />

bir yapı yer almaktadır. Bir kuklanın<br />

hayatını anlattığı hikâyesinde Uyar, bir meslek<br />

destanı kullanır;<br />

“Ettim edemedim, bir sanat tutayım dedim.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Amma ve lakin ne olsam?<br />

Kayyum olsam kandilleri yakmalı<br />

Mezin olsam minareye çıkmalı<br />

Münsür olsam el hatırı yıkmalı<br />

Hâkim olsam şer’isine kıyamam.<br />

Bakkal olsam kaldıramam kantarı<br />

Kasap olsam sallayamam satırı<br />

Nalbant olsam nallayamam katırı<br />

Berber olsam eşin dostun hatırı…” (Uyar <strong>20</strong>05:<br />

88).<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyelerinde gördüğümüz diğer<br />

bir husus, hikâyelerde formel ifadelere benzer yapıların<br />

kullanılmış olmasıdır. Bu konuda Kutlu’nun<br />

hikâyeleri oldukça zengindir. Kutlu, hikâyelerinde<br />

geleneksel tarza yakın çok sayıda geçiş ve bitiş ifadesi<br />

kullanmaktadır. Geçiş için “Evet Köprü işi böyle,<br />

biz dönelim Bayram’a”, “Neyse uzatmayalım”,<br />

“Günlerden bir gün”, “Zamanla insan çoğalmış, su<br />

azalmış”, “Selami aşkını anlata dursun biz dönelim<br />

yalıya”, “Bu menakıp dilden dile anlatıla dursun”,<br />

“Bunu tarif ve tasvire ne hacet, bırakalım onu romancı<br />

anlatsın”, “Gün geçti, yıl geçti, zaman akıp<br />

gitti” şeklinde sözler kullanırken bitiş için ise “Laf<br />

uzuyor, yol uzuyor, telgrafın tellerine kuşlar konuyor,<br />

herkes sevdiğine yanıyor”, “Ölme eşeğim ölme<br />

yaz gelende, yonca bitende, bak seni nasıl besleyeceğim”,<br />

“Masal bitti”, “Gece bitti gün doğdu, hikâye<br />

tamam oldu” gibi ifadeler kullanmıştır. Murathan<br />

Mungan da “Bu söz üzre aldı sözü Muradhan bakalım<br />

ne dedi”, “Bu söz üzre aldı sözü Selvihan bakalım<br />

ne dedi” ve “Av avladı, kuş kuşladı” gibi geçiş<br />

ifadelerini hikâyelerinde kullanmaktadır.<br />

Meddah veya hikâyeci âşıkların anlatım tarzının<br />

modern hikâyeye yansımaları çok daha dikkat<br />

çekicidir. Mustafa Kutlu’nun “Hüzün ve Tesadüf”,<br />

“Mavi Kuş” ve “Rüzgârlı Pazar” gibi hikâyelerinde<br />

tam bir meddah tarzı anlatım vardır. Hatta Kutlu<br />

“Mavi Kuş” adlı hikâyesinde “Yahu ben meddah<br />

mıyım? Ara sıra omzumdaki havlu ile alnımın terini<br />

silip “Ey yarenler nerde kalmıştık bakalım” diye<br />

mevzuyu çekip uzattıktan, tadını kaçırdıktan sonra<br />

toparlamaya çalışacak” (Kutlu <strong>20</strong>05b: 17) diyerek<br />

esasında meddah tarzı anlatımı benimsediğini<br />

ima eder. Kutlu, halk hikâyelerinde olduğu gibi<br />

günlük konuşma dilinin rahatlığıyla, bazen ağızları<br />

da kullanarak okuyucuyla konuşur gibi, onlara<br />

138<br />

bir hikâye naklediyormuş gibi bir tavırla hikâyeler<br />

yazmıştır. “Ya efendi, işte böyle, iğde deyip geçmeyeceksin”,<br />

“Şimdi ey okuyucu, biz burada neciyiz,<br />

neyiz… Biz bir hikâyeciyiz, üstümüze ne lazım deyip<br />

geçmeyelim”, “Bu karlı tipili günlerde yaşanmış<br />

bir olay var ki burada nakletmeden geçersek hem<br />

size hem bize yazık olur”, “Buraya kadar iyi, ama<br />

hikâyenin bundan sonrası anlatılmak için bile çok<br />

acı. Kısa keseyim”, “Ya, az öne çekilmez diyordun.<br />

Hayır, aziz okuyucu onu sen diyorsun”, “Yahu biz<br />

asıl anlatacağımız mevzuyu terk ettik” diyerek<br />

sanki hikâyeyi yazmadığını, adeta karşısındaki bir<br />

guruba anlatıyormuş edasında olduğunu görmekteyiz.<br />

Geleneksel hikâye anlatımında kullanılan tekniklerden<br />

birisi de anlatıda atasözleri ve arasözler<br />

kullanmaktır. Mustafa Kutlu’da bunların güzel<br />

örnekleri vardır. Kutlu hikâyesini anlatırken bazı<br />

olayları ve durumları daha güzel ve daha etkili<br />

ifade edebilecek atasözlerini ve atasözü niteliğindeki<br />

sözleri kullanmaktadır. “Suya dizgin vurulmaz”,<br />

“Aramakla bulunmaz”, “Arayan belasını da<br />

Mevlasını da bulur”, “Bir iyilik yap at denize, balık<br />

bilmez ise Hâlık bilir”, “Hak yerini bulur ve elbette<br />

hak gelince bâtıl zâil olur”, “Hamama giren terler”,<br />

“Çabuk parlayan çabuk söner” gibi atasözleri<br />

bunlardan bazılarıdır. Tomris Uyar’ın Gecegezen<br />

Kızlar adlı hikâye kitabında da “Doğru söyleyeni<br />

dokuz köyden kovarlar” gibi atasözlerini kullandığı<br />

görülmektedir. Kutlu’nun bir diğer geleneksel<br />

tutumu hikâyesinde arasözlere, açıklamalara<br />

yer vermesidir. “Okumak’ın davet manası da var,<br />

Anadolu’da düğüne davet için okuntu gönderilir,<br />

bilirsiniz”, “Nazım’ın zaten ağzı var, dili yok. Hani<br />

ne derler vur ensesine al elinden ekmeğini”, “Verilen<br />

söz bir tutulmaz, iki tutulmaz, üçüncüsünde<br />

dönüp sahibini çarpar”, “Deştin Düzü’ne ulaştı.<br />

Deşt bildiğiniz gibi çöl demek”, “Kırsal muhitte bilirsiniz<br />

çocuk çok önemli” gibi arasözler kullanan<br />

Kutlu, Rüzgârlı Pazar’da güz günlerinin şurup gibi<br />

zamanlar olduğunu söyler ve uzun uzun şuruplar<br />

hakkında bilgiler verir.<br />

Sonuç olarak hangi konunun anlatıldığından<br />

daha ziyade hangi konunun nasıl anlatıldığının<br />

daha önemli hale geldiği <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyesinde<br />

Mustafa Kutlu’nun temsil ettiği geleneksel tutum,<br />

meddahın anlatma tekniklerini ve üslûbunu


devam ettirmektedir. Hem postmodernist hikâye<br />

anlayışında hem de geleneksel olanı günümüz<br />

şartlarında devam ettirmek isteyen hikâyecilerde<br />

halk hikâyesi üslûbundan izler bulunmaktadır.<br />

Okuyucu ile senli benli bir konuşma tarzı, kalıplaşmış<br />

ifadeler kullanma, taklitler yapma, bazı<br />

tiplerin ağzını olduğu gibi hikâyeye dâhil etme,<br />

hikâyeyi kesip çeşitli bilgiler verme gibi hususlar,<br />

batılı anlamdaki hikâyenin izin vermeyeceği kullanımlardır.<br />

Bu nedenle geleneksel tutumu sürdüren<br />

hikâyeciler, Türk hikâyesinin kendi şartları<br />

içinde yeni bir tarz yaratması gerektiği mesajını<br />

da vermektedirler.<br />

Sonuç<br />

Yapılan tespit ve değerlendirmeler sonucunda<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinin halk hikâyelerinden<br />

üç şekilde faydalandığını görmekteyiz. Bunların<br />

ilki, Murathan Mungan’ın temsil ettiği ve halk<br />

hikâyelerinden veya geleneksel diğer anlatılardan<br />

da faydalanılarak metin oluşturma anlayışını benimseyen<br />

postmodernist tarzdır. Diğer bir tutum<br />

ise ideal ve geleneksel olanı okuyucuya sunma<br />

kaygısıyla halk hikâyelerinin tiplerinden, konularından<br />

ve motiflerinden faydalanmadır. Burada<br />

da hikâyeciler iki yol tercih etmişlerdir. Bazıları<br />

motifleri geleneksel şeklinde olduğu gibi kullanmaya<br />

çalışırken bazıları ise sadece özünü korumuş,<br />

diğer kısımları ise modern hikâyeciliğin ve<br />

günümüz şartlarının gerekleri doğrultusunda şekillendirmiştir.<br />

Son olarak da bazı hikâyeciler, geleneksel<br />

kurguyu çok fazla değiştirmeden, eldeki<br />

mevcut nüshalardan faydalanarak halk hikâyelerini<br />

kendi üslûpları ile tekrar yazmışlardır.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası gibi Türk edebiyatında büyük kırılmaların<br />

ve kopuşların gerçekleştiği ve yazarların<br />

içe dönük bir edebiyat anlayışına doğru gittiği<br />

bir dönemde bazı yazarların halk hikâyelerinden<br />

faydalanarak hikâyeler yazmaları bazı mesajlar<br />

içermektedir. Halk hikâyeleri, toplumun ortak<br />

değerlerini ve düşünme tarzını yansıtan, böyle<br />

olduğu için de uzun yıllar halkın takdirini kazanmış<br />

geleneksel ürünlerdir. Bu hikâyelerde yer alan<br />

tipler ve konular, öyle sanıldığı gibi hayal âleminden<br />

alınma, hayattan kopuk değil, aksine bugün<br />

de modern dönem insanına bir şeyler verebilecek<br />

kalitede ve yeterliliktedirler. Ayrıca Türk hikâyesi-<br />

139<br />

nin kendi mecrasına çekilmesi, yerli malzeme ile<br />

yeni ve orijinal bir Türk hikâyesinin ortaya konabilmesi<br />

için halk hikâyesi gibi geleneksel ürünlerin<br />

Türk hikâyecisinin temel başvuru kaynakları arasında<br />

olması gerekliliğini belirtmek gerekir.<br />

Kaynaklar<br />

Alptekin, Ali Berat (<strong>19</strong>97). Halk Hikâyelerinin Motif Yapısı, Ankara:<br />

Akçağ Yayınları.<br />

Aslan, Bahtiyar (<strong>20</strong>07). “Ben Kendi Türküsünü Söyleyen Bir Yazarım”,<br />

Türk Edebiyatı, 401, Mart, 4-11.<br />

Başgöz, İlhan (<strong>20</strong>03). “Sözlü Anlatımda Arasöz: Türk Hikaye Anlatıcılarının<br />

Şahsi Değerlendirmelerine Ait Bir Durum Değerlendirmesi”,<br />

çev.: M.Ekici, Halk Biliminde Kuramlar ve Yaklaşımlar,<br />

Ankara: Milli Folklor Yayınları.<br />

Bekiroğlu, Nazan (<strong>20</strong>03). Yusuf ile Züleyha, İstanbul: Timaş Yayınları.<br />

Binyazar, Adnan (<strong>20</strong>06). Elif ile Mahmut, İstanbul: Merkez Kitaplar.<br />

Boratav, Pertev Naili (<strong>20</strong>02). Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği,<br />

İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.<br />

Can, Şefik (<strong>20</strong>02). Klasik Yunan Mitolojisi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.<br />

Çetin, Nurullah (<strong>20</strong>04). “Modern Öykünün Edebiyatımızdaki Serüveni:<br />

Hazırlayıcı Geleneksel Dönem (Başlangıçtan Tanzimat’a<br />

Kadar)”, Hece Öykü, 2, Nisan-Mayıs, 56-57.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>87). Onlardan Kalan, İstanbul: Cönk Yayınları.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>88). Derin Yara, İstanbul: Cönk Yayınları.<br />

Duymaz, Ali (<strong>20</strong>00). “Dede Korkut Kitabı’nda Alpların Eğitimi ve<br />

Geçiş Törenleri”, Uluslararası Dede Korkut Bilgi Şöleni (<strong>19</strong>-<br />

21 <strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>99, Ankara), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı<br />

Yayınları, 109-122.<br />

Elçin, Şükrü (<strong>19</strong>88). “Kitabî, Mensur, Realist İstanbul Halk Hikâyeleri”,<br />

Halk Edebiyatı Araştırmaları II, Ankara: Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı Yayınları, 56-72.<br />

Enginün, İnci (<strong>20</strong>06). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul:<br />

Dergâh Yayınları.<br />

Ergin, Muharrem (<strong>19</strong>97). Dede Korkut Kitabı I Giriş-Metin-<br />

Faksimile, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.<br />

Güzel, Orhan (<strong>20</strong>04). Kerem ile Aslı, İstanbul: Karanfil Yayınları.<br />

Kaplan, Mehmet (<strong>19</strong>94). Hikâye Tahlilleri, İstanbul Dergâh Yayınları.<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>19</strong>81). Yoksulluk İçimizde, İstanbul: Dergâh<br />

Yayınları.<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05a). Hüzün ve Tesadüf, İstanbul: Dergâh<br />

Yayınları.<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05b). Mavi Kuş, İstanbul: Dergâh Yayınları.<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05c). Rüzgârlı Pazar, İstanbul: Dergâh Yayınları.<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>05ç). Ya Tahammül Ya Sefer, İstanbul: Dergâh<br />

Yayınları.<br />

Külahlıoğlu, Ayşenur İslam (<strong>20</strong>02). “Modern Türk Hikâyesinin Kısa<br />

Tarihi”, Türkler, Ankara <strong>20</strong>02: Yeni Türkiye Yayınları, <strong>20</strong>5-218.<br />

Lekesiz, Ömer (<strong>20</strong>05). “ 9<strong>80</strong>-<strong>20</strong>00 Yılları Arasında Türk Öykücülüğü”,<br />

Hece Öykü, 9, Haziran-Temmuz, 45-50.<br />

Mungan, Murathan (<strong>20</strong>04). Lal Masallar, İstanbul: Metis Yayınları.<br />

Mungan, Murathan (<strong>20</strong>06). Cenk Hikâyeleri, İstanbul: Metis Ya-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yınları.<br />

Ocak, Ahmet Yaşar (<strong>19</strong>89). Türk Folklorunda Kesikbaş: (Tarih-<br />

Folklor İlişkisinden Bir Kesit), Ankara: Türk Kültürünü Araştırma<br />

Enstitüsü Yayınları.<br />

Okay, Orhan (<strong>19</strong>92). Cumhuriyet Devri Hikâye ve Romanı, Erzurum:<br />

Atatürk Üniversitesi Yayınları.<br />

Önertoy, Olcay (<strong>19</strong>84). Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve<br />

Öyküsü, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.<br />

Özön, Mustafa Nihat (<strong>19</strong>85). Türkçede Roman, İstanbul: İletişim<br />

Yayınları.<br />

Pala, İskender (<strong>20</strong>07). Leyla ile Mecnun, İstanbul: Kapı Yayınları.<br />

Sakaoğlu, Saim vd. (<strong>19</strong>99). Meddah Behçet Mahir’in Bütün<br />

Hikâyeleri I-II, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları.<br />

Sezer, Şennur (<strong>20</strong>06). Şahmaran, İstanbul: Merkez Kitaplar.<br />

Su, Hüseyin (<strong>20</strong>00). Öykümüzün Hikâyesi, Ankara: Hece Yayınları.<br />

Su, Hüseyin (<strong>20</strong>06). Aşkın Hâlleri, Ankara: Hece Yayınları.<br />

Tonga, Necati (<strong>20</strong>05). Mustafa Kutlu ve Yoksulluk İçimizde,<br />

Ankara: Akçağ Yayınları.<br />

Tosun, Necip (<strong>20</strong>04). “Geleneğin Penceresinden Öykü”, Hece<br />

Öykü, 2, Nisan-Mayıs, <strong>80</strong>-83.<br />

Tosun, Necip (<strong>20</strong>05). “Seksen Sonrası Türk Öyküsünde Yüzleşme,<br />

Yalnızlık, İçe Dönüş”, Hece Öykü, 9, Haziran-Temmuz, 59-68.<br />

Tosun, Necip (<strong>20</strong>07). “Öykü”, Türk Edebiyatı, 401, Mart, 85-90.<br />

Uyar, Tomris (<strong>20</strong>05). Gecegezen Kızlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.<br />

Yalsızuçanlar, Sadık (<strong>20</strong>05). Kerem ile Aslı, İstanbul: Timaş Yayınları.<br />

Yener, Ali Galip (<strong>20</strong>04). “Türk Romanında Postmodernist Eğilimin<br />

Sosyopolitiği Üzerine”, Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri, Ankara:<br />

Hece Yayınları.<br />

140


<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HiKÂYECiLiĞiNDE<br />

MERKEZDEN<br />

UZAKLAŞMA:<br />

TAŞRA ÖYKÜLERi<br />

Özet: Edebiyatımızda Anadolu’dan bahseden<br />

metinler hep önemsenmiştir. Bu bağlamda eserlerinde<br />

taşrayı anlatan yazarlar da genellikle dikkat<br />

çekmiştir. Türk hikâyesinde de aynı durum söz<br />

konusudur. <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesinde olduğu gibi, daha sonra<br />

gelişen hikâyemizde de taşrayı anlatan öyküler<br />

yazılmıştır. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasındaki bu tarz hikâyelerde<br />

genellikle taşrada yaşam, taşra insanlarının<br />

sorunları, köy-kent ilişkisi gibi konular işlenmiştir.<br />

Bildiride, bu bağlamdaki hikâyeler ve hikâyeciler<br />

üzerinde durulacaktır.<br />

Anahtar Kelimeler: “taşra”, “köy”, “Anadolu”,<br />

“<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası”, “öykü”.<br />

141<br />

Doç. Dr. Şaban SAĞLIK<br />

<strong>19</strong> Mayıs Üniversitesi / Samsun<br />

Drifting Away From The<br />

Mainstream Turkish<br />

Story-Writing After <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

S T O R I E S A B O U T T H E C O U N T R Y<br />

Abstract: In our literature, the stories about<br />

Anatolia have always been given considerable<br />

importance. In this context, the writers who told<br />

about the country in their Works have attracted<br />

attention. It is the same for Turkish stories. As it<br />

was before <strong>19</strong><strong>80</strong>, our stories which developed later<br />

on also include stories about the country. The<br />

stories after <strong>19</strong><strong>80</strong> generally cover the topics such<br />

as ‘life in the country’, ‘the problems of the country<br />

people’, ‘country-city interactions’. This article<br />

deals with the stories and story tellers.<br />

Key Words: “the country”, “village”, “Anatolia”,<br />

“after <strong>19</strong><strong>80</strong>”, “story”.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Giriş<br />

İnsanın mutluluğu ya da mutsuzluğu genellikle<br />

bir mekânı gerektirir. Bu manada mutluluk, kişinin<br />

istediği ve sevdiği bir yerde bulunma halini; mutsuzluk<br />

ise istenilmeyen ve sevilmeyen bir yerde<br />

olma durumunu 7ifade etmektedir. Burada söz<br />

konusu ettiğimiz mekân (yer) hem mikro hem de<br />

makro düzeyde ele alınabilir. Mesela küçük bir oda,<br />

yerine göre bir kulübe, bir ev, bir sokak, mahalle,<br />

semt, şehir, bölge; son olarak da genel anlamda<br />

ülke (vatan), kişinin mutluluk ya da mutsuzluğunun<br />

mekânı olabilir. Bütün bu mekân katmanlarının<br />

her biri, insanın moral yapısının oluşmasında<br />

büyük bir öneme sahiptir.<br />

Mekân, hangi katmanda olursa olsun aynı zamanda<br />

göreceli bir değer ifade eder. Yani, birini<br />

mutlu eden bir mekân katmanı, bir başkasını<br />

pekala mutsuz edebilir. Bu durum kişisel bakışla<br />

ilgilidir. Bir başka ifade ile “mutlu” ya da “mutsuz”<br />

gibi sıfatlar mekânın tabii yapısında yoktur.<br />

Mekân, tabii olarak nötr bir değer taşır. Ona mutlu<br />

ya da mutsuz sıfatını veren insandır. Bu açıdan -<br />

ve göreceli olarak neyi ifade ettiği noktasından-<br />

bakınca mekân konusunda “mutlu insana göre”<br />

ve mutsuz insana göre” başlıkları altında şöyle bir<br />

kavram dünyası ile karşılaşıyoruz:<br />

Mutlu İnsana Mutsuz İnsana<br />

Göre Mekân Göre Mekân<br />

-Vatan Herhangi bir coğrafya<br />

-Sıla (memleket) Gurbet<br />

-Merkez Taşra<br />

-Bizim eller Yâd eller<br />

-Cennet Cehennem<br />

-Yakın Uzak<br />

-Harika bir yer Sıkıcı bir yer<br />

Daha da uzatabileceğimiz bu tabloda anlatılmak<br />

istenen aslında “Kuşu altın kafese koymuşlar,<br />

ille vatanım demiş” sözünde özlü olarak ifade<br />

edilmiştir. Bu tablodan da görüleceği gibi, insan<br />

açısından mekân diyalektik bir nitelik göstermektedir.<br />

142<br />

İster bireysel isterse toplumsal açıdan bakalım,<br />

yukarıdaki tabloda anlatılan diyalektik yapı hep<br />

aynı şeyi ifade eder. Yani bir tarafta insanı/insanları<br />

“mutlu” eden, diğer yanda ise “mutsuz” eden<br />

mekân vardır. Bu durumda meseleyi iki kavrama<br />

indirgemek mümkündür. İnsanın kendisini mutlu<br />

eden mekân için “merkez”; mutsuz eden için de<br />

“taşra” kelimelerini kullanabiliriz.<br />

İnsanın hayat çizgisine baktığımızda, mutsuz anlarının<br />

mutlu anlardan fazla olduğu görülecektir.<br />

Yani insan merkezden çok kendini “taşrada” hissetmektedir.<br />

Taşrada olmak ya da taşraya itilmek<br />

aynı zamanda bireysel ve toplumsal sorunların<br />

da sebebidir. Bundan dolayıdır ki sanat, genellikle<br />

“taşrada” olan ya da kendini taşrada hisseden insanın<br />

acısını anlatır. Merkezde olanın pek bir acısı<br />

ve sıkıntısı olmadığı için, sanatta “merkezde”<br />

olanın değil, “taşrada” olanın dramı gözler önüne<br />

serilir. Daha önce de değindiğimiz gibi “merkez”<br />

ve “taşra” kavramları görecelidir. Kime göre neresi<br />

merkezdir, neresi taşradır? Bu soruların cevabı<br />

kişiden kişiye göre değişebilir.<br />

Bu yazıda “merkez” ve “taşra” kavramları açısından<br />

Türk hikâyesine bakacağız. Coğrafi açıdan<br />

genellikle merkez İstanbul olarak kabul edilmiş.<br />

İstanbul dışında olan her yer ise taşra şeklinde nitelendirilmiş.<br />

Dikkatle bakılınca, Türk hikâyesinin<br />

gelişim çizgisinde söz konusu merkez ve taşra ayrımının<br />

olduğu görülür. Bu makalede, işte bu gelişim<br />

çizgisi ilk önce genel anlamda irdelenecek,<br />

daha sonra da <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasındaki Türk hikâyesindeki<br />

merkez-taşra durumu –örnek hikâyelerden<br />

hareketle- ortaya konmaya çalışılacaktır.<br />

Taşra Nedir/Neresidir<br />

Türk kültüründe genellikle İstanbul dışında<br />

kalan her yer anlamında kullanılırken, zamanla<br />

anlam alanı genişleyerek, “merkez olarak tanımlanan<br />

her yerin dışı” anlamına gelen “taşra”, köy,<br />

kasaba ve Anadolu gibi anlamlarda yaygın olarak<br />

kullanılmaktadır. ‘Dış’ anlamına gelen taşra sözü,<br />

Osmanlı için bir tek şeyi tanımlıyordu: İstanbul<br />

dışında kalan her yer. Bir küçümseme, bir acıma,<br />

bir hayıflanma anlamı da taşır. Merkez, yani<br />

metropol dışında kalan her yerin taşra sayılması


sadece Türkiye’ye özgü değildir. Mesela Fransa’da<br />

da Paris dışındaki her yer taşradır. 1 İlhan Berk’e<br />

göre taşra, yabani, her şeyden atılmış, dünya ile<br />

ilgisi olmayan, kendi kabuğu içinde yaşayan, ileriyi<br />

göremeyen ve en önemlisi “uzak” anlamlarına<br />

gelir. 2<br />

Böylesine çok anlamlı bir kelime olan taşranın,<br />

söz konusu çok anlamlılığının bazı sebepleri vardır.<br />

Mesela Gregory Jusdanis, “bölgesel gurur” ve<br />

“merkezi güçlerin üstünlüğü”nden söz eder. Yazar,<br />

bölgesel gurur ile merkezi güçlerin üstünlüğünün<br />

doğurduğu çatışma ekseninde “taşra”nın varlık<br />

kazandığını söyler. 3 Yukarıda da vurguladığımız<br />

gibi, taşra sabit bir olguyu ifade etmez. Onun da<br />

kendi içinde pek çok alt katman vardır. “Köy” ve<br />

“kasaba” olguları bu katmanlardan sadece ikisidir.<br />

Mesela Mikhail Bakhtin, Gustave Flaubert’in “Madame<br />

Bovary” romanında görülen saf, karmaşık<br />

bir yapısı olmayan kasabaları şu şekilde tanıtır:<br />

“Bu tür kasabalar gündelik döngüsel zamanın<br />

mahalleridir. Burada hiçbir olaya rastlanmaz,<br />

yalnızca kendilerini sürekli yineleyen “etkinlikler”<br />

bulunmaktadır. Zaman burada, ilerlemekte olan<br />

hiçbir tarihsel devinim barındırmaz; bunun yerine<br />

dar devirlerle ilerler: günün, haftanın, ayın, bir<br />

kişinin yaşamının devri. Bir gün bir gündür yalnızca,<br />

bir yıl bir yıldır, bir yaşam yaşamdır. Her gün<br />

durmadan, aynı etkinlikler döngüsü yinelenir, aynı<br />

konuşma konuları, aynı sözcükler…” 4<br />

Taşranın merkezden genellikle geri bir durumda<br />

olduğu bilinen bir gerçektir. Mesela İstanbul,<br />

hemen her yönüyle Anadolu’dan daha fazla gelişmiştir.<br />

Bu durum hemen her merkez için geçerlidir.<br />

Türkiye ölçeğinde bakarsak, taşra ve Anadolu<br />

(köy ve kasabalar) kalkınmışlık düzeyi açısından<br />

İstanbul’dan geridedir. Bu açıdan mesele “Ne<br />

kadar modernleştik?” sorusunda düğümleniyor.<br />

Sorunun cevabında şunu görüyoruz ki, taşra<br />

(Anadolu) modernleşme açısından da İstanbul’un<br />

gerisine düşmektedir. Bu geri düşüş taşranın ve<br />

Anadolu’nun bir kusuru mudur? Bu önemli soruya<br />

da Gregory Jusdanis cevap veriyor. Ona göre,<br />

Güven Turan, “Taşra Coğrafya mıdır?”, Kitap-lık, Haziran<br />

<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 5 .<br />

2 İlhan Berk, “Taşra”, Kitap-lık, Haziran <strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 7 .<br />

3 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür,<br />

(Çev. Tuncay Birkan) Metis Yay. İst. 998, s. 23.<br />

4 Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana, (Çev. Cem Soydemir),<br />

Ayrıntı Yay. İst. <strong>20</strong>0 , s. 32 .<br />

143<br />

ortada bir kusur varsa, bu, modernliğin olmayışı<br />

değil, modernliğin yerel şartlar ihmal edilerek<br />

ülkeye sokulmasıdır. Ayrıca, modernleşmenin sadece<br />

belirli yerler ve alanlarla sınırlı tutulmasıdır.<br />

Eğer modernleşme sürecinde bazı yerler dışarıda<br />

kalırsa, sorunlar oluşur. 5<br />

Taşra konusunda dile getirilen bütün görüşler,<br />

dönüp dolaşıp “mekân”a odaklanmaktadır. Mekân<br />

ise yaşanılan yer olmanın ötesinde başka bir anlam<br />

alanını da içermektedir. Yani mekân insanın<br />

sadece yaşadığı yeri değil, aynı zamanda mutlu<br />

ya da mutsuzluğu tattığı alanı ifade eder. Bir başka<br />

ifadeyle mekân önümüze hep “merkez” ya da<br />

“taşra” boyutuyla gelmektedir. Ian Watt, büyük şehirleri<br />

Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı<br />

ve kişiyi kutsal güçlerle donattığı düşünülen Kutsal<br />

Kâse’ye benzetir. Kim ki bu Kutsal Kâse’den içer,<br />

işte o kişi bahtiyardır. Kâse’den nasiplenmeyen<br />

ise, ebedî saadetten uzakta (taşrada) kalır. Mesela<br />

İngiliz edebiyatında Londra Kutsal Kâse’den içki<br />

içenlerin olduğu bir yer olarak tasvir edilir. Yani<br />

Londra zenginliğin, lüksün, heyecan verici olayların<br />

ve belki de zengin bir kocanın simgesi olarak<br />

belirir. 6 Gaston Bachelard ise, mekânla insan<br />

ilişkisini irdelerken, bu ilişkinin iki yönlü geliştiğini<br />

söyler. Bir taraftan insan mekânın içinde yaşarken,<br />

diğer taraftan mekânı da içinde yaşatır. 7<br />

Bachelard’ın bu görüşü şair Kemalettin Kamu’nun<br />

“Gurbet” adlı şiirinde geçen “Ben gurbette değilim,<br />

gurbet benim içimde” mısrasını hatırlatmaktadır.<br />

Gerek Bechelard gerekse Kemalettin Kamu,<br />

insanın mekânla ilişkisine psikolojik bir boyut katmaktadırlar.<br />

Bu boyut bazen öylesine genişliyor<br />

ki, insanla mekân adeta birbirinden kopmaz birer<br />

varlık haline geliyor. Bu bağlamda insanın her şeyi<br />

mekâna; mekânın her şeyi de insana bağımlı hale<br />

gelebiliyor. Gaston Bachelard buna insanın “düş<br />

kurması”nı örnek veriyor. Yazara göre, boyutu ne<br />

olursa olsun, mekânın insana “düş (hayal)” kurduran<br />

bir unsur olduğunu söyler. Daha doğrusu<br />

“düş”le mekân arasında çok yakın bir ilişki vardır.<br />

Hatta bir yazar, coğrafi boyutlardan söz ettiğinde<br />

bile, bu boyutların köklerinin düşsel bir değere<br />

5 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, s.<br />

2.<br />

6 Ian Watt, Romanın Yükselişi, (Çev. Ferit Burak Aydar), Metis<br />

Yay. İst. <strong>20</strong>07, s. <strong>20</strong>7.<br />

7 Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, (Çev. Aykut Derman),<br />

Kesit Yayıncılık, İst. 996, s. 28.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

uzandığını içgüdüsel olarak bilir. 8 İnsanın sahip olduğu<br />

psikolojik yapının bir işlevi olan düş (rüya),<br />

“zaman” kavramıyla da ilgilidir. Bachelard, mekâna<br />

bu açıdan da bakar ve şunu söyler: “Mekân, peteklerinin<br />

binlerce gözünde, zamanı sıkıştırılmış<br />

olarak tutar. Mekân bu işe yarar.” 9<br />

“Taşra” kavramının tasavvufi-mistik bağlamda<br />

da anlamı vardır. Bu manada “taşra”, insanın sürgün<br />

yeri olan “dünya”yı; “merkez” ise, insanın ebedî<br />

yurdu “cennet”i ifade der. Hatta Batı kültüründe<br />

ve sanatında işlenen “Ebedî Dönüş Mitosu” 10 da<br />

insanın taşradan (dünyadan) bir an önce kurtulup<br />

asıl mutluluk vatanı olan “Cennet”e dönüş arzusunu<br />

ifade eder.<br />

Taşra kavramına öznel anlamlar yükleyenler de<br />

vardır. Mesela Ramis Dara, Türk kültüründe tartışmasız<br />

merkezin İstanbul olduğunu belirttikten<br />

sonra, taşra kavramına öznel anlamlar yükler.<br />

Mesela der ki: “Taşram nefes aldığım, gördüğüm,<br />

işittiğim, kokladığım yerler; merkezimse okumayazmalarımdır.”<br />

11 Taşraya öznel anlam yükleyenlerden<br />

biri de Oğuz Atay’dır. Oğuz Atay yazdığı<br />

“Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya” adlı öyküsünde<br />

taşraya ruhsal-tinsel bir anlam verir. Yazara göre<br />

taşra bir tür delilik, ayaklarını kucağına almış yere<br />

basmadan yürüme hali, yazmanın götürdüğü uzak<br />

yer, bir seçimdir. Bir seçimdir, çünkü kimse bu büyük<br />

şehirlere uzak dağ başı kasabasında yaşamaya<br />

mecbur değildir. 12 Birinin taşra dediği yer, bir<br />

başkasının gözünde merkez olabilir. Bu durumun<br />

tersi de doğrudur. Bütün bunlar da taşra kavramına<br />

yüklenen öznel anlamdan başka bir şey değildir.<br />

Taşra konusunda daha pek çok şey söylenebilir.<br />

Ancak taşranın bilhassa edebiyat eserlerine yansıyan<br />

değişmez anlamları vardır. Yani taşra bütün<br />

olumsuz çağrışımlarının yanında içerdiği bazı<br />

olumlu anlamlarla da önemlidir. Burada anlam<br />

yerine “taşra değerleri” desek yanlış olmaz.<br />

8 Gaston Bachelard, a.g.e., s. <strong>20</strong>.<br />

9 Gaston Bachelard, a.g.e., s. 36.<br />

0 “Ebedî Dönüş Mitosu”, aynı zamanda Mircea Eliade’nın bir<br />

kitabının adıdır. Eliade bu kitabında insanın merkezden taşraya<br />

(cennetten cehenneme) sürgün edilişini anlatır. (Bk. Mircea Eliade,<br />

Ebedî Dönüş Mitosu, İmge Kitabevi, Ank. 994).<br />

Ramis Dara, “Merkez-Taşra, Tarih-Coğrafya”, Kitap-lık, Haziran<br />

<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 73-75.<br />

2 Filiz Özdem, “Bir İç Mekân Olarak Taşra”, Kitap-lık, Haziran<br />

<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 79.<br />

144<br />

Taşra Değerleri<br />

Taşra kavramının pek çok anlamı olduğunu söylemiştik.<br />

Bunlar arasında köy, kırsal alan ve dağlar,<br />

yaylalar ve ovalar gibi yerleri de anabiliriz. Bu<br />

yönüyle taşra, temiz hava, berrak ve soğuk sular,<br />

saf ve cana yakın inanların çok olduğu yerler anlamına<br />

gelir. Bilhassa romantik-pastoral bakışın<br />

ürünü olan taşra görüntüsü, pek çok edebi esere<br />

konu olmuştur. İşte taşra kavramına atfedilen<br />

“değerleri” de bu bağlamda ele alabiliriz. Mesela<br />

Mustafa Kutlu’ya göre merhamet, vefa, hürmet,<br />

şefkat, feragat, fedakarlık ve sevgi gibi inanç ve<br />

ahlâkımızdan kaynaklanan insani vasıflar bizi<br />

zengin kılan değerlerdir. Bu değerler aynı zamanda<br />

taşrayı akla getirir. Söz konusu değerler insanı<br />

zenginleştirir. Maddi varlıklar ise insanı fakirleştirir.<br />

Bu yüzden “yoksulluk” maddiyatta değil, maneviyattadır,<br />

yani içimizdedir. 13<br />

Taşra değerleri, genellikle idealize edilen davranışları<br />

ifade eder. Bir başka açıdan “özlenen ahlâkı”<br />

işaret eder. Buna Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli<br />

Yemeni” adlı öyküsünü örnek olarak verebiliriz.<br />

Öykünün anlatıcısı olan genç, her ne öğrendiyse<br />

Hala’sından öğrendiğini belirtir. Bu da taşralı bir<br />

özelliktir. Çünkü taşrada ataerkil ailelerde, anne<br />

ve babası dışında çocukla ilgilenen pek çok kişi<br />

bulunur: “Ben de ablalarım da ne öğrendiysek<br />

halamdan öğrenmişizdir. Dört kardeşin dördü de<br />

doğumumuzdan itibaren halamın koynunda büyümüşüz.<br />

Geceleri ağladığımızda o uykusuz kalır,<br />

bezimizi o değiştirir, beleğimizi o sarar, beşiğimizi<br />

o sallarmış. Hastalandığımızda neremizin ağrıdığını<br />

annemizden çok halam bilirmiş. Dördümüzü<br />

de annemiz doğurduğu halde halamız büyütmüş.”<br />

14 “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküdeki Hala’yı<br />

geleneksel taşra değerlerine bağlayan bir önemli<br />

özellik de bu kadının hiç şikâyetçi olmamasıdır.<br />

Çünkü, şikâyet etme olgusu, dini-tasavvufi hayatta<br />

pek hoş karşılanmaz. Öykünün anlatıcısı olan<br />

genç, kendi üzerlerinde annelerinden çok emeği<br />

olan Hala’nın bu özelliğini şu sözüyle dile getirir:<br />

“Bütün bunlara karşın bir kez bile şikâyet ettiğini,<br />

alnını kırıştırdığını gören olmamış.” 15<br />

3 İlyas Dirin, “Mustafa Kutlu İle Öykücülüğü Üzerine Söyleşi”,<br />

Hece, <strong>Ekim</strong> 999, Sayı: 33-34, s. 5.<br />

4 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yay. Ank. 998, s. 9.<br />

5 Hüseyin Su, a.g.e., s. 9.


Taşra değerleriyle iç içe giren bir başka kavram<br />

da taşra gelenekleridir. “Gülşefdeli Yemeni” adlı<br />

öyküde bunu da görürüz. Geleneksel bir değer<br />

olan “doğan çocuklara aile büyükleri tarafından<br />

ad koyma geleneği”ni de öyküde Hala sürdürür:<br />

“Ablalarımın da, benim de adlarımızı halam koymuş.”<br />

16 “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküde ayrıca<br />

şöyle bir taşra geleneği de yer alır: “Ölen sevdiğinin<br />

adını bir başkasına verme”. Hala, sevdiği<br />

adam ölünce onun adını yeğenine verir: “Halam,<br />

bana adını verdiği nişanlısını bir kez görmüş.” 17<br />

Hüseyin Su, “Yanağımda Dedemin Sakal İzleri”<br />

adlı öyküsünde de bir kasabada yaşayan ataerkil<br />

bir aileden kesitler sunar. Bu ailenin yaşam şeklinden<br />

bütün bir kasaba (taşra) yaşantısı (taşra gelenekleri<br />

ve değerleri) adeta gözler önüne serilir.<br />

Öykünün anlatıcısı bir çocuktur ve bu çocuk, taşrada<br />

yaygın bir gelenek olarak yaşanan sevgi ve<br />

saygıya dayalı “dede-torun ilişkisi”ni bütün saflığı<br />

ve netliği ile gözler önüne serer. Mesela çocuğun<br />

babası, dedenin yanında öz oğlunun şımarıklıklarına<br />

katlanmak zorunda kalır: “…annemle babam<br />

şımaracağımdan korkacaklar, ne de olsa kendi<br />

çocuklarıyım, ama dedemin yanında gıkları çıkmayacak,<br />

oh olsun; annemin sevmediği, parmağını<br />

sallayıp beni tehdit ettiği, babamın kaş, göz<br />

ve bıyık işaretleriyle sorarım dediği davranışlarını<br />

bile sırtımı dedeme dayayarak yapacağım, evdeki<br />

iktidarımın sınırsız özgürlüğü ile…” 18<br />

Rasim Özdenören’in “Ocak” öyküsünde de bir<br />

taşra geleneği olan “ölen aile büyüklerinin adlarının<br />

yeni doğan çocuklara verilmesi” âdetini görürüz:<br />

“Kadir diye sesleniyor babam, sonra heceleri<br />

ayırıp uzatarak: “Abdül-kadir.” Kucağına alıyor bebeği.<br />

Anlıyorum bebeği bana göstermek için yapıyor<br />

bunu. Söyleyecek başka söz bulamadığı için<br />

olacak: “Abdülkadir, Abdülkadir” deyip duruyor küçük<br />

parmağını bebeğin dudağına değdirerek. /dedemin<br />

adı, onun adını koymuşlar.” <strong>19</strong> Aynı geleneği<br />

Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />

de görürüz. Yani, “çocuklara ölen aile büyüklerinin<br />

adının verilmesi” bu öyküde de işlenmektedir:<br />

“Dedem en çok beni seviyor. Bu yüzden babasının<br />

6 Hüseyin Su, a.g.e., s. 0.<br />

7 Hüseyin Su, a.g.e., s. 0.<br />

8 Hüseyin Su, a.g.e., s. 39-40.<br />

9 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, İz Yayıncılık, İst.<br />

999, s. 30.<br />

145<br />

ismini vermiş bana.” <strong>20</strong><br />

Osman Çeviksoy’un “Büyü” adlı öyküsünde büyükbaba<br />

Veligazi, ölmekte olan torununa Kur’an<br />

okur. Bu dini gelenek taşrada/Anadolu’da çok<br />

yaygındır. Tabii olarak Kur’an okunurken herkes<br />

dinler: “Ailede herkes Kur’an dinlemenin farz olduğunu<br />

biliyordu.. Herkes olduğu yere sessizce<br />

çöküvermişti.” 21<br />

Cemal Şakar’ın “Irmak” adlı öyküsünde de taşra<br />

genel anlamda başka bir güzelliği ile karşımıza<br />

çıkmaktadır. Öykünün baş kişisi olan Adam, sürekli<br />

bir şeyler aramaktadır, fakat bulamamaktadır.<br />

Bu yüzden hep morali bozuktur. Bir türlü meramını<br />

da anlatamayan bu adam, Attar’la görüştükten<br />

sonra dili çözülür ve konuşmaya başlar. Burada<br />

Attar bu kişiye mürşitlik yapmıştır. Attar’ın<br />

mürşitliğinden fayda gören adam artık meramını<br />

anlatacak bolca mektup yazmaktadır. Bütün bunlardan<br />

anlaşılıyor ki, köy (taşra) bir arınma mekânıdır;<br />

dolayısıyla saflık sembolüdür.<br />

Örnek olarak seçtiğimiz öykülerden de anlaşılacağı<br />

gibi, taşra bir takım değer ve geleneklerin<br />

toplamını ifade etmektedir. Söz konusu gelenek<br />

ve değerlere yazarlar farklı gözlerle bakmaktadırlar.<br />

Yani taşra değerleri ve geleneklerini bazı<br />

yazarlar idealize ederken, kimi yazarlar bunlara<br />

eleştirel bakarlar. Mesela Hüseyin Su, “Gülşefdeli<br />

Yemeni” adlı öyküsünde taşra değerlerini evrenselleştirircesine<br />

anlatıcı gencin ağzından şu çarpıcı<br />

mesajı verir: “Halamın öyküsü, insanın o büyük<br />

romanına karışıyordu. Halama bakıp yürekleri<br />

parçalananlar, onun hasretinde bulduğu huzurdan<br />

ve ayaklarının toprağın altındaki suya değişinden<br />

habersizdiler.” 22 Nurullah Çetin’e göre Hüseyin<br />

Su, özellikle “Gülşefdeli Yemeni” adlı kitabındaki<br />

öykülerde Anadolu ve kasaba olgusunu en sahih<br />

biçimiyle ele almıştır. Yazar, Anadolu’yu ideolojik<br />

bir kalıba uydurulacak zorlama derlenmiş bir<br />

malzeme olarak görmüyor. Ne resmi ideolojiye<br />

destek olacak bir malzeme olarak görüyor ne de<br />

sınıf çatışmalarında kullanıyor. İçinden çıkıp geldiği<br />

çevreyi saf ve samimi bir atmosferde sunmakla<br />

<strong>20</strong> Ethem Baran, Unuttuğum Bütün Akşamlar, Doğan Kitap,<br />

İst. <strong>20</strong>05, s. 28.<br />

2 Osman Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, Mayaş Yay. Ank. 985,<br />

s. 06.<br />

22 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 9.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sanatçı sorumluluğunun gereğini yapıyor. 23<br />

Taşraya Bakış<br />

Milli Edebiyat döneminde pek çok yazar ve şairin<br />

Anadolu’ya çok olumlu batıklarını biliyoruz.<br />

Özellikle “Beş Hececiler” olarak bilinen şairlerin<br />

bu konudaki gayretleri dikkate değerdir. Bu şairlerinden<br />

bilhassa Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat”<br />

adlı şiirinin son dörtlüğünde geçen “Başka san’at<br />

bilmeyiz, karşımızda dururken / Yazılmamış bir<br />

destan gibi Anadolu’muz.”, mısraları, adeta taşra<br />

konulu öykü yazanların parolası olmuştur. Özellikle<br />

Milli Edebiyat döneminin bakışını yansıtan bu<br />

mısralar, dikkatlerin Anadolu’ya çevrilmesinde bir<br />

hayli etkili olmuştur. Faruk Nafiz’in sadece bu şiiri<br />

değil, özellikle “Han Duvarları” adlı şiiri de okuyucuyu<br />

Orta Anadolu gerçekliği ile yüz yüze getirmiştir.<br />

Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise taşra ve<br />

Anadolu’ya bakışta bir çeşitlenme görülür. Beş<br />

Hececiler gibi Anadolu’yu yüceltenler olduğu gibi,<br />

tam ters bakışı savunanlar da vardır. Mesela edebiyatımızda,<br />

kendisi de merkezden (İstanbul’dan)<br />

uzak bir yerde (Bağdat’ta) doğmasına rağmen,<br />

merkezi (İstanbul’u) ve merkezin merkezi olan<br />

modern Batılı değerleri yücelten ve ustaca içselleştiren<br />

şair Ahmet Haşim bile taşrayı olumsuzlar.<br />

Haşim yazdığı “Kır” başlıklı yazısında, gelecek medeniyetlerde<br />

bir çok hastalıktan eser kalmayacağını<br />

söyledikten sonra, sosyal bir hastalık olarak<br />

nitelendirdiği “köy”den eser kalmayacağını belirtir.<br />

Yazısında, Belçikalı şair Verhaeren’in “kırları<br />

emip boşaltan şehrin cazibesinden” söz ettiğini de<br />

belirten Haşim, yazısını şu satırlarla bitirir: “Sevimsiz<br />

kırların şehir şiirine hâlâ konu teşkil edişi,<br />

dünyaya artık yalnız kötü şairin geldiğine bir alamettir.”<br />

24<br />

İçerdiği değer ve geleneklerle taşra kavramına<br />

farklı bakışlar söz konusudur. Bu bağlamda, özellikle<br />

“taşra öyküleri” konusunda üzerinde durulması<br />

gereken iki ayrı bakış açısından söz edilebilir:<br />

23 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 5, Kaknüs Yay.<br />

İst. <strong>20</strong>0 , s. 00.<br />

24 Ahmet Haşim, Bize Göre/Gurebâhane-i Laklakan/Frankfurt<br />

Seyahatnamesi, (Haz. Mehmet Kaplan), Kültür Bak. Yay. Ank.<br />

98 , s. 50- 5 .<br />

146<br />

1-Kentli yazarların taşraya bakışları;<br />

2-Taşralı yazarların taşraya (kendi memleketlerine)<br />

bakışları;<br />

Birincisinde yer yer aşağılama ve köye kasabaya<br />

yukarıdan bakma tavrı görülebileceği gibi, tam<br />

ters bir tavır da söz konusu olabilir. Yani kentli yazar,<br />

romantik-pastoral bir bakışla taşrayı idealize<br />

edebilir. İkincisinde ise, yer yer taşra değerlerini<br />

yüceltme ve gerçek hayat sahneleriyle öyküyü anlatma<br />

tavrı söz konusudur. Ancak yazar hangi kategoride<br />

yer alırsa alsın, ideolojik bir tavır takınırsa,<br />

anlattıklarına daha bir dikkatle bakılması gerekir.<br />

Siyasi ve ideolojik bakışlar, çoğu zaman gerçekliği<br />

olduğundan farklı gösterebilir; hatta ters yüz bile<br />

edebilir. Bu bağlamda Adorno şöyle bir anekdot<br />

aktarır: “Bir anekdota göre Mart Devrimi (1848)<br />

günlerinde Balzac politik olaylara sırtını dönmüş,<br />

masasının başına oturup demiş ki: “Hadi bakalım,<br />

gerçekliğe geri dönelim.” Uydurulmuş bile olsa<br />

Balzac’ı çok doğru bir şekilde yansıtan bir öykü.” 25<br />

Siyasal ve ideolojik tavır alarak değil de, taşra<br />

gerçekliğini ancak sanatın diliyle ifade etme yolu<br />

tercih edilirse, yapılanın bir anlamı olur. Burada<br />

Ian Watt’ın söyledikleri devreye girmektedir. Ian<br />

Watt, “muhit incelemeleri” şeklinde bir tabir kullanır.<br />

Bu ifade ile insanların yaşadıkları yerlerin<br />

(coğrafyanın, mekânın, bölgenin vs.) bilimsel bir<br />

gözle incelenmesinin, olayların gerçek boyularına<br />

ışık tutacağı ve perde arkasındaki görünmez olguların<br />

tespit edileceği ifade edilir. Büyük yazarlar<br />

(mesela Zola ve Balzac) roman ve hikâyelerinde<br />

tıpkı bir bilim adamı gibi muhit incelemesi yaparlar.<br />

26<br />

Buradan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Taşra<br />

gerçeğini “muhit incelemesi” tarzında yapan yazarlar<br />

daha güvenilir bir tavır sergilemektedir.<br />

Ömer Lekesiz bu konuda Türk hikâyesinden örnek<br />

isimler vermektedir. Ona göre, öykücülüğümüzde,<br />

hem doğdukları/yetiştikleri kentlerden sanatlarına<br />

taşıdıklarıyla hem de kendi özlerinden<br />

oralara yansıttıklarıyla meşhur olmuş öykücüler<br />

vardır. Mesela Ömer Seyfettin Gönen’le, Sait Faik<br />

Ada’larla, Onat Kutlar Gaziantep’le, Tahsin Yücel<br />

Elbistan’la anılır olmuştur. Ömer Lekesiz, <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

25 Theodor W. Adorno, , Edebiyat Yazıları, (Çev. Sabir Yücesoy-<br />

Orhan Koçak), Metis Yay. İst. <strong>20</strong>04, s. 53.<br />

26 Ian Watt, Romanın Yükselişi, s. <strong>20</strong>7.


sonrası Türk öykücülüğünde de benzer durumun<br />

söz konusu olduğunu belirttikten sonra, buna<br />

Yücel Balku’yu örnek verir. Ona göre genç yaşta<br />

vefat eden öykücü Yücel Balku da Bursa ile anılır<br />

olmuştur. 27 Ancak bütün yazarlar taşraya aynı<br />

gözle bakmazlar. Pek çok yazar, aslen taşralı da<br />

olsa, özellikle “merkez” ilân ettikleri büyük kentlere<br />

daha bir hayranlıkla bakarlar. Mesela Özcan<br />

Karabulut’un “Otel Odalarında” adlı öyküsündeki<br />

anlatıcı, taşraya karşılık özellikle Ankara’yı daha<br />

çok sevdiğini söyler: “Bizi mutlu kılan, yıkımlara<br />

uğratan, labirentlere sokan, artık her köşesi alışkanlık<br />

haline gelmiş Ankara kenti…” 28<br />

Bu genel değerlendirmeden sonra bazı öykü<br />

yazarlarımızın taşraya nasıl baktıklarına örnek<br />

verebiliriz. Bu konuda görüşlerine ilk baş vurulacak<br />

yazar Mustafa Kutlu’dur. Hemen hemen bütün<br />

hikâyelerinde taşra/kasaba insanlarının dramlarını,<br />

yani taşralı insanların kentte yaşadığı sorunları<br />

anlatan Mustafa Kutlu, bu konuda şunları söylemektedir:<br />

“Türkiye’de yaşanan toplumsal değişme,<br />

şehirleşme olgusu ve göç beni sürekli meşgul<br />

eden konuların başında gelmektedir. Dolayısıyla<br />

muhtelif yazılarda olduğu gibi hikâyelerimde de<br />

bu konuları ele aldım.” 29 Mustafa Kutlu’ya göre<br />

ayrıca merhamet, vefa, hürmet, şefkat, feragat,<br />

fedakarlık ve sevgi gibi inanç ve ahlâkımızdan<br />

kaynaklanan insani vasıflar bizi zengin kılan değerlerdir.<br />

Bu değerler aynı zamanda taşrayı akla<br />

getirir. Söz konusu değerler insanı zenginleştirir.<br />

Maddi varlıklar ise insanı fakirleştirir. 30<br />

Köy ve kasaba konulu öyküler yazan önemli yazarlardan<br />

biri de Sezai Karakoç’tur. Kamil Eşfak<br />

Berki’ye göre Karakoç, özellikle “Portreler” kitabında<br />

köylülere büyük bir yer verir. Köy Enstitülü<br />

yazarların köy gerçekliğinden apayrı; gözlem<br />

karelerinde sır ve hikmetli auraları ile köyler ve<br />

köylüler Karakoç’un hikâyelerinde boy gösterirler.<br />

Bu kategori Karakoç’un “Kasaba Edebiyatı” dediği<br />

edebiyat anlayışının bir ifadesi olabilir. 31<br />

27 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, Selis<br />

Kitaplar, İst. <strong>20</strong>06, s. 230.<br />

28 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, Telos Yayıncılık,<br />

İst. 997, s. 56.<br />

29 İlyas Dirin, “Mustafa Kutlu İle Öykücülüğü Üzerine<br />

Söyleşi”, Hece, <strong>Ekim</strong> 999, Sayı: 33-34, s. 3.<br />

30 İlyas Dirin, a.g.y., s. 5.<br />

3 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 4, Kaknüs<br />

Yay. İst. <strong>20</strong>0 , s. 498.<br />

147<br />

Hüseyin Su, kendine ait öykü damarından söz<br />

ederken, özellikle çocukluğunda aldığı değerleri<br />

ve şifahî eğitimi anlatıyor. Özellikle ailesinde ve<br />

mahallesinde çocukken öğrendiklerini çok önemsiyor.<br />

Yazar daha sonra okuduklarının etkisini anlatıyor.<br />

Hüseyin Su’nun özellikle çocukluğundan<br />

getirdiği değerlerin mekânının taşra (Orta Anadolu)<br />

olması, onun neden taşra/Anadolu ağırlıklı<br />

öyküler yazdığı sorusunun da cevabıdır. 32<br />

“Rojda” ve “Kybele” gibi yabancı kökenli kelimeler<br />

seçerek öykülerine ad olarak seçen Özcan<br />

Karabulut, bunun sebebini de taşrada/Anadolu’da<br />

mevcut olan kültürel etnik unsurlara bağlar. Mesela<br />

yazara göre “Rojda” Kürtçede “doğan güneş”<br />

anlamına gelmektedir. Rojda Anadolulu olduğu<br />

için bizden biridir. Kybele ise Anadolu kökenli ana<br />

tanrıçanın adıdır; dolayısıyla o da bizden bir parçadır.<br />

33<br />

Pek çok öyküsünde Mardin ölçeğinde Güney<br />

Doğu dramına yer veren Murathan Mungan,<br />

bunun sebebi konusunda özetle şunları söyler:<br />

“Mardin…Ben orada doğdum, orada büyüdüm.<br />

Bazı şairler, bazı yazarlar “memleketlerini” düşündürürler.<br />

Çocukluğun altın çağı ile yazarlığın<br />

altın çağı arasında hep ilişki kurmuşumdur.<br />

Bir başkasının memleketini, örneğin Lorca’nın<br />

Granada’sını, Pavese’nin Piomente’sini bunca anlamamı<br />

Mardin’e borçluyum. Mardin benim tutku<br />

derecesinde sevdiğim bir şehir.” 34<br />

Tabii ki taşraya ve Anadolu’ya bakış bu kadarla<br />

sınırlı değildir. Bu konuda daha pek çok yazardan<br />

farklı görüşler derlemek mümkündür. Ancak meramımızı<br />

anlatmak için seçtiğimiz bu birkaç örneğin<br />

yeterli olacağına inanıyoruz. Böylece sözü<br />

taşra (Anadolu) konulu öykülere getirmiş oluyoruz.<br />

Burada üzerinde durduğumuz taşra öyküleri,<br />

klasikleşmiş ve belirli şablonlara oturan “köy edebiyatı”<br />

örneği olan öykülerden farklıdır. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası<br />

öykümüzde bir eğilim olarak varlık gösteren<br />

taşra öyküleri, bambaşka bir öykü tarzı ve estetiği<br />

içinde ele alınmalıdır.<br />

32 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 5, s.<br />

06- 07.<br />

33 Ömer Lekesiz, a.g.e., s. 78.<br />

34 Ömer Lekesiz, a.g.e., s. 222.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Türk Öyküsünde Taşra (<strong>19</strong><strong>80</strong><br />

Öncesi)<br />

Edebiyatımızda taşradan ve köyden bahseden<br />

eserler hep önemsenmiştir. Bu durum, edebiyatımızın<br />

belirli merkezlerde odaklandığını gösterir.<br />

Başta İstanbul olmak üzere edebiyatımıza merkez<br />

teşkil eden bu büyük mekânların, büyük mekân<br />

olma işlevlerini hâlâ sürdürdüklerini söyleyebiliriz.<br />

Bu durum Türk hikâyeciliğinde de böyledir.<br />

Genelde başta İstanbul olmak üzere, diğer bazı<br />

büyük şehirlerin anlatıldığı hikâyelerimizde az da<br />

olsa Anadolu ve taşra da işlenmiştir. Bunların başında<br />

Refik Halit Karay’ın “Memleket Hikâyeleri”<br />

ve “Gurbet Hikâyeleri”nin adını anabiliriz. Memduh<br />

Şevket Esendal ve Sabahattin Ali de pek çok<br />

hikâyesinde Anadolu’yu konu olarak işlemiştir. Bu<br />

manada daha bir çok isim zikredilebilir.<br />

Burada önemli olan “Neden taşra?” sorusudur.<br />

Siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda meydana<br />

gelen değişimlerin sorunun cevabıyla şüphesiz<br />

ilgisi vardır. Mehmet Kaplan, Remzi Oğuz Arık,<br />

Şevket Raşit Hatipoğlu, Nurettin Topçu ve Mümtaz<br />

Turhan gibi bilim adamlarının Anadolu üzerine<br />

yaptığı araştırmaların köye ve Anadolu’ya olan<br />

ilginin artmasında etkili olduklarını söyler. 35 İkinci<br />

Yeni’nin öncü şairlerinden Cemal Süreya, “Türk<br />

Yazarının Halklaşması” başlıklı bir yazı kaleme<br />

alır. Cemal Süreya’ya göre halklaşma sürecinin<br />

iki boyutu vardır. Biri, Anadolu doğumlu/kökenli<br />

yazarların artışı; diğeri ise edebiyat coğrafyamızdaki<br />

halklaşmadır. Yani İstanbul’un, büyük kent<br />

gerçeğinin dışındaki gerçeklerin edebiyatımızda<br />

ağırlıklı olarak dile getirilme sürecidir. 36 Cemal<br />

Süreya’nın tespitleri daha farklı alanlara da kayar.<br />

Şair, merkez kabul edilen İstanbul için “İstanbul<br />

dükalığı” tabirini kullanır. Türk sanatındaki pek<br />

çok alan bu dükalığın elindedir. Mesela Türk sanatçısının<br />

gitgide Anadolu doğumlular arasından<br />

ve yoksul çevrelerden gelmesi olayı daha çok edebiyatta<br />

görülür. Resim, heykel, müzik, tiyatro ve<br />

sinema dükalığın elindedir. Edebiyattan çekilen<br />

varlıklı aile çocukları daha çok sinemaya, tiyatroya<br />

yüklenmektedir. Sözgelimi özel öğrenim kurumu<br />

35 Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, Dergah Yay. İst. 979,<br />

s. <strong>80</strong>.<br />

36 Cemal Süreya, Papirüsten Başyazılar, Cem Yayınevi, İst.<br />

s. 43-46<br />

148<br />

olan bazı liseler eskiden edebiyatçı yetiştirirlerken,<br />

şimdi sinemacı ve tiyatrocu yetiştirmektedir.<br />

Sanatçılar içinde halklaşma yalnız edebiyatçılarda<br />

gözlemleniyor. 37<br />

Güven Turan ise, Behçet Necatigil’in “Edebiyatımızda<br />

İsimler Sözlüğü”nden hareketle,<br />

Cumhuriyet’in ilânından sonra, İstanbul dışında<br />

doğmuş şair ve yazarların sayısının arttığını söyler.<br />

38<br />

Cemal Süreya ve Güven Turan’ın bu tespitlerinin<br />

tarihçesi olarak Milli Edebiyat ve özellikle<br />

Cumhuriyet dönemini başlangıç noktası olarak<br />

kabul edebiliriz. Daha doğrusu “halka gitme<br />

eğilimi” Tanzimat’la başlamış, Milli Edebiyat ve<br />

Cumhuriyet’ten sonra daha bir gelişim göstermiştir.<br />

Söz konusu sürecin <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra da<br />

gelişim kaydettiğini ifade edebiliriz. <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesindeki<br />

taşra konulu öykülerin tarihi gelişimini de<br />

aynı periyot içinde ele alabiliriz.<br />

Ramazan Kaplan “Cumhuriyet Dönemi Türk<br />

Romanında Köy” adlı kitabının önsözünde, köylünün<br />

yaşayışı ve problemlerinin yakın dönem Türk<br />

edebiyatının başlıca konularından biri olduğunu<br />

söyler. Geçmişi Tanzimat dönemine kadar giden<br />

bu konu, Cumhuriyetten sonra yeni bir ilgi alanı<br />

haline gelmiştir. Roman ve hikâye başta olmak<br />

üzere, şiir ve köy notlarında da, köy ve köylünün<br />

yaşayışına yönelen pek çok deneme yapılmıştır. 39<br />

Ramazan Kaplan aynı kitapta köy konusunda sıralanan<br />

“Ekonomik Güçlükler, Sosyal Hayatın Geriliği,<br />

Köydeki Çekişmeler ve Nüfuz Çevreleri, Köyü<br />

Kalkındırma Çabaları ve Köyde Teknolojik Gerilik,<br />

Eğitim Problemi, Sağlık Sorunları, Köylü ve Devlet<br />

İlişkisi, Köyün Sosyal Hayatında Etkili Unsurlar,<br />

Ekonomik Hayatın Görünüşü, Yasaya ve Ahlâka<br />

Aykırı Tutumlar, Evlilik Problemleri” 40 gibi sorunlar,<br />

genellikle <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında yazılan öykülerde<br />

de işlenir.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> öncesindeki öykücülüğümüzde taşra konusunda<br />

kimler neler yazmışlardır? Bu soruya<br />

kısaca cevap aramakta fayda görüyoruz. Ama ilk<br />

37 Cemal Süreya, a.g.e., s. 46.<br />

38 Güven Turan, “Taşra Coğrafya mıdır?”, Kitap-lık, Haziran<br />

<strong>20</strong>04, Sayı: 73, 53.<br />

39 Bk. Ramazan Kaplan, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında<br />

Köy, Akçağ Yay. Ank. 997.<br />

40 Bk. Ramazan Kaplan, a.g.e.


önce Orhan Okay’ın şu tespitini verelim: “Edebiyatımıza<br />

köyün ve Anadolu’nun girişi oldukça geç<br />

tarihlere rastlar. Anadolu ve köyün ayrıntılı olarak<br />

edebiyatımıza girişi Milli Edebiyat ve özellikle<br />

Cumhuriyet’ten sonraya denk gelir.” 41 Hüseyin<br />

Ferhat’a göre de, Cumhuriyet öncesindeki şair ve<br />

siyasetçilerin Anadolu’dan doğru dürüst haberleri<br />

yoktur. Sadece Beş Hececilerden Faruk Nafiz bu<br />

konuda istisnadır. 42<br />

Necati Mert, <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesi Türk öykücülüğünde<br />

taşrayı, köyü ve Anadolu’yu konu alan önemli öyküler<br />

ve öykü yazarları konusunda “Gödeli Mehmet”<br />

adlı öyküyle Memduh Şevket Esendal’ın; “Silindir<br />

Şapka Giyen Köylü” ve “Bacayı İndir Bacayı<br />

Kaldır” adlı öykü kitaplarıyla Sadri Ertem’in; “Nam<br />

Uğruna” adlı öyküsüyle Kemal Tahir’in; “Sam<br />

Amca” adlı kitabıyla Samim Kocagöz’ün; “Nine”<br />

adlı öyküsüyle Afet Ilgaz’ın; “Harran” adlı kitabıyla<br />

Bekir Yıldız’ın; “Acenta Mirza” adlı kitabındaki<br />

öykülerle Osman Şahin’in ve “Asfalt” adlı öyküsüyle<br />

de Adnan Özyalçıner’in adlarını anar. 43 Mehmet<br />

Kaplan ise bu konuda uzun uzun Sabahattin<br />

Ali üzerinde durur. Sabahattin Ali de öykülerinin<br />

çoğunda taşrayı ve bilhassa Anadolu’yu işlemiştir.<br />

Özellikle “Ses” ve “Kağnı” adlı öyküleri bu bağlamda<br />

üzerinde durmağa değer metinlerdir. Ayrıca<br />

yazarın “Hasan Boğuldu” adlı öyküsü de tipik<br />

bir Anadolu öyküsüdür. Mehmet Kaplan “Hasan<br />

Boğuldu” öyküsünü tahlil ederken şunları söyler:<br />

“Hasan Boğuldu hikâyesiyle yeniden bitmez tükenmez<br />

zenginliklerle dolu Anadolu’ya açılmış<br />

oluyoruz. Anadolu’da acı gerçekler, fakirlik ve ızdırap<br />

vardır; fakat onların yanı sıra, hatta onların<br />

içinde şiir, aşk ve yiğitlik de mevcuttur. Anadolu<br />

halk edebiyatının şaheserleri olan Kerem İle Aslı<br />

ve Köroğlu hikâyelerinde de biz, hayatın bu iki büyük<br />

kaynağını bulmaz mıyız?” 44<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> öncesinde ve sonrasında köy ve Anadolu<br />

sorunlarını mizahi bir dille öyküleştiren yazarlardan<br />

biri de Aziz Nesin’dir. Pek çok öyküsünde köyü<br />

ve taşrayı konu alan Aziz Nesin’in bu bağlamdaki<br />

öyküleri “Şehirden İndim Köye” adıyla kitaplaştı-<br />

4 Orhan Okay, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Dergah Yay.<br />

İst. <strong>20</strong>05, s. <strong>80</strong>.<br />

42 Hüseyin Ferhat, “Şairin Yurdu Lisanıdır”, Kitap-lık, Haziran<br />

<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 64.<br />

43 Necati Mert, “Köy, Kent ve Sanayi Öykülerinde Toplumsal<br />

Değişim”, Hece-Öykü, Kasım-Aralık <strong>20</strong>05, Sayı: 2, s. 96- 03.<br />

44 Mehmet Kaplan, Hikâye Tahlilleri, s. 39.<br />

149<br />

rılmıştır. Hemen her öykü kitabından seçilen öykülerden<br />

belirli bir seçkiyi içeren kitap, Nesin Yayınevi<br />

(İstanbul) tarafından <strong>20</strong>06 yılında “Aziz Nesin<br />

90 Yaşında” logosuyla basılmıştır.<br />

Türk öyküsünde taşra ve Anadolu; taşralı ve<br />

köylünün çektiği çileler denilince akla ilk gelen<br />

kitaplardan biri de Nurettin Topçu’nun “Taşralı”<br />

adlı öykü kitabıdır. İlk baskısı <strong>19</strong>59’da yapılan<br />

“Taşralı” adlı kitabın ikinci baskısı Dergah Yayınları<br />

tarafından <strong>19</strong>98’de yapılmıştır. 45 Ayrıca Onat<br />

Kutlar’ın ilk baskısı <strong>19</strong>60’ta yapılan “İshak” 46 adlı<br />

öykü kitabında da tamamen “Gaziantep” merkezli<br />

olarak taşra anlatılır. Rasim Özdenören, <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

öncesinde yayımladığı başta “Çok Sesli Bir Ölüm”<br />

adlı kitabı olmak üzere pek çok öyküsünde taşrayı<br />

ve Anadolu’yu konu olarak işlemiştir. Tabii ki bu<br />

isimleri de artırmak mümkündür. Bilhassa Köy<br />

Enstitülü yazarların kaleme aldıkları “köy hikâyeleri”<br />

bu konuda akla gelen ilk örneklerdir. Özellikle<br />

Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’in öyküleri bu konunun<br />

tipik örnekleridir. Ancak zamanla Köy Enstitülü<br />

yazarların öncülük ettiği bu “Köy Edebiyatı”<br />

yozlaştı ve çok kötü örnekler ortaya çıktı. İbrahim<br />

Yıldırım bu bağlamda köy romanlarını eleştirirken<br />

şunları söyler: “Konunun hep aynı olması, tiplerin<br />

giderek klişeleşmesi; bu tiplerin çevresinde daima<br />

aynı öykünün anlatılması, Köy Edebiyatı denen<br />

akıma ilginin zaman içinde azalmasına neden<br />

olmuştur.” 47 <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra taşrayı konu edinen<br />

öyküler, İbrahim Yıldırım’ın eleştirdiği köy hikâyelerinden<br />

çok farklıdır.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Öyküsü<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası Türk Öyküsünde sadece “taşra”<br />

değil, başka konular da işlenmiştir. Hatta bu tarihten<br />

sonra Türk öykücülüğünde büyük bir gelişme<br />

yaşandığı görüşü de yaygındır. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası hikâyemizi<br />

böylesine farklı kılan nedir? Ömer Lekesiz,<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası gelişen Türk öykücülüğünü şu şekilde<br />

kategorize eder:<br />

1-Köyden kente göçün artması üzerine yaşanan<br />

toplumsal sorunlar, “yeni toplumcu gerçekçilik”<br />

adıyla öyküde yeni bir damar oluşturmuştur. Bu<br />

45 Bk. Nurettin Topçu, Taşralı, (Yayına Haz. Ezel Erverdi-İsmail<br />

Kara), Dergah Yay. İst. 998<br />

46 Bk. Onat Kutlar, İshak, Can Yay. İst. 985.<br />

47 İbrahim Yıldırım, “Bir Taşra Tipi “Yosturoğlu” Üzerine Notlar”,<br />

Kitap-lık, Haziran <strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 60.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

bağlamda bir “orta direk” kavramı gündeme gelmiştir.<br />

2-Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra yaygınlık<br />

kazanan globalizmin sebep olduğu postmodern<br />

ortamda şekillenen “kurgu, estetik, biçim,<br />

dil” ağırlıklı öyküler ve öykücüler kategorisi.<br />

3- Devrin hiçbir eğilimine angaje olmayan, öykülerini<br />

içlerinden geldiği gibi yazan öyküler ve<br />

öykücüler kategorisi.<br />

4-Toplumcu gerçekçi motifler kullanan, biçim ve<br />

estetiğe büyük önem veren, ancak İslâmî öğelere<br />

de öykülerinde yer veren öykücüler kategorisi.<br />

5-Toplumsal sorunları dindar insanların yaşadıkları<br />

bağlamda işleyen öyküler ve öykücüler kategorisi.<br />

48<br />

Görüldüğü gibi, <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında Türk öykücülüğünde<br />

bir zenginlik ve çeşitlenme vardır. Hatta<br />

kimi öykü yazarları yukarıdaki kategorilerden herhangi<br />

birine dahil olamamaktadır. Kategori dışı<br />

kalan bu yazar ve şairler için <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında<br />

“lokal” ve “ada” kavramları kullanılmaktadır. 49<br />

Ömer Lekesiz, <strong>19</strong><strong>80</strong>-<strong>20</strong>00 yılları arasında öykücü,<br />

öykü kitabı, öykü dergisi, öykü kuramı, öykü tarihi<br />

ve öykü eleştirisi sayısının arttığını da söyler.<br />

Hatta bu durum “<strong>80</strong>’li yıllarda Türk öykücülüğünde<br />

patlama yaşandı.” tarzında sözlerin söylenmesine<br />

bile sebep olmuştur. Ancak bu artış yazara<br />

göre sayısal bir artıştır. Kaliteli ürünler yönünden<br />

söz konusu artışın pek bir önemi yoktur. 50 Ömer<br />

Lekesiz, <strong>80</strong>’li yıllarda öykü alanındaki çalışmaların<br />

artışının sebebi olarak şunları dile getirir: “<strong>80</strong>’li<br />

yıllarda, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, tutuklama/sorgulama<br />

sırasındaki işkencelerin ve<br />

yenilmişlik psikolojisinin neden olduğu zihinsel<br />

travmaların toplumsal bir boyut kazanması, ağırlıklı<br />

olarak yazma eğilimindeki o genç kuşakta<br />

öykü ateşinin yanmasını sağlamıştır.” 51<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk öykücülüğü için daha farklı<br />

şeyler de söylenebilir. Ancak konuyu taşra öyküleriyle<br />

sınırladığımız için <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası öykücülüğü-<br />

48 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, s. 98-<br />

0 .<br />

49 Hüseyin Ferhat, “Şairin Yurdu Lisanıdır”, Kitap-lık, Haziran<br />

<strong>20</strong>04, Sayı: 73, s. 64.<br />

50 Ömer Lekesiz, Kuramdan Yoruma Öykü Yazıları, s. 94.<br />

5 Ömer Lekesiz, a.g.e., s. 97.<br />

150<br />

müzün başka boyutlarına girmeyeceğiz. Yukarıda<br />

Ömer Lekesiz’in <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası öykülerini beş kategoriye<br />

ayırdığını söylemiştik. Buna, 6. kategori<br />

olarak -bu yazıda konu edindiğimiz- “taşra, köy<br />

ve Anadolu’yu konu edinen öyküler ve öykücüler<br />

kategorisi”ni de ekleyebiliriz.<br />

Seçilen Bazı Öyküler Eşliğinde <strong>19</strong><strong>80</strong> Sonrası<br />

Türk Öyküsünde Taşra<br />

Öykü sanatı bir takım temel unsurlardan oluşur.<br />

Bu unsurları “olay örgüsü, vaka”, “şahıslar kadrosu”,<br />

“zaman ve mekân”, “tema/fikrî yapı”, “kurgu/estetik”<br />

şeklinde sıralayabiliriz. Acaba “taşra”<br />

konusu bu unsurlara nasıl yansımıştır? Seçtiğimiz<br />

bazı örnek öykülerden hareketle bu soruya cevap<br />

arayalım:<br />

Olay Örgüsü, Vak’a<br />

Taşra konulu öykülerde tabii olarak köy ve kasabada<br />

yaşanan hayat işlenir. Köy ya da kasaba<br />

insanlarının yaşam şekilleri, birbirleriyle ilişkileri,<br />

yine bu insanların tabiatla mücadeleleri vs. konu<br />

olarak seçilir. Mesela Rasim Özdenören’in bu bağlamda<br />

taşrayı konu edinen en ilginç öykülerinden<br />

biri “Ocak” adını taşır. Bu öykü bölgesi belirtilmez<br />

ama, bir taşra köyünde geçer. Öyküde hapisten<br />

yeni çıkan bir gencin, ailesine dönüşü; döndüğü<br />

evde nasıl karşılandığı anlatılır. Bütün bunlar anlatılırken<br />

yansıtılanlardan bu taşralı aileyi ve bu<br />

ailenin yaşadığı bölgeyi ve mekânı tanımış oluruz.<br />

Yani öyküde taşra manzaraları ve taşralı insanların<br />

yaşam tarzları gözler önüne serilir. “Ocak”<br />

öyküsünde bir taşra ailesinin şahsında, taşra hayatını<br />

kuşatan atmosfer de anlatılır. Öykünün bir<br />

yerinde geçen şu cümleleri buna örnek olarak verebiliriz:<br />

“Damların kerpiç bacalarından dumanlar<br />

tütüyor, poyrazla oraya buraya savruluyor. Göğe<br />

ağmış ulu kanatlı güvercinler halindeki yamaçlar…<br />

Kül renginde, tüyleri kıpır kıpır. Tarifsiz bir keder<br />

var bu çırpınışta; asılmış bir adamın etekleri savrulurcasına.<br />

Ocakların yanmaya başladığı vakittir.<br />

Eşekçiler daha sık görünmeye başlamıştır sokak<br />

aralarında, bir eşek yükü oduna dünyanın parasını<br />

isterler. Bizim evin ocağında tuğla ısıtıyorlardır.<br />

Islak güz havalarında belinin ağrıları azar babamın.”<br />

52<br />

52 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, s. 26.


Hüseyin Su ise “Yanağımda Dedemin Sakal İzleri”<br />

adlı öyküsünde taşralı ataerkil bir ailenin<br />

ramazan ayındaki yaşantısını öyküleştirmiştir. Öyküde<br />

bu ailenin Ramazan ayındaki yaşamından bir<br />

kesit şöyle anlatılır: “…babaannem, biraz dedemin<br />

sinirlerini yatıştıracak, biraz da takılmak için, çocuğa<br />

örnek olma hacı, otur şuraya, deyip okunan<br />

ezanı duyabilmemiz için pencereyi açacak; annemin,<br />

yengelerimin hareketleri hızlanacak, babam<br />

ve amcalarım saygılı ve sessiz oturacaklar, dedem<br />

kendisine yetmediği için o anda eve babaannem<br />

vaziyet edecek; evimize her gün bu saatlerde kurşuni<br />

bir huzur yayılacak, sessizlik açlığı güzelleştirecek,<br />

sabır yemekleri tatlandıracak, suyu berraklaştıracak<br />

ve zemzem niyetine içirecek hepimize,<br />

herkesin önüne konan birer zeytinin tadına doyum<br />

olmayacak, çorbanın üstündeki kekik mis olup kokusu<br />

evin dört köşesini dolduracak; babaannem,<br />

benim için pilava daha çok kuşüzümü, kabak tatlısının<br />

üzerine daha bol ceviz dökecek, hepsini de<br />

ezandan önce işte böyle, her akşam olduğu gibi<br />

sofranın babaannemin oturduğu yanına dizecekler;<br />

bu görüntü son dakikaları uzattıkça uzatacak;<br />

babaannem, dedemle bana hep sabırtaşını hatırlatacak…”<br />

53<br />

Cihan Aktaş’ın “Fırat’a Giden Ömür” adını taşıyan<br />

öyküsünde bölge insanlarının Fırat nehriyle<br />

olan ilişkisi şöyle anlatılır: “Köyleri Fırat’ın kenarındaydı.<br />

Urfa’dan Adıyaman’a gidecek yolcular<br />

Fırat yükselince köyde gecelemeye mecbur olurlardı.<br />

Çocukken Fırat’ın öte yakasına geçirecek<br />

eski tahta kayığın geliş gidişlerini izlemek için<br />

nehrin kenarlarında dolaşıp dururdu.” 54<br />

İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda” adlı öyküsü de<br />

bir taşra öyküsüdür. Hangi bölge olduğu belirtilmiyor<br />

ama, tütün yetiştirilen bir yerde geçiyor<br />

olaylar. Öyküde köy ve kent mukayesesi yapılmaktadır.<br />

Kentten kastedilen de İstanbul’dur. Öyküde<br />

köyün zor şartlarından kurtulup kentte rahat bir<br />

şekilde yaşama hayali kuran insanlar anlatılır. Öyküde<br />

köy sorunlarından bir kesit de görürüz. Mesela<br />

bir evde besleme olarak yaşayan “Şeker” adlı<br />

kızın şahsında köylü kızlarının dramları, bölünmüş<br />

aileler (ailenin yarısı köyde, yarısı kentte) gibi<br />

53 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 42.<br />

54 Cihan Aktaş, Suya Düşen Dantel, Nehir Yay. İst. 999, s.<br />

90.<br />

151<br />

köy insanının sorunları öykü diliyle anlatılır. İnci<br />

Aral’ın “Karanlığa Kumru Nakışıdır” adlı öyküsü<br />

de bir taşra öyküsüdür. Olayların Malatya-Ankara<br />

ekseninde yaşandığı öyküde ağırlık Malatya’dadır.<br />

Öyküde gerçekte 12 Eylül eleştirisi yapılır. Malatyalı<br />

bir kızla Ankaralı bir genç, üniversitede tanışıp<br />

birbirlerini severler. Hatta birlikte yaşarlar. Kızın<br />

ailesi, bilhassa babası bu birlikteliğe karşı çıkar.<br />

Sonra her iki genç de hapse düşer. Kız hapisten<br />

çıkınca Malatya’ya döner. Artık hem kızın hem de<br />

erkeğin ailesi evlilik isterler. Öyküde bolca Malatya<br />

tasviri de yer alır.<br />

Özen Yula’nın “Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı<br />

Metrukesi: Fetret” adlı öyküsü ise Adana’da<br />

geçmektedir. Adana’daki “Şen Pavyon”da geçen<br />

öykünün kahramanları genellikle kadınlardır. Her<br />

biri konsometrist olan bu kadınların içindeki Şengül,<br />

öykünün baş kişisidir. Şengül, konsometristlik<br />

hayatını “fetret” olarak nitelendirir. Tek arzusu bu<br />

fetretten kurtulmaktır. Bunun için de İstanbul’daki<br />

bir başka pavyona gitmek ister. Ancak amacına<br />

ulaşamaz ve muhtemelen intihar eder. Öyküde,<br />

taşra kavramı içinde yer alan halk türkülerine ve<br />

yine bir Anadolu (taşra) fenomeni olan Mevlana’ya<br />

göndermede bulunulur. Öyküde çokça mekân tasviri<br />

de vardır. Özen Yula’nın ayrıca “Su Gibi Sudan<br />

Gibi” adlı öyküsü de bir taşra öyküsüdür. Bu öykü,<br />

adı “Su” olan anlatıcının aktardığı üstkurmaca bir<br />

öyküdür. Çok renkli taşra tasvirlerinin yapıldığı<br />

öyküde, ayrıca taşranın neyi ifade ettiği de vurgulanır.<br />

Öyküde modernleşme eleştirileri de yapılmaktadır.<br />

Sadık Yalsızuçanlar’ın “Tahakküm” adlı öyküsünde<br />

ise, bir kentlinin bir Karadeniz kasabasına<br />

öğretmen olarak gidişi anlatılır. Bu kentli genç,<br />

kültürlü orta sınıf bir ailenin çocuğudur ve felsefe<br />

öğretmenidir. Bu öğretmen Karadeniz’i ve kasabayı<br />

beğenmekle beraber, kendini yalnız hisseder.<br />

Hem yalnızlık çeker hem de sıkılır. Bu yüzden de<br />

anılarına sığınır. Dolayısıyla öyküde hem Karadeniz<br />

kasabası hem de Karadenizli insanlar tasvir<br />

edilmektedir. Ayrıca öyküde “kentlileşen kasaba”<br />

teması da işlenmektedir.<br />

Sadık Yalsızuçanlar’ın “Riyad” adlı öyküsü<br />

de bir taşra öyküsüdür. Bu öyküde anlatılanlar<br />

Malatya’da geçmektedir. Öyküde nesil çatışmala-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

rı ve sosyal değişim ele alınmaktadır. Bu öyküde<br />

de taşra tasvirleri yer alır.<br />

Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküsü<br />

-yukarıda da değindiğimiz gibi- bir taşra öyküsüdür.<br />

Bu öyküde muhtemelen Orta Anadolulu ilginç<br />

bir figür olan “Hala”nın hikâyesi anlatılır. Modernleşme<br />

görüntülerinin de belirli çatışma düzlemlerinde<br />

eleştirel olarak yansıtıldığı öykü, geleneği<br />

ve geleneksel değerleri yücelten bir yapıya sahiptir.<br />

Gerek aile içi ilişkilerinin geleneksel vurgusu<br />

gerekse herhangi bir kişiye toplumun bakışındaki<br />

mistik duyarlılık bu öyküyü önemli kılmaktadır.<br />

“Aşk”ı geleneksel ölçüler içinde yaşayan, yani sevdiği<br />

ile sıkı fıkı bir ilişki geliştirmeyen bir “Hala”,<br />

geleneksel aşkın yapısında mevcut olan “kavuşamama”<br />

kaderini yaşamıştır. Yani sevdiği erkeği<br />

yitirmiştir. Ona duyduğu aşktan dolayı da gönlünü<br />

bir başkasına açmamıştır. Hala, hem kendi ailesinde<br />

hem de çevresinde bu özelliği ile “ermiş bir<br />

kişi” mertebesine erişir. Çevresindeki herkes ona<br />

saygı duyar. Gerçi o bu saygıyı fazlasıyla hak eder.<br />

Hatta kendisine saygısızlık yapan yeğeninin nişanlısı<br />

genç kıza bile hoşgörüyle davranır. Bu özelliği<br />

ile olsa gerek yazar, öyküsünün baş tarafına aldığı<br />

epigraf ile bu Hala’yı Yunus Emre ile özdeş kılmıştır.<br />

Öykünün epigrafı şöyledir: “Yunus’un anısına;<br />

paslanmaz bıçak gibi” 55<br />

Taşra ve Anadolu’dan bahseden bir diğer hikâyeci<br />

Hasan Ali Toptaş’tır. “Ölü Zaman Gezginleri”<br />

adını taşıyan kitabında Hasan Ali Toptaş, neredeyse<br />

bütün Anadolu’yu anlatır. On altı öyküden<br />

oluşan kitabındaki her bir öykü bir taşra kentine<br />

götürür okuyucuyu. Kent merkezinden uzakta<br />

yaşayan köy ve kasaba insanlarının hayatlarından<br />

kesitlerin sunulduğu öykülerde dikkat çeken<br />

önemli bir unsur da, yazarın bu öykülere kattığı<br />

düşsellik ve masal öğeleridir. Hasan Ali Toptaş’ın<br />

“Ölü Zaman Gezginleri” adını taşıyan kitabında<br />

Anadolu’yu konu alan daha pek çok öykü vardır.<br />

Cemal Şakar’ın “Irmak” adlı öyküsü de bir taşra<br />

öyküsüdür. Aynı zamanda tasavvufi bir özü de olan<br />

bu öyküde, tasavvufun gerektirdiği “inziva mekânı”<br />

tarifine en iyi uyan taşra ve Anadolu olduğu<br />

için, olay bir Anadolu köyüne yakın ırmak kenarında<br />

geçmektedir. Öyküde arayan bir adam figürü-<br />

55 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 7.<br />

152<br />

nün ön planda olduğunu görürüz. Bu adam ırmak<br />

kenarında küçük bir kulübede yaşamaktadır. “Küçük<br />

bir kulübe”, “ırmak kenarı”, “köy ortamı” gibi<br />

kavramlar ilk planda öykünün içeriği hakkında<br />

sezdirimde bulunmaktadır. Öykünün kahramanları<br />

arasında bulunan “Yaşlı Sandalcı” ve “Attar” da<br />

söz konusu sezdirimi kuvvetlendirmektedir.<br />

Kamil Yeşil’in “Desti” adlı öyküsü de bir taşra<br />

öyküsüdür. Bu öyküde geçen olay Aydın iline bağlı<br />

Nazilli ilçesinde yaşanmıştır. Olay zamanı çok<br />

eskilere dayanır. Türkiye’de tek partinin hüküm<br />

sürdüğü yıllarda yaşanan bir olay öykülenmiştir.<br />

Tek partinin köyden seçtiği, ama köylü tarafından<br />

hiç sevilmeyen iki kişi (muhtar ve bekçi) öykünün<br />

önemli kişilerindendir. Ancak öykünün asıl baş kişisi<br />

“Destici Hoca”dır. Öyküde köylüler, bekçi, muhtar<br />

ve Destici Hoca arasında yaşanan olaylar konu<br />

edilmiştir. “Desti”deki olayların zamanını metinde<br />

geçen şu cümle sezdirmektedir: “Halk Partisi bekçi<br />

ve muhtardan sonra, hoca da mı tayin etmişti<br />

yoksa?” 56<br />

Özcan Karabulut da öykülerinde taşrayı konu<br />

olarak işlemiştir. Bu öykülerden birinin adı aynı<br />

zamanda öykü kitabına ad olarak seçilen “Belki<br />

de Kaybeden Zaman”dır. Klasik öykü kalıplarının<br />

dışında adeta bir deneme ya da ideolojik-siyasal<br />

tonu ağır basan bir gazete yazısını hatırlatan bu<br />

öyküde, 2 Temmuz <strong>19</strong>92’de yaşanan Sivas olayları<br />

ele alınmıştır. Bu olaylarda adı bir şekilde<br />

geçen hemen her gerçek kişiye temas edilen öyküde,<br />

özellikle şair İsmet Özel’e de eleştiri yöneltilmiştir.<br />

Bilindiği gibi İsmet Özel, Sivas olayları<br />

bahane edilerek özellikle dindar insanlara yapılan<br />

dozu ağır eleştiriler karşısında “Sivas semalarına<br />

Sırp uçaklarını gönderin ve orayı bombalatın” anlamında<br />

bir tepki göstermişti. O günler aynı zamanda<br />

Sırpların Bosnalıları katlettiği bir devirdir.<br />

İsmet Özel ironik bir dille, Müslüman öldürmede<br />

ustalaşan Sırpların gelip Sivaslıları da öldürmesinin<br />

faydalı olacağını söylemişti. İsmet Özel’in<br />

bu sözleri o dönemde çok konuşulmuştu. Özcan<br />

Karabulut, İsmet Özel’i bu bağlamda öyküsüne almış<br />

ve ironik bir dille ünlü şairi eleştirmiştir. Özcan<br />

Karabulut’un taşrayı konu alan bir diğer öyküsü<br />

“Otel Odalarında” adını taşır. Necip Fazıl’ın<br />

56 Yeni Öykü Antolojisi, (Haz. Taha Çağlaroğlu), Gökkuşağı<br />

Kitabevi, Ank. <strong>20</strong>00, s. 257.


meşhur “Otel Odaları” şiirini hatırlatan öyküde,<br />

anlatıcının bir şekilde kaldığı taşra şehirlerindeki<br />

otellerde yaşadığı unutulmaz hatıralar anlatılmaktadır.<br />

Öyküdeki anlatıcı taşrayı neden ve nasıl<br />

dolaştığını şu sözlerle dile getirir: “Sık sık yolculuklar<br />

yapıyordum, yolculuk artık hayat tarzım<br />

olmuştu. Sülalemin hayal bile edemeyeceği dört<br />

yıldızlı, beş yıldızlı otellerde kalıyordum, ortalama<br />

altı ayda bir öykü yazıyordum.” 57<br />

Cihan Aktaş’ın “Fırat’a Giden Ömür” adını taşıyan<br />

öyküsü de, öykünün adından da anlaşılacağı<br />

gibi taşrayı konu olarak alır. Güney Doğu<br />

Anadolu’nun adeta can damarı olan, ancak pek<br />

çok insanın ölümüne de sebep olan Fırat nehri,<br />

bu özelliği ile pek çok türküye de konu olmuştur.<br />

Cihan Aktaş öyküsünde Fırat çevresinde yaşayan<br />

insanların Fırat’la ilişkilerini ve GAP Projesi kapsamında<br />

sular altında kalan köyleri ve istimlâk<br />

edilen yerleri konu anlatır.<br />

Hangi taşra kenti olduğu belli olmayan, ancak<br />

bir köyde yaşanan olayların anlatıldığı “Büyü” adlı<br />

öykü de bir taşra öyküsüdür. Öykünün yazarı Osman<br />

Çeviksoy’dur. Bu öyküde Osman Çeviksoy,<br />

çocuğu olmayan kısır bir erkeğin köy/taşra ortamında<br />

“erkekliğinden şüphe edilmesi” sorununu<br />

işler. İrfan adlı genç adamın uzun yıllar çocuğu<br />

olmaz. İrfan, Allah’a “Allah’ım bana bir çocuk ver,<br />

sonra da al” şeklinde dua eder. Duası kabul edilir<br />

ve İrfan’ın bir çocuğu olur ve aradan fazla zaman<br />

geçmeden çocuk ölür. İrfan’ın babası Veligazi, torununu<br />

cenaze töreni ile defneder. Osman Çeviksoy,<br />

köy/taşra gerçekliğini “Adak” ve “Başlangıç”<br />

adlı öykülerinde de anlatmaya devam eder. 58<br />

Taşra ve kasaba gerçekliğini öykülerinde ağırlıklı<br />

olarak işleyen yazarlardan biri de Ethem<br />

Baran’dır. Burada yazarın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsüne<br />

kısaca değinmekte fayda görüyoruz. “Çiğ<br />

Düşmüş” adlı öyküsünde Ethem Baran, bir dede<br />

torun ilişkisini ele alır. Hatta “çocuklara ölen aile<br />

büyüklerinin adını verme” geleneği bu öyküde de<br />

karşımıza çıkar. Öyküde çok sevdiği dedesiyle bir<br />

süre birlikte yaşadıktan sonra, ondan ayrılan çocuk,<br />

daha sonra acı bir sürprizle karşılaşır. Çünkü<br />

çok sevdiği dedesi ölmüştür ve bu ölüm haberi<br />

57 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, s. 58.<br />

58 Bk. Osman Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, s. - 24.<br />

153<br />

çocuktan mümkün olduğu kadar gizlenmektedir.<br />

Çocuk dedesinin evindeki kalabalıktan şüphelenir<br />

ama, hâlâ dedesinin yaşadığına inanır gibidir.<br />

Öykü boyunca çocuk hep dedesinin hatıralarına<br />

sığınır.<br />

Taşra konulu öykü yazanlardan biri de Sevgi<br />

Soylu Koyuncu’dur. Hem akademisyen hem de<br />

sanatçı kimliklerini taşıyan Koyuncu’nun “Gelincikler<br />

Geceye Düşer” adındaki kitabında yer alan<br />

bütün öyküler taşrayı anlatır. ‘Gelincik’ konulu<br />

bir çok tablonun sahibi olan Koyuncu, bu güzel<br />

çiçeği kitabındaki öykü kişilerinin -ki bu kişiler<br />

genelde kadındır- imgesi olarak seçmiş ve ustaca<br />

işlemiştir. Aynı zamanda kitaba da ad olarak<br />

seçilen “Gelincikler Geceye Düşer” adlı öyküde<br />

gelincik çiçeğinin bir özelliği (görüntüsü) öykü kişisinin<br />

macerasını yansıtacak şekilde yer almıştır.<br />

Yazar kitabının baş tarafında gelincik çiçeğini ‘şiir<br />

dili’ne benzer bir söyleyişle şöyle tanıtmaktadır:<br />

“Adındaki inceliğe, ürkek duruşuna, kokusunu getiren<br />

dağ yellerine, söz düğünleri kurulur. Arayışın<br />

dilini, özdeyişin suretini, acının rengini yapraklarındaki<br />

sevinçte saklar. Mümkünsüzlüğün buz tutmuş<br />

ırmağında yaşar. Taşralıdır gelincik. Tezgaha<br />

inemez, papatyalar gibi demet demet satılamaz;<br />

kırlarda iç içe yaşasalar bile, solmamak için kendi<br />

yüreğine tutunmaktır yazgısı. Umudun renk kuşağında<br />

bin bir lisanla yazılan kısa masaldır.” 59 Sevgi<br />

Soylu Koyuncu’nun kitabında yedi öykü yer alıyor.<br />

Bu öykülerin hemen hepsi kadınlar üzerine kurulmuş<br />

ve yine her bir öykü taşrada geçiyor. Türk öykücülüğünde<br />

pek alışık olmadığımız Kars, Mersin,<br />

Konya, Ordu ve Samsun gibi şehirler Sevgi Soylu<br />

Koyuncu sayesinde birer öykü mekanı olmuştur ki<br />

bu, çağdaş Türk öykücülüğü açısından son derece<br />

önemli bir açılımdır.<br />

Hem <strong>19</strong><strong>80</strong> öncesinde hem de sonrasında taşra<br />

konulu öyküler yazan öykücüler de vardır. Mesela<br />

Bekir Yıldız’ın “Mahşerin İnsanları” ve “Bozkır Gelini”<br />

adlı kitaplarındaki öyküler; Mustafa Kutlu’nun<br />

hemen hemen bütün öyküleri; Şevket Bulut’un<br />

bazı öyküleri; Osman Şahin’in öyküleri; Sevinç<br />

Çokum’un bazı öyküleri… Bu listeyi de daha uzatabiliriz.<br />

59 Sevgi Soylu Koyuncu, Gelincikler Geceye Düşer, Yom Yayınları,<br />

İst. <strong>20</strong>05, s. 3.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Şahıslar Kadrosu<br />

Hikâye sanatının en önemli unsurlarından<br />

olan “olay örgüsü (vaka)”, “şahıslar”, “zaman ve<br />

mekân”ın birlikteliğinden oluşur. Vakanın öznesi<br />

durumunda olan “şahıslar”, taşra konulu hikâyelerde<br />

genellikle köy veya kasabadan seçilir. Bu<br />

kişiler en azından taşrayla bir şekilde ilişkisi olan<br />

insanlardır. Hikâye sanatında bir şahıs nasıl ve<br />

hangi özellikleriyle öyküde yer alıyorsa, taşra konulu<br />

öykülerde de aynı şekilde yer alır. Yani taşra<br />

konulu öykülere has özel bir şahıs kadrosundan<br />

söz edemeyiz. Tek fark kişilerin taşralı olmalarıdır.<br />

Taşralı olmalarından dolayı da, taşra insanına<br />

özgü bir tavır sergilemeleridir.<br />

Rene Girard, insanları “tutkulu kişiler”, “kibirli<br />

kişiler” tarzında kategorilere ayırır. Tutkulu kişiler<br />

geçmişe ait kişilerdir. Kibirli kişiler ise şimdiki<br />

zamana aittir. 60 Bu bağlamda hayalperest ya da<br />

hasret çeken kişilerin de geleceğe ait oldukları<br />

söylenebilir. Köy/taşra konulu öykülerdeki pek<br />

çok kişi hayalperest ya da hasret duygusu içindedir.<br />

Rene Girard, bir taşra öyküsünü anlatan Gustave<br />

Flaubert’in “Madame Bovary” romanındaki<br />

Emma’nın hayallerini gerçekleştirecek nesnelerin<br />

taşrada olmadığını söyler. Bundan dolayı Emma<br />

çok fazla düş kurar. 61 Yani taşra konulu öykülerin<br />

şahıslarının en başat özelliği, bu kişilerin çokça<br />

hayal kurmaları ve hep bir şeylerin hasretini<br />

çekmeleridir. Adorno ise köylünün şehirle münasebetine<br />

değinir. Mesela “Köylü kente geldiğinde<br />

karşısına çıkan her şey “kapalı” der ona.” 62<br />

Karl Marks’a atfedilen “Sarayda yaşayanlarla<br />

kulübede yaşayanlar aynı şeyi düşünmezler” anlamında<br />

bir söz vardır. Bu sözü genişletip “kentte<br />

yaşayanlarla taşrada yaşayanlar aynı şeyi hissetmezler”<br />

şeklinde yorumlasak yanlış olmaz. Taşra<br />

konulu öykülerde dramları anlatılan insanlar, bir<br />

anlamda taşrada yaşadıklarının farkındadırlar. Bu<br />

fark ediş onların her bir hareketinden belli olur.<br />

Şimdi taşra konulu öykülerden buna bazı örnekler<br />

verelim: Sadık Yalsızuçanlar’ın “Tahakküm” adlı<br />

öyküsünün ilk satırlarında Karadeniz insanı şöyle<br />

anlatılır: “Minibüste, yanımda Karadenizli olduğu-<br />

60 Rene Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat, (Çev.<br />

Arzu Etensel İldem), Metis Yay. İst. <strong>20</strong>0 , s. 69.<br />

6 Rene Girard, a.g.e., s. 83.<br />

62 Theodor W. Adorno, , Edebiyat Yazıları, s. 48.<br />

154<br />

nu sandığım, deniz yeşili gözleriyle arada bir beni<br />

süzen adam vardı.” 63<br />

İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda” adlı öyküsünde<br />

köylü kadınlar -Yakup Kadri’nin “Yaban” romanındakine<br />

benzer bir tarzda- şöyle anlatılır: “Bu kapıların<br />

ardında birdenbire yaşlı, şişman, dümdüz<br />

kadınlar. Böcek zehri kokan yaz odalarında yitip<br />

gitmişler. Ağrılı başlarındaki çatkıları çözemiyorlar.<br />

Çok sıkıldıklarında çeki çekiveriyorlar birbirlerinin<br />

kapı iplerini zamanlı zamansız, oturup dedikodu<br />

ediyorlar. Durmadan konuşuyorlar. Soğan<br />

ve bulaşık suyu kokan izbe mutfaklarda çabucak<br />

buruşuverdiklerini unutuyorlar böylece. Salçalarını<br />

sokağın tozuyla karıyorlar ölü kelebekler<br />

ayıklayarak tepsilerinden.” 64 “Karanfil Saksılarda”<br />

adlı öyküde ayrıca köyde kalan Şeker ile kente<br />

giden Neriman’ın mukayesesi yapılır. Mesela şehre<br />

giden Neriman saçlarını hem sarıya boyamıştır<br />

hem de kestirmiştir. Buna karşılık köyde kalan<br />

Şeker ise, iri pörtüklü ellere sahiptir. Saçları ise<br />

yaş tütün yaprağı kokar. 65 “Karanfil Saksılarda”<br />

öyküsünde aslen İstanbullu olan bir kadının köye<br />

duyduğu isyan ve öfkeyi de görürüz: “Hepiniz köylüsünüz,<br />

dedi annem. Beni aldın buralara getirdin,<br />

ben İstanbul kızıyım, burada yaşayamıyorum anlıyor<br />

musun? Yirmi yıldır yaşıyorsun ya, dedi babam.<br />

Yaşamak mı bu ha? Beni de köylü yaptın.” 66<br />

Özcan Karabulut’un “Otel Odalarında” adını taşıyan<br />

öyküsünde ise taşralı insanların, -<br />

seslerini birilerinin duyması için olmalı- öykülerinin<br />

ve maceralarının anlatılmasını istediklerini<br />

görüyoruz. Öyküde Feride adında bir kadın vardır<br />

Anlatıcının geçici bir süre sevgilisi olmuş bu kadın<br />

hakkında öyküde şu bilgi verilir: “Feride, izin<br />

ver Ankara’ya geleyim, diyordu. Bunun olanaksız<br />

olduğunu anladığında “Bari öykümü yaz” diye yineliyordu.<br />

İşte yıllar sonra bu öyküye girdin, adını<br />

yazdım…” 67<br />

Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />

taşralı yaşlı erkeklerin çok önemli bir<br />

özelliği olan “ağaç ve tabiat sevgileri”ne değinilir:<br />

“Adamlardan biri dedemin armut ağacına yaslan-<br />

63 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, Akçağ Yay.<br />

Ank. 996, s. 7.<br />

64 İnci Aral, Uykusuzlar, Can Yay. İst. <strong>20</strong>00, s. 42.<br />

65 İnci Aral, a.g.e., s. 46.<br />

66 İnci Aral, a.g.e., s. 46-47.<br />

67 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, s. 53.


mıştı. Dedem bir görse, nasıl sinirlenirdi. Kimse<br />

dokunamaz o ağaca. Gözü gibi bakıyor ona. Dedem,<br />

bir ağaçları çok seviyor, bir de kuşları…” 68<br />

Taşra konulu öykülerdeki şahıslarda dikkat çeken<br />

en önemli özelliklerden biri de şahıs adlarının<br />

taşralı olmasıdır. Daha doğrusu taşrada (bilhassa<br />

köylerde) ve bazı Anadolu kasabalarında o yöreye<br />

has isimler vardır ve yaygın olarak kullanılır.<br />

Mesela Özen Yula’nın “Su Gibi Sudan Gibi” adlı<br />

öyküsü bir taşra öyküsüdür. Öyküde kişilerin hepsinin<br />

adı taşralı isimleridir. Mesela “Tayyibe” gibi.<br />

Tayyibe’nin babası “Yoğurtçu”dur. Annesinin adı<br />

ise Hasene’dir. İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda”<br />

adlı öyküsü de bir taşra öyküsüdür. Öyküde köyün<br />

zor şartlarından kurtulup kentte rahat bir şekilde<br />

yaşama hayali kuran insanlar anlatılır. Mesela<br />

bir evde besleme olarak yaşayan “Şeker” adlı<br />

kızın şahsında köylü kızlarının dramları anlatılır.<br />

Buradaki “Şeker” adı bile taşralı bir çağrışım yapmaktadır.<br />

Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />

de bütün isimler köylü/taşralı isimleridir.<br />

Osman Hafız, Mevlüde Abla, Nuri Amca gibi…<br />

Taşra konulu hikâyelerde şahısların çoğu zaman<br />

hayattan ne beklediklerine de şahit oluruz.<br />

Bunu şöyle de söyleyebiliriz: Köy ve taşradan bahsedince,<br />

buradaki insanların hayat felsefelerinden<br />

de söz edilmelidir. Anadolu insanlarının sanata<br />

edebiyata bakışları açısından geleneksel halk anlatılarına<br />

düşkün oldukları görülür. Bazı öykü yazarları<br />

(Hüseyin Su, Özen Yula, Sadık Yalsızuçanlar<br />

mesela) halkın bu hassasiyetini dikkate almaktadırlar.<br />

Aksi takdirde halk modern hikâyeye pek<br />

ilgi göstermemektedir. Bu konuda Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar’ın anlattığı şu anekdot dikkate değerdir:<br />

“Geçen gün Battal Gazi’yi okuyan kapıcımla konuşuyordum.<br />

“Niye roman okumuyorsun?” dedim.<br />

“Roman yalan” dedi, “Bu tarih”. Benim hikâye<br />

yazdığımı biliyordu. “Sizi görüyorum, masanızın<br />

başında bir şeyler yazıyorsunuz” diye cevap verdi.<br />

“Ama benden başka türlü olanlar var” dedim.<br />

“Yine kafasından uydurmuyor mu?” dedi. O halde<br />

bizim halkçılık iddialarımız da kendi aramızda bir<br />

şey. Ne zaman halk bizi okur? Bize benzediği gün,<br />

makineye alıştığı gün, rençber amele olduğu ve<br />

kitaba kendiliğinden çıktığı zaman…” 69<br />

68 Ethem Baran, Unuttuğum Bütün Akşamlar, s. 3 .<br />

69 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İst.<br />

155<br />

Mekân-Zaman<br />

Mekân ve zaman da öykü sanatının önemli unsurlarındandır.<br />

Olayların geçtiği yer anlamındaki<br />

mekân, taşra konulu öykülerde, geniş coğrafyayı<br />

içerir. Bu bağlamda bolca şehir, köy ve tabiat<br />

manzarası ile karşılaşırız. Zaman açısından bazı<br />

taşra öykülerinde, modern zaman adlarından çok,<br />

üretim-tüketim ilişkileriyle şekillenen, ya da bölgesel-kültürel<br />

hatta dini hayatla şekillenen zaman<br />

adları kullanılır. Bu manada “hasat zamanı”, “kiraz<br />

vakti”, “ramazan ayı”, “kurbandan sonra”, “ikindi<br />

üzeri” vs. gibi zaman belirten kavramlar taşra konulu<br />

öykülerde dikkat çeker. Bunun dışında olayların<br />

gelişim sürecini ifade eden zaman unsurları<br />

diğer öykülerdeki gibi kullanılır.<br />

Mekânın, taşra konulu öykülerde daha çok manzara<br />

tasvirleriyle yer aldığını söylemiştik. Buna<br />

seçtiğimiz öykülerden şu örnekleri verebiliriz:<br />

Özen Yula’nın “Ölecek Bir Konsomatrisin Evrakı<br />

Metrukesi: Fetret” adlı öyküsünde şöyle bir bina<br />

tasviri yer alır: “Şen Pavyon eski Adana kentinin<br />

mutena semtlerinden birinde, olanca haşmetiyle,<br />

geçip giden at arabalarına bakardı. Kâgir demeye<br />

bin şahit ister, iki katlı bir binaydı.” 70 Özen Yula’nın<br />

yine aynı öyküsünde Adana şehrinin tasvirine de<br />

yer verilir: “İlk gelen adam muhteşem bir Adana<br />

gecesi boyamış duvarın sağ yanına. Boydan<br />

boya ışıl ışıl, kıpır kıpır, Seyhan nehrinin yakamozları,<br />

taş köprüye vuran gece, gecenin içinde<br />

faytonlar.” 71 Özen Yula’nın “Bir Yaz Vardı Unuttuğumuz”<br />

adlı öyküsünde de taşra kasabaları şu<br />

şekilde tasvir edilir: “Yine bu sahil kasabasındayız,<br />

o zamanlar beyaz yazlıklarının taraçaları petunya<br />

saksılarıyla dolu olan. Gece denize açılan balıkçılar,<br />

tan yerinin ağarmasıyla birlikte teknelerini kıyıya<br />

çekerlerdi. Hep “Kısmet” olurdu teknelerinin<br />

adı, bilinmez. Baygın iğde kokuları gelirdi sabah<br />

yeliyle. Kasaba gün ışığından bu kokuyla yıkanırdı.<br />

Esnafı sokaklarını süpürür, sabaha hazır ederdi<br />

kasabayı.” 72<br />

Sadık Yalsızuçanlar’ın “Tahakküm” adlı öyküsünde<br />

ise şöyle bir manzara tasviri yer alır: “Deniz<br />

ve orman bitmiyordu. Yeşilliğin arasına serpilmiş<br />

996, s. 328.<br />

70 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 3.<br />

7 Özen Yula, a.g.e., s. 4.<br />

72 Özen Yula, a.g.e., s. 39.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

küçük, bakımsız evler, sanki hiç kimsenin senelerdir<br />

buralara uğramadığı veya terkedilmiş olduğu<br />

izlenimleri veriyorlardı.” 73 Aynı öyküde şöyle bir<br />

köy tasviri de yer alır:<br />

“Anneler beslemeleri tokatladı küf kokan mutfaklarda.<br />

Karpuzlar çeşme yalaklarında üstüne ev<br />

içlerinden kordonla uzatılıp çamaşır teline asılmış<br />

cılız ampullerin ışıkları düşüyor.” 74<br />

İnci Aral’ın “Karanlığa Kumru Nakışıdır” adlı<br />

öyküsünde ise Malatya’ya giderken karşılaşılan<br />

manzaralar şöyle tasvir edilir: “Sıcak bir çorba<br />

içebilmeyi istiyorum. Bir gece otobüsüne binip<br />

Malatya’ya gidebilmeyi. Farların ışıklı konilerinde<br />

hızla yiten bir evi, bir yol kahvesini, bir meyve<br />

bahçesini, bir akarsuyu, yükselip alçalan, uzayan<br />

tepeleri görebilmeyi…” 75 Aynı öyküde şöyle bir<br />

Malatya tasviri de yer alır: “Sabah oluyor, kumrular<br />

ötüyor, toprak kokuyor hava. Kayısı ağacının<br />

arkasından güneş doğuyor. Mor salkımlı çardakta<br />

oturuyorum.” 76<br />

Cemal Şakar’ın “Irmak” adlı öyküsünde “arayan<br />

bir adam” figürü vardır. Bu adamın kulübesi ve bu<br />

kulübenin çevresi (mekân) şöyle tanıtılır: “Yıllar<br />

önceydi; sadece kitap yüküyle buraya gelen misafire,<br />

evlendikten sonra kendisinin oturmadığı,<br />

köye uzak, nehre yakın bu tek odalı kulübeyi vermişti.<br />

Misafir köyde hep yabancı olarak kalmıştı.<br />

Hiç kimseyle görüşemedi. (…) Odanın tüm duvarları<br />

kitapla kaplıydı. Bir köşede yere serilmiş bir<br />

yatak, yorgan üzerine güzelce çekilmiş…” 77 Aynı<br />

öyküde köy de şu şekilde tasvir edilmektedir:<br />

“Meydana göz attı. Cami küçüktü. Avlusunda tek<br />

bir selvi, camiyle yaşıt. Meydanı çevreleyen yedi<br />

ev. Köy, meydanı merkez alınarak konumlandırılmış.<br />

Burnuna gelen kokular ağaçlardan değilmiş.<br />

Kahveyle bitişik, ıhlamurun gölgelediği küçük bir<br />

işlik…” 78<br />

Özcan Karabulut’un “Otel Odalarında” adlı öyküsü<br />

de taşradan manzara tasvirleri içerir. Bu<br />

öykü klasik öykü kalıplarına pek uymaz. Anlatıcının<br />

kaldığı otelin balkon ya da penceresinden<br />

73 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, s. 7-8.<br />

74 İnci Aral, Uykusuzlar, s. 49.<br />

75 İnci Aral, a.g.e., s. 64.<br />

76 İnci Aral, a.g.e., s. 7 .<br />

77 Yeni Öykü Antolojisi, s. 222.<br />

78 A.g.e, s. 223.<br />

156<br />

gördüklerinin uzun uzun anlatıldığı öyküde ilginç<br />

taşra manzaraları tasvir edilir. Bu tasvirlerden<br />

biri şöyledir: “Mersin’de Otel Ramada’da yüzümü<br />

Akdeniz’e vermiş, onyedinci kattan uzaklara<br />

bakarken kendimi dingin duyumsuyordum. Kış<br />

bitmiş, yorgun gövdemi Yaşar Kemal’in sarı sıcağında<br />

buluvermiştim. Limandan bir tanker<br />

uzak sulara aldırmadan aşağıdaki bulvarda geziniyor,<br />

aşlamacılar, piyangocular, çocuklu aileler,<br />

sevgililer… bir resme yerleştirilmiş rengarenk<br />

lekeler gibi kaynaşıyordu.” 79 Aynı öyküdeki anlatıcı,<br />

Erzurum’da da bulunmuştur. Bir taşra şehri<br />

olarak Erzurum anlatıcıya neleri hatırlatır: “Cumhuriyet<br />

Caddesi, Dağ Mahallesi, Kızılay Öğrenci<br />

Yurdu, EDGD, Orhan Yavuz’un üniversite kampusünde,<br />

Mahmut Yıldırım’ın Taşmağazaları’nın hemen<br />

başında katledilmesi geliyor aklıma o Erzurum<br />

deyince. Kentin dört bir yanından yükselen<br />

ezan sesleri, ağaçlardan havalanan kargalar, karlı<br />

dağlar, Palandöken, ülkenin, dünyanın bir ucunda<br />

yapayalnız olduğumuz…” <strong>80</strong><br />

Ethem Baran’ın “Çiğ Düşmüş” adlı öyküsünde<br />

bir çocuğun ağzından taşra manzarasını tanırız.<br />

Kasabanın imamı bu çocuğu çok merak ettiği minareye<br />

çıkarır. Çocuk minareden gördüklerini şöyle<br />

anlatır: “Minareden uzaklara bakınca, dünyanın<br />

büyüklüğü başımı döndürdü, soluğum kesildi. Tepeler<br />

birbiri ardına uzayıp, mavileşip, silinip gidiyordu.<br />

Uzakta bahçeler, yeşile gömülü bağ evleri<br />

vardı. Kuşlar altımızdan uçuyordu. Evler küçücük<br />

kalmıştı aşağıda. Adamlar karınca gibiydi.” 81<br />

Taşra konulu bazı öykülerde de genel anlamda<br />

taşra tanıtılır. Buna da Özen Yula’nın “Su Gibi<br />

Sudan Gibi” adlı öyküsünü örnek verebiliriz. Bu<br />

öyküde taşra hakkında genel manada şunlar söylenir:<br />

“Taşra kenti bunaltıcıydı. Bütün küçük taşra<br />

kentleri gibi bir küçük alanı, gösterişli ancak soğuk<br />

görünümlü resmi binaları, sıradan sivil binaları,<br />

küçük parkları, insanların hafta sonları piknik<br />

yapmak amacıyla gittikleri bir mesiresi, yıpranmış<br />

yolları, insanları, gelenekleri, görenekleri, türküleri,<br />

el sanatları ve sivil, resmi bütün ölüleri içinde<br />

barındıran bir gömütlüğü olan yabancıların içini<br />

karartan bir küçük kentti orası.” 82<br />

79 Özcan Karabulut, Baştan Sona Yalnızlık, s. 53.<br />

<strong>80</strong> Özcan Karabulut, a.g.e., s. 6 .<br />

8 Ethem Baran, Unuttuğum Bütün Akşamlar, s. 27.<br />

82 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 6 .


Hüseyin Su’nun “Giden Gün Ömürdendir” adlı<br />

öyküsünde kasaba hakkında şu ifadeler yer alır:<br />

“Bu kasabada, bu sokaklarda, bu evlerde her örtü<br />

bir yüzü, her perde bir görüntüyü, bir gizi, bir merakı;<br />

her kapı acıyı, iyi ve kötüyü, derdi ve tasayı;<br />

her yüz binlerce anlamı gizlerdi ardında. Her insan,<br />

her anlam bir giz perdesiyle güvenceye alırdı<br />

kendisini.” 83<br />

Tema/Fikrî Yapı<br />

Taşra konulu öykülerin bizce en önemli özelliği,<br />

bu öykülerde vurgulanan tematik yapıdır.<br />

Öykü yazarının ideolojik-fikri donanımından<br />

kaynaklanan tematik kaygı, taşra konulu her öyküde<br />

karşımıza çıkar. Bazı öykü yazarları ortak<br />

kaygılar da taşıyabilirler. Ortak kaygı da genellikle<br />

Türkiye’deki toplumsal değişmeye dayanır.<br />

Necati Mert, Türkiye’deki toplumsal değişimin<br />

“modernlik/milli iktisat; sanayileşme/kalkınma;<br />

küreselleşme/özelleştirme” gibi kavramlarla izlenebileceğini<br />

söyler. Bu alanlardaki gelişmeler<br />

yazara göre doğal olarak öyküye de yansımıştır.<br />

Yazar, toplumsal değişime yaklaşım konusunda<br />

öykü yazarlarının iki eğilim içinde olduklarını da<br />

söyler. Muhafazakarlar “kültür”e vurgu yaparken;<br />

ilericiler ve Batıcılar da “ekonomik durum”a dikkat<br />

çekerler. Ancak her iki grup Batı’nın evrensel<br />

değerlerini kabul etme noktasında uzlaşır. 84<br />

Edebi metinde tematik özün olması sorun değildir.<br />

Tematik özün nasıl ve hangi dille verildiği<br />

önemlidir. Öykü diliyle ve sanatın kuralları ihmal<br />

edilmeden metnin kurgusal yapısına yedirilen tematik<br />

yapı, eseri güzelleştirir. Burada taşra konulu<br />

öykülerde tematik özün olmasını olumsuz bir<br />

durum olarak nitelendirmiyoruz. Sloganik ve metin<br />

içinde sırıtan tematik unsurlar, hem amacına<br />

ulaşmaz hem de metnin kurgusal (sanat) değerini<br />

düşürür. İncelediğimiz taşra konulu öykülerde her<br />

iki tipteki tematik yapı örneklerine de rastladık.<br />

Şimdi bu konuda seçtiğimiz öykülerden bazı örnekler<br />

verelim.<br />

Özen Yula’nın “Bir Yaz Vardı Unuttuğumuz” adlı<br />

öyküsünde mekân Akdeniz bölgesinde bir sahil<br />

kasabasıdır. Yazar bu öyküsünde “çevre kirliliği”<br />

83 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 27.<br />

84 Necati Mert, “Köy, Kent ve Sanayi Öykülerinde Toplumsal<br />

Değişim”, Hece-Öykü, Kasım-Aralık <strong>20</strong>05, Sayı: 2, s. 96- 0 .<br />

157<br />

sorununa parmak basar. Eski yıllarda bir çok aşka<br />

mekân olan Akdeniz artık kirlenmiş ve bu kirli<br />

ortamda temiz aşklar kalmamıştır. Öykünün son<br />

cümlesi de şöyledir: “hem sonra, artık Akdeniz de<br />

kirlendi.” 85 Özen Yula’nın “Su Gibi Sudan Gibi” adlı<br />

öyküsünde de modernleşme eleştirileri yapılmaktadır.<br />

Bu bağlamda öykünün sonunda yer alan şu<br />

cümle çok ilginçtir: “Kent gün geçtikçe gelişiyor ve<br />

büyüyor ama, akıl yerinde sayıyor.” 86 “Su Gibi Sudan<br />

Gibi” öyküsünde ayrıca taşralı kızların dramlarına<br />

da yer verilir. “Köyden/kasabadan büyük<br />

kente kaçıp kötü yola düşme” olgusu bu öyküde<br />

de işlenmiştir: “Tayyibe ilkin evden kaçtı, pavyona<br />

düştü; sonra bileklerini kesti, hastaneye yetiştirilirken<br />

yolda öldü. Duasız gömdüler.” 87<br />

Sadık Yalsızuçanlar’ın taşra konulu öyküleri<br />

de tematik yönden zengindir. Kentten kasabaya<br />

gidenler genellikle kendi değerlerini köye ya da<br />

kasabaya benimsetme çabası içindedirler. Yalsızuçanlar,<br />

“Tahakküm” adlı öyküde bu bağlamda<br />

şu önemli cümle yer almaktadır: “Kenti anlatma;<br />

kasabayı anla” 88 Sadık Yalsızuçanlar, aynı öyküde<br />

modernleşme eleştirisi de yapar. Türkiye’de modernleşme<br />

olgusunun bir başka boyutu da halka<br />

zorla bazı değerleri kabul ettirme gayretleridir.<br />

“Tahakküm” adlı öyküde buna da değinilir. Kendi<br />

oğullarıyla zaten belirli bir çatışma yaşayan<br />

öykü kahramanı bir de devletin gadrine uğrar:<br />

“Yeni vali, eski Malatya’ya Ulucami’ye giderken<br />

kıyafetine saldırdı. Dışarıya küstü.” 89 “Tahakküm”<br />

adlı öyküde bölgesel değişime de değinilir: “Varto<br />

depreminden arta kalan insanların bir bölüğü<br />

Malatya’ya geldiler ve büyük bir kısmı fabrikalara<br />

işçi olarak girdiler. Küçük esnafın bir bölümü<br />

büyümüş, kimisi şirkete dönmüş, güçlü ortaklıklar<br />

haline gelmişti. Hekimhan ve Pötürgelilerin İstanbul,<br />

Ankara ve yurtdışından bazı şirketlere kaçakçılık<br />

işlerine girdikleri söyleniyordu. Silah, eroin,<br />

kadın.” 90 Sadık Yalsızuçanlar “Riyad” adlı öyküde<br />

de modernleşme eleştirisi yapar. Mesela Malatya<br />

yöresinde yerli dindar halkın “bereket” kavramı<br />

zamanla yerini “iktisat” kavramına bırakmıştır. Bu<br />

durum baba-oğul çatışması ekseninde ele alınır.<br />

85 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 44.<br />

86 Özen Yula, a.g.e., s. 68<br />

87 Özen Yula, a.g.e., s. 67.<br />

88 Sadık Yalsızuçanlar, Şehirleri Süsleyen Yolcu, s. 3.<br />

89 Sadık Yalsızuçanlar, a.g.e., s. 33.<br />

90 Sadık Yalsızuçanlar, a.g.e., s. 34.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Babalarının “bereket” dediği şeye okumuş çocukları<br />

“iktisat” demektedir. 91<br />

İnci Aral’ın “Karanfil Saksılarda” adlı öyküsünde<br />

köy sorunlarından bir kesit görürüz. Mesela bir<br />

evde besleme olarak yaşayan “Şeker” adlı kızın<br />

şahsında köylü kızlarının dramları, bölünmüş aileler<br />

(ailenin yarısı köyde, yarısı kentte) gibi köy<br />

insanının sorunları öykü diliyle anlatılır. Yazarın<br />

“Karanlığa Kumru Nakışıdır” adlı öyküsünde ise<br />

bir taşra adeti olan, evlenecek kız ve erkeğin evlilik<br />

öncesi birlikteliklerine müsaade etmeme durumunu<br />

görürüz. Öyküde, genç kız (Gülgez) evleneceği<br />

genci (Ayhan’) evine davet eder. Fakat kızın<br />

babası Ayhan’ı kapıdan kovar. 92<br />

Hüseyin Su’nun “Gülşefdeli Yemeni” adlı öyküsünün<br />

tematik özü de modernizm eleştirisine<br />

dayanır. Özellikle eleştirilen modern unsur eğitimdir.<br />

Hala’nın pratikleri ile modern eğitimin teoride<br />

kalan boyutu öyküde şu şekilde karşılaştırılır:<br />

“Öğretmenimden öğrendiklerimin hemen hepsini<br />

unuttum ama, halamla birlikte yaşadıklarım, halamın<br />

hayatı, hâlâ benim hayatıma yön veriyor.” 93<br />

Rasim Özdenören’in “Ocak” adlı öyküsünde ise,<br />

bir taşra sorunu olan “kız çocuklarına kötü muamele<br />

etme” sorunu gündeme gelir. Bu sorunun<br />

bir boyutu da kızların insan yerine konulmaması<br />

yahut erkeklerin daha fazla önemsenmesidir. Öyküde<br />

bu soruna şu cümlelerle değinilir: “Sıra çocuklara<br />

gelince babam üç çocuk diyerek sadece<br />

oğlanların adını sayınca kapı komşumuz “Üç değil,<br />

altı çocuğun var senin Bekir Efendi” diye babamı<br />

uyarmış, babam da şaşkın şaşkın: “Haa, kızlar da<br />

mı dahil?” diye bir şeyler gevelemişti. Komşu dayıya<br />

ters ters bakmasından bu işe bozulduğunu<br />

anlamıştım.” 94<br />

“Ölü Zaman Gezginleri” adını taşıyan kitabında<br />

yer alan “Yabu” adlı öyküsünde Hasan Ali Toptaş,<br />

Türkiye’nin Güneydoğu’sunda Suriye sınırında yaşayan<br />

“parçalanmış aileler” sorununu işler. Bilindiği<br />

gibi bu sorun bölge insanının kanayan yarasıdır.<br />

Çünkü ailenin bir kısmı Türkiye’de bir kısmı<br />

da Suriye’dedir. Yalnızca bayramlarda bu aileler<br />

görüşebilmektedir. “Yabu” adlı öyküde bu konu<br />

9 Sadık Yalsızuçanlar, a.g.e., s. 32.<br />

92 İnci Aral, Uykusuzlar, s. 6 .<br />

93 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, s. 8.<br />

94 Rasim Özdenören, Denize Açılan Kapı, s. 29.<br />

158<br />

fonda yer alır. Yabu adlı öykü kahramanı da Suriye<br />

sınırında yakınlarıyla görüşmek isteyen biridir.<br />

Ancak Yabu artık yaşlanmıştır. Ayrıca Yabu’nun<br />

karısı da ölmüştür. Öykünün anlatıcısı o yıllarda<br />

Suriye sınırında askerlik yapan biridir. Yabu’nun<br />

öyküsünü Ender adlı arkadaşına aktaran anlatıcı,<br />

öykünün sonunda şunları söyler: “Bildiğim şu ki,<br />

Yabu’nun tuhaflığı o bayram sabahından sonra<br />

başlamış. İçimi çektim birden. O gün, tel örgüde<br />

nöbetçiydim ben, dedim Enver’e. Suriye’den gelenlerle<br />

Türkiye’dekilerin görüşmesi ve hediye alıp<br />

vermeleri ilk kez serbest bırakılmıştı.” 95<br />

Cihan Aktaş’ın “Fırat’a Giden Ömür” adını taşıyan<br />

öyküsünde ise bölge insanının korkusu haline<br />

gelen “Fırat’ta boğulma” sorunu işlenmiştir.<br />

Öykünün başında yer alan şu cümlelerde, sevdiği<br />

bir yakınının Fırat’a düşüp boğulması korkusunu<br />

yaşayan bir kişinin kâbusu (rüyası) anlatılmaktadır:<br />

“Ağıt sesleri yükselen suyu sesini bastırıyor.<br />

Tepeye doğru saçını başını yolarak tırmanan kadını<br />

kız kardeşine benzetiyor. Gelme, nereye geliyorsun,<br />

su yükseliyor. Yoo, bir türlü duyuramıyor<br />

sesini. Kapının menteşelerini sökmeyi bırakarak<br />

odadan çıkarken ansızın bir dalganın kız kardeşini<br />

alıp uzaklara savurduğunu görüyor. Biraz dikkatli<br />

bakınca dalganın önünde sürüklenenin kız kardeşi<br />

değil Berivan olduğunu görüyor. Bir çığlıkla elini<br />

uzattığını görür görmez tanıyor onu ve aynı anda<br />

yerinden sıçrıyor. Bir rüya bu, içindeyken bile farkındaydı;<br />

defalarca görülmüş bir rüya. Suyun alıp<br />

götürdüğü bazen kız kardeşidir bazen kızlarından<br />

biri ama çoğu kez Berivan’dır.” 96<br />

Osman Çeviksoy’un “Büyü” adlı öyküsünde, köy<br />

ortamında bir erkek kusuru olarak görülen “kısır<br />

erkek” sorunu konusunda öykü kahramanı İrfan’ın<br />

ağzından şunlar söylenir: “Az çekmedim. Aş, ekmek<br />

yiyemez, iş güç tutamaz oldum. Eve köye sığmaz<br />

oldum. Deliler gibi kendimi dağa taşa vurdum. Allah<br />

affetsin kendimi asmayı bile düşündüm. Dört<br />

yaşındaki çocuklar bile arkamdan “Hadım İrfan”<br />

diye bağırıyorlardı. Çeşmede, çamaşırhanede,<br />

köy odalarında, kahvelerde, ekmek tandırlarında,<br />

düğünde, dernekte, her yerde, her evde, herkes<br />

benim hadımlığım üzerine konuşuyordu.” 97<br />

95 Hasan Ali Toptaş, Ölü Zaman Gezginleri, Adam Yay. İst.<br />

<strong>20</strong>0 , s. 7 .<br />

96 Cihan Aktaş, Suya Düşen Dantel, s. 77.<br />

97 Osman Çeviksoy, Duvarın Öte Yanı, s. 09.


Kurgu/Estetik<br />

Bir metne sanatsal bir nitelik kazandıran unsurların<br />

hepsi “kurgu/estetik” kapsamına girer. Metnin<br />

kurgusu, yani malzemenin işlenişi, söz konusu<br />

malzemenin insanda haz veya heyecan uyandıracak<br />

nitelikte dille ifade edilmesi, kurmaca kavramının<br />

en önemli şartıdır. Bu, öykü sanatının değişmez<br />

kuralıdır. Burada şu soruyu sorabiliriz: “Taşra<br />

konulu öykülere özgü bir estetik var mıdır?” Estetik<br />

veya kurgu evrensel bir nitelik taşıdığı için, bu<br />

soruya “taşra estetiği” veya “taşra öykülerinin estetiği<br />

vardır” şeklinde bir cevap vermek tartışılabilir.<br />

Öykü yazarının taşralı olması, malzemesinin<br />

büyük bir kısmını taşradan alması, ortaya koyduğu<br />

öykünün “taşra estetiğini” taşıması için yeterli<br />

midir? Bu sorunun cevabı da tartışılabilir. Bu yazının<br />

baş taraflarında değindiğimiz “taşra değerleri”<br />

konusu, “taşra estetiği” olarak da anlaşılmalı<br />

mı, diye bir başka soru sorsak, böyle bir soruya da<br />

kesin cevap vermenin zorluğu ortadadır.<br />

Tartışmalı bu duruma rağmen, taşra konulu öykülerin<br />

estetiği konusunda, incelediğimiz öykü örneklerinden<br />

hareketle bazı tespitlerde bulunabiliriz.<br />

Mesela Ngugi’ye göre edebiyatta birbirine zıt<br />

iki ayrı estetikten söz edilir. Bunlardan biri “sömürü<br />

ve baskının estetiği”, diğeri ise “özgürleşmenin<br />

estetiği”dir. 98 Sömürü ve baskı “başat unsur” olan<br />

kent merkezini; özgürleşme ise “taşra”yı işaret<br />

etmektedir. Bu durumda taşra, özgürleşmenin<br />

estetiği ile izah edilebilir. Taşra konulu öykülerde<br />

ise, merkezi (kentsel) değerlere baş kaldıran yazarların<br />

başkaldırı esasına dayanan bakış açıları<br />

hakimdir. Ancak bu başkaldırı mesela Türk öykücülüğünde<br />

kendine özgü bir “öykü estetiği” geliştirecek<br />

derecede gelişmemiştir. Sadece bazı taşra<br />

değerlerini malzeme olarak kullanma şeklinde<br />

varlığını hissettirmektedir.<br />

Bu konuda seçtiğimiz öykü ve öykücülerden bazı<br />

örnekler verelim. Mesela Osman Bayraktar, taşra<br />

estetiğine örnek olarak Sezai Karakoç’u örnek verir<br />

ve ünlü şairin kasabayı konu alan hikâyelerinde<br />

“kasaba zamanı”, “kasaba insanı”, “kasaba ilişkileri”,<br />

“büyük şehir ile kasaba ortamındaki yaşantı<br />

özü ve algı farklılıkları”nın ele alındığını söyler. 99<br />

98 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür,<br />

s. 27.<br />

99 Ömer Lekesiz, Yeni Türk Edebiyatında Öykü 4, s. 503.<br />

159<br />

Özcan Karabulut’un “Belki de Kaybeden Zaman”<br />

adlı öyküsünde bilinen öykü öğeleri yer<br />

almaz. Mesela derli toplu bir olay örgüsü yoktur;<br />

derli toplu olay örgüsü olmayınca olay örgüsünün<br />

unsurları olan kişiler, zaman ve mekân gibi öğeler<br />

de bulanık kalmaktadır. Öyküde sadece anlatıcının<br />

sesini duymaktayız. Bu yönüyle deneysel bir<br />

biçim özelliği gösteren öyküde sanki, kişinin sevdiği<br />

insanların yaşadığı felaketi dile getirmekte<br />

suskun kalması durumu hissettirilmektedir. Yani<br />

anlatıcı bir türlü öyküyü anlatmaya başlayamıyor.<br />

Bu durum öykünün bir yerinde şu sözlerle<br />

dile getirilmektedir: “Belki de kaybeden zaman,<br />

beş yıl boyunca mırıldandığın bir tümceyi öyküye<br />

dönüştüremeyişini buradan anlıyorsun.” 100 Özcan<br />

Karabulut’un öyküsündeki bu kurgu farklılığı, bizi<br />

taşra estetiğine götür mü? Bu konuda açık bir fikir<br />

ortaya koymak da zordur.<br />

Özen Yula’nın “Ölecek Bir Konsomatrisin Evrak-ı<br />

Metrukesi: Fetret” adlı öyküsünde ise,<br />

Mevlana’nın meşhur “Çinli ressamlarla Anadolulu<br />

ressamlarının yarışını konu edinen öyküsüne göndermede<br />

bulunur. Öyküde, pavyonun duvarına bir<br />

resim yapılır. Bir başka ressam da karşı duvara<br />

büyük bir ayna yerleştirir. Böylece her iki ressamın<br />

marifetleri de karşılık bulur. 101 Yazarın aynı<br />

öyküsünde ayrıca bir halk türküsü olan “Odam<br />

kireçtir”e de göndermede bulunulur: “Babam kasaptı,<br />

odam kireçti, yüzüm güleçti benim.” 102 Özen<br />

Yula’nın “Su Gibi Sudan Gibi” adlı öyküsünde ise<br />

üstkurmaca tekniği kullanılmıştır. Yazarın gerek<br />

Mevlana’ya göndermede bulunması gerek halk<br />

türküsünü malzeme olarak kullanması, gerekse<br />

üstkurmaca tekniğine başvurması şüphesiz öyküsünün<br />

artı değeridir. Ancak bu artı değerlerden de<br />

“taşra öykülerinin estetiğine” gidemiyoruz. Kısaca<br />

taşra konulu öykülerde varlığı hissedilen bir “taşra<br />

öyküsü estetiği” henüz oluşmamıştır.<br />

Sonuç<br />

Türk Edebiyatında taşra ve Anadolu’yu konu<br />

alan eserler ve yazarlar genellikle “edebiyatımızın<br />

ilkleri” arasında sayılır. Yani, taşra ve Anadolu<br />

konulu edebi eserler hep dikkat çekmiştir. Bu<br />

00 Özcan Karabulut, Belki de Kaybeden Zaman, Can Yay. İst.<br />

998, s. 86.<br />

0 Özen Yula, Öbür Dünya Bilgisi, s. 4.<br />

02 Özen Yula, a.g.e., s. 6.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

dikkat çekişte, modern Türk Edebiyatı’nın -pek çok<br />

sapmaya ve farklı yönelimlerine rağmen- “halk<br />

tarafından anlaşılma” ve “halka inme” hedefinin<br />

etkisi vardır. Tanzimat Edebiyatı, Milli Edebiyat ve<br />

Cumhuriyet Edebiyatı periyotları bu konudaki bireysel<br />

veya toplu manifestolarla doludur. Halk tarafından<br />

anlaşılma ve halka inme, Cumhuriyet’ten<br />

sonra taşra ve Anadolu’yu da bütünüyle içine alan<br />

bir siyasal projeye dönüşünce, bazı edebiyat hareketleri<br />

de ortaya çıktı. Bu konuda adı anılması<br />

gereken ilk toplu hareket “Beş Hececi Şairler”in<br />

hareketidir. <strong>19</strong>40’larda kurulan Köy Enstitüleri,<br />

bir taşra projesi olarak hayata geçirildikten sonra,<br />

bu projenin kültürel ayağı olan “Köy Edebiyatı” da<br />

devreye girdi. Köy Edebiyatı kapsamında pek çok<br />

eser ortaya kondu. Taşra ve Anadolu’nun edebiyatımıza<br />

konu olması işte böyle bir ortamda varlık<br />

kazandı. Bu alanda şiir, roman, hatıra gibi pek çok<br />

edebi türde eser yazıldı. Çokça yazılan edebi türlerden<br />

biri de hikâyedir.<br />

Taşrayı ve Anadolu’yu konu alan hikâyelerin sayısı<br />

her geçen gün arttı. Özellikle <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra<br />

gelişen Türk öykücülüğünde de bu bağlamda kayda<br />

değer artışlar oldu. Ancak taşrayı konu alan<br />

pek çok öykünün yukarıda bir fenomen olarak<br />

varlığından bahsettiğimiz “Köy Edebiyatı” ile pek<br />

bir ilgisi yoktur. 103 Bu öyküler derli toplu bir hareketin<br />

ürünü olmadıkları için, çok farklı yapılarda<br />

ve içeriklerde ortaya çıktılar.<br />

Bu yazıda <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra çok farklı yapıda ve<br />

içerikte ortaya konulan bu öyküler, seçilen bazı örnekler<br />

eşliğinde incelendi ve şu sonuçlara varıldı:<br />

-Öncelikle şunu belirtelim ki, <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra<br />

taşra konulu öykülerin sayısında bir artış oldu.<br />

Bu artışın pek çok sebebi vardır. Sadece öykü alanında<br />

değil, siyaset, kültür ve ekonomi alanında<br />

da taşra kökenli oluşumlar gözlemlendi. Mesela,<br />

yakın geçmişte belirli sınıf insanların tekelinde<br />

görülen bazı mesleklere <strong>19</strong><strong>80</strong>’lerden sonra taşra<br />

ve Anadolu’dan gelen “halk çocukları” da sahip<br />

oldu. Anadolu’dan büyük şehirlere gelen pek çok<br />

insan holdingler kurarak ekonomik hayata ortak<br />

oldular. Aynı gelişme mesela siyaset alanında da<br />

gözlemlendi. Ancak bunlar başka yazıların konu-<br />

03 Füsun Akatlı, Öykülerde Dünyalar, Boyut Kitapları, İst.<br />

998, s. 9.<br />

160<br />

sudur. <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında taşra ve Anadolu konulu<br />

öykülerin artışının sebebini de bu bağlamda değerlendirmek<br />

gerekir.<br />

-Taşra konulu öyküler, genellikle taşra doğumlu<br />

yazarlar tarafından kaleme alınmaktadır. İstanbul<br />

veya başka büyük kentte doğan yazarların da<br />

yazdığı taşra konulu öyküler vardır, fakat bunlar<br />

romantik-pastoral bir nitelikte olup “uzaktan sevme”<br />

yaklaşımını içermektedirler.<br />

-Taşra konulu öykülerde anlatılan olaylar, genellikle<br />

köy, kasaba veya Anadolu’nun herhangi<br />

bir ücra yerinden seçilmiştir. Türkiye gerçeğini<br />

göz önüne aldığımızda, -<strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonraki artışa<br />

rağmen- Anadolu’nun ve taşranın bütünüyle öykümüze<br />

girmediğini görüyoruz. Yani, “taşra” olarak<br />

nitelendirebileceğimiz başta Anadolu olmak<br />

üzere bütün köy ve kasabalar henüz hikâyemize<br />

girmemiştir. Ülkemizde hemen her yörenin bir<br />

“türküsü” 104 ve “efsanesi”, kısaca folklorü olmasına<br />

rağmen, maalesef her yörenin modern anlamda<br />

bir hikâyesi, romanı ya da şiiri mevcut değildir.<br />

Bu da Yeni Türk Edebiyatında ciddi bir “temsil sorunu”<br />

olduğu anlamına gelir. Bu durumu “meclis”<br />

metaforuyla ifade edersek, şunu belirtmiş oluruz:<br />

Modern hikaye, roman ve şiir meclisimizde Anadolu<br />

ve taşra bütünüyle temsil edilmemektedir.<br />

-İncelediğimiz hikâyelere göre değerlendirecek<br />

olursak, konu ve kişilerin taşradan seçildiğini<br />

belirtmemiz gerekecek. Konu taşradan seçilince,<br />

ister istemez macerası anlatılan kişiler de taşralı<br />

olacaktır. Bu kişiler kimi öykülerde içinde yaşadıkları<br />

bölge ve iklim özellikleriyle tanıtılmıştır. Mesela<br />

öyküdeki isimlerin de genelde taşrada tercih<br />

edilen isimler olmasına dikkat edilmiştir. İsmin,<br />

kişinin sınıfsal konumunu yansıtmasına ve ismin<br />

anlamı ile öyküdeki işlevinin özdeş kılınmasına da<br />

özen gösterilmiştir.<br />

-Bazı yazarlar taşra insanlarını idealize edip yüceltirken,<br />

bazıları da bu kişileri eleştirel bir gözle<br />

ele almıştır. Yukarıda Necati Mert’in yazarları<br />

04 Yeni edebiyatımızın bu temsil sorununa Tanpınar yıllar<br />

öncesinden dikkat çeker. Ona göre Anadolu demek “türkü” demektir.<br />

Yahya Kemal nasıl ki “Bizim romanımız şarkılarımızıdır”<br />

diyorsa, Tanpınar da “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler<br />

ona mutlaka türkülerden gitmelidirler.” der. (Bk. Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh Yay. İst. 979, s. 68)


“muhafazakâr” ve “ileri-Batıcı” şeklinde kategoriye<br />

ayırdığını belirtmiştik. Bu iki tipteki yazarlar,<br />

taşra ve Anadolu’ya farklı bakmaktadır. Muhafazakâr<br />

kimlikli yazarlar Anadolu ve taşrada genellikle<br />

“kaybolan değerleri”, bu değerlerin muhafaza<br />

edicisi durumunda olan büyük anne, nine ve<br />

dede gibi kişileri arıyorlar; Batıcı (toplumcu) yazarlar<br />

ise, eski köy edebiyatı döneminden kalma<br />

bir alışkanlıkla taşra ve Anadolu’da “ağa, maraba,<br />

ezilmişlik, yoksulluk” vs. gibi sorunları aramaktadırlar.<br />

-Taşra konulu öykülerde dikkat çeken bir önemli<br />

özellik de, bol bol mekân (manzara, köy, kasaba<br />

vs. ) tasvirine yer vermeleridir.<br />

-Taşra konulu öykülerin en önemli özelliklerinden<br />

biri de, hemen hepsinde tematik kaygının hissedilmesidir.<br />

Taşra konulu hemen her öyküde herhangi<br />

bir taşra sorununu görmek mümkündür.<br />

-Taşra konulu öykülerde ağırlıklı olarak karşımıza<br />

çıkan tematik unsurlardan biri de, pek çok öyküde<br />

taşra geleneklerinin (değerlerinin) eleştirel<br />

veya yüceltici bir gözle işlenmesidir. Ancak taşra<br />

konulu öykülerde, “taşra değerleri” işlenmesine<br />

rağmen, öykülerin içerdikleri orijinal bir “taşra<br />

öyküsü estetiği” henüz oluşmamıştır.<br />

Bu yazıda Rasim Özdenören, Hüseyin Su, Hasan<br />

Ali Toptaş, Ethem Baran, Özen Yula, Osman Çeviksoy,<br />

Sadık Yalsızuçanlar, Cihan Aktaş, Özcan Karabulut<br />

ve İnci Aral gibi öykü yazarlarından örnekler<br />

aldık. İstenilirse bu örnekler daha da artırılabilir.<br />

Çünkü <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında taşra konulu öykü yazan<br />

şüphesiz başka yazarlar da vardır. Son olarak şunu<br />

belirtelim ki, <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra merkezden uzaklaşan<br />

öykücülüğümüz, merkez dışındaki alanlara<br />

kayma eğilimini günümüzde de sürdürmektedir.<br />

161<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

EDEBİYATIN TEKİNSİZ<br />

ALANI:<br />

FANTASTİĞİN <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYESİNDEKİ<br />

SERÜVENİ<br />

Özet: Gerçekle gerçeküstünün aynı kurgu içerisinde<br />

bir araya getirilmesinden doğan fantastik,<br />

temeli oldukça eskiye dayanan ve zaman zaman<br />

tekrar canlanan, zengin içeriğe sahip bir edebî<br />

türdür. Dünya edebiyatında başlangıcı Homeros’a<br />

kadar götürülen bu tür, Türk edebiyatında her<br />

çağda farklı şekiller altında varlığını devam ettirmiştir.<br />

Gerçekliğin sınırlarını zorlayan, kısmen de<br />

aşan unsurları işleyen bu tür ne yazık ki edebiyatımızda<br />

bir gelenek halkası meydana getiremez.<br />

Bunda fantastik edebiyatın bir ‘kaçış edebiyatı’<br />

şeklinde nitelendirilmesinin payı olmalıdır. Ancak<br />

fantastik, bu olumsuz değerlendirmelerin ötesinde<br />

edebiyata, kurmacaya farklı açılımlar kazandıran,<br />

olanaklar dünyasına olanaksızlıkları da<br />

ilave eden bir tür olarak kabul edilmelidir. Ben de<br />

bildirimde fantastik hikâyeyi teorik alt yapısından<br />

hareketle, çağdaş edebiyatımızda Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar ve Nazlı Eray isimleri etrafında incelemeyi<br />

amaçladım.<br />

Anahtar Kelimeler: Türk edebiyatı, fantastik,<br />

hikâye, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazlı Eray.<br />

162<br />

Arş. Gör. Ayşe DEMİR<br />

Erciyes Üniversitesi / Kayseri<br />

Abstract: The fantastic genre emerges from<br />

gathering of the reality and surreal in the same<br />

fiction. It is a literary genre whose basis relies on<br />

very ancient times and its fertile content refreshes<br />

now and then. This genre whose origin extents<br />

as far as Homer, has kept its entity up in different<br />

forms in Turkish literature in each period.<br />

This genre processes the elements which compel<br />

and some times go beyond the limits of the reality.<br />

But unfortunatelly it doesn’t bring about a<br />

circle of tradition. Describing of the fantastic as<br />

‘an escape literature’ has a share in this stuation.<br />

However beyond these negativi assessments<br />

fantastic must be thought as a kind that brings<br />

different expansions to the fiction and adds impossibilities<br />

in to the world of possibility. In our<br />

communique we aim to start examining from<br />

the theoretic background of the fantastic story<br />

around the names of Ahmet Hamdi Tanpınar and<br />

Nazlı Eray.<br />

Key Words: Turkish literature, fantastic, story,<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazlı Eray.


Giriş<br />

Fantastik, edebiyatın, insanın hayal gücü ve gerçeklikle<br />

arasında kurduğu bağı ortaya koyan ilginç<br />

bir türüdür. Fantastikte sadece kahraman değil<br />

okur da olağanüstüyle katı gerçeklik arasında<br />

sonu belirsiz maceralara atılır. Temel olarak insanın<br />

varlığını, özellikle de ruhsal yapısını anlamaya<br />

ve anlamlandırmaya çalışan bu tür okura heyecan<br />

verici bir okuma serüveni de yaşatır.<br />

Çalışmamda bu farklı türü hikâye zemininde,<br />

kuramsal yapısından hareketle Ahmet Hamdi Tanpınar<br />

ve Nazlı Eray etrafında incelemeyi amaçladım.<br />

Kısaca değindiğim Kenan Hulusi Koray’ın<br />

hikâyelerinin ve söylenenlerin aksine Aziz Efendinin<br />

Muhayyelat’ının fantastik değilse de fantastiğe<br />

yakın türlere ait olabileceklerini tespit ettim.<br />

Hikâyelerin değerlendirilmesinde yararlandığım<br />

başlıca kaynak ise türü tanımlayan ve temalarını<br />

ortaya koyan Tzvetan Todorov’un Fantastik adlı<br />

eseridir. Çalışma boyunca kullandığım, ‘tekinsiz’,<br />

‘olağanüstü’ ve ‘izlek’ gibi terimler onun çizmiş<br />

olduğu kuramsal çerçeveye aittir.<br />

Fantastiğin Tanımı<br />

Fantastik son yıllarda, özellikle romanla birlikte<br />

tekrar edebiyat ve okur gündemine oturan, bu<br />

sebeple çok konuşulan ve aynı zamanda çokça da<br />

tartışılan bir tür olmuştur. Yapılan bu tartışmalar<br />

çoğunlukla fantastiğin tanımlanması, sınıflandırılması<br />

ve niteliklerinin ortaya konulmasıyla ilgilidir.<br />

Ancak bu görüşler ne kadar çeşitli olsa da hemen<br />

hemen hepsi, türün neredeyse ilk kuramcısı kabul<br />

edilen Todorov’un görüşleri etrafında toplanmaktadır.<br />

Onun fantastik hakkında söyledikleri öncelikle<br />

türün tanımı hakkında çelişkileri gidermeye<br />

yöneliktir. Todorov fantastiği bir ara tür olarak<br />

nitelendirmektedir. Ona göre fantastik, tekinsizle<br />

olağanüstü arasında kalan ara bölgeye yerleştirilmelidir.<br />

“Todorov’a göre, metinden okura geçen<br />

bir ikircim ya da kararsızlık deneyimidir. Anlatılan<br />

olay(lar) gerçek midir, yoksa yanılsama mı?<br />

Bu soru şöyle de ifade edilebilir: anlatılan şeyler,<br />

bildiğimiz gerçekliğin yasalarıyla açıklanabilir mi,<br />

yoksa büsbütün başka gerçeklik alanına mı aittir?<br />

Fantastik, bu soruyu cevaplandırmada düşülen<br />

kararsızlık kadar sürer. Eğer soruya kolayca birinci<br />

cevabı verebiliyorsak, okuduğumuz metin baş-<br />

163<br />

ka bir türe, Todorov’un ‘tekinsiz’ olarak adlandığı<br />

türe geçmişizdir. İkinci cevapsa bizi yine bir başka<br />

türe, ‘olağanüstü’nün alanına götürür. Fantastik,<br />

bu iki komşu türden farklılığıyla belirlenir; ikisinin<br />

arasındaki geçiş bölgesidir” 1<br />

Örneğin son dönem Türk edebiyatında fantastik<br />

türünün önemli isimlerinden kabul edilen Nazlı<br />

Eray’ın çoğu hikâyesi bu üç yakın tür arasında<br />

gidip gelen kurgulamalardır. Bazen yaşadığımız<br />

dünyanın gerçekliğiyle açıklanabilecek deneyimler,<br />

çoğu zaman da olağanüstünün sınırlarına<br />

dâhil olan kurgular, okuru bu üç tür arasında bir<br />

yolculuğa çıkarır ve bu durum sürekli olarak yinelenir.<br />

Olağanüstülük rüyaya dayandırıldığında,<br />

aslında tüm anlatılanların rüya ya da uykuyla<br />

uyanıklık arasında görülen bilinçli düşler olduğu<br />

ifade edildiğinde fantastiğin başladığı söylenebilir.<br />

Çünkü bu noktadan itibaren okur neyin gerçek<br />

neyin gerçeküstü olabileceğine ilişkin ciddi çelişkiler<br />

içerisine düşmüştür. Zaten fantastik, “(…)<br />

kendi doğal yasalarından başka yasa tanımayan<br />

bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay karşısında<br />

yaşadığı kararsızlıktır.” 2 Yaşanan olaylar da aslında<br />

kendi içerisinde belirli yasalara dayanır, her<br />

ne kadar olağandışı görülse de kendi içerisinde<br />

gerçekçi bir bütünlük taşımaktadır. İşte bu yüzden<br />

hem olayları yaşayan ya da bunlara şahit olan<br />

kahramanlar hem de okurlar kararsızlık duygusunu<br />

yoğun biçimde yaşamaktadırlar. Bu kararsızlık<br />

noktası aşıldığı andan itibaren de kurgu fantastik<br />

olmaktan çıkar. Yazar açısından bu belirsizlik anını<br />

yakalamak ve bunu sürekli kılmak önemlidir. Her<br />

an olağanüstü ya da tekinsiz diye adlandırılan iki<br />

yakın türe geçmeden fantastik bir çizgide kurguyu<br />

ilerletmek gerçekten de güçtür. Çünkü tekinsiz ve<br />

olağanüstü kapsamları daha belirgin geniş alanları<br />

karşılıyorken, fantastik bu ikisi arasında çekilmiş<br />

bir sınır çizgisi olarak tarif edilebilir. Montague<br />

Rhodes James’in tanımlaması da bu kısıtlılığı<br />

farklı bir benzetmeyle ifade etmektedir:<br />

“Doğal bir açıklamaya götürecek bir çıkış kapısı<br />

bulunması kimi zaman gerekli, ama şunu da eklemeliyim:<br />

Bu kapı öyle kullanmaya elverişli olacak<br />

kadar geniş de olmamalı.” 3<br />

Tzvetan Todorov, “Sunuş”, Fantastik, (çev. Nedret Öztokat),<br />

Metis Yayınları, İstanbul 999, s. 7.<br />

2 age., s. 3 .<br />

3 age., s. 32.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Todorov, tüm fantastik tanımlamalarının birleştiği<br />

ortak bir noktaya da sık sık işaret etmektedir:<br />

“Her seferinde ‘gerçek yaşama’ ya da ‘geçek<br />

dünya’ya ya da ‘gündeliğin değişmez yasallığına’<br />

katılan bir ‘gizem’ , ‘açıklanamaz olan’, ‘kabul<br />

edilmesi olanaksız’ bir şey vardır.” 4 Tüm bunlar<br />

ise kahramanın çevresinde gelişen onu şaşkınlık<br />

ve kararsızlık içerisinde bırakan hususlardır. Kahramanın<br />

yaşadıkları ya da gözlemlediği gizem ve<br />

imkânsız aynı zamanda onun hikâyesiyle iletişimde<br />

bulunan okuru da etkilemektedir. Kurgu bu<br />

dünyaya okuru da çeker. Ancak fantastik, kahramanın<br />

şaşkınlığı ve kararsızlığı bırakıp bu dünyanın<br />

parçası olmayı doğal kabul etmesiyle birlikte<br />

olağanüstüye dâhil olur. Aydın Ertekin ise fantastikle<br />

olağanüstü arasındaki bir farka daha şöyle<br />

işaret etmektedir:<br />

“Zamansal imler bugün, şimdidir. Doğaüstü<br />

anlatılarda ise zaman ‘evvel zaman içinde…’ ile<br />

başlar ve hiçbir şey gerçek değildir. Anlatı sonları<br />

da farklıdır; doğaüstünde prens prensesle evlenir,<br />

mutlu sona ulaşır. Fantastik anlatıda ise son çoğunlukla<br />

ürkünçtür.” 5<br />

Fantastik tanımlamalarında kuramcılar sık sık<br />

okuyucunun rolünden bahsetmektedirler. Bu türde<br />

kahramanın içerisinde bulunduğu kararsızlık<br />

hissini, gerçekle gerçeküstü arasında yaşadığı<br />

ikilemi okuyucunun da aynı şekilde hissetmesi<br />

beklenir. Okurun da tıpkı kahraman gibi bu iki zıt<br />

bölge arasındaki eşikte yani fantastikte, yazarın<br />

belirlediği süre boyunca kalması istenir. “Böylece<br />

okuyucunun kararsızlığı fantastiğin ilk koşulu”<br />

6 olmaktadır. Bu durum fantastik türünün<br />

diğer türlerden daha fazla, eserin oluşturduğu<br />

ve onun dışında kalan iletişime, etkileşime gerek<br />

duyduğunu ortaya koymaktadır. Bunu yapabilmek<br />

okuru anlatılan dünyanın içerisine katabilmeye ve<br />

kahramanla aynı deneyimi yaşama algısını/yanılsamasını<br />

onun da hissedebilmesini sağlayan<br />

aşamaların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Okur,<br />

sonuçta kahramanın macerasına uzak kalmamalı,<br />

aynı kurgunun kendi başından da geçebileceğini<br />

hissetmeli, gözlemekten çok olay örgüsünün<br />

akışına katılmalıdır. Fantastiğin etkileyiciliği ve<br />

4 age., s. 33.<br />

5 Aydın Ertekin, “Fantastik Yazın Nedir?”, Atatürk Üniversitesi<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. , C. 9, <strong>20</strong>07, s. 37.<br />

6 Todorov, Fantastik, s. 37.<br />

164<br />

sürükleyiciliği de bir bakıma bu iletişimin sağlam<br />

kurulmasına dayanmaktadır. Eser sadece kahramanı<br />

değil okuru da aynı kararsızlık eşiğinde yeterince<br />

tutabildiği sürece sürükleyiciliğini, takip<br />

edilebilirliğini artırmaktadır.<br />

“Fantastik üç koşulun yerine gelmiş olmasını<br />

gerektirir. Metin öncelikle okuyucunun, öyküdeki<br />

kişilerin dünyasını canlı kişilerin yaşadığı bir dünya<br />

olarak görmesini ve anlatılan olaylarla ilgili<br />

olarak doğal bir açıklama ile doğaüstü bir açıklama<br />

arasında kararsızlık duymasını sağlamalıdır.<br />

Sonra, bu kararsızlık bir öykü kişisi tarafından da<br />

hissedilmelidir; böylece okuyucunun görevi bir kişiye<br />

verilmiş olur, aynı zamanda da “kararsızlık”<br />

metin boyutunda da ortaya konduğu içindir ki<br />

yapıtın izleklerinden biri haline gelir; saf bir okumada<br />

gerçek okuyucu öykü kişisiyle özdeşleşir.<br />

Son olarak, okuyucunun metin karşısında bir tavır<br />

takınması gerekir: Hem alegorik, hem de şiirsel<br />

türden yorumlamaları reddedecektir.” 7 Todorov<br />

yaptığı bu tanımlamanın ardından, saydığı ikinci<br />

maddenin türün yapılanmasında diğerleri kadar<br />

hayati işlevinin olmadığını da belirtmektedir.<br />

Ancak bu, sıradan bir okurun da farklı bir eserle,<br />

kurguyla karşı karşıya olduğunu anladığı noktadır.<br />

Yazar ‘kararsızlık’ duygusunun hem okura hem de<br />

öykü kişisine duyurmakla fantastiğin vurgusunu<br />

yapmış olmaktadır. Bu durumda sadece yazar değil<br />

okur ve kahramanlar da farklı bir alana adım<br />

attıklarını hissetmektedirler.<br />

Todorov her ne kadar bunu olmazsa olmaz bir<br />

şart olarak değerlendirmese de fantastik kurmacaların<br />

çoğunda bu vurguya rastlanır. Hikâye<br />

kahramanı, çoğu kere de onunla eşzamanlı olarak<br />

okur, kararsızlık karşısında kaldığını duyurma,<br />

vurgulama ihtiyacı hissetmektedirler. Olağanüstünün<br />

sınırları içerisine girildiğinde ise kararsızlık<br />

hâli ortadan kalkar. Çünkü kahraman da okur da<br />

sınırları belli, ikilemlerin yaşanmadığı ve kendine<br />

özgü bir gerçekliğin hüküm sürdüğü bir alana girmiş<br />

olmaktadırlar. Fantastik kurmacada gerçekle<br />

gerçeküstü arasında yaşanan belirsizlik ve şaşkınlık<br />

burada giderilmiştir.<br />

Aslında fantastiğin de karşıladığı, daha doğrusu<br />

sağlamaya çalıştığı kararsızlık, ikilemde ve eşikte<br />

7 age., s. 39.


kalma duyguları birey için oldukça rahatsız edici<br />

konumlardır. Çünkü günlük yaşamda birey maddi<br />

ve manevi varlığının güven içerisinde devamlılığı<br />

için sınırları belirlenmiş bir çerçeve dâhilinde yaşamayı<br />

ister. Onun bir alandan diğerine geçmesi<br />

sorun teşkil etmiyorken, ara bölgelerde, tam anlamıyla<br />

hiçbir yere bağlı olmayan sınırlarda yaşaması,<br />

olması gerekenin dışında bir durumdur.<br />

Eşikte yaşamak kısa bir süre için bireye kaygı verir,<br />

bu uzun bir sürece dönüştüğünde ise varlığın<br />

bütünlüğü özellikle de ruhsal yapısı tehdit altındadır.<br />

Çünkü insan tam anlamıyla bir yere ait olmaya<br />

ihtiyaç duyar. Oysa fantastik, bireyi tehdit edici<br />

olarak nitelediğimiz tüm olumsuz özellikleri taşıyan<br />

daha doğrusu bununla varlık bulan bir türdür.<br />

Ancak fantastik bu olumsuz özelliklerden olumlu<br />

bir yapı meydana çıkarır. Okur, bu türde verilen<br />

eserler karşısında, hatta kendini kahramanla özdeşleştirdiğinde<br />

bile hissetmesi gereken tedirginlikten<br />

uzaktır. Okurun hisleri daha çok merak, şaşkınlık<br />

ya da hayranlık olarak adlandırılabilir.<br />

Bunun yanında bir “(…) başka fantastik türü<br />

daha vardır, gerçek ile düşsel arasında duyulan kararsızlığa<br />

dayanır. İlk durumda olayların meydana<br />

gelmesinden değil, onları anlayıp anlamadığımızdan<br />

kuşku duyarız.” 8 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın<br />

bazı hikâyelerinde gerçekleşen fantastiğin bu<br />

türü/biçimidir. Hikâyelerde kurgu o şekilde ilerletilir<br />

ki kahraman yaşadığı şeylerin bir rüya mı yoksa<br />

gerçek mi olduğuna bir türlü karar veremez.<br />

Bu durum hikâye kahramanını daha farklı ve derin<br />

bir kararsızlığa sürüklemektedir.<br />

Türün tanımlanması çerçevesinde değinilmesi<br />

gereken bazı ara alanlardan, başka bir söyleyişle<br />

geçiş bölgelerinden de söz etmek gerekmektedir.<br />

Her ne kadar fantastik, tekinsiz ve olağanüstü<br />

birbirinden farklı, başlı başına türler olsa da aralarında<br />

geçişlerin olması kaçınılmazdır. Todorov<br />

tekinsizle fantastik arasında tekinsiz-fantastiğe,<br />

fantastikle olağanüstünün kesiştiği noktada ise<br />

fantastik-olağanüstüne yer verir. Bunlardan ikincisi<br />

“(…) fantastik gibi görünen ve olağanüstünün<br />

kabullenilmesiyle son bulan anlatı sınıfı(dır). Bunlar<br />

gerçek fantastiğe en yakın örneklerdir, çünkü<br />

fantastiğin açıklanamazı akıl çerçevesine yerleştirilemez<br />

olduğu içindir ki bize doğaüstünün varlığı-<br />

8 age., s. 42.<br />

165<br />

nı hissettirirler. Bu durumda ikisi arasındaki sınır<br />

belirsiz olacaktır; yine de bazı ayrıntıların varlığı<br />

ya da yokluğu karar vermemizi sağlayacaktır.” 9 İncelediğimiz<br />

birçok hikâye özellikle de Nazlı Eray’ın<br />

kaleme aldıkları bu türe yerleştirilebilecek niteliktedir.<br />

Bu hikâyelerdeki kahramanlar fantastikte,<br />

gerçekle gerçekdışı arasında bocaladıktan sonra<br />

hiç yadırgamadan olağanüstünün alanına geçerler.<br />

Kendi yaşadıkları gerçekliğin çok dışında olan<br />

bu dünyaya aitlermiş, baştan beri bu dünyanın<br />

üyesiymiş gibi gerçekdışının içerisinde yaşamaya<br />

başlarlar. Zaman zaman gerçeğin alanına dönen<br />

kahramanlar iki farklı gerçeklikten oluşan/meydana<br />

gelen geniş bir mekâna yayılırlar.<br />

Kenan Hulusi Koray’ın hikâyeleri ise genelde<br />

tekinsiz ve tekinsiz-fantastik olarak nitelendirilen<br />

türlere, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyeleri büyük<br />

ölçüde fantastiğe dâhil edilebilir. Aynı şekilde<br />

Muhayyelat’ın ilk hikâyesi de fantastik-olağanüstü<br />

başlığı altında incelenebilir. Burada kahramanların,<br />

yaşadıklarının rüya mı gerçek mi olduklarına<br />

bir türlü karar veremeyişleri onları bir süre fantastiğin<br />

alanında tutar.<br />

Fantastiğin Söylemi<br />

Todorov, fantastiğin söylemi başlığı altında, bu<br />

tür öykülerde anlatıcının ben diliyle konuştuğunu,<br />

bu değerlendirmenin dışında kalanlarınsa genelde<br />

fantastikten uzaklaşan eserler olduğunu belirtmektedir.<br />

Nitekim bizim incelediğimiz hikâyelerde<br />

de çoğunlukla ben anlatıcının tercih edildiği,<br />

anlatımın bu şekilde gerçekleştiği söylenebilir.<br />

Todorov, bu kullanımı ‘güven’ duygusuna dayandırmaktadır.<br />

Okurun, anlatıcıya duyduğu güven<br />

onun hikâye ettiklerine de yansımaktadır. Bir bakıma<br />

okura özgü bir yanılsamayla anlatıcının da<br />

kurmacanın bir parçası olduğu onun da roman<br />

kişisi vasfını taşıdığı göz ardı edilir. Anlatıcının<br />

aktardıklarının doğaüstüne yaklaştığı noktalarda<br />

onun güvenilir kimliği ön plana çıkarılarak okurun<br />

kararsızlık hâlini devam ettirmesi sağlanır.<br />

Todorov’a göre ikinci sebep, ben anlatıcının dâhil<br />

olduğu her kurguya sağladığı önemli bir nitelik<br />

olarak, özdeşleşmedir. Okurun zaman zaman<br />

kendisini yerine koyabileceği bu anlatıcı maceraya<br />

ortaklığı kolaylaştırmaktadır. “Bundan başka,<br />

9 age., s. 57.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

özdeşleşmeyi kolaylaştırmak için anlatıcı hemen<br />

hemen her okurun kendi yansısını bulacağı ‘normal<br />

bir insan’ olacaktır. Böylece fantastik evrene<br />

giriş en dolaysız yoldan gerçekleşir.” 10 Bu bakımdan<br />

okurun, yaşadığı özdeşleşmeyle birlikte üstlenmesi<br />

gereken görevler de belirginleşir. Sadece<br />

kahramanla özdeşleşmesi değil onun macerasına<br />

da katılması, yaşananlar karşısında onun hissettiği<br />

arada kalmışlığı, kararsızlığı duyumsaması<br />

beklenir. Herhangi bir edebiyat eseri için, bu eserin<br />

başarısını artırmak için gerekli olan bu okur<br />

tepkisi, bu türde fantastiğin anlaşılabilmesi, bu<br />

farklı dünyanın anlamlandırılabilmesi için önemlidir.<br />

Yani fantastik yazarının ana amaçlarından biri<br />

hissetmek kadar hissettirmektir de. Todorov bu<br />

noktada Freud’un nükte ile ilgili sözlerini hatırlatır<br />

ve fantastiğin de tıpkı nükte gibi anlatıldığında<br />

değil, anlaşıldığında asıl etkisini göstereceğini belirtir.<br />

Bu bakımdan fantastik türdeki eserler örneğin<br />

gerçekçi bir romandan çok daha fazla eser dışı<br />

iletişime, katkıya ihtiyaç duymaktadır. Fantastiğin<br />

tanımında da geçen algılanma sadece kahramanın<br />

gerçekleştirdiği bir eylem değil okurun da<br />

katıldığı bir sürece dönüşmekte ya da dönüşmesi<br />

beklenmektedir/umulmaktadır.<br />

Fantastiğin İzlekleri/Temaları<br />

Olay örgüsü içerisinde gelişen tuhaf olaylar bu<br />

türün/fantastiğin olmazsa olmaz koşullarından<br />

biri sayılmaktadır. Bu türde yazılmış olan eserlerde<br />

ilk aranması gereken şartlardan biri de hiç<br />

kuşkusuz kendi gerçekliğimize göre tuhaf ya da<br />

beklenmedik bulacağımız tutum, davranış veya<br />

eylemlerdir. Neyin tuhaf neyin olağan karşılandığına<br />

gelince. Todorov sıfat şeklinde tuhafı tanımlarken<br />

öncelikle bunun anlamsal bir olgu olduğunu<br />

vurgulamaktadır:<br />

“Bir olayı tuhaf diye nitelerken anlamsal bir<br />

olguyu dile getirmiş oluyoruz. Söz dizimsel ve<br />

anlamsal arasındaki ayrım, burada ele aldığımız<br />

biçimiyle şöyle açıklanabilir: bir olay, daha geniş<br />

bir figürün bir parçası olduğu, az çok yakın öğelerle<br />

bir aradalık ilişkisi kurduğu ölçüde sözdizimsel<br />

bir öge olarak tanımlanacaktır. Buna karşılık aynı<br />

olay, onu benzer ya da farklı başka ögelerle karşılaştırdığımızda,<br />

eğer bu ögelerle doğrudan bir<br />

0 age., s. 86.<br />

166<br />

ilişki kurmuyorsa anlamsal öğe olarak tanımlanabilir.<br />

Anlamsallık dizisel (paradigmatik) boyutta<br />

meydana gelir. Sözdizim ise dizimsel (sentagmatik)<br />

boyutta. Tekinsiz bir olaydan söz ederken, bu<br />

olayın kendisiyle bir arada meydana gelen olaylarla<br />

olan ilişkisine bakmayız. Zincirin uzak bir<br />

noktasında bulunan benzer ya da karşıt, başka<br />

olaylarla olan ilişkisine dikkat ederiz.” 11<br />

Todorov’a göre izlekler sadece görüntüden ibaret<br />

olan ögelerdir. Önemli olan bunların neden<br />

ortaya çıktığı, nasıl yansıtıldığı ve bağlam içerisinde<br />

ne gibi fonksiyonlar üstlendiğidir. Örneğin bir<br />

izlek olarak vampir ya da şeytan birçok fantastik<br />

öyküde yer alabilir. Ancak önemli olan bunları belirleyip<br />

sıralamak, tasnif etmek değil eserin bütünlüğü<br />

içerisindeki görünümü ve kaynağı olmalıdır.<br />

Ona göre böyle bir araştırma/değerlendirme<br />

sonucunda, daha önce yapılmış sınıflandırmalar<br />

değişebilecektir. Biz de bu değerlendirmeden<br />

hareketle, belirleyebildiğimiz temaları, mümkün<br />

olduğunca sadece görünümleriyle değil ortaya çıkış<br />

ve kullanım amaçları doğrultusunda sunmaya<br />

gayret edeceğiz.<br />

Dönüşüm-Başkalaşım İzleği<br />

Metamorfoz (dönüşüm) fantastiğin başta gelen<br />

izleklerinden biridir. İnsanın insan dışı bir varlığa<br />

dönüşmesi ya da böyle bir varlığın insan haline<br />

girmesi metamorfoz izleğinin kapsamında yer<br />

almaktadır. Fantastiği yeterince iyi çözümleyebilmek<br />

içinse bunların niçin kullanıldığını ve metin<br />

içerisinde ne gibi işlevler gördüğünü açığa çıkartmak,<br />

aynı zamanda da yorumlamak gerekmektedir.<br />

Bu dönüşümün yanında insan dışı, doğaüstü<br />

varlıklar da fantastik unsurların başında gelmektedir.<br />

Ancak bunları da “… saptamak yeterli değil,<br />

ne anlama geldiğini de sorgulamak gerekir. Kuşkusuz<br />

bu tür varlıkların bir güç hayalini simgelediği<br />

söylenebilir, ama dahası da var. Aslında genel<br />

olarak, doğaüstü varlıklar eksikliği duyulan bir<br />

nedenselliğin yerine geçmektedir. (…) Bir kişinin<br />

yazgısını mutlu kılan peri, ‘talih’, ‘rastlantı’ diye<br />

adlandırdığımız düşsel bir nedensellik’in temsilinden<br />

başka bir şey değildir.” 12<br />

Dönüşümün bir çeşidi kabul edebileceğimiz<br />

age., s. 93-94.<br />

2 age., s. 0- .


oyut değiştirme Nazlı Eray’ın Aşk Artık Burada<br />

Oturmuyor adlı kitabının bir dizi hikâyesinde devamlılık<br />

unsuru olarak belirmektedir. Bunlardan<br />

biri olan ‘Unutmayı Başlatma Düğmesi’nde ana<br />

kahraman ayrıldığı sevgilisiyle duygusal bağını<br />

hâlâ kuvvetle muhafaza etmeye çalışmaktadır.<br />

Bu sırada sevgilisi insani özelliklerini korumakla<br />

birlikte küçülür ve bir cebe sığacak hâle gelir. Kahraman<br />

da bu küçük varlıkla birlikte günlük yaşamını<br />

devam ettirmeye başlar. Oldukça olağanüstü<br />

kabul edilebilecek bu durum kahramanın çektiği<br />

derin acı sonucunda başvurduğu bir savunma<br />

mekanizması olarak da değerlendirilebilir. Gerçek<br />

kişi yanında olmadığı için onunla sohbet etmekte,<br />

onunla paylaşamadığı şeyleri ya da alışkanlıklarını<br />

bu varlıkla sürdürmektedir. Böylelikle ruh halini,<br />

iç dünyasının sağlığını korumaya çalışmaktadır.<br />

Hikâye boyunca anlatılan bu durum fantastik etkisini<br />

de sağlamaktadır. Okur olarak biz kurmacanın<br />

sonuna kadar kahramanın, ayrılık sonucu yaşadığı<br />

üzüntü nedeniyle hayal mi kurduğuna, yoksa anlatıcının<br />

bizi doğaüstüne mi dâhil ettiğine karar<br />

veremeyiz.<br />

“İki izleğin, metamorfoz ve pandeterminizmin,<br />

ortak paydasının madde ve ruh arasındaki sınırın<br />

kırılması (yani gün ışığına çıkarılması) olduğu söylenebilir.<br />

Öyleyse bu ilk bağlamda toplanan tüm<br />

izleklerin ortaya çıkış ilkesine ilişkin bir varsayım<br />

ileri sürmeye hakkımız var demektir: Ruhtan<br />

maddeye geçiş artık olanaklıdır.” 13 Bu geçişe incelediğimiz<br />

hikâyelerde sıklıkla rastlamak mümkündür.<br />

Örneğin Nazlı Eray’ın hikâyelerinde canlanan<br />

nesnelere, normal ölçülerini kaybedip birer minyatüre<br />

dönüşen şehirlere, yarasaya dönüşüp tüm<br />

şehri gezen anlatıcı kahramanlara hatta dirilip<br />

sevdiklerini ziyaret eden ölülere rastlamak mümkün<br />

olur. Tüm bu şaşırtıcı öğeler hem gerçeklikle<br />

hem de olağanüstüyle bağlantılarını muhafaza<br />

ederler ama yine de arada/sınırda ve fantastikte<br />

kalmaya devam ederler. Buna bağlı izleklerden birisi<br />

de özne ve nesne arasındaki ilişkinin kurallarının<br />

neredeyse tamamen değiştirilmesidir.<br />

Fantastiğin birçok temasını içerisinde barındıran<br />

“Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinde de<br />

metamorfoza, başkalaşıma rastlanmaktadır:<br />

3 age., s. 4.<br />

167<br />

“Şüphesiz ki onlar insanî şekilden büsbütün çıkmamışlardı.<br />

Bu baş ve onun omuz üzerinde duruşu<br />

hep aynı idi. Sade bazı kısımlar gerilemiş, bazıları<br />

ilerlemiş, alın arkaya doğru kaçarak ve burun<br />

hafif yassılaşarak hayvani şekle daha yaklaşmışlardı.<br />

Bütün bu başları taşıyan boyunlarda acayip<br />

bir kalınlaşma, kendi kendisini, görünmemiş bir<br />

şekilde hodbin ve tatmini gaye edinmiş bir idrâk<br />

vardı. Fakat değişikliklerin en şaşırtıcısı, uzviyetin<br />

belden aşağı doğru çöküşündeydi; bu bir nevi<br />

tortulanmağa benziyordu. (…) Bütün bu karanlık,<br />

değişmiş, hüviyetini kaybetmiş vücutların doymaz<br />

iştahlarıyla birbirleriyle birleşiyor, birbirlerine kenetleniyor,<br />

halkalanıyor, birbiri içinde kayboluyor,<br />

birbirinden doğuyor, elle tutulacak kadar kesif bir<br />

homurtu içinde ölüp diriliyordu.” 14<br />

Abdullah Efendiyi bu karmaşık ortamda şaşırtan<br />

ve aynı zamanda kızdıran bir başka olay ise<br />

lokantada yanan diğer kişiliğinin de vücudunu<br />

sürükleyerek bu curcunaya katılmasıdır. Tüm bu<br />

görüntülerden oluşan sahne/tablo karmaşıklığı<br />

ve çözümsüzlüğüyle adeta bilinçaltına/id’e yapılan<br />

bir gezintiye benzemektedir. Burası da tıpkı,<br />

herhangi bir şeye gönderme yaptığı düşünülmeyen,<br />

ancak her ögesi farklı bir olguyu gösteren,<br />

işaret eden bilinçaltından farksızdır. Birbiriyle ve<br />

gerçeklikle bağlantısız gibi görünen tüm unsurlar<br />

aslında varlığın geçmişinde bıraktığı ancak ondan<br />

ayrılmayan, bastırılan anıları temsil etmektedirler.<br />

Egoyu temsil eden Abdullah Efendi de adeta<br />

bu sahneyle, kendisine yakın olduğu bilinçaltıyla<br />

baş başa kalmıştır. Ancak tamamlanmamış, ayrışmış<br />

bir varlık olduğu için, fantastik bir biçim<br />

alan bu ögelerle başa çıkması imkânsız hâle gelmiştir.<br />

Burada bastırılan tüm arzular, toplum tarafından<br />

onaylanmayan düşünce ve davranışlar<br />

açığa çıkmış adeta kendi içlerinde bağlantısız bir<br />

olağanüstü oluşturmuşlardır. Bunları denetim<br />

altına alabilecek tek şey ise yanan diğer kimlik<br />

yani süper egodur. Süper egodan yoksun bir ego<br />

bilinçaltıyla mücadeleyi tek başına gerçekleştiremez.<br />

Bilinçaltına doğru yolculuğa çıkan Abdullah<br />

Efendinin bu kadar çaresiz kalması, şaşırması bu<br />

sebepledir.<br />

“Evin Sahibi” adlı hikâye diğerlerinden farklı<br />

4 Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul<br />

99 , s. 96- 97.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olarak tekinsiz fantastiğe yakındır. Buna da sebep<br />

olan şey kahramanın çocukluğunda büyük yeri<br />

olan ve hayatının diğer kısımlarımda da kendisini<br />

takip ettiğini düşündüğü yılan motifidir. Canavar<br />

ya da yaratıktan çok dönüşüm geçirmiş bir insana<br />

benzetilen bu varlık kahramanın çocukluğunun<br />

neredeyse tamamını doldurmaktadır. Yılanın bir<br />

insan gibi davranması, kahramanın annesine âşık<br />

olması, intikam hissi gütmesi ve yaşanan tüm diğer<br />

şeyler onu gerçeklikten ayırır ve masal dünyasının<br />

içerisine dâhil eder. Ancak bu öge sadece<br />

masalın getirdiği olağanüstünü değil tekinsizin<br />

yol açtığı ürpermeyi ve korkuyu da açığa çıkarır.<br />

Hikâye bu üç alan, tekinsiz, fantastik ve olağanüstü<br />

arasında gider gelir.<br />

Metamorfoz, ilginç bir yansımasını Nazlı Eray’ın<br />

“Maskeli Yarasa” adlı hikâyesinde bulur. Burada<br />

kahraman dev bir yarasaya dönüşerek şehirde<br />

sevdiklerini, dostlarını bulmak için dolaşmaya<br />

başlar. Burada, dönüşümü başlatan ana sebep,<br />

yaşamın günlük akışında kaybolan duyarlılığı elden<br />

kaçırmama ve sevdiklerine gerçekte neler<br />

hissettiğini söyleme ihtiyacıdır. Kahramanın ‘günışığında<br />

körleşeceği bu duyarlılığını’ ifade etmenin,<br />

onun peşinden gitmenin en kolay yolu ise<br />

kendini gecenin dinginliğine teslim etmektir. Gece<br />

her şey sustuğunda ve durakladığında görüntüler<br />

kaybolmakta ve asıl olan ortaya çıkmaktadır.<br />

Aynı yazarın “Av Köşkünde Bir Yemek” hikâyesinde<br />

dönüşüm temasını örneklendirebilecek<br />

farklı bir kullanım bulunmaktadır. Bir av köşkünde<br />

yemeğe çağrılan kahraman önüne getirilen yemeği<br />

gördüğünde büyük bir şok geçirir:<br />

“Tepsinin kenarında ufak top patatesler, Brüksel<br />

lahanaları, turplar, havuç dilimleri ve haşlanmış<br />

bezelye vardı.<br />

Anlatamayacağım bir dehşetle, gümüş tepsinin<br />

içinde birbirine sarılmış yatan âşıkların, sen ve<br />

ben olduğunu gördüm.<br />

Sevgiyle sarılmıştık birbirimize. İkimiz de sırtımızdan<br />

vurulmuştuk. Yara yerleri, kırmızı lahana<br />

yaprakları ile ustaca kapatılmıştı.<br />

(…)<br />

Öldürmüşlerdi bizi.<br />

168<br />

Oracıkta senin yanında yatıyordum.<br />

Avcı Bülent Bey,<br />

‘Tepedeki ağaç kümelerinin orada avladım onları,’<br />

diyordu. ‘Orman çocuğu denen bir cins yaratık<br />

bunlar. Dişisi ve erkeği. Ne değişik değil mi?<br />

Etleri çok yumuşak olur.” 15<br />

“Mösyö Hristo” 16 hikâyesinde ise aynı adlı kahraman<br />

kuşa dönüşür ve şehri gezer. Kuş olma<br />

süresinin dolduğunu anlayınca da bir yere konar<br />

ve eski hâline dönüşerek karısı Madam Marina’nın<br />

yanına, eve döner.<br />

Kararsızlık-Fantastik Vurgusu<br />

Fantastik, türün önemli bir belirtisi olarak, hem<br />

okuru hem de kurmaca kahramanını yaşananların<br />

gerçek olup olmadığına dair kararsızlığa<br />

düşürür. Kahraman ve onunla beraber okur, olağanüstü<br />

yeni bir dünyanın sınırlarında ilerlerken<br />

birden gerçeklikle sarsılırlar. Yaşananların kendi<br />

içerisinde bir gerçekliğe sahip olağanüstü olduğu<br />

düşünüldüğü anda bunların aslında birer yanılsama<br />

olabileceği açıklanır ve eserle ilgili kabuller<br />

sarsılır. “Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinde<br />

de böyle anlar, ifadeler mevcuttur. Eseri fantastik<br />

yapan da büyük oranda bu hususlardır. Hikâyenin<br />

son bölümlerinde bahsettiğimiz durumu örnekleyen<br />

ifadeler yer almaktadır:<br />

“Kendisini gittikçe iyileşir bulmanın verdiği hafiflik<br />

içinde tekrar, bütün bu olan biten şeyleri, sinirlerini<br />

geçici bir oyunu addetmeğe bile başladı.<br />

‘Evet, diyordu, evet, belli ki bunlar, içkinin ve sinir<br />

bozukluğunun verdiği bir vehimdi. Artık geçti.<br />

Şimdi herkes gibi ben de kendimi geceye, bütün<br />

etrafın içinde yüzdüğü bu sâkin uykuya emanet<br />

edebilirim!” 17<br />

Yine bu hikâyenin ilk kısımlarında rüya haline<br />

geçiş, sarhoşlukla birlikte başlamaktadır. Abdullah<br />

Efendinin çokça içmesi ve üst benliğinden,<br />

kendisini daima baskı altında tutan ikinci kişiliğinden<br />

kurtulmuş olması ve bundan duyduğu mutluluk<br />

onu sarhoşluğun neden olduğu rüyayla gerçek<br />

arasında bir konumda bırakmıştır. Fantastiğin<br />

5 Nazlı Eray, Aşk Artık Burada Oturmuyor, Can Yayınları, İstanbul<br />

994, s. 69.<br />

6 Nazlı Eray, Ah Bayım Ah, Can Yayınları, İstanbul 994, s.<br />

09- 3.<br />

7 Tanpınar, Hikâyeler, s. 93.


hem özel/dar anlamda izleksel bakımdan hem<br />

de genel anlamda atmosfer olarak ortaya çıkışı,<br />

Abdullah Efendinin gerçekle düş arasında kaldığı/<br />

kalacağı bölgeye girişiyle başlamaktadır. Anlatıcı<br />

bu durumu/bu geçişi bir soru cümlesiyle belirgin<br />

hale getirir ve bir bakıma fantastiğin vurgusunu<br />

yapar:<br />

“Bütün bunları düşünürken, birdenbire nasıl<br />

oldu da lokantada bulunan diğer müşterilere bakmağa<br />

başladı? İhtimal kendi içinde olan bu değişikliğin<br />

aksülâmelini etrafta da görmek istiyordu:<br />

İşin doğrusu, burasını sonraları kendisi de hatırlamadı;<br />

yalnız bildiği bir şey varsa, o esnada bir<br />

uykudan, tuhaf, ağır bir uykudan uyanmış gibi bir<br />

hal, bir nevi yükü üzerinden atmış olanlara mahsus<br />

bir hafiflik içinde olduğu idi. (…)<br />

Bu emniyetle sandalyesinde biraz yana doğru<br />

kayarak kadının ayaklarına doğru baktı ve işte o<br />

andan itibaren gecenin bütün füsunu kayboldu ve<br />

Abdullah Efendi, garip, hikâyesi güç bir serencama<br />

daldı.” 18<br />

Abdullah Efendi, bu noktadan itibaren kendisinin<br />

bambaşka bir insan olduğuna ve eşyayla olan<br />

ilişkisinin çok farklı bir boyut kazandığına inanmaya<br />

başlar. Aslında bu birdenbire gerçekleşmiş bir<br />

durum değildir. Değişim süreci üç sene önce başlamıştır.<br />

Üç sene öncesinden Abdullah Efendi, her<br />

şeyin, hayatının tümüyle değişeceğinin farkındadır.<br />

Bu noktada sıra dışı bir hikâye ve sıra dışı bir<br />

kahramanla karşı karşıya olduğunu anlayan okur,<br />

tam da fantastiğin tanımına uygun biçimde bir<br />

kararsızlık bölgesinde, eşikte kalmıştır. Abdullah<br />

Efendi içkinin etkisiyle hayaller görmeye başlayan<br />

sıradan bir insan mıdır yoksa gerçekten deliliğe<br />

varan ruhsal bir hastalık mı geçirmektedir? Yine<br />

buna bağlı olarak anlattıklarını içkinin yol açtığı<br />

hayallerle mi yoksa olağanüstüye mi dâhil etmek<br />

gerekecektir?<br />

Kararsızlık temasının en belirgin ve belki de en<br />

başarılı şekilde kullanıldığı ve sürdürüldüğü bir diğer<br />

hikâye “Geçmiş Zaman Elbiseleri’dir. Bu hikâye<br />

de yine tesadüflerin ve talihsizliklerin hâkim<br />

olduğu bir geceyle başlar ve yine içkinin etkisiyle<br />

varılan bir rüya hâlini alır:<br />

8 age., s. 63- 64.<br />

169<br />

“İşte tam bu esnada geçirdiğim bir kaza, rahatsız<br />

edici bir rüyaya çok benzeyen bu gecenin talihini<br />

değiştirdi.” <strong>19</strong><br />

Hikâye boyunca hem kahraman hem de okuyucu<br />

kendilerine anlatılanların hangisinin doğru<br />

olduğuna bir türlü karar veremezler. Kadın kahraman<br />

babasıyla birlikte hiç dışarı çıkmadan evde<br />

hayatını geçirdiğini ve tüm bunlara onu mutlu<br />

etmek için katlandığını anlatır. Bu kahramanın<br />

baba olarak nitelendirdiği yaşlı erkek ise yedi<br />

yıldır evli olduklarını ve karısının beş yıldan beri<br />

sinirlerinin bozuk olduğunu açıklar. Duyduğunda<br />

her ikisine birden inanan ana kahraman ise sabah<br />

uyandığında evin boşaltılmış olması ve evde<br />

bulunanların ayrılması sonucunda yine büyük bir<br />

şaşkınlık ardından da kararsızlık yaşar. Kahraman<br />

bunların arasında bocalarken bir diğer bilgiye<br />

daha ulaşır. Yaşlı bir komşu kadın tarafından söylenenler,<br />

kadın kahramanı desteklese de bu sefer<br />

babanın üvey olduğu iddiası ortaya çıkar. Ana kahramanın<br />

bundan sonraki amacı yaşadıklarını sonuçlandırmak,<br />

kararsızlığına tatmin edici cevaplar<br />

bulmaktır. Bunlarla birlikte kadın kahramana<br />

ulaşmak ve onu elde etmek de asıl amaçlardan<br />

biri sayılmalıdır. Ancak uğraşları sonuçsuz kalır ve<br />

onlar hakkında hiçbir ize rastlayamaz. Bu noktada<br />

okur ana kahramanın yaşadıklarının, duyduklarının<br />

sarhoşluğunun ve geçirdiği kazanın etkisiyle<br />

gördüğünün bir rüya olup olduğunu sorgulamaya<br />

başlar. Bunu besleyen bir husus evlerinde kaldığı<br />

genç kadının ve yaşlı erkeğin hiçbir iz bırakmadan<br />

ortadan kayboluşları diğeri ise anlatımda rüya ve<br />

masal atmosferine sık sık göndermelerde bulunulmasıdır.<br />

Aynı zamanda kahraman tüm bunları<br />

yaşarken kendini bir rüya içerisinde ve uyuşmuş<br />

olarak tanımlamaktadır. Kahraman buna bağlı<br />

olarak bir noktada gerçeklikle ilgisini kaybetmiş,<br />

olağanüstünün sınırına rahatlıkla geçmiş bulunabilir.<br />

Fakat bir süre mümkün görünen bu düşünce<br />

tarzı hikâyenin sonunda diğer kahramanların tekrar<br />

görünüp kaybolmalarıyla yerini sürekli bir kararsızlığa<br />

bırakır. Ne kahraman ne de okur aslında<br />

kim olduklarına ve neler yaşadıklarına dair kesin<br />

bir hüküm sahibi olabilir. Bu okur açısından rahatsız<br />

edici bir durum olsa da fantastiğin başarısıdır.<br />

Nazlı Eray’ın hikâyelerinde de fantastik vurgusu<br />

9 age., s. 2 8.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olarak adlandırdığımız bu geçişlere sıklıkla rastlanmaktadır.<br />

Örneğin yazarın “İzmir” hikâyesinde<br />

kahraman uçtuktan ve şehri bir süre gezdikten<br />

sonra gerçek mekâna ve yaşama döner:<br />

“Kenti boydan boya geçtim; Tunalı Hilmi Caddesini<br />

bir hamlede aşıverdim, Bakanlıkların damlarına<br />

basa basa Kızılay’a indim. Köşedeki piyango<br />

bileti satıcısının gözleri önünde bir hamle daha<br />

yapıp Kızılay’daki gökdelenin tepesine sıçradım.<br />

(…) Birden bıraktım paratoner direğini; yedi<br />

yüz metrelik bir atlayışla, kendimi yolun ortasındaki<br />

yaya geçidinin demir tırabzanının üstünde<br />

buldum.” <strong>20</strong><br />

Kahramanın yaşadıklarının gerçeklik sınırlarının<br />

içerisinde değerlendirilmesi elbette ki mümkün<br />

değildir. Ancak bunun varlığın kendisi tarafından<br />

mı yaşandığı yoksa kahramanın düşüncelerinin mi<br />

bu gezintiyi yaptığı kestirilememektedir. Fakat bu<br />

fantastik öğelerin ortaya çıkış sebebi kahramanın<br />

iç dünyasıyla, buradaki duygusal dalgalanmalarla<br />

bağlantılıdır. Kahramanın sevgilisi İzmir’e gitmiştir,<br />

Ankara’da kalan kahraman ise bu şehre<br />

sığamamaktadır. İster olağanüstü olarak kendi<br />

gerçekliği içinde isterse bir hayal olarak nitelendirilsin<br />

bu aşma isteğinde elde olmayana duyulan<br />

özlemin ve onu geri getirme arzusunun rolü büyüktür.<br />

Nitekim bu hikâye içerisinde anlatılan diğer<br />

öyküler de fantastik ögeler taşır ve kaynağını<br />

aynı gözlem duygusundan alırlar. Çekmecesinde<br />

eski bir İzmir ve bir kadın saklayan erkek kahraman<br />

geride bıraktığı bu iki unsura derin bir özlem<br />

ve bağlılık duymaktadır.<br />

Muhayyelat içerisindeki anlatılar ise fantastiğin<br />

belirtisi olan kararsızlık anında çok az kalırlar. Bu<br />

kısa anlardan biri de Kamercân’la Gülruh’un hikâyesiyle<br />

başlayan ilk hayalde yer almaktadır:<br />

“Kamercân, sabah uyanıp da o gece yatağında<br />

olan kızı bulamayınca çok sıkıldı; acaba rüya mıydı?<br />

Derken parmağında olan yüzüğü görüp vakanın<br />

gerçekliğin anladı.” 21<br />

Fantastiğin vurgusu, başladığını hissettiren<br />

ifade Kamercân’ın bir an için kendisine sorduğu,<br />

<strong>20</strong> Nazlı Eray, Yoldan Geçen Öyküler, Can Yayınları, İstanbul<br />

993, s. 7.<br />

2 Aziz Efendi, Muhayyelat-ı Aziz Efendi, (sadeleştiren: Ahmet<br />

Kabaklı), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 990, s. 6.<br />

170<br />

‘Acaba rüya mıydı?’ sorusudur. Ancak kahraman<br />

bu eşiği çabuk atlamış ve hemen ardından yaşananların<br />

gerçekliğine inanarak olağanüstüne adım<br />

atmıştır. Hayalin bundan sonraki kısmında ise olağanüstü<br />

kendi gerçekliği içerisinde süre gider.<br />

Tuhaf Olaylar<br />

“Abdullah Efendi’nin Rüyaları” adlı hikâye okuyucuyu<br />

adından başlayarak bir ikileme daha doğrusu<br />

kararsızlığa sürükler. Anlatıcının Abdullah<br />

Efendinin yaşadıklarıyla ilgili anlattıkları zaman<br />

zaman olağanüstünün sınırına dayansa da hem<br />

hikâyenin akışında yer alan birtakım ifadeler hem<br />

de hikâyenin ismi aslında her şeyin rüyadan ya da<br />

delirmenin eşiğindeki tuhaf bir adamın hayallerinden<br />

ibaret olduğunu düşündürmektedir. Hikâye<br />

içerisinde Abdullah Efendinin oturduğu lokantada<br />

yaşadığı garip olaylar okuru da kahramanı da olağanüstünün<br />

sınırına kadar getirir:<br />

“Erkek bir müddet konuştuktan sonra birdenbire<br />

başını ileriye doğru uzatarak etrafa acele bir<br />

bakışla bakmış, sonra genç kadının elini tutarak<br />

yavaşça ağzına götürmek istemişti. (…) Kadın dişlerinin<br />

güzelliğini gösteren ve dudaklarının genişleyen<br />

çizgileriyle âdeta yüzün alt kısmını alan bir<br />

tebessümle gülmekte devam ediyordu, yüzü bir<br />

büyü ile değişmiş gibiydi (….) Fakat eli tam delikanlının<br />

ağzına değeceği anda ve bir lahzada,<br />

evvelâ bu tebessüm, sonra bu çehre silindi, siyah<br />

mantonun, kırmızı bluzun ve tüllü şapkanın çerçevelediği<br />

baş ortadan kayboldu. Hepsinin yerine<br />

bir uçurumdan daha korkunç bir boşluk, sarı muşamba<br />

renginde küçük bir boşluk peydahlandı ve<br />

delikanlının ağzına götürdüğü elin yerinde sadece<br />

bir yen kaldı. Bu kelime ile, deminden beri güzelliğine,<br />

zarifliğine, hayat iştahına hayran olduğu<br />

genç kadın ortadan kaybolmuş, yerinde bir yığın<br />

elbise, sadece bir yığın eşya kalmıştı.” 22<br />

Bu olağanüstü durum, yok oluş ne Abdullah<br />

Efendi’yi ne de diğer erkek kahramanı şaşırtır.<br />

Kadının karşısındaki erkek bu duruma çoktan<br />

alışmış gibidir. Abdullah Efendiyse zaten uzun<br />

süredir normal olmayan gelişmelere tuhaf vakaları<br />

kanıksamıştır. Onun yaşananlar karşısında<br />

duyduğu şaşkınlığın uzun süreli olmayışı, bunları<br />

kısa bir süre sonra kanıksaması ve daha önce ya-<br />

22 Tanpınar, Hikâyeler, s. 70.


şadıklarıyla örtüşmesi bir an okur zihninde ‘Acaba<br />

saf olağanüstüye geçiş mi yapılıyor?’ sorusunu<br />

oluşturur. Ancak anlatıcının bu vaka halkası için<br />

yaptığı yorum fantastiğin çerçevesinden çıkılmadığını<br />

hatırlatır. Anlatıcı, “Şüphesiz ki hakikatte bu<br />

gördüklerinin hiçbirisi vâki değildi; bütün bunları<br />

can sıkıntısından kendisi icat etmişti”, derken<br />

kurgunun da farklı bir türe dâhil olmasını engellemektedir.<br />

Aslında hikâyenin başlangıcında yer<br />

alan bu halkalar asıl anlatılacak olana ön hazırlık<br />

niteliğindeki yoklamalardır. Okur çoğu zaman kararsızlık<br />

içerisinde bırakılarak kimi zaman da bunlara<br />

cevap verilerek fantastik dünyanın yapısına<br />

alıştırılır.<br />

Nesnenin Özneleşmesi<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, fantastik türüne<br />

dâhil edebileceğimiz hikâyelerinde de, bir izlek<br />

olarak maddenin, eşyanın üstünde sıklıkla durur.<br />

Bu tutum, fantastik tür için oldukça önemli bir<br />

kategoridir. Eşyada ruh görme eğilimi, nesnenin<br />

kahramanların hayatında yayıldıkları alan bir süre<br />

sonra onları nesneyi özne hâline dönüştürmeye<br />

kadar sürükleyecektir. Burada kesin bir metamorfozdan/dönüşümden<br />

söz edilemez ancak her iki<br />

form (madde-ruh) arasındaki geçirgenlik oldukça<br />

açıktır. Tanpınar’ın kahramanlarına bu bakımdan<br />

her iki dünyanın kapıları da, sıradan bir insana<br />

göre daha rahat açılmaktadır. Bu durum hem<br />

kahramanları hem de genel anlamda kurguyu<br />

fantastiğe bir adım daha yaklaştırır:<br />

“Evet, isteseydi şu yanı başında duran çiçek saksısı<br />

ile dost olabilir ve üstünde oturduğu iskemle<br />

ile uzun uzun konuşabilirdi. Bütün etrafıyla kendi<br />

arasında imkânsız denilebilecek derecede kuvvetli<br />

bir münasebet teşekkül etmişti. Sanki ara yerden<br />

bir yığın perde, mânia kalkmıştı.” 23<br />

“Abdullah Efendinin Rüyaları” adlı bu hikâyede<br />

ana kahraman sürekli olarak nesneleri özneleştirme<br />

eğilimindedir. Her şeyde bir hayatiyet, ruh<br />

ve geçmişi görmesi eşyayı sık sık özne boyutuna<br />

çıkartır:<br />

“Ne tuhaf geceydi bu; bir büyü, bir masal içinde<br />

başlamıştı. Şimdi bu yırtık çarşaflı kirli yatağın yarısından<br />

fazlasını kapladığı küçük ve mezar kadar<br />

23 age., s. 74.<br />

171<br />

dar odada bitiyordu. Bir kenarına ilişmek arzusuyla<br />

bu yatağa yaklaştı. Ömründe bu kadar kirli, sefil<br />

ve harap bir yatak görmemişti. O kadar eski ve<br />

sefildi ki, âdeta bu sefalet onu canlı ve biçare bir<br />

mahlûk yapıyor, ona bir nevi beşeri talih veriyordu.”<br />

24<br />

Nesnenin özneleşmesi teması, Nazlı Eray’ın<br />

“Çevre Sokağı” adlı hikâyesinde iki hayvanın, horozla<br />

tavuğun hikâye kahramanı olmasında belirmektedir:<br />

“Arkadaşım horoz, karısı tavuk ve ben, Çevre<br />

Sokağının yanında dik yamaca tırmanıyoruz. Ağaç<br />

dikme bayramı varmış, yamacın tepesinde. Oraya<br />

gidiyoruz. Horoz bir dut fidanı dikecek, dediğine<br />

göre mor dutmuş. Çok az bulunur. Ben bir erik fidanı<br />

dikeceğim. Tavuk da incir ağacından bir dal<br />

koparmış.” 25<br />

Ayna<br />

“Abdullah Efendinin Rüyaları”nda, önemli bir<br />

vurgu olarak kişilik bölünmesi de yer almaktadır.<br />

Abdullah Efendi sık sık kendisinin gündelik ve<br />

olağanüstü hayatlar için ayrı bir kimliği olduğunu<br />

hisseder. Bu okuyucuya bazen kahramanın kendisi<br />

bazen de anlatıcı tarafından aktarılır. Bu durum<br />

hikâyedeki, geçişleri, geçişliliği de açıklar niteliktedir.<br />

Olay örgüsü de tıpkı kahraman gibi olağan<br />

ve olağanüstü arasında gidip gelmektedir. Kuramcılar<br />

tarafından fantastiğin önemli bir teması<br />

şeklinde değerlendirilen bu bölünmenin sözünü<br />

ettiğimiz hikâyedeki yansımasını açığa çıkartan<br />

ifadelerden biri de şudur:<br />

“Ve bu derinlik sanki karşı karşıya konmuş iki<br />

ayna gibi bakışlarının takıldığı her şeyi sonsuzluk<br />

içinde çoğaltıyordu. Şüphesiz bu hususiyet yüzünden<br />

olacak, şimdi bizzat kendisini üç adım önünde<br />

görüyor ve her an tekrarladığı müteaddit hareketlerle<br />

ikizleşen hüviyetlerinden hangisinin asıl<br />

hakikisi olduğunu anlatmağa çalışıyordu.” 26<br />

Ayna unsuru fantastik türünde, gerçekliğin<br />

değişimine, bulanıklaştırılmasına, bir anlamda<br />

da ikinci bir gerçeklik oluşturulmasına işaret etmektedir.<br />

Aynanın ve aynadaki görüntünün insanı<br />

24 age., s. 77.<br />

25 Eray, Ah Bayım Ah, s. 99.<br />

26 age., s. 74.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olağandan kopardığı, farklı bir dünyanın kapılarına<br />

getirdiği de söylenebilir. Çünkü yansıma gerçekliğin<br />

ta kendisi değildir. Orada madde değil<br />

görüntü vardır. Görüntünün somut olmayışı onu<br />

maddeden çok ruha yaklaştırır. Bu durum ‘dolaylı<br />

vizyon’ hakkındaki yorumları da beraberinde getirir.<br />

“Abdullah Efendinin Rüyaları” hikâyesinde<br />

aynayla birlikte fantastiğin bir diğer teması olan<br />

kişilik bölünmesinin, bir benzerin, ikizin ortaya çıkışının<br />

da görülmesi oldukça kayda değer bir durumdur.<br />

Böylelikle hem birbiriyle bağlantılı iki öge<br />

aynı sahne içerisinde yer almış hem de aynanın<br />

olağanüstüne geçiş kapılarından biri olduğu doğrulanmış<br />

olmaktadır.<br />

Ayna izleği bu hikâyede bir kez de Abdullah<br />

Efendinin hafızasına, geçmişine yaptığı yolculukla<br />

ortaya çıkar. Ancak aynanın buradaki işlevi farklıdır.<br />

Burada nesne görüşü bozmaz bilakis doğruyu,<br />

asıl olanı yansıtır. Bunun sebebi de yansıtmakta<br />

olduğu şeylerin aslının bozuk, yanlış olmasıdır.<br />

Bozulmuş öge aynaya yansıdığında doğru görüntü<br />

olarak karşımıza çıkar. Nitekim bu durum, yani<br />

yansıyacak olanın bozukluğu anlatıcı tarafından<br />

vurgulanmaktadır:<br />

“Ne garip odalardı bunlar… Hepsinin duvarlarında<br />

o içeriye ayak atar atmaz cilâlanmış gümüş<br />

parıltısı birdenbire sanki bir beddua veya bir tılsımla<br />

bulanan büyük, geniş aynalar vardı. Birtakım<br />

insanlar, ömrünün macerasında oynadıkları<br />

rolün hakiki yüzüyle bu aynalarda görünüyorlar,<br />

sonra tekrar kayboluyorlardı. (…) fakat bu acayip<br />

gecede, bu ıssız evde o kadar mutlak bir boşluktan<br />

sonra, zembereği kırılmış bir eski saat gibi, bu<br />

aynaların birdenbire bu kadar çıplak ve zalim hakikati<br />

birbiri ardınca ortaya atmasına tahammül<br />

edemiyordu.” 27<br />

İkizleşme-İkizin Ortaya Çıkışı<br />

İkizleşme, ikizin ortaya çıkış teması “Abdullah<br />

Efendinin Rüyaları” adlı hikâyede neredeyse tüm<br />

metin boyunca yer alan önemli bir unsurdur. Bu<br />

durum, eseri fantastik türe dâhil etmemizi sağlayan<br />

bir ipucudur. Bu doğrultuda hikâye anlatıcısı<br />

ikizin ortaya çıkışını sezdirdikten sonra en belirgin<br />

hâlini ilk şu satırlarla çizmektedir:<br />

27 age., s. <strong>20</strong>3-<strong>20</strong>4.<br />

172<br />

“Abdullah Efendi kapıdan çıkmadan evvel oturduğu<br />

sandalyeye baktı; kendisine çok benzeyen<br />

bir gölgenin orada uyuduğunu gördü, tecrübesinde<br />

muvaffak olmuştu, yavaşça bir parmağını dudağına<br />

götürerek şaşıran garsona: “Aman uyandırmayın,<br />

sonra gelir alırım…” dedi.” 28<br />

Olağanüstüyü esere getiren bu ilginç kullanım<br />

görünüş bakımından hikâyeyi daha farklı bir duruma<br />

getirir, yüzeysel anlamda hikâyeye çok şey<br />

katan, onu çarpıcı bir hâle getiren bu bölümün asıl<br />

incelenmesi gereken kısmı onun derin yapısıdır.<br />

İkizleşmenin nasıl göründüğünden fazla niçin kullanıldığı<br />

sorulması gereken soruların ilkidir. Burada<br />

kendine, bilinçli olarak, kendi iradesiyle bir<br />

ikiz oluşturan, “… emin ve sabırlı bir çalışma ile<br />

kendini, daima üç adım ötesinde görmekte devam<br />

ettiği hayaline (…), tıpkı bir evden başka bir eve<br />

eşya ve itiyatlarımızı nakleder gibi…” 29 nakleden<br />

kahramanın bu eylemlerinde açıklanması gereken<br />

birçok husus bulunmaktadır. Ve tüm bunlar görünenden<br />

çok görünmeyenle, maddeden çok ruhla,<br />

iç dünyayla alakalıdır. Abdullah Efendi, hikâyede iç<br />

dünyasıyla dış gerçeklik arasında sürekli bir çatışma<br />

hâlinde ancak tüm bunlardan yorgun düşmüş<br />

bir insan olarak resmedilir. O, sıradan bir insan<br />

olmak, diğer insanların yaşadığı amaçsız, düşüncenin<br />

fazla yerinin olmadığı hayatı yaşamak ister.<br />

Kendisi farklıdır ancak bu durum diğerleri tarafından<br />

tuhaflık olarak görülmektedir. Hayata tutunamamak,<br />

olanın, cereyan edenin dışında kendi<br />

gerçekliği içinde yaşamak günlük hayatta ona acı<br />

çektirmektedir. Ancak çok istemesine rağmen hep<br />

istediği yaşamın çevresinde dolanıp durur, bir türlü<br />

onun parçası olamaz. Olmaya çalıştığında diğer<br />

insanlar tarafından kısmi bir kabul görür ama bu<br />

sefer de kendi bütünlüğünden taviz verdiği için<br />

hareketlerinden iğrenir. Yani Abdullah Efendi ya<br />

insanlar tarafından suçlanarak ya da kendisini<br />

suçlayarak sürekli bir ikilemde yaşar. Her iki durumda<br />

da zarar gören onun benliği, ruhu, iç dünyasıdır.<br />

Yine bu durumu yoğun şekilde hissettiği<br />

hikâyenin de anlatımını esas aldığı bir gece, bu<br />

duruma geçici bir çözüm bulur. Önünde belirmeye<br />

başlayan ikizine her şeyini nakleder ve hayatı en<br />

azından anı ikizleşmiş ya da daha doğrusu ikiye<br />

28 age., s. 76.<br />

29 age., s. 75.


ölünmüş varlıkla devam ettirmeye karar verir.<br />

Hayaline, gölgesine aktaramadığı tek şey düşüncesidir.<br />

Zaten kendini içkiye ve tenin zevklerine<br />

bırakmaya karar verdiği için buna pek de gerek<br />

yoktur. Burada yaşanan fantastik ayrışma aslında<br />

psikolojide ego ve süper ego olarak tanımlanan,<br />

alt ve onu kontrol altında tutan üst benliğin ayrımına<br />

işaret etmektedir. Abdullah Efendi sadece<br />

dış dünyayla değil iç dünyasında da çatışmalar<br />

yaşar. Kendi prensipleriyle ve düşünce yapısıyla<br />

beslediği süper egosu da egoyla karşı karşıya<br />

gelir. Aslında onun dış dünyayla uyuşamamasının<br />

temel sebebi de buna dayanmaktadır. Sonuç olarak<br />

ikizine, bilerek veya bilmeyerek süper egodan<br />

yani düşünüş ve kontrol sisteminden başka her<br />

şeyi yükler. Temeli iç dünyaya, insan psikolojisine<br />

dayanan bu durum ise hikâyede fantastik bir<br />

çerçeve örgü içerisinde sunulur. Ancak sonrasında<br />

asıl benliği, varlığı olmadan yaşayamayacağını ve<br />

sadece maddenin tek başına yeterli olamayacağını<br />

anlayan Abdullah Efendi asıl kimliğini bıraktığı<br />

yerden almaya gider. Fakat lokanta yanmış ve<br />

asıl kimliği yangında hayatını kaybetmiştir. Önce<br />

büyük üzüntü yaşayan ve ardından bu duruma<br />

alışmaya çalışan Abdullah Efendi kendi cenazesine<br />

katılmaya ve hatta orada bir nutuk söylemeye<br />

karar verir. Oluşturduğu bu nutkun içerisindeki bir<br />

ifade, hikâyenin etrafında döndüğü merkez noktayı<br />

tam anlamıyla ifade etmektedir:<br />

“Doğrusu istenirse o küçük bir talihti, fakat bu<br />

küçük talih büyük bir ruha eklenmişti… Bilmem ki<br />

böyle bir tezadın ürpertmeyeceği bir düşünce var<br />

mıdır?” 30<br />

Hikâyedeki çatışmanın oldukça güçlü olması ve<br />

fantastik boyutlara ulaşması işte bu tezadın büyüklüğüne<br />

dayanmaktadır. Belirli sınırların, insan<br />

vücudunun kısıtlılığına yerleşmiş ve onu aşamayan<br />

derin bir ruh ve bu ruhla baş edemeyen, sıradan<br />

talihini yaşamak isteyen bir varlık birbirine<br />

karşıtlığı, tezadı meydana getirir. Yazarın bu geniş<br />

boyutlu durumu, belirli bir gerçekliğe dayanan<br />

kurgusallığın çok ötesinde ifade etmesi gerekir.<br />

Fantastik ise gerek izlekleri gerek birçok açılıma<br />

olanak veren sembolleriyle bu çok katmanlı çatışmayı<br />

yansıtabilmek için uygun bir türdür.<br />

30 age., s. 90.<br />

173<br />

İkizleşme, varlığın ikiye bölünmesi “Geçmiş<br />

Zaman Elbiseleri”nde bir rüya içerisinde ortaya<br />

çıkmaktadır. Burada kahraman, geçirdiği kazadan<br />

sonra bulunduğu evde karmaşık simgelerle dolu<br />

bir rüya görür. Bu rüyadaki görüntüler ve sahneler<br />

Abdullah Efendinin bilincine doğru yaptığı yolculukta<br />

karşılaştıklarını hatırlatmaktadır. Burası<br />

da tüm karışıklığı ve kopukluğuyla bilinçaltının<br />

tasvirine oldukça benzemektedir. Ancak bunlar<br />

kahramanın yakın zamanda yaşadıklarına göndermeler<br />

içeren bir rüyayı daha fazla andırır. Ama<br />

bu görüntülerin ardından gelen bir diğer sahne bilinçaltını<br />

ve bilinç düzeyini, fantastiğin izlekleriyle<br />

ortaya koyan önemli bir parçadır:<br />

“Sonra birdenbire bütün bunlar kayboluyor,<br />

kendimi tek başıma bir bahçede buluyordum.<br />

Ayaklarımın altında bir sarnıç kapağı vardı, ve ben<br />

kapağın hem üstünde ve hem altında olduğumu<br />

biliyordum. Evet, sarnıçta mahpustum ve aynı zamanda,<br />

sarnıcın üstünde bekliyordum. Fakat hakikaten<br />

sarnıcın üstündeki ben miydim? 31<br />

Bilinç ögelerinin bu şekilde kişileştirilmesi ve<br />

varlığın kendisiyle ifade edilmesi ikizleşme temasının<br />

büründüğü sıra dışı ve ilginç bir görünümdür.<br />

Yazar böylelikle hem fantastiği üretmiş hem<br />

de bu türün ögelerini, izleklerini kullanarak insan<br />

psikolojisine, görünmeyene yolculuk yapmıştır.<br />

Aynı zamanda bu fantastiğin derin boyutlar kazanmasını<br />

da sağlamaktadır.<br />

İkizin ortaya çıkışı, ikizleşme teması kısmen fantastik<br />

sayabileceğimiz Muhayyelat’ın ilk hayalinde<br />

karşımıza çıkar. Bu hikâyenin kahramanları olan<br />

Kamercân ve Gülruh birbirlerine ikiz kadar benzemektedir.<br />

Böylece her ikisinin de güzellik olarak<br />

birbirlerinden aşağı olmadığı vurgulanmış olmaktadır.<br />

Bu durum hayalin ilerleyen bölümlerinde<br />

kaybolan Kamercân’ın yerine Gülruh’un almasına<br />

da zemin hazırlayacaktır.<br />

“Görünüş ve çehrece Kamercân’a çok benzeyen<br />

Gülruh, bundan istifade etti. Şehzâdenin esvaplarını<br />

giyerek azametle dışarı çıkıp(…) 32<br />

Ancak bu ikiz motifi sadece fantastiğin değil<br />

aynı zamanda masalların da önemli öğelerinden<br />

3 age., s. 2<strong>20</strong>.<br />

32 Muhayyelat, s. 6.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

biridir ve burada daha çok masal kurgusu içerisindeki<br />

işleviyle ortaya çıkmaktadır.<br />

İdeal Aşk<br />

İdeal aşk teması “Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı<br />

hikâyenin hemen tümüne yayılmış ve aynı zamanda<br />

entrikayı sürükleyecek biçiminde kullanılmıştır.<br />

Kahramanın bir masal atmosferi içerisinde karşılaştığı<br />

kadının, “ (…) hayallerine ve geçmiş zaman<br />

elbiselerine kapalı yaşayan bu kadının gerçekle ve<br />

dış âlemle ilgisi yoktur.” 33 Günlük yaşamla ilgisi<br />

olmadığı gibi sıradan bir hayat da sürmez. Yazar<br />

onunla birlikte masala bir giriş yapar. Zaten ideal/idealleştirilmiş<br />

aşk sıradan bir atmosferde yaşanamaz.<br />

Zaten hatırlanacağı gibi masallar ideal<br />

aşkların anlatılarıdır. Bu anlatılarda birbirlerine<br />

türlü engellerin, çatışmaların sonucunda ulaşan<br />

âşıklar sonsuza dek mutlu yaşarlar. Bu bakımdan<br />

“Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı hikâyeyi bu önemli<br />

vaka halkasını yarım kalmış bir masal, sonuca<br />

ulaşamamış ideal aşk olarak tanımlamak mümkündür.<br />

Ana kahramanın tesadüflerin sonucunda<br />

ve bir rüya hali içerisinde karşılaştığı mekân masal<br />

uzamlarını çağrıştırırken genç kadın da masal<br />

kahramanlarına benzemektedir. Zaten hikâyede<br />

buna da vurgu yapılmaktadır:<br />

“Bunlar bana o kadar garip, olmayacak şeyler<br />

gibi geliyor ki… Bu evde, bütün eski şeyler içinde,<br />

bu eski zaman elbiseleriyle kendimi o kadar başka<br />

bir dünyanın adamı, o kadar yaşadığım zamandan<br />

ayrı buluyorum ki… (Bir müddet düşündü…) Demin<br />

beni eski zaman kadınlarına benzettiğiniz zaman<br />

ben size niçin olmasın, demiştim. Doğrusunu isterseniz<br />

yavaş yavaş ben de kendimi onlardan biri<br />

gibi, hiç olmazsa babamın uydurduğu bir masalın<br />

kızı gibi görmeye başladım ve içime sonuna kadar,<br />

böyle tek başıma, bir başkasının gördüğü bir rüya<br />

olarak kalmanın korkusu çökmeye başladı.” 34<br />

Anlatılan bu hikâye doğru kabul edildiğinde<br />

ideal aşkla birlikte, çünkü ana kahraman ve genç<br />

kadın birbirlerine görür görmez âşık olmuşlardır,<br />

masal öğelerinin de yerli yerine oturduğunu görürüz.<br />

Buna göre genç kadın hapsedildiği yerden<br />

kurtarılmayı bekleyen bir masal prensesidir, ana<br />

33 Mehmet Kaplan, “Geçmiş Zaman Elbiseleri”, Millî Kültür,<br />

Ağustos-Eylül-<strong>Ekim</strong> 9<strong>80</strong>, s. 34.<br />

34 Tanpınar, Hikâyeler, s. 226.<br />

174<br />

kahraman ise bilmeden de olsa onu kurtarmaya<br />

gelmiş bir prenstir. Hatta bu örgüde kızına ulaşılmasına<br />

izin vermeyen ve bu sebeple her iki kahramanın<br />

kavuşmasını engelleyen bir baba, üvey<br />

baba motifi bile bulunmaktadır. Masal prensiyle<br />

örtüşen ana kahraman tıpkı Doğu masallarında<br />

olduğu gibi bilmediği bir mekânda uyanır, uyuyup<br />

tekrar uyandığında ise dekor kaybolmuştur. Yaşadıklarının<br />

gerçek olup olmadığına dair ise elinde<br />

pek bir şey kalmamıştır. Tipik bir şark masalı yapısı<br />

gösteren bu iç hikâye bu şekilde devam etmez.<br />

Gerçeklik, olağanüstüyü sürekli sarsar ve bu durumda<br />

fantastik ortaya çıkar.<br />

Abdullah Efendi de hikâyede anlatıldığı üzere,<br />

hayatı boyunca bu garip ve olağanüstü hayatına<br />

eşlik edecek ideal kadını ve ideal aşkı aramaktadır.<br />

O, herkesten, her kadından farklı olmalı ve<br />

onu anlamalıdır. Ancak böyle bir kadın onun her<br />

iki benliğine hitap edecek, onu her yönden tamamlayacaktır.<br />

Benliğinin sadece bir katmanına<br />

hitap etmesi yine onu aynı karmaşanın içerisinde<br />

bırakmaktadır:<br />

“Fakat Abdullah, aşkı o kadar idealleştirmişti ki,<br />

realitedeki manzarasına artık tahammül edemiyordu.”<br />

35 Tüm o evlerden kaçış sebebi ve o görüntüleri<br />

kurma, bilinçaltından bilinç düzeyine çıkarma<br />

sebebi onun bu düşüncesidir.<br />

Nazlı Eray, ideal aşk temasını birbirinin devamı<br />

niteliğindeki “Hücre Mühendisi”, “Mutluluk Kliniği”<br />

ve “Erkek İade Reyonu” adlı hikâyelerinde işler.<br />

Fantastikten de öte olağanüstüne yakın olan bu<br />

hikâyelerin ilkinde ana kahraman ve Nizami Öney<br />

klonlamadan yararlanarak yeni insanlar oluşturabilmektedirler.<br />

Önce tek bir örnekte denedikleri<br />

bu işi klinik açarak ilerletirler. Buraya sevgilileri,<br />

kocaları ya da oğulları ölmüş, kendilerini terk etmiş<br />

kadınlar başvururlar ve siparişlerini alarak<br />

ayrılırlar. Bu noktadan itibaren ikizleşme teması<br />

da belirmeye başlar. Eskiye dair hiçbir şey hatırlamayan<br />

bu yeni erkekleri kadınlar ilk başta, oluşturmaya,<br />

onlara bir kimlik kazandırmaya çalışırlar.<br />

Ancak ideal olan ve kendilerine ideal aşkı, sevgiyi<br />

sunan bu ikizler kadınları mutlu etmez. Onlar kusurlu<br />

da olsa hayatı paylaştıkları ve her şeyleriyle<br />

kabul ettikleri insanlara özlem duymaktadırlar.<br />

35 age., s. 9 .


Ölüm<br />

Fantastik edebiyat içerisinde ölülerin tekrar ruh<br />

ve vücut bulmaları sıklıkla ortaya çıkan temalardandır.<br />

İnsanlık tarihi boyunca kurulan bu fantezi<br />

güncelliğini hâlâ yitirmemiş birer motiftir. Zombi,<br />

vampir gibi görünümleriyle sık karşılaşılan bu<br />

tema kimi zaman sadece korku yaratmak kimi zaman<br />

da bir mesaj vermek amacıyla kullanılmaktadır.<br />

Tanpınar’ın “Abdullah Efendinin Rüyaları”<br />

hikâyesinde ise bu tema canlanan ve konuşmaya<br />

başlayan bir ölü şeklinde açığa çıkar:<br />

“Abdullah başını kaldırdı ve tahta kurusu lekeleriyle<br />

çivi deliklerinin baştanbaşa kapladığı sefil<br />

duvarda tavana yakın asılmış bir zembilin içinden<br />

kendisine istihza ile, istihfafla bakan bir ihtiyar<br />

çehresi gördü. Bu en aşağı yüz elli, iki yüz<br />

yaşlarında bir erkekti. Abdullah Efendi bu kadar<br />

korkunç bir şekilde ihtiyarlamış bir başka çehreye<br />

hayatında rastlamamıştı. Ufalmış, bir el ayası kadar,<br />

buruşuk yüzünü seneler kemire kemire âdeta<br />

bir sünger yahut daha iyisi kuru ve çürük bir ceviz<br />

haline getirmişti.” 36<br />

Ancak bu istekle geldiği ikinci evde de karşılaştığı<br />

olaylar, sol göğsünü kaybeden kadın, canlanıp<br />

dans etmeye başlayan resim kişileri onu yine delirmenin<br />

eşiğine getirirler. Bu sahnelerde sanki<br />

bilinçaltı canlanmış onu baskıcı üst benliğinden<br />

kurtaracak, normal bir insan haline dönüştürecek<br />

her eyleminin önüne geçmektedir. Bu hikâyede<br />

neredeyse tüm fantastik tema ve ögeler kişilik<br />

bölünmesine ve çatışmaya, genel anlamda ise iç<br />

dünyaya işaret etmektedirler.<br />

Nazlı Eray’ın “Ödül” hikâyesinde de ölüm temasına<br />

rastlarız. Tam bir fantastik bütünlük içerisinde<br />

kurgulanan bu hikâyede ölüm sonrası<br />

yaşantıya da yer verilir. Hikâyenin bir yazar olan<br />

kahramanına dalgınlıkla yolda yürüdüğü esnada<br />

araba çarpar ve bu andan itibaren rüyaya benzer<br />

bir öte dünya anlatımı başlar. Burada arkadaşları<br />

olan diğer yazarlarla karşılaşır:<br />

“Sevim, Oğuz’a döndü:<br />

‘Sait memnun ama.’ dedi.<br />

‘Evet,’ dedi Oğuz, ‘Sait her yıl iner, ödül törenini,<br />

36 Tanpınar, Hikâyeler, s. 77- 78.<br />

175<br />

Burgaz Adasındaki evinin üst kat pencerelerinden<br />

birinde izler. Sonra mutlu döner buraya.” 37<br />

Hikâyeye fantastik-olağanüstü bir görünüm<br />

kazandıran bu süreç kahramanın komadan çıkışı<br />

ve bir hastane odasında gözlerini açmasıyla sona<br />

ermektedir. Bu da kahramanın sevdiği insanlara<br />

yeniden hayatiyet kazandırmak için onları zihninde,<br />

iç dünyasında yaşattığı izlenimini kuvvetlendirmektedir.<br />

Nazlı Eray’ın “Ziyaret” adlı öyküsü de ölüm teması<br />

etrafında kurgulanmıştır. Bu sefer birinin<br />

ölümü değil ölen birinin kısa süreliğine de olsa<br />

hayata dönüşü söz konusudur. Anlatıcı kahramanın<br />

dokuz sene önce ölen anneannesi ona telefon<br />

açmıştır ve ziyaretine gelmek istemektedir. Önce<br />

büyük bir şaşkınlık duyan kahraman durumu kabullenir<br />

ve onu evine getirir. Anneannesine kendi<br />

yaşamı ve hayat koşulları hakkında bilgi veren<br />

kahraman daha sonra onunla vedalaşır ve onu<br />

yolcu eder. Asıl bu sahneden sonra kararsızlık hali<br />

başlar ve okuyucu olarak biz yaşananları hangi<br />

kategoriye yerleştirebileceğimizi bilemeyiz. Çünkü<br />

kahramanın anlattığına göre o, anneannesiyle<br />

on sekiz yılı paylaşmış ve onun ölümünden büyük<br />

üzüntü duymuştur. Tüm bunlar pekâla günlük yaşamın<br />

sıkıntılarından bunalan ve dertleşme, sığınma<br />

ihtiyacı duyan kahramanın hayali de olabilir.<br />

Ancak bu noktada fantastik tekrar devreye girer<br />

ve hayalden ibaret saymaya yöneldiğimiz unsurlar<br />

birçok soru işaretiyle birlikte varlıklarını hissettirirler:<br />

“Oturduğum yerden duyuyordum, kayışını takıyordu<br />

köpeğini dışarıya çıkaracaktı.<br />

‘Anneciğim,’ diye seslendi.<br />

‘Ne var?’ dedim.<br />

‘Kim geldi bugün? Bak burada birisi lacivert eldivenlerini<br />

unutmuş” 38<br />

Nevroz<br />

“Abdullah Efendinin Rüyaları”nda hikâyeye adını<br />

veren kahramanı yoğun içsel çatışmalar ve olağanüstüne<br />

yaklaşan unsurların bulunduğu sahneler<br />

37 Eray, Yoldan Geçen Öyküler, s. 33.<br />

38 age., s. 90.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

oldukça sarsar ve nevrozun eşiğine getirir. Gece<br />

olmasına rağmen evlerde gördüğü hareketlilik,<br />

hepsinin içinde bulunan, normalden farklı hayvanlar,<br />

testilerin içinden öten horozlar, canlanan<br />

asmalar ve diğer bitkiler, onu, bulunduğunu zannettiği<br />

geçeklikten uzaklaştırmaktadır. Kafası allak<br />

bullak olmuş ve yuvarlanmak “… üzere olduğu<br />

uçurumun kenarında tuttuğu son çalı veya sivri<br />

taş parçasının da ağırlaşan parmaklarının arasından<br />

kaymakta olduğunu hisseden bir kazazedenin<br />

ümitsizliğiyle etrafa bakınan…” 39 Abdullah Efendinin<br />

macerası bu aşamadan itibaren fantastikle<br />

olağanüstü arasında, bunlardan ikincisine yakın<br />

biçimde ilerler.<br />

Nevroz hâli “Geçmiş Zaman Elbisesi’nin kadın<br />

kahramanında da vardır ya da onun böyle olduğu<br />

söylenir. Ancak onun hakkında tam bir karara<br />

varmak hikâye bittikten sonra bile mümkün olmamıştır.<br />

Hasta ve asabi olan kadın mı yoksa onun<br />

kocası olduğunu söyleyen orta yaşlı erkek kahraman<br />

mıdır, bunların cevapları verilmemiş belki de<br />

okurun kararına bırakılmıştır.<br />

Şeytan<br />

Fantastiğin sen izlekleri başlığı altında yer<br />

alan insan dışı yaratıklar ve bir ölçüde şeytan, A.<br />

H. Tanpınar’ın “Abdullah Efendini Rüyaları” adlı<br />

hikâyesinde de yer almaktadır. Kahramanın gerçeklikle<br />

ilgisini yitirmeye başladığı ve delirmemek<br />

için çabaladığı noktada bulunan bu unsurlar diğer<br />

izleklerle beraber fantastiğin kadrosunu tamamlamaktadırlar:<br />

“Abdullah Efendi bundan sonra daha ileride<br />

ihtiyar bu papazın, bir ahretliğin parçalanmış vücudunu<br />

bir torbaya doldurarak sırtlandığını, biraz<br />

ötede genç bir kadının aşkının kesik bakışını bir<br />

yıldız gibi boşluğa fırlatarak yatağının üzerinde<br />

katıla katıla ağladığını, beri tarafta ihtiyar bir cadının<br />

son derecede uzun, boğum boğum parmaklarıyla<br />

genç bir çocuğun kalbini yerinden kopardığını<br />

görüyordu.<br />

(…)<br />

Fakat bununla bitmiyordu, hayal gittikçe büyü-<br />

39 Tanpınar, Hikâyeler, s. 94.<br />

176<br />

yor, genişliyor, emsali ancak bazı ortaçağ abartmalarında<br />

veya şimal ressamlarının tablolarında<br />

görülen, hayalî, zalim ve çılgınca bir mahşer halini<br />

alıyordu.<br />

(…)<br />

Sanki bir şeytan, kötü bir ruh bütün eşyayı,<br />

bütün mevcutları hep birden zaptetmiş, onların<br />

ağızlarıyla gülüyor, onların uzuvlarıyla doymak<br />

bilmeyen iştihasını tatmin ediyordu.” 40<br />

Mekân-Uzam Dönüşümleri<br />

Fantastik türünde zaman ve mekân da sık sık<br />

değişme, dönüşüme uğramaktadır. Bu kurguyu<br />

renklendirmek amacıyla olabileceği gibi daha derin<br />

ve karmaşık nedenlere de dayanabilir. “Abdullah<br />

Efendinin Rüyaları”nda yaşanan dönüşümse<br />

kahramanın macerasıyla yakından ilgilidir:<br />

“Bir tesadüf, bir talih onu bu gece alelâde fânilerin<br />

yaşadığı zamanın hudutları dışına çıkarmıştı;<br />

başka türlü bir zamanı yaşıyordu; buna itiraz etmek<br />

gülünçtü.” 41<br />

Burada sadece zaman değil mekân da günlük<br />

gerçekliğin dışına çıkmıştır. Bunun sebebi Abdullah<br />

Efendinin macerasının da sıradan olmasından,<br />

yolculuğun doğrudan onun iç dünyasına yapılmasından<br />

kaynaklanmaktadır.<br />

“Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı hikâyede mekânın<br />

dönüşümünden ziyade atmosferin başkalaşmasından<br />

söz edebiliriz. Zaten bu hikâyede<br />

mekândan çok atmosferin ön planda olduğu görülmektedir.<br />

Bu başkalaşma aynı zamanda gerçeklikten<br />

fantastiğe, bir ölçüde de olağanüstüye<br />

geçişi temsil etmektedir:<br />

“(…) birdenbire uzak ve o zamana kadar hiç duymadığım<br />

bir musiki dalgasını, huzursuz uykumun<br />

beni içine kapattığı karanlık yeraltı zindanına sızmağa<br />

başladı. Yekpare, rutubetli duvarlar yavaş<br />

yavaş aydınlandılar, gerildiler, etraftaki kalabalık<br />

sesin ve ışığın sıcak çağlayanın karışık şekillerini<br />

kaybettiler ve sert maskeler yumuşayarak eşyanın<br />

her zamanki alışık yüzlerini aldılar. Sonra<br />

yavaş yavaş musiki uzaklaştı ve ben ifadesi güç<br />

40 age., s. 96- 97.<br />

4 age., s. 98.


uh hâleti içinde uyandım. O anda bütün benliğimi<br />

dolduran acayip, esrarlı, âdeta fevkattabia saadet<br />

hissini nasıl anlatmalı?” 42<br />

Bu ruh hali ve atmosfer hikâyenin bu bölümünde,<br />

ana kahramanın evde kaldığı süre boyunca ve<br />

sonra tekrar bu evin sakinleriyle karşılaşması esnasında<br />

devam eder. Bu da masal ögeleri olarak<br />

tavsif edilen diğer kahramanların kendileriyle birlikte<br />

havalarını, atmosferini de kurguya taşımalarıyla<br />

açıklanabilir.<br />

Mekân ve zaman dönüşümüne güzel bir örnek<br />

de Nazlı Eray’ın “İzmir” hikâyesinde verilmektedir.<br />

Ankara caddelerinde İzmir’i bulmak için dolaşan<br />

hikâye kahramanı her anlatılan olayda şehrin farklı<br />

bir yüzüyle karşılaşmaktadır. Ama bunlardan en<br />

ilginci girdiği bir lokantada bir İzmir ısmarlaması<br />

üzerine önüne getirilen şehirdir:<br />

“Lokantanın arka tarafında bir gürültü koptu!<br />

İskeleye yanaşan bir vapurun düdük sesi dükkânın<br />

içini doldurdu. Hepimiz şaşkınlık içinde çevreye<br />

bakınıyorduk.<br />

Derken garson mutfak kapısından belirdi. Elindeki<br />

tepside, akıl almaz büyüklükte bir İzmir taşıyordu…<br />

(…)<br />

Garson, güm! diye tepsiyi masaya koydu.<br />

Bir anda her şey sakinleşmiş, kent eski yaşantısına<br />

dönmüştü.<br />

Baktım, masa örtüsüne körfezin suyu azıcık sıçramış…”<br />

43<br />

Daha sonra kahraman olayı daha da ilginçleştirerek<br />

şehrin içine atlar ve bu sefer de İzmir’de<br />

gezmeye başlar. Tüm bunları olağanüstünden ayıran<br />

fark ise kahramanın zaman zaman gerçekliğe<br />

dönmesi ve okurun aklında, ‘Acaba hayal mi kuruyor?’<br />

sorusunu oluşturabilmesidir.<br />

42 age., s. 2<strong>20</strong>.<br />

43 Eray, Yoldan Geçen Öyküler, s. 6- 7.<br />

177<br />

Sonuç<br />

Sonuç olarak sözünü ettiğim her iki yazarın<br />

fantastik hikâye alanındaki konumlarını kısaca<br />

vurgulamak istiyorum. Bunlardan Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar, Türk romanına olduğu kadar hikâyemize<br />

de yeni kapılar aralamış, büyük katkılarda bulunmuş<br />

bir yazardır. Fantastik hikâye de onun varlığını<br />

hissettirdiği, kendi çizgisini yansıtabildiği farklı<br />

bir alan olmuştur. O, fantastiğin ögelerini sadece<br />

yüzeysel anlamda kullanmamış bunlardan hareketle<br />

bireyin iç dünyasına, bilinçaltına yolculuklar<br />

yapmıştır. Bu bakımdan okurunu fantastik bir kurguyla<br />

en az bu kurgu kadar olağandışı bilinçaltıyla<br />

yüzleştirmiştir. Onun ele aldığım hikâyeleri her<br />

yönüyle fantastiğin çok başarılı uygulamaları olarak<br />

kabul edilmelidir. Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />

sadece okur değil maceranın içerisindeki kahraman<br />

da benzer şaşkınlığı yaşamaktadır.<br />

Nazlı Eray da hikâyelerinde her adımda okuru<br />

şaşırtmayı, onu olağanüstüyle günlük yaşamın<br />

gerçekliği arasında gezdirmeyi sever. Bu bakımdan<br />

fantastiğin anlatım tekniklerinden büyük<br />

ölçüde faydalanır. Fantastik zaten yeni açılımlar<br />

arayan ve okuru sıradan olandan uzaklaştırmak<br />

isteyen yazar için doğru bir tercihtir. Nazlı Eray’ın<br />

hikâyelerinde fantastik-olağanüstünün renkli, aydınlık<br />

ve sınırsız dünyası tercih edilir. Bu olanaklar<br />

dünyasında kahramanlar doğaüstüne çoklukla<br />

alışkındır, burada asıl şaşıran okurdur. Ancak onun<br />

hikâyelerinde olağanüstü yine olağanın, gerçeğin<br />

belirlediği çerçevede cereyan etmektedir. Bu yüzden<br />

fantastiğin sınırları zorlansa da kahramanlar<br />

gerçekliğe dönüş yaparak türün gereği olan kararsızlığın<br />

doğuşunu sağlarlar.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

GOTİK EDEBİYAT VE<br />

GÜNÜMÜZ<br />

HİKÂYESİNDEKİ<br />

YANSIMALARI<br />

Özet: Batı edebiyatında on sekizinci yüzyıl sonunda<br />

Aydınlanma Hareketi’nin rasyonalist ortamına<br />

tepki olarak ortaya çıkan gotik edebiyat; cin,<br />

peri, vampir, hortlak gibi doğaüstü unsurlardan<br />

beslenerek okurda korku hissi uyandırmayı hedefleyen<br />

edebi bir türdür. Gotik edebiyat bilhassa<br />

roman ve hikâye türleri çerçevesinde Batı edebiyatlarında<br />

giderek gelişmiş ve günümüze başarılı<br />

örnekleri ile gelmiştir.<br />

Türk edebiyatında birçok eserde korku motifi<br />

yer almakla birlikte, korku temasının gotik bir<br />

amaç doğrultusunda kullanıldığı sınırlı sayıda örnek<br />

vardır. Bu çalışmaların ortaya çıkışı yirminci<br />

yüzyıla rastlar. Türk edebiyatındaki varlığını uzun<br />

aralıklarla ortaya konan gotik örnekler ile sürdüren<br />

türe duyulan ilgi <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası artmaya başlar.<br />

Bildiride gotik ve gotikimsi ögeler barındıran<br />

Türk hikâyeleri ekseninde Türk edebiyatında gotik<br />

türünün serüvenini ortaya koyulmaktadır.<br />

178<br />

Özge YÜCESOY<br />

İSTANBUL Üniversitesi<br />

Abstract: Gothic literature, appeared as a<br />

reaction in western literature to the rationalist<br />

aspect of Enlightenment Movement in the latest<br />

years of the 18th century, is a literal genre<br />

of which target is to make the reader feel scared<br />

by the means of metaphysics elements such as<br />

fairy, jinn, vampire, fearsome ghost. Gothic literature<br />

has been improved gradually in western<br />

literatures especially in the frame of novel and<br />

story genres and has reached today with successful<br />

examples.<br />

In Turkish literature, although there are figures<br />

of fear in many literary works, the number of<br />

examples in which the theme of fear is used for a<br />

gothic purpose are few. The appearance of those<br />

studies corresponds to the <strong>20</strong> th century. The interest<br />

for the genre mentioned here which survives<br />

by the means of gothic examples produced at<br />

long intervals, started to rise after <strong>19</strong><strong>80</strong>.<br />

In this title the adventure of the genre of gothic<br />

put forth for consideration in the frame of Turkish<br />

stories bearing gothic and gothic-like elements.


Batı edebiyatında on sekizinci yüzyıl sonunda<br />

Aydınlanma Hareketi’nin rasyonalist ortamına<br />

tepki olarak ortaya çıkan gotik edebiyat cadılar,<br />

cinler, periler, hortlaklar, vampirler gibi doğaüstü<br />

yaratıklardan ve rasyonel-irrasyonel çatışmasının<br />

ortaya konulmasında etkili bir araç olan spiritüalizm<br />

gibi akımlardan beslenerek okurda korku hissi<br />

uyandıran; olayları, olguları ve bastırılmış ruh<br />

hallerini, biçimsel dönüşümle açığa vuran edebî<br />

bir türdür. Batı edebiyatına on sekizinci yüzyılda<br />

İngiliz gotik romanlarıyla yerleşen tür, bu kültürde<br />

edebî saha ile sınırlandırılamayacak bir gelişim<br />

göstermiş ve sinema başta olmak üzere moda,<br />

müzik gibi çeşitli sektörler içinde yeni yeni aktarım<br />

kanalları edinerek varlığını sürdürmüştür.<br />

Bilindiği gibi on sekizinci yüzyıl Aydınlanma<br />

Çağı’dır. Kurucu ilkesi ‘akıl’ olan Aydınlanma<br />

Çağı’nda öne sürülen temel görüş doğru bilgiye<br />

akıl aracılığıyla ulaşılabileceği, insan doğası ve<br />

toplumsal yaşamın bu bilgi ile düzenlenebileceğidir.<br />

Ortaçağ’ın kabullerini yıkıp, her şeyi akla<br />

dayanarak yeniden inşa etmeyi ilke edinen, akılcılığın<br />

insanın, toplumsal yaşamın ve düşünüşün<br />

başat öğesi olduğunu ileri süren bu dönemde<br />

akıl dışılık, düş gücü ve batıl inançlarla beslenen;<br />

doğaüstü unsurlar içeren; barbarlık, düzensizlik,<br />

kaos, korku ve dehşete yönelik çağrışımları olan<br />

gotik edebiyata ilginin uyanması dikkat çekicidir.<br />

Bu ilginin ardında yatan temel gerekçe Aydınlanma<br />

Hareketine ve on sekizinci yüzyılın ilk yarısına<br />

egemen olan klasisizmin kurallara uygun, dengeli<br />

ve ölçülü yapısına duyulan tepkidir.<br />

Bir eserin gotik olmasını belirleyen ön koşul<br />

yukarıda belirtildiği gibi doğaüstü unsurlardan ve<br />

durumlardan beslenmesi ve ana eksenini, mekân<br />

unsuruna belirleyici bir rol yükleyerek, korku zemini<br />

üzerine oturtmasıdır. Edebiyat çevrelerinde<br />

başarılı kabul edilen gotik roman örneklerinin çoğunda,<br />

mekâna dayalı ürpertici atmosfer oluşturma<br />

gayesi güdülmüştür. Gotik edebiyatta mekân<br />

unsurundan bahsederken, Amerikan Gotiğinin<br />

önemli temsilcilerinden olan Edgar Allan Poe’nun<br />

(1<strong>80</strong>9-1849) The Fall of The House of Usher (Usher<br />

Evi’nin Çöküşü) adlı öyküsünü anmak gerekir.<br />

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında İngiliz yazar<br />

Sir Horace Walpole’un Otranto Şatosu adlı çalış-<br />

179<br />

ması ile ilk örneğini veren gotik roman, yüzyılın<br />

sonuna dek Walpole’un eserinde getirdiği karakter<br />

ve mekân şablonuna bağlı kalır. 1 Büyük şatolar,<br />

ıssız dehlizler, yer altı geçitleri, hayaletlerle dolu<br />

odalar, eski malikaneler, loş salonlar gibi hikâyenin<br />

gerilim dozunu arttıran ürpertici mekânların<br />

kurguya dahil edildiği gotik eserlerde; hayaletler,<br />

canavarlar, kötü ruhlar, cesetler, iskeletler, günahkâr<br />

aristokratlar, din adamları, güçsüz kadın kahramanlar,<br />

mal varlığı elinden alınmış vârisler ve<br />

haydutlar şahıs kadrosunu oluşturur.<br />

18<strong>19</strong> yılında John William Polidori tarafından<br />

yazılan The Vampyr (Vampir) adlı öykü ile bu kadroya<br />

gotik esintiler taşıyan ilk vampir figürü eklenir.<br />

2 Vampirlerin dışında gotik edebiyatın şahıs<br />

kadrosunda insanlığı etkileyen çalışmaları ile bilim<br />

adamları; suçlular; psikolojileri bozuk, tuhaf<br />

davranışlar sergileyen bireyler; ikiyüzlülüğe ve<br />

kötülüğe gönderme yapan canavar eş kimlikler<br />

yer alır. Frankenstein’ın canavarı ve Dr. Jekyll ve<br />

Mr. Hyde romanında Mr. Hyde, insan kimliğinin bütünlüğüne<br />

yönelik soru işaretlerinin oluştuğu on<br />

dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başında<br />

gotik yazının ana karakterlerinden birini oluşturan<br />

canavar eş kimliklere örnek olarak gösterilebilir.<br />

Yirminci yüzyıl gotik kahramanlarda dikkat çeken<br />

bir başka nokta da kahramanların değişmez<br />

bir biçimde tutkuları yüzünden yıkıma uğrayan,<br />

dışlanan, keskin bir ifade ile ‘kötü’ olarak tanımlanan<br />

karakterler olmamasıdır. Öyle ki, zaman<br />

zaman okur eskisi gibi ‘iğrenç’ ve ‘toplum dışı’<br />

bulmadığı kahramanla özdeşim kurabilmektedir.<br />

Bir çizgi roman olan ve gördüğü ilgi neticesinde<br />

sinema ve dizi filme çekilen, bilgisayar oyunları<br />

yapılan Addams Family (Addams Ailesi) örneğinde<br />

olduğu gibi, gotik karakterlerle bir arada yaşayıp,<br />

onlarla dalga geçerek kendini eğlendirmektedir.<br />

Addams Family yirminci yüzyılda gotik karakterlerin<br />

kitle tüketimi için bir araç halini almış olmasını<br />

göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.<br />

Şahıs kadrosu ve mekân unsurunu yazımızın sınırları<br />

içerisinde ana hatları ile belirlemeye çalıştığımız<br />

gotik türü, 1764 tarihli Otranto Şatosu’ndan<br />

günümüze temaları bakımından da renklenmiştir.<br />

Scognamillo, Korkunun Sanatları, s.48-49.<br />

2 Scognamillo, Dehşetin Kapıları, s.88.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

18.yüzyılın rasyonalist ortamına, sanatsal yaratıcılığı<br />

sınırlayan aklın katı tonlarına duyulan tepkinin<br />

ürünü olan gotik; Batı’da ilk ortaya çıktığı<br />

dönemde aristokratların can sıkıntısına, burjuvazinin<br />

kendine yönelik kaygılarına işaret eder. Ensest,<br />

cinsel aşırılıklar, geçmişten gelen ve tüm aile<br />

fertlerini etkileyen lanet, şeytana satılmış ruhlar<br />

on sekizinci yüzyıl gotiğinin belli başlı temalarını<br />

oluşturur. İlk dönem gotik eserlerde okurlar The<br />

Castle of Otranto’da olduğu gibi canlanıp çerçevesinden<br />

çıkan portrelerden; Ann Radcliffe’in The<br />

Mysteries of Udolpho’sunda olduğu gibi kasvetli<br />

şatolardan, karanlık ormanlardan oluşan kasvetli<br />

doğa betimlerinden ürkmekte ve gotik roman<br />

okurlarını bu yolla hedeflediği gibi dehşete düşürebilmektedir.<br />

Ancak, on sekizinci yüzyıl sonlarından itibaren<br />

hayatı tanımlamaya yönelik geleneksel, metafizik<br />

ve dinsel yaklaşımların yerini seküler ve materyalist<br />

buluşlar alınca gotiğin temaları sosyolojik,<br />

politik ve kültürel değişimler ışığında farklı bakış<br />

açıları ile yeniden değerlendirilmeye ve çeşitlenmeye<br />

başlar. On dokuzuncu yüzyılda İngiltere tarım<br />

toplumu olmaktan endüstri toplumu olmaya<br />

doğru yönelmiştir. Gelişmekte olan kapitalizm<br />

yabancılaşma ve yalnızlaşmayı beraberinde getirir.<br />

Makineleşme işçileri işlerinden, kent yaşamı<br />

ise insanı doğadan koparır. Bilimin, feodal dönem<br />

sonrası ortaya çıkan burjuva-kapitalist toplumun<br />

bireyi için anlamı, insan doğasını yorumlamak ve<br />

anlamlandırmak, hayatı bütünüyle kavrayabilmek<br />

ve bu idrakten hareketle sadece kendi dürtülerini<br />

değil modern toplumun bütün alanlarını sınıfsal<br />

çıkarlarını gözetecek biçimde denetleyebilmektir.<br />

Bu arzunun altında burjuva sınıfının hızla gelişen<br />

kapitalist dünyada, kaybetmekten korktuğu iktidarını<br />

elinde tutma arzusu vardır. Dolayısıyla bu<br />

dönem gotiğinde bilimin insan yaşamındaki yeri,<br />

endüstrileşmenin etkileri ele alınır. Frankenstein,<br />

bu yönelimin ilk örneğidir. 3<br />

Giovanni Scognamillo’ya göre Frankenstein’in<br />

yayımlanışı ve ardından gelen örneklerde gotik<br />

türü kendini bir değişimin eşiğinde bulur: “Rönesans<br />

etkilerini taşıyan, romantik Latin kahramanlarından<br />

ve lanetlerden kurtulamayan ilk örnekle-<br />

3 David Punter, Glennis Byron, The Gothic, United Kingdom,<br />

Blackwell Publishing, <strong>20</strong>04, s.2 .<br />

1<strong>80</strong><br />

rinden sonra (...) yeni, hatta çağdaş, daha anlamlı<br />

ve karmaşık yönlere sapar. 4 Frankenstein’ın canavarını<br />

ortaya çıkaran şey on sekizinci yüzyıl gotiğinde<br />

olduğu gibi geçmişten gelen bir lanet ya da<br />

açıklanamayan doğaüstü bir durum değil, doğrudan<br />

on dokuzuncu yüzyıl burjuva kültürüdür.<br />

Canavar, dönemin bilimsel gelişmeleri ışığında insanoğlunun<br />

kendi yapay benzerini yaratma teşebbüsünün<br />

ve Marksist eleştirel yaklaşımla burjuva<br />

sınıfının bastırılmış sosyal ve sınıfsal endişelerinin<br />

ürünüdür.<br />

Görüldüğü gibi gotik, kültürel gerilimin arttığı<br />

anlarda parlayan, psikolojik ve sosyolojik endişelerin<br />

biçimini dönüştürerek açığa vuran bir türdür.<br />

Dehşet verici durumların anlamları ve simgeleri<br />

kültürel birikimlere bağlı olarak hızla değişir. Yirminci<br />

yüzyılda yaşanan sosyo-kültürel değişmeler<br />

neticesinde bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanın<br />

ruh ve beden bütünlüğüne yapacağı etkinin<br />

boyutları üzerinde durulmaya başlanır. Teknolojik<br />

gelişmeler yirminci yüzyıl gotiğinin ana temalarındandır.<br />

Yirminci yüzyıl gotiğinde belirleyici rolü olan unsurlardan<br />

biri de Freud’un çalışmalarıdır. Değişik<br />

disiplinlerde farklı yönleri ile irdelenen Freud’un<br />

savları, gotik dehşetin gereçlerinin bireyin içine<br />

yerleşmesine; iyi ve kötünün şeytanî ve ilahî<br />

olanla değil, arzuları kontrol edilemeyen açgözlü<br />

id ve kontrol altına alan süper ego ile ilişkilendirerek<br />

birey merkezli yorumlanmasına kapı aralar.<br />

Tekinsizlik (Uncanny) kavramı <strong>19</strong><strong>19</strong> tarihinde<br />

Freud tarafından korkunun kaynağı olarak gösterildiğinden<br />

beri Gotik yazının korkuyu ele alış<br />

biçimi değişmiştir. Freud, ’tekinsizlik’ kavramını<br />

tanımlarken Schelling’in ‘unheimlich’ tanımından<br />

faydalanmıştır. ‘Sır olarak kalması gerektiği halde<br />

açığa çıkmış her şey’ anlamına gelen ‘unheimlich’i<br />

kendi terminolojisi içinde değerlendiren ve ‘bastırılmış<br />

olanın geri dönüşü’ biçiminde formüle eden<br />

Freud’a göre hangi türden olursa olsun bastırılan<br />

duygular korkuya dönüşür. Fertler, çatışma halindeki<br />

iki duygudan toplum nezdinde meşru olanına<br />

yönelir ve diğerini bastırır. Bastırılmış duygular<br />

herhangi bir sebeple geri dönüp kendini zihne<br />

dayattığında korku ortaya çıkar. Freud’un kendi<br />

ifadesi ile söylersek: “Tekinsiz bir deneyim, ya bas-<br />

4 Scognamillo, a. g. e., s.49.


tırılmış bir çocukluk kompleksi herhangi bir etkiyle<br />

yeniden canlandığında ya da aşıldı sanılan ilkel<br />

inançlar yeniden doğrulanırmış gibi göründüğünde<br />

ortaya çıkar.” 5 Yirminci yüzyıl gotiğini on sekiz<br />

ve on dokuzuncu yüzyıl gotiğinden ayıran önemli<br />

farklardan biri Freudyen yaklaşımın gotik bakış<br />

açısına dâhil olmasıdır.<br />

Tarihi süreçte şahıs kadrosu, mekân ve temalar<br />

bakımından çeşitlenen ve görüldüğü üzere her<br />

türden aşırılığın (excess) ifadesi olan gotik yazında<br />

‘defamiliarization’ yöntemine başvurulur. Rus<br />

Biçimcileri’nin kullandıkları ve Türkçeye ‘alışkanlığı<br />

kırma’ şeklinde çevirebileceğimiz bu kavrama<br />

göre edebiyat eserinin yaptığı, gerçeği yansıtmak<br />

değil onu farklı bir ifade ile değişik bir biçimde algılatmaktır.<br />

‘Alışkanlığı kırmak’ için sıklıkla ironik<br />

bir üslup benimsenir. 6<br />

Bunun ötesinde on dokuzuncu yüzyıldan itibaren<br />

gotik, katı bir çekirdek olma özelliğini yitirmiş<br />

ve diğer türlerle iç içe geçmiştir. Örneğin, Frankenstein<br />

bilimkurgu öyküsü anlatan, Dracula ikinci<br />

bölümü ile modern dedektif yazına örnek teşkil<br />

eden gotik eserlerdir.<br />

Anglo-Sakson kültürdeki bu geniş yelpazeye<br />

karşın tür, Türk kültüründe oldukça farklı bir serüven<br />

geçirir. Türün beslendiği ana kaynak olan<br />

doğaüstü yaratıklar ve mistik inançlar, Anadolu ve<br />

İslam kültüründe de var olmakla birlikte bu unsurlar<br />

Batıdaki anlamıyla gotik edebiyat doğurmaz.<br />

Pek çok romanda korku motifi yer almakla birlikte,<br />

temanın gotik bir amaç doğrultusunda kullanıldığı<br />

sınırlı sayıda eser vardır. Kanımızca Türk<br />

edebiyatında gotiğin ortaya çıkışını geciktiren<br />

nedenlerin neler olduğu sorusunun yanıtı; türün<br />

ortaya çıktığı yıllarda Batı kültürü ve Türk kültüründeki<br />

toplumsal yapı, dini inançlar ve edebiyat<br />

özelinde ele aldığımızda karşımıza çıkan sanatsal<br />

kabullerdeki farklılıkların karşılaştırmalı olarak incelenmesi<br />

yoluyla aranmalıdır.<br />

Dikkat çekilmesi gereken ilk nokta Hıristiyanlık<br />

ve bu inancın doğaüstü yaratıklar, şeytan ve kötülük<br />

inancını ele alış noktasında İslami çizgiden<br />

farklı olan yaklaşımlarıdır. Hıristiyanlıkta var olan<br />

5 Sigmund Freud, The Uncanny, http://people.emich.edu./<br />

acoykenda/uncanny3.htm<br />

6 Berna Moran, Edebiyat Kuramları Ve Eleştiri, İstanbul, Cem<br />

Yayınevi, 99 , s. 62.<br />

181<br />

ve korkuyu sürekli diri tutan ‘İlk Günah’ inancı gotik<br />

edebiyatın bu kültürün ürünü olmasında önemli<br />

paya sahiptir. Hıristiyan inancına göre Hz. Âdem<br />

yasak ağacın meyvesinden yiyerek sadece kendini<br />

değil tüm insanlığı günaha sokmuş 7 , işlediği ‘İlk<br />

Günah’ nedeniyle insan doğası hasar görmüş, kutsal<br />

varlığı adeta kirli bir kılıfla örtülmüştür. Her<br />

insanın doğduğu andan itibaren içinde taşıdığı<br />

‘kir’den ancak Hz. İsa’nın, Tanrı’nın affedici lütfuna<br />

erişebilmek için insanlık adına açtığı ve ilk adımı<br />

vaftiz ile atılan dönüş yolu takip edilerek arınılır. 8<br />

Kuran-ı Kerim ise ortak sorumluluk fikrini En’am<br />

164, İsrâ 15, Zümer 7, Tûr 21, Necm 36-38, Zilzal<br />

7-8 ayetlerinde görülebileceği gibi kesin bir ifade<br />

ile reddetmiştir. Bu sebeple, dünyaya gelişinde<br />

kendi içerisinde çatışma doğuracak bir varoluş<br />

problemini yaşamayan İslamî anlayışın şekillendirdiği<br />

‘insan’ın, Mr. Hyde ya da kendisi genç kaldıkça<br />

portresi çirkinleşen Dorian Gray gibi gotik<br />

figürler yaratma ihtimali; günahın davranış şekli<br />

içerisindeki yeri et ve kemik birliği gibi olan, iyi ve<br />

kötü çatışmasını bağlı olduğu inanç sistemi gereği<br />

doğduğu andan itibaren içinde taşıyan Anglo-Sakson<br />

kültürün insanına göre daha azdır.<br />

Hz. İsa’nın sağaltıcı yoluna girene dek varoluş<br />

problemini içinde barındıran ‘insan’ın yanı sıra<br />

Hıristiyanlıkta gotik hayal gücünü besleyen bir<br />

diğer önemli faktör şeytan’dır. Hıristiyan inancına<br />

göre şeytan, Tanrı’nın hükmü altında olmakla<br />

birlikte, Tanrı’ya karşıt bir güce ve etki alanına sahiptir;<br />

adeta anti-tanrı formundadır. Şeytanın etki<br />

alanı, içinde yaşadığımız dünyaya yani yeryüzüne<br />

yöneliktir. Yeryüzü ontolojik olarak Tanrı’nın iradesince<br />

yaratılmış bir varlık alanı olmakla birlikte<br />

Şeytan’ın ilk günahla başlayan etkinlik gücü dolayısıyla<br />

ikinci sınıf bir varlık alanıdır. Öyle ki şeytan<br />

tarafından ele geçirilen yeryüzü “Civitas Terrana”<br />

(Dünya Devleti) veya “Civitas Diaboli” (Şeytan Devleti)<br />

olarak adlandırılır. 9<br />

Hıristiyan inancında şeytanın gotik bir figür<br />

olarak algılanmasına yol açan hâkim gücü, Anglo-Sakson<br />

kültürde gotik edebiyatın doğmasına<br />

7 İncil, Romalılara Mektup: Günahın Sonucu; Tanrı’nın Armağanı<br />

8 Ekrem Sarıkçıoğlu, Dinler Tarihi, Isparta, Fakülte Kitabevi,<br />

<strong>20</strong>04, s. 334.<br />

9 Durmuş Hocaoğlu, “Korku Edebiyatı Üzerine 2: Korku Edebiyatı,<br />

Ölüm Mistisizmi ve Şeytan”, Yağmur Dergisi, sayı , Nisan<br />

Mayıs Haziran <strong>20</strong>0 .<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ve kendini şekillendirmesine önemli bir kaynak<br />

teşkil ederken; İslam inancında yeryüzünün, imtihan<br />

dünyası olmasından kaynaklanan birtakım<br />

olumsuzlukları içinde barındırmakla birlikte, şeytanın<br />

hükümdarlığında bir varlık alanı olarak kabul<br />

edilmemesi ve bu sebeple içinde yaşayanlar<br />

için mutlak korkutucu bir niteliği olmaması gotiği<br />

besleyen damarlardan birinin daha kurumasına<br />

yol açmıştır.<br />

Dinî boyutun ötesinde toplumsal şartlar bakımından<br />

da Türk kültürü ile Anglo-Sakson kültür<br />

arasında gotiği doğuran belirgin farklar vardır.<br />

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi gotiğin edebî bir<br />

tür olarak ortaya çıkışında etkili olan en önemli<br />

faktör; hem yıkıcı hem inşa edici bir reform programı<br />

olan, on sekizinci yüzyılda Batı düşüncesini<br />

şekillendiren Aydınlanma Hareketi’ne duyulan<br />

tepkidir. Dine düşmanlıkla bir arada yürüyen bir<br />

akla iman, aklın her şeyi yapabileceğine, insanın<br />

kendisiyle ve toplumla olan ilişkisini değiştirebileceğine<br />

duyulan güvenden ibaret olan Aydınlanma,<br />

Türk düşünce dünyasında Batıdaki anlamı ile yaşanmamıştır.<br />

Aydınlanmanın bütün doktrinlerinin<br />

toplum bazında karşılık bulduğu Batı kültüründe<br />

bu reform programının yeryüzünü cennete çevirmek<br />

gibi inandırıcı olmayan bir vaatte bulunduğu;<br />

duygulara yeteri kadar önem vermediği; insanlığa<br />

karşı işlenmiş büyük suç ve cinayetlere sebep<br />

olduğu; totaliteryen hareketleri doğurduğu; aklı<br />

gelenek, inanç ve deneyimden bağımsız kılmak<br />

suretiyle insanları birbirinden bağımsız atomize<br />

bireyler haline getirip içinde bulundukları toplumu<br />

unutturduğu gerekçesi ile eleştirilmesi ve<br />

bu eleştiri ortamına tepki olarak doğaüstünün<br />

sanatsal yaratıcılıktaki önemini vurgulayan gotik<br />

edebiyatın ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Ancak,<br />

tepeden inme bir anlayışla benimsetilmeye<br />

çalışılan ve fikrî hareketlerin doğal sonucu olmayan<br />

Aydınlanma, toplum bazında tam olarak<br />

yaşanmadığı için sanatsal oluşuma neden olacak<br />

şiddetli bir tepkinin doğmasını ve Batı edebiyatı<br />

ile eşzamanlı olarak gotik eserlerin üretilmesini<br />

beklemek anlamsızdır.<br />

Aydınlanma sürecinin gotik edebiyat üzerine etkisi<br />

başka bir tarihsel dönem göz önüne alınarak<br />

incelendiğinde, türün oluşmasına yönelik olumsuzlayıcı<br />

etkinin değişmediği ancak bu kez farklı<br />

182<br />

bir gerekçe ile ilintilentiği görülür. Cumhuriyet<br />

sonrası büyük bir kısım Türk aydını için pozitivist<br />

akımların katı bir anlayışla benimsendiği yıllardır.<br />

Pozitivizmin başat öğe olduğu bu yıllarda gotik<br />

unsurlar Türk aydını tarafından, bilinçaltında küçümseneceği<br />

beklentisi ile net bir biçimde dışlanmıştır.<br />

Oysa akla aşırı vurgu yapan rasyonalistlere<br />

bir tepki olarak gotiğin baş gösterdiği Batıda, bir<br />

süre sonra akla sınır çizen ve aklı dışlayan akımların<br />

etkisiyle aklın her tonu yaşanmış ve bu durum<br />

gotiğin bir tepki ürünü olarak ortaya çıkıp zamanla<br />

yok olmasını önlemiştir.<br />

Gotik eserlerin üretilmesini geciktiren bir diğer<br />

neden ise Türk edebiyatçısının sanatsal kabulleri<br />

ve beğenileri ile Batı edebiyatçısının sanatsal kabulleri<br />

ve beğenileri arasındaki farklılıktır. Türk romanının<br />

başlaması ile birlikte masallarımızda ve<br />

divân şiirinde bir şekilde varlığını sürdüren doğaüstü<br />

unsurların kullanımında ciddî bir kırılma yaşanır.<br />

İnsanın çevresiyle ve kendi benliğiyle girdiği<br />

çatışmadan doğan ve böylesi bir çatışmayı doğuracak<br />

sosyal çevrenin var olmadığı Türk kültüründe,<br />

kendine ‘yabancı’, ‘ithal’ ve ‘aykırı’ bir türü<br />

köklendirmeye çalışan ilk dönem romancılarımız<br />

evvela anlatılardaki doğaüstü unsurları ortadan<br />

kaldırmayı hedefler. Tanzimat yazarlarının anlatılardan<br />

doğaüstü unsurları uzak tutmaya yönelik<br />

sistematik çabası, Tanzimat’tan itibaren sürekli<br />

bir yeniden inşa seferberliği içerisinde olan toplumun<br />

ve bu inşa seferberliği içerisinde Aydınlanmacı<br />

ideallere yaptığı vurguyu koruyan sanat ve<br />

ilim adamlarının görüşlerinin bir yansıması olarak<br />

sonraki yıllarda da sürer; bu durum irrasyonel<br />

kaynaklardan beslenen gotik edebiyatın temel dayanak<br />

noktası olan doğaüstünü ortadan kaldırdığı<br />

için gotik edebiyat, Batı ile eş zamanlı olarak ve<br />

benzer bir verimlilik göstererek ortaya çıkmaz.<br />

Gotik türe dahil edebileceğimiz sınırlı sayıda<br />

eser vardır. Ancak, <strong>19</strong><strong>80</strong>’lerden (hatta ve hatta<br />

<strong>19</strong>90’lardan) sonra türe yönelik ilgide artış yaşanır.<br />

Peki ne olmuştur da <strong>19</strong><strong>80</strong>’lerde böyle bir<br />

kırılma yaşanmıştır?<br />

Bilindiği gibi <strong>19</strong>60-<strong>19</strong><strong>80</strong> arası, ihtilaller dönemidir.<br />

<strong>19</strong>60’la birlikte Türkiye’de siyasal yapı ile<br />

birlikte kültürel yapıda da değişimler olur. Türk<br />

düşünce hayatında kendini gösteren Türkçülük,


İslamcılık, Komünizm, Atatürkçülük gibi ideolojiler<br />

bu dönemde mecralarını bulur. Toplum bazında<br />

yoğun ideolojik kamplaşmaların yaşanması<br />

edebiyatımızın hâkim renginin politize olmasına<br />

yol açar. Bu dönem edebiyat, adeta ideolojileri<br />

yansıtmak için kullanılan bir propaganda aracıdır.<br />

Kutuplaşmaların yaşandığı bu politik ortamda<br />

yazarlar doğaüstüne yer vererek ideolojilerini<br />

arzu ettikleri açıklıkta yansıtamayacakları için<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong>’lere kadar bu tarz çalışmaların kaleme alınılmadığı<br />

düşünülebilir.<br />

Yoğun kamplaşmaların yaşandığı bu dönemin<br />

ardından gelen ve kamplaşmaların geri plana<br />

itildiği, toplumun her kesiminde etkili olan bir<br />

depolitizasyon sürecinin yaşandığı <strong>19</strong><strong>80</strong>’li yıllarda;<br />

politik bir tavrı olsa da eserlerinde toplumsal<br />

fikirlere yer vermeyi ilgi çekici bulmayan edebiyatçılar;<br />

toplumsal konuları bir tarafa bırakarak,<br />

yeni şeyler söylemek arzusu içinde doğaüstüne<br />

yönelirler. Doğaüstüne yönelen bu çalışmalar gotiğe<br />

kapı aralanmasına yol açar.<br />

Ayrıca, özellikle <strong>19</strong>90’lardan itibaren gotik,<br />

gençler arasında yaygınlaşan giyim tarzı ile modada<br />

ve müzikte ‘çok satan bir üründür’. Bu durum<br />

gotiğin, pazar piyasası içinde ‘tüketicisine’<br />

ulaşacağı öngörüsü ile edebiyata yansımasına ve<br />

bu tarz eserlerin bir talep karşılığı ‘tüketim aracı’<br />

olarak okura sunulmasına yol açar.<br />

Doğaüstü unsurların korkutucu bir bağlam içinde<br />

verilmesine neden olan şey korkunun başlı başına<br />

bir ‘çok satan’ olmasının yanında toplumda<br />

gotik hayal gücünü şekillendiren birtakım değişmeler<br />

ve gelişmelerin yaşanmasıdır. Satanizm ile<br />

şeytan, çok seyredilen televizyon programları ile<br />

cinler gotik unsurları günlük hayatın içine taşır.<br />

Yine de, gotik edebiyata yönelen ilgide en önemli<br />

payın belli başlı gotik eserlerin ilk kez bu zaman<br />

diliminde dilimize kazandırılmasına ait olduğu<br />

söylenilebilir. Yapılan çeviriler vasıtasıyla yabancı<br />

dil bilmeyen Türk okurları gotik türle buluşur.<br />

Bu hareketlenmeye karşın Türk edebiyatı söz<br />

konusu edildiğinde Batıdaki anlamıyla şablonları<br />

tam olarak oturan, öğeleri yerli yerinde ve aynı<br />

belirginlikte kullanılan gotik edebiyatın varlığından<br />

söz edebilmek olası değildir. Mekâna yönelik<br />

183<br />

ürpertici atmosferi kurgulamaya yapısı gereği<br />

daha yakın olan roman türünde bile oldukça az<br />

sayıda örnek varken, gotik hikâyelerin sayısındaki<br />

sınırlılık şaşırtıcı değildir. Bu noktada, zihinlerde<br />

oluşabilecek bir soruyu gidermek yerinde olacaktır.<br />

Şüphesiz, hikâye gotik türde eserler vermeye<br />

kapalı bir tür değildir. Poe, Lovecraft gibi yazdığı<br />

gotik hikâyeler ile öne çıkan yazarlar vardır. Ancak,<br />

Batı edebiyatında 18.yüzyıldan beri süregelen<br />

referansları bol, çağrışım alanı zengin bir<br />

gelenek olduğu unutulmamalı ve gotik hikâyelerin<br />

bu gelenek üstüne yükseldiği bir kez daha hatırlatılmalıdır.<br />

<strong>80</strong> öncesi dönemde Kenan Hulusi Koray, Necip<br />

Fazıl Kısakürek, Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi edebiyatçıların<br />

kimi hikâyelerinde yer yer gotik unsurlara<br />

rastlanır. Yukarıda açıkladığımız sebeplere<br />

bağlı olarak <strong>80</strong> sonrasında gotik türde yazılmış<br />

hikâyelerin sayısında artış yaşanır ve bu dönemde<br />

hikâyelerinde gotik farklı kaygılarla yoklanır.<br />

Hikâyelerin ayrışan özelliklerinden söz etmeden<br />

önce dikkat çeken genel bir durumu belirtmek<br />

yerinde olacaktır. <strong>80</strong> sonrası gotik türü yoklayan<br />

yazarların hemen hepsi batı formasyonu<br />

ile beslenmiş, ekseriyetle genç isimlerdir. Günah<br />

Yiyen adlı kitabında gotik hikâyelere de yer veren<br />

Dost Körpe, Lovecraft çevirileri yapan İngiliz Dili<br />

ve Edebiyatı mezunu bir çevirmendir. Anadolu<br />

Korku Öyküleri kitabındaki altı genç yazardan beşi<br />

kolejden yahut yabancı dilde eğitim veren bir üniversiteden<br />

mezun olmuştur. Yazımız içinde daha<br />

önce de ifade edildiği gibi dilimize son yıllarda<br />

kazandırılmaya başlanan ve hala Türkçeleştirilmemiş<br />

önemli eserlerin varlığından rahatlıkla söz<br />

edilebilecek bir ortamda gotik türde eser veren<br />

yazarların yabancı dil bilen ve türü yabancı kaynaklardan<br />

takip edebilen kimseler olması şaşırtıcı<br />

değildir. Tür yapısı gereği Batı’yı, Batı edebiyatını<br />

tanıyan yazarlara gereksinim duyar.<br />

<strong>80</strong> sonrası gotik türde kaleme alınmış hikâyelerde<br />

dört yönelim vardır. İlk öbekte internet ortamında<br />

yayımlanan, sayıca sınırını belirlemenin<br />

neredeyse imkânsız olduğu hikâyeler yer alır. Bu<br />

hikâyelerin çoğunda Stephen King, Peter Straub,<br />

Dean R. Koontz gibi korkuyu endüstri haline getiren<br />

yazarların etkisi görülür. Ne yazık ki, sanal<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

âlem yazarlarının çoğu bu isimlerin taklidi olmanın<br />

ötesine geçemez.<br />

İkinci öbekte gotiği gerçeklik konusundaki algıları<br />

sarsmak, bilinçaltına inmek ve modern hayatın<br />

kuşattığı bireylerin yalnızlığını, ‘yabancılığını’<br />

ortaya koymak için araç olarak kullanan hikâyeler<br />

vardır. Kimi kez ironik söylemle kaleme alınan<br />

bu hikâyelerde birey kuşatma altındadır. Modern<br />

dünyada tanımlayamadığı her şey varlığını zedelemekte,<br />

bu durum adeta varoluşsal bir probleme<br />

kaynaklık etmektedir. Bu noktada Nuray Tekin’in<br />

yer yer gotik ögeler barındıran Korkunun Yüzleri<br />

adlı kitabının Vampir isimli ilk hikâyesinde, ismi<br />

olmayan bu sebeple ortak olana, herkesçe paylaşılana<br />

yaptığı vurguyu belirginleştiren ve hikâye<br />

sonunda vampire dönüşen kahramanının sözleri<br />

dikkate değerdir:<br />

“ Dış dünyaya ait öğeleri kendimin kılarken de<br />

hep bir ikilik yaşıyordum. Onlar sanki doğdukları<br />

andan itibaren kendilerini öldürecek şeyi de içlerinde<br />

taşıyorlardı. Yaşadığım dünyaya yabancılaşarak<br />

ondan kopma noktasına gelişimin nedeni buydu<br />

belki de. (...) Dış dünyadaki süreksizlik ve parçalanmaya<br />

koşut olarak benliğim de parçalanmaya<br />

başlamıştı. (...) Hiçbir şey algılamak istemiyordum.<br />

Her şey ilk kez görülen yabancı bir nesnenin verdiği<br />

o özel korkuyu ve yabancılaşma duygusunu yaşatıyordu<br />

bana. Benim olan bir şey dışıma çıkmış<br />

gibiydi. Yabancı bir âlemdeydim artık. Her gün gördüğüm<br />

şeyler bana acı veriyordu. Onları görmeye,<br />

seslerini işitmeye dayanamıyordum.” 10<br />

Üçüncü öbekte ise şablonları yerli yerinde kullanılan,<br />

gotik başlığı altında değerlendirmekte<br />

tereddüt edilmeyecek hikâyeler ile karşılaşılır. Bu<br />

hikâyelerde gotik hayal gücü kendini Batılı kaynaklardan,<br />

kültürden, düşünüşten beslemiştir. Örneğin,<br />

gotik metinlerin vazgeçilmezi olan mekâna<br />

yönelik vurguyu İstanbul’a taşıyan ve Deccal adlı<br />

hikâyesinde İstanbul’u gotik bir mekân olarak işleyen<br />

yazar Tanseli Polikar, hikâyesini Hıristiyan<br />

kabullere göre şekillendirir. “Evet, bir prensim ben.<br />

Şeytan (veya Satan’la) iş birliği yaptığım söylenir.<br />

Oysa be bağımsız davranmayı yeğlerim. Zaten<br />

kötülükleri kışkırtmak dünyanızda inanılmayacak<br />

0 Nuray Tekin, Korkunun Yüzleri, İstanbul, İletişim Yayınları,<br />

996, s.9, 0, .<br />

184<br />

kadar kolay! İnsanoğlu öylesine hazır ki ben sadece<br />

yönetiyorum.” 11 diyen Deccal, Hz. İsa ile karşı<br />

karşıyadır. Hikâyede Hz. İsa Tanrı’nın oğlu olarak<br />

tanımlanır.<br />

Türe dair kaynak kitaplarda da imzası bulunan<br />

Giovanni Scognamillo’nun Beyoğlu Kabusları ve<br />

Diğer Öyküler adlı hikâye kitabındaki gotik öyküler<br />

de aynı başlık altında değerlendirilmelidir. Bilimsel<br />

çalışmaları korkutucu sonuçlar doğuran bilim<br />

adamları, içinde yaşayanları etkileyen lanetli evler<br />

gibi belirgin gotik temaları hikâyelerinde ustalıkla<br />

işleyen Scognamillo’nun hikâye kahramanlarının<br />

isimleri dikkat çekicidir. Sir James Readmore, Meana<br />

Rice, Profesör Casimir Potock, Naan adlı hikâyede<br />

karşımıza çıkan isimlerdir. Her ne kadar çalışmamız<br />

esnasında yaptığımız söyleşide Giovanni<br />

Scognamillo, bu durumu hikâyelerini ilk olarak<br />

yabancı bir dilde kaleme almasıyla ilişkilendirse<br />

de kanımızca Türkçeleştirilirken isimlerin değişmeyişi,<br />

kurguyu besleyen kaynağın tamamen Batılı<br />

olmasına ve Ahmet, Recep gibi Türkçe isimlerin<br />

böylesi bir yapıda iğreti durmasının kuvvetle<br />

muhtemel olmasına bağlıdır.<br />

Aynı kitaptaki Duvarın Arkasındaki Ses adlı hikâyenin<br />

kahramanı kompozitör ise piyano çalması,<br />

müzik zevki, bestelediği senfoniler ile Batı kültürüne<br />

yakın durmaktadır. Bu hikâyede gotik ile<br />

mekân ve gotik mekân ile kahraman ilişkisi başarıyla<br />

verilmiştir. Aşağıda, hikâyeden alıntılanan<br />

bölüm bu ilişkiyi göstermektedir:<br />

“ Günlerce, hatta haftalarca Eski Kentin mahallelerinde<br />

arayıp durdum, çamurlu sokaklara usanmadan<br />

girip çıktım, köhne, çarpık çurpuk yarı yıkık<br />

evlerin çürümüş tahta basamaklarında, soluğum<br />

tükeninceye kadar inip çıktım ve sonunda düşlerimin<br />

mekânını buldum.<br />

Kâbuslardan çıkma bir eve benziyordu kapkara<br />

ve yabancı, dengesiz ve garip, ne işgal ettiği yere<br />

ne de içinde bulunduğu zamana sanki yakışmayan.<br />

Aslında tam yerini bulmuştu: Daracık sokaklardan<br />

oluşan bir labirentin sonunda, çıkmaz bir sokağın<br />

köşesinde yükseliyordu.<br />

Tam aradığım ev idi bu, yeri, görünüşü ve yıp-<br />

Tanseli Polikar, Deccal- Karanlık Öyküler, İstanbul, Gökkuşağı<br />

Yayınları, 997, s.30.


anmış malzemeleri, dokusu ile. Her şeyden önce<br />

etrafındaki hüzünlü atmosfer çalışmalarıma çok<br />

uygun düşüyordu.<br />

(...)<br />

Her neyse, belki neden o ev idi. Ya da içindeki bir<br />

şey. Ama ne...<br />

İlk yerleştiğim gün tüm binayı gezmiştim, mahzenlerden<br />

tavan arasındaki ufacık odaya kadar ve<br />

tozdan, örümcek ağlarından, çürümüş nesnelerden<br />

ve farelerden başka hiçbir şey bulamamıştım, artık<br />

işe yaramayan bazı eşyalarla bir arada. Sonunda<br />

barınak olarak üç kocaman odadan oluşan ve karanlık,<br />

ıssız ve umutsuz bir çıkmaza bakan ikinci<br />

katı seçtim.<br />

Fırtınalı, yağmurlu bir kasım sonu gecesinde ilk<br />

kez Sesi, duvarın arkasındaki sesi duydum.” 12<br />

Son öbekte ise Türk folklorundan, Türk mitolojisinden<br />

beslenen; Anadolu korkularını esin kaynağı<br />

olarak kullanan hikâyelerin varlığından söz edilmelidir.<br />

Tanseli Polikar’ın kısmen türe yaklaştığı<br />

Hızır 3 adlı hikâyesinin yanı sıra Demokan Atasoy,<br />

Galip Dursun,Koray Günyaşar, Kayra “Keri” Küpçü,<br />

Ayşegül Nergis, Işın Beril Tetik adlı altı genç<br />

yazarın kaleminden çıkma Anadolu Korku Öyküleri<br />

4 isimli kitap tümüyle yerel esintilerle bezelidir.<br />

Kara büyü, cinlerle mücadele, intikamcı köy güzeli<br />

gibi folklorik malzemelerle örülü bu hikâyelerde<br />

geleneksel Anadolu korkuları ve Anadolu’nun<br />

modern hayattan uzak köşelerinin bilinmezliği<br />

okurda korku ve dehşet hissi uyandıracak biçimde<br />

sunulmuştur. Hikâyelerdeki gerilim çoğu kez<br />

kent insanının Anadolu’ya ayak basmasıyla ivme<br />

kazanmıştır.<br />

Kanımızca Türk hikâyesinde ve hatta romanında<br />

gotiği bir noktaya taşıyacak olan bu özgün<br />

malzemedir. <strong>80</strong>’lerden sonra türe yönelik ilginin<br />

canlanması; gotiğin, edebiyatımızda yeni ve başarılı<br />

örneklerle serüvenini sürdüreceğine dair inancımızı<br />

kuvvetlendirmektedir.<br />

2 Giovanni Scognamillo, Beyoğlu Kâbusları ve Diğer Öyküler,<br />

İstanbul, Okuyanus Yayın, <strong>20</strong>0 , s.73,75.<br />

3 Polikar, a.g.e., s. 40.<br />

4 Demokan Atasoy, Galip Dursun, Koray Günyaşar, Kayra<br />

KEri Küpçü, Ayşegül Nergis, Işın Beril Tetik, Anadolu Korku Öyküleri,<br />

İstanbul, Laika Yayınları, <strong>20</strong>06.<br />

185<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

IV.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Hasan AKAY<br />

186


MURATHAN MUNGAN’IN<br />

LAL MASALLAR’INDA<br />

POSTMODERN<br />

BAŞKALDIRI OLARAK<br />

MASALSI KURGU VE<br />

DİLSİZLİĞİN POETİK DİLİ<br />

Özet: Murathan Mungan, <strong>19</strong>89’da yayımlanan<br />

Lal Masallar adlı hikâye kitabında yer alan hikâyelerinde<br />

masal ögesinden yararlanarak bir hikâye<br />

koleksiyonu ortaya koymuştur. Yazar, bu hikâyelerinde<br />

aşk, töre, iktidar çatışması ve ölüm gibi<br />

temalarla birlikte dilsizliği ve dilsizlikten doğan<br />

iletişim eksikliğini anlatma yoluna gitmiştir. Konuşarak<br />

iletişim ortamı kuramayan hikâye kişilerinin<br />

vücut dilini ve iç sesini öne çıkarma yolunu<br />

seçmiştir.<br />

Anahtar kelimeler: Murathan Mungan, Lal<br />

Masallar, hikâye.<br />

Yard. Doç. Dr. Cafer GARİPER -<br />

Arş. Gör. Yasemin KÜÇÜKCOŞKUN<br />

Süleyman Demirel Üniversitesi / Isparta<br />

187<br />

Abstract: In Murathan Mungan’s story book<br />

called Lal Masallar published in <strong>19</strong>89 the writer<br />

draws his story collection by using fairy tale elements.<br />

The writer treated themes like love, customs,<br />

power conflicts and death. In addition to<br />

these themes he narrated dumbness and communication<br />

defects as a result of dumbness. Mungan<br />

brings about the body language and inner voice<br />

of the story persons who can’t establish a communication<br />

atmosphere by talking.<br />

Key words: Murathan Mungan, Lal Masallar,<br />

story.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Murathan Mungan’ın ilk baskısı <strong>19</strong>89’da yapılan<br />

Lal Masallar adlı hikâye kitabında Âzer ile Yadigâr,<br />

Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk Masalı<br />

ve Ulak ile Sadrazam adlı uzun hikâyeleri yer alır.<br />

Yazar, bu üç hikâyenin ilk ikisinin kurgulanışında<br />

ve anlatım düzleminde masal, efsane ve halk hikâyelerinden<br />

gelen ögelerden yararlanarak, konusu<br />

geçmiş dönemlere uzanan söz konusu hikâyelere<br />

masal ve efsane atmosferi kazandırmaya, postmodern<br />

tavırla modernizmi parçalayarak geçmiş<br />

çağların anlatılarına yaşama alanı açmaya çalışır.<br />

O, metinlerarasılık çerçevesinde gelenekle kurduğu<br />

bağı konu düzleminde de sürdürme yoluna<br />

gider. Masal atmosferi içerisinde olaylara olabilirlikle<br />

imkânsızlığın arasındaki sınırı saydamlaştırarak<br />

masal atmosferi ve masalsı gerçeklik kazandırmayı<br />

deneyen Mungan, hikâyelerin masalsı<br />

anlatımından gelen akıcı üslûbuna tematik yapıda<br />

gelişen merak artırıcı ögeleri ekleyerek hikâyeleri<br />

ilgi çekici hâle getirir. Bu hikâyelerden üçüncüsü<br />

olan Ulak ile Sadrazam’da ise masal ögesine pek<br />

başvurmadan tarihî dönem içerisinde geçen olaylar<br />

dizisini hikâyeleştirme yolunu seçer.<br />

Lal Masallar’da Murathan Mungan’ın ele aldığı<br />

aşk, töre, iktidar çatışması, ölüm gibi temaların<br />

yanında, ilgi çekici uygulamalarından biri, tematik<br />

güç durumundaki hikâye kişilerinin bir kısmını<br />

ortak bir noktada, dilsizlikte birleştirmesidir. Hayatı<br />

dilsiz olarak eksik bir tarafıyla sürdürmek zorunda<br />

kalan hikâye kişileri, zengin iç dünyalarıyla,<br />

hayatın içerisinde önemli görev üstlenmeleriyle<br />

fonksiyonel kılınırlar. Somut planda ve diyalogsuzlaşma<br />

ortamında dilsizliğin kişiden topluma<br />

doğru genişleyen boyutta iletişimsizliğin iktidarını<br />

kurduğu Lal Masallar’da hikâye kahramanları<br />

davranış şekilleriyle, sır vermeyen bağlılıklarıyla,<br />

vücut dilleriyle, danslarıyla ve hâkim bakış açısına<br />

sahip anlatıcının iç dünyalarından geçenleri ifade<br />

alanına taşımasıyla dilsizliğin poetik ifade alanını<br />

oluştururlar. Böylece konuşma dilinin dışında<br />

ikinci bir dil evreni yaratarak kendileriyle ve diğer<br />

toplum kişileriyle olan çatışmalarını, iletişim-iletişimsizlik<br />

problemini yansıtma şansı bulurlar. İnsanın<br />

iç dünyasının şiirsel yanını, saf ve samimi<br />

tarafını üreten poetik dil, bu hikâyelerin kurmaca<br />

dünyalarının ifadesinde geniş açılımlar sağlar.<br />

188<br />

Sonunda hikâye kişilerinin sessiz, dilsiz duruşları<br />

onların iç sesini oluşturan, derinleştiren ve zenginleştiren<br />

söyleşimsel poetik bir anlam alanının<br />

ifadesine zemin hazırlar.<br />

Murathan Mungan, bu hikâyelerinde modern<br />

hikâyeden postmodern anlatıya geçiş sürecinde<br />

gelenekle kurduğu köprüyle yeni sanatın bir tarafıyla<br />

geleneğin birikimi üzerine kurulabileceğini<br />

göstermiş olur. Tematik düzlemde dilsizliğin öne<br />

çıkması da dilin modernin büyük anlatılarında<br />

önemli bir iktidar aracı olmasına karşı seçilmiş bir<br />

strateji olduğu izlenimini uyandırır. Lal Masallar’da<br />

yer alan hikâyeler, modernitenin hayatın dışına<br />

sürmeye çalıştığı geleneksel anlatılara yer açarak,<br />

aynı zamanda postmodernizm adına moderne<br />

başkaldırıyı içinde barındırır. Modernin idealleştirmeye<br />

çalıştığı insan, zaman ve mekân birliği<br />

veya bunların dille ve modern metin formuyla<br />

mutlak iktidarı ya da merkezileştirilmeleri yazar<br />

tarafından masal unsurlarının ve bir iletişim aracı<br />

olarak dilsizliğin seçilmesiyle parçalanır. Çünkü<br />

burada modern zamanların gerçeklik takıntısını<br />

aşan, masal ögesiyle modern zamanların ötesine<br />

geçerek daha derin bir boyut kazanan farklı bir<br />

dil konuşmaya başlar. Bu masal ögeleri, bir başka<br />

bakışla içeriklerindeki anlamı aşarak moderne bir<br />

şey söylemeyen, ama gerçekte çok şey söyleyen<br />

modernist açıdan birer dilsiz dile dönüşür.<br />

Masal ögeleri ve motifleri<br />

Murathan Mungan, Lal Masallar’da yer alan<br />

hikâyelerin anlatım tarzlarında ve kurgularında<br />

masalın anlatım tarzlarından, kurgu unsurlarından<br />

ve motiflerinden geniş olarak yararlanır.<br />

Bunun yanında tematik düzlemde de masal<br />

ögesinden yararlanma yoluna gider. Bir taraftan<br />

da masal dilinden ivme alan yeni bir dile yönelir.<br />

2 Böylece hikâyeleri masal düzlemine taşıma<br />

gayreti içinde olur. Birbirleriyle geçişken alanları<br />

bulunan efsane, halk hikâyesi, masal ve tarih anlatısını<br />

kendi kurduğu masal dünyasının atmosferi<br />

içinde toplar. Yazarın kendisi de Lal Masallar<br />

hakkında bilgi verirken Âzer ile Yadigâr’ı önce bir<br />

film hikâyesi olarak düşündüğünü ifade eder ve<br />

“[b]irçok geleneksel masaldan süzdüğüm uydurul-<br />

2 Bildirimizde kitabın şu baskı kullanılmıştır: Murathan Mungan,<br />

Lal Masallar, Metis Yayınları, 0. baskı, İstanbul <strong>20</strong>04. Metin<br />

içindeki sayfa numaraları bu baskıya aittir.


muş bir masaldır bu” 3 der. Yazar, elindeki malzemeyi<br />

hikâyeleştirirken amacının “masal kipinin<br />

hızı, sıçramaları ve atlamalarıyla çağımızdaki film<br />

dilinin hızı arasında özel bir ortaklık kurmak, keşfedilmemiş<br />

bir benzerliği ortaya çıkarmak, bu ikisi<br />

arasında gizli bir yumuşak geçiş sağlamak” olduğunu<br />

söyler. “Geleneksel malzemeyi, salt kolaylıkla<br />

görünen ve alımlanan yanıyla değil, aynı zamanda<br />

çağımızdaki bir başka tekniğe yakın düşen bu yanıyla<br />

değerlendirmek” istediğini belirtir. 4<br />

Kitabın ilk hikâyesi olan Âzer ile Yadigâr’da masal<br />

ögeleri ve masal motifleri ile halk hikâyelerinden<br />

gelen ögeler önemli yer tutar. Halk hikâyelerinden<br />

gelen motiflerle iç içe geçmiş yapıda<br />

kendisini gurbet tutan oba beyinin oğlu olan kahramanın<br />

masallarda çokça görülen evden uzaklaşarak<br />

5 yolculuğa çıkması, Âzer’in gözüne çekilen<br />

Arap sürmesi buhurun olağanüstü özelliğinin olması,<br />

uçurumun konuşması, rüya motifi, sevginin<br />

önüne konan engeller, dilsiz kahraman Yadigâr’ın<br />

dilinin çözülerek konuşması bunlar arasında sayılabilir.<br />

Bütün bu olağanüstü ögeler aynı zamanda<br />

moderne başkaldırıyı, onun buyurgan gerçeklik<br />

kipini bulandırmayı hedefler.<br />

Âzer ile Yadigâr hikâyesinin varlık kazanmasında<br />

itici güç oluşturan mekân durumundaki uçurumun<br />

dibinden,<br />

“Âzer! Âzer! Âzer!<br />

Yadigâr! Yadigâr! Yadigâr!” (s. 15)<br />

şeklinde seslerin yükselmesi bir masal ögesidir.<br />

Âzer’in annesi Oba Hatununun gurbete çıkacak<br />

olan Âzer’in gözlerine Arap sürmesi çekmesi de<br />

halk hikâyesi geleneğiyle olduğu kadar, içinde barındırdığı<br />

olağanüstülüklerle masala bağlanacak<br />

türdendir:<br />

“ ‘Kapa gözlerini oğul. Bu tütsülü sürmeyi gözüne<br />

çekerim ki, gözün tekmil kötülüklerden ırak<br />

kalsın. Kem şeylere bakış düşürmesin. Dünya<br />

malına tutsak düşmesin, harama ve zulme gönül<br />

indirmesin. Ve de gözyaşına bend olsun. Yol vermesin<br />

gözlerinin pınarına. Nazar boncuğu olsun<br />

3 Feridun Andaç, Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları, Ümit Yayınları,<br />

Ankara 999, s. 56.<br />

4 Murathan ’95, Metis Yayınları, İstanbul 995, s. 55.<br />

5 [Murathan Mungan], Murathan ’95, Metis Yayınları, İstanbul<br />

995, s. 55.<br />

189<br />

bedenine; esirgesin seni, kollasın. Bu sürmeyi<br />

anan çekti gözlerine; yârin, ayalin bozsun, kendi<br />

sürmesin çekmeye…’<br />

Bu sözlerden sonra Oba Hatunu, oğlu Âzer’in<br />

gözlerine buhuru üzerinde kutlu, tütsülü bir sürme<br />

çekti. Bakışları yalazlandı Âzer’in, gözleri harlandı.<br />

Gözleri, baktığı yeri tutuşturuyordu artık.”<br />

(s. <strong>19</strong>).<br />

Âzer’e yolculuğu sırasında gökyüzünde turnaların<br />

yol göstermesi, bir güvercinin omzuna konması,<br />

sonra uçarak Âzer’e rehberlik etmesi ve bir<br />

obaya getirmesi, Yadigâr’ın çadırının üzerine konması,<br />

Âzer’in oba halkına yol vermeyen azgın bir<br />

ırmağı sazı ve sözüyle durgun bir çaya çevirmesi<br />

masal ögeleri ve masal kurgusu olarak metindeki<br />

yerini alır.<br />

Âzer gibi hikâyenin kadın kahramanı Yadigâr da<br />

birtakım olağanüstülükler taşır. Ailenin ilk çocuğu<br />

olarak annesiyle babasının evliliğinden dokuz<br />

yıl aradan sonra doğması, bu doğumda annesinin<br />

rüyasına giren ermişin kör erkek çocuk yahut dilsiz<br />

kızdan birini dilemesini istemesi, onun dilsiz<br />

kız çocuk dilemesi, ermişin isteğine bağlı olarak<br />

kıza yedi yaşına kadar ad verilmemesi, çocuğun<br />

yüzünde yedi yaşından itibaren kırk düğümle düğümlenmiş<br />

yüzüne yapışık peçenin bulunması,<br />

kızın büyü ile olan ilgisi dolayısıyla çevrede ünü<br />

herkes tarafından duyulan kilimler dokuması, her<br />

iki hikâye kişisinin olağanüstü özelliklere sahip<br />

olması masal ve halk hikâyesiyle ilişkilidir. Buna<br />

benzer şekilde yedi, dokuz ve kırk gibi sayı sembolizasyonları<br />

hep bu masal dünyasından ve halk<br />

hikâyesinden gelen ögeler olarak metindeki yerini<br />

alır.<br />

“Kehanet bildiren veya bir teamül koyan kutsal<br />

nitelik taşıyan rüyalar. Bu tür rüyalarda açıkça ve<br />

doğrudan doğruya bir nasihat veya bir emir verilmektedir.<br />

Türk halk hikâye ve masallarında daha<br />

çok bu grubdan sözlü mesaj taşıyan rüyalara rastlanmaktadır.”<br />

6 Âzer ile Yadigâr’da birçok adak ve<br />

duadan sonra rüyada ermiş tarafından oba beyinin<br />

karısına çocuklarının olacağı müjdesinin verilmesi<br />

ve bunun teamüle bağlanması bu motifle<br />

uygunluk taşır.<br />

6 Vladimir Propp, Masalın Biçimbilimi, Om Yayınevi, İstanbul<br />

<strong>20</strong>0 , s. 45.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Yadigâr’ın annesinin rüyasına giren ermişin<br />

daha önce haber verdiği üzere, Yadigâr’ın yüzüne<br />

yapışık olan ve sadece gözlerinin görünmesini<br />

sağlayan peçenin Yadigâr’la Âzer’in kuytu bir yerde<br />

karşılaşmalarıyla düşmesi, lal olan Yadigâr’ın<br />

dilinin çözülerek konuşmaya başlaması yine masal<br />

dünyasından gelen motifler olarak değer kazanır.<br />

Âzer ile Yadigâr’da olduğu gibi, Lal Masallar’ın<br />

ikinci hikâyesi olan Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />

Masalı’nda da masal ögeleri ve masal motifleri<br />

önemli yer tutar. Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />

Masalı’nda hiçbir dağa benzememesi, ulaşılmazlığı<br />

ve olağanüstülüğüyle Billur Köşk’ün bulunduğu<br />

dağ, hikâyenin daha başlangıcında masal motifi<br />

taşıyan bir dağa dönüşür. Yine masal ögesi olarak<br />

Selvihan’ın bu dağdaki Billur Köşk’te yaşaması, ırmağın<br />

kıyısında durduğunda ırmağın da durması,<br />

“[r]aksında Billur Köşk”ün deprem yemişçesine<br />

yerinden oynaması (s. 54) gibi ögeler, bu postmodern<br />

hikâyenin kurmaca dünyasında masal motifi<br />

olarak yerini alır.<br />

Masal atmosferi ve kurgusu<br />

Murathan Mungan, Lal Masallar’da yalnızca masal<br />

motiflerinden yararlanmakla kalmaz. Masalla<br />

modern hikâyenin anlatım tarzlarını iç içe kullanan<br />

yazar, bu iki anlatım tarzından gelen ögeleri<br />

harmanladığı hikâyelerde masal atmosferi kurma<br />

uğraşı içinde olur. Masaldan halk hikâyelerine,<br />

halk hikâyelerinden modern hikâyeye evrilerek<br />

gelen hikâyenin masalla olan organik bağını yeniden<br />

inşa etmeyi dener. Adının ilk kısmı Âşık Emrah<br />

ile Selvihan adlı halk hikâyesini çağrıştıran, ikinci<br />

kısmı Türk masallarının en yaygını olan Billur<br />

Köşk’e 7 gönderme yapan Muradhan ile Selvihan<br />

yada Bir Billur Köşk Masalı’nda,<br />

“Anlatsam inanmazlar oğul, masal derler; Masala<br />

inanmazlar,<br />

masalı yalnızca dinlerler, sanki hakikati bilirmiş<br />

gibi,<br />

sanki hakikatin sırrına ermiş gibi,<br />

7 Hopkins, Ferial Ghazoul, “The Nature and Function of The<br />

Dream Motif in Turkish Folk Literature”, I. Uluslararası Türk Folklor<br />

Kongresi Bildirileri, 2. Cilt, Ankara 976, s. 33’den Umay<br />

Günay, Türkiye’de Âşık tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Akçağ<br />

Yayınları, Ankara 992, s. 89.<br />

<strong>19</strong>0<br />

masala inanmayan gerçeğe inanır mı?” (s. 47)<br />

diyen anlatıcı, postmodern başkaldırıyla, bir<br />

yandan modern çağın gerçeklik bağlamında masala<br />

yaklaşım tarzına eleştiri getirirken diğer<br />

yandan anlatacağı hikâyenin masal olduğu fikrine<br />

okuyucuyu hazırlar. Bu ifadeler aynı zamanda<br />

masalın başında yer alan ve dinleyicileri masalın<br />

olağanüstü dünyasına hazırlamaya yarayan “Bir<br />

varmış, bir yokmuş…” şeklindeki kalıp ifadenin<br />

yani tekerlemenin yerini tutar.<br />

Hikâyelerin başlangıçları gibi sonları da efsaneyi<br />

ve masalı andıran bir kuruluşa sahiptir. Âzer ile<br />

Yadigâr hikâyesinden aktaracağımız şu satırlarda<br />

da görüleceği üzere,<br />

“İkisi de uçurumdan aşağıya doğru süzülürken<br />

nerden bilinmez her ikisinin arasına keskin bir kılıç<br />

düştü.<br />

O gün, bu gün o yankı sürer uçurumun ağzında.<br />

Uçurumun başına gidenler hâlâ duyarlar o yankıyı,<br />

o sesi.<br />

Başka adlara lal olmuştur Deliyar<br />

Ancak Âzer, der. Yadigâr, der.” (s. 45).<br />

bu kuruluş daha çok efsaneden gelen yapıya yakındır.<br />

Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />

Masalı’nda ise anlatıcı hikâyeyi,<br />

“Raksın en kıvrak yerinde ateş kırmızısı kuşağından<br />

çıkarıp altın rengi hançerlerini, kendini<br />

hançerledi Muradhan.<br />

biri lal rengi bir ağuyla bir yana serildi,<br />

öteki hançer yarasıyla öte yana devrildi,<br />

ortalarına nerden bilinmez bir dal zakkum düştü.<br />

Billur Köşkün düğünü ölümdü.<br />

Ay dindi,<br />

Güneş eridi,<br />

Çınar devrildi.<br />

Billur köşk destana karıştı, söylenceye karıştı.<br />

Ölümden düğün yapan Billur Köşk kalmadı ge-


iye. Ağusu kaldı, o da lal rengi bir masaldı. Buna<br />

sebep kimse bilmezdi bu masalı, kimse bilmedi<br />

bu masalı. Destanın tarihinde gizli bir ırmak gibi<br />

aktı.<br />

Gün geldi biri bildi, o da tuttu adını verdi.” (s.<br />

74).<br />

sözleriyle sonlandırır. İçine postmodern ögelerin<br />

de karıştığı bu cümleler, masalın sonundaki tekerlemeyi<br />

hatırlatır. Özellikle masaldaki “gökten<br />

üç elma düştü …” şeklindeki formelle “ortalarına<br />

nerden bilinmez bir dal zakkum düştü” ifadesi<br />

benzerlik gösterir.<br />

Ulak ile Sadrazam’da sınırlı olarak masal ögeleri<br />

yer almakla birlikte masal atmosferi pek yer<br />

tutmaz. Ancak, hikâyede tarihî kişiliklerin isimsizleştirilerek<br />

soyutlanması masaldaki genellemeye<br />

yaklaşır. Diğer yandan ulağın üzerinde dönüp<br />

duran kuşlar uğursuzluğu sembolize etmeleriyle<br />

halk inançlarıyla ve yine masalla bağ kurabileceğimiz<br />

zemini hazırlar.<br />

Murathan Mungan’ın bu masalsı hikâyeleri yer<br />

yer masal motiflerinden ve masal atmosferinden<br />

ayrılır. Özellikle hikâyelerin dramatik bir sonla,<br />

ölümle bitişi, çoğu masalda karşılaştığımız mutlu<br />

sondan ayrıldığı nokta olur.<br />

Dilsizliğin poetik dili<br />

Lal Masallar’da yazar, postmodern tavrın da rol<br />

oynadığı yapıda, geniş olarak dilsizliğin poetik dilini<br />

ve anlamını kurar. Bu hikâyelerde tematik güç<br />

konumunda olan yahut önemli fonksiyon üstlenen<br />

kahramanların büyük bir kısmının belirleyici özelliği<br />

lal, yani dilsiz oluşlarıdır. Âzer ile Yadigâr ve<br />

Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk Masalı<br />

hikâyelerinde bu özellik öne çıkar. Postmodern<br />

başkaldırı, dilsizliği merkezîleştirerek modern<br />

dönemde dilin kurduğu iktidarı sarsmaya yönelmiş<br />

olur. Modern çağın içinde hayatın her yanını<br />

dolduran dil, insanı tabiat varlıklarından, insanı insandan<br />

ve kendinden uzaklaştırmıştır. Yazar, aracı<br />

olarak dilin kurduğu sahte dünyayı yıkarak doğrudan<br />

insanın iç sesinin içtenliğini kurar. Sonunda<br />

Lal Masallar’da dilsizlik, insanı tabiata, başka<br />

insana ve kendine götüren köprü olur.<br />

Kitabın ilk hikâyesi Âzer ile Yadigâr’da oba beyi<br />

<strong>19</strong>1<br />

Deli Türkmen’in tek çocuğu Yadigâr, dilsiz genç<br />

bir kız olarak iç dünyasının anlamını gözlerinde<br />

toplar. Kalabalıklardan kaçan, kimseye görünmek<br />

istemeyen Yadigâr, ıssız arazide dolaşmalarında<br />

tabiat varlıklarıyla gizli bir iletişim alanı kurar. Atını<br />

hızla koşturmaları ve özellikle çevrede ün salan<br />

kilim dokumaları, nevruz günlerinde her genç<br />

kız gibi uçurumun başına gelmeleri, diğer kızların<br />

uçuruma bağırıp nasipleri konusunda ondan cevap<br />

beklemelerine karşılık onun bir köşeye çekilip<br />

mahzun bekleyişleri dilsizliğinin poetik anlamının<br />

dışa vurumu olur.<br />

Âzer ile Yadigâr’da aslında “saza, hikmete, kelama,<br />

tasavvufa merak” duyan Âzer’in “Beni gurbet<br />

tuttu” (s. 17) diyerek halk şairleri gibi gurbete<br />

çıkmak istemesi, içinde bulunduğu psikolojik durumun<br />

anlamını üreten, fakat onu geniş olarak<br />

vermeyen bir anlam yüküne sahiptir. Bu sır dolu<br />

anlam yükü, onun Yadigâr’la karşılaşmasından<br />

sonra poetik anlamını bulacak ve sır çözülecektir.<br />

Buna benzer şekilde Muradhan ile Selvihan yada<br />

Bir Billur Köşk Masalı’nda dilsizliğin ürettiği poetik<br />

anlam genişliğine ortaya konur. Birbirlerine gönüllerini<br />

kaptıran Selvihan ile Muradhan, nehrin<br />

kenarında karşı karşıya geldiklerinde Muradhan’ın<br />

lal olması dolayısıyla birbirleriyle dilsiz bir şekilde,<br />

iç sesle/gönül diliyle konuşmaları bu anlamdadır.<br />

Oba beyinin yirmi yıl bekledikten sonra kavuştuğu<br />

tek kızıyla bir uşağın evlenmesinin önüne geleneğin<br />

koyduğu engel, onların birbirine kavuşmasını<br />

imkânsız kılar. Bunun bilgisine sahip olan Selvihan,<br />

Muradhan’dan kendisini kaçırmasını isteyecektir.<br />

Fakat, Muradhan’a göre onu kaçırmak çözüm<br />

değildir. Aralarında, Muradhan’ın gönül diliyle konuştukça<br />

çoğaldığı, şöyle bir söyleşme geçer:<br />

“ ‘Bilirim dilin laldir, lakin aşikâr et bana yüreğini.’<br />

Selvihan’ın bu sözü üzre Muradhan dedi ki,<br />

yedi sesiyle birden,<br />

yedi sesiyle gür ve delikanlı:<br />

‘Sen bir Bey kızısın, ben bir oba uşağı, dünyadaki<br />

yerimiz birbirin tutmaz. Mezhebimiz bir değildir,<br />

nikâhımız tutmaz. Ben bir göçerim, sense bir<br />

dağlı, mekânımız tutmaz. Ben bir lalim, sense bir<br />

bülbül, kelamımız tutmaz.’<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Selvihan bu söz üzre dedi ki:<br />

‘Ya Muradhan peki, beni bu on günlük yola süren,<br />

seni semahında kitleyen şey n’ola ki bunca<br />

tutmazı, tutar etmek ister’<br />

Muradhan dedi ki,<br />

yedi sesinde yedi kırık ezgiyle:<br />

‘Belli ki sevdadır. Beni gönlüne, sevdana, derdine,<br />

mihnetine ortak ettin. Sevdam yenidir; lakin<br />

vadelidir. Benim de ilk sevdam, ilk volkanımdır.<br />

Bunca yıl volkanım bedenimi dolaştı durdu, oyun<br />

oldu, raks oldu, semah oldu. Beni piri olduğum semahı<br />

tutarken kitleyen sevda kolay geçmez elbet.<br />

Diyeceğim o ki Selvihan, benim başımı diklediğim<br />

sevda değil mânidir.’ ” (s. 68).<br />

Selvihan, bu konuşmada Mecnun’un Kerem’in,<br />

Ferhat’ın aşkını Muradhan’a örnek göstererek<br />

aşkı için mücadele vermesini ister. Muradhan bir<br />

şekilde Selvihan’ın yaşadığı köşke geleceğini, birbirlerine<br />

kavuşamasalar bile gözleriyle birbirlerini<br />

sevebileceklerini ifade eder. Bu dilsiz konuşmada<br />

“yedi vakit” düşündükten sonra çözüm bulunmuştur.<br />

Muradhan, uzun aradan sonra Billur Köşk’e<br />

köçek olarak girer. Her akşam dans ederek uzaktan<br />

da olsa Selvihan’ı görme, onunla görüşme<br />

imkânını bulur. Fakat, bir süre sonra Selvihan’ın<br />

güçlü bir beyin oğluyla evlenmek zorunda bırakılması<br />

bu beraberliği sonlanacağı tehlikesini getirir.<br />

Düğünün kırkıncı ve son gününde dans eden<br />

Muradhan’la göz göze gelen Selvihan onunla yine<br />

dilsiz konur, birbirlerini anlarlar. Selvihan kendi elleriyle<br />

yaptığı zehri içerken Muradhan da hançer<br />

oyununda kendini hançerler. Toplum kurallarıyla,<br />

gelenekle baskılanan iki âşık, aşklarının ifadesi<br />

anlamına gelecek şekilde ölümü bir dil, bir söylem<br />

olarak seçerler. Böylece iki sevgili kendileri için<br />

aşklarının her şeyin üstünde olduğunu dille ifade<br />

edemeyince ölümü seçerek aşklarının ifade alanı<br />

olarak ikinci bir dil kullanmış olurlar.<br />

Ulak ile Sadrazam’da dilsizliğin anlamı ulak olarak<br />

seçilen kişinin iç konuşması şeklinde hâkim<br />

anlatıcının sözü kahramana bırakması yoluyla<br />

sunulur. Hükümdarın ölümü üzerine sadrazam tarafından<br />

ulak olarak seçilen lal hikâye kişisi, sadrazama<br />

olan bağlılığını dile getirirken bir yandan<br />

da ona karşı gücenmişliğinin anlamını iç sese dö-<br />

<strong>19</strong>2<br />

nüştürür. Padişahın ölümü üzerine iki şehzadenin<br />

tahta geçme rekabeti içerisinde yakalandığında<br />

konuşamasın diye ulak seçildiğini bilen hikâye<br />

kişisi, bunu incitici bulur. Çünkü onun efendisine<br />

bağlılığı dili olsa bile konuşmamasını, efendisi olarak<br />

gördüğü sadrazamı ele vermemesini gerektirmektedir.<br />

Bunu iç diyalogla,<br />

“Bende sizi ilgilendiren en önemli şey, dilsizliğimdi.<br />

Yakalanırsam ele verilmemeyi güven altına<br />

almak istiyordunuz. İşte o an haddim olmayarak<br />

gözlerimi kaldırmış, ta gözlerinizin içine bakmıştım.<br />

Hayatımda hiç bu kadar konuşma ihtiyacı hissettiğim<br />

başka bir an olmamıştır sevgili Efendim.<br />

Büyük bir haksızlığa kurban gittiğim duygusuna<br />

kapılmıştım. Yüreğimi size aşikâr edememiştim,<br />

demek ki gözlerim yetmemişti kalbimi anlatmaya,<br />

duruşum yetmemişti. (…) Bilmiyordunuz ki, dilim<br />

lal olmasa da sizi ele vermezdim, veremezdim. (…)<br />

O an dile gelip işte bunları söylemek isterdim size.<br />

Masallarda dile gelen kuşlar gibi.” (s. 112).<br />

şeklinde dile getirir. Sadrazamı her zaman göz<br />

ucuyla takip ettiğini, akşamları onun saraydaki<br />

odasının penceresine baktığını belirten ulak, kendisinin<br />

de pek anlam veremediği ona olan bağlılığını<br />

“tutku” (s. 117) şeklinde adlandırır. Onun<br />

sadrazama bakışı ve onunla ilgilenişi efendi-uşak<br />

ilişkisini aşan bir poetik dil alanı yaratır. Fakat,<br />

sadrazam tarafından doğru yorumlanamayan ve<br />

anlamlandırılamayan bu beden dili, ulağın kendi<br />

iç dünyasında derinleşmesini, söyleşim alanını yoğunlaştırmasını<br />

getirir. Ulak, gittikçe iç monologa<br />

dönüşmeye başlayan iç sesiyle yaşadığı dilsizliğin<br />

dramatik boyutunu ifade alanına taşımaya başlar.<br />

“Toprak kadar sessiz bir çocuktum. Dilsizliğim<br />

doğuştan” (s. 118) diyen ulak, kelimelere ulaşılamayacak<br />

büyülü varlıklar olarak bakar. Onun<br />

durmadan konuşan iç sesi, bütün çevresini, insan<br />

ilişkilerini ve tabiat varlıklarını, dilsizliğin yarattığı<br />

şiddetli konuşma ihtiyacıyla derin anlamlarla donatır.<br />

Âzer ile Yadigâr’da dilsizliğin poetik anlamı insanlarla<br />

sınırlı kalmaz. Tabiat varlıkları ve çeşitli<br />

nesneler de masal ögesi olarak bu anlamın bir<br />

tarafını kurar. Birçok kavuşamayan sevgilinin mezarı<br />

durumundaki kutlu bir uçurum olan Deliyar’ın<br />

(s. 33) genç kızların seslenmelerine karşılık ver-


mesi, sevgililerinin, bir anlamda nasiplerinin adlarını<br />

söylemesi, birbirlerine sevgilerini rahatlıkla<br />

açamayan gelenekli yaşama içindeki insanların<br />

iletişimsizliğinin poetik anlamını üretir. Âzer ile<br />

Yadigâr’ın kendilerini uçuruma bırakmalarından<br />

sonra Deliyar’ın seslenenlere artık hep “Âzer”<br />

ve “Yadigâr” şeklinde cevap vermesi Âzer ile<br />

Yadigâr’ın şahıslarında aşkın anlamının yüceltilmesinden<br />

başka bir şey değildir.<br />

Âzer ile Yadigâr’da, Âzer’in saz çalmasıyla ve<br />

sesiyle tabiat varlıkları sessizliğe bürünür. Bunun<br />

gibi Muradhan ile Selvihan yada Bir Billur Köşk<br />

Masalı’nda da Muradhan semaha başlamadan<br />

önce “tekmil bedeni, ova lal” olur. “Börtüsü-böceği,<br />

otu-çiçeği, suyu-pınarı hepten” susar (s. 57).<br />

Ovanın her köşesi büyülü bir sessizliğe bürünür.<br />

Kendinden sır taşıyan Muradhan’ın semahı göç<br />

tutmak gibi, uzun yollar, uzun diyarlar gibi, hayat<br />

gibidir. Semah, sevdanın, arınmanın ve insanın<br />

kendisinin dışına çıkmasının anlamını veren bir dil<br />

kurar.<br />

Lal Masallar’da nesnelere de anlam yüklenir. Onların<br />

insanların iç dünyalarından geçenleri, duygu<br />

ve düşüncelerini, karar ve kararsızlıklarını yansıtıcı<br />

gücü vardır. Yadigâr’ın duygu ve düşünce dünyasının<br />

zenginliği dokuduğu kilimde, Selvihan’ın<br />

kararsızlığı ise yaptığı gergefte nesnelerin diline<br />

dökülür. Selvihan’ın Muradhan’ın bulunduğu obaya<br />

gideceği zaman gergefe yol çizmesi ve sonunu<br />

koymaması, bilinmezi ifadeye yarayan nesnelerin<br />

dili olarak değer kazanır. Bu durum Âzer’de daha<br />

çok sazı aracılığıyla ortaya çıkarken Muradhan’da<br />

semah dönmesindeki vücut dilinde anlamını bulur.<br />

Çeşitli tabiat varlıklarının ve nesnelerin yanında<br />

Lal Masallar’da, Muradhan’ın dansında olduğu<br />

gibi, insan vücudu da anlam yüklenir. Gönlünü<br />

Muradhan’a kaptıran Selvihan’ın öfkesine Billur<br />

Köşk ve Billur Köşkün bulunduğu dağ da eşlik<br />

eder. Mutradhan’ın obasının göçtüğünü haber<br />

aldıktan sonra yatağa düşen oba beyinin tek kızı<br />

Selvihan, Muradhan’ın obasının izinin bulunduğunun<br />

ve semah oynanacağının müjdesinin getirilmesi<br />

üzerine yatağından yaya sürülmüş bir ok<br />

gibi fırlaması bunun anlamını verir. Buna karşılık<br />

semah oynarken Selvihan’ı karanlıkta ilk kez gören<br />

Muradhan’ın ilk defa vücudunun kilitlenmesi<br />

ve oyunu tamamlayamaması vücut yoluyla aşkın<br />

<strong>19</strong>3<br />

dile gelmesini ifade eder.<br />

Lal Masallar, bir bakıma modern çağda artık<br />

dilin yapmacıklı kullanım alanına karşı, dilsizliğin<br />

ve vücut dilinin içtenliğini koyar. Bu postmodern<br />

başkaldırı da ancak, modernizmin kirlettiği yaşama<br />

alanlarından çıkarak geleneğin duru kaynaklarına<br />

gitmekle mümkün olacaktır.<br />

Dilin poetik anlamı ve iktidar<br />

alanı<br />

Lal Masallar’da dil, dolayısıyla ona bağlı olarak<br />

söz bir iktidar erkine ve aracına dönüşür. Bu iktidar<br />

erkini ve aracını kimi zaman ses ve musiki,<br />

kimi zaman verilmiş bir söz kurar ve idare eder.<br />

Önemli bir tarafıyla geleneğe bağlı yaşama alanının<br />

anlatımını sergileyen hikâyeler, aynı zamanda<br />

sesin, dilin, sözün ve bunlara ters yönde gelişen<br />

dilsizliğin insanların yaşama alanında tuttuğu yeri<br />

işaretler. Kullanılan dilin, söylenilen sözün ve hatta<br />

dilsizliğin geniş bir iktidar alanı kurduğu görülür.<br />

Bu iktidar alanı, kişilerin yazgısını belirleyecek<br />

kadar geniş bir sahaya yayılır.<br />

Âzer ile Yadigâr’da ses, dil ve sözden oluşan<br />

poetik anlamdan ve iktidar erkinden söz etmek<br />

mümkündür. Âzer, sazı ve sözüyle insandan tabiat<br />

varlıklarına kadar genişleyen etkileme gücüne<br />

sahiptir. Hikâyede Hak âşığı olarak anlamını bulan<br />

Âzer, aşkın varlığın olağanüstülük yüklediği kişiliktir.<br />

Nitekim çıktığı yolculukta turnaların ve güvercinin<br />

yol göstericiliğiyle geldiği obada insanların<br />

köprü kurarak geçemediği coşkun ırmağın dilinden<br />

anlaması, onunla söyleşmesi ve sonunda onu<br />

sazı ve sözüyle durgun bir çaya çevirmesi onun<br />

sazının ve sözünün gücünü gösterir.<br />

Âzer ile Yadigâr’da sözün iktidarını önemli bir tarafıyla<br />

Yadigâr’ın babası oba beyi Deli Türkmen’in<br />

kızını aynı gün doğan başka bir oba beyinin oğluyla<br />

beşik kertmesi yapması ve kızını ona vereceği konusundaki<br />

sözü kurar. Sözünde duran, irade sahibi<br />

bir karakter olarak çizilen Deli Türkmen’in verdiği<br />

bu söz, birbirlerine âşık olan Âzer ile Yadigâr’ın<br />

önünde engel oluşturur. Kaçmalarına, dağ taş<br />

dolaşmalarına rağmen Deli Türkmen’in verdiği<br />

söze bağlı takibi onların peşlerini bırakmaz. Çünkü<br />

Âzer’in sazından ve sesinden çıkan nağmeler,<br />

Yadigâr’ın parmaklarından dökülerek kilime dönü-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

şen ilmikler, onların takibini kolaylaştıran ikinci bir<br />

dilin anlamını üretir. Bu takip, Âzer ile Yadigâr’ın<br />

kendilerinden önceki çaresiz âşıklar gibi vücutlarını<br />

Deliyar adı verilen uçuruma bırakmalarına kadar<br />

sürer. Böylece bu hâdise, Yadigâr’ın annesinin<br />

rüyasında görünen ermiş kişinin dokuz yıl aradan<br />

sonra adaklarla kavuştukları kızlarını izinsiz beşik<br />

kertmesi yapmalarının bedelsiz kalmayacağı (s.<br />

29) şeklindeki sözünün anlamını bulması olarak<br />

değer kazanır. Aslında Yadigâr’ın babası ve annesi,<br />

bu davranışlarıyla adaklarla kavuştukları kızlarının<br />

yazgısına dışarıdan müdahale etmişlerdir.<br />

Burada artık aşkın irade ile Yadigâr’ın babasının<br />

vermiş olduğu sözün iktidar mücadelesi belirmiştir.<br />

İktidar mücadelesinde ne Yadigâr’ın babası<br />

sözünden dönecektir, ne de aşkın iradenin dileğinin<br />

dışında bir netice alınacaktır. Sonuç açıktır. Bu<br />

mücadele ölümle sonuçlanacaktır.<br />

Âzer ile Yadigâr’da sözle birlikte ses, Âzer’in<br />

âşıklar toplantısında konuşmasında da iktidar<br />

erkine dönüşür. Âzer’in yabancısı olduğu âşıklar<br />

toplantısında bilgisizlikten sazını en üste asması<br />

çatışmayı yaratır. Bunu bir meydan okuma olarak<br />

algılayan âşıklar, onu söz meydanına davet eder.<br />

Bunun üzerine Azer’in saz çalması ve arkasından<br />

alçak gönüllü sözleri orada bulunan âşıkların<br />

sazlarını meydana bırakmalarına, onun ustalığını<br />

kabul etmelerine, hatta bütün dinleyicileri etkisi<br />

altına almaya kadar giden iktidar gücü yaratır.<br />

Lal Masallar’ın üçüncü hikâyesi Ulak ile<br />

Sadrazam’da ise seferdeki hükümdarın ölümünün<br />

gizlenmesi etrafındaki faaliyetler ve sessizliğin dili<br />

iktidarını kurar. Hükümdarın ölümünün duyulması<br />

hâlinde orduda baş gösterecek başıbozukluğun<br />

giderek başkaldırıya ve talana dönüşeceği korkusunu<br />

yaşayan sadrazam, bu durumu saklama ihtiyacı<br />

duyar. Yapılacak işin iki şehzadeye ulaklarla<br />

haber göndermek, bu arada hükümdar hayattaymış<br />

gibi davranarak onun cesedini saraya taşıyıp<br />

ölümünü şehzadelerden biri tahta geçene kadar<br />

gizlemek olduğuna karar verir. Sadrazamın bu<br />

karara varmasında etkili olan unsur, sessiz duran<br />

Yeniçeri ordusunun kendisini de katletmeye varıncaya<br />

kadar birçok taşkınlığı yapabileceğini düşünmesidir.<br />

Bu düşünceden hareketle “Hünkârın<br />

ölümünden haberi olan Kapıkulu ve Peşkirdar için<br />

tedbir almak” gerekir. “Hünkârın ölümünden ha-<br />

<strong>19</strong>4<br />

berdar olmaktan başka hiçbir günahı bulunmayan<br />

bu hizmetkârların cesetleri, gün karardığında gömülmek<br />

üzere” minder altına tıkılarak hükümdarın<br />

ölümü gizlenir (s. 99). Böylece bütün çevreye<br />

korkunun yarattığı sessizliğin dili hâkim olur.<br />

Murathan Mungan’ın Lal Masallar kitabında yer<br />

alan üç hikâyesinde de tematik güç durumundaki<br />

kişiler gelenekle yazgıları arasına sıkışmıştır. Bu<br />

durumu şöyle basit bir şemayla gösterebiliriz:<br />

A B<br />

C<br />

Burada A geleneği, B insanın yazgısını, C ise insanı<br />

ifade etsin. C yani insan, A ile B’nin gelenekle<br />

yazgısının baskısı altında onlara karşı mücadele<br />

verir. Fakat, sonunda Lal Masallar’da C ile ifade<br />

ettiğimiz tematik güç durumundaki kahramanlar<br />

gelenek-yazgı ikilisi karşısında hep kaybetmeye<br />

mahkûm olurlar.<br />

Sonuç<br />

Murathan Mungan, Lal Masallar’da kitabın adına<br />

uygun masal atmosferi taşıyan hikâye dünyaları<br />

kurar. Bu kurmaca dünyalarda gerçeklikle<br />

olağanüstülüğün kesişme alanında ilgi çekici olaylar<br />

anlatma yoluna gider. Onun masal, efsane ve<br />

halk hikâyelerinden yararlandığı bu anlatıları, bir<br />

yandan gelenekten beslenirken diğer yandan Türk<br />

edebiyatında, hikâyelerin yazıldığı yıllarda yeni<br />

gelişmeye başlayan postmodern anlayıştan gelen<br />

ögeleri bünyesine katar. Bu yanıyla Lal Masallar,<br />

moderne karşı postmodern başkaldırıyı da içinde<br />

barındırır. Yazar, bir anlatım tekniği olarak yararlandığı<br />

masal, efsane ve halk hikâyesinin anlatım<br />

tarzları ve kurgu özelliklerinin yanında bu türlerden<br />

tematik olarak da yararlanma yoluna gider.<br />

Onun Lal Masallar kitabında yer alan hikâyeleri,<br />

bir tarafıyla sosyolojik olgu olarak hikâyelerin kaleme<br />

alındığı dönemin baskıcı toplum yaptırımlarına,<br />

insanlar arasındaki statü farklarından doğan


problem alanlarına ve sosyolojik olgu olarak geleneğin<br />

belirleyiciliğine de dikkat çeker. Bir yandan<br />

da iktidar mücadelelerinin daha çok insanın iç<br />

sesinde anlamını bulan söyleşim alanını yaratma<br />

yoluna gider. Dilsizlikten doğan iletişim eksikliğini<br />

tematik problem hâline çeviren hikâyeler, kişiden<br />

topluma doğru genişleyen iletişimsizliğin poetik<br />

anlamını kurar. Fakat, iletişimsizliğin içinde gizli<br />

bir dille iletişim ortamı yaratır. Bu gizli dilin gücü<br />

ve içtenliği, okuyucuyu kullanılan gündelik gerçek<br />

dil karşısında şüpheye düşürür. Aslında Lal<br />

Masallar’dan çıkan toplu sonuç, herkesin yalnız<br />

kendisini dinlediği, kendisine dönük hayat kurduğu<br />

bir dünyada insanların yazgılarının ve hayatlarının<br />

önemli bir tarafıyla lal olduğu ve hayatlarını lal<br />

yaşadıklarıdır. Bunda başkasını kendi dünyasının<br />

dışına iterek ötekileştiren modernizmin önemli<br />

rolü vardır. Lal Masallar’da yer alan hikâyeler,<br />

dilsizliğe ve modernizmin olumsuzluklarına başkaldırı<br />

olarak da okunabileceğinin bilgisini bünyesinde<br />

barındırır.<br />

KAYNAKÇA<br />

Andaç, Feridun, Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları, Ümit Yayınları,<br />

Ankara <strong>19</strong>99.<br />

Günay, Umay, Türkiye’de Âşık Tarzı Şiir Geleneği ve Rüya Motifi,<br />

Akçağ Yayınları, Ankara <strong>19</strong>92.<br />

Mungan, Murathan, Lal Masallar, Metis Yayınları, 10. baskı, İstanbul<br />

<strong>20</strong>04.<br />

[Mungan, Murathan], Murathan ’95, Metis Yayınları, İstanbul<br />

<strong>19</strong>95.<br />

Propp, Vladimir, Masalın Biçimbilimi, Om Yayınevi, İstanbul <strong>20</strong>01.<br />

Sakaoğlu, Saim, Gümüşhane Bayburt Masalları, Akçağ Yayınları,<br />

Ankara <strong>20</strong>02.<br />

Saim Sakaoğlu, Gümüşhane Bayburt Masalları, Akçağ Yayınları,<br />

Ankara <strong>20</strong>02, s. 36.<br />

<strong>19</strong>5<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ÜNİVERSİTE<br />

GENÇLERİNİN<br />

HİKÂYELERİNDEKİ<br />

TEMALAR VE<br />

DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ<br />

54 değişik üniversiteden 284 hikâyenin katıldığı<br />

hikâye yarışmasındaki ürünler, edebiyatımızın,<br />

daha doğrusu hikâyeciliğimizin günümüzdeki<br />

farklı bir boyutunu ortaya koyması bakımından<br />

dikkate değer. Bu 54 üniversite geniş ölçüde Ankara,<br />

İstanbul ve İzmir’den olmakla birlikte Türkiye<br />

ortalamasını aksettirmektedir. Üniversite<br />

gençlerinin hikâyelerindeki temalar; onların hayata<br />

bakış tarzını, eşyayı ve tabiatı yorumlamasını,<br />

cinselliğe, daha doğrusu karşı cinsle ilgisini,<br />

modern Türkiye’de gençlerin içinde bulunduğu<br />

durumu, büyük şehirlerin gittikçe yalnızlaştırdığı<br />

insanı dikkatlere sunar niteliktedir. Hikâyelerdeki<br />

kullanılan ve kullanılmayan temalardan hareketle<br />

gençlerimizin hayata bakış tarzını, toplumsal konumunu<br />

daha iyi belirlemek mümkün olacaktır.<br />

Büyük şehirlerin toplum dışına itip yalnızlaştırdığı<br />

insan tipi, hikâyelerin hakim tipi durumundadır.<br />

Bu bakımdan da gençlerimizin hikâyelerindeki<br />

temaların çok büyük ekseriyeti bireysel duygular<br />

çevresinde şekillenmektedir. Üniversite gençliğinin<br />

hikâyelerinde ele aldığı temalar ve onları işleyiş<br />

tarzları şöyledir:<br />

Aşk: Hikâyeler arasında en dikkati çeken temalardan<br />

biri aşktır. Aşk, çok farklı boyutlarıyla ele<br />

alınmış; aşkın insanı çeşitli bakımlardan etkileyen<br />

yönleri farklı kurgulamalar ile dikkatlere sunulmuştur.<br />

“Sen Esra Ben Faber” adlı hikâyede bir<br />

<strong>19</strong>6<br />

Doç. Dr. Yakup ÇELİK<br />

Başkent Üniversitesi / Ankara<br />

silginin yaşadıkları çevresinde, bir genç kızın dile<br />

getirilemeyen duyguları arasında ilişki kurulur.<br />

Burada ölmeyi bile aklından geçiren, bir kenara<br />

itilmişliği hazmedemeyen silgi ile sembolleştirilmiş<br />

bir genç kızın dünyası söz konusudur. Yazılı<br />

belgelerin şahidi olan silgi, aşk mektupları ile iyice<br />

küçülmekte ve aşkın günden güne soldurduğu<br />

insan ile birlikte üzülmektedir. Silginin ağzından<br />

kaleme alınan bu hikâyede;aşk acısından bunalmışlıkla,<br />

toplum dışına itilmişlik arasında bağlantı<br />

kurulur. Ölüme teslim olmak kurtuluş olarak görülür:<br />

“Hayatım boyunca özlemini çektiğim bir çift ses<br />

yankılandı en son kulaklarımda: Seni seviyorum”.<br />

Aşk, “Sensiz Gözlerim” hikâyesinde çok değişik<br />

bir boyutta ele alınmaktadır. Hikâyede Birbiriyle<br />

evlenemeyen Can ve Burcu adında iki gencin organ<br />

nakli çevresinde aynı bedende yaşamaları işlenmektedir.<br />

Çocukluktan itibaren birbirini seven<br />

iki insan, yıllar sonra tekrar bir araya gelmiş; çocukluk<br />

yıllarını bilmeden tekrar sevmişler birbirlerini.<br />

Ancak gözleri görmeyen Burcu’nun dünyası<br />

aydınlandığında yanında Can yoktur. Ölmüştür ve<br />

gözlerini Burcu’da yaşatmaktadır. Bu hikâyede<br />

dramatik bir aşk vardır: Hikâyenin sonu da final niteliğindedir:<br />

“Bu gözler zamanında çok şeyler gördü,<br />

yorgun. Erken kapanırsa bana kızmasın. Çünkü<br />

benden önce de benim sevdiğimindi. O gözlerini


ana verdiği için öldü. Ben de onu hiç göremediğim<br />

için. “Sensiz Gözlerim” hikâyesi, insan sevgisi<br />

teması içerisinde de değerlendirilebilir;yaşama<br />

ve kaderin imkânsızlaştırdığı aşk olarak da. Organ<br />

nakli, güncelliğinden kaynaklansa gerek, hikâyelerde<br />

çokça kullanılan bir motif durumundadır.<br />

“ ‘İlk’e Söylenen Tirad” hikâyesi aşkta ayrılık<br />

duygusu üzerine şekillenir. Aşkın bekleyen ile beklenen,<br />

seven ve sevmeyen boyutu; bir kadının iç<br />

hesaplaşması, duyguları ve doğrularıyla çatışması<br />

tarzında ele alınmaktadır. Kalbin söyledikleriyle,<br />

toplumun değer yargıları ve yetişme tarzı çatışma<br />

halindedir. Bu bakımdan da aşkta imkânsız<br />

olan kaçınılmazdır.<br />

“Söylenmemiş Sözler” hikâyesinde de dile getirilememiş<br />

bir aşk söz konusudur. İç diyalog tarzında<br />

kaleme alınmış hikâyede, toplumsal baskıyı<br />

üzerinden atamayan kadının, bu nedenle mahkum<br />

olduğu mutsuzluk vardır. Mutsuzluğun adı da aşk<br />

acısıdır.<br />

“Tahtlı Ece” hikâyesinde özürlü bir genç kızın<br />

yaşadığı aşk anlatılmaktadır. Burada insan sevgisi<br />

ile aşk iç içe girmiş durumdadır. Özürlü olduğunu<br />

bilmeden pencerede gördüğü bir genç kıza aşık<br />

olan gencin; güzellik ve yürek çelişkisi ile özürlü<br />

olduğunu söylemek istemeyen genç kızın dramı.<br />

İnsan Sevgisi: İnsan sevgisi çokça karşılaştığımız<br />

temalardan birisidir. Bu temadaki hikâyelerde<br />

yazarların çevreye dair gözlemleri önemli rol<br />

oynamaktadır. Kurgulama yerine yaşadıklarından<br />

dersler çıkarma ve çıkardıkları dersleri sunma endişesi<br />

hakimdir.“Yine Bir Sabah” adlı hikâyede, bir<br />

edebiyat öğrencisinin yaşadıklarından, tabiata ve<br />

yaşamaya dair gözlemlerinden dem vurulur. Hikâye<br />

ders niteliğindeki bir açıklama ile sonuçlandırılır:<br />

“Çünkü dünya biz ne dersek diyelim dönüyor.”<br />

İnsan sevgisi, bazen acıma duygusu halinde<br />

karşımıza çıkmaktadır. “Yalnızlığın Titrek Elleri”<br />

hikâyesinde, yüreği insan sevgisi ile dolu<br />

anlatıcının,yalnız bir insanın mektubundan sonra<br />

dile getirdiği acıma duygusu ile dolu atmosfer<br />

vardır. Bu hikâyede bir baba ile oğlu arasındaki<br />

çatışmanın, daha doğrusu bir nesil çatışmasının,<br />

mektup aracılığıyla anlatıldığını görmekteyiz.<br />

“Yüzünde Bir Tebessüm Vardı” hikâyesinde de<br />

<strong>19</strong>7<br />

bir insanın günlük hayatı çevresinde yaşama sevinci<br />

ve insanlara olan sevgisi dile getirilmektedir.<br />

Sait Faik’in hikâyelerini hatırlatan bu çalışmada,<br />

dış mekândan, tabiat güzelliklerinden ziyade iç<br />

mekân vardır.Memduh Şevket Esendal hikâyelerinden<br />

çıkmış izlenimi veren “Bugün Aynaya Baktın<br />

mı”da, tabiatı gözleyen bir anlatıcının insan<br />

sevgisi ve yaşama sevinci ile dolu dünyası vardır.<br />

“Yaz Günü Üşümek” adlı hikâyede yanlış evlilik<br />

sonucunda ortada kalan çocukların dramı işlenmektedir.<br />

Günümüz sosyal hayatının önemli problemlerinden<br />

birini ele alan hikâyede, Selvi Boylum<br />

Al Yazmalım filminde işlenen“sevgi emektir” sözüne<br />

özel bir vurgu yapılmaktadır.<br />

İnsan sevgisi teması, “Penceredeki Gölge” adlı<br />

hikâyede kürtajla çocuğunu aldırmış bir genç kızın<br />

yaşadığı acı çevresinde işlenmektedir.Canlı<br />

bir varlığı, biraz toplumsal baskı, biraz da maddi<br />

nedenlerle ortadan kaldırmaya karar vermek, sürekli<br />

bir acıyı da hayat boyu yaşanacak hâle getirmektedir.<br />

Bu hikâyede “tekerlek sesi”, alıp götüren<br />

uzaklaştıran bir sembol olarak kullanılmaktadır.<br />

Acıma duygusu ve insan sevgisi temasının ele<br />

alındığı “Yağmur” adlı hikâyede; yağmurun neden<br />

olduğu bir kaza sonucunda sakat ve evinden dışarıya<br />

adım atamayan bir insanın dramı anlatılır. Bu<br />

dram, acıma duygusu ile birlikte işlenir.Yağmur<br />

önce sakatkalışa neden olur, sonra tabiat güzelliği<br />

olması hasebiyle yaşamaya sığınmaya davet eder.<br />

Yağmurun bu iki zıt durumdaki olgusu, hikâyeye<br />

yön vermektedir.<br />

Bir AIDS hastasının hayatını gözlerinin önüne<br />

getirerek iç hesaplaşmasının ve yaşamaya tutunma<br />

çabasının anlatıldığı “Pencere” adlı hikâyede;<br />

insan sevgisi en üst düzeyde dile getirilmektedir.<br />

Hikâyede AIDS hastasının anlatımına adım adım<br />

geçilir. Önce bir hastanenin koridorlarından çeşitli<br />

insan manzaraları ortaya konur. Daha sonra İhsan<br />

adlı hastanın AIDS mikrobunu nasıl kaptığını,<br />

eşinden nasıl ayrıldığının anlatımına geçilir. Ancak<br />

bu olayların sıralanmasından çok bir iç hesaplaşma<br />

olarak sunulur. Hikâye, AIDS hastasının “her<br />

şeye rağmen” ayakta durabilme çabasına karar<br />

verişiyle bitirilir. Çünkü yaşamak her zorluğa, her<br />

acıya rağmen güzeldir.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

“Bir Küçük Ağaç” adlı hikâyede tabiat, anne,<br />

insan sevgisi söz konusudur. Bunalım, intihar ve<br />

ölüm düşüncesinin çoğunlukta olduğu hikâyeler<br />

arasında dünyaya sevecen yaklaşan bir bakışla<br />

karşılaşmaktayız. “Su Tanesi” adlı hikâyede de<br />

kendini su tanesi diye tanımlayan bir insanın yaşama<br />

sevinci içinde arzu ve isteklerine yönelmesi<br />

söz konusudur. Yazarının isminin“Damla” olduğu<br />

düşünülürse, bu hikâyede hayata sevecen ve arzulu<br />

bakmaya hazırlanan yazar “ben”in ümit dolu<br />

dünyasının anlatıldığını da söyleyebiliriz.<br />

Ölüm: Ölüm kavramının bütün boyutlarıyla ele<br />

alındığı, ölüm düşüncesinin insanı sürüklediği bunalım<br />

da gençlerin ele alıp işlediği temalardandır.<br />

Geleceğe mektup yazma fikrinden doğmuş olan<br />

“Kırk Yıl Bir Ay” adlı hikâye, yaşama süresini belirlemiş<br />

bir insanın Azrail ile yaptığı konuşmalar<br />

tarzında düzenlenmiştir. Anlatıcı durumundaki<br />

insanın ruhlar âleminden dünyaya bakışı da ilgi<br />

çekicidir.<br />

Fortuna adlı hikâyede bir denizcinin ölümü anlatılmaktadır.<br />

Fırtınaya tutulan bir gemiden sağ<br />

kurtulamayan denizcinin ölümünü anlatan hikâye;<br />

denizciye ağıt niteliğindedir. Güzel bir kurgu ve<br />

anlatımla kaleme alınmıştır.<br />

“Soğuk Uyku”da, Sait Faik Abasıyanık’ın<br />

Semaver’ine benzer tarzda bir annenin ölümü<br />

işlenmiştir. Anne sevgisinin ve ölüm duygusunun<br />

yaşama sevinci ile birlikte işlendiği “Yorgun Bir<br />

Hayat” adlı hikâyede de Semaver’in etkisi hissedilmektedir.<br />

“Bana Kalan Düşüşler” hikâyesinde de ölüm teması,<br />

korku boyutunda işlenmiştir. Burada, ölüm<br />

korkusunu, biraz da, yaşanılan hayatın anlamsızlığı<br />

davet etmektedir. Hayal – gerçek – rüya – kabus<br />

gibi olan ile olmayan arasında gidip gelen “ben”,<br />

ölüme teslim olma korkusunu hikâyenin sonunda<br />

teslimiyete döndürür, intihara benzer bir sona<br />

gider.“Kumsalda Ölümü Bekleyenler” hikâyesi de<br />

ölüm – gerilim – korku arasındaki insanın dünyasını<br />

dile getirmektedir.“Ruh ve Beden” hikâyesinde<br />

ise ölüm – doğum ilişkisi, anne bedenine giren<br />

bir ruhun macerası tarzında nakledilmektedir.<br />

“Zamanı Doldurmak” hikâyesinde de, ölümün,<br />

aile çevresindeki sevenleri birbirinden ayırma bo-<br />

<strong>19</strong>8<br />

yutu üzerinde durulmaktadır.Gündelik hayatın getirilerinin<br />

işlendiği hikâyelerle de karşılaşmaktayız.<br />

“On Yedi”, gençlerin eğitim problemlerinden,<br />

ayakta kalabilme çabalarından dem vurmaktadır.<br />

Ancak hikâye, Elif ile Su adlı iki kız kardeşten birinin<br />

garip bir şekilde ölümü ile sonuçlanmaktadır.<br />

Ölüm kanıksanan bir olgu durumuna gelmiştir; tıpkı<br />

Albert Camus’nün Yabancı’sı gibi. Bu bakımdan<br />

Elif’in kardeşi Su’nun ölümü karşısında “bir Türk<br />

filmi izler gibi” tavır takınması oldukça önemlidir.<br />

Burada eğitim problemlerinin duygulardan uzaklaştırdığı<br />

gençliğimiz üzerinde de düşünmeliyiz.<br />

“Kör Odanın Cansız Sakini” adlı hikâyede de bir<br />

çocuğun doğuş anı ve ölüm anı üzerinde durulur.<br />

Bu hikâyede de aşırı karamsarlık, bunalım en dikkati<br />

çeken özellik durumundadır.<br />

İntihar: İntihar teması çevresinde şekillenen<br />

“Hafifletilmiş Sebepler” hikâyesinde insan – yaşama<br />

– ölüm ilişkisi; insanın kendi kendisiyle ve toplumla<br />

hesaplaşması tarzında işlenmiştir. Bu hikâyede;<br />

bugünün toplum dışına itilmiş insan tipini,<br />

bunalımlarıyla, çelişkileriyle, toplumda gördüğü<br />

zıtlıklarla, hayatı yorumlamasıyla tanırız.Önce, ismini<br />

dahi söylemeden, birisiyle konuşur gibi, kendini<br />

aşk ve hayat karşısındaki tavrıyla tanıtır.Hem<br />

hayat, hem de aşk onun için oldukça gerilerde kalmıştır.<br />

Hayat oldukça monotondur, aşk ise sadece<br />

“sivilceli yıllarda bir kez” hissettiği bir şeydir o kadar.<br />

Hikâye boyunca bilge bir insan olarak karşımıza<br />

çıkan kahraman anlatıcı, ismini söylemekte<br />

geciktiğini bildirir ve “kusura bakmayın” özrüyle<br />

birlikte “Erdem” olduğunu söyler.İntihara karar<br />

veren ve uygulayan Erdem, ismiyle müsemmadır;<br />

bilge bir insandır: “Tarihini bilmeyen geleceğini<br />

bilemez… Bize tarih derslerinde böyle öğretildi.<br />

Öğretmedikleri şey, geçmiş ve gelecek arasındaki<br />

ilişkinin de zamanla değiştiğiydi. Geçmişte işini<br />

şansa bırakmayan insanlar sayesinde günümüzde<br />

birçok kişinin işi şansa kalmış vaziyetteydi çünkü.<br />

Tarihin kazananların tarihi olduğu da söylenir. Eksik<br />

olan kısım geleceğin daima kaybedenlerin geleceği<br />

olduğudur.”Görüldüğü gibi bilge insan, sürekli<br />

kabul görmüş doğruları sorgulayan durumundadır.<br />

Böylece intihara götüren nedenlerin başında<br />

sürekli sorgulayan kişilik gelmektedir: “Hayatı<br />

çözsem ve tüm doğa ve insan davranışlarını sebep<br />

ve sonuçlarıyla yazsam bile bu neyi değiştirirdi ki?


Ben, kendi kafamın içinde kurduğum hapishanede<br />

duygularımı hücre hapsinde tutarken, dışarıda insanlar<br />

neyi, nasıl ve neden yaptıklarını bilmeden<br />

özgürce yaşıyorlar ve ne acı çeken ne de çektiren<br />

bunu benim kadar sorgulamıyordu.”Erdem, adım<br />

adım intihara gidişini, intiharı kurgulayışını ve<br />

hayatın anlamsızlığını da şöyle anlatır: “Ergenlik<br />

döneminde çok okuduğum zamanlarda, hayat üzerine<br />

tüm görüşlerimi yazacağım; insanların ikiyüzlülüğünü,<br />

tutarsızlığını, hayatı nasıl birbirlerine dar<br />

ettiklerini gözler önüne sereceğim kitabi bir intihar<br />

mektubu düşünürdüm. İçimi boşalttıktan sonra posamı<br />

ne yapacağıma dair fikirler üretirdim. Hatta<br />

gazete başlıklarını bile hayal ederdim. … Fakat bu<br />

sabah anladım ki benim yıllar yılı okuyarak, düşünerek,<br />

kendimi harcayarak sahip olduğum düşüncelerin<br />

hiçbir değeri yok. Çünkü insanlar bunları<br />

zaten biliyorlar. Tüm savaşların, anlamsız çıkar<br />

oyunlarının, reklam kurnazlıklarının ya da tutku cinayetlerinin<br />

sebebi insanların bilgisizliği değil karar<br />

verme yetenekleri. İnsanlar en basit bir doğruyu<br />

ya da yanlışı anlamak için hayatın tümünü kavramaya<br />

çalışmıyorlar. Çünkü içgüdüsel olarak bunu<br />

kavrayamayacaklarını biliyorlar. Bendeki eksiklik<br />

ve kafamda fazlalık yapan şey de bu. Benim pozitif<br />

ya da negatif bir katma değerim hiç olmamıştı,<br />

çünkü iki tarafı birbirine eşit bir denklemde<br />

hiçbir değeri olmayan bir sıfırdım ve hangi tarafta<br />

olursam olayım bu hiç değişmeyecekti. Değişmesi<br />

gereken taraflar değil, bendim”.Hikâye ümitsiz bir<br />

feryatla bitirilmektedir: “Ama inanın artık umurumda<br />

değil. Ateistler yeminli mali müşavir olabiliyor<br />

mu acaba?”. Hikâyedeki insanın toplumla,<br />

toplumun kabul görmüş değerleriyle problemleri<br />

var, sitemi var. Kendini kabul ettirememenin acısı<br />

ve haykırışı var. Bundan da kurtuluşun bir tek yolu<br />

kalmıştır: İntihar. Ahmet Emre Ulugün’ün hikâyesinde<br />

anlatılanlar kurgulanmış olaylar dizisi olarak<br />

algılanmamalı. Bugünkü gençliğin ortak problemi<br />

olarak görülmelidir.<br />

Toplumla uyuşmazlığın, anlaşılamamanın getirdiği<br />

bunalım ve bunun sonucunda ortaya çıkan<br />

intihar düşüncesi “Mor Yanılsamalar” hikâyesinde<br />

de işlenmektedir. Buradaki genç kızın bunalımı,<br />

anne – kız çatışması ile başlamakta; kadınlar muhabbetinin<br />

dışında bir dünyaya sahip bir insanın<br />

iç dünyasının dile getirilmesi ile devam etmek-<br />

<strong>19</strong>9<br />

tedir. Bu çatışma, genç kızın toplum tarafından<br />

kabul görmüş yaşama tarzı ile uyuşmamasından<br />

da kaynaklanmaktadır. Bu çatışma da, intihar düşüncesini<br />

davet etmektedir.<br />

İntihar teması, “Devran” adlı hikâyede kadın<br />

cinselliği ile birlikte verilmektedir. Cinsel bakımdan<br />

kocası ile uyuşamayan bir kadının hamile kaldıktan<br />

sonra yaşadığı bunalım, kadının kendisiyle,<br />

toplum (annesinin kendisine anlattıkları olarak<br />

değerlendirmek gerekir, çünkü cinsellikle ilgili bütün<br />

bilgiler anneden alınmıştır) ile çatışması işlenmektedir.<br />

Bütün bu çatışmalar hikâyenin intiharla<br />

bitişine zemin hazırlamaktadır. Bu hikâyede kadını<br />

sadece bir cinsel obje görmeye kadınca bir tepkinin<br />

söz konusu edildiğini de söyleyebiliriz. “Jilet<br />

Bileği Öpünce” hikâyesinde de cinselliğin getirdiği<br />

bunalım ve intihar teması vardır.<br />

İntihar bazı hikâyelerde isim olarak telaffuz<br />

edilmese de, bunalımlar ve karamsarlıklar çevresinde<br />

yaşanılanlar intiharı hemen çağrıştıracak<br />

niteliktedir. “Tatil” adlı hikâyede; bunalımlı bir<br />

genç kızın yaşadıkları, bunalımları ve dramı dile<br />

getirilmektedir. “Ya Gerçek Rüyaysa” adlı hikâyede<br />

de yalnızlık ile toplumla uyuşamadan doğan bir<br />

genç kızın dramı ve bunalımı, belirli bir anın anlatılması<br />

tarzında düzenlenmiştir. “Geç Kalan Vakitlere”<br />

hikâyesi; bir genç kızın kendini ve geçmişini<br />

sorgulaması; yalnızlığın aile ve çevre boyutunu işlemektedir.Toplum<br />

– ben çatışması, genç kızların<br />

iç diyalogları çevresinde “Yine de Yeniden” hikâyesinde<br />

de anlatılmaktadır.<br />

Yalnızlık: Hikâyeler arasında en çok işlenen<br />

tema yalnızlıktır. Büyük şehirlerin gittikçe yalnızlaştırdığı<br />

insan, bu insanın kendi içerisinde yaşadığı<br />

büyük dram hikâyelerin büyük bir çoğunluğunda<br />

dile getirilmektedir. “Kaybolan Benliğim” adlı<br />

hikâye daha ilk satırlarından itibaren bu durumu<br />

ortaya koyar niteliktedir: “Yine bir çöküntünün ardından<br />

evdeyim. Yavaş yavaş bitkin düşüyorum,<br />

uzanmak istiyorum ama korkuyorum.Göz kapaklarım<br />

yaşamış olduğum rüyaların tek tanığı, korkunç<br />

manzaranın tek şahidi. Her sabah acı çığlıklarla<br />

uyanmak, görünen her nesneyi tarifi imkansız korkularla<br />

seyretmek ve her insan içine karıştığımda<br />

zihnimdeki yıkılış ve karmakarışık hale gelen hayal<br />

dünyam”. Hayal dünyası ile baş başa kalmış genç<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

insanın, dış dünya ve hayalleriyle oluşturduğu bir<br />

âlem vardır. Hikâyede bu âlemin gerçek dünya ile<br />

karşı karşıya gelişini, yalnız insanın gittikçe yalnızlaşan<br />

bunalımlarını görürüz.“Yaşıyorum Dünya”da<br />

da, bunalım içerisindeki bir genç kızın dünyası işlenmektedir.<br />

Büyükşehir hayatının gittikçe yalnızlaştırdığı insan;<br />

“Son” , “Duygu ve Diğerleri” adlı hikâyelerin<br />

de teması durumundadır.Anlaşılamayan, derdini<br />

anlatacak insan bulamayan, dostsuz, düşmansız,<br />

ortak zevki ve kederi olmayan, sevinci ve acıyı<br />

tek başına yaşamak durumunda kalan Büyükşehir<br />

yalnızlarının dramı ve anlaşılamazlıkları işlenmektedir.Burada<br />

sessiz gibi duran, toplumsal olanın<br />

dışında görünen gençliğin bir tepkisinin dile<br />

getirildiği de unutulmamalıdır. Toplumla uyuşmazlığın<br />

getirdiği bunalım, kaçma arzusu, arayış<br />

“Engellenmiş Hayaller” adlı hikâyenin teması durumundadır.<br />

“Vehim”, büyük şehirlerdeki insanların kalabalıklar<br />

içerisindeki yalnızlığını işler. Bir ömür gibi<br />

geçen otobüs yolculuklarında tasarlanan, kurgulanan<br />

bir yaşama hikâyeyi oluşturmaktadır.<br />

Kalabalık kitleler, insanı bir cüce yapmaktadır.<br />

Benliğini, feryadını bile kendi içerisinde yaşamaya<br />

zorlamaktadır. “Vehim”de,otobüs yolculuğunda<br />

karşılaşılan ve hayranlık ile duyguların beslendiği<br />

bir insan üzerine yapılan yorum, tasarı ve<br />

hayaller söz konusudur. Burada yapılan vurgu,<br />

bir daha karşılaşılamayacak insandır. İnsanlar<br />

birbirlerini bir kez görürler, insanca iletişim kurmaları<br />

oldukça zordur. Çünkü insanların ilişkileri<br />

makine haline dönüşmüş, insanca ilişkiler çoktan<br />

rafa kaldırılmıştır.Burada içinizden geçirdiğiniz,<br />

hayran olduğunuz bir insana, toplumsal davranış<br />

değerleri çevresinde yaklaşıp düşüncelerinizi bile<br />

iletemezsiniz. En azından aydın insanların problemidir<br />

bu. Hikâye, bu kopuşa bir tepki mahiyetinde<br />

de algılanabilir.<br />

“Yeni Hayat, Yeni Umut” hikâyesinde üniversite<br />

öğrencisi bir genç kızın yalnızlığı, toplumla uyuşmazlığı<br />

ve iç hesaplaşması işlenmiştir.Aslında<br />

toplumla uyum sağlamak için adım atmaya hazırlanan<br />

genç kız, aşkı yaşayıp yaşamamakta kararsızdır.<br />

Yeni bir hayata başlamakla kalbinin emrettiği<br />

yöne gitmek arasındaki tereddüdü hikâyenin<br />

<strong>20</strong>0<br />

temelini oluşturmaktadır. Bir çok hikâyede karşılaştığımız<br />

bu tereddüt, gençlerimizin korkularla<br />

örülmüş dünyasını dikkatlere sunar niteliktedir:<br />

“… yeni bir kader yazıyordu kendine ve hayatının<br />

yıl sonu hesaplarını çıkarıyordu sene sene. Kararlıydı,<br />

hayatına yeşil bir nehre bakar gibi kenardan<br />

bakmayacaktı. Hayat gidişatının haritasını çıkaracaktı,<br />

kendine yeni bir kader yazacaktı. Sadece<br />

hayatında olmasını istediği şeylere yer verecekti.<br />

Şimdilik elleri ruhunun affedilemeyenlerini karalıyordu.<br />

Tabii ya, her kaderin bir aşk acısı olmalıydı.<br />

Ama o aşkı yazmak istemiyordu”.<br />

“Dalgacı” adlı hikâyede de büyük şehirlerin<br />

ortaya çıkardığı kendi içerisinde yalnız, ancak<br />

çok boyutlu, farklı kişiliklere sahip insan modeli<br />

karşımıza çıkmaktadır. Yazma sancısının işlendiği<br />

hikâyede iç içe girmiş âlemler bulunmaktadır.<br />

“Öykümüzün kahramanı Ayla, zeki, başarılı ama<br />

yılların fazlasıyla örselediği bir kadındır” cümlesiyle<br />

ve peşinden gelen toplumun popüler beğenisine<br />

dair düşünceleriyle yazma sancısını ortaya<br />

koyan “ben”; bir bakıma iç diyalog yoluyla toplumla<br />

çatışmasını gözler önüne sermektedir. Bu bakımdan<br />

da “dalgacı” tanımlamasında bulmaktadır<br />

kendisini.<br />

Cinayet: Para tutkusu ve zengin olma özlemi<br />

ile işlenen cinayet, özellikle kovboy filmlerinden<br />

çıkmış bir tarzda nakledilmektedir. “Üç Hırsızın<br />

Hazinesi” hikâyesinde,hazine aramaya çıkan üç<br />

arkadaşın ölüm ve öldürülme ile biten macerası<br />

vardır. Anlatım ve tema bakımından diğerlerinden<br />

ayrılan bu hikâyede; aksiyon hikâye boyunca en üst<br />

noktada tutulmakta, okuyucunun heyecanı ayakta<br />

tutulmaktadır. Sinema filmleri ve televizyon dizilerinin<br />

etkisinin hemen hissedildiği, anlatım ve<br />

yazım bozukluklarının çokça bulunduğu hikâyede,<br />

bitiş ancak ölümle sağlanmaktadır: “Kemal tetiğe<br />

dokunuyor silah ateş almıyordu kurtlar gittikçe<br />

yaklaşıyordu. Cavit silahın tutukluk yaptığını fark<br />

ettiğinde aklına şeytanî bir fikir saplanmıştı. Silahı<br />

alıp Kemal’in kafasına vurmaya başladı. İki üç vuruştan<br />

sonra Kemal’in cansız bedeni buz gibi karın<br />

üzerindeydi.”<br />

Cinayet teması “Kan Kırmızı Bir Gece” hikâyesinde<br />

de karşımıza çıkar. Burada anlatıcı geçmişte<br />

yaşadığı acı bir olayı anlatır: Babasının eşini, yani


çocuğunun annesini öldürmesi. Olay, annesinin<br />

ölümünü anlatan bir çocuğun duygularıyla daha<br />

da dramatik bir hâl almaktadır. Bu hikâye gazetelerin<br />

üçüncü sayfasının bir yansıması gibidir.<br />

Gündelik Hayat: Erkekler tarafından kaleme<br />

alınan hikâyelerin bir kısmında “erkek muhabbeti”<br />

etkili olmuştur. “Karar Vermek” hikâyesinde<br />

arkadaşları ile halı saha maçına çıkan bir gencin<br />

duyguları anlatılmaktadır. Bu arada futbol bilgisi<br />

bütün incelikleri ile ortaya konulmakta, futbolun<br />

okulda, kızlar arasında nasıl algılandığına dair<br />

çeşitli açıklamalar yapılmaktadır. Futbol oynayan<br />

gençlerin iç dünyalarındaki çatışmalarını, kendini<br />

gösterebilme çabalarını, arkadaşlık duygularını<br />

ortaya koyan bu hikâyede; iç dünyalarına mahkum<br />

olmuş insanların kalabalıklar içerisindeki<br />

yalnızlığının işlendiğini söyleyebiliriz.<br />

Diğer: 284 hikâye içerisinde, toplumsal problemlerin<br />

ele alındığı temalar, bir elin parmaklarını<br />

geçmeyecek kadardır. Bunlardan birisi “Dönüş”<br />

adını taşır. Dönüş, Güneydoğu’ya öğretmen olarak<br />

atanan gençlerimizin yaşadığı problemleri,<br />

orada şehit olmuş öğretmenlerimizin dünyasını<br />

dile getirir niteliktedir.Dönüş’te toplumsal bir<br />

problem, idealist bir öğretmenin yaşadıklarının<br />

kurgulanması sonucu anlatılmaktadır. “Bir Garip<br />

Kütüphane” adlı hikâyede de bir köye kütüphane<br />

yaptırmak isteyen gencin yaşadıkları anlatılmaktadır.<br />

Bir idealin hikâyesi niteliğindeki çalışma,<br />

kurgu tanımlamasından çok bir sergüzeşt olarak<br />

değerlendirilmelidir.Bireyin iç dünyasındaki çatışmaların<br />

dile getirildiği hikâyeler arasında toplumsal<br />

bir olaya değinilmesi bakımından dikkate<br />

değer.“Evlat” adlı hikâyede de, yaşlı insanlarla<br />

gençler arasındaki diyaloglardan hareketle vatan<br />

ve millet sevgisi işlenmektedir.<br />

SONUÇ<br />

1. Üniversite gençlerinin hikâyelerinde çoğunlukla<br />

bireysel temalar vardır. Toplumsal temalar<br />

yok denecek kadar azdır. Toplumsal olanın dile<br />

getirildiği hikâyelerde de anlatım bozuklukları ve<br />

kötü bir kurgunun bulunduğunu görmekteyiz.<br />

2. Öykü yazanların büyük bir çoğunluğunu kızlar<br />

oluşturmaktadır. Bu bakımdan ele alınan temaların<br />

çoğunluğu da genç kızların bunalımları,<br />

<strong>20</strong>1<br />

yalnızlıkları, toplumun davranış değerleriyle çatışmaları,<br />

dile getirilemeyen duygularından dolayı<br />

intihara sürüklenmeleri tarzında karşımıza<br />

çıkmaktadır. Erkeklerin kaleme aldığı öykülerde,<br />

birkaç istisna dışında, gündelik hayatın ayrıntıları,<br />

futbol, terör gibi popüler temalar söz konusudur.<br />

Erkeklerin, yazarıntoplum önderliği işlevini faaliyete<br />

geçirecek bir etkinlikte bulunduğunu söylemek,<br />

hem yazarlık becerisi hem de kullanılan<br />

tema bakımından, oldukça zor.<br />

3. Kızların öykülerinde dil ve anlatıma büyük<br />

özen gösterildiğini, kâğıt düzeni ve sunuma dikkat<br />

edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak erkeklerin<br />

öykülerinde dil ve anlatım bakımından gerekli<br />

özenin gösterilmediğini, sunulan kâğıt düzeninde<br />

de kayıtsızlığın olduğunu görmekteyiz. Bu durum<br />

erkeklerin daha az okuduğunu ve yazdığını; buna<br />

karşılık kızların sorumluluk duygusu içerisinde<br />

birbirinden kopuk okumalar içerisinde olduğunu<br />

göstermektedir. Kızların okumalarının yönlendirilebileceğini<br />

düşünmeliyiz. Sait Faik, Memduh<br />

Şevket,Elif Şafak, Nazlı Eray, İnci Aral dışına çıkmaları;<br />

Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal,<br />

Tarık Buğra okumaları sağlanmalıdır.<br />

4. Hikâyelere, genellikle bir durumun veya tabiatın<br />

anlatılması ile başlanmaktadır. Bu bakımdan<br />

vak’anın anlatımına geçmekte, genç hikâye<br />

yazarlarının hiç zorlanmadığını söyleyebiliriz. Bu<br />

durum gençlerin özellikle Sait Faik Abasıyanık’ı<br />

çok okumalarının bir sonucu olsa gerek.<br />

5. Her ayrıntıyı rahatlıkla ifade edebilecek dil<br />

kullanımına sahip hikâyeler bulunmaktadır. Bu<br />

durum hikâyeciliğimiz bakımından oldukça sevindirici.<br />

Ancak kullanılan temalar, edebiyatın işlevinin<br />

tamamen bireysel karmaşaya, iç çatışmalara<br />

yöneldiğini de göstermektedir. Yalnızlık, bunalım,<br />

ölüm düşüncesi, intihar; biraz da gençlerimizin iç<br />

dünyalarını fazla dinlemelerinin, toplumla koordinasyon<br />

sağlayamamalarının bir sonucu olabilir. Ya<br />

da hikâye yazanların büyük bir kısmında bu zengin<br />

iç dünya var.<br />

6. Hikâyelerde işlenen temalardan hareketle,<br />

edebiyatın gittikçe toplumu yönlendirme işlevini<br />

kaybettiğini, üzülerek, belirtmemiz gerekir. Edebiyat<br />

veya öykü; sadece iç çatışmaları, davranış değerleriyle<br />

uyumsuzluğu sessiz dile getiren, etkisiz<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

bir işleve dönüşmek üzere.<br />

7. Hikâyeyi bir oyun olarak algılayan ve sembollerden<br />

hareketle duygularını, yaşadıklarını dile<br />

getirmeye çalışan güzel çalışmalarla karşılaştık.<br />

Silgi ve su damlası örnekleri; tıpkı Sait Faik’in<br />

“Dülger Balığı” gibi, oldukça anlamlı mesajlar yüklenmişlerdir.<br />

8. Ölüm ve intihar temasının çok fazla kullanılması,<br />

gençlerimizin ilgi beklediğini, anlaşılmak<br />

istediklerini haykırmaktadır.Hikâyelerin büyük bir<br />

kısmında; anlaşılamayan, derdini anlatacak insan<br />

bulamayan, dostsuz, düşmansız, ortak zevki ve<br />

kederi olmayan, sevinci ve acıyı tek başına yaşamak<br />

durumunda kalan Büyükşehir yalnızlarının<br />

dramı ve anlaşılmazlıkları işlenmektedir.Burada<br />

sessiz gibi duran, toplumsal olanın dışında görünen<br />

gençliğin bir tepkisinin dile getirildiği de unutulmamalıdır.<br />

9. Toplumla uyuşamayan, kendini anlatamayan<br />

gençlerin bu hikâyelerdeki çokluğu; üniversitedeki<br />

gözlemlerimizle birlikte bir vahim geleceği daha<br />

bize haber verir niteliktedir.<br />

10. Edebiyatımız çok gelişmekte, çok güzel hikâyeler<br />

kaleme alınmakta, özetle Türkçe altın devrini<br />

yaşamaktadır.Ancak, edebiyatımız tutunacak<br />

dal bulamamaktadır. Çünkü edebiyatın toplumla,<br />

toplumsal olanı dile getirmekle ilgisi kalmamıştır.<br />

Edebiyatçının, hepimizin bildiği nedenlerden dolayı,<br />

Şinasi’ler, Namık Kemal’ler, Ziya Gökalp’ler,<br />

Ömer Seyfettin’ler, Yahya Kemal’lerde olduğu gibi<br />

toplum lideri olma şansı kalmamıştır.<br />

<strong>20</strong>2


KÜÇÜREK ÖYKÜ<br />

(SHORT-SHORT STORY)<br />

TÜRÜ ya da<br />

BİR ÇIĞLIĞIN<br />

METİNLEŞMESİ<br />

Giriş<br />

Küçürek öyküler üzerine çalışırken zamanla onların<br />

bende bir çığlık izlenimi uyandırdığını sezinledim.<br />

Bu çığlık kimin çığlığıydı, nereden gelmekteydi,<br />

niçin atılmıştı ve neye yönelikti? Doğrusu<br />

çığlığın yönü olmaz’dı, amacı ve yeri de. O, başlı<br />

başına bir yurtsuzluğun öne sürümü idi; zamana<br />

sığamayışın, yerini kabullenemeyişin, kendi olamayışın,<br />

kaçırılan fırsatların vb…<br />

Oysa çağımız, bilimin ve teknolojinin tarihteki<br />

en büyük nimetlerini bize sunmaktaydı; kişi başına<br />

düşen refah düzeyi artmakta, yenilmez sanılan<br />

hastalıklar tedavi edilmekte ve geçilmez sanılan<br />

dağlar aşılmaktaydı; azgın ırmaklar dizginlenerek<br />

ışığa, enerjiye kısaca yaşama dönüştürülmekte<br />

idi… Peki o zaman bu çığlık niyeydi? Çağımız kazanımlarıyla<br />

insanlığı daha mı mutsuz etmişti? Her<br />

yerde modern zamanların hakimiyeti yol, su, elektrik,<br />

okul ve sağlık olarak insanlara ulaşamıyor<br />

muydu? Bu çığlık, çağın nimetlerinin ulaşamadığı<br />

insanlardan mı yoksa onlara erişmiş olan fakat<br />

çağın nimetlerinin erişemediği ya da zulüm, yoksulluk,<br />

savaş ve ölüme dönüşerek ulaştığı mutsuz<br />

çoğunluğun sesini/acılarını empatik olarak duyumsayan<br />

aydınlık bilinçlerden mi gelmekteydi?<br />

<strong>20</strong>3<br />

Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />

Fırat Üniversitesi / Elazığ<br />

Rodin’in o meşhur düşünen adam heykeli, hangi<br />

çağın kaygılarını taşımakta ve neyin endişesini<br />

duymakta idi? Sartre, neden modern zamanların<br />

insanını, tarihin arabasına koşulmuş yorgun ve<br />

çaresiz bir ata benzetmişti? Bilim ve teknoloji<br />

geliştikçe ve medeniyet denilen şey arttıkça/ ya<br />

da arttığı varsayıldıkça neden insanlar daha mutsuz<br />

oluyordu? Yoksa modern zamanlar, insanlara<br />

sunduğu teknolojik nimetlerin karşılığında onların<br />

sağlıklarını, mutluluklarını, paylaşma kültürünü,<br />

empati yeteneklerini ellerinden alıyor ve onları<br />

daha sağlıksız, daha mutsuz ve daha mı yalnız ve<br />

sürgün meduzalara çeviriyordu?<br />

Modern zamanlara bulaşan bu hastalık neydi?<br />

Bu çığlığı kimler niçin atıyordu?<br />

Temel sorun şu ki, geniş kitleler çoğu zaman<br />

içgüdüleri ile yaşayıp gidiyor ve kısa zamanda birbirine<br />

benzeyerek acıyı kabulleniyor ve ona alışıyordu.<br />

Acıları verilmiş, yaşanması gereken doğa<br />

olgular gibi görüyor ve bir tür kötü bir yazgı gibi<br />

benimsiyordu. Oysa onlar adına düşünen, acı çeken<br />

Prometelerin olduğunu bilmiyorlardı.<br />

Modern zamanlar hız’ı öne çıkarmıştı ve insanlık<br />

tarihi son yüz yılda bütün zamanlardan daha<br />

radikal değişim ve dönüşümleri hazmetmeden/<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

içselleştirmeden, oryantasyondan geçmeden yaşamıştı.<br />

Geniş kitleler, ya teknolojik gelişmelerin<br />

sağladığı rahatlıkla rehavet içinde sızıp kalmış ya<br />

da bu müthiş hız karşısında abandone bir şekilde<br />

olanları anlamaktan çok seyrediyordu.<br />

Ama çığlık vardı ve kendi adına bir türe dönüşmekteydi.<br />

Çağın sanatçıları, çağa uygun bir dille<br />

onu ifade etme çalışıyordu. Küçürek öyküler, çoğu<br />

kez kendisi konu ettiği çoğunluğun belki uzun zamanlar<br />

sonra bile farkına varamayacağı mutlak<br />

tükenişin öyküsüydü. Fakat bu öykü, çağın zamansızlığa<br />

mahkum ettiği insanlara ulaşabilmesi için<br />

kısa olmalıydı hem de çok çok kısa ama aynı zamanda<br />

sarsıcı bir etkiyi de içermeliydi; Küçürek<br />

öyküler işte bu yüzden çığlığa dönüştü.<br />

Bütün bu görüşler doğrultusunda küçürek öykülerin<br />

gelişimi, temel nitelikleri ve yazarları hakkında<br />

genel bir değerlendirmeyi şöyle yapabiliriz;<br />

Devir-Edebî Tür İlişkisi<br />

Her çağın ruhu, özüne uygun anlatı araçlarıyla<br />

kendini açığa çıkarmak ister. Devirler arasındaki<br />

tip ve tür, ekoller arasındaki –izm farklılıklarının<br />

arkasında, o çağa ait baskın düşünce etkinliklerinin<br />

birikimi yatar.<br />

İnsanlığın genelde değer ve düşünce rezervinde<br />

binlerce yıldır varolan, ama çağın gereğince,<br />

gelişerek açımlanan ve bazen ekolleşen düşünceleri<br />

besleyen temel güç, o çağın ruhudur. Antik<br />

çağın hümanist yönelimi, Orta Çağ’ın skolastizmi,<br />

Aydınlanma çağının kuşkucu tavrı; hep kendine<br />

özgü tipler, ekoller ve türler aracılığı ile kendini<br />

açımlamıştır.<br />

İnsanlık tarihi incelendiğinde; ‘yeni’ nitelemesiyle<br />

ortaya çıkan her düşünce ve yönelimin, eskiden<br />

beri insanlığın düşünce rezervlerinde varolan<br />

bir kıvılcımın, çağın baskın ruhunca beslenip<br />

nefeslendirilerek bir aleve dönüştürülmesinden<br />

başka bir şey olmadığı görülür.<br />

Daha çok <strong>20</strong>. yüzyılın son çeyreğine yakın bir<br />

zamandan itibaren yoğun bir şekilde öne çıkan<br />

küçürek öykü de aslında Filozof Beydaba, Ezop,<br />

Şeyh Sadi ve Mevlana’dan beri hep varolagelen<br />

bir anlatı türüdür. Ancak yüzyılın son çeyreğinden<br />

<strong>20</strong>4<br />

itibaren biraz da fast food/laşan çağın ruhuna uygun<br />

bir biçimde ve yeni bir içerik yapılanmasıyla<br />

daha çok öne çıkmaya başlamıştır. Bu yüzden<br />

küçürek öyküleri; hayvan yahut cansız nesneleri<br />

kişileştirerek öğretici/öğütleyici içerikle anlatan<br />

fabl, bir kişi veya olayla ilgili sınırlı durumları öyküleyen<br />

anekdot ve daha çok hikemi nitelikte bir<br />

ders vermeyi amaçlayan mesel tarzı küçük anlatılardan<br />

özellikle ayırmak gerekir.<br />

‘Küçürek öykü’ tanımlaması<br />

ve temel özellikleri<br />

Dünya edebiyatında “flash fiction”, “short<br />

–short history” (Asimov <strong>19</strong>92), “Anlık Kurmaca”<br />

(Baxter <strong>19</strong>97: 87) diye tanımlanan küçürek<br />

öykü, Türk edebiyatında; “minimal öykü”, “çok<br />

kısa öykü”, “öykücük” (Edgü <strong>19</strong>90: 245; <strong>19</strong>97: 38),<br />

“kısa kısa öykü” (Duru <strong>19</strong>97: 37), ”kıpkısa öykü”,<br />

“sımsıkı öykü”(Emre <strong>20</strong>02: 13), “kısa kurmaca”,<br />

“kısa öykü”, “minik öykü”, “mini öykü”, “küçük<br />

öykü”, “küçük ölçekli kurmaca” (Kökden <strong>19</strong>97:<br />

16, <strong>19</strong>), “mesel” (Andaç <strong>19</strong>97: 18), “küçük ölçekli<br />

kurmaca” (Erden <strong>20</strong>02: 314) gibi adlandırmalarla<br />

bilinmektedir. Doğu edebiyatlarının “hikemi” nitelikli<br />

meselleri ve kısa hayvan masalları, bu türün<br />

edebiyatımızdaki ilk örnekleri sayılsa da, çağdaş<br />

bir zorunluluğun öne sürümü olan küçürek öyküler,<br />

içerik ve söylem itibariyle bu anlatılardan hayli<br />

farklı özellikler taşır.<br />

Öncelikle küçürek öykülerin bir hikmeti nakletme,<br />

bir düşünceyi vülgarize ederek anlaşılır kılma<br />

(Sadi’nin veya Mevlana’nın Mesnevi’sindeki meseller<br />

biçimiyle), birilerine ders/öğüt verme gibi<br />

görünür amacı ve işlevi yoktur. Zaten tezli bir yaklaşımı<br />

oluşturup sürdürebilecek hacim ve zamana<br />

da sahip olmayan küçürek öyküler, bir bakıma anlatı<br />

kişilerinin zamansızlık ve yurtsuzluk sorunlarının<br />

metinleşmesi gibidir.<br />

Sanat eserleri ile içinde oluştukları zamanın ana<br />

karakteri ve baskın eğilimleri arasında sıkı bir ilişki<br />

olduğu unutulmamalıdır. Modern insanın süre/zaman<br />

sorunu ve yer/yerleşme, ‘yer edinme’ çabası<br />

küçürek öykülerin kalkış noktasıdır. Zira hızlı tüketim<br />

çağının istemli bir ürünü gibi ortaya çıkan ve<br />

genel anlamda dağınıklığa karşı bir protesto olan


(Pritchett <strong>19</strong>98: 15) küçürek öykü/ler, akreple yelkovan<br />

arasına sıkışan özgür görünümlü, ama bürokrasinin<br />

kağıttan kelepçelerle tutukladığı çağcıl<br />

mahkûmların, kendini fark ettikten sonraki çığlığı<br />

gibidir; kısa, keskin ve tiz.<br />

Bu keskin çığlıkta, sınırlarına çarparak hiçbiryerdeliğini<br />

keşfeden insanın bunaltılı arayışları<br />

vardır. Yurtsuzluğunu birey olarak duyumsayan<br />

insan, umutsuzca yaşamı sorgulamaktadır. O yüzden<br />

yabancılaşma, köleleşme, umutsuzluk, çöküntü<br />

ve bunaltı ana izlekleri üzerine kurulan küçürek<br />

öyküler, çağın baskın eğilimi doğrultusunda ulusal<br />

ya da geleneksel öğelerden çok bireysel öğeleri<br />

işler.<br />

Yaşamın özüne tutulan ayna niteliği ile küçürek<br />

öyküler, bir zamansızlığın öne sürümüdür; bu nedenle<br />

öykülemekten çok gösterir ve anlatmaktan<br />

çok haykırır; “Son derece yoğunlaştırılmış, son<br />

derece yüklü, sinsi, çok yönlü, anlık, ürkütücü,<br />

kışkırtıcı, düş kırıklığına uğratıcı olan bu kısa kısa<br />

öyküler (..) romanın iki yüz sayfada yaptığını bir<br />

sayfada yapıyor..” (Shapard <strong>19</strong>97: 94) Sıkıştırılmış<br />

yapısıyla daima bir roman içeriği taşıyan bu anlatılar;<br />

bir eylem, bir yerde ve bir zamanda serimlenme<br />

keyfiyeti gibi, Fransız tiyatrosunun o meşhur<br />

üç birlik kuralına sıkı sıkıya bağlıdırlar.<br />

Damıtılmış niteliği, yoğun ve örtük söylemi ile<br />

şiire yakın duran küçürek öykülerde; anlık aydınlanmalar,<br />

şok uyarı ve etkiler esas alınır; “Romantik<br />

şiir gibi kısa öykü de önemli bir an, bir algılama<br />

anı üzerinde yoğunlaşır. Bir olayın içsel anlamı<br />

üzerinde, birdenbire geliveren anlık sezgiler üzerinde<br />

yoğunlaşarak örülür. Özlü ve incelikli olması<br />

nedeniyle kısa öykü, bireyin en uyanık ya da en<br />

yalnız olduğu durumları tam bir dakiklikle yakalayabilir.”<br />

(Salman-Hakyemez <strong>19</strong>97: 10) Bu tür öykülerdeki<br />

şiirsel tadın kaynağı, insanın en uyanık<br />

haliyle kurduğu rüya halini dile taşıması ve böylesi<br />

sezgi/algı anları üzerinde yoğunlaşmasıdır. Necati<br />

Tosuner, öykülerin içerik yoğunlaşmasını, “Okyanusu<br />

simgeleyen akvaryum kabarcığı” (Tosuner<br />

<strong>19</strong>97: 40) gibi çok yerinde bir şiirsel imgeyle anlatır.<br />

Anlatıcı, bir kişideki herkesi görmeye ve göstermeye<br />

gayret ederken; dilin bütün çağrışım<br />

değerlerini hesaba katarak kullanır. Kısa, özlü ve<br />

<strong>20</strong>5<br />

sindirilmiş yapısıyla anlık fark edişlerin şiirsel çığlığı<br />

sayabileceğimiz küçürek öyküler; keskin ve tiz<br />

çığlık gibi, etkisini yitirmemesi için ayrıntılardan,<br />

süslerden ve nağmeleştirecek uzantılardan her<br />

zaman kaçınmak zorundadır. Hacim olarak bir<br />

çığlık ne kadar uzun olabilirse küçürek öykü de o<br />

kadar uzundur. Bilinmeli ki, bir çığlık uzadıkça etkisini<br />

yitirir ve nağmeye dönüşür. Küçürek öykü de<br />

uzadıkça, uyaran, şaşırtan vurucu etkisinden arınır.<br />

Bu nedenle sözcük eksiltme, zaman /mekân<br />

perspektiflerini silme ve bir durumu minyatürleştirme<br />

gibi edimler, küçürek öykülerin en çok<br />

yararlandığı anlatı unsurlarıdır.<br />

Hacim olarak küçürek öykü/ler için 500<br />

(Wright <strong>19</strong>98: 16) veya 250–300 (Erden <strong>20</strong>02:<br />

315) sözcüklük bir sınır konsa da bana göre, 250<br />

veya 500 sözcük, çığlığı nağmeye dönüştürmek<br />

için yeterli süreyi hazırlayan bir anlatım örgüsü<br />

oluşturur. Bu bakımdan 100 sözcüğü geçmeyecek<br />

anlatıları ancak küçürek öykü diye adlandırabiliriz<br />

(Korkmaz <strong>20</strong>03: 26). Zira küçürek öykü, vazetmez,<br />

nasihatte bulunmaz, karakter geliştirmez, okuyucuyu<br />

bir yere taşımaz vb. Ancak bazı değişmez<br />

hakikatleri sezdirir, insanları onlarla aniden yüzleştirerek<br />

şok uyarmalar yapar. Vurucu etki ve şok<br />

uyarı niteliği, romanın iki yüz sayfalık hacmini, birkaç<br />

tümcede anlatma iddiasındaki anlatıları, doğrudan<br />

oluş an’ları üzerinde yoğunlaşmaya zorlar.<br />

Genellikle “süredizimsel bir ilerlemeye uyan nesnel<br />

zamanın bir an’la sınırlandırıl”dığı (Öztokat<br />

<strong>19</strong>97: 42) küçürek öyküler, bireyin en keskin oluş<br />

anlarına dikkati çekerek, bireyin içindeki çıplak insan<br />

gerçeğini ortaya çıkarmaya çalışır.<br />

Küçürek anlatıların bireysel niteliklerine özellikle<br />

vurgu yapan Ferit Edgü’nün (Edgü <strong>19</strong>79: <strong>20</strong>)<br />

“Öç” adlı öyküsü, bu türün en özgün örneklerinden<br />

birini oluştur;<br />

“Öç<br />

Köyün en hoppa kızıydı.<br />

Onu köyün en aptal gencine verdiler.<br />

Hiç çocukları olmadı.<br />

Daha doğrusu, sayısız çocuklarından hiçbiri o<br />

en aptal gençten değildi.”<br />

(İşte Deniz, Maria,<strong>19</strong>99: 52)<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Toplam 4 tümce ve 24 sözcükten oluşan “Öç”,<br />

oldukça sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış bir anlatıdır.<br />

Bu kadar sözcük tasarrufu ile yaşamın birçok<br />

yönünü anlatmak pek de mümkün görünmez. Zaten<br />

öykü de anlatmıyor; yalnızca bir durumu belirtiyor,<br />

gösteriyor ve katlanılamaz bir durum’un<br />

çığlığı gibi yüzümüze çarpıyor; bizi en kısa yoldan<br />

sarıp uyarmaya ve ilgimizi doğrudan bu katlanılmaz<br />

olana yöneltmek istiyor. Bu yüzden öykülerin<br />

çözümlenmesinde, anlatıdaki olaylardan çok<br />

durumları ve söylemi esas almak gerekir. Göreceli<br />

bir nitelendirmenin ifadesi olan “hoppa”lık,<br />

“Öç”teki trajik çatışmaya neden olan kendilik<br />

değeri’nin negatif göstergesidir.<br />

Köyün genç kızı, yaşama dönük yüzü ile<br />

“sıradışı”dır; zihniyet taşlaşmasını simgeleyen köyün<br />

sıradan, ezberlenmiş ilişkileri ötesinde olduğu<br />

için de “hoppa”dır. Ona dışarıdan verilen, yapıştırılan<br />

“hoppalık” belirtimi, genç kızın varlığı ile özü<br />

arasındaki engelleri, yani ezberlenmiş ilişkileri<br />

dışlayarak; daha özgün ve daha yaratıcı bir ilişki<br />

kurma potansiyeline gönderme yapar. Ancak bu<br />

farklılığı, kendi varlığına yönelmiş bir tehdit gibi<br />

algılayan ve bir zihniyet taşlaşmasını, hoşgörmezliği<br />

(intolerance) simgeleyen köylüler, onu ‘hoppalık’<br />

belirtimi ile önce ikaz eder ve sonra kendilerine<br />

benzetmek üzere köyün en aptal genci’ne bir<br />

nesne gibi verirler. Bireyin böylesine yapayalnız<br />

bırakılmışlığı ve nesneye çevrilmişliği; ürkütücü<br />

bir boyuttaki Kafkaesk (Ecevit <strong>19</strong>92: 28) güvensizliğin<br />

refakatinde umutsuzluğa yönelir. Zira birey,<br />

yığın adına özgünlüklerinden vazgeçmek zorunda<br />

kalacak ve kendini iptal edecektir. İşte tam bu<br />

noktada da kitlenin gittikçe kendini hissettiren kör<br />

gücü ile karşılaşırız. Bu kör güç, kitleyi otomatlaştırarak<br />

Gustave Le Bon’ün ifade ettiği bireysel duyarlılıkları<br />

yok eden bir “cinai sınıf” (Le Bon <strong>19</strong>79:<br />

157)’a dönüştürecektir.<br />

Farklılıkları baskı ve öç mantığı ile cezalandırarak<br />

susturmak isteyen toplumun zorba mantığı,<br />

kısa sürede anlık çözüm yolu gibi görülse de, özde<br />

ve gelecekte büyük kırılmalara ve parçalanmalara<br />

neden olacaktır. Kısa ve öz olanı bir araya getirme<br />

güdüsünün kaynaklık ettiği ve yoğunlaştırılmış bir<br />

sadeliğin egemen olduğu (Deveci <strong>20</strong>05: 399) Ferit<br />

Edgü’nün “Öç” adlı küçürek öyküsünde bir Emma<br />

Bovary dramını bulmak mümkündür. Küçürek öy-<br />

<strong>20</strong>6<br />

külerin, roman açılımına sahip yoğunlaştırılmış<br />

anlık yaşam deneyimlerini içerdiğini özellikle belirtmeliyim.<br />

Yine türün genç yazarlarından Murat Yalçın’ın<br />

‘ölm’ adlı öyküsü de aynı kısa ve yoğun yaşantılar<br />

dünyasına gönderme yapar;<br />

“ölm<br />

‘Savaşlar çocukları büyütür’, dedi yaşlı kadın,<br />

buruşuk ağzının kenarındaki tükürükleri silerken,<br />

‘Babalarının mezarları başında ağlayan adamlar<br />

görürsen şaşırma, yaşları büyüktür babalarından…’<br />

Bu sözler, örümcek ağına takılmış bir sinek oldu,<br />

salındı kafasının köşesinde.” (Yalçın <strong>20</strong>03: 81)<br />

Başlıkla birlikte 33 sözcükten oluşan “ölm”;<br />

yaşamı birden fark ettirici ve bireyi zamansız olgunlaştıran<br />

etkisiyle şok acıların, insan benliğine<br />

yaptığı aşırı yükleme ile onun varlığını çatlatan,<br />

parçalayan yönüne işaret eder. Savaşların, babalara<br />

yaşam deneyimini sindirerek çocuklarına<br />

aktarma imkanı tanımayan ve çocukları birden<br />

büyümek zorunda bırakan amansızlığı; okuyucuyu<br />

kalbi ve zihniyle birlikte Hz. İsa gibi sonsuz zaman<br />

panosuna çiviler. Birdenbire büyümenin insan<br />

benliğindeki şok kırılmaları, bireyin tüm yaşam<br />

algısını bir hastalık gibi sarar ve onu yalnız, mutsuz<br />

ve şefkatin mekânından sürgün kılar. Sevgiyle<br />

değil ama ölümle ve kinle birbirine ulanan ömürler,<br />

ancak modern meduzalar üretir ve dünyayı<br />

cehenneme çevirir. Bu yoğun ve rafine anlatım,<br />

bir sis çanı gibi insanları kendi içinde taşıdıkları<br />

katastorofik tehditlere karşı düşündürmek ister.<br />

Yukarıdaki metinlerde de görüldüğü gibi, küçürek<br />

öykü yazarı, sıradan ama yoğun ve özgün<br />

yaşantıları daha çok simgesel düzeyde bize anlatır.<br />

Zira bir yoğunlaştırma göstergesi olan simge,<br />

daima kendisi olmayandır ve hep ötelere, derin<br />

anlamlara çağrıda bulunur. Temelde görselleşen<br />

bir dünyada ve süre/hız faktörlerinin kıskacında<br />

yaşamaya çalışan <strong>20</strong>. yüzyıl insanı, zaman yoksuludur;<br />

uzun romanlar okumaya vakti yoktur. Dolayısıyla<br />

bu gereksinimi giderecek “fast food” tarzı<br />

bir anlatı türü, geçmiş deneyimleri de arkasına


alarak kendiliğinden gündeme gelir.<br />

Hızlı tüketim çağının ürünü olan küçürek öyküler,<br />

bu çağın ruhuna uygun bir biçimde; anlatısını<br />

tip, olay ve betimlemeden olabildiğince arındırır<br />

ve yaşamın sonsuz derinliğini, şimşek gibi anlık<br />

parıldamayla bir noktadan aydınlatmaya, göstermeye<br />

çalışır.<br />

Dünya edebiyatından Max Aub, J. Cortazar,<br />

Micel Leiris, Max Jacob, Gertrude Stein, Marry<br />

Butts, W.C.Williams, Joyce, Robert Kelly, Bretch ve<br />

Oscar Wilde gibi sanatçıları; Türk edebiyatından<br />

ise Tezer Özlü, Küçük İskender, Sevim Burak, Tarık<br />

Günersel, Haydar Ergülen, Yeşim Dorman, Murat<br />

Yalçın ve özellikle Ferit Edgü’yü küçürek öykünün<br />

önemli yazarları arasında sayabiliriz.<br />

KAYNAKÇA<br />

Andaç, Feridun (Mart-Nisan <strong>19</strong>97), “Ferit Edgü ile Dünden Bugüne”,<br />

Adam Öykü, S. 9: s.17-28<br />

Asimov, Isaac (<strong>19</strong>92), 00 Great Science Fiction Short-Short Stories,<br />

New York: New American Library<br />

Baxter, Charles (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Anlık Kurmaca”, (çev. Taner Karakoç),<br />

Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.85-90<br />

Deveci, Mutlu (<strong>20</strong>05), Varoluş ve Bireyleşme Açısından Ferit<br />

Edgü’nün Öykü ve Romanlarında Yapı ve İzlek, Fırat Üniversitesi<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ (Yayımlanmamış Doktora Tezi)<br />

Duru, Orhan (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Öykünün Biçimleri”, Adam Öykü-Kısa<br />

Öykü Özel Sayısı, S.12, s.36-37<br />

Ecevit, Yıldız (<strong>19</strong>92), Kurmaca Bir Dünyadan, “Ferit Edgü ve ‘Kafkaesk’,”<br />

Ankara: Gündoğan Yay., s.28-32<br />

Edgü, Ferit (Eylül <strong>19</strong>79), “Çağdaş Sanatın <strong>80</strong> Yıllık Serüveni (3)”,<br />

Milliyet Sanat, S. 336: s.24<br />

Edgü, Ferit (Ağustos <strong>19</strong>90), “10 Minimal Öykü”, Milliyet Sanat,<br />

S. 245: s. 5-6<br />

Edgü, Ferit (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Çok Kısa Öyküler... Öykücükler”, Adam<br />

Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.38-39<br />

Edgü, Ferit (<strong>19</strong>99), İşte Deniz, Maria, İstanbul: YK Yay.<br />

Emre, Gültekin (30 Mayıs <strong>20</strong>02), “Do Sesiyle Uyanmak”, Cumhuriyet<br />

Kitap Eki, s.13<br />

Erden, Aysu (<strong>20</strong>02), Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul:<br />

Gendaş Kültür Yay.<br />

Korkmaz, Ramazan (Kasım- Aralık <strong>20</strong>03), “Küçürek Öykü (Short<br />

Short Story) Türü ve Örnek Bir Öykü Çözümlemesi Ferit Edgü’nün<br />

Öç’ü”, Adam Öykü, S.49, s. 25-30<br />

Kökden, Uğur (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Kısa Kurmaca”, Adam Öykü-Kısa<br />

Öykü Özel Sayısı, S.12, s.16-<strong>19</strong><br />

Le Bon, Gustave (<strong>19</strong>79), Kitleler Psikolojisi, İstanbul: Timaş Yay.<br />

Lingis, Alphonso (<strong>19</strong>77), Ortak Birşeyleri Olmayanların Ortaklığı,<br />

(çev. Tuncay Birkan), İstanbul: Ayrıntı Yay.<br />

Öztokat, Nedret T. (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Çağdaş Türk Yazınında Kısa Kısa<br />

Öykü”, Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12, s.41-45<br />

Pritchett, V. S. (Mart-Nisan <strong>19</strong>98), “Kısa Öykü Üstüne”, (çev. Almıla<br />

Özdek) Adam Öykü, S.15: s.37-39<br />

Salman-Hakyemez, Y. D. (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Öykülemenin Öyküsü”,<br />

Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12, s. 5-15<br />

<strong>20</strong>7<br />

Shapard, R. (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Kısa Kısa: Anlık Öykü”, (çev. Taner Karakoç),<br />

Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.91-94<br />

Tosuner, Necati, (<strong>Ekim</strong> <strong>19</strong>97), “Çok Kısa Öykü İçin Çok Kısa Sözler”,<br />

Adam Öykü-Kısa Öykü Özel Sayısı, S.12: s.40<br />

Wright, Austin M. (Mayıs-Haziran <strong>19</strong>98), “Kısa Öyküyü Tanımlama<br />

Üzerine: Tür Sorunu”, (çev. Taner Karakoç), Adam Öykü, S: 16:<br />

s.<strong>19</strong>-26<br />

Yalçın, Murat (<strong>20</strong>03), İma Kılavuzu, İstanbul: YK Yay.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

YAKIN DÖNEM KADIN<br />

HİKÂYELERİNDE<br />

KADININ KADINI İNŞASI<br />

Özet: Bu çalışmada <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında<br />

kadın yazarların hikâyelerinden yola<br />

çıkılarak kadınlarla ilgili olarak hangi meseleler<br />

üzerinde durdukları ve bundan sonraki yeni kadın<br />

modelini hangi göndergelerle oluşturmaya çalıştıkları<br />

üzerinde durulmuştur.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında kadın yazarların<br />

sayısının arttığı görülmektedir. Kadın yazarlar<br />

yazdıkları eserlerle yeni dünya düzeninden beklentilerini<br />

ve bu anlamda kendi tecrübelerini anlatmaya<br />

başlamışlardır.<br />

Kadın yazarların özellikle modernleşme süreci<br />

içerisinde kadının durumunu yansıtan bir anlayışı<br />

taşıdıkları görünüyor. Ev kadını olmanın dışına çıkıp<br />

birden fazla sorumluluk üstlenmeye başlamış<br />

olmak bölünmüş bir kadın kimliğinin ortaya çıkmasına<br />

sebep olmuştur. Geleneksel kadın kimliği<br />

ile modern kadın kimliğinin aynı kişide birleşmiş<br />

olması kadının hayat içerisindeki durumunu zorlaştırmaktadır.<br />

Onlara göre bu toplumsal bir sorundur.<br />

Kadın yazarlar sonraki dönemlerde daha<br />

doğru ve yeni bir kadın kimliğinin oluşturulması<br />

konusunda katkılarının olması amacıyla konuyla<br />

ilgili dikkatlerini hikâyeleri aracılığıyla da ifade etmek<br />

istemişlerdir.<br />

Anahtar kelimeler: <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesi,<br />

kadın yazarlar, kadın ve edebiyat, Feminist<br />

edebiyat, Modern kadın<br />

<strong>20</strong>8<br />

Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />

Erciyes Üniversitesi / Kayseri<br />

Construction of Woman<br />

in Turkish Woman<br />

Writers’ Stories After<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong><br />

Abstract ; In this study we focused on women<br />

writers’ aspects about problems of woman and<br />

how they create ideal new woman form in their<br />

products. After <strong>19</strong><strong>80</strong> the increasing have seen<br />

at the population of woman writers. They have<br />

began to describe their own experiences and expactations<br />

about new world system. Especially<br />

at the modernism process, it seems that woman<br />

writers have sensibility about other women. Accepting<br />

too much responsibility, except being a<br />

house-wife, has caused a divided woman identity.<br />

And combining the two identities -traditional and<br />

modern woman identities- in one life gets woman<br />

life much harder. According to them this is a social<br />

problem. So they want to convey attentions<br />

with their stories to contributing proper and new<br />

woman identity.<br />

Key Words: Turkish story after <strong>19</strong><strong>80</strong>, woman<br />

writers, woman and literature, feminist literature,<br />

modern woman


Giriş:<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında sadece hikâye<br />

alanında değil edebiyatın bütün alanlarında kadın<br />

yazar sayısında bir artışın olduğu gözlemlenmektedir.<br />

Kadın yazarların kalem tecrübelerini kendi<br />

adlarını kullanma zorluğundan hatta imkânsızlığından<br />

dolayı imzasız yayımladığı ya da erkek imzaları<br />

kullanarak okuyucuyla buluşturduğu, buna<br />

rağmen yine de oldukça incitici karşılıkların alındığı<br />

bir başlangıçtan, edebiyatın yükünün kadın<br />

yazarlar tarafından omuzlandığının açıkça ifade<br />

edildiği bir döneme gelinmiştir. Neredeyse yüz<br />

yıl süren bu yolculukta nice tarihsel ve toplumsal<br />

değişim yaşanmış, bu değişimin paralelinde kadınlar<br />

da gerekli duruşlarını alarak kendilerine bu<br />

yapının içinde sunulan dönüşüm imkânlarını kullanmışlardır.<br />

Kadınlar, modernleşme sürecinde Fatma Aliye<br />

ve Emine Semiye Hanımlarla adımlamaya başladıkları<br />

edebiyat yolunun en büyük dönemecini<br />

Halide Edip’le alırlar. <strong>20</strong>. yüzyılın başındaki uzun<br />

savaş yıllarının özellikle bizim coğrafyamızdaki<br />

kadınları daha hızlı ve belki de hiç beklemedikleri<br />

bir kolaylıkla sosyal hayatın içine dâhil ettiği bilinmektedir.<br />

Bu hızlı sosyalleşme sürecinde elbette<br />

<strong>19</strong>08 sonrası ortaya çıkan Osmanlı feminist hareketlerinin<br />

büyük bir katkısı vardır. Bizzat savaşın<br />

içinde veya cephe gerisinde devlet ve milletin devamı<br />

için üzerine düşen görevleri yerine getiren<br />

kadınlar, bir yandan da kurulmaya çalışılan yeni<br />

düzen içindeki beklentilerini ve siyasal taleplerini<br />

dile getirmek için çaba gösterirler. Bu dönemde<br />

kadınların kendi cinslerine özgü isteklerinden çok<br />

cumhuriyet ideolojisinin hedefleri doğrultusunda<br />

oldukları görülür. Bu sebeple yaptıkları kadar yazdıkları<br />

da cumhuriyet ideolojisinin ortaya çıkardığı<br />

temel felsefenin yarattığı söylemlerin içindedir.<br />

Halide Edip ve eseri ancak böyle açıklanabilir.<br />

Böylece artık ‘geleneksel kadın’ imgesinin dışına<br />

çıkılmış; okumuş, bilgili ve bilgisini vatanı için kullanmayı<br />

seçen, fedakâr, devri için ‘yeni kadın’lar<br />

yaratılmıştır. Devlet olma ve kalkınma savaşının<br />

içindeki ‘yeni erkek’lerin yanındaki bu ‘yeni<br />

kadın’lar önemli sorumlulukları üstlenebilecek<br />

yeterliliktedirler.<br />

<strong>20</strong>. yüzyılın başından itibaren yaşanan olağa-<br />

<strong>20</strong>9<br />

nüstü şartların da yönlendirmesiyle baş döndürücü<br />

bir süratle cahil, geleneksel kadından eğitimli,<br />

çalışkan kadına dönüşüm <strong>19</strong>30’ların ortalarında<br />

hız keser. Verilen siyasal haklarla yetinen kadınlar,<br />

buna paralel olarak sosyal hayatta bir suskunluğa<br />

girerken bunun yansımaları edebiyatta<br />

da görülmeye başlar. Böylece bir önceki dönemin<br />

toplumsal yapının dışında kalmış hülyalı ve bencil<br />

kadınına aşağı yukarı geri dönülür. Bu kadın, yolun<br />

başındaki isim Fatma Aliye’nin bile öngörmediği<br />

bir kadındır. Çünkü onun kadınları bütün itaatkâr<br />

karakter yapılarının içinde kendisi olabilme çabasını<br />

gösterebilmiş tiplemelerdir. Oysa Muazzez<br />

Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Peride Celal gibi<br />

bu dönem yazarlarının tiplemeleri bağımlı, zayıf,<br />

çoğu zaman iyi eğitim görmüş olsa da bunun karşılığını<br />

sosyal hayatta aramayan, pasif, hayatı ev<br />

içiyle sınırlı ama zarif, duygulu hatta aşırı duygulu<br />

olmakla da malul kadınlardır. Bu durum <strong>19</strong>60’ların<br />

başına kadar sürer. Bundan sonraki on yılın aşırı<br />

politize olmuş hayatı, hızlı sosyalleşme ve kentleşme<br />

kadın edebiyat ilişkilerini de etkiler. Önceki<br />

yıllara oranla daha fazla sayıda kadın yazar politik<br />

mücadelenin saflarında yerini belirlerken yazdıkları<br />

eserlerdeki kadınları da bu doğrultuda yaratırlar.<br />

Tamamen erkek değerlerinin hâkim olduğu<br />

bu ortamda kadın olma konumlarını silerek, bir<br />

anlamda erkek dünyasının değerleriyle özdeşleşmiş,<br />

ideolojisi için yaşayan cinsiyetsiz kadınlar ortaya<br />

çıkarlar. Bu sebeple de <strong>19</strong>60’lı yılların kadın<br />

yazarları, ‘kadın yazar’ olmayı reddederek edebiyatta<br />

cinsiyetin getirdiği ayırımlara karşı çıkarlar.<br />

<strong>19</strong>70’lerden itibaren feminizmin yükselen bir<br />

değer olmasıyla kadın-edebiyat ilişkileri daha<br />

farklı bir anlam kazanmaya ve edebiyatta kadına<br />

özgü duyarlıklar kabul edilmeye başlanır. Beraberinde<br />

bu günler için henüz yeni de olsa bir ‘kadın<br />

edebiyatı’ ve ‘kadın yazar’ olgusu gelir. Bir önceki<br />

dönemin Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Füruzan,<br />

Pınar Kür, Tomris Uyar gibi yazarları bu yıllarda<br />

toplumsal kaygılar taşıyan kadına cinsiyetiyle ilgili<br />

duyarlıkları eklerler. Bu durum 60’lı on yılın<br />

ancak toplumsal davanın içinde var olabilen kâğıt<br />

karakterlerinin yerlerini yavaş yavaş yaşayan,<br />

duyan, bunalan gerçek kadınlara bırakmasını<br />

sağlamıştır. Bu yazarlardan özellikle Pınar Kür<br />

ve Nezihe Meriç, daha sonraki yıllarda neredey-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

se Duygu Asena ismiyle özdeşleşecek olan kadın<br />

ve cinsellik konusunu edebiyata daha belirgin bir<br />

şekilde yerleştirme cesaretini gösterirler. Sonuç<br />

olarak <strong>19</strong>70’lerde kadınlığı ve kadınlık tecrübelerini<br />

kabul eden ve bunlarla övünen kadın yazarlar<br />

yetişmeye başlar.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong>’lerin depolitizasyonu ise Türkiye’de feminizmin<br />

daha hızlı gelişmesine vesile olmuştur.<br />

Çünkü önceki dönemlerin politik zemini içerisinde<br />

siyasal gelişimini tamamlamış, ardından da cinsiyetiyle<br />

yüzleşerek kabullenmiş kadın yazar, artık<br />

önüne geçilmez bir şekilde kendini ifade ve ispat<br />

çabasının peşindedir. Bunda elbette kadınların<br />

eğitim seviyelerinin, paralelinde sosyal hayatın<br />

içinde yüklendikleri rolün ve çok tabii olarak da<br />

ekonomik konumlarının yükselmesinin büyük payı<br />

vardır. Ancak kadının sosyal hayat içerisindeki<br />

rolü bu kadar hızla genişlerken toplumsal cinsiyet<br />

anlayışının aynı paralelde değişmediği ve erkek<br />

egemen toplumun kadını, yüklediği sorumlulukların<br />

dışına çıkarmadığı görülür. Yazar olarak bu<br />

trajedinin farkına varan ve belki bu trajedinin bizzat<br />

parçası olan kadınlar, edebiyat faaliyetlerinin<br />

içerisinde özellikle de bu aydın kadının buhranlarına<br />

geniş yer vermeye başlarlar. Öyle ya Virginia<br />

Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sından itibaren asıl<br />

özgürlüğün ekonomik yeterliliğin kazanılmasıyla<br />

mümkün olabileceğine inanılmış, bu bir hedef<br />

hâlinde algılanarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.<br />

Ancak tam da bunun gerçekleştirildiği noktada<br />

görülmüştür ki kadını asıl bağlayan toplumsal<br />

cinsiyetin kendisine yüklediği kadın olma sorumluluğudur.<br />

Modern hayatın içinde çetin bir var<br />

olma mücadelesi veren kadın bütün değişimlere<br />

rağmen kendisini muhafaza eden ataerkil toplum<br />

yapısının geleneksel kadın kimliğinden de kurtulamaz.<br />

Sosyalleşmenin yükledikleriyle kadınlık<br />

görevleri arasında sıkışmış kalmış olan çağdaş<br />

kadın, bu sebeple parçalanmış bir hayatı sürdürür.<br />

Bir kadın yazardan ödünçlemeyle söylenecek<br />

olursa modern kadın artık “bölünmüş insandır.”<br />

(Atasü <strong>20</strong>01: 24).<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında birçok kadın yazar, yaratıcılığının<br />

kaynaklarını bu bölünmüşlüğün meydana<br />

getirdiği trajedide bulur. Kadınların farklı zaman<br />

ve mekânlarda aynı tecrübeleri yaşadıkları tezinden<br />

yola çıkarak bu trajediyi içselleştirir ve<br />

210<br />

anlatır. Aslında kadın yazar da bir taraftan toplumun<br />

kendisine yüklediği sorumlulukları yerine<br />

getirmeye çalışırken ve bir taraftan yazmak gibi<br />

zihinsel bir faaliyeti sürdürürken için için bu trajediyi<br />

yaşamaktadır. Bu sebeple eseri bir farkına<br />

varmanın doğal ve samimi sonucu olarak ortaya<br />

çıkar ki Erendiz Atasü kadın yazarlığın bir kendini<br />

keşfetme olduğunu belirtirken bunu kastetmektedir<br />

(Atasü <strong>20</strong>01: 23).<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında feminizmin daha fazla kabul<br />

görmesi üzerine yeni bir anlayış hâlinde gelişmeye<br />

başlayan kadın-edebiyat ilişkileri, daha çok<br />

kadın üzerinde odaklaşan bir edebiyatın meydana<br />

gelmesini, kadının hem yazar olarak hem de kurgusal<br />

kimlik olarak yerini daha fazla genişletmesini,<br />

üzerinde daha çok söz söylenmesini getirir.<br />

Bu anlayış içinde kadın yazarlar, daima marjinal<br />

bir söylem olarak kabul edilen feministlikle suçlanmışlardır.<br />

Bu suçlama aynı kolaylık ve çabuklukla<br />

okuyucularına hatta eleştirmenlerine de<br />

yöneltilir. Hâlbuki kadın yazarlar çok tabii olarak<br />

bireysel tecrübelerini kurgusal bir dünyanın içinde<br />

anlatırken bütün bunları bir toplumsal sorun<br />

olarak kabul etme eğilimindedirler. Çünkü toplumun<br />

yarısını ilgilendiren durumlar ya da sorunlar<br />

ancak diğer yarının farkında olmasıyla bir çözüme<br />

varabilecektir. Ancak modern kadın sorunların<br />

karşısında tek başına olduğunu fark eder. Son<br />

otuz yılın kadın yazarları işte bu modern ama yalnız<br />

kadının trajedisini eserlerinin kaynağı olarak<br />

seçmişlerdir.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasının kadın<br />

hikâyecileri…<br />

Kadın yazar sayısının <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında artması<br />

modern kadının yaratılması konusunda daha hızlı<br />

adımlarla hareket edilmekte olunduğunun ve bunun<br />

da sonuçlarının artık alınmaya başladığının<br />

en belirgin göstergesidir. Çünkü kadın ve yazar<br />

olma durumu bir tarafa bırakılsa bile insan, içinde<br />

yaşadığı toplumun tarihî ve sosyal durumundan,<br />

gelişim ve değişiminden doğrudan etkilenmektedir.<br />

Bu ise düz bir mantıkla yazarın, burada özel<br />

olarak kadın yazarın, bütün boyutlarıyla bu etkilerin<br />

altında olduğunu düşündürür. Bu durumda ka-


dın yazarların anlattığı konular, ait oldukları toplumun<br />

tamamını ilgilendiren konular, sundukları<br />

çözüm önerileri bu topluma uygulanabilir önerilerdir.<br />

Kadın yazarların ilgilendikleri konulara bakmak,<br />

eserlerinde kadınları çevreleyen sorunları<br />

görmek ve bu sorunlar içindeki kadınların duruşunu<br />

tespit etmek kadının kadını inşasını fark etmek<br />

demektir. Çünkü sadece kadın-edebiyat ilişkileri<br />

için değil genel edebiyat kavramı için de yazarların<br />

dikkat çektikleri konular ve yarattıkları tiplemeler<br />

arasında toplumun geleceğini ve yeni insan<br />

tiplerini inşa konusunda bir paralellik vardır.<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde kadının kadını<br />

inşa sürecini değerlendirirken mümkün olduğu<br />

kadar çeşitli yazarların eserleriyle karşılaşmaya<br />

çalıştım. Sonra da aralarından en tipik olanları<br />

seçtim. Bu seçimi yaparken tercihlerimi yazarların<br />

kadın yazar olma durumu, kadın-edebiyat ilişkileriyle<br />

kadın olarak yazma bilincine sahip olup<br />

olmamaları belirledi. Çünkü bu maddeler, özel olarak<br />

da kadın olarak yazma bilincine sahip olarak<br />

yazma eserlerden yola çıkarak elde edilecek sonuçları<br />

değiştiriyordu. Değerlendirmeye aldığım<br />

yazarlar şunlardır: Adalet Ağaoğlu, Nezihe Meriç,<br />

Erendiz Atasü, Sevinç Çokum, Fatma Karabıyık<br />

Barbarosoğlu ve Cihan Aktaş. Farklı dünya görüşü<br />

ve birikimlere, hatta edebî geçmişlere sahip bu<br />

yazarlar kalem tecrübelerinde kadın ve sorunları<br />

konusuna aynı duyarlıkta yer vermemişlerdir. Bu<br />

daha çok onların kadın yazar konusuna bakışlarının<br />

bir yansımasıdır. Örneğin özellikle Adalet<br />

Ağaoğlu ilk hikâyelerinde kadın edebiyatı ve kadın<br />

yazar kavramlarına çok sıcak bakmamış ancak<br />

yakın dönemde yazdıklarında bu durumu kabul<br />

etme eğilimini göstermiştir. Sevinç Çokum ve<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu için de bu durum<br />

aşağı yukarı geçerlidir. Her biri edebiyatı kadın<br />

ve erkek diye ayırmaktansa insan konusunu ele<br />

almanın daha kapsayıcı olduğunu ifade ederler.<br />

Ancak onların da yakın dönem eserlerinde kadınedebiyat<br />

ilişkilerine karşı bir duyarlık kazandıkları<br />

ve sadece hikâyede değil diğer türlerde de konuyla<br />

ilgili yaklaşımlarını ortaya koyacak çabalara giriştikleri<br />

görülmektedir. Sevinç Çokum’un son romanları<br />

Karanlığa Direnen Yıldız ve Deli zamanlar<br />

ile Barbarosoğlu’nun Uzak Ülke’si bu durumun bir<br />

sonucu olmalıdır.<br />

211<br />

Diğer yandan Nezihe Meriç, Erendiz Atasü ve<br />

Cihan Aktaş’ın başlangıçtan itibaren kadın olma<br />

bilinciyle hareket ettikleri görülmektedir. Bu yazarlar<br />

edebî faaliyetlerinin yanında sosyal hayatın<br />

içinde kadının yerini sorgulayan çalışmalar da<br />

yapmışlardır.<br />

Kadın olmakla yazar olmak arasında karmaşık,<br />

çelişkili, çoğu kez de acılı bir ilişki bulan Erendiz<br />

Atasü, kadınlığı eserinin doğuş noktası olarak seçer.<br />

Atasü’ye göre kadın yazarlık önce kendini keşifle<br />

başlamaktadır. Bu ise kendi koşullarında kendini<br />

yeniden yaratma biçimidir (Atasü <strong>20</strong>01: 23).<br />

Cihan Aktaş’ın da kadın yazar ve kadın-edebiyat<br />

ilişkileri konusuna bu noktadan baktığı seziliyor.<br />

Çünkü eserinde önceliği hayatın akışı içinde kaybolmanın<br />

sancısını çeken kadının sıkıntıları oluşturmaktadır.<br />

Genel bir değerlendirme yapmak<br />

gerekirse, adı geçen yazarların tamamında kadın<br />

edebiyatı ve kadın yazarlık kavramları bir yana bırakılsa<br />

bile anlatılanların bireysel bir tecrübe ya<br />

da gözleme dayandırıldığı, hiç değilse kadın ve<br />

etrafındaki sorunlar yumağının tam bir içselleştirme<br />

ile yansıtıldığı söylenebilir.<br />

“Yeni kadın bölünmüş<br />

insandır.”<br />

Son otuz yılın kadın hikâyecilerinin üzerinde en<br />

çok durdukları konu eğitimli, aydın kadının sosyal<br />

hayattaki ve aile içindeki çelişkili konumudur. Bu<br />

durum yazarlar tarafından iki farklı düzlemde değerlendirilir.<br />

Çalışan, bazen aldıkları eğitimle ilgili<br />

bir çalışma hayatını sürdüren kadınlarla, eğitim<br />

aldıkları hâlde çeşitli sebeplerle çalışma hayatına<br />

geçemeyen veya çalışma hayatından ayrılan kadınların<br />

dünyası… Her iki durumda da sosyal sorumluluklarıyla<br />

biyolojik sorumlulukları arasında<br />

kalmış olan kadın, tam bir bunalımın içinde görünür.<br />

İş hayatı içerisinde başarılı olmak isteyen<br />

kadın ev hayatında da aynı duyarlığı sürdürür.<br />

Buna ek olarak çalışmayan kadınların ekonomik<br />

bağımlılık içinde olmaları ile çalışan kadınların kadınlıklarını<br />

yaşayamamaları ve çevreyle, açık bir<br />

söyleyişle ev hanımlarıyla da uyum içinde olamayışlarını<br />

eklersek bu parçalanmışlık ya da arada<br />

kalmışlık biraz daha belirginleşir.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Bu durum kadın yazarlar tarafından doğal olarak<br />

kadının dışındaki bir toplumsal değerle, ‘toplumsal<br />

cinsiyet’ kavramıyla açıklanabilmektedir.<br />

Bir yanda kadının sosyal hayata kazandırılması<br />

için uzun zaman gösterilen olağanüstü çabalar,<br />

bir yanda toplumun değişmeyen katı değer yargıları…<br />

Bu toplumsal yargılar, görev ve sorumluluklarla<br />

modern hayatın getirdikleri arasında<br />

ezilen, tükenen kadınlar… Bütün modernleşme<br />

çabalarına bir çelişki olarak, sonraki kadınların<br />

cehennemi olmak üzere dedesi ve babası gibi yetiştirilen<br />

erkek çocukları da eklenmelidir. Kısacası<br />

kadın hayata hazırlanmış ancak hayat gerekli<br />

değişimleri gerçekleştirerek kadına hazır bir hâle<br />

gelememiştir. İşte burada yeni kadının trajedisi<br />

yatmaktadır. Hikâyeciler her iki durumdaki kadının<br />

da ayrı ayrı sorunlar yumağıyla karşı karşıya<br />

olduğunu ve aldıkları eğitimin, sosyal hayatın<br />

içindeki konumlarının onların toplumsal cinsiyet<br />

rollerini değiştirmediğini veya hafifletmediğini,<br />

bir statü kazandırmadığını anlatırlar. Ev ve iş hayatının<br />

zorlukları arasında kalmış olan dışarıdaki<br />

kadın da, bilgi ve yeteneğini hiçbir şekilde kullanamayan<br />

içerideki kadın da başka başka yüklerin<br />

altındadırlar. Kısacası her ikisinin durumu da trajiktir.<br />

Erendiz Atasü “Kadınlar da Vardır” başlıklı<br />

hikâyesinde Doktor Gülşen’le ev hanımı Servet<br />

Hanım’ın öykülerini bir hastane ortamında kesiştirir.<br />

Kocasından, çocuklarından, sonra da torunlarından<br />

dolayı kendisine ‘hastalanma sırası<br />

gelememiş’ olan Servet Hanım rahim kanseridir:<br />

“Bir gün hep sıradan işler yapmış, kimsenin pek<br />

önemsemediği ama herkesin yıkılmaz duvar yerine<br />

sırtını dayadığı anne, sıra dışı bir şey yapıverir,<br />

tutar kanser olur.” (Atasü <strong>19</strong>97: 53) ve hemcinslerine<br />

karşı objektif kalmayı başaramayan ‘yanlı<br />

doktor’ Gülşen’in hastası olur. Gülşen, hastalığı<br />

kendisinden gizlenen Servet Hanım’a kanser olduğunu<br />

söylediği gibi içinde bulunduğu durumu<br />

bundan sonraki hayatı için bir başlangıç, bir dönüm<br />

noktası olarak değerlendirmesi telkininde de<br />

bulunmaya çalışır.<br />

Servet Hanım, Doktor Gülşen’in de kendi hayatını,<br />

geçmişini gözden geçirmesine sebep olmuştur.<br />

Zaman kıtlığı içinde yaşayan, daima acelesi olan,<br />

hep koşan, yavaş yürümeyi unutmuş, aynı anda<br />

212<br />

en az iki işi birden yapmak zorunda olan Gülşen<br />

“Ertesi sabah sekizde ameliyata gireceksen, gece<br />

üçte türlü maskaralıklar yapan bebeğini bağrına<br />

basabilir misin?” (Atasü <strong>19</strong>97: 55) diye düşünür.<br />

Analığın evlatlardan başkasını dışlayan, ‘onlar<br />

uzaklaştıktan sonra insanı hırpalanmış, uyumsuz,<br />

sakat bırakan içine kapanıklığından’ ürker. İşinde<br />

başarılı kadın doktor, çocuklarına ve sevgisinden<br />

emin olduğu eşine rağmen kendisini yalnız hissetmektedir.<br />

Bütün bunlar, çocuklarının ve eşinin,<br />

Gülşen’in yaptıklarının kendi yapmadıklarının farkına<br />

varamamış olmalarından kaynaklanmaktadır:<br />

“Bir süre sonra hepsi nasıl da el ele verip acımasız<br />

bir egemen kesiliyor, kadının elini kolunu<br />

bağlıyordu. Yoo, bunları ancak evde çalışan bilir,<br />

dışarıdan bakmayla anlaşılır gibi değil. Kapının<br />

arkasında, büfenin üstündeki, ancak duyarlılaşmış<br />

gözün görebileceği toz, ‘sil beni, süpür beni’<br />

diye bağırır. Tencerenin dibindeki ufacık kara büyür<br />

büyür de dünyayı kaplar. … Beş dakika sigara<br />

molası verip oturamazsın, sandalye diken olup<br />

da batar. ‘Elimi bulaştırmışken şunu da yapayım,<br />

oturmadan bunu da bitireyim’lerin sonu gelmez.<br />

Yakınsan, yanıt hazırdır. ‘Yapma efendim, yapma’<br />

derler. Gerçekten yapmasan, herhalde evde kıyamet<br />

kopar. … Gülşen tavayı teller, henüz tıbbı<br />

bitirmeden ölen annesini düşünür.” (Atasü <strong>19</strong>97:<br />

60)<br />

Evlenmeden önce bütün ev kadınlarının birer<br />

asalak olduğunu düşünen Gülşen, kendisini tanıyıp<br />

annesinin küçümsediği sorumluluklarını kendi<br />

hayatında da yaşamaya başladıkça başta annesi<br />

olmak üzere hayatlarını ‘ocakların, fırınların, çamaşır<br />

leğenlerinin, bulaşık tencerelerinin önünde<br />

tüketen’ bütün kadınları anlamaya başlar. Hastasına<br />

bu sebeple bundan sonraki hayatını kazandırmak<br />

istemiştir. Başlangıçta yaşayamadığı yılların<br />

acısını kıskanç bir şekilde hemen çıkarmak isteyen<br />

Servet Hanım için bir süre sonra ‘Ben yaşlı<br />

bir kadınım, başka ne yapabilirim ki’ cümlesi bütün<br />

itirazların yerini alır. Alışılmış ve kemikleşmiş<br />

düzenin dışına çıkma cesaretini gösteremez. Gülşen<br />

de aradaki kuşak farkına rağmen ondan çok<br />

farklı durumda değildir. Sorumluluklarını yerine<br />

getirdiği kadar var olduğunu, bunun dışında kendi<br />

bedeniyle, duygu dünyasıyla öncelikle bizzat ken-


disi tarafından unutulduğunu idrak eden kadın, bu<br />

unutuluştan kurtulmak ister. Bu onun kendisini<br />

yeniden kazanması, varlığını fark ettirmesi olacaktır.<br />

Ancak toplumun kendisine yüklediği kimlik,<br />

daha önce annesine, sonra Servet Hanım’a engel<br />

olduğu gibi ona da engel olur. Gülşen çelişkilerini<br />

bir kere daha yaşar:<br />

“Kocasıyla birlikteliğinde yitirdiği, oğulları okul<br />

çağına geleli beri onlarla artık kuramadığı, hastanenin<br />

küçük çıkar ve dedikodu dolu havasında un<br />

ufak olup giden dostluklarda tükettiği insan sıcaklığını<br />

aramıştı. … Mademki bir sokak çocuğu kadar<br />

kimsesizdi, bütün bu boğucu bağlar niyeydi?<br />

Sabah sekiz mesaileri, itiş kakış otobüsler, şu leş<br />

gibi pis hastane… Geceleri televizyon karşısında<br />

esneyen bir adam ve laf anlamayan afacan iki oğlan.<br />

Acil koğuşunu dolduran kadın kalabalığı. … Bir<br />

an usundan işinden istifa etmek, Erol’dan boşanmak,<br />

çocuklarını yatılı okullara vermek geçti. Alıp<br />

başını uzaklara, taa uzaklara gitmeliydi. … Oysa<br />

hiçbir yere gidebileceği yoktu. Birkaç saat sonra<br />

ameliyathaneye gidecekti, o kadar, … sonra akşamüstü<br />

filelerini doldurup kuzu kuzu evinin yolunu<br />

tutacaktı.” (Atasü <strong>19</strong>97: 78)<br />

Fakat Gülşen düşünür. Kendinden sonraki kadınları<br />

düşünür, pijamasını katlamayı bilmeyen<br />

kocasına karşılık oğulları kendi yataklarını toplamayı,<br />

çoraplarını yıkamayı, yumurta kırmayı, düğme<br />

dikmeyi öğrenmelidirler. Sonraki kadınların<br />

bölünmemesi için sormadan giydirilmiş bu cinsel<br />

kimliğin çıkarılması, ataerkil yapının değişmesi<br />

gerekmektedir.<br />

“Kadınlar da Vardır”da gelenekle modern kadın<br />

arasında kurulamamış dengeden dolayı bölünmüş<br />

bir hayatı yaşayan Gülşen’in üzerinden anlatılmaya<br />

çalışılan okumuş ya da cahil, meslek sahibi ya<br />

da tersi bütün kadınların toplumsal kimlik sorununu<br />

aşamadıkları, aşamayacakları ve aynı hayatı<br />

az çok farklılıklarla başka yerlerde ve zamanlarda<br />

yaşamak zorunda kaldıkları gerçeğidir.<br />

Nezihe Meriç de “Dedi Ölüm Aklımda” başlıklı<br />

hikâyesinde eviyle işi arasında bocalayan, evine<br />

özlem duyan bölünmüş başka bir kadının portresini<br />

çizmiştir. “Ya insanın kendi hayatı?” diye<br />

düşünür kadın, “Gün görmeden yaş oldu kırk, ne<br />

kendine fayda ne insanlara. Hiç… Akşam yemeği<br />

213<br />

tasası olmasa, balkona çıkıp koltuğa şöyle bir yan<br />

gelip otursa insan. Ağrıyan bacaklarını uzatarak<br />

bir fincan kahve içmek! Yaşamak budur işte. Hele<br />

bir de akşam sofrasını kurup buyur diyenin varsa<br />

nedir ki dışarıda çalışmak kadın için. … ‘Oysa ben’,<br />

dedi, ‘haldır haldır koş oraya, haldır haldır koş<br />

buraya. Dairede onun bunun ağız kokusu, evde<br />

bunların derdi, kadınlığımı insanlığımı unuttum.”<br />

(Meriç <strong>19</strong>98: 14) “Susuz IV”te de evinin içinde kocası<br />

çocukları için kokular sürünüp, dingin bir kafayla<br />

gezinmenin tadını yaşayamamış, erkenden<br />

kalkıp kahvaltı edemeden sokağa fırlamış, otobüs<br />

duraklarında ömrünü tüketmiş kadının hikâyesi<br />

vardır. Kocası şimdi başka kadına âşık olmuş,<br />

boşanmak istemektedir. Kendine bakınca onu hiç<br />

de haksız bulmaz. Ama harcadığı hayatın farkına<br />

varılmamasından dolayı kırgın ve yalnızdır.<br />

Sevinç Çokum “Denizin Dalgası Saçların”da bu<br />

parçalanmış kadını başka bir biçimde örnekler.<br />

Nahide, kadınlık görevlerini, evini ve evin kendisine<br />

telkin ettiği kavramları bir şefkat duygusunun<br />

arkasından düşünür. Bu evcillik hâli Çokum’un<br />

kadınlarla ilgili hikâyelerinin tamamına hâkimdir.<br />

Kadının sosyalleşmesine inanmış, ama aile ve çocuk<br />

bağından da kopamayan kadınlar onda Nezihe<br />

Meriç ya da Erendiz Atasü’nün kadınlarındaki<br />

bedbinlik ya da isyan duygusu taşımazlar. Kendilerini<br />

ve hayatı sorgularlarken bir kabullenişin<br />

arkasında hareket ederler.<br />

Çocukları doğunca öğretmenliği bırakan Nahide,<br />

şimdi hayatın artan ihtiyaçları yüzünden yeniden<br />

çalışmaya başlamıştır. Aslında çocuklarının<br />

yarınlarını kurarken bugünlerini kaçırdığının farkındadır,<br />

kendisini bir kafesteki kanaryaya benzetir.<br />

Şaşkın, oradan oraya çırpınarak sıçrayan<br />

kanaryanın verdiği savaşın bütün uçları kendi içindedir:<br />

“Sokak ve ev… Bu ikisi apayrı şeylerdi. İnsan<br />

sokakta daha yalnızdı. Evden kopup birdenbire<br />

kendisini iş hayatının içinde bulan bir kadın bu<br />

yalnızlığı daha derinden duyardı. … Aklı evdeydi.<br />

Ev bakım isterdi. Evsiz hayat olmazdı. Ev… Biriken<br />

çamaşırlar, tozlanan eşyalar… Bazen öğle vakti<br />

bir minibüse atlayıp evine gidiyor, ortalığı kolaçan<br />

ediyordu. Odaların ıssızlığı içini sızlatıyordu. Sanki<br />

bu ev canlıydı, nefes alıyordu; onların yokluğunda<br />

garipleşiyor, boynu bükülüyordu. Nahide geldi mi<br />

o saatlerde üzerlerine güneş vurmuş halılar, tozlu<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

eşyalar, mutfak ve balkonlar, yıkayamadığı üç beş<br />

çay bardağı hepsi seviniyordu. Ama bu ayrılığa<br />

alışmalıydı ev. Alışmalıydı.” (Çokum <strong>19</strong>87: 83, 87)<br />

Nahide dışarıdaki kadınla içerideki kadının çatışmasını<br />

en masum biçimiyle dile getirir. Bunda kadına<br />

özgü fedakârlık duygusunu içselleştirmesinin<br />

büyük bir payı vardır.<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu “Sevilmek için<br />

Randevu Alan Çocuk”ta çalışan kadının başka bir<br />

trajedisine, anne-çocuk ilişkilerine dikkat çeker.<br />

Başkalarının annelerinde kendi annesinin hasretini<br />

çeken çocuk, eve yorgun gelen üstelik de iş<br />

getiren annesinden işlerini bitirince kendisini sevmesini<br />

ister ve bir köşede kıvrılarak bekler. Bütün<br />

bu fedakârlıkların, yorgun günler ve gecelerin,<br />

yaşanmayan, ertelenen zamanların sebebi olarak<br />

çocuklara kazandırılmak istenen güzel gelecek<br />

gösterilir. Ama anlaşılır ki çocuklar bu kavganın<br />

içerisinde bir köşede unutulmuşlardır.<br />

Bu sosyal gerçekliğin tersi, eğitim aldıkları hâlde<br />

çocuklarını büyütmek gibi sebeplerle çalışma<br />

hayatına giremeyen veya çalışma hayatından ayrılan<br />

kadınlarla onların yaşadıkları çelişkiler de<br />

kadın yazarların hikâyelerinde işledikleri konulardandır.<br />

Örneğin Barbarosoğlu “Dostluk Efekti” adlı<br />

hikâyesinin kadınını dramatik bir sondan değerlendirmiştir.<br />

Evlendikten sonra tamamen biyolojik<br />

bir gerekçeyle çalışmayı bırakan mimar kadın,<br />

yaşadığı çelişkilerin içinde gün gelmiş kendini<br />

kaybetmiştir. O güne kadar bizzat kurguladığı<br />

oyunu o kadar inandırıcı bir şekilde oynamıştır<br />

ki hiç kimse onu bu sona götüren sebepleri anlayamamış,<br />

yavaş yavaş tükenişini ve bitişini fark<br />

edememiştir. Hâlbuki o, ev kadını olmayı bir türlü<br />

sindirememiştir. İçinde yaşadığı şartlarda başarılı<br />

ve mutlu olmayı denemiş, bu sebeple su börekleri,<br />

ev baklavaları, erişteler yapmış, herkesi bir üniversite<br />

mezunu kadın olarak bunları yapabilmesiyle<br />

şaşırtmıştır.<br />

Mimar kadın, ‘Zengin bir adama ev çizeceğim<br />

diye insan çocuğunu kapıcının karısına bırakır<br />

mı?’ cinsinden sözleriyle aslında kendi hayatının<br />

bir parodisini ortaya koymaktadır. Arkadaşlarına,<br />

“Çocuklarınız büyürken yanında değilsiniz, çocuğunuzun<br />

çocukluğuna tanık kapıcının karısı…”<br />

214<br />

(Barbarosoğlu <strong>20</strong>00: 87) der. Ancak bütün hayatını<br />

ev içinde hiç işe yaramayan bir bilgi yüküyle<br />

sürdürmeye çalıştığı, ilişkilerini bu süzgecin<br />

içinden düzenlediği için yavaş yavaş çevresindeki<br />

insanlar azalır, apartman komşularıyla ‘hayatlarında<br />

camların temizliğinden başka bir şey yok<br />

diyerek’ görüşemez. Eşi onu bu olumsuz olayın<br />

arkasından doktoruna şöyle tanımlar: “Çok başarılı<br />

bir mimar olabilirdi. Ama o bizi seçti. İki çocuğumuz<br />

arka arkaya oldu. Çocuklarım büyürken<br />

yanlarında olacağım dedi. Kesin kararlıydı. Bir bakıcı<br />

bulabilirdik. Yuvaya verebilirdik. Teferruatları<br />

yaşayan bir kadındı. Yıllar sonra çocuğum bana<br />

ilk ne zaman yürüdüm derse, ne derim demişti.<br />

İlk defa neyi ısırdığını. İlk çişini söylediği günü. İlk<br />

konuştuğu kelime. İlk yaptığı resim. Karım için<br />

bunlar çok önemliydi. Çocuğumu kendi özel tarihinden<br />

yoksun bırakamam diyordu.” (Barbarosoğlu<br />

<strong>20</strong>00: 88) Mimar kocanın karısı hakkında<br />

sarf ettiği bu sözlerde ‘Teferruatları yaşayan bir<br />

kadındı.’ anahtar cümledir. Çünkü kadın psikolojisinin<br />

kadın yazar olma hâli de dâhil olmak üzere<br />

ayrıntıda gizli olduğu anlaşılıyor. Çocuğuna özel<br />

tarihini kazandırmak için kendi tarihinden vazgeçen<br />

kadın, sadece anne değil aynı zamanda<br />

‘farkında olan insan’dır. İşte kadına bölünmüşlüğü<br />

getiren de bu ‘farkında olma’ hâlidir. Hikâyedeki<br />

mimar kadın önceleri gün geçtikçe sessizleşir,<br />

içine kapanır, konuşmaz olur. Hiç şikâyet etmez,<br />

soru sormaz, sadece konuşulanları dinler. Ardından<br />

da beklenmedik bir zamanda herkesi şaşırtan<br />

dramatik sonuna varır.<br />

Bir başka yazar Cihan Aktaş, “Dağınık Dünya”da<br />

kocasına ait ‘Kadının yeri evidir.’ felsefesi doğrultusunda<br />

yaşayan, çocuğunu büyüten ama ev<br />

hayatını hiç sevmeyen hukuk mezunu Gülnihal’in<br />

hikâyesini yazar. Gülnihal, evin dışında alabildiğine<br />

hızlı değişen modern bir hayatın varlığının ve insanların<br />

bunun içindeki uyum çabalarının farkındadır.<br />

Ama onu ilgilendiren bütün bunların dışındaki<br />

basit bir konudur. O her gün ne pişireceğini düşünerek<br />

günlerini geçirmektedir: “Yemek pişirmeyi<br />

sevmiyordu, hiç sevmemişti. Ama pişiriyordu, en<br />

önemli göreviydi bu.” (Aktaş <strong>19</strong>96: 178). Gittikçe<br />

hırçınlaşan, geçimsiz, içine kapalı bir kadın hâline<br />

gelen Gülnihal, aslında kendisini yüksek idealler<br />

için hazırlamıştır. Onu böylesine bedbin yapan da


yüksek ideallere hazırlanan ruhunun sıradan bir<br />

düzenin içindeki yerini kabullenememesidir: “Bildikçe<br />

yalnızlaşır mıydı insan hep, hatta miskinleşir<br />

miydi?” diye düşünür. Bir türlü ne kafasını ne de<br />

hayatını düzene sokabilir. Dışındaki dağınıklık kafasındaki<br />

dağınıklığın bir benzeridir. Yıllardır kafasında<br />

taşıdığı hayatını düzenleme hayalini gerçekleştiremez,<br />

ne herkesin kabul ettiği bir ev kadını<br />

ne de meslek sahibi bir kadın olabilmiştir. Tam bir<br />

boş vermişlik içindeki evde her gün neresinden<br />

başlayacağını düşündüğü düzenleme işini hep bir<br />

sonraki zamana bırakarak günlerini sürdürür. Aslında<br />

bu dağınıklığın sebebi bir çeşit beklentidir.<br />

Sanki alışveriş yapmasa, yemek pişirmese, ortalık<br />

toplamasa olmasını beklediği bir şeyler gerçekleşebilecekmiş<br />

gibi gelir kadına.<br />

Modern kadının bölünmüşlüğü Cihan Aktaş’ın<br />

da hikâyelerindeki en temel konulardandır. Pek<br />

çok hikâyesindeki kadınlar eğitimli, başlangıçta<br />

içinde oldukları çalışma hayatından ayrılmış, böylece<br />

aslında dışarıdaki hayatla bağlarını kesmiş<br />

yalnız kadınlardır. İçinde yaşadığı toplumla kendisi<br />

arasında yer alan derin uçurumları fark eden<br />

Cihan Aktaş’ın kadınları, hemcinsleriyle de kendine<br />

sunduğu hayatı tercih ederek bir anlamda adına<br />

fedakârlık yaptıkları eşleriyle de anlaşamazlar,<br />

giderek uzaklaşır ve yalnızlaşırlar. Hayat onlar için<br />

bir iç konuşmadan ibaret hâle gelir. “Ağzı Var Dili<br />

Yok Şehrazat” başlıklı hikâye bütün ironisiyle başlığından<br />

itibaren kadının bu bağlamdaki yalnızlığı<br />

üzerine kurgulanmıştır. Günlük hayatın ortak dilini<br />

kullanamayan, davranışlarını benimseyemeyen<br />

Şehrazat, isminin düşündürdüğü geceler boyu<br />

konuşan masal kahramanının tersine konuşamaz,<br />

konuşmak isterse de ne zaman hangi dille konuşacağını<br />

bilemediği için konuşmaktan korkar. Yazar<br />

onu “…anlatmak yerine dinleyici konumda olmak<br />

daha uygun düşüyordu kişiliğine ve amaçlarına.<br />

Dinlemeyi seviyor, dinledikçe rahatladığını, hafiflediğini,<br />

dahası garip bir şekilde çevresini sarıp<br />

sarmalayan bir iyimserlikle, bir anlama ihtiyacıyla<br />

dolup taştığını, atalar deyişine uygun bir şekilde<br />

‘altın gibi ışıldadığını’ hissediyordu.” cümleleriyle<br />

tanımlar (Aktaş <strong>20</strong>05: 91).<br />

“Başka Türlü Bir Aşk”, “Üç İhtilal Çocuğu”, “Sihirli<br />

Karanfiller”, “Teşekkürü Hak Ettiniz Bay Yargıç”<br />

Aktaş’ın bu konuyu işleyen en çarpıcı hikâyeleridir.<br />

215<br />

Bir kısmı musallat baş ağrıları yaşayan bu hikâyelerin<br />

kadınları, uğrunda bütün gençlik hayallerini<br />

terk ettikleri evlilikte aradıklarını bulamamışlardır.<br />

“Virginia Woolf Mutsuzluğu”nun Levize’si bu<br />

anlamda dikkate değer bir kahramandır. Levize<br />

aslında eğitimli bir kadın değildir. Ortaokul mezunudur.<br />

Çalışmaz da. Ama okur. Sendika çalışmaları<br />

yapan kocasının günlerce süren seyahatleri yüzünden<br />

gecelerini kitap okuyarak geçirmektedir.<br />

Başlangıçta sadece yalnız geçen geceleri doldurmak<br />

için başlayan okuma faaliyeti bir süre sonra<br />

bir yaşama biçiminin kendisi oluverir. Aktaş’ın bu<br />

kadın üzerinden anlatmak istediği ne çalışan kadının<br />

ne de ev kadınının zorluklarıdır. Levize okuyan<br />

kadının toplumdaki yalnızlığını örnekler.<br />

Levize bir gün okuyacak bir şeyler ararken Virginia<br />

Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sıyla karşılaşır<br />

ve okur. Bilindiği üzere Virginia Woolf ve Kendine<br />

Ait Bir Oda kadın ve edebiyat ilişkilerinin neredeyse<br />

sembol isimlerindendir. Okumak, öğrenmek,<br />

hayatın içinde bu konumuyla bir yer edinmek isteyen<br />

kadının sıkıntılarının anlatıldığı kitap Levize<br />

için yaşadığı hayatı yorumlamak ve düzenlemek<br />

için bir başlangıç olur. Okuduğu bu kitabın tesiriyle<br />

yalnız başına yaşayabileceğine dair inancını<br />

pekiştirmeye, bunu neredeyse bir inat hâline getirmeye,<br />

bütün hayatını kitapların, okumanın ve<br />

düşünmenin etrafında kurmaya başlar. Kasabanın<br />

ufku dar, insanlar tarafından daha da darlaştırılmış<br />

dünyasında basit bir kasaba insanı olarak<br />

kalmamak için okur. Durmadan okur, konuşmayı<br />

unutacak kadar çok okur. Ama okudukça yalnızlığı<br />

artar. Çünkü okuduklarının izdüşümleri içinde yaşadığı<br />

hayatta yoktur. Bu da onu duygusal olarak<br />

etkiler, acı verir, geleceğe dair umutsuzluğu artar.<br />

Hayatında eksik bir şeyler vardır. Sonunda kendine<br />

ait boş saatlerin, boş odaların, çok okumaların<br />

onu bir şeyler yapmaya ya da yaratmaya sevk edemediğini<br />

fark eder. Okuduklarını paylaşabileceği<br />

farklı insanları, mesela edebiyat topluluklarını<br />

özler. Yoksa yazı yazmasının, güzel konuşmasının,<br />

zevk ve duygularının incelmesinin içinde yaşadığı<br />

kasaba açısından hiçbir önemi yoktur. Üstelik<br />

onların kullandıkları ortak dili kullanamadığı için<br />

kasabalı kadınlarla iletişim kuramayan, onların<br />

beğendiklerini beğenemeyen, hoşlandıklarından<br />

hoşlanamayan, hatta pratik hayatın içinde kendini<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

savunamayan kadın gittikçe pasifleşir, yalnızlaşır,<br />

kendi üzerine kapanır. Dergileri, kitapları ve çocuklarından<br />

oluşan bir dünya kurar kendine.<br />

Cihan Aktaş bu hikâyesinde aslında ‘kendine ait<br />

bir oda’nın parodisini yapmıştır. Levize’nin kendine<br />

ait odaları, boş zamanları vardır. Ama bunlar<br />

onu mutlu edemez. Çünkü kadın bilginin yükü altında<br />

ezilmeye, bildikçe fark etmeye ve fark ettikçe<br />

yalnızlaşmaya, bulunduğu yeri ve konumu sorgulamaya<br />

başlamıştır. Sonunda incelen duygular<br />

ve zevkler, ayrıntıyı gören gözler ve fark eden iç<br />

dünya kadına yük olmaya başlar.<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu “Mazi<br />

Rüyaları”nda böyle bir kadının hikâyesini anlatır.<br />

Beş okul arkadaşı kadın yıllar sonra buluşmuşlardır.<br />

Okul yıllarında kurdukları gelecek hayalleriyle<br />

vardıkları noktaları karşılaştırmaktadırlar.<br />

Birçoğu hayallerinin çok uzağına düşmüş hatta<br />

durumlarına da uyum sağlamışlardır. Anlatıcı kişi<br />

bu beş kadın arkadaştan biridir. Psikoloji tahsili<br />

yapmıştır ama ‘kadının yeri evi’ felsefesince yaşamaya,<br />

ev hanımlığı yapmaya zorlanmıştır. Ama<br />

o bu rolü hiç istemeden oynar. Bulunduğu yere ait<br />

olmadığını hisseder. Aslında çevresindekiler de<br />

onu kabul etmiş gibi değillerdir. İç konuşması bu<br />

parçalanmışlığının bir göstergesidir: “Yarın komşular<br />

bize geleceklermiş. Niye geliyorlar? Nasıl<br />

olsa beni sevmiyorlar. Takıp takıştırıp geliyorlar<br />

yine de. … Evin her tarafını değişik bahaneler eşliğinde<br />

geziyorlar. … Temizlikten ve tertipten imtihana<br />

çekiliyorum. … Evime girmeleri dünyama<br />

girmelerine yetmiyor. Yine de pastalar, börekler<br />

yapıyorum. Sen psikoloji tahsilini bunun için yaptın.<br />

‘Yüz soruda psikolojik pasta ve börek yapmanın<br />

püf noktası’ diye kitap yazmanın tam vaktidir.”<br />

(Barbarosoğlu <strong>20</strong>06: 23)<br />

Erendiz Atasü “Balkon Saati”nde öğretmen<br />

Neşe’yi anlatır: “Eskiden epey kitap okurdum”<br />

diye düşünür Neşe, “Yani bebek doğmadan, daha<br />

doğrusu evlenmeden önce, Simon de Beauvoir,<br />

filan. Bahse girerim Nemide Hanım Simon de<br />

Beauvoir’ı duymamıştır bile. Ve ben, Nemide Hanım,<br />

biz, hepimiz işte şimdi aynı çizgideyiz. Neye<br />

yaradı vaktiyle okuduklarım? İnsan öğrendiklerini<br />

başka bir şeylere, davranışlara, eyleme dönüştüremedikten<br />

sonra… Nemide Hanım benden iyi<br />

216<br />

durumda. Mürekkep lekesinin nasıl çıkaracağını<br />

biliyor; yarım saatte çilekli turta pişirebiliyor; işini<br />

en çabuk o bitirip, balkona en erken o çıkıyor.”<br />

(Atasü <strong>19</strong>97: 89) Neşe’nin bu iç konuşması aslında<br />

bütün eğitimli ama ev hanımı olmak zorunda<br />

kalmış kadınlara ait duygulardır. Kadın yazarların<br />

hangi birikime ve bakış noktasına sahip olurlarsa<br />

olsunlar eserlerinde özellikle bu tür kadın kimlikler<br />

oluşturarak onların çelişkilerinde yoğunlaşmaları<br />

oldukça dikkat çekicidir.<br />

Atasü’nün “Balkon Saati”nde kahramanı Neşe’yi<br />

evin uzantısı olan bir açık mekânda hayatı üzerinde<br />

düşünürken göstermesi modern kadının<br />

bölünmüşlüğünü/arada kalmışlığını anlatması<br />

bakımından son derece anlamlıdır. Balkon evin<br />

de dışarının da kenarında dar, kısır bir alandır ve<br />

ev hanımlarının hayatlarını sembolize eder. Onlar<br />

için dışarıdaki hayat içeride bunaldıktan sonra<br />

çıktıkları, nefes alıp ışıklarını, renklerini seyrettikleri<br />

bir yerdir sadece. Sonra kaldıkları yerden<br />

devam etmek için geri dönerler. Balkon dışarının<br />

eve bağlı bir parçası olarak bu sebeple anlamlıdır.<br />

Çocuğu olduktan sonra işinden ayrılan Neşe,<br />

ev hanımlarının akşam saatlerinde, günlük işlerini<br />

bitirdikten, ocağa yemeği koyduktan sonra balkonun<br />

bu dar alanında kendilerine ait bir zamanı,<br />

‘keyif zamanını’ yaşadıklarını gözlemler. Oysa<br />

Neşe için balkon tam anlamıyla ne içeriye ne de<br />

dışarıya ait olabilmiş bir yer olarak onun arada<br />

kalmış hayatını temsil etmektedir.<br />

Atasü “Uçu” ve “Antiokos’un Mirası”nda bambaşka<br />

bir şeye dikkati çeker. Ev ve çalışma hayatı<br />

arasında kalmış, evde ezilmiş kadınların iş hayatında<br />

çok sert tutumlar takındıklarını, yenilgilerini<br />

iş hayatında ellerine geçirdikleri küçük iktidarın<br />

içinde acımasızca kullandıklarını, ezilen onurlarını<br />

böylece onarmaya çalıştıklarını vurgular. “Uçu”da<br />

bir öğretmen, “Antiokos’un Mirası”nda ise bir konsolosluk<br />

memuresi üzerinden evde ezilmiş ve hafife<br />

alınmış kadının aslında hiç de eşitlikçi olmayan<br />

iş hayatında yer edinebilmek, kendilerine biçilmiş<br />

değeri sonuna kadar kullanabilmek için çaba sarf<br />

edişlerini, alabildiğine sert ve ciddi görünmek için<br />

kadınlık çizgilerinden uzaklaşışlarını eleştirel bir<br />

yaklaşımla verir. Bu durum parçalanmanın başka<br />

bir boyutudur. Buna kadınlığını olabildiğince örterek<br />

yaşamak denilebilir.


Cihan Aktaş’ın “Seçilen” başlıklı hikâyesinde<br />

buna benzer bir durumu anlatılır. Dava arkadaşı<br />

olarak görülen kadın, sürekli olarak kendini baskılama<br />

hâli içindedir. Kendine “cinselliğini hissettirmemelisin,<br />

iç dünyanın kırılganlığını yansıtmamalısın,<br />

gülüşünde çekici tonlar yakala(n)mamalı”<br />

(Aktaş <strong>19</strong>95:1<strong>20</strong>) telkininde bulunur. İnsanlarla,<br />

dahası yakınlaşmak istediği erkekle arasına mesafeler<br />

koymayı öğrenir. Bir davanın kadını olur,<br />

ama sevilmeyi beceremez. Onun trajedisi ‘okşanmadan<br />

ağaran saçlar’ın arkasına gizlenir. “Uzun<br />

Cümle”nin yazar olmak isteyen kadını bunu şöyle<br />

dile getirir: “Daha çok çirkin kadınlar bilimle, sanatla,<br />

felsefeyle ilgilenirler. Belki de siyasetle ve<br />

felsefeyle yoğun iç içelik çirkinleştiriyor kadını,<br />

cinsiyetine yabancılaştırıyor, ona korkutucu ve<br />

ürkütücü bir hüviyet kazandırıyor, diye düşüncelerini<br />

tashih etti. Böyle bir kadın diye düşündü<br />

giderek kadınsı yumuşaklığını, letafetini, kadınsı<br />

hatlarını hatta kadınsı kokusunu yitirir ve erkeğe<br />

benzemeye başlar; yani kadın olarak çirkinleşir<br />

…”(Aktaş <strong>19</strong>95: 26). Bu tespit parçalanmış hayatın<br />

başka bir görüntüsüdür. Bunun adı kadınlığını<br />

yaşayamama ya da gizleme hâlidir.<br />

Hikâyelerden seçilmiş bu örnekler modern hayatın<br />

içindeki kadının bölünmüşlüğünü gösteriyor.<br />

Bu bölünmenin sebeplerinden biri toplumsal<br />

kimlikse diğeri kadının biyolojik kimliğinin beraberinde<br />

getirdiği açmazlarıdır. Anne olmak ve<br />

ayrıntıyı fark etmek, erkek düzeninin bir parçası<br />

olmak ama kadınsı iç dünyanın beklentilerini taşımak<br />

kadın kimliğinin açmazlarıdır. Kadının eğitilmesini<br />

isteyen toplumsal yapı, onun gün gelip<br />

öğrendiklerini uygulamak için alan isteyeceğinin<br />

farkında değilmiş gibi üzerindeki sorumlulukları<br />

azaltmaz. Böylece birden fazla kimliği, anne, eş,<br />

gelin, kardeş, evlat, iş kadını, öğretmen hatta sevgili<br />

kimliğini üzerinde taşıyan kadın, bu kimliklerin<br />

her birinin acımasız talepleri, kendilerine doğru<br />

çekiştirmeleri arasında kalır. Hikâyelerde toplumun<br />

kadına biçtiği kimlik ilgi çekici bir çözüm<br />

önerisini getirir: Kadına göre iş. Daha çocukluktan<br />

itibaren kadınlık rolü yüklenen kız çocuğuna örneğin<br />

‘başbakan olacak değil ya hemşire olsun inşallah’<br />

denilerek sınırlamalar getirilir. Bu toplumsal<br />

bilinçaltının başlangıçtan itibaren kırılamadığı ve<br />

<strong>20</strong>. asır başındaki savaşlar dolayısıyla bir müddet<br />

217<br />

kesintiye uğradıysa da arkasından gelişen zamanlarda<br />

kadınların ev içine, en fazla ‘kadına yaraşır<br />

işlere’ doğru yönlendirildiği görülüyor. Şemsettin<br />

Sami 18<strong>80</strong>’de yazdığı “Kadınlarımız” başlıklı risalesinde<br />

<strong>19</strong>. asrın sonlarında kadının sosyalleşmesi<br />

anlamındaki bir toplumsal izni anne-çocukmedeniyet<br />

ilişkileri üzerinden düşünerek en fazla<br />

ilkokul öğretmenlerinin kadın olmalarını tavsiye<br />

ederek vermiştir. Eğer kadın yazarların hikâyelerini<br />

yaşanan hayatın bir yansıması olarak kabul<br />

ediyorsak bugün bunun çok da uzağına gidilmediği<br />

görülmektedir (Argunşah <strong>20</strong>04: 223-232). Barbarosoğlu<br />

“Kim Kimdir?”de konuyla ilgili ilginç bir<br />

örnek sunar. Biri erkek diğeri kız iki kardeş çocukluktan<br />

itibaren toplumsal bilinçaltının ölçüleriyle<br />

yönlendirilmişlerdir. Kız kardeşin tespitleri şöyledir:<br />

“Bayramlarda o el öptüğünde mendili, harçlığı<br />

‘paşa olasıca, hâkim olasıca’ diye verilirdi. Bana<br />

gelince erkekler ‘çok yaşa evladım’ diye sırtımı<br />

sıvazlardı; kadınlar çeyizime koymak üzere daha<br />

süslü mendiller takdim edip ‘nişanını, düğününü<br />

de göreceğiz inşallah’ derlerdi.” (Barbarosoğlu<br />

<strong>20</strong>06:13). Kız çocuğu büyüyünce kadın olacaktır.<br />

Bu sebeple ona kadınlık rolleri uygun görülür.<br />

“Hepimizin vazifesi iyi bir<br />

anne olmak!”<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası kadın yazarların yarattıkları kişiliklerin<br />

en büyük ikilemini çocuk karşısındaki durumları<br />

oluşturur. Çocukları kendi bedenlerinden<br />

koparılmış bir parça, belki kendilerinin biyolojik<br />

devamı olarak gören kadınlar çocuksuz, biraz erkekleşmiş<br />

bir hayatı kendilerine uygun bulmazlar<br />

ama çocuğu da emellerine ulaşmada bir engel<br />

olarak görürler. Kimileri hayatını bütün anlamıyla<br />

çocuklarına feda ederken kimileri dışarıdaki hayata<br />

geri dönmek için kreşe başlama zamanının gelmesini<br />

sabırla beklerler. Fakat ne taraftan bakılırsa<br />

bakılsın çocuk, kadının parçalanmış hayatının<br />

en değerli parçalarından birini oluşturur. Ancak ev<br />

içi hayatının alışılmış, tekrara dayanan ve kadını<br />

giderek edilginleştiren düzeni çalışan ve eğitimli<br />

kadınları tatmin etmekten çok uzaktır. Bilgilerini<br />

kullandıkları, ekonomik özgürlüklerini kazandıkları<br />

bir işe yaradıklarını görüp bir şeyler yapmanın<br />

hazzını yaşadıkları evin dışındaki bir dünyayı<br />

seçtiklerinde ise ev hayatında kaçırdıkları, tekrarı<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ve tamiri olmayan anlarının sorumluluklarını taşıyamazlar.<br />

Modern kadın, mutluluğu yakalamak<br />

isterken mutsuz, tatmini yakalamak isterken tatminsiz<br />

kalmakta ve yetersizlikleriyle boğuşur bir<br />

duruma gelmektedir.<br />

Cihan Aktaş’ın kadınları bu anlamda çok daha<br />

belirgin örnekler olarak yaratılmışlardır. Onun birçok<br />

hikâyesinde evlilik ve özellikle çocuk için işini<br />

bırakmış ama mutsuz olmuş kadınlarla karşılaşılır.<br />

Aktaş gibi Barbarosoğlu da, hayatı iki ayrı düzlemde<br />

yaşamaktansa bunlardan birini, evi seçerek<br />

bölünmüşlüğü ortadan kaldırmayı, mutluluğu bu<br />

yolla yakalayabileceğini düşleyen kadının da aslında<br />

mutlu olamadığını anlatmak ister. Çünkü meselenin<br />

bir kısmı kadının dışındaki dünyadaysa bir<br />

kısmı da kadının bizzat içindeki dünyadadır.<br />

Cihan Aktaş’ın “Parkta Bir Sabah Erkenden” adlı<br />

hikâyesinde çocuğu doğunca işini bırakan kadın<br />

anlatılır. Çocuğunu kreşe verdiği gün durumu içine<br />

sindiremeyerek işinden ayrılan kadın, bundan<br />

sonra yıllarını iyi bir eş ve iyi bir anne olmak için<br />

harcar. O da “Dağınık Dünya”nın Gülnihal’i gibi şişmanlamış,<br />

ağırlaşmış ve dağınıklaşmıştır. Kocası<br />

da telkinleri dışında bir hayatı sürdüren kadından<br />

uzaklaşmaya başlamıştır. Kocasının kendisiyle<br />

ilgilenmediğine belki de artık aldattığına inanan<br />

kadın, bu uzaklaşmayı acımasız ve haksız bulur.<br />

Dikkat çekmek için de bir sabah erkenden çocuğunu<br />

alarak evden kaçar, çevredeki bir parka sığınır.<br />

Parkta geçirilen zaman kendi içine bir yolculuk<br />

yapması için vesile olur. Sorun, kendine olan güvenini<br />

artık kaybetmiş olmasıdır. Fakat o şişmanlığı<br />

ve özensizliğinin bile kocasının ilgisizliğine<br />

karşılık bir intikam olduğunu düşünür. Hayatını<br />

değiştirmek için birtakım kararlar almayı, birilerinin<br />

kendisine telkinlerde bulunmasını, iyi ve kötü<br />

örnekler vererek yönlendirmesini ister, sonra kabullenişe<br />

geçer. Çocuğu güven içinde ve babasının<br />

yanında büyüsün diye eve geri döner. Çünkü<br />

“Günlük düzeninde, hayatında ne kadar çok şey<br />

değişirse değişsin; evi, mahallesi, eşyaları, kocasının<br />

tutumu; yine de korunacaktır.” (Aktaş <strong>19</strong>96:<br />

1<strong>20</strong>). Barbarosoğlu “İmajatörün Evi”nde böyle<br />

bir kadına kendini anlattırır. O da kendini çocuklarına,<br />

evine teslim etmiştir. Çocuklar büyüyünce,<br />

anneye olan ihtiyaçları azalınca kendi üzerinde<br />

düşünmeye başlar. Artık değişmek isteyen kadın-<br />

218<br />

dır. Kocasının “daireyi kaçıncı defa turlamasına”<br />

karşılık o aynı noktada “Ayşegül küçük anne rolünü<br />

bıkıp usanmadan tekrar be tekrar oynadığını”<br />

fark etmiştir. İlk defa kendi üzerinde düşünmeye<br />

ve başkasına kendinden söz etmeye karar verir,<br />

imajatörden değişmek için yardım ister:<br />

“Hayatımda … hep aynı nokta üzerinde durduğumu<br />

bilmiyordum.<br />

Evim bana yetiyordu.<br />

Onların ihtiyacını karşılamak. Hizmet etmeyi<br />

seviyordum. Her biri için ayrı hizmet etmeyi. Birinin<br />

sevdiği yemek ötekine uymaz. Kimisi için<br />

soğanlı yemekler yapıyordum, kimisi için soğansız<br />

haşlama. Birisi bol salçalı yağlı et seviyorsa öteki<br />

vejeteryandı.<br />

Olsun.<br />

Ben onlara kurban.<br />

Her biri için ayrı yerden alış veriş eder, aldıklarımı<br />

zevkle pişirmeye dururdum.<br />

Benim saadetim yarım saatlik bir saadetti. Gün<br />

boyu didinmelerimin neticesi, akşam yemeği esnasında<br />

birlikte oturulan sofranın saadetiydi. …<br />

Çocuklar büyüdü. Akşam yemeklerinin saadeti yavaş<br />

yavaş elimden alındı.<br />

Ortaokulu bitiren, benim dünyamdan uzaklaşmaya<br />

başladı. Temiz çorap için, ütülü gömlek ve<br />

pantolonlar için kuruldu aramızdaki diyalog. Çocuklar<br />

böyleydi.” (Barbarosoğlu <strong>20</strong>00: 45)<br />

Örnekler çalışma hayatının kadınları disipline<br />

ettiğini gösteriyor. Her ne kadar zorlansalar da<br />

bu parçalanmış hayat onları dış yaşamın koşulları<br />

içerisinde tutarak mücadele etme, kendini aşma<br />

ve yenileme imkânlarını daha rahatça kullanmalarını<br />

sağlıyor. Başlangıçtan itibaren bir ev yaşamını<br />

sürdüren kadınlar bunun tam olarak farkında<br />

değillerse de çalışma hayatından bir şekilde ev<br />

hayatına geçmiş olan kadınlar bunu daha yoğunlukla<br />

hissediyorlar.<br />

“Çocukluğumu Verin Bana”:<br />

Geçmişte yaşayan kadınlar…<br />

Çocukluğa sığınma kadın hikâyecilerde çok sıkça<br />

rastlanan bir durum. Özellikle yaşlılıklarında ve


mutsuz oldukları zamanlarda çocukluklarına geri<br />

dönen kadınları anlatan kadın yazarlar, çocukluğu<br />

ve mutlu geçmişi tam bir sığınak olarak tasarlarlar.<br />

Geçmişe sığınma yaşanan zamandan memnuniyetsizliğin<br />

getirdiği bir çağrışımdır. Yaşadığı,<br />

mutlu olmadığı ama dönüştürme gücünü kendinde<br />

bulamayan pasif ya da güçsüz kadın kahraman,<br />

hayattaki benzerleri gibi mutlu ya da mutsuz geçmişine<br />

sığınır. Aslında kadın yazarların yarattığı<br />

kadınların çocukluklarına dönme arzusunu taşımalarının<br />

en mühim gerekçesi pişmanlıklar ve<br />

hayatı yeniden kurma arzusudur. Bu bir anlamda<br />

yeniden yaratma çoğu zaman da yeniden yaratılmayı<br />

arzulamadır.<br />

Erendiz Atasü, ilginç bir kurgusu olan “Çocukluğumu<br />

İstiyorum Çocukluğumu Verin Bana”nın<br />

birinci bölümü “Kayısı Gülü”nde kahramanını bir<br />

kadın mekânı olan mutfakta yakalar. Hikâyenin<br />

kahramanı kadın, kendisi için değişmenin imkânsızlığının<br />

farkındadır “Mutfağa tıkmışlar beni…<br />

sonra da mutfaktan ötesini bilmiyormuş diye saygı<br />

duymuyorlar.” diye söylenir ve çocukluğuna geri<br />

dönmek ister: “Çok şükür çocuklarımı büyüttüm.<br />

Daha ne isterim?.. Kimse vermez ki istediğimi…<br />

Çocukluğuma dönmek istiyorum… Çocukluğuma…<br />

Rengârenkti çocukluğum. Gök mavisi, yaprak yeşili,<br />

gül pembesi, ille de kayısı gülü sarısı… Mis gibi<br />

kokardı çocukluğum, yosun kokusu, manolya, hanımeli,<br />

ful kokusu, ille de leylak kokusu… Çocukluğumu<br />

istiyorum.” (Atasü <strong>19</strong>98:153) diye söylenir.<br />

Hikâyenin ikinci bölümü “Kiraz Dalları”nda bu<br />

defa akademisyen bir kadın daktilosunun başında<br />

kendi içinde bir yolculuğa çıkar. Kadın, hayatının<br />

tek düzenli parçası olan çocukluğunu hatırlar. Yorgun<br />

ve bezgindir. “Çalışsana be kadın, çalışsana,<br />

dünya kadar işin var! Ne çok metin okumalı, not<br />

çıkarmalı, özümlemelisin; tümce tümce çözümlemelisin.<br />

Sonra yeni metinler üretmelisin” (Atasü<br />

<strong>19</strong>98:155) diye kendine çıkışır. Ama artık öyle bir<br />

noktaya gelmiştir ki üretmesi mümkün değildir.<br />

Kendini yeniden yaratmak için çocukluğuna dönmek<br />

ister.<br />

Kadın yazarların hikâyelerinde en çok ilgilendikleri<br />

bir grup kadın da yaşlı kadınlardır. Onlar<br />

da geçmişleriyle meşgullerdir. Yaşadıkları geçmişi<br />

pencereden dışarıyı seyreder gibi seyrederler.<br />

2<strong>19</strong><br />

Artık tekdüzeleşmiş ve alabildiğine durgunlaşmış<br />

hayatlarıyla çocuk, ev, iş hayatı arasında kalmış<br />

olan genç kadınların hayatına tam bir tezat oluştururlar.<br />

Bölünmüşlükler, beklentiler, kıt zamanlar,<br />

bir türlü yetişmeyen yetiştirilemeyen işler onlar<br />

için artık sadece birer hatıradır. Dinlenmek, düşünmek,<br />

konuşmak, muhakeme etmek hatta yanlış<br />

doğru yargılamak için oldukça geniş zamanları<br />

vardır. Bu kadınlar bulundukları zamandan geçmişlerine<br />

baktıklarında inatçı ve ilgisiz kocalarla,<br />

ihtimamla büyütülmek istenen çocuklar yüzünden<br />

yaşanmamış zamanları görürler. Şimdi kendilerine<br />

ait sonsuz zamanları ve mekânları vardır.<br />

Ama onlar ne bu zamanı ne de yalnızlığı isterler.<br />

Mutfak yerine pencerelerin önünü ve değişmeyen<br />

koltuklarını mekân seçmiş yaşlı kadınlar bazen<br />

bir örgü esnasında parmaklarına doladıkları ip<br />

gibi takılır kalır, dakikalarca şimdiki zamanın kıyısında<br />

uzanan bir geçmişi hatırlarlar. Genç kadınların<br />

iç konuşmaları yaşlı kadınları esas alan bu<br />

hikâyelerde geçmişle yapılan konuşmalara dönüşür.<br />

Zaman sık sık geriye dönüşlerle zenginleşir.<br />

Böylece farklı zamanların insanları aynı hikâyenin<br />

içerisinde toplanırlar. Aslında bu noktadan bakıldığında<br />

yaşlı erkeklerin konumunun da onlardan<br />

pek farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik onlar<br />

artık otoritelerini de kaybetmişlerdir. Anne ve<br />

çocuk arasındaki biyolojik bağlılık, zamanla ve<br />

çocuklar büyüdükçe erkeklerin lehine olan otoritenin<br />

kadınların lehine dönüşmesine sebep olur.<br />

Erendiz Atasü “Bir Ters Bir Yüz”de böyle bir örnek<br />

üzerinde durur. Artık çocuklarını büyütmüş, evlendirmiş,<br />

torun sahibi olmuş yaşlı bir çift emekli<br />

Fikret Bey’le Nurten Hanım’ın bir akşamlarını anlatır.<br />

Kadın örgü örmekte erkek televizyon seyretmektedir.<br />

Her ikisi de bir anlamda emekliliği<br />

yaşamaktadırlar. Çünkü Nurten Hanım kocasının<br />

kaybettiği otoritenin yeni sahibi olarak artık her<br />

gün yemek yapmaz. Mutfakta üç günlük, yağları<br />

donmuş yaprak sarmasına iğrenerek bakan Fikret<br />

Bey hatırlar: “Eskiden ne güzel şeyler pişirirdi…<br />

Aybaşlarında sobada yapılan ızgara köftenin tadına<br />

doyum mu olurdu?.. Ne güzel mezeler hazırlardı…<br />

Haddine mi düşmüştü, bir yemeği iki kez Fikret<br />

Bey’in önüne sürmek. Alimallah sofrayı yıkardı<br />

Fikret Bey, yumruğuyla… Şimdiyse ne içinde iştah,<br />

ne ağzında tat, ne yumruğunda kuvvet kalmıştı…”<br />

(Atasü <strong>19</strong>97: 27) Hâlbuki Nurten Hanım için gün-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ler hayatın hiçbir devresinde bu kadar renkli olmamıştır.<br />

Ayda bir gidilen ev toplantıları, on beş<br />

günde bir gidilen kuaför, tanışılan yeni kadınlar,<br />

öğrenilen yeni yemek tarifleri ve komşularla sohbet<br />

ederken üreyiveren örgüler, örgüler. Hikâye<br />

de zaten adını Nurten Hanım’ın bu örgülerinden<br />

almaktadır. İç konuşmayı başlatan örgü, önceki<br />

yıllarda mutfakta ocak başında yapılan konuşmalardan<br />

pek de farklı değildir. Ancak Nurten Hanım<br />

içindeki genç kadını hatırlamayacak kadar derinlere<br />

gömmüş, öldürmüştür. Artık geçmişi hatırlamak<br />

istemez: “Geçmiş… Geçmiş neydi? Fikret’in<br />

verdiği üç buçuk kuruşluk maaşla bir türlü gelmek<br />

bilmeyen aybaşına ulaşmaya çalışmak, bakkalla,<br />

kasapla, manavla veresiye için didişmek neydi? …<br />

sanki onun özlemleri, düşleri olmamıştı.” (Atasü<br />

<strong>19</strong>97: 37-38)<br />

Cihan Aktaş’ın “Fıstıkağacı’ndaki Ev” hikâyesindeki<br />

yaşlı kadın Hacer, Nurten Hanım’dan farklıdır.<br />

O da durmadan örgü örer, onun da geçmişinde<br />

hatırlanacak güzel şeyler yoktur ama o geçmişten<br />

kaçmaz daha doğrusu bir türlü kaçamaz. Geçmişe<br />

takılı kalmış aklı yüzünden kendini zor toparlar.<br />

Yemekleri yakar, sorulara geç cevap verir ve uyuyamaz.<br />

Bunun en önemli sebebi ‘öteki’ olarak algılanan<br />

dünyanın içine geçmesi ve aklının hep ‘kendisinin<br />

olan’da takılı kalmasıdır. Bu yaşlı kadının<br />

dramını bir gece aniden terk edivermek zorunda<br />

kaldığı vatan toprağına duyulan hasret oluşturmaktadır.<br />

Bütün hayatını ‘bir misafir gibi, yarın<br />

vatanına dönecek bir turist gibi’ yaşayarak geçirir.<br />

Bütün sevinçleri ‘orada’ kalmıştır. Burası onun için<br />

hiçbir zaman anlamı ve geleceği olmayan, kocanın<br />

misyonu için katlanılan ve onu gittikçe yalnızlaştıran<br />

bir yerdir. Hacer Hanım içinde bulunduğu<br />

dünyadan sadece ihtiyacı olanı ihtiyacı kadar alarak,<br />

daima geçmişte ve orada, Fıstıkağacı’ndaki<br />

evde yaşamıştır. İç konuşmalarını bile yıllar önce<br />

Fıstıkağacı’nda bıraktığı komşularıyla yapar. İçerideki<br />

odada erkek kalabalığındaki kocasını beklerken<br />

‘oradaki’ kendi insanlarıyla birlikte olur. Fakat<br />

hem Nurten Hanım’ı hem de Hacer Hanım’ı hem<br />

de “Kadınlar da Vardır”ın Servet Hanım’ını hayata<br />

bağlayan, hayatın devam ettiğini somut olarak<br />

kendilerine hissettiren torunlarıdır. Bu kadınca bir<br />

devamlılık duygusudur.<br />

Sevinç Çokum’un hikâyelerindeki yaşlı kadınlar<br />

2<strong>20</strong><br />

da geçmişe dönerek yaşadıkları hayatı sorgularlar.<br />

Pencereler bu yaşlı kadınların dış dünyayla ve içinde<br />

yaşanan zamanla bağlarını kuran koridorlardır.<br />

Yaşanmış, bitmiş ama kapanmamış zamanlar bu<br />

pencereler aracılığıyla yaşlı kadınların dünyasına,<br />

oradan hikâyeye geçerler. Bu durumun Sevinç<br />

Çokum hikâyelerinde yaşlılığı seçmiş kadınlar için<br />

de söz konusu olduğu görülür. Örneğin “Denizin<br />

Dalgası Saçların”da Füsun kocası tarafında işten<br />

alınıp eve kapatılınca penceresinin önüne döner.<br />

Üzerine bir yaşlılık çökmüştür (Argunşah <strong>20</strong>00:<br />

132). “Yüreklere Uğramak”ın Emine Hanım’ı, “Yokuş<br />

Aşağı”nın Dilber Hanım’ı yalnız ve boş dünyalarını<br />

pencerelerin önlerine açtığı aslında kendilerinin<br />

olmayan bir dünyayla zenginleştirirler. “Güz<br />

Esintileri” Binnaz Hanım’ın penceresi önünde ‘akide<br />

şekeri tadındaki gençlik günleri’ni hatırlayışının<br />

hikâyesidir. “Çocuk Gülüşleri”nde yaşlı kadın kendi<br />

çocukluğunu o kadar uzakta hissedir ki yazar<br />

onu şöyle tanımlar: “Kadın serçelerin uçuştuğu<br />

bahçede şimdi yapayalnızdı. Salıncaklar hafiften<br />

gıcırdıyordu. Birden kendi çocukluğunu düşündü.<br />

Hatırlayamadı. Sanki böyle bir çağ yaşamamıştı.<br />

Sanki başka birinin çocukluğunu hatırlıyordu.”<br />

(Çokum <strong>19</strong>87: 32)<br />

“Sarsıntı”da hatırlanan geçmiş zaman beraberinde<br />

baş ağrılarını da getirir. “Yeniden Bahar<br />

Olsa”nın yaşlı kadınının hayatına bir doğum müjdesi<br />

kıpırtılar getirir. Yaşlı kadın “Yeniden bahar<br />

olsa… Komşuların sıcak gülüşüyle aydınlansa<br />

odalar. Arka bahçede çiçeklerin arasında bir türkü<br />

söylese. İsmail Efendi, domatesleri, biberleri,<br />

gülleri gözden geçirse, ortancaların yanına bir iskemle<br />

atıp, gölgeli serinlikler içinde sabah kahvesi<br />

içse…” diye düşünür (Çokum <strong>19</strong>93: 161).<br />

Sevinç Çokum’un yaşlı kadınları geçmişi özlemle<br />

hatırlarlar. Orada yaşanmış, pişmanlık duyulmayan<br />

güzel günler vardır. “Alacaklı”da zamanın<br />

akışı artık yavaşlamıştır. Bu ağır akış günlerden<br />

zevk alınmamasını getirir. Kahraman geçen zamanı<br />

düşünür: “Ne zaman doğuyor, ne zaman<br />

yaşlanıyordu çocuklar? Kızı Esma’nın çocukluğu<br />

Tophane sokaklarında çok eski zamanlarda kalmıştı.<br />

Ya Hülya? Esma Hanım saçlarında bir kırmızı<br />

kurdele, solgun yüzünde sevinç, yanı başında<br />

Hülya’yı daha dün seyretmiyor muydu? Sımsıkı<br />

kundaklanmıştı Hülya. Yaşama sevinci ile birden


şımarmasın diye belki. Yok. Kemikleri düzene girsin<br />

diye. Hayır tutsaklığı da bilsin diye. Ne zaman<br />

büyümüştü Hülya? Ne zaman doğmuştu Bahadır?”<br />

(Çokum <strong>19</strong>93b: 100).<br />

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu “Gün<br />

Akşamsızdır”da kocası Hacı Bey’in ölümünden<br />

sonra yalnız kalan, sabahtan akşama kadar kulakları<br />

bir canlı sesi arayan yaşlı kadını anlatır.<br />

Yaşlı kadın sekizinci kattaki evinde geçmişi hiçbir<br />

ayrıntısını atlamadan hatırlar. Fakat o kadar hayatın<br />

dışındadır ki hayatını değiştirmek, dışında<br />

akan hayata bir şekilde katılmak ister. Bu yolda<br />

yaptığı girişimler çevre tarafından iyi karşılanmaz.<br />

Sadece yeni insanlar görmek, zaman kaybetmek<br />

için otobüslere biner, çok uzaklara alışveriş<br />

yapmaya gider. Hatta “Ayda bir ya da iki defa<br />

özellikle akşamın geç saatlerinde geçerdi Avrupa<br />

yakasına. Eminönü’nden vapura binerken, yorgun<br />

insan yüzleriyle aynı vapuru paylaşmak garip bir<br />

aidiyet duygusu veriyordu. Bu yorgun yüzlerin sahibi<br />

kadar önemli hissediyordu kendini. Telaş ve<br />

kırgınlıklar içinde geçmiş bir günün muhasebesini<br />

vapurda yapıp kurtulmak ister gibi; durmadan<br />

ayağını sallayan, bıyığıyla oynayan erkekler, saçlarının<br />

tokasını durmadan değiştiren orta yaşlı<br />

kadınlar, … öylece onlara bakardı.<br />

İnsanlar, özellikle öğrenciler, sabahın ve akşamın<br />

bıkkın saatlerinde yüzlerini buruşturarak bu<br />

saatte evinde otursan olmaz mı nine ifadeleriyle<br />

kendisine yer verince, dünyalar onun olurdu. Oturacağı<br />

için değil. Hayır. Bu anı değerlendirerek<br />

karşısındakiyle iki çift laf etme fırsatını yakaladığı<br />

için.” (Barbarosoğlu <strong>20</strong>00: 99)<br />

“Feodal geleneğin edilgen<br />

parçası olmak” ve evliliğin<br />

bedelini tek başına ödemek…<br />

Evlilik kadın yazarlar tarafından çoğu zaman erkek<br />

lehine olan düzeninden dolayı feodal düzenin<br />

bireysel hayatlar içindeki yansıması olarak kabul<br />

edilmiştir. Kadın bu düzenin itaat edeni olarak hayatın<br />

içindeki rolünü oynar. Kadınlık, annelik, eşlik<br />

ve gelinlik bu rollerin isimleri olarak belirlenirler.<br />

Kız çocuğu olarak doğuştan itibaren başlayan bu<br />

ayrım bütün hayat boyunca devam eder. Kızlara<br />

daima ne yapmamaları gerektiğini öğreten top-<br />

221<br />

lumsal baskı, sonuç olarak daha çocukluk çağından<br />

itibaren erkekler lehine bir durum yaratır.<br />

Baba evinde, baba ve erkek kardeşlerin kurdukları<br />

sulta koca evinde başka bir erkeğe itaate dönüşerek<br />

ve ağırlaşarak sürer. Önce baba sonra koca ile<br />

devam eden bu kulluk ilişkisinin şartları toplumsal<br />

cinsiyet kavramı tarafından belirlenir.<br />

Kadının sosyal hayat içerisindeki konumunun<br />

farklılaşması bu kavramın yüklediği sorumlulukların<br />

değişmesini ya da bir kısmının azaltılmasını,<br />

örneğin bir kısmının erkeğe yüklenmesini<br />

getirememiştir. Bu sosyalleşmiş kadının parçalanmasına<br />

her iki düzlemde de ayakta kalmak için<br />

olağanüstü gayret göstermek zorunda kalmasına<br />

yol açarken ev içindeki kadının giderek daha fazla<br />

ezilmesine sebep olur. Her iki durumda da evliliğin<br />

yükü kadın tarafından tek başına taşınmaya<br />

çalışılır. Bütün kadın yazarlar kadının bu konumunu<br />

eserlerini besleyen bir kaynak olarak görmüşlerdir.<br />

Özellikle toplumsal gerçekçi bir anlayışa<br />

sahip yazarlar bunu toplumun tabakalaşması ve<br />

tabakalar arasındaki çatışmanın bireyin en özel<br />

hayatındaki devamı olarak gösterirler. Kadınlar<br />

bütün boyutlarıyla bu düzenin içinde erkekler tarafından<br />

sömürülmektedir. Bu aynı zamanda aşkın<br />

tükenişi demektir. Özellikle eğitimli kadınlar<br />

tarafından büyük beklentilerle başlatılan evlilik<br />

ilişkisinin toplumsal yapının belirlediği konumuna<br />

dönüşmesi beraberinde hayal kırıklıklarını getirir.<br />

Evlilik çoğu zaman çocuklar yüzünden ya da değişen<br />

bir şeyin olmayacağı düşüncesiyle sadece<br />

katlanılan bir durum olur. Kadınlar sessizleşirler.<br />

Bu konunun anlatıldığı hikâyelerdeki kadınların<br />

derin bir sessizliği seçmiş olmaları ilgi çekicidir.<br />

İç dünyalarında oldukça konuşkan, kavgacı hatta<br />

isyankâr olsalar da bu ses hiç dışarıya çıkmaz. Kadın<br />

içindeki kalabalığa rağmen dışarıda yalnızdır.<br />

Bu sessizliğe çoğu zaman musallat baş ağrıları<br />

eşlik eder.<br />

Özellikle Erendiz Atasü ve Cihan Aktaş’ın hikâyelerinde<br />

bununla ilgili örneklere ve kadın kahramanların<br />

bu yoldaki söylemlerine sıkça rastlanmaktadır.<br />

Atasü’nün “Kadınlar da Vardır”, “İnci,<br />

Satı, Erhan ve Durmuş…”, “Çocukluğumu İstiyorum<br />

Çocukluğumu Verin Bana”, “Bir Ters Bir Yüz”,<br />

“Dullara Yas Yakışır” gibi hikâyeleriyle; Aktaş’ın<br />

“Şemsiyenin Altında”, “Acı Çekmiş Yüzünde”, “Baş-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ka Bir Türlü Aşk” gibi hikâyelerinde sosyal konumu<br />

ne olursa olsun aşkın ve evliliğin çok müstesna bir<br />

şey olduğunu düşünerek başlayan kadınların hayal<br />

kırıklıkları anlatılır. Yaşlı kadınların anlatıldığı<br />

hikâyelere bakılırsa, kadınlar iktidarı çok sonraki<br />

yıllarda özellikle de çocukları büyüyünce elde<br />

edebiliyorlar ama hayatın umutlarla dolu kısmı<br />

yaşanmamış zamanlarıyla çoktan tamamlanmış<br />

oluyor.<br />

Cihan Aktaş’ın “Şemsiyenin Altında” başlıklı<br />

hikâyesi evliliğin feodal bir düzen olarak algılanması<br />

bakımından ilginç bir örnektir. İstanbullu<br />

Süreyya’nın Anadolulu Yusuf’la yaptığı evliliğinin<br />

bir parçasının anlatıldığı hikâyede evliliğin<br />

sömürüye dayanan yapısı yöreye ait bir ritüelle<br />

pekiştirilir. Erkek evine kayınpederin açtığı bir<br />

şemsiyenin altında girmek zorunda olan gelinin,<br />

bu anlamda kadının, toplumdaki erkek egemen<br />

yapının kölesi olduğu hayatın yeni bir safhasının<br />

başlangıç noktasında kabul edilmiştir. Böylece<br />

evlilik kadın için hayatın yeni bir mekânda ‘gönüllü<br />

kölelik’ olarak devamı anlamına gelir. Anlamı<br />

üzerinde hiç düşünmeden tekrar edilen ritüel ise<br />

bu durumu kabullenişin törenleştirilmiş ifadesidir.<br />

Hikâyenin kadını Süreyya’ya göre bu ritüel,<br />

hâkim karakterli kocanın da üstünde daha güçlü<br />

bir erkek olarak kayınpederin otoritesinin kabulü<br />

demektir. Ancak okumuş ve ‘İstanbul’dan alınan<br />

gelin’ Süreyya, bundan sonra yapılacak dedikodular<br />

için bir zemin hazırlamış olsa da kayınpederin<br />

koluna girmeyerek bu ritüeli bozmuştur.<br />

Küçük şehirlerin, kasabaların insanları boğan<br />

merasimleri, uyulması gerekli kuralları hiç bitmez.<br />

İstanbullu gelin “…belki bir ay boyunca o<br />

şehrin âdetleri gereği hemen her misafir için<br />

farklı bir giysi giyinerek, altınlarını takıp takıştırarak<br />

misafirlerin yanına çıkıyor; İstanbul’dan getirilmiş<br />

gelin olarak, tanımlandığı haliyle kendisini<br />

gösteriyordu.” (Aktaş <strong>19</strong>96: 44) Ama beklentiler<br />

bitmez. Önemli olan âdetlerin yerine gelmesi ve<br />

toplumsal egonun tatmin edilmesidir. Süreyya<br />

buraya gelirken sevimli görünmeye, hoş görülü<br />

olmaya karar verirse de gereksiz bulduğu kurallar<br />

ve sıkıcı bulduğu konuşmalar yüzünden yavaş yavaş<br />

kararlılığını yitirir. İçine çekilir, kendini sorgular:<br />

“Böyle küçük şehirlerde ayıplanmamak, yalnız<br />

kalmamak, dışlanmamak için merasimlerin içinde<br />

222<br />

boğulmaktan başka çare bırakılmıyordu insana<br />

herhalde. ‘Ne işim var benim burada? Burada olmak<br />

için mi yaşadım onca şeyi? Mecburiyetler hiç<br />

tükenmiyor. Ben bu şehirde, bu kuralcı insanların<br />

arasında yaşayamayacağım’ diye ümitsizliğe kapılır.”<br />

(Aktaş <strong>19</strong>96: 60) Anlamsız âdetleri hayatın<br />

esası, olmazsa olmazı hâline getirmiş olan cahil<br />

çevrenin eğitimli kadına üstün gelişidir bu.<br />

Gelin, erkek ailesi için önemsenen kişi değildir.<br />

Ona sadece oğul için katlanılmaktadır. Hiçbir hikâyede<br />

gelin beklenen, özlenen, ilgilenilen ve önemsenen<br />

kişi değildir. Erkek ailesi için önemli olan<br />

erkeğin eğitimi, meşgalesi, hayatının dönüm noktalarıdır.<br />

Geleneksel yapının sağlıkla ve kendileri<br />

gibi sürdürmek üzere devredilmesidir. Bu arada<br />

başlangıçta kendini bir aşkın kahramanı gibi gören<br />

kadının bu duygu uğruna gösterdiği fedakârlık<br />

hoyratça kullanılır, iyi niyet ve hoşgörüsü hesapsızca<br />

tüketilir. Üstelik kadın bu düzenin içinde yalnız<br />

bırakıldığı için boyun eğmekten başka çare de<br />

bulamaz. Direnişi kendi içinde, sessizce gerçekleşir,<br />

sadece kendine zarar vererek tükenir. İnsanı<br />

ezen feodal yapı yine kazanmıştır.<br />

“Acı Çekmiş Yüzünde”nin Hansa’sı da buna benzer<br />

bir durumla daha evlenmeden önce karşılaşır.<br />

Kâmil’in ablalarının kendisi için yaptıkları nişan<br />

alışverişine bile müdahil olamaz. İradesi öylesine<br />

elinden alınmıştır ki sadece içinden ‘ne biçim<br />

şeyler bunlar, ne çok pul var üzerinde, ben bunları<br />

ne yapacağım’ diye düşünür. Solculuktan İslamcılığa<br />

geçmiş Kâmil ise Hansa’yı durmadan yargılar.<br />

Kâmil’e göre bir kadın bir erkeği, birçok çocuğu,<br />

onların etrafındaki birçok insanı kendini feda ederek<br />

yalnızlıktan, acıdan kurtarabilmelidir. Örneğin<br />

Hansa, Kâmil’in annesi gibi on beş çocuk doğurup<br />

beş altı çocuk yetiştirme gücünü göstermelidir.<br />

Oysa anne yatalak hâliyle geçmişteki güç gösterisinin<br />

garip bir neticesini yansıtmaktadır. Hansa<br />

bocalar, acaba Kâmil’in acılar çekmiş yüzüne bir<br />

çizgi daha eklemeli midir?<br />

“Teşekkürü Hak Ettiniz Bay Yargıç”ta yine eksikliğini<br />

erkek egemen yapıya sığınarak telafi eden<br />

erkeğin karşısındaki kadının trajik durumu anlatılır.<br />

Sokakta başına gelen bir olayın karşısında<br />

sesini çıkaramaması kadını suskunluğu üzerinde<br />

düşünmeye iter. Kadın ne zaman suskunlaşmaya


aşladığını bulmak ister. Suskunluk birdenzbastırılmışlığın<br />

bir neticesi olarak gözükür. İlk tartışmadan<br />

itibaren baskın kimliği belirlenen erkek<br />

‘beğenmiyorsan çekip gidersin’ tehdidiyle kadının<br />

giderek silinmesine ve sessizleşmesine sebep olmuştur.<br />

Kendine ait bir dünyayı da kuramayan kadın<br />

evliliğin bedelini tek başına ödemek zorunda<br />

kalır. Söz konusu edilen hikâyelerde tek çıkışı yapabilen<br />

kadın neredeyse Sevinç Çokum’un “Kadınca”<br />

adlı hikâyesinin kahramanı Piraye’dir. Her ne<br />

kadar Erendiz Atasü “Dullara Yas Yakışır”da onca<br />

servete ve çoluk çocuğa rağmen evini terk ederek<br />

kendisine değer vereceğini düşündüğü bir erkeğe<br />

kaçan kadının hikâyesinde bu başkaldırıyı anlatmak<br />

isterse de kadının bu ikinci evliliğinde de aynı<br />

toplumsal realiteyi yaşamak zorunda kalması ilgi<br />

çekicidir.<br />

“Kadınca”daki ressam Piraye boşanarak kendine<br />

ait, özgür dediği bir hayatı kurar. Yazarın şahıs<br />

kadrosunda da bir başka örneği olmayan Piraye,<br />

kadının ekonomik bağımsızlığının ne kadar önemli<br />

olduğunun bir savunmasını da yapar. Hiçbir sosyal<br />

güvencesi olmayan kadınların arasında olumsuz<br />

da olsa güçlü, benliği gelişmiş bir kadın olarak belirginleşir.<br />

Piraye ‘sanatçı önde gider’ anlayışıyla<br />

özgürlüğünü savunur. Üstelik bu özgürlük ekonomik<br />

ve cinsel olmak üzere iki yönlüdür. Piraye’ye<br />

göre kadın köledir. Tarihsel çıkarlar sonucunda<br />

oluşmuş ve süregiden bu köleliğin sebebi kadının<br />

ekonomik güçsüzlüğü ve cinsel savunmasızlığında<br />

gizlidir. Sevinç Çokum, Piraye ile kadının ekonomik<br />

özgürlüğünü kazanması gerekliliğini vurgulamak<br />

ister. Fakat ekonomik özgürlüğün kazanılmasıyla<br />

ortaya çıkabilecek tutsaklıklardan da ürker. Piraye<br />

düşüncelerini şu cümlelerle aktarır:<br />

“ ‘Bence kadın erkek arasındaki eşitsizlik, bir<br />

süre daha toplum kuralları çıkmazında sürüp<br />

gidecek. Ama hep devingen, sancıyan, içeriğinde<br />

yadsınılmaz özgürlük yatan arayışlarımız, bu<br />

eşitsizlikten hız alacak.’diyordu Piraye. Elbette<br />

giyimden, modadan çağın süs gereçlerinden kaçınılamaz.<br />

Bu kadınlığı sağlamlaştıran özgün bir<br />

tutumdur. Erkek kadın eşitliği, daha çok ekonomik<br />

ve cinsel sorunlarda aranmalı. … Sen kocandan çıkarların<br />

doğrultusunda bir şeyler bekledin. Köleliğin<br />

o zaman başladı.” (Çokum <strong>19</strong>93b: 67-68)<br />

223<br />

“Evlilik Darülaceze değildir…”<br />

Kadın hareketlerinin özünde kadının özgürleştirilmesi<br />

düşüncesi yatmaktadır. Buysa kadının ekonomik<br />

olarak bağımsızlığını elde etmesiyle olabilecektir.<br />

Bu sebeple kadın hareketlerinin içerisinde<br />

ekonomik özgürlüğün elde edilmesi önemli bir yer<br />

almaktadır. Virginia Woolf Kendine Ait Bir Oda’da<br />

‘kadınların, özellikle de kadın yazarların en mühim<br />

sıkıntılarının hayatlarını sürdürecek paraya sahip<br />

olamamalarıdır’ düşüncesi üzerinde durur. Kendi<br />

ihtiyaçlarını kolayca karşılayabilecekleri kadar<br />

para, kadınların kendilerine güven kazanmalarını<br />

da sağlayacaktır. Kadınlar asıl özledikleri büyük<br />

özgürlüklerine o zaman kavuşmuş olacaklardır.<br />

Ekonomik özgürlüğünü kazanmış olan kadın için<br />

evlilik çıkarlar doğrultusunda, hayatın devamı için<br />

bir sigorta olarak görülmekten çıkarak daha sağlıklı<br />

ve katlanılabilen bir beraberliğe dönüşecektir.<br />

Bu durumda kadınların çalışma hayatını bir tarafından<br />

tutmaları gerekliliği ortaya çıkmaktadır.<br />

Çalışma hayatına katılma, kadınların eğitilmesini<br />

ister istemez zorunlu hâle getirir. Fakat toplumsal<br />

yapının eğitim hakkını tanımadığı kadınların<br />

durumu nedir? Cihan Aktaş ve Fatma Karabıyık<br />

Barbarosoğlu’nun kadınları daha çok eğitimli ama<br />

çeşitli sebeplerle çalışma hakkını kullanamayan,<br />

dolayısıyla ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlardır.<br />

Fakat Adalet Ağaoğlu ve Sevinç Çokum eşin<br />

ölümü ya da boşanmanın arkasından hayatın zorluklarıyla<br />

karşılaşan eğitimsiz kadınların zorluklarıyla<br />

da ilgilenirler.<br />

Adalet Ağaoğlu “Dar Odanın Karanlığı”nda anlattığı<br />

Sultan’ın hikâyesine biraz daha başlangıçtan<br />

bakar. Sultan genç bir kızdır. Ancak babası<br />

yatalak hasta olduğu için çalışmak, ona bakmak<br />

zorundadır. Hasta babanın tek dileği ölmeden<br />

evvel Sultan’ı evlendirmek ve bir erkeğe teslim<br />

etmektir. Sultan itiraz eder: “Yine evlenme lafı.<br />

Ziya’nın bir kusuru olduğundan değil. Ama öyle<br />

işte. …Ziya’nın durumu epeyce iyiceymiş de, borçlarımızı<br />

ödermiş de, babama bakarmış da, babam<br />

ölünce dıpdızlak, bir başıma kalakalmazmışım<br />

da… Şuna bak, bu Ziya bana eş olmayacak da,<br />

Darülaceze olacak. Çok şükür elim ayağım tutuyor.<br />

Benim Darülacezeye ihtiyacım yok.” (Ağaoğlu<br />

<strong>19</strong>96: 16) Nezihe Meriç’in “Varım Diyorum<br />

İnanmalısınız”daki genç kız evlenmeden birlikte<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olduğu adamın evlenme teklifini “Ben hayatımı<br />

kurmalıyım, önce kendime güvenimi pekiştirmeliyim”<br />

diyerek reddeder.<br />

Çalışıyor ve para kazanıyor olmanın kadına<br />

hiçbir kanun tarafından desteklemeden özel bir<br />

güven ve otorite kazandırdığı muhakkak. Asıl<br />

önemli olan da paranın getirdiklerinden çok kazandırdığı<br />

bu özgüven duygusudur. Adalet Ağaoğlu<br />

ve Nezihe Meriç’in kadınlarıyla anlatmak<br />

istedikleri de budur. Sultan “İnsan bir ceket ucuna<br />

bir etek ucuna ağırlık etmeden yaşayabilmeli<br />

ki yaşıyorum diyebilsin” der (Ağaoğlu <strong>19</strong>96: 37).<br />

İdeal evlilik ve aile fikri kadın ve erkeği birbirine eş<br />

olarak görmek ister. Çokum’un Piraye üzerinden<br />

belirttiği gibi yüzyıllardır fiziksel bakımdan eksik<br />

olduğu öne sürülen, sadece cinsel bir obje olarak<br />

görülen, kendisini koruyamayan ve bu sebeple de<br />

korunması gereken kadının toplumun eşit taraflarından<br />

biri hâline gelmesi pek de kolay olamayacaktır.<br />

Ekonomik özgürlük önemli bir kazanım ve<br />

başlangıçlardan biridir ama toplumun kanaatinin<br />

değişmesi üstesinden daha zor gelinecek bir durumdur.<br />

Sevinç Çokum “Yüreklere Uğramak” adlı hikâyesinde<br />

kocasının ölümü üzerine bir kızıyla ortadan<br />

kalan Safiye Hanım’ın direnişini anlatır. Hikâye aslında<br />

Şule’nin hikâyesidir. Çünkü Şule önce aldatılmış,<br />

sonra dul ve çaresiz bir anne olarak kendini<br />

tanımak ve hayat içerisindeki yerini bulmak ister.<br />

Kızı Leyla’nın ve annesi Safiye Hanım’ın evliliklerini<br />

de gözden geçirir. Böylece üç nesil, üç kadın<br />

ve üç evlilik olarak genişleyen hikâyede Şule’nin<br />

çocukluğuna annesinin dikiş makinesinin sesi eşlik<br />

eder:<br />

“Kız makinanın gün gece alıp verdiği soluklarla<br />

yetişmişti. Bir ana ve bir kız… Sokak, onlara adamakıllı<br />

yabancıydı. Safiye Hanım, kocasının ölümünden<br />

sonra, gelecek günleri dikiş makinasının<br />

getirip götürdüğü ipliklerle örmeğe çalışıyordu.<br />

Öyle ki, o yıllarda Şule’nin anne diye tanıdığı şey,<br />

bu dikiş makinasıydı.” (Çokum <strong>19</strong>93b: 147) Nezihe<br />

Meriç de “Dünyada Teknik Arıza”da boşandıktan<br />

sonra çuval dikerek iki çocuğuna bakan Nermin<br />

Hanım’ın hikâyesini anlatır.<br />

224<br />

Sonuç ve değerlendirme…<br />

Türkiye’de <strong>19</strong>70 sonrasında kadın hakları konusunda<br />

önemli kazanımların olması <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası<br />

edebiyatında kadın yazar olgusunun yoğun bir<br />

gündem kazanmasına yol açmıştır. Kadın yazarlar<br />

için kadını anlatmak, bizzat kendilerinin içinden<br />

bakılan tecrübî bir süreci yansıtır. Bu yaklaşım kadınların<br />

kadınları anlatmasının farklı olabileceğini<br />

düşündürmüştür. Bu bağlamda kadın yazarların<br />

eserleri kadını anlatmak konusunda son derece<br />

zengin bir hayat tecrübesinin sonuçları olarak görülebilir.<br />

Kadın için sorun teşkil eden her şey kadın<br />

yazar için de sorundur. Ancak kadının toplumun<br />

yarısını oluşturan bir cins olduğu düşüncesi kadın<br />

için sorun olanın toplum için de sorun olabileceği<br />

noktasına götürür. Bu durumda kadının ve kadın<br />

yazarların taşıdığı kaygılar toplumsal bir kaygının<br />

da ifadesi olmalıdır. Kadın yazarlar kadınlar adına<br />

bu kaygıyı ifade etme çabasını gösterirler. Bu<br />

çabayla da kadın hakları ve kadının sosyalleşmesi<br />

yolunun öncüsü hâline gelirler. Eserlerinde ortaya<br />

koydukları sorunlar, bu sorunlar için buldukları<br />

çözüm önerileri, yarattıkları kadınlar kendi yaklaşımları<br />

içinden topluma sundukları tekliflerdir<br />

Kadın hikâyeciler modern hayatın içerisinde<br />

kadın olma sorumluluklarıyla birlikte var olma<br />

savaşı veren kadınlarla toplumsal zihniyetin kadın<br />

algısının oluşturduğu baskının altında ezilen<br />

ve yıpranan kadınların hikâyeleriyle çokça ilgilenmişlerdir.<br />

Bu hikâyelerde her halükârda ezilen<br />

kadınlara karşılık bütün değişmelere rağmen ataerkil<br />

düzenin değişmeden devamını benimseyen<br />

duyarsız erkekler eleştirilmişlerdir.<br />

Ev işleri ve çocuk bağını kadınların biyolojik sorumluluğu<br />

gibi görmenin, sadece erkekler değil<br />

kadınlar tarafından da üzerinde düşünmeden kabullenilen<br />

bir durum olduğu anlaşılmaktadır. Modern<br />

hayat, geleneksel evlilik anlayışını ele alınarak<br />

gözden geçirilmesini ve cinsiyetin doğumdan<br />

itibaren beraberinde getirdiği birtakım kabullerin<br />

değişmesini zorlamaktadır. Bu, kadınlık ve erkeklik<br />

rollerinin yeniden gözden geçirilmesi demektir.<br />

Ancak modern kadın ve evlilik anlayışıyla birlikte<br />

cinsel kimliklerin yeni sorumluluk alanlarının erkekler<br />

hata kadınlar tarafından kabullenilememesi<br />

kadını modern hayatın yüküyle birlikte evliliğin


yükünü de yalnız başına taşımaya mahkûm etmiştir.<br />

Modernleşme kadının yükünü artırmış ve onun<br />

giderek hayallerinden, ideallerinden ödünler vermesini,<br />

uzaklaşmasını getirmiştir. Ortak yaşamın<br />

paylaşılacak sorumluluklarının kadın tarafından<br />

tek başına yüklenilerek taşınması kazanılmak istenilen<br />

özgürlüklerin başka mahkûmiyetler getirmesine<br />

yol açmıştır. Böylece özel hayatında<br />

yaşayamadığı anlarla sosyal hayatında var olma<br />

mücadelesinin arasında kalan kadın, birçok bakımdan<br />

bölünmüştür. Kadın yazarlar hikâyelerinde<br />

özellikle bu bölünmüş kadını anlatılar. Yoğunlukla<br />

üzerinde durdukları en önemli tipleme de bu<br />

‘yeni kadın’dır. Çalışan, eğitimli ve sosyal hayatın<br />

içinde bir rolü üstlenmiş bu kadınların çevresine<br />

yerleştirilen sorun, toplumsal cinsiyet yüklediği<br />

kimliğin aşılamamasıdır. Yazarların burada vurgulamaya<br />

çalıştıkları çözüm önerisi, bu sorunun<br />

sadece toplumsal zorlama sonucunda ortaya çıkmadığı,<br />

bizzat kadının kendi duygusal bağlarından<br />

kaynaklandığı düşüncesidir. Toplumla birlikte belki<br />

de ondan önce kadın birey olarak kendi içindeki<br />

değişimi gerçekleştirmelidir.<br />

İkinci kadın grubu asıl ataerkil zihniyetin parçası<br />

olmaktan kurtulamamış, bu tür iradesi de olamayan<br />

gelenekçi kadınlardan oluşmaktadır. Ev hayatının<br />

emeği fark edilmeyen bu kadınları ezilen<br />

tabakayı oluştururlar. Erkeğin ve çocuğun sosyal<br />

hayatını başarıyla sürdürmesi için bütün sorumlulukları<br />

üzerine alan bu kadınlar zaman zaman<br />

duygusal patlamalar yaşarlar. Bu tür zamanlarda<br />

çocukluklarına sığınan bu kadınların aslında<br />

hayatlarını yeniden kurgulama konusunda herhangi<br />

bir tercihi de dile getiremedikleri görülür.<br />

Bu, hikâyelerin sanat değeri açısından önemlidir.<br />

Artık çok gecikmiş olan ‘kadını yeniden inşa’ konusundaki<br />

mesajlar dolaylı yoldan verilmektedir.<br />

Yazarların hem modern kadınlarla hem de geleneksel<br />

kadınlarla anlatmak istedikleri en önemli<br />

şey, kadınların hem zihinsel hem de ekonomik bağımsızlıklarını<br />

kazanmaları düşüncesidir. Zihinsel<br />

bağımsızlık kadının birey olarak kendi üzerinde<br />

düşünmesini ve kendini fark etmesini getirecek<br />

asıl değişme bundan sonra meydana gelecektir.<br />

Zihinsel özgürlüğün yolu kadının kendi varlığını<br />

fark etmesinden ve birey olarak toplumda var<br />

olma kaygısı taşımasından geçmektedir. Hikâ-<br />

225<br />

yelerden yola çıkarak ekonomik özgürlüğün şart<br />

olmasına rağmen yeterli olmadığı düşüncesine<br />

de varılmaktadır. Toplumsal yargıların her iki cinsin<br />

katkılarıyla değiştirilmesi gerekmektedir. Bu<br />

bağlamda kadın yazarların kadının üstünlüğüne<br />

dayanan ya da erkeksiz ve çocuksuz bir hayatı telkin<br />

etme çabasında olmadıkları da belirtilmelidir.<br />

Çeşitli sebeplerle oluşan dulluk kabul edilmekte<br />

ancak boşanma da kadına özgürlüğünü sağlama<br />

yolunda önerilen bir durum olarak gösterilmemektedir.<br />

Evlilikse kadın için bir beraberliktir, hayatı<br />

devam ettirmek için zorunlu olarak katlanılan<br />

bir süreç değildir. Böyle bir evlilik anlayışı da kadın<br />

adına özgürlüğün parçalarından biridir.<br />

KAYNAKÇA<br />

Adam Öykü, S.21, Mart-Nisan <strong>19</strong>99. (Dosya: Günümüz Kadın Yazarları)<br />

Ağaoğlu, Adalet (<strong>19</strong>96): Hadi Gidelim, YKY., İstanbul.<br />

Aktaş, Cihan (<strong>19</strong>92) : Üç İhtilal Çocuğu, Nehir Yay., (4.b), İstanbul.<br />

Aktaş, Cihan (<strong>19</strong>95) : Son Büyülü Günler, Nehir Yay., İstanbul.<br />

Aktaş, Cihan (<strong>19</strong>96): Acı Çekmiş Yüzünde, Nehir Yay., İstanbul.<br />

Aktaş, Cihan (<strong>20</strong>05) : Ağzı Var Dili Yok Şehrazat, Kapı Yay., (2.b.)<br />

İstanbul.<br />

Argunşah, Hülya (<strong>20</strong>00): “Kadın Duyarlığı Açısından Sevinç<br />

Çokum’un Hikâyeleri”, Kadın/Woman <strong>20</strong>00, c.1, S. 1, Haziran<br />

<strong>20</strong>00, s. 117-136.<br />

Argunşah, Hülya (<strong>20</strong>04): “Yirminci Yüzyılın Başlarında Uluslaşma<br />

Sürecinde Ulusalcı Yazarların Kadınla İlgili Görüşleri”, Kadın Çalışmalarında<br />

Disiplinlerarası Buluşma Sempozyum Bildirileri, c.1,<br />

s. 223-233.<br />

Atasü, Erendiz (<strong>19</strong>93): Uçu, Can Yay., İstanbul.<br />

Atasü, Erendiz (<strong>19</strong>97): Kadınlar da Vardır, (3. b.), Bilgi Yay., İstanbul.<br />

Atasü, Erendiz (<strong>19</strong>98): Dullara Yas Yakışır, (3b.), Bilgi Yay., İstanbul.<br />

Atasü, Erendiz (<strong>20</strong>01): Kadınlığım, Yazarlığım, Yurdum, Bilgi Yay.,<br />

İstanbul.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>87): Onlardan Kalan, Ötüken Yay., İstanbul.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>93): Bir Eski Sokak Sesi, Ötüken Yay., İstanbul.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>93b): Evlerinin Önü, Ötüken Yay., İstanbul.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>19</strong>93c): Rozayla Ana, Ötüken Yay., İstanbul.<br />

Çokum, Sevinç (<strong>20</strong>01): Gece Kuşu Uzun Öter, Ötüken Yay., İstanbul.<br />

Hece Öykü, S. 8, Nisan- Mayıs <strong>20</strong>05. (Dosya: “Kadın Öykücüler”)<br />

Hece Öykü, S.9, Haziran Temmuz <strong>20</strong>05. (Dosya: “<strong>80</strong> Sonrası Türk<br />

Öykücülüğü”)<br />

Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>19</strong>96): Acı Deniz, İz Yay., İstanbul.<br />

Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>20</strong>00): Gün Akşamsızdır, İz Yay.,<br />

İstanbul.<br />

Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>20</strong>05): İki Kişilik Rüyalar, İz Yay.,<br />

İstanbul.<br />

Karabıyık Barbarosoğlu, Fatma (<strong>20</strong>06): Senin Hikâyen, (4.b), İz<br />

Yay., İstanbul.<br />

Meriç, Nezihe (<strong>19</strong>96): Toplu Öyküleri II (Dumanaltı – Bir Kara Derin<br />

Kuyu), YKY., İstanbul.<br />

Meriç, Nezihe (<strong>19</strong>98): Yandırma, YKY., İstanbul.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYESİNDE GROTESK<br />

Özet: Grotesk, yakın kavramlar olan fantastik<br />

ve gotik gibi, az çok ürpertici, ürkütücü, itici<br />

ve yadırgatıcı fakat bu taraflarıyla bazen cazip<br />

bazen de gülünç tip ve ortamların sanatıdır.<br />

Grotesk; ironi, zıtlıklar ve onların uyumuyla da<br />

çok yakındır. Bu sanat üslûbu, insanda ilâhîlikle<br />

hayvanîliğin, asillikle aşağılığın ve güçle aczin bir<br />

arada olduğunu savunur. Grotesk bir eserde korkunç<br />

ama komik, tuhaf ama çekici atmosfer ve<br />

karakterler görmek mümkündür.<br />

Makalede, Türk edebiyatı ve edebiyat terminolojisinde<br />

henüz tam bir yere oturamamış olan bu<br />

kavram söz konusu edilecek ve Türk hikâyesinin<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasındaki örneklerinde grotesk yapı,<br />

kurgu ve tipler irdelenmeye çalışılacaktır.<br />

Anahtar kelimeler: <strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi,<br />

grotesk.<br />

226<br />

Arş. Gör. Mehmet SAMSAKÇI<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

Grotesque in the Turkish<br />

Narration After <strong>19</strong><strong>80</strong><br />

Abstract: Grotesque, like the similar concepts<br />

such as “fantastic and gothic”, is an art of characters<br />

and atmospheres that are a bit scary, non-<br />

charming, odd but by those points, sometimes<br />

attractive and comic. Grotesque is also close to<br />

irony, contrariety and their harmony. This art<br />

style considers that “the human being has both<br />

“divine” and carnal self”, “nobility” and “inferiority”<br />

and also “power and weakness”. In a grotesque<br />

work, it’s possible to see scary but also<br />

comic, strange but also attractive atmospheres<br />

and characters.<br />

This paper focuses on this concept which<br />

hasn’t been determined precisely yet in the Turkish<br />

literature and literary terminology. Then the<br />

grotesque structure, fictions and types of the<br />

examples of Turkish narrations after <strong>19</strong><strong>80</strong> are<br />

discussed.<br />

Keywords: Turkish Narration After <strong>19</strong><strong>80</strong>, grotesque.


“Grotesk, aslında İtalyanca’da (Groften’daki)<br />

bir duvar resminden gelir ve Grotten resimleri<br />

tarzında demektir ki, bitkisel ve hayvansal öğelerden<br />

oluşu çağrıştırır; giderek dünyaya yabancılaştıran<br />

ve onu eğlenceli hayalî bir alana götüren,<br />

içinde esrarengiz, tekin olmayan güçlerin<br />

egemenliğinin yansıdığı, aslında bir araya gelemez<br />

gibi görünen şeylerin, meselâ trajikle komiğin,<br />

adilikle yüceliğin bir oyun havasında birleştirildiği<br />

biçimsizliliğin biçimi, tabiata aykırılığın<br />

tabiîliği anlamına gelir.” 1<br />

Bir başka kaynağa göre ise grotesk, XV. yüzyılın<br />

sonunda Roma’da yapılan kazılarda yeraltında<br />

bulunan bazı oda veya mağaralardaki acayip<br />

resimlere benzerliği dolayısıyla, bugün grotesk<br />

denilen resimlere sıfat olmuştur. Nitekim kelime<br />

İtalyanca “mağara”nın karşılığı olan “grotta”dan<br />

gelir. Edebiyatta ise kelime, klâsik dönemin<br />

başlangıcından itibaren gülünç görünüşlü kimseler<br />

ve telaffuzlarının gülünçlüğüyle dikkati<br />

çeken kelimeler için kullanılmaya başlandı fakat<br />

daha sonra “gülünç ve çirkinlik”in beraberce<br />

kullanıldığı durumlarda kullanılır oldu ve bunlar<br />

groteski ayırt ettiren asıl unsurlar hâline geldi.<br />

Hugo, Cromvell’in ön sözünde, insanda kalmış<br />

olan hayvansılığın sembolü olan grotesk yanın,<br />

insanoğlunun Tanrısal yanı olan yüceliğin karşıtı<br />

olduğunu, dolayısıyla da sanat eserinin, tabiata<br />

uyarak groteskle yüceyi bir arada bulundurması<br />

gerektiğini öne sürdü.<br />

Bilge Seyidoğlu, grotesk mimarideki süslemelerde<br />

de “çirkin ve şeytani” yüzlerin çeşitli<br />

kompozisyonlarda yer aldığını belirtmekte; aynı<br />

tabirin edebî eserlerde yer alışını da 18. asır<br />

sonrasına, neo-klâsik akıma dayandırmaktadır ki<br />

grotesk bir anlamda “gülünç, acayip, biçimsiz ve<br />

tuhaf” olanı göstermektedir. 4<br />

Şu hâlde groteski, gülünç ama aynı zamanda<br />

çirkin, aynı zamanda tuhaf, acayip tipler,<br />

varlıklar, ortamlar için kullanmak doğru olacaktır<br />

http://www.insanbilimleri.com/gurup/mod/glossary/view.<br />

php?id= 5&mode=letter&hook=G&sortkey=&sortorder=asc<br />

2 “grotesk”, md., Meydan Larousse, C.7, s. 352.<br />

3 a.y., s. 352.<br />

4 Bilge Seyidoğlu, “Türk Masallarında Grotesk”, Milli Kültür,<br />

nr. 43, Aralık 983, s. 54.<br />

227<br />

fakat bu kelime-kavramın daha geniş açılımları<br />

olduğunu söylemek mümkündür. Tüm bunlarla<br />

beraber Türk ve dünya edebiyatında grotesk,<br />

yerleşik inanç ve kabullere, töre ve geleneklere;<br />

en geniş anlamıyla konformizme karşı duran, yazarın<br />

sözlerini emanet alan veya onun sözcüsü<br />

olan kahramanın yanında bir karşı cephe oluşturan,<br />

kötü, tuhaf, okuyucunun, kendisiyle hiçbir<br />

sıcak bağ kurmasına izin vermeyen, yadırgatıcı<br />

ve aykırı kahramanlar için kullanılmaktadır. Kelimenin<br />

oynaklığına, belirsizliğine, tam ve net bir<br />

anlam ifade etmeyişine Nuran Gürbilek’ten bir<br />

örnek vermenin yerinde olacağını düşünüyoruz.<br />

Türk romanının realizme açılan en geniş kapılarından<br />

birisi olan Araba Sevdası için yazar bir<br />

yazısında şunları söyler:<br />

“Türk romanında gerçekçiliğin - romantizme<br />

mesafe almış gerçekçi bir romaneskin - grotesk<br />

bir jestle ya da Tanpınar’ın deyişiyle, baştan aşağıya<br />

“şaka”dan oluşmuş bir romanla başladığı<br />

söylenir.” 5<br />

Yazarın bu kelimeyi Araba Sevdası’nın hangi<br />

yönü dolayısıyla kullandığını tespit etmek gerçekten<br />

güçtür zira - görebildiğimiz kadarıyla - roman<br />

için daha evvel söylenenlerin hiçbirinde bu<br />

sıfat kullanılmamıştır yine hiçbir grotesk tanımı<br />

da bu esprili, hiciv yüklü, yalan ve şaka dolu romana<br />

şimdilik uymamaktadır.<br />

İçinde komik, çirkin, acayip, kötü, itici kahramanlar<br />

bulunan her eserin grotesk olduğunu<br />

söylemek bir zorlama olacaktır. Zira bir esere<br />

grotesk diyebilmek için eserin tamamında değilse<br />

bile büyük bölümünde grotesk özelliklere, motiflere<br />

rastlamak gerekmektedir. Grotesk eser,<br />

içinde tekinsiz, az çok karanlık, ironik, gülünç, komik,<br />

kötü, şeytanî, itici, yadırgatıcı unsurları bulandıran<br />

eserdir ve yazarın bu havayı yakalayabilmek<br />

ve tasvir etmek için de bir parça grotesk<br />

bir dil ve üslûp kullanması gerekmektedir. Zira<br />

konu ve kavramlarını çok aydınlık, çok net, çok<br />

tekdüze anlatan, herkese çok munis gelen, problemsiz,<br />

okuyucuda herhangi bir yabancılaşma,<br />

yadırgama hissi uyandırmayan bir dille grotesk<br />

bir iklim yakalamak mümkün değildir.<br />

5 “Kötü Çocuk Türk II”, Kötü Çocuk Türk, Metis Yay., İstanbul<br />

<strong>20</strong>04, s. 02.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Gotik ve fantastik gibi grotesk de, insanın birey<br />

veya bir toplumsal varlık olarak devam ettirdiği<br />

hayatının bir parçasıdır. İnsan ruhunda birçok zıtlıkların<br />

olduğu, olumlu ve olumsuz birçok duygunun,<br />

yönlendirici iç seslerin bulunduğu bilinen bir<br />

gerçektir. Hugo, insanda yücelik ve hayvanîliğin<br />

beraberce bulunduğunu söylerken bu hislere işaret<br />

etmiş olmalıdır.<br />

Grotesk kavramı bir anlamda ironiye de yakındır.<br />

Yukarıdaki tanımlarda görüldüğü üzere<br />

grotesk, trajikle komiğin, adilikle yüceliğin, yadırgatıcılıkla<br />

sevecenliğin, çirkinlikle güzelliğin<br />

buluştuğu noktalardan birisidir ki bazen de ironik<br />

bir tarzda gerçekte yüce ve asil olanı bazen küçük,<br />

değersiz, anlamsız ve ezik gösterebilir. Bu,<br />

gündelik hayatımızın, bireysel yaşantının içindeki<br />

zıtlıkların işlenme, irdelenme biçimlerinden birisidir.<br />

Grotesk, “korkunç-kötü ama çekici” şeklindeki<br />

ifadenin belki de “korkunç-kötü tam da<br />

yüzden çekici” ye dönüşmesidir ve bu anlamda<br />

insanın çokça karşısına çıkan durum, olay ve kişiliklerdir,<br />

onların ifadesidir.<br />

Groteskte (özellikle resimde) ironi ve çağdaş<br />

sanatın birçok örneğinde olduğu gibi şekillerin,<br />

biçimlerin ters-yüz edilmesi, zıtlıklardan ve zıtlıkların<br />

oluşturduğu bir çeşit ahenkten yararlanma<br />

söz konusudur. Grotesk sanatın bir amacı<br />

da (ki bu özelliğiyle Dadaizm’e yaklaşır) “şekillerin”<br />

dayatmacılığına, insanın formlara esir<br />

olmasına, özellikle modern dünyada düşünüş<br />

biçiminin bile daha evvelden ve başkaları tarafından<br />

oluşturulmuş formlar dâhiline sokulmak<br />

istenmesine bir tepki, bir başkaldırıdır. Şekillerin<br />

bilindik özelliklerini kırma, insanı ve hayatı<br />

artık bir bütün, bir bütünün ona bağlı bir parçası<br />

olarak almama elbette sadece grotesk sanata<br />

özgü değildir. Resimde ve edebiyat eserlerinde<br />

yerleşik şekilleri, yapıları reddeden, onları sıra<br />

dışı bir biçimde yeniden kurgulayan çeşitli sanat<br />

akımları olagelmiştir. Grotesk, biçim kırılması<br />

veya şekil deformasyonunu, karşıtlıkların birbirini<br />

çekmesi veya bu karşıtlıkların oluşturduğu<br />

gizli uyumla birleştirmiştir. Ama bunun yanında<br />

groteskin, yer yer fantastiğe ve hatta gotiğe<br />

yaklaşan tarafları söz konusudur zira grotesk<br />

diye tarif edilen eserlerin birçoğunda güvensiz,<br />

yarı karanlık, ürpertici, itici ve yadırgatıcı vasıf-<br />

228<br />

lar vardır.<br />

Yukarıda sözü edilen ve “efradını câmi, ağyârını<br />

mâni”, yerleşik, üzerinde ittifak edilen bir<br />

tanımı olmayan, geniş açılımlı grotesk sanatın<br />

bir tarafını Batı Aydınlanmasına, modernizme,<br />

modern bilime ve onun dayatmacılığına, insan<br />

hayatını kısırlaştıran, heyecansızlaştıran kuru<br />

gerçekliğine götürmek mümkündür. Bu sanat<br />

üslûbu, determinist, realist, rasyonalist ve pozitivist<br />

akımlara ve onların her şeyi akıl ve mantıkla<br />

açıklayan yapılarına bir tepkidir. Nitekim bir<br />

tanıma göre gotik, “akıl çağına karşı romantik<br />

ve estetik bir başkaldırı”dır. 6 Gotik ve fantastik<br />

nasıl bu akımların dayatmalarına karşı, insanın<br />

masala, olağanüstü ve esrarlı olana, bilinmeyene<br />

olan ihtiyacının ürünüyse, grotesk de asırlar<br />

ötesinden gelen geleneklerin veya modernizmin<br />

her şeyi tek sebeple açıklayan, insanı belirli<br />

formlara sokmak isteyen, onu kurgulayan,<br />

komuta eden hamlelerine karşı bir alternatif<br />

yoldur. Fakat bu yol, tuhaflıklar, yadırgatıcılıklar,<br />

kötülükler ve bazen de anlamsızlıklar aracılığıyla<br />

oluşturulmuş bir alternatif ahlâk, model bir<br />

hayat biçimi değildir. Zaten grotesk, cazibesini<br />

tuhaflığından, uzaklığından; benimsenebilir ve<br />

uygulanabilir olmayışından almaktadır.<br />

Yakın kavramlar olan fantastik ve gotik gibi<br />

grotesk teriminin Türk edebiyatındaki kullanımı<br />

çok eskilere gitmez. Fakat bu, grotesk durum ve<br />

tiplerin edebiyatımızda hiç olmadığı anlamına<br />

gelmemelidir. Masal ve halk hikâyelerinde bu<br />

kelimenin anlam ve çağrışım dairesine dâhil<br />

edilebilecek çok sayıda kahraman vardır. Yine<br />

Türk roman ve hikâyesine ait çalışmalarda da<br />

groteskin bir tema olarak algılandığı pek görülmemekte<br />

ise de yukarıda vurgulandığı gibi, bu<br />

Türk roman ve hikâyesinde grotesk tipler hiç<br />

yok demek değildir. Edebiyatımızda groteskin<br />

gelişimi söz konusu edildiğinde meselenin bir<br />

ucunu bizde realist ve natüralist akımlar etrafında<br />

oluşan tartışmalara götürmek kolaylıkla<br />

mümkündür zira Türk edebiyatında itici, kötü,<br />

hatta iğrenç, ahlâksız kahraman ve mekânların<br />

6 Çiğdem Pala Mull, “Wıeland: Amerikan Tarzı Gotik<br />

Roman”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı Yazında ve Çeviride<br />

Fantastik, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı (Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat<br />

Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul <strong>20</strong>06, s.<br />

63.


tasvir ve teşhiri, söz konusu kalem kavgaları esnasında<br />

tartışılmaya başlanmıştır. Beşir Fuad’ın<br />

Victor Hugo isimli eserinin neşrinden ve yazarın<br />

bu eserde romantik edebiyata saldırılarından<br />

sonra alevlenen ve kısa zamanda yerleşik<br />

tabirle bir “hayâliyyun-hakikiyyun” tartışmasına<br />

dönüşen bu hadise, geçerli ahlâk yasalarının<br />

dışında yaşayan, içki, sefahat ve kumar gibi<br />

iptilâları olan kahramanların dönemin lügatiyle<br />

söylersek “erazil-i beşeriye”nin, ibret dersi<br />

vermek için edebî eserde yer alıp alamayacağı<br />

veya tasvir edilip edilemeyeceği problemlerini<br />

Türk basın ve edebiyat kamuoyuna sunmuştur. 7<br />

Bu tartışmalardan sonradır ki birçok romancımız<br />

natüralizmi tecrübe etmiştir. Ahmet Midhat<br />

Müşâhedât’ı, Nâbizâde Nâzım Karabibik ve<br />

Zehra’yı kaleme alır ve bu eserlerinin önsözlerinde<br />

Emile Zola, Alphonse Daudet gibi natüralistlerin<br />

eserleri üzerinden kötü, yadırgatıcı, ahlâksız<br />

tip ve mekânların gerçekliği tam vermek<br />

adına eserlerde yer alması gerektiği üzerinde<br />

söz söylenir. Fakat hemen belirtilmelidir ki bu<br />

dönem tartışmalarında kötülüğü, korkunçluğu,<br />

ahlâksızlığı, kuraldışı ve anormal yaşamayı kendi<br />

başına psikolojik veya sosyolojik bir mesele<br />

olarak algılama söz konusu değildir. Yazarların<br />

bu mesele üzerindeki fikirlerinin çoğu, ahlâksızlığın<br />

tasvir ve akıbeti dolayısıyla “tehzib-i ahlâk”<br />

ve ibret dersi verme eksenindedir. Oysa gerçek<br />

bir grotesk eser, kötülüğü, tekinsizliği, sıra dışılığı<br />

kendi başına bir sorun, hatta değer olarak<br />

algılar ve bunu giderilmesi, onarılması gereken<br />

bir şey olarak düşünmez.<br />

Türk edebiyatında natüralist esere verilebilecek<br />

en iyi ve ilginç örneklerden birisi olan ve<br />

<strong>19</strong>26’da Salâhaddin Enis tarafından kaleme alınan<br />

Bataklık Çiçeği, 8 özellikle ilk hikâyelerinde<br />

suçun ve suç işlemenin sosyolojik sebeplerine<br />

inebilmiş, itici ve yadırgatıcı kahramanların kötülüklerini<br />

onların tabiî ve zorunlu yapıları hâlinde<br />

işlemeyi başarmış, (meselâ Şaheser isimli<br />

hikâyesinde) kötülüğü bir var oluş problemi<br />

olarak tartışabilmiş, hatta burada bulunan bazı<br />

7 Ayrıntılı bilgi için bkz. Türk Dünyası Ortak Edebiyatı Türk<br />

Dünyası Edebiyatı Tarihi, C. 7, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı,<br />

Ankara <strong>20</strong>06, s. 343 vd.<br />

8 Eserin yeni harflerle neşrini M. Kayahan Özgül yapmıştır.<br />

Arma Yay., İstanbul <strong>20</strong>00, 68 s.<br />

229<br />

eserleri yüzünden mahkemelik olmuştur. Nitekim<br />

eserin arka kapağında “edebiyatımızın en<br />

inançlı natüralisti” olarak tanımlanan yazarın,<br />

eserinde “insan ruhunun çirkin taraflarını görmezden<br />

gelmeyen, iğrenç ve korkunç olanın da<br />

estetik değer taşıyabileceğini düşünen bir anlayışın<br />

ürünü hikâyelerini” topladığı belirtilmektedir.<br />

Eserde yer alan bu ögeler grotesk tanımlamasına<br />

neredeyse tamamen uymaktadır.<br />

Bu bildiride sempozyumun amaç ve başlığına<br />

uyularak <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde grotesk<br />

yapı ve ögeler üzerinde yoğunlaşılacaktır fakat<br />

bundan evvel, <strong>19</strong>41’de tefrika edilmiş, <strong>19</strong>43’te<br />

kitaplaşmış ama ikinci baskısını ancak <strong>19</strong>73’te<br />

yapmış bir hikâyeye ve daha önce “grotesk”<br />

olduğunu düşündüğümüz taraflarına pek değinilmemiş<br />

bir roman kahramanına, Huzur’un<br />

Suat’ına dikkat çekmek istiyoruz. 9<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları, diğer eserlerinin<br />

aksine Tanpınar’ın fert psikolojisine, kişinin<br />

eşya ve diğer insanlarla olan ilişkilerine toplumsal<br />

gelişmeleri, tarihi ve sanatı en az derecede<br />

kullanarak eğildiği bir eseridir. Çünkü bu hikâyede<br />

insan gerçeğini sadece kendi ölçüleri, problemleri,<br />

çıkmaz ve ıstıraplarıyla verme gayesi<br />

güdüldüğü çok açıktır. Hikâyenin asıl damarlarından<br />

birisi, kişinin diğer insanlar ve toplumla<br />

ilişkisi olsa da; künhüne varılmaya, sorgulanmaya<br />

çalışılan şey insan ve insanın birçok tarafıyla<br />

grotesk yapısıdır.<br />

Abdullah Efendi, kendi kendisine yaptığı zalim<br />

oyunları, kendi şahsiyetine muhalif hayatı, “hayatın<br />

bütünlüğü ve basitliğini kaybedişi”, “öbür<br />

insanlar gibi olma” istekleri, “tesadüf ettiği rakamlar<br />

üzerinde ameliyeler yaparak hükümler<br />

çıkar(ması), (bunlardan) kendi kendisine saadetler<br />

vaat etmesi ve felâketler düşünmesi” yani<br />

bir çeşit rakam hastalığı ve olağanüstüne olan<br />

gayriihtiyarî meyilleriyle gerçekten grotesk bir<br />

9 Nurdan Gürbilek, “grotesk” kelimesini kullanmaksızın Suat’a<br />

“kötü” tarafları sebebiyle bir kitabında eğilmiştir. Burada Gürbilek<br />

Suad’ı “Ruhtansa maddeyi, varlıktansa yokluğu, ölçülülüktense<br />

tekinsiz zevkleri savunup herkesin huzurunu kaçıran, aşkın her<br />

şeyi aydınlatan ışığını karartan, kültüre ve saadete inananlara<br />

ölümün iğrenç bir çürüme olduğunu hatırlatan karanlık bir ruh”<br />

olarak tanımlamasına rağmen Suad’ın kötülüğünün çok da orijinal<br />

olmadığını, bunun da kültürün kötülük algılamasından kaynaklandığını<br />

belirtir. “Kötü Çocuk Türk I”, Kötü Çocuk Türk, Metis<br />

Yay., İstanbul <strong>20</strong>04, s. 66 vd.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

tiptir. Bir örnek olmak üzere:<br />

“Kendisine bir nevi hafiflik gelmiş, denilebilir<br />

ki dört tarafını böyle vaziyetlerde bir demir kuşak<br />

gibi çeviren ve ona nefes aldırmayan boğucu,<br />

dar havalı şahsiyetinden kurtulmuştu.” 10<br />

Hikâyenin Abdullah Efendi tasvirlerinden belki<br />

de en güzeli şudur:<br />

“Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna<br />

kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, 11∗<br />

nefislerini bir an bile unutmayan, etrafındaki<br />

havaya kendilerini en fazla kaptırdıkları anda<br />

bile, içlerinde tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri<br />

merakla takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde<br />

gizli, mütecessis, gayrimemnun ve zalim<br />

ikinci bir şahsın mevcudiyetini, onun zehirli<br />

tebessümünü, inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu<br />

ve her an için ruhu insafsız bir muhasebeye<br />

davet edişini duyan insanlardan biriydi. Ah<br />

bu ikinci Abdullah Efendi… Hayır, o kiracı değil,<br />

evin asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı.” 12<br />

İnsan doğasındaki zıt kuvvetlerin kavgası, bu<br />

mücadele ve ikinci şahsiyetin baskıcı murakabesi<br />

yüzünden gerçek bir şahsiyet edinememe,<br />

toplumdan ve onun kurallarından, ölçülerinden,<br />

takdirinden ve nihayet kınamasından etkilenmiyor<br />

hâle gelme, grotesk edebiyatın ana konularındandır.<br />

Böyle bir tip artık, çok defa sosyal<br />

değil, anti-sosyal değil asosyal bir yapıya bürünür.<br />

Ne insanların arasına karışabilir, ne de onlara<br />

karşı, düşman veya zıttır. O artık toplumla<br />

gerçek bir ilişkisi kalmamış, ondan iyi veya kötü<br />

yönde etkilenmeyen birisidir. Pasif kahramandır.<br />

Abdullah Efendi’de görülen de az çok budur.<br />

Dört arkadaşıyla birlikte bir lokantada yemek<br />

yiyen Abdullah Efendi’nin macerası karşı<br />

masalardan birisinde oturan bir kadının vücuduna<br />

dikkati ve şahit olduğu olayın etkisiyle<br />

kendisinden geçmesiyle başlatılmaktadır. Fakat<br />

okuyucuyu bunun da geri plânına götüren<br />

yazar, Abdullah’ın sevdiği bir kadının bir gece<br />

Abdullah’ın odasına bir yıldız yağmuru altında,<br />

0 Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Öyküleri, (Haz: Abdullah<br />

Uçman), Yapı Kredi Yay., İstanbul <strong>20</strong>04, s. 2 .<br />

Bu tabir, “kendi çeperini kıramayan, kendisine ve kendi<br />

sınırlarına mahkûm, ufku kendi kelime ve hayalleri kadar olan”<br />

anlamına geliyor olmalıdır.<br />

2 a.g.e., s., 22.<br />

230<br />

“yıldızlara basarak, tutunarak, onların ışığıyla<br />

odasına girişi”ni hatırlatır. Kahramanın normal<br />

yaşamın bağlarından kopuşunun ilk hamlesidir<br />

bu. Lokantada görülen manzara da az çok bu<br />

psikolojiye bağlıdır ki olayın aslı karşı masada<br />

oturan kadının ayaklarının, kendi vücudundan<br />

bağımsız bir şekilde konuşması, isyan etmesi,<br />

başlıbaşına bir şahsiyet oluşu ve lokantanın bir<br />

diğer müşterisinin dik bıyıklarıyla konuşmasıdır.<br />

Eşya, kahraman için bütün normalliğini<br />

kaybetmiş, cansız varlıklar, kahramanın gözü<br />

önünde canlanmışlardır. Burada yaşanılan dehşet,<br />

Abdullah Efendi için hayatın hiçbir sırrının<br />

artık kalmaması, en kapalı, en örtülü ve perdeli<br />

hakikatlerin bile kendisi için çırçıplak kalması;<br />

olağanüstü kuvvetlere sahip hâle geliş ve normalliği<br />

kaybediştir. Bundan sonra da bu garip<br />

müşahedeler devam eder. “Belki yanılıyorum,<br />

yanlış gördüm” ümidiyle başka bir masaya bakan<br />

Abdullah, bu sefer de karsındaki kadının<br />

elini öpmek üzere eğilen adamın, tam öpeceği<br />

sırada kadının birden elbiselerinin içinden buharlaşmasına,<br />

vücudunun yerinde “sarı muşamba<br />

renginde bir boşluk” kalmasına şahit olur ve<br />

“korkunç, korkunç!” diye haykırır. Ve anlatıcıya<br />

göre işin en garip tarafı Abdullah’ın bu duruma<br />

yavaş yavaş alışmasıdır. Burada tam anlamlarıyla<br />

bir defamiliarizasyon (tanıdık olanın, günlük<br />

yaşama ait olanın çarpıtılması, parçalanıp bozulması,<br />

yabancı kılınması ve bu yolla aşırı, abartılı<br />

görünüm vermesi 13 ) ve refamiliarizasyon (yeniden<br />

tanıma, kabul etme, gerçekliğine inanma) söz<br />

konusudur.<br />

Yukarıda bahsedilen zıt kuvvetler ya da ikinci<br />

ben, kahramanda o kadar büyür ve gelişir ki Abdullah<br />

Efendi, lokantadan çıkarken “kendisine<br />

benzeyen bir gölgenin sandalyesinde uyuduğunu<br />

görür”. Bu uyuyan asıl benliğidir, gerçek Abdullah<br />

Efendi’dir, arkadaşlarıyla Beyoğlu’na giden<br />

Abdullah ise, eşyanın, insanın ve tüm hayatın<br />

esrarına vâkıf, her şeyin hakikatini görebilen,<br />

her türlü olağanüstülüğe açık ikinci Abdullah’tır.<br />

Lokantada kalan asıl Abdullah, “asıl hakikat ve<br />

büyük varlık” bir yangında kül olacaktır.<br />

3 Serpil Tuncer, “Fantastik ve Feminen-Gotik Bir Öykü: Düş<br />

Ağı”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı (Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat<br />

Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü, İstanbul <strong>20</strong>06, s. 7 .


Bu hikâyede, daha sonraki yıllarda, özellikle<br />

70-<strong>80</strong> sonrası Türk edebiyatında büsbütün<br />

müstakil bir yer edinen varoluşçuluk’a temas<br />

eden, onu hazırlayan ögeler söz konusudur. Varolşçuluk,<br />

bilindiği gibi kişinin kendi şahsiyetini<br />

inşa çabası, kendisine has bir güvenlik ve yaşama<br />

alanı hazırlaması ve bu yaşama alanı içindeki<br />

eşya ve nesnelerle olan sarsılmaz bağıyla<br />

yakından ilgilidir. Oğuz Atay’da ve eserlerine bir<br />

şekilde varoluşçuğun gölgesinin vurduğu birçok<br />

yazarda kahramanlar normal hayatın şartlarından<br />

soyutlandıktan sonra, kendi alanları<br />

ve eşyalarıyla değişik bir münasebet kurarlar.<br />

Onların yerli yerindeliklerine, normalliklerine<br />

ayrı anlamlar katarlar. Abdullah Efendi’nin<br />

Rüyaları’nda da normalliğini, “öteki insanlara<br />

benzeme ve onlar gibi yaşama” kabiliyetini kaybeden<br />

kahramanın ıstırapları söz konusu edilirken<br />

nesnelerin “değişmez manzaralarının bir<br />

teselli ve zevk kaynağı” oluşlarından bahsedilir:<br />

“Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun<br />

için hayatta bir teselli ve zevk kaynağı idi. Bir<br />

insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi.<br />

Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep<br />

aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın<br />

bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı.<br />

Eşyanın açık, dost, her zaman güvenilir<br />

çehreleri!...” 14<br />

Fakat Abdullah Efendi, bu güvenilir çehreleri<br />

kaybetmiş, yerine hiç olmadık zamanlarda karşısına<br />

çıkan, anormal, hayaletimsi, gerçek dışı<br />

varlıklar, görüntüler, sesler kazanmıştır. (Bir<br />

randevu evinin tavanındaki zembilden Abdullah<br />

Efendi’ye bakan ve O’nunla konuşan yüz elli iki<br />

yüz yaşlarında bir çehre, takma göğüs kullanan<br />

ve kahramanın normale ulaşma ümidini tamamen<br />

kıran bir kadın, bir resimdeki karı-kocanın<br />

canlanıp dansa başlamaları vs.) Hikâyenin grotesk<br />

ve fantastiğe beraberce açılan kapıları işte<br />

bu olağanüstülüklerdir. Kahraman git gide “dünyamıza”<br />

uzaklaşmakta, yabancılaşmakta ve bize<br />

itici, yadırgatıcı gelmeye başlamaktadır. Grotesk<br />

yapının içinde olan tuhaflık, korku, komedi, (örn.<br />

Abdullah’ın kendi cenazesinde irad edeceği nutukla<br />

ilgili satırlar) şekil kırılmaları gibi ögelerin<br />

hepsi eserde ustalıkla kullanılmaktadır. Ayrıca<br />

4 a.g.e., s. 29-30.<br />

231<br />

bütün bu ferdî gidiş-gelişlerin, ferdî salınımların<br />

ötesinde Tanpınar’ın yakalamak ve anlatmak istediği<br />

gerçek şudur: İnsanoğlu, kendi kendisini<br />

aşmayı, kendisinin ve çevresinin üzerine çıkmayı<br />

her zaman istemiş, görünen arkasındaki görünmeyeni<br />

her zaman bilmek istemiştir. Fakat<br />

her şeyi asıl gerçeğiyle, hazırlayıcısıyla beraber<br />

bilmek, insan hayatındaki yalan ve riyayı olduğu<br />

gibi görmek, bir kelimeyle “yalansızlaşmak” insana<br />

tahammül edemeyeceği bir güç vermektedir.<br />

İnsan kendisinin uyguladığı ve maruz kaldığı<br />

bütün kötülükler(iy)le, her şeyi görmemenin,<br />

anlamamanın rahatlığıyla mutludur:<br />

“Bir ömür bitebilir, diyordu. İnsan ölebilir, çıldırabilir.<br />

Bir enkaz, bir çöp, bir iskelet, bir cîfe<br />

olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile<br />

arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz<br />

bir şey olur. Başımın altına rahat bir<br />

yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı…”<br />

Fakat hayır, bu gece en çıplak, en zalim hakikatlerin<br />

gecesiydi. Abdullah her şeyi görecek, her<br />

şeyi anlayacaktı. “Yarın nasıl tekrar insanların<br />

arasına girebilirim. Nasıl onlara tahammül ederim,<br />

nasıl ellerini sıkar, gülmeden, ağlamadan,<br />

tiksinmeden yüzlerine bakarım?” 15<br />

Suad, bilindiği gibi dört bölümden oluşan<br />

Huzur’un bir bölümüne ismini veren ama varlığını<br />

hemen her yerde hissettiren, en ilginç karakterlerinden<br />

birisidir. Romanın tefrika olarak<br />

neşrinde oldukça silik kalan Suad, eser kitaplaştığında<br />

çok daha kuvvetli, etkili, özellikli bir<br />

kişiliğe bürünür. Nuran’ı (ve aslında hiç kimseyi)<br />

sevmemesine ve O’nun Mümtaz’la birlikte olduğunu<br />

bilmesine rağmen, Nuran’a bir aşk mektubu<br />

yazması, bu çifti bir şekilde huzursuz ve tedirgin<br />

etmeyi başarması, Boğaz kıyısında duran bir<br />

köpek yavrusunu “şartlarına göre fazla mesut”<br />

diye suya atacak kadar başka bir varlığın saadetine<br />

tahammül edememesi, eşini aldatması,<br />

insanı çok değişik yerlere götürecek cüretkâr<br />

sorular sorması, yerleşik her inanca sırtını çevirmesi<br />

ve nihayet dış görünüşüyle Suad gerçekten<br />

romanın en koyu kahramanlarındandır.<br />

Fakat Suad’ı grotesk çerçevenin içine sokan asıl<br />

özellikler, bütün bunların yanında eserin sonuna<br />

doğru Mümtaz’ın gözünde veya muhayyilesinde<br />

5 a.g.e., s. 55-56.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

kazandığı yapıdır. Mümtaz’la, “farkında olmadan<br />

bütün zulüm görenlerin kendilerine zulmedene,<br />

serçenin atmacaya karşı duyduğu cazibeye benzer<br />

bir his duyduğu” Suad’ın arasında -öldürücü şeylerin<br />

muzlim cazibesi- konuş”maya başlayacaktır.<br />

Zalim-mazlum, öldürücü şeylerin muzlim cazibesi”<br />

gibi zıtlıklar tam da üzerinde düşündüğümüz<br />

grotesk unsurlardır ve Suad sanki Mümtaz’ın diğer<br />

ben’idir. Romanın bir yerinde at’a benzetilen,<br />

(insan formunun uzağına itilmesi de manidardır)<br />

insan, aşk, Tanrı, kültür-medeniyet gibi meselelere<br />

çok orijinal yorumlar yapan, herkesin savaştan<br />

ürktüğü bir ortamda savaşı isteyen, kötülüğü basit<br />

ve gündelik çıkarlar elde etmekten ziyade çekiciliği,<br />

sıra dışılığı için seven ve kuşanan, onu kendisine<br />

bir tabiat hâline getiren, yazarın eserdeki<br />

sözcüleri olan İhsan ve Mümtaz’ın karşısına bir<br />

anti-bilinç, anti-tez, anti-kahraman olarak çıkan<br />

Suat, bu çalışmada sıralayamayacağımız kadar<br />

çok özelliğiyle grotesk bir kişiliktir.<br />

Korkuyu Beklerken’in İletişim Yayınları tarafından<br />

yapılan neşrinin Önsöz yazısında Oğuz<br />

Demiralp, Oğuz Atay’ın kahramanlarını “negatif<br />

kişiler topluluğu” olarak tavsif eder. Bunların<br />

“kendi sorunlarını çözememiş ve topluma kendini<br />

kabul ettirememiş aydınlar, toplumun acımasızca<br />

dışladığı lumpenler, çaresizlik içinde intihara,<br />

cinayete sürüklenenler, delirmenin sınırlarında<br />

dolaşanlar. Alışılmışın dışında marjinal insanlar,<br />

olumsuz kahramanlar” olduklarını belirten yazar<br />

“Beyaz Mantolu Adam” hikâyesinin “Kalabalık bir<br />

topluluk içindeydi. Başarısızdı” şeklindeki ilk cümlesini<br />

anlamlı bulur ve yalnızlığın, başarısızlığın<br />

hikâye kahramanlarının ortak yönleri olduğunu<br />

vurgular. 16 Gerçekten Oğuz Atay’ın hemen bütün<br />

kahramanları sıra dışı, itici ama tam bu yüzden<br />

çekici, anormal, kendisiyle empati kurulmaması<br />

için elden gelenin yapıldığı garip tiplerdir.<br />

Kitabın ilk hikâyesi “Beyaz Mantolu Adam”, sonradan<br />

birçok araştırmacının belirttiği gibi topluma<br />

karışamamış, (her ne kadar isimsiz, tepkisiz,<br />

hareketsiz hatta duyarsız olsa da bu karışmamayı<br />

bilinçli bir tercih olarak almak elbette mümkündür<br />

zira hikâyenin sonunda bir yokluğu tercih,<br />

kalabalığın arasından sıyrılış, yoklukta bir varo-<br />

6 Oğuz Atay, “Önsöz”, Korkuyu Beklerken, İletişim Yay., İstanbul<br />

<strong>20</strong>03, s. 7-8.<br />

232<br />

luş söz konusudur), tuhaf bir adamı çizmektedir.<br />

Başarısız ve parasız olan, dilenen (dilenmek de<br />

pasifliğin normal bir göstergesidir ama buradaki<br />

anormallik dilenmekle elde edilen paranın yiyecek<br />

veya herhangi normal bir ihtiyaç için sarf edilmemesindedir,<br />

hatta kahramanı tuhaf, itici, sıra<br />

dışı yapan asıl ögenin, hazırlayıcısı-yapıcısıdır),<br />

dilendiğiyle havanın sıcaklığına rağmen bir kadın<br />

mantosu alarak yabancılaşan, esrarengizleşen; bu<br />

sayede Atay’a toplum ve birey psikolojileri üzerine<br />

ince göndermeler yapma fırsatı veren grotesk<br />

bir tiptir bu. Hikâyedeki ve beyaz mantoludaki<br />

grotesk yapı, gülünçlük, tuhaflık, iticilik ve tüm<br />

bunlarla beraber küçük bir korku ya da çekinme<br />

hissiyle beraberdir. Zira insan mânâsını tam anlayamadığı,<br />

anlamlandırmadığı, kendi sembolleri ve<br />

idrak kapasitesiyle uyuşturamadığı şeyden ürker;<br />

kaynağını anlayamadığı seslerden, görüntülerden,<br />

gölgelerden çekinir, hatta korkar. Ve kaynağını anladıktan<br />

sonra da kendi tuhaflığına, yaratıcılığına<br />

(çünkü bin bir ihtimal üretilmektedir böyle anlarda)<br />

güler, korku ve komediyi yan yana, iç içe yaşar.<br />

Beyaz mantolu adama da gülünmüş ve ondan<br />

çekinilmiştir, zira sıra dışıdır, anormaldir, henüz<br />

çözümlenememiştir:<br />

“Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce<br />

yanına yaklaşamadılar”. 17<br />

Zaten gülmek ve gülünmek de insanın kendisi<br />

dışındaki dünyanın veya toplumun kabullerinin<br />

farklılığıyla, bireyin bilinci karşısındaki kolektif bilinçle,<br />

onun yadırgayıcılığı ve kınayıcılığı ile yakından<br />

ilişkilidir.<br />

Atay’ın söz konusu hikâye kitabının “Ne Evet<br />

Ne Hayır” ve “Babama Mektup” isimli hikâyelerinde<br />

de konumuzla ilgili olduğunu düşündüğümüz<br />

kahramanlar söz konusudur. “Ne Evet Ne Hayır”ın<br />

grotesk bir dil ve imlâ ile yazılmış meşhur mektubu;<br />

bu mektubun yazarı M. C., (başta sevdiği insan<br />

olmak üzere hiç kimseye derdini anlatamayan,<br />

okuyucunun, başına gelen acı olayların traji-komedisine<br />

kapılmadan edemeyeceği bir tiptir) bize<br />

sırasıyla gülümseme, bıkma, sıkılma, yadırgama,<br />

uzaklaşma, kızma ve nihayet acıma gibi hisleri<br />

uyandırmasıyla grotesk bir iklim sunar. “Babama<br />

Mektup” ise psikolojik ve psikanalitik açılım-<br />

7 “Beyaz Mantolu Adam”, a.g.e., s. 7.


ları olan bana figürü üzerinden veya (sayesinde)<br />

kalabalığa karışamamış, toplumun kendisine öngördüğü<br />

veya uygun bulduğu ısmarlama karaktere<br />

bürün(e)nemiş bir gencin yazdığı mektuptan<br />

oluşmaktadır. Burada ölmüş babasıyla, kendisine<br />

yazdığı bir mektup vasıtasıyla hesaplaşma yoluna<br />

giden genç, aslında derinden derine devlet ve bürokrasiyle<br />

(zira devletin baba olarak algılanması<br />

söz konusudur, ayrıca ölmüş babanın milletvekili<br />

oluşu bu tür bir algılamanın dayanaklarındandır)<br />

savaşmaktadır. Baba, kişinin kendisi olmasına izin<br />

vermeyen, yerleşik inançlar, gelenekler, âdetler,<br />

merasimler, deyim ve atasözü gibi kalıp ifadelerin<br />

kesin hükümleriyle (“Senin aynada gördüğünü<br />

ben “dıvarda” görürüm” 18 demiştir baba) hayatı<br />

daha evvelden başkası veya başkaları tarafından<br />

kurgulanmış, yazılmış bir piyesi temsil ediyormuş<br />

gibi yaşayan ve çocuğuna da yaşatan bir otoritedir<br />

burada. Ve kendisine biçilmiş bu yaşam elbisesini<br />

giymek istemeyen, kendisi için “zıt kuvvetlerin<br />

muhasalası” diyen, “karışıklığın içinde” olduğunu<br />

belirten oğul da çizgi ve standart harşici, “mantık”<br />

dışı, nihayet atipik oluşuyla çalışmamızın ilgi alanındadır.<br />

“Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı<br />

“uydurma” olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim<br />

bazı nedenlerle senin anladığın biçimde<br />

gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. Ayrıca gerçek<br />

ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim<br />

şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta<br />

anlayıp anlamadığını da bilemiyorum” <strong>19</strong> diyerek<br />

babadan yani toplumdan anlayış, kabulleniş ve<br />

ifade ediş noktalarında ayrılan, “insanın evrendeki<br />

yeri konusunda derin düşüncelere daldığı hâlde<br />

yerini bulamayan, kendisini ifade ve eşya ile münasebetini<br />

tayin” edemeyen, “iki cami arasında<br />

beynamaz” durumda olan mektup yazarı yerli yerine<br />

oturmamış değerleri, daha doğrusu herhangi<br />

bir değerden yoksun oluşu, komik ve tuhaf gibi<br />

görünen huy ve davranışlarının arkasında yatan<br />

derin anlamlarıyla grotesk birisidir.<br />

<strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinin tam anlamıyla grotesk<br />

olduğunu söyleyemeyeceğimiz ama grotesk<br />

yapıdan izler taşıyan bir diğer kahramanı, Rasim<br />

Özdenören’in “İt” isimli eserinde karşımıza çıkar.<br />

Burada insanoğlunun kendisine kötüyü emreden<br />

8 “Babama Mektup”, a.g.e., s. 74.<br />

9 a.y., s. 74.<br />

233<br />

nefs-i emmaresiyle olan savaşı veya onun karşısında<br />

alması gereken pozisyon bir “köpek” metaforuyla<br />

işlenmektedir. Hikâyedeki grotesk yapı,<br />

insanın âdi ve yüce taraflarının birlikteliğine ve<br />

aralarındaki savaşa vurgu yapmak, insanın bunların<br />

etkileri altındaki durumunu irdelemek şeklinde<br />

oluşur. Siyah bir köpeğin uzun tasviriyle başlayan<br />

hikâyede, hırçınlaşan, karşısındakini hükmü altına<br />

almaya çalışan köpeğe “tiksinerek de olsa istediğini<br />

vermek” konusundaki çaresizlik ele alınır. Sonra,<br />

herhangi bir geçişe lüzum görülmeden isimsiz,<br />

karanlık, pasif, ezik bir kahramanın, tanımadığı<br />

ama kendisini gözetleyebildiği bir kadına duyduğu<br />

tek taraflı bağlılığa geçilir. Hikâyede yer alan kişinin<br />

kadın karşısındaki durumu şöyle anlatılır:<br />

“Kadınsa sahibiydi kendisinin, bilmeden, hiç farkına<br />

varmadan da olsa sahibiydi onun, çevresine<br />

yayılan karanlığın, sağır sessizliklerin de sahibiydi.”<br />

<strong>20</strong><br />

Buradaki grotesk durum veya kahraman, yukarıda<br />

da belirtildiği gibi topluma, devlete veya kişinin<br />

birey olarak kendi doğrularını yaşamsını bir<br />

şekilde kısıtlayan herhangi bir güç odağına karşı<br />

alınmış bir tavırdan değil, kişinin kendi içindeki<br />

çarpışmalardan doğmaktadır. İslâm, her insanın iyi<br />

ve kötü, Rahmanî ve şeytanî ilhamlar altında olduğunu<br />

kabul eder. Bu, çeşitli grotesk tanımlarında<br />

da karşımıza çıkan, insanın uzviyetinde bulunan<br />

adîlik ve yüceliğin etkisidir. Penceresinden bir kadını<br />

gözetleyen ve yakalandığında “doğacak kepazeliği,<br />

rezil olmuşluğu düşünerek içine bulantılar,<br />

tiksinçler, kaçmak duyguları gelen” 21 kahraman<br />

da kaçmayı düşünür ve bu sayede it’i kusup ondan<br />

kurtulabileceği aklına gelir. Fakat kahraman,<br />

iti kusmanın da bir çözüm olmayacağını düşünür,<br />

zira o itle birlikteyken sevildiğini bilmektedir. Bir<br />

yandan da kendisine “becerinin itten kopmakta<br />

değil fakat onun tasmasını sürekli elinde bulundurabilmekte”<br />

olduğu söylenmiştir. Bu noktada hikâyenin<br />

bir yaratılış problemine kadar uzandığı görülmektedir.<br />

Dinî kabule göre iyi ile kötü, güzel ile<br />

çirkin, sevap ile günah arasında seçim yapmak ve<br />

bu sınavı vermek durumunda olan insanın hâlidir<br />

bu. Bu dinî algılama noktasından bakılacak olursa<br />

<strong>20</strong> Rasim Özdenören, “İt”, Denize Açılan Kapı, İz Yayıncılık,<br />

İstanbul 999, s. 70.<br />

2 a.g.e., s. 72.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

insanı iyi ve doğruya yönelten ilhamlar da, kötü<br />

ve yanlışa sürüklemeye çalışan igva’lar da insanın<br />

dünyaya gelişinin anlamıyla yakından ilgilidir.<br />

Buradan hareketle, Hugo’nun yukarıya aldığımız<br />

tanımına yaklaşarak insanın, içindeki olumlu ve<br />

olumsuz seslerle daha yaratılıştan bir karşıtlıklar,<br />

zıtlıklar mozaiği olduğunu, groteski zaten içinde<br />

barındırdığını söylemek abes olmaz. Grotesk, yazıda<br />

yer yer belirttiğimiz üzere bir anlamda insanın<br />

kötüye eğilimli tarafı, bir anlamda da içindeki<br />

güzel ve çirkin tarafların birlikteliğidir.<br />

Leyla Erbil’in eserlerinde de bireysel ve toplumsal<br />

etkiler altında, iticilik, tuhaflık, komiklik<br />

ve kötülüğü kendisinde birleştirmiş kahramanlara<br />

rastlanmaktadır. Bu kahramanların ayırt edici<br />

özellikleri çoğunun bu özellikleri bilinçli olarak kuşanmaları,<br />

bunu da toplumsal baskılara, adı konmamış<br />

kanunlara karşı bir isyan, bir varoluş ispatı<br />

olarak algılamalarıdır. Nurdan Gürbilek, Leylâ<br />

Erbil’in eserlerinin bir “kendi olma” problemi üzerinde<br />

yoğunlaştığını belirtir ve ekler:<br />

“Burada artık “kendi”liğin, önceki yazarlar kuşağının<br />

gelenekle, yerellikle, milliyetle ilişkilendirdiği<br />

“kendi”likten çok farklı, kişinin çevresinde<br />

hazır bulduğu koşulları olumsuzlayarak ulaşacağı<br />

bir farkındalık olduğunu biliyoruz. Hegel’in “kendiiçin-varlık”<br />

kavramına başvurularak ifade edilmiş<br />

bu kendilik tasarısı her şeyden önce bir olumsuzlama,<br />

olumsuzlamaya dayalı bir özgürleşme önerisi<br />

taşır Leylâ Erbil’de.” 22<br />

Gerçekten Oğuz Atay’a benzer bir şekilde Erbil’in<br />

roman ve hikâyelerinin asıl meselelerinden birisi<br />

bireyleşme, standart kabul ve zevklerin üzerine<br />

çıkma, toplum eleştirisi ve varoluşçulukla yakın<br />

temasla örülen bir birey olma çabasıdır. O’nun<br />

eserlerinde insan, kötülenen, aşağılanan, seviyesinde<br />

kalınmaması, aşılması gereken bir varlık<br />

olarak vardır. Ama insan olarak yaratılmış olmak,<br />

buna müdahale edememek, toplumun genel kabullerinin<br />

zorlayıcılığı karşısında kendi olmak,<br />

bu yüzden yalnızlığı göze almak söz konusudur<br />

ve burada bir başka çelişki vardır ki o da kişinin<br />

kendi olabilmesi için kendisinin dışındaki bir güce,<br />

kuruma ve topluluğa ihtiyaç duymasıdır. Burada<br />

22 Nurdan Gürbilek, “Çiftkalpli Yapıt”, Kör Ayna, Kayıp Şark,<br />

Metis Yay., İstanbul <strong>20</strong>04, s. 2 5.<br />

234<br />

bir zıddıyla kaim olma söz konusudur ki Gürbilek<br />

bunu “kendi denen şeyin başkalarından oluşması”<br />

olarak nitelendirmektedir. 23 Bütün bunlar grotesk<br />

edebiyatın içinde olan ögelerdir. Diğer taraftan<br />

grotesk, kötünün, suç ve günahın; korkunç ve komiğin<br />

felsefesi ve estetize edilmesi olarak alındığında<br />

da, Erbil’in grotesk tiplerine rastlanmaktadır<br />

ve yazarın başarısı bu kavramları psikolojik,<br />

psikanalitik ve sosyolojik zeminlere oturtmasıdır.<br />

Elbette bütün bun ögelerin kullanılışının Leyla<br />

Erbil’e has tarafı, eserlerin hemen hepsinde<br />

rastlanan bir “kadın”lık, bazen de “kadın yazar”lık<br />

problemidir. Zira kadın olma ve toplumun kadına<br />

biçtiği elbiseyi giymeme durumu Erbil’in istediği<br />

çatışma atmosferinin önemli ayaklarındandır.<br />

Yazarın bahsimiz etrafında düşünülebilecek<br />

eserlerinden “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğunda”<br />

kadınlık ve kimlik, ortalama insan ve<br />

insanlığın düzeyinden Tanrılığa yöneliş söz konusudur.<br />

“... Örneğin “insanlaşmaya uğraştığım o<br />

günler, henüz kesmediğim umudumu onlar gibi<br />

olmaktan” 24 diyen anlatıcı, bir delikanlıya şöyle bir<br />

mektup yazdığını belirtir:<br />

“Okuduğum kitapları birisiyle konuşmalıyım.<br />

Size yazmak içimden gelirken kadın doğmuşum<br />

diye kendimi tutup yazmamak onuruma dokunur<br />

benim. Ayrıca bu, hem toplumun bana sormadan<br />

koyduğu yasalara boyun eğmek, hem de benim<br />

kadınlığımı çok önemsemem demek olur. Bense<br />

aşmışımdır bu soy saplantıları çoktan. (Neler<br />

yazmışım!) Ben aştığıma yemin ederim, giderek<br />

diyebilirim ki kadın olmanın çok ötelerinde, ola ki<br />

yarı Tanrıyım ben.” 25<br />

Görüldüğü üzere, insanlaşmayı belirli bir seviyenin<br />

altına inmek gibi gören, onlar gibi olmaktan<br />

umudunu kesen, toplumun kendisine koyduğu<br />

yasalara boyun eğmeyen, kendisini yarı Tanrı<br />

olarak kabul eden mektup yazarı, toplumla bir<br />

uyuşmazlık içindedir. Burada yücelme ve insanüstü<br />

bir yapıya, seviyeye ulaşma isteği, toplumsal<br />

standartlardan ayrılmayı gerektirmektedir. Ve<br />

sırf toplumun yasalarına, standartlarına boyun<br />

eğmediğini göstermek için, kötü giyinme, küfürlü<br />

23 a.g.e., s. 2 6.<br />

24 Leylâ Erbil, “Konuşmadan Geçen Bir Tren Yolculuğu”, Eski<br />

Sevgili, Yapı Kredi Yay., İstanbul 998, s. 0.<br />

25 a.g.e., s. .


konuşma, ahlâk dışı davranışlarda bulunma söz<br />

konusudur.<br />

Sonuç kısmına gelmeden önce bir noktanın altını<br />

çizmekte fayda vardır: Birçok roman ve hikâyenin<br />

arka kapağında (ki çok defa okuyucuyu etkilemek<br />

ve onun kitabı satın almasını sağlamak için<br />

yazılmıştır) o eserin farklılığından, renkliliğinden<br />

bahseden küçük yazılar vardır. Bazen yayın editörünün<br />

kalemi mahsulü olan, kimi zaman da bir<br />

eleştirmene yazdırılan bu yazılarda kitaptaki kahramanların<br />

farklılıklarından, tutunamamışlıklarından,<br />

muhalifliklerinden, topluma karışamamış olmalarından,<br />

ilk önce kendisine, sonra insanlara ve<br />

nihayet her şeye muhalif yapılarından bahseden<br />

cümlelerle karşılaşırız. Ne var ki bu aykırı, yalnız,<br />

tutunamamış, kötü, bazen korkunç olduğu ileri sürülen<br />

kahramanların birçoğu zavallı kötüler, hazin<br />

serseriler, kalbi kırıklar olarak kalmış, fakat groteskleşememişler,<br />

kötülüğü-korkunçluğu gerçek<br />

bir değer olarak giyinememişlerdir. Meselâ <strong>20</strong>02<br />

yılında neşredilen bir kitabın arka kapak yazısının<br />

ilk bölümünde - gerçi buradaki hikâyeler için<br />

“grotesk” denilmemiştir ama - bizim için câzib gelebilecek,<br />

okuyucunun merakını kamçılayacak şu<br />

davetkâr cümleler vardır:<br />

“Farklılıklarını sindirememiş bir kültürün insanları…<br />

Kendinden başkasını tanımak istemeyen,<br />

kaygılı, gergin, huzursuz… Her şeyi aynılaştırmaya<br />

çalışan, kendinden olmayanı, kendine benzemeyeni<br />

anlamaktansa dışlamayı yeğleyen bir yaşama<br />

biçiminin kuklaları… Bireysel yüzölçümünü<br />

genişletmek isteyen, hoşgörü ve anlayıştan uzak<br />

yaşama alışkanlıklarıyla pencerelerini sıkı sıkı<br />

kapatanlar… Arka odalarda, açıkta ya da kuytuda<br />

varlığını duyuran şiddet… Savrulan, kopan yaşamlar…”<br />

26<br />

“Farklılıklarını sindiremeyen ülke, huzursuzluk,<br />

anlaşılamamak, aynılaştırma, kendinden olmayanı<br />

dışlama” gibi kelime ve kavramlar cidden,<br />

okuyucuda “işte, yalnız kalmış gerçek bir muhalif,<br />

kötülüğü, iticiliği tepkisel bir şekilde bile-isteye<br />

giyinmiş, korkunç ve zalim ama içten içe özünde<br />

bir asalet yatıyor, tam bir grotesk” diyebileceği<br />

kahramanlar göreceği vehmi uyandırsa da bu kü-<br />

26 Nâlân Barbarosoğlu, Ayçiçekleri, Can Yay., İstanbul <strong>20</strong>02,<br />

33 S.<br />

235<br />

çük kitapta yer alan 13 küçük hikâyenin hiçbirisi<br />

bu vaadi yerine getir(e)memiştir. Bu durum belki<br />

de yukarıda da değindiğimiz, kültürün kötüye,<br />

korkunca, acayibe hiçbir zaman prim vermemiş<br />

olmasıyla ilgilidir, belki de yazarın yalnız, anlaşılamamış<br />

tipleri çok silik çizgilerle çizmesinden<br />

kaynaklanmıştır. Grotesk edebiyat, kötünün, korkunç<br />

olanın, çok derin, ince sosyolojik göndermeler,<br />

çağrışımlarla örülmesi ve yüceltilmesiyle<br />

teşekkül edebilir. Bir kişinin “tek başına” yalnızlığı<br />

bir problem değildir. Zaten yalnızlık, mutlaka bir<br />

başka’ya, öteki’ye muhtaçtır ve yalnız kalmışlığın,<br />

bırakılmışlığın, itilmişliğin edebiyata girmesi, bir<br />

sembol değeri kazanması için usta bir üslûp ve<br />

ciddî bir sosyolojik-psikolojik alt yapıya ihtiyaç söz<br />

konusudur. Grotesk eserdeki yalnız tip, yalnızlığı<br />

bilinçli bir tercihle yaşayan, tepkisiz, itici, topluma<br />

ve onun değerlerine, ortak dile, modaya, geleneksel<br />

veya modern hayatın belirli zamanlarda belirli<br />

ritüelleri yerine getiren, bunu insana dayatan<br />

yapısına karşı çıkan, kötü, vahşî bir yalnızdır. Ve<br />

yazar bu yalnızlığı psikolojik veya sosyolojik damarlarla<br />

anlamlandırmalıdır. Bunun gibi çeşitli<br />

denemelerde, internet sitelerinde “grotesk” diye<br />

tanımlanan birçok eserin, Batılı veya yerli hiçbir<br />

grotesk tanımına uymadıkları görülmektedir. Nezihe<br />

Meriç’in Çisenti’ 27 si, Fatih Özgüven’in (ki belki<br />

de şimdiye kadar bir romanda kurgulanan ve<br />

daha sonra sinemada canlandırılan en grotesk<br />

kahramanı, kötülüğü ve iğrençliği aşkla, ihtirasla<br />

uygulayan meşhur Patrick Bateman’ı anlatan<br />

American Sapığı’nı Türkçe’ye çevirmiştir) Bir Şey<br />

Oldu’ 28 su, Serpil Gülgûn’un Ruhlar ve Âşıklar 29<br />

isimli kitabı, grotesk olmayan, içerisinde kötülük<br />

ve korkunçluğu okuyucuda herhangi bir sarsıntı,<br />

yabancılaşma, uzaklaşma hissi uyandırmayacak<br />

derecede az veya cılız işleyen eserler olarak karşımızdadır.<br />

Bütün bu verdiğimiz ve veremediğimiz örneklerin<br />

üzerinde şu vakıayı söz konusu etmek durumundayız:<br />

Yalnızca Türk hikâyesinde değil, bütün<br />

Türk edebiyatında kötülüğü, şeytanîliği gerçek<br />

bir değer, orijinal bir mesele olarak görmek pek<br />

27 Nezihe Meriç, Çisenti, Yapı Kredi Yay., İstanbul <strong>20</strong>06, 4<br />

S.<br />

28 Fatih Özgüven, Bir Şey Oldu, Metis Yay., İstanbul <strong>20</strong>06, 22<br />

S.<br />

29 Serpil Gülgûn, Ruhlar ve Âşıklar, Everest Yay., İstanbul<br />

<strong>20</strong>06, 27 S.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

mümkün değildir. Bunun da sebebi dinî inançlarda<br />

ve millî-kültürel kodlarda aranmalıdır çünkü söz<br />

konusu kodlar kötülük, korkunçluk hatta komikliğin<br />

bizde aranan, istenen, saygı duyulan özellikler<br />

olarak algılanmasını engellemiştir. Kötü, kaba,<br />

korkunç, itici, şeytanî, alçak kahramanların çok<br />

zaman iyilerin karşılarına kötülüğü ve yanlışlığı<br />

göstermek üzere çıkarılmaları ve kötülükleri dolayısıyla<br />

asla yüceltilmemeleri bizde Batı’daki gibi<br />

bir grotesk edebiyatın oluşmasına izin vermemiştir.<br />

Yukarıda da yerleri geldikçe değinildiği üzere<br />

orijinal bir grotesk yapı, bize yabancı ve itici gelen<br />

tüm bu huy ve davranış kalıplarının estetize edilmesi,<br />

edebiyatının ve felsefesinin yapılmasını ister,<br />

bu his ve hareketlerin psikolojik ve sosyolojik<br />

damarlarla tartışılmasına ihtiyaç duyar. Ama yine<br />

de romanımızda, meselâ Tutunamayanlar’ın birçok<br />

kahramanını, Anayurt Oteli’nin Zebercet’ini,<br />

Aylak Adam’ı tuhaflık ve kötülüğü, bu alçalma, yadırgatıcılık<br />

ve kabalığı ince bir mizahla birleştiren,<br />

groteske mümkün olduğu kadar yaklaşan tipler<br />

olarak görmek gerekmektedir.<br />

Bir edebî inceleme, bir kavram veya problemin<br />

edebiyat eserlerindeki varlığını ispat etmek kadar,<br />

o şeyin ne derece var olduğuyla, kısmen veya tamamen<br />

görülme hatta belirli sebeplerle görülmeme<br />

konusuyla da ilgilenir. Bu çalışmada da takip<br />

edilebildiği kadarıyla grotesk yapı, kurgu ve tiplerin<br />

<strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesindeki var oluş biçim,<br />

şart ve imkânlarını tartışma gayesi güdülmüştür.<br />

236<br />

KAYNAKÇA:<br />

http://www.insanbilimleri.com/gurup/mod/glossary/view.php?id<br />

=15&mode=letter&hook=G&sortkey=&sortorder=asc<br />

“grotesk”, md., Meydan Larousse, C.7.<br />

Atay, Oğuz, (<strong>20</strong>03), Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim yayınları.<br />

Barbarosoğlu, Nâlân, (<strong>20</strong>02), Ayçiçekleri, İstanbul: Can yayınları.<br />

Erbil, Leylâ, (<strong>19</strong>98), Eski Sevgili, İstanbul: Yapı Kredi yayınları.<br />

Gülgûn, Serpil, (<strong>20</strong>06), Ruhlar ve Âşıklar, İstanbul: Everest yayınları.<br />

Gürbilek, Nurdan, (<strong>20</strong>04), Kör Ayna, Kayıp Şark, İstanbul: Metis<br />

yayınları.<br />

Gürbilek, Nurdan, (<strong>20</strong>04), Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis yayınları.<br />

Meriç, Nezihe, (<strong>20</strong>06), Çisenti, İstanbul: Yapı Kredi yayınları.<br />

Mull, Çiğdem Pala, (<strong>20</strong>06), “Wıeland: Amerikan Tarzı Gotik Roman”,<br />

Akşit Göktürk’ü Anma<br />

Toplantısı Yazında ve Çeviride Fantastik, Akşit Göktürk’ü Anma<br />

Toplantısı (Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı<br />

Bölümü, İstanbul: İ. Ü. yayınları<br />

Özdenören, Rasim, (<strong>19</strong>99), Denize Açılan Kapı, İstanbul: İz yayıncılık.<br />

Özgüven, Fatih, (<strong>20</strong>06), Bir Şey Oldu, İstanbul: Metis yayınları.<br />

Salahaddin Enis, (<strong>19</strong>26 / <strong>20</strong>00), Bataklık Çiçeği, (Haz: M. Kayahan<br />

Özgül) İstanbul: Arma yayınları.<br />

Seyidoğlu, Bilge, (<strong>19</strong>83), “Türk Masallarında Grotesk”, Milli Kültür,<br />

nr. 43.<br />

Tanpınar, Ahmet Hamdi, (<strong>20</strong>04), Bütün Öyküleri, (Haz: Abdullah<br />

Uçman), İstanbul: Yapı Kredi yayınları.<br />

Tuncer, Serpil, (<strong>20</strong>06), “Fantastik ve Feminen-Gotik Bir Öykü: Düş<br />

Ağı”, Akşit Göktürk’ü Anma Toplantısı<br />

(Bildiriler), İ. Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü,<br />

İstanbul: İ. Ü. yayınları<br />

Türk Dünyası Ortak Edebiyatı Türk Dünyası Edebiyatı Tarihi, C. 7,<br />

(<strong>20</strong>06) Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları.


II. SÖYLEŞİ<br />

Ferit EDGÜ – Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />

237<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Ramazan Korkmaz: Değerli edebiyat dostları,<br />

hepiniz tekrar hoş geldiniz. Hikâyenin Bugünü<br />

Bugünün Hikâyesi-<strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi<br />

Sempozyumu’nun ikinci söyleşi programını açıyorum.<br />

Bugün Türk edebiyatının önemli isimlerinden<br />

birisi olan Ferit Edgü Beyefendiyle yazarlığı ve<br />

Türk öykücülüğü üzerine bir konuşma yapacağız.<br />

Sayın Edgü’yü davet ediyorum. Buyurun efendim.<br />

Sayın Edgü 24 Şubat <strong>19</strong>36 yılında, İstanbul’da<br />

dünyaya geliyor. Şair bir aileden geliyor kendisi.<br />

Büyük dedesi Eğribozlu Mehmet Sırrı’nın <strong>19</strong>. yüzyıl<br />

Bektaşi şairlerinden olduğunu belirteyim. Bir<br />

divanı var. Böyle bir kültürel atmosferden gelen<br />

bir yazarımız Edgü. Sayın Edgü hoş geldiniz.<br />

Ferit Edgü: Teşekkür ederim.<br />

R. K.: Sizinle Kıbrıs’ta da küçürek öykü üzerinde<br />

konuştuk. Demin benim konuşmama ulaşamadınız<br />

galiba. Ama küçürek öykü konusunda beni arkadaşlar<br />

çok sıkıştırdılar.<br />

F. E.: Gördüm<br />

R. K.: Bunun sınırlarını biraz da sizinle konuşalım.<br />

F. E.: O sırada salondaydım, duydum.<br />

R. K.: İsterseniz sizin yazı yaşamınızla başlayalım,<br />

daha sonra küçürek öyküye gidelim. Ferit<br />

Edgü, on beş on altı yaşlarında yazı yaşamına şiirle<br />

başlıyor. Neden şiirden öyküye geçtiniz? Bu<br />

serüven nasıl başladı, nasıl oldu?<br />

F. E.: Türkiye’de her yazar şiirle başlar. Özellikle<br />

çok genç yaşta eline kalemi aldıysa, kaçınılmaz<br />

olarak şiirle başlar. Eğer sorarsanız yazdıkları gerçekten<br />

şiir mi? O ayrı bir konu. Ben de belirttiğiniz<br />

gibi çok erken yaşlarda, on beş on altı yaşlarında<br />

başladım. Birazdan küçürek öykünün, sizin deyi-<br />

Ferit EDGÜ – Prof. Dr. Ramazan KORKMAZ<br />

238<br />

minizle “sınırları ve kuralları” üzerine gelmek zorunluluğu<br />

duyacağız, öyle hissediyorum. O konuya<br />

şimdiden bir atıfta bulunayım. Benim yaşlarımda<br />

Türkiye’deki şiir Garip şiiriydi, egemen olan şiir<br />

anlayışı. Ve özellikle genç yazarlar, hatta delikanlı<br />

diyelim, biz yazarlar -ben <strong>19</strong>50 kuşağındanım-<br />

<strong>19</strong>50 kuşağının tüm yazar ve şairleri çok erken<br />

yaşta yazmaya başlamışızdır. Birkaç tane isim<br />

sayayım: Demir Özlü, Orhan Duru, rahmetli arkadaşım<br />

Onat Kutlar, Cemal Süreya -şair olarak-,<br />

Tahsin Yücel. Hepimiz çok erken yaşlarda, lise sıralarında<br />

başladık. Ve başlamak bir şey değildir<br />

tabii, yayınlamaya da başladık dergilerde. Sonra<br />

kendi dergilerimizi çıkardık. Ve çok erken yaşlarda<br />

da ilk kitaplarımızı yayınladık. Şiirle başladım,<br />

çünkü egemen olan Garip şiiri bildiğiniz gibi serbest<br />

nazım dediğimiz kafiyeyi yok sayan, şiirin bütün<br />

kurallarını yok sayan ve şiirde devrim yapmış<br />

-akım demeyeyim- bir şiir anlayışıydı. Ve kanımca<br />

Türk edebiyatında modernite Garip’le başlar. Garip<br />

şiirinin, Orhan Veli’nin, Melih Cevdet’in, Oktay<br />

Rıfat’ın o dönem şiirlerini, <strong>19</strong>40’larda <strong>19</strong>50’lerin<br />

başlarında yazdıkları şiirleri okuduğumuzda insana<br />

kolay gelir o şiirin benzerini yazmak. Dolayısıyla<br />

beni şiire iten de o okumalar oldu.<br />

R. K.: Tıpkı küçürek öyküleri okuyanlar da öyle<br />

diyorlar.<br />

F. E.: Tıpkı bugün küçürek öykü diye yayınlanan<br />

öyküleri okuduğumda da o gençlik yıllarımdaki<br />

yanılgıya düştüklerini görüyorum bugünkü<br />

yazarların. Sonra yavaş yavaş edebiyatın içinde<br />

dolaşmaya başladığınızda, şiirin ne olduğu üzerinde<br />

düşünüp gerçek şiirlerle karşılaştığınızda<br />

konunun hiç de böyle olmadığını, onların kendi<br />

kurallarının olduğunu, ne kadar devrim yapmış<br />

olurlarsa olsun ne kadar kendilerine kadar olan<br />

şiiri yadsımış olurlarsa olsun kendi kurallarını


getirdiklerini gördük. Yalnız Türkiye’de değil dünyada<br />

da sanat alanında resim olsun, müzik olsun,<br />

şiir olsun devrim yapmış edebiyatçıların kendi kurallarını<br />

getirdiklerini gördük. Ama bu kuralların<br />

yaygın, herkesin kullanabileceği kurallar olmadığını<br />

gördük. Eğer biraz gerilere gitmeme izin<br />

verirseniz -ben hep örnekleri resimden veririm<br />

çünkü görseldir ve anlaşılması daha kolaydır- <strong>19</strong>.<br />

yüzyılın sonuna değin ressam olabilmek için mutlaka<br />

renk teorilerini bilmek gerekiyordu. Mutlaka<br />

desen çizebilmek gerekiyordu. Mutlaka perspektif<br />

bilgisine sahip olmak gerekiyordu. Mutlaka anatomi<br />

bilgisine sahip olmak gerekiyordu. Ve adına<br />

akademi dediğimiz okullarda –Türkiye’dekiler dâhil-<br />

bu bilgiler verilirdi. Bu bilgileri bilen insanlar<br />

iyi ressam mı olurlar? Hatta ressam mı olurlar?<br />

Hayır. O yeteneği kullanabilmek için bu bilgilere<br />

ihtiyaç vardı. İlkin yetenek, sonra bu bilgiler. Ama<br />

bu bilgiler olmadan yetenekle ressam olunmazdı.<br />

<strong>20</strong>. yüzyıl sanatındaki devrim, sanatı bütün bunlardan<br />

kurtardı. Daha özgürlükçü bir yere doğru<br />

gitmeye başladı. Çünkü tıkanmıştı. Yani Monet’den<br />

daha iyi bir empresyonist resim yapmanızın imkânı<br />

yoktu. Sonuna kadar gitmişlerdi. Ve burada,<br />

sanatta devrim gerçekten <strong>19</strong>00’lerin başlarında<br />

tam olarak da <strong>19</strong>14’te Kübizm akımıyla ortaya<br />

çıktı ve edebiyatta onu Dadaizm, biraz sonra da<br />

Sürrealizm izledi. Bu akımların yani Kübizmin,<br />

Dadaizm demeyelim çünkü Dadaizm gerçekten<br />

bir nihilist akımdı. O hiçbir kuralı tanımıyordu ve<br />

hiçbir kural koymuyordu. Nihilist ve anarşist bir<br />

akımdı. Ama Sürrealizm’e Dadaizm’den geldiğimizde<br />

Sürrealistler kimlerin mirasçısı olduklarını<br />

gayet açık bir şekilde ortaya koydular. Bu şairlere<br />

baktığımızda, bunlar klasik dönemin şairleriydi<br />

ama daha önceki dönemlerde pek önemsenmemişlerdi.<br />

Sürrealistler onları bulup çıkardılar.<br />

Şimdi aynı durumla Garip şiirinde de karşılaşırız.<br />

Gerçi Nazım Hikmet, Türk şiirinde bir devrim yaptı,<br />

gerek diliyle gerek estetiğiyle ama tek başına<br />

kaldı. Nazım’ın yolundan gidenlerin arasında bir<br />

tane önemli şair çıkmadı. Garip şiiri de o sıralarda<br />

biz gençleri kendisine bir çekim gücüyle çekti ama<br />

bizlerin arasında da Garip şiirini devam ettiren<br />

çıkmadı. Ve ben kendimde pek fazla şair yeteneği<br />

bulmadığımı, Tanrı’ya şükür, çok erken yaşlarda<br />

gördüm. Şiirlerimi yayınlıyordu dergiler, ama hemen<br />

ardından öyküye döndüm. Öyküde de bize,<br />

239<br />

benim kuşağıma, bana ama aynı zamanda benim<br />

kuşağımın yazarlarına Demir Özlülere, Adnan Özyalçınerlere,<br />

Onat Kutlarlara yol gösterici niteliği<br />

olan Sait Faik hayattaydı. Hayattaydı ve ölümünden<br />

çok kısa bir zaman önce, tam olarak söyleyeyim<br />

size iki buçuk ay önce, şaşırtıcı bir kitap yayınladı:<br />

Alemdağı’nda Var Bir Yılan. Bu kitap Türk<br />

edebiyatında bir dönemeç noktasını oluşturur. İlk<br />

kez bizim o güne kadar gerçekçi diye bildiğimiz,<br />

gerçekçiliğin kıyısında dolaşan toplumcu-gerçekçi<br />

olan edebiyatın -egemen edebiyatın- içinde o<br />

güne kadar görmediğimiz Anka kuşu gibi bir durumla<br />

karşılaştık. Yani hepimizin başına sanki taş<br />

düşmüştü. Neydi bu Sait Faik’in Alemdağı’nda Var<br />

Bir Yılan’ını oluşturan öykülerdeki özellik? Gerçeğin<br />

içindeki düşü -daha sonra ben onu öyle ifade<br />

ettim, kendim için kullandım ama Sait Faik’e<br />

daha çok yakıştığını düşünüyorum- düşün içindeki<br />

gerçeği dile getiriyordu ve bunu hiçbir entelektüel<br />

birikimle değil sanki içgüdüsel bir biçimde dile getiriyordu.<br />

Yani Sait Faik’i okuduğumuzda büyük bir<br />

entelektüel ile karşı karşıya olmadığımızı hemen<br />

görürüz. Ama o hayatın içinden geliyordu. Kimi<br />

yazar vardır Balzac gibi hayata gider yazdığı eserlerle,<br />

kimi yazarlar vardır Sait Faik gibi hayatın<br />

içinden gelir. Sait Faik hayatın içinden geliyordu,<br />

ama olağanüstü yaratıcı gücüyle ve ileriyi görüşüyle<br />

bizim için bir başlangıç noktası oldu.<br />

R. K.: Yani sade bir söylemle sıradan bir insanı<br />

anlatması. Tabii bu hayattan gelme biraz da Yunus<br />

Emre’yi hatırlatıyor bize. Tabii Yunus Emre’nin de<br />

sizin üzerinizde çok büyük etkileri var. Gerek yazı<br />

hayatınızda gerek şiirlerinizde gerekse öykülerinizde.<br />

Siz Mavi hareketi içinde de bir süre bulunuyorsunuz.<br />

Manifestosunu falan yazıyorsunuz. Ve<br />

diyorsunuz ki erken yazmaya başlamamın sebebinde<br />

mutsuz bir çocukluk dönemi var. Çünkü o<br />

dönem II. Dünya Savaşı yoksulluğuyla, bütün sıkıntılarıyla<br />

bütün Türkiye’yi bütün dünyayı saran<br />

bir felaket. Diyorsunuz ki çünkü o dünyada yaşayamayan<br />

bir çocuk o dünyadan kaçmak ister. Yazı<br />

bir kaçış mı oldu böylece sizin için? Yani şiirden<br />

çok öyküye yönelmeniz bir kaçış mı acaba?<br />

F. E.: Kaçış, diyemem, ama bir yerde söyledim<br />

ya da yazdım: en dayanılmaz yalnızlık çocuk yalnızlığıdır.<br />

Ramazan Bey’in söylediği gibi ben çocukluğu,<br />

ilk çocukluğu, savaş yıllarında yaşadım.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

O yılları yaşamamış insanlara o günün yoksulluğunu<br />

ve yoksunluğunu anlatmak çok güçtür. Ben<br />

bir memur çocuğuyum, İstanbul’da doğdum. Çok<br />

fazla şikâyete hakkım olduğunu da zannetmiyorum,<br />

ama insan yalnız kendi yaşamını değil çevresinin<br />

yaşamını da paylaşır. Yalnız kendi yoksulluğunu<br />

değil, o insanların da yoksulluğunu paylaşır,<br />

görür, tanık olur ve onlar derin izler bırakır bir<br />

çocuğun üzerinde özellikle. Öylesine bir yalnızlık<br />

söz konusuydu ki yoksullukla birlikte, bir okuma<br />

tutkusu beni o dünyanın içine alıp götürüyordu.<br />

Bir gün bir lisede yaptığım, pek böyle toplantılara<br />

ben katılmıyorum ama çocuklar, orta öğretimden<br />

çağırdıkları zaman da onlara karşı koyamıyorum.<br />

İki yıl önce bir lisede yaptığım konuşmada bu okumayla<br />

ilgili, o yıllardaki okumayla ilgili bir örnek<br />

verdim. O yıllarda bugünkü gibi poşetler yoktu.<br />

Benim yaşıma yakın olanlar hatırlarlar gazete kâğıtlarından,<br />

kitap kâğıtlarından kesekâğıtları yapılırdı.<br />

Unlu hamurla yapıştırılırdı. Ve onun içine<br />

domates, patates… Her şey onun içine konulurdu.<br />

Bizim evimize o kesekâğıtları geldiğinde ben o<br />

kesekâğıtlarını açar yırtılmadan o kesekâğıtlarını<br />

okurdum. Bunu çocuklara söylediğimde gördüm.<br />

Karşımda hiçbiri hiçbir şey anlamadı. Yani bunun<br />

ne kadar derin bir anlamı olduğunu anlamadılar.<br />

Haklıydılar, çünkü öyle bir dünyadan gelmiyorlardı.<br />

O aşılmıştı Türkiye’de, hayal edilmesi bile güçtü.<br />

Babama borçlu olduğum belki en önemli şey,<br />

mahallede bir kitapçı vardı. O zamanlar kiralık kitap<br />

verilirdi. Gecesi beş kuruş yahut on kuruş hatırlamıyorum.<br />

O kitapçıya babam benim istediğim<br />

kadar kitap kiralayabileceğimi, parasını kendisinden<br />

alacağını söylemişti. Ben de gündelik beş kuruşsa<br />

eğer bir günde iki kitap okuyayım, gene beş<br />

kuruşa gelsin diye iki kitap okurdum. İlk okumalarımı<br />

tabii ki hatırlamıyorum ama çok kötü kitap<br />

okumadığımı söyleyebilirim. Çok erken yaşlarda<br />

Rus klasiklerini okudum. Dostoyevski’yi, Gogol’ü,<br />

Tolstoy’u, Çehov’u. Ve ortaokul son sınıfta ve lisenin<br />

başlarında da Varlık yayınlarını tesadüfen keşfettim.<br />

Bir liraya kitaplar basıyordu Yaşar Nabi. Ve<br />

yaklaşık olarak modern edebiyat diyelim, modern<br />

edebiyata da o kanalla girdik. Yerli yazarlarımızı,<br />

başta Sait Faik olmak üzere, hem de yabancı yazarları<br />

yayınlıyordu Yaşar Nabi Bey Varlık yayınları<br />

arasında. Yani Hemingwayleri, Steinbeckleri,<br />

küçük Dostoyevskileri. Çünkü iki liralık kitap ba-<br />

240<br />

samıyordu satamam diye. Dolayısıyla iki liralık kitap<br />

ne demek? İki yüz sayfalık kitap demek. Hayır,<br />

bütün kitapları, onun için Sait Faik’in kitapları hep<br />

küçük kitaplardır. Seksen sayfa, yetmiş beş sayfa,<br />

doksan iki sayfa. Öyleydi durum. Sorunuza dolaylı<br />

bir yanıt verdim. Ama kaçma değil, hayır, tam tersine<br />

yaşamın içine bir yolculuktu benim için yazmak.<br />

Ve hep öyle oldu.<br />

R. K.: Tabii siz Paris’te uzun yıllar kaldınız. Resim<br />

eğitimi, sanat tarihi eğitimi de aldınız. Tabii<br />

bu eğitimin sizin öykülerinizde izlerini bulmak<br />

mümkün. Orada ve daha sonra Kafka’yla Çehov’u<br />

tanıdınız Dostoyevski’den sonra. Bunların sizin<br />

üzerinizdeki bu durum öykücülüğü bakımından<br />

etkisi ne oldu?<br />

F. E.: Şimdi insanoğlunun yaşadığı bazı gerçekler<br />

vardır. Onlar sizi değiştirir. Bir günde değişirsiniz.<br />

Artık aynı insan değilsinizdir. Ama bu aynı<br />

zamanda elinize aldığınız bir kitapla da gerçekleşebilir.<br />

Bu anlamda, bendeki ilk olumlu anlamda<br />

değişiklik, beni başka bir yerlere götüren, içinde<br />

bulunduğum yerden alıp başka bir yere götüren<br />

ve bana yeni yolların da mümkün olduğunu gösteren<br />

Sait Faik oldu. Sait Faik’ten sonra, saydığınız<br />

yazarları da çok erken yaşta okudum. Kafka’yı da,<br />

Çehov’u da. Çehov tabii çevrilmişti. Hasan Âli’nin<br />

Millî Eğitim Bakanlığı klasikleri içinde hemen hemen<br />

bütün Çehov’lar çevrilmişti. Ve o kitaplar bizim<br />

öğrenci bütçemizle alabileceğimiz ucuzlukta<br />

kitaplardı. Tüm öyküleri üç cilt halinde çevrilmişti.<br />

Oyunları çevrilmişti. Bozkırda adlı uzun öyküsü<br />

çevrilmişti. Kafka geç çevrildi. Yani görece geç<br />

çevrildi. Zaten dünyada da geç keşfedilmiş bir yazardır.<br />

Ama onu da, yani on sekiz on dokuz yaşında<br />

hatmettim diyemem ama keşfetmiştim. Sait<br />

Faik’ten sonra benim üzerimdeki en büyük etki,<br />

bende bir değişim sağlayan etki Kafka oldu. Her<br />

zaman söyledim. Kitaplarım yabancı dillere çevrildiğinde<br />

çıkan yazılarda hep Kafka’nın adı geçer.<br />

Ama ben bundan onur duyarım. Keza benimle ilgili<br />

yapılan tezlerde de, genel olarak karşılaştırmalı<br />

edebiyat tezlerinde, hep Kafka’yla anmışlardır<br />

beni. Gerçi ben Kafka gibi, Kafka türü bir yazarım<br />

belki ama Kafka’nın izinde giden bir yazar değilim.<br />

Çünkü bende özellikle Hakkâri’de Bir Mevsim’den<br />

sonra çok belirgin bir şekilde gelişen bir gerçeklik<br />

duygusu vardır. Kafka’da bu hiç yoktur. Gerçekliğin


içinde eğer bir fantezi, bir düş varsa o bende vardır,<br />

ama Kafka’nın dünyası başka bir dünyadır. Bu<br />

dünyanın içindeki bir dünyadır ama bu dünya değildir.<br />

Böyle bir ayrımın altını tabii çizmek lazım.<br />

Hoş Kafka öyle bir, bugün ne diyorlar, isim ki…<br />

Marka diyorlar bugün değil mi bu tür şeylere?<br />

R. K.: Kafkaesk.<br />

F. E.: Terbiyesizce marka diyorlar bunlara. Efendim<br />

hatta bazen okumalara da tüketmek diyorlar.<br />

Dostoyevski’yi tüketmek diyorlar, nasıl tüketiyorsa.<br />

Kafka, evet böyle bir isim -damga diyelim,<br />

marka demeyelim- böyle bir damga. Biraz aykırı<br />

biraz gerçekçilik dışı, biraz fantastik öge taşıyan<br />

hemen hemen tüm eserlere, çevrildiği zaman<br />

başka bir dile Türkçe yahut Farsça yahut Bulgarca,<br />

Yunanca hemen sıfat Kafkaesk’tir. Ama doğru<br />

bir şey değil bu.<br />

R. K.: Şimdi efendim tabii okuduğunuz yazarların<br />

sizdeki etkilerinden bahsettik. Bir de hani<br />

dediniz ya insan değişiyor, insanı bazen kitaplar<br />

değiştiriyor, bazen sözler değiştiriyor, bazen de<br />

durumlar değiştiriyor. Yani gördüğünüz gerçeklik<br />

değiştiriyor. Sizin bir Hakkâri yolculuğunuz var.<br />

Askerlik yapmak üzere Paris’ten geliyorsunuz.<br />

Gerçekten ondan sonra sizin hem öykülerinizdeki<br />

tematik anlatı değişiyor, hem gerçeği sorgulamanız,<br />

yaklaşımınız değişiyor. Bunu kısaca anlatabilir<br />

misiniz? Çünkü ondan sonra küçürek öykülere geçeceğiz.<br />

Buyurun lütfen.<br />

F. E.: Şimdi bir yazarın okumasıyla yazar olmayan<br />

bir insanın okuması arasında tabii bir fark<br />

vardır. Bir yazar herhangi bir kitabı okurken -biraz<br />

da çok hoş bir şey değildir bu ama- bir yazar olarak<br />

okur. Yani ille de ondan bir şey öğrenmek için<br />

değil ama demek ki böyle de yazılıyormuş dersiniz<br />

ve metnin lezzetini bir yerde kaçırırsınız kimi<br />

zaman. Çünkü orada aradığınız artık sizin işinize<br />

yarayacak olan ögelerin altını çizmektir. Bundan<br />

da kaçınmanın olanağı yoktur. Dolayısıyla böyle<br />

de yazılabilirmiş deyip bende iz bırakan yazarları<br />

Sait Faik başta olmak üzere Kafka’yı ve tabii zihinsel<br />

etkilenme açısından da gerçeküstücüleri ve<br />

varoluşçuları saymam haktanırlık olur. Yani bunların<br />

arasında ilk kez elime aldığımda dünyamı şaşırdığım<br />

yazarlar ve şairler vardır. Rimbaud gibi,<br />

Lautremont gibi… Yunus’u saymıyorum, çünkü<br />

241<br />

çocukluğumdan beri evde ilahileri ile büyüdüğüm,<br />

sanırım ki Türkçemin oluşmasında birinci dereceden<br />

etkili, dünyanın en büyük ozanlarından biridir,<br />

ama o bizdendir. Onun için onu saymıyorum.<br />

Bir de insanların yaşadığı anlar vardır insanları<br />

değiştiren. Bu bir aşk olabilir, bu bir yakınınızın<br />

ölümü olabilir, bu doğan bir çocuğunuz olabilir.<br />

Ben bu anlamdaki değişikliği ki ikinci doğumum<br />

derim Hakkâri’ye gittiğimde yaşadım. Hakkâri’ye<br />

uzun bir Paris ikametinden sonra, hemen hemen<br />

İstanbul’da birkaç hafta kalıp doğrudan doğruya<br />

tayin oldum. Hakkâri’ye gittim. Hakkâri’deki o<br />

dönemin valisi dedi ki bana “Siz Paris’ten geliyormuşsunuz,<br />

size Paris ile kafiyeli bir köy bulduk:<br />

Pirkanis. Paris – Pirkanis. Orda yabancılık çekmezsiniz.”<br />

dedi.<br />

R. K.: İsabet olmuş yani…<br />

F. E.: Bir anlamda evet, isabet. Tehlikeli bir isabet<br />

ama isabet. O dönemin Hakkâri’si bugünün<br />

Hakkâri’si değildi. Terör olayları yoktu, ama yoksulluk<br />

diz boyuydu. Tabii ki telefon, elektrik, yol,<br />

hiçbir şey yoktu ve Paris’le kafiyeli olan Pirkanis<br />

köyü o yörenin en yüksek köyü idi. Dolayısıyla<br />

Hakkâri’den otobüsle bir jandarma karakoluna<br />

gelip ondan sonra ordan bir katır veya at bulup -ki<br />

ilk kez ata biniyordum- o köye tırmanmak gerekiyordu.<br />

Yolumun üzerinde beş köy vardı, benimki<br />

sonuncuydu. Ama bir insanoğlunun dediğim gibi<br />

her zaman ille bu deneyimleri, değişimleri aşkla,<br />

doğumla, ölümle olmaz. Bir de tıpkı Kafka’nın eserini<br />

okuduğumda “demek böyle yazılıyormuş” dediğim<br />

gibi Hakkâri’deki on üç haneli Pirkanis köyüne<br />

gittiğimde de “demek ki böyle yaşanıyormuş”<br />

dedim. İlaçsız, doktorsuz, yolsuz, ışıksız… Bütün<br />

bir kış boyu iletişim imkânı yok. Demek böyle de<br />

yaşanıyormuş, dedim, ben yaşadığıma göre.<br />

R. K.: Şairlere böyle ortamlar çok romantik görünür<br />

ama…<br />

F. E.: Ama değil gerçek. Ve orada, o insanların<br />

hayatına baktığımda -idealleştirerek söylemiyorum,<br />

tam tersine- benim değil tanıdığım, düşlememin<br />

bile imkânı olmadığı yaşam koşulları<br />

içinde hayata egoistçe sarıldıklarını ve bizim hiç<br />

düşünmediğimiz, kendi aralarında hatta aile içinde<br />

bambaşka ilişkiler içinde olduklarını gördüm.<br />

Yani bir örnek vermek gerekirse: Alaaddin diye<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

bugün bile hatırladığım bir öğrencim vardı, kavruk<br />

bir çocuk, iki günde bir yok, gelmiyor okula. Ben<br />

de kalkıp evine gidiyorum. Babası evde. “Nerede<br />

Alaaddin?” Kar yağmıyorsa eğer koyunları alırlar<br />

otların olduğu koyaklara götürürlerdi. Yani kurda<br />

yem olmak için oğlunu gönderiyordu, kendisi<br />

gitmiyordu. Başlangıçta bunu yadırgadım, kızdım<br />

ettim ama orada insanî bir duygu aramanın yanlış<br />

olduğunu sonradan anladım. Çünkü aileyi idame<br />

ettirecek olan babaydı, anlatabiliyor muyum? Bunun<br />

tabii ki düşünsel planda analizini yapıp bunu<br />

yapmıyordu, ama içgüdüsel olarak bunun böyle<br />

olduğunu biliyordu. Dolayısıyla ben Hakkâri’den<br />

değişmiş, yeniden doğmuş biri olarak döndüm ve<br />

dünyaya, insanlara başka bir gözle bakmaya başladım.<br />

Bu da ister istemez yazdıklarımı etkiledi.<br />

R. K.: Efendim gerçekten 64’ten sonra tabii<br />

64’lerin Hakkâri’sini düşünürsek o zamanki Türkiye<br />

genel olarak ki savaş sonrası yoksulluğun ve<br />

yıkımın etkisini uzun süreler atlatamadı. Bu dönüşümden<br />

sonra sizin öykülerinizde tematik olarak<br />

çok derin bir dikey boyutta bireyin dünya ile olan<br />

yüzleşmesi, kendisi ile olan yüzleşmesini konu<br />

ediniyorsunuz. Aynı zamanda özellikle 60’tan<br />

sonraki öykülerinizde kısa öyküden yavaş yavaş<br />

küçürek öykülere doğru bir yönelim başlıyor. İşte<br />

Doğu Öyküleri 51 yılında yayımlandı. Dört kısa, on<br />

yedi küçürek öykü var. İşte Deniz, İşte Maria’da beş<br />

kısa, otuz küçürek öykü var. Do Sesi, <strong>20</strong>02’de, elli<br />

dokuz küçürek öykü var. Yani sizin anlatı dünyanızda<br />

küçürekleşen bir anlatı düzlemine doğru bir<br />

kayma var. Bu gerçekten bir eğilim mi? Yani çağımız<br />

anlatı dünyasının bir eğilimi mi? Hani modern<br />

insanın zamansızlığı, yurtsuzluğu, iletişimsizliği…<br />

Bunu duyması ve bunu anlatmaktaki bu zamansızlığın<br />

bir ifadesi mi, yoksa başka sebepleri de<br />

var mı?<br />

F. E.: Bunun benim açımdan tek sebebi benim<br />

yazarlığımla ilgilidir. Ben ilk öykülerimde yani ilk<br />

öykü kitabım uzun bir öyküdür, beş bölümden<br />

oluşan uzun bir öyküdür Kaçkınlar. Onu izleyen<br />

Bozgun’da -Paris’te yazdığım, <strong>19</strong>60’da- da o zamanlar<br />

minimalist yahut küçürek demediğimiz,<br />

ama küçük metinlerden oluşan birçok -öykü diyemiyorum<br />

onlara- metin vardır.<br />

R. K.: Anlatı.<br />

242<br />

F. E.: Anlatı vardır. Daha sonra da o tür küçük<br />

öyküler yazdım. Fakat özellikle, sizin küçürek, benim<br />

bir dönem minimalist dediğim -ama yavaş<br />

yavaş ben de küçüreğe alışmaya başladım- öyküler<br />

özellikle <strong>19</strong>76’dan sonra yani bu Hakkâri’de<br />

Bir Mevsim’i yazdıktan sonra gündeme geldi ve<br />

<strong>19</strong>90’dan sonra ağırlık kazanmaya başladı. Nedir<br />

küçürek öykü? Az evvel sorular sordular size<br />

küçürek öyküyle ilgili. Bir hocanın sözünü ettiği<br />

“sınırlarını çizmek, kurallarını koymak” doğrudur.<br />

Bir edebiyat tarihçisi için bu gerekebilir, çünkü işlerini<br />

kolaylaştırır. Ama böyle bir kuralın yaygın,<br />

bir başkası tarafından kullanabilecek bir kuralın<br />

varolduğunu zannetmiyorum. Hiç mi kuralsız?<br />

Hayır. Ramazan Bey’e hep söylemişimdir, böyle<br />

küçürek öykü yazan birçok genç yazarın bilmediği<br />

bu: mutlaka bir kural sizin kendi kendinize koymanız<br />

lazım. Bu kurallar, bir iki tanesini açıklayayım<br />

isterseniz, ben yazarken örneğin derim ki Otuz iki<br />

sözcükle yazacaksın bu öyküyü, bir sözcüğü hiçbir<br />

zaman ikinci kez kullanmayacaksın, sadece iki fiilin<br />

olacak. Çünkü eğer bu kurallarınızı koymazsanız<br />

bunun tersi de olur, yazmak eyleminde yaptım,<br />

eğer hiçbir kuralınız olmazsa olmaz. Tıpkı Garip<br />

şiirinin ayaksız, uyaksız olduğunu görüp ben de<br />

bunu yazarım diyen ya da Picasso’nun eğri büğrü<br />

figürlerine bakıp, efendim, bunlardan daha iyisini<br />

ben de yaparım, diyen Kenan Evren’e dönersiniz.<br />

Orada bir kural var da o kuralı siz bilmiyorsunuz.<br />

Orada kural olmaz olur mu? Şimdi burada benim<br />

yazdıklarımda kendi kendime koyduğum gizli kurallar<br />

vardır. Bunu bir başkasının, bir edebiyat<br />

eleştirmeninin görmesinin imkânı yok ve ayrıca<br />

görmesi gerekmiyor, ama tümüyle kuralsız olmaz.<br />

Ben <strong>19</strong>90’dan sonra yazdıklarıma minimalist<br />

öyküler adını verdim. Biliyorsunuz Türkiye’deki<br />

sanat akımları hep dışardan gelmiştir. Özellikle<br />

Fransa’dan gelmiştir, gerek resimde gerek edebiyatta.<br />

İlk defa Türkiye’de ben minimalist dedim<br />

bu öykülere ve bir yıl sonra Fransa’da minimalist<br />

yazarlar çıkmaya başladı. Benim minimalist dediğimi<br />

duydukları için ya da o öykülerin hemen<br />

Fransızcaya çevrildiği için değil, ama böyle ortak<br />

şeyler vardır, havalar vardır ve birbirinden habersiz<br />

yazarlar ve çizerler aynı anda, çoğu kez aynı<br />

şeyi yaparlar. Sanat tarihinde de bunun örnekleri<br />

çoktur. Mesela resim alanında Empresyonistler<br />

aynı şeyi yapıyorlardı ama Empresyonizm adı


verilmemişti ve birbirlerinden birçoğunun haberi<br />

yoktu. Kimisi Fransa’nın güneyindeydi kimisi kuzeyinde<br />

kimisi Paris’teydi. Birbirlerinden hiç haberleri<br />

yoktu. Ama bir baktılar ki resim dili değişmiş<br />

ve hepsi aynı resim dilinden, yeni bir resim dilinden<br />

bahsediyorlar. Edebiyatta da bu olmuştur.<br />

Büyük gerçekçilik akımı gibi. Bir yerden bir yere,<br />

Fransa’dan İngiltere’ye tabii her biri kendi öznel<br />

koşulunda ve kendi ulusal duygu ve düşüncelerini<br />

kapsayan eserler ortaya koymuşlardır ama sanat<br />

dili ve anlayışı olarak, nazariye olarak aynıdır bunlar.<br />

R. K.: Yani Modernizm’in bu zamansızlığının da<br />

bir etkisi yok mu? Yani bir arz talep meselesi…<br />

F. E.: Arz talep meselesi olduğunu zannetmiyorum.<br />

Modernite ile ilgisi olduğu tabii ki kesin.<br />

Çünkü resimde var, ben zaten minimalist sözcüğünü<br />

resim alanından ödünç aldım. Ama resimdeki<br />

minimalistle benim yaptığım minimalizm aynı<br />

şey değil. Resimdeki minimalist renk yok, biçim<br />

yok. Hatta daha evvel kullanılmış bazı eşya, kâğıt,<br />

karton parçalarını yan yana getirip özellikle<br />

küçük boyda resimler -ona İtalyanlar Arte Povera<br />

de Yoksul Sanat diyorlar- öyle bir şey. Benimkinde<br />

anlam zenginliğinin olduğunu sanıyorum, en azından<br />

onun için çalışıyorum.<br />

R. K.: Şimdi efendim bu küçürek öykülerinizdeki<br />

bireyin kendiyle ve dünyayla yüzleşmesini içeren<br />

çok metinleriniz var, anlatılarınız var ve bunların<br />

bazıları tamamlanmamış izlenimi uyandırıyor.<br />

Mesela Çığlık’ta yirmi bir öykünün on tanesi tamamlanmamış.<br />

Yani okuyucuda da bu ilgi var. Siz<br />

yazmanın paylaşmak olduğunu söylüyorsunuz,<br />

acaba okuyucu tamamlasın, böyle bir paylaşma<br />

mı bekliyorsunuz okuyucudan? Ya da sizin okuyucularınız,<br />

donanımlı okuyucular mı olmalıdır ki<br />

sizin aslında o varoluşçu düşüncenin etkisiyle yazdıklarınızı<br />

tamamlasın.<br />

F. E.: Çığlık’ta ilk kez böyle bir şey yaptım. Küçürek<br />

öyküler onda da vardı, daha adı konmamıştı.<br />

Çığlık’ta böyle bir şey yaptım, kaçını olduğunu siz<br />

söylediniz.<br />

R. K.: On tanesi.<br />

F. E.: On tanesi… Sonra kitabın sonuna bir not<br />

düştüm dedim ki bunları ben tamamlamadım<br />

243<br />

bunları isteyen tamamlayabilir, geliştirebilir...<br />

R. K.: Hatta alıp kullanabilir.<br />

F. E.: Alıp kullanabilir, kendi adına imzasını atabilir,<br />

film yapabilir, tiyatro yapabilir. Ve bazılarını<br />

tanıdım, şimdi onlar da yazar. Adları vermeyeyim<br />

ama onlardan bazı şeyler geldi bana. İşte şunu aldım,<br />

böyle yaptım vesaire... Bu bir tür balıkçı deyimi<br />

ile zokaydı, o öyküleri geliştirmenin imkânı<br />

yoktu, o öyküleri devam ettirmenin imkânı yoktu<br />

ve onlar da geliştirememişlerdi. Bunu nerden biliyorum?<br />

Hep aynı kişilerden bahsediyorum, aynı<br />

yazarlardan. Kafka’nın günlüklerinde ve bazı defterlerinde<br />

böyle küçük, bitirilmemiş öyküler vardır.<br />

Ben bir dönem onların aralarından yani iki<br />

satırlık, üç satırlık, bir paragraflık en uzunu, öykü<br />

kitaplarına almadığı, bir tür belli ki not olarak sanki<br />

düşmüş olduklarını alıp öyküye çevirmek istedim,<br />

yazmak istedim. Bu çok zor bir şey değildi.<br />

Çünkü Kafka’nın öyküleri biliyorsunuz ilk bakışta<br />

her yerde geçer. Özel olarak <strong>19</strong>00’lerin başındaki<br />

Almanya yahut Çekoslovakya yahut Prag değildir,<br />

belki öyledir ama bunu kimse okumaz, yani metinde<br />

açık açık okumaz. Dolayısıyla bir de yakınlığım<br />

olduğunu düşündüğüm için oradan parçalar aldım<br />

ve öyküleştirmeye çalıştım. Hiçbirini başaramadım,<br />

çünkü onlar kendi içinde bitmişlerdi ve sonradan<br />

gördüm ki eğer bitmemiş olsalardı zaten<br />

Kafka bitirirdi onu. Ferit Edgü’ye ihtiyacı yoktu.<br />

R. K.: Yani sizin metinleriniz bitmiş metinlerdi<br />

ama...<br />

F. E.: Bitmiş metinlerdi ama birisi çıkıp bambaşka<br />

yerlere doğru çekebilirdi ama… Sekiz on kişi<br />

aralarında senaryo yapanlar da oldu ama olmadı<br />

başaramadılar.<br />

R. K.: Dün tabii metinlerarasılıkla ilgili birkaç<br />

tebliğ vardı. Aslında bu konudan da ayrıca değerlendirme<br />

yapılabilir. Sizin son bir anlatınız çıktı<br />

Yaralı Zaman. Bir doğu yolculuğundan notlar, diyorsunuz.<br />

Doğrusu ben onu bir roman gibi okumak<br />

istedim, fakat ayrı bir özelliği vardı anlatının.<br />

Anlatı, diyorum çünkü her sayfa bir küçürek öykü,<br />

Yaralı Zaman’ın her sayfası bir küçürek öykü.<br />

Fakat bu küçürek öykülerin toplamı bir bütünün<br />

parçası yani her sayfayı bir küçürek öykü olarak<br />

da değerlendirebilirsiniz. Fakat bunlar bir roman<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olarak, bir anlatı bütünlüğü olarak da tahlil edilebilir.<br />

Bu bir tarz mı? Yani yeni anlatılarınızı böyle<br />

mi kurgulayacaksınız? Bunu açıklar mısınız?<br />

F. E.: Onu bilmiyorum. <strong>19</strong>90 yılında Berlin kentine<br />

davetliydim bir yıl için ve orada bir roman<br />

yazmaya oturdum. Çünkü davetliydik, ekmek elden<br />

su gölden yaşıyorduk orada. Rahat bir ortam<br />

vardı, çalışma olanakları çok genişti. Bir roman<br />

yazmaya başladım. Bu roman da yine Hakkâri’de<br />

geçiyordu. <strong>19</strong>96 yılında hatırlayacaksınız Halepçe<br />

kıyımı yaşandı o bölgede yani Saddam biliyorsunuz<br />

Irak Kürtlerinin çok büyük bir bölümünü gazla<br />

öldürdü. Türkiye büyük bir konuseverlik göstererek<br />

sınırlarını açtı ve oradan kaçanlar Türkiye’ye<br />

geldiler. Bu insanlık dramı sırasında ben bir gazetemize<br />

bir haber gönderdim. O yöreyi bilen, bildiğini<br />

zanneden bir insan olarak dedim ki “ben oraya<br />

gitmek istiyorum ama sizin göndermeniz koşulu<br />

ile”. Çünkü Hakkâri’ye gidiyorum deyip gitmenin<br />

o dönemde imkânı yoktu. Eksik olmasınlar bana<br />

yanıt verme gereği duymadılar ve başka bir yazarı<br />

gönderdiler oraya. Ama Halepçe benim hep buramdaki<br />

acılardan biridir. Fotoğraflarını gördüm,<br />

sakladım, orayla ilgili çıkan haberleri okudum vesaire.<br />

Filmleri gördüm… Ve romanın ekseninde<br />

Halepçe’yi görmek istiyordum. Ama ben -şimdi<br />

anlamışsınızdır- gerçekçi bir yazar değilim, ama<br />

bazı gerçekleri gerçekçi olmadan anlatmak daha<br />

kolaydır, en azından daha büyük etki sağlayabilirsiniz.<br />

Daha açık bir deyişle “gerçekçi olmadan<br />

gerçekçi olmak”. Ve klasik bir roman tasarladım<br />

ve klasik bir roman yazdım. Bir dostum var bana<br />

bir gün çok imreniyorum sana dedi. Niçin dedim.<br />

O resim yazıları yazıyor. Sen dedi, böyle yazıyorsun,<br />

ooh. Ben böyle okuyorum dedi, böyle su içer<br />

gibi. Dedim ki sana bunun yolunu öğreteyim çok<br />

kolaydır. Nedir, dedi. Otuz defa yaz otuz birincisi<br />

öyle olur dedim. Dolayısıyla masanın başına oturup<br />

o küçürek öykü dediğiniz öyküler dâhil olmak<br />

üzere -bir anda çıkanlar vardır yalan söylemeyeyim<br />

ama çok sayıda değildir onlar- çalışarak olur<br />

bu efendim. O romanı da üç kez yazdım. Romanın<br />

adı da Zap’tı. Hakkâri’nin ünlü akarsuyunun adını<br />

verdim ona, fakat yayınlamadan önce -Türkiye’ye<br />

döndükten sonra bitirdim- okudum. Bu herhangi<br />

bir roman, bildiğimiz herhangi bir roman. Bunca<br />

zaman biz sözüm ona modernist ve avangart bir<br />

244<br />

edebiyat yapmaya çalışıyoruz. Yazılmaz değil ama<br />

niçin diye sordum kendi kendime okuyucudan evvel.<br />

Ve madem dedim o küçürek öyküleri de yazıyorsun,<br />

küçürek bir roman yazılabilir mi? Şimdi<br />

siz söylediniz Hakkâri’de Bir Mevsim de aslında<br />

böyle oluşmuştur, bölümlerden oluşmuştur. Her<br />

bölümü aşağı yukarı bir öykü olarak okuyabilirsiniz<br />

fakat baştan sona birbirine bağlanırlar. Orada<br />

kişiler vardır, zaman vardır yani bir romandır o.<br />

Dedim ki tümüyle o roman yapısını bozsak, çünkü<br />

bugün yazılan romanları okuduğumda büyük bir<br />

çoğunluğunun Türkiye’de ve yurtdışında yazılan,<br />

-büyük bir kriz yaşıyor çünkü edebiyat- niçin yazıldığını<br />

ben anlamakta güçlük çekiyorum. Ya da<br />

anlıyorum: roman bugün en çok okunan tür, medyanın<br />

ilgisini çekiyor. Herhangi bir konuda, özellikle<br />

güncel konularda eğer romanın içine onları<br />

sokuşturuyorsanız o ilgi alanı daha da büyüyor.<br />

Herkes ondan bahsediyor hele biraz da böyle bir<br />

ikircikli konuları yapıyorsanız devlet de onunla ilgileniyor,<br />

hâkimler de onunla ilgileniyor, davalar<br />

açılıyor filan… Hoş bir şey. Satılıyor, para getiriyor,<br />

meşhur oluyorsunuz ama onun dışında “neden<br />

yazıldı?”. Elime aldığım bir kitabın neden yazıldığını<br />

anlamakta ben gerçekten güçlük çekiyorum.<br />

Bir defa daha belirtiyorum yalnız Türkiye’den<br />

bahsetmiyorum. Dünyada böyle dönemler olabilir<br />

ki dünya böyle bir dönem yaşıyor. Çorak bir<br />

dönem yaşıyoruz şimdi bu edebiyatta da böyle,<br />

resim alanında da böyle, sinemada da böyle, müzikte<br />

de böyle. Bir gün ne zaman, nerede yeni bir<br />

şey ortaya çıkar bilmiyoruz; çünkü biz -yani <strong>19</strong>50<br />

kuşağı diyorum- dâhil olmak üzere <strong>19</strong>. yüzyıl büyük<br />

gerçekçi edebiyatın dünyadaki ve <strong>20</strong>. yüzyıl<br />

büyük Modernist edebiyatın mirasçılarıyız. Ben<br />

beklerdim ki bizden sonra gelenler de bizlerin ve<br />

onların mirasçıları olsun. Öyle olmadı, onlar kötü<br />

bir edebiyatın mirasçısı olarak ortaya çıktılar ve<br />

roman yaratmaya değil, roman üretmeye başladılar.<br />

Bu beni rahatsız ediyordu; oraya doğru acaba<br />

meyil mi ediyorum diye. Sonunda dedim ki bunun<br />

içindeki özü acaba nasıl alabilirim? Ortaya Yaralı<br />

Zaman çıktı.<br />

R. K.: Yaralı Zaman’ın böyle bir arka planı olduğunu<br />

doğrusu öğrenmemiz iyi oldu. Teşekkür<br />

ediyoruz. Son olarak dil için insanîliğimizin açıldığı<br />

yer, diyorsunuz ve Türkçe yazmak, Türkçe dü-


şünmekten ve yazarın kendi dilini yaratmasından,<br />

bahsediyorsunuz. Bu kadar kısa metinlerde yazarın<br />

hem düşünmesi hem kendi dilini yaratması<br />

büyük sorunlar getirmiyor mu? Ne gibi sorumluluklar<br />

yüklüyor yazara?<br />

F. E.: Şimdi benim yaşadığım en büyük acı bugün<br />

Türk dilinin durumudur. Biz, az önce sözünü<br />

ettiğim gibi, birtakım yazarlardan birtakım şeyleri<br />

miras aldık. Bu aldığımız mirasın başında Türk dili<br />

gelir. Bizden önceki kuşak, arılaştırma dediğimiz<br />

Türkçenin ana yapısına, ana köklerine ve zenginliğine<br />

giden yolu açtılar ve bu dili işlemeye başladılar.<br />

Bu <strong>19</strong>50’lere doğru 45’lerden sonra tam<br />

anlamıyla başlamıştır. Ondan evvel <strong>19</strong>35’lerde<br />

40’lardaki daha sonra Türkçeye gönül veren yazarların<br />

yazılarını da okursanız bu yoktur onlarda,<br />

Nurullah Ataç da dâhil olmak üzere. Biz onlardan<br />

bu dili miras aldık ve o dile birinci dereceden, benim<br />

kuşağımın bütün yazarları, önem verdik ve o<br />

dili işledik. O kadar işledik ki o dil Türkiye’de daha<br />

evvel çevrilemeyen eserlerin, düşünce eserlerinin<br />

çevrilmesine yol açtı. Bugün artık Türkçeye hâkim<br />

bir çevirmenin çeviremeyeceği hiçbir felsefî,<br />

sosyolojik, etnolojik eser yoktur. Bunun çok seçkin<br />

örnekleri zaten çeviriler yoluyla Türkçeye kazandırılmıştır.<br />

Gönül isterdi ki bizden sonra gelen kuşak<br />

da bu mirası devam ettirsinler, aynı titizlikle<br />

korusunlar. Ne yazık ki bu gerçekleşmedi. Bugün<br />

gerek medyada gerek ne yazık ki şair ve yazarlarda<br />

bir dil kirlenmesiyle karşı karşıyayız. Dil kirlenmesi<br />

sadece yabancı sözcüklerin kullanılması<br />

anlamına gelmez. Türkçenin varolan ruhunu korumak<br />

ve onu geliştirmektir, onu bu zamanın dili<br />

haline getirmektir. Bugün böyle bir durum yok. Bu<br />

benim en büyük acımdır.<br />

R. K.: Bunu nasıl yapacak genç yazarlar?<br />

F. E.: Biz nasıl yaptıksa öyle. Bir defa dili sevecek<br />

ve dili yazarken bunun bir işçilik olduğunu bilecek.<br />

Bir sözcüğü yazdığı zaman o sözcüğün nereden<br />

gelip nereye gittiğini, çağrışımlarını bilecek. Onun<br />

yanına koyduğu sözcüğün o sözcüğe yakışıp yakışmadığını<br />

bilecek. Kendi sentaksını kuracak, kendi<br />

üslûbunu kuracak, ama Türkçe içinde kuracak,<br />

Türkçe düşünecek.<br />

R. K.: Bunun için tabii çok iyi bir Türkçe dünyadan<br />

beslenmesi gerekiyor. Sizin mesela yazıları-<br />

245<br />

nızda Sait Faik ve Yunus Emre’nin dil anlayışını,<br />

dünya anlayışını görmek mümkün, yani bireysel<br />

olandan evrensel olana gitmek, sadelikteki derinliği<br />

yakalamak bakımından söylüyorum. Tabii ki<br />

bu kaynakları gençlerin takip etmesi lazım. Şimdi<br />

efendim size aslında çok sorularımız olacak ama<br />

arkadaşlarımızdan da soru olabilir diye müsaade<br />

ederseniz söyleşiyi burada tamamlamak, ama<br />

sorular kısmıyla devam edelim, çünkü arkadaşlarımızın<br />

da soruları olacaktır. Sevgili edebiyat<br />

dostları, değerli hocalarım Ferit Edgü Beyle söyleşimizi<br />

burada sonlandırmak durumundayız. Şimdi<br />

sorularınız varsa Sayın Edgü’ye, onları almak istiyorum.<br />

Buyurun efendim, lütfen sorularımız çok<br />

kısa olsun, küçürek sorular olsun.<br />

Soru – Cevap Bölümü<br />

Konuk: Efendim hoş geldiniz demek istiyorum<br />

öncelikle. Ben öykülerde betimleme anlayışını<br />

öğrenmek istiyorum. Şu an da bir gençlik var ve<br />

zoraki betimlemelere doğru gidiyorlar. Sonuçta<br />

bana göre, göl kenarında evi olan bir adamın deniz<br />

kokusunun büyüsünü anlatması çok saçma bir<br />

şey, tabii gölün kötü olduğunu söylemiyorum ama<br />

bir yanlış yaşanmamışlık ve uğraşmayan bir toplum<br />

var, yani yazarlar var genelde, genç yazarlar<br />

bunu böyle yapıyorlar. Hayal dünyaları çok geniş<br />

oluyor ve betimlemeleri çok abartıyorlar yani<br />

genelde dergiler de bunları yayımlıyor. Öykünün<br />

zaten yarısından fazlası betimleme ile geçiyor. Ve<br />

çok gereksiz betimlemeler. Sizden bunu öğrenmek<br />

istiyorum, bunun doğrusu nedir? Betimlemenin<br />

yeri nedir bir öyküde?<br />

F. E.: Teşekkür ederim. Benim öykülerimde betimleme<br />

yoktur, onun için kısadır benim öykülerim.<br />

Betimlemeyi bir edebiyat türü olarak ve romanın<br />

bir ögesi olarak gören çok önemli yazarlar<br />

vardır hatta betimleyerek bir dünya kuran yazarlar<br />

vardır. Bizim dünyamızda, yani bizim Türk hayatımızda<br />

böylesi betimlemelere yani Proust’tan<br />

bahsediyorum böylesi betimlemelere izin verecek<br />

yaşamlar yoktur, bir. İkincisi Türkçe kısa cümle için.<br />

Türkçede Fransızca ve Almancadaki gibi bağlaçlar<br />

yoktur. Bunu yaptığınızda Yakup Kadri’nin dili<br />

gibi bir hayli tutarsız örnekler ile karşılaşırsınız;<br />

ki’lerle, ka’larla, noktalı virgüllerle… Betimlemeler<br />

içinde aynı şeyi söyleyeceğim. Betimlemeler bir<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

peyzaj, bir manzarayı da bir yazar betimler, ama<br />

bu betimlemenin bir anlamının olması lazım. Yani<br />

sadece bir göl, bir manzara yahut bir insanın yürüyüşü<br />

yahut bir evin içini betimlediğinizde bunun<br />

bir anlamı yoktur. Romanın içine girmesi ve işlev<br />

sahibi olması lazım. Bunun belki en iyi örnekleri<br />

Ahmet Hamdi’nin romanlarında vardır. Ama mesela<br />

Sait Faik’te de yoktur betimleme, iki kelime<br />

ile geçer, bende de yoktur betimleme, ama bu bir<br />

yazar tutumudur, kural değil.<br />

R. K.: Şimdi ben bir soru sormak istiyorum Sayın<br />

Edgü’ye tekrar. Şimdi her yazarın öne çıkan bir<br />

eseri vardır, deriz. Yazarla ilgili değerlendirmeler<br />

çoğunluk bu eser etrafında döner. Ferit Edgü’yü<br />

böyle bir tanımlama ile çerçevelemek istersek<br />

eğer Ferit Edgü hangi eserindedir?<br />

F. E.: Şimdi nereye gitsem böylesi yaklaşımlarla<br />

karşılaşıyorum. Gerçekten de bazı romanlar, şiirler<br />

yazarlarının, şairlerinin adını daha çok yaşatıyor.<br />

Orhan Veli’nin Süleyman Efendisi gibi, Yaşar<br />

Kemal’in İnce Memed’i gibi, Sait Faik’in Hişt Hişt<br />

öyküsü gibi, Picasso’nun Guernica’sı gibi o yazarlara,<br />

o şairlere, o ressamlara bir etiket gibi yapışır<br />

ve bundan ne yaparsanız yapın kurtulamazsınız.<br />

Bu sizin en iyi yapıtınız mıdır? Ya da sizi en<br />

iyi okurun bulabileceği, tanımlayabileceği yapıt o<br />

mudur? Kimi zaman odur, ama ondan daha fazla<br />

sizi içeren, okuyucuya sizin hakkınızda bilgi verecek<br />

olan eserler vardır. Benimki de ne yazık ki<br />

diyeceğim ama diyemiyorum, Hakkâri’dir. Nereye<br />

gitsem, Türkiye’de yahut yurtdışında o eserimle<br />

tanınıyorum...<br />

R. K.: Hakkâri’de Bir Mevsim.<br />

F. E.: Hakkâri’de Bir Mevsim. Bunu yıllarca önce<br />

Berlin’de yine böyle bir toplantıda “ne yazık ki” kelimesini<br />

orada kullandım, dinleyicilerden biri kalktı<br />

“ne münasebet ne yazık ki diyorsunuz” meğerse<br />

benden daha fazla seviyormuş Hakkâri’yi, onun<br />

için ne yazık demiyorum ama Hakkâri’dir.<br />

R. K.: Çünkü doğrusu benim kanaatim de odur,<br />

yani Hakkâri’de Bir Mevsim ama bunu sizden duymak<br />

önemliydi. Teşekkür ederim. Buyurun efendim.<br />

Konuk: Neden Paris’te bir mevsim değilde<br />

Hakkâri’de bir mevsim?<br />

246<br />

R. K.: Paris’te altı yedi yıl kaldınız değil mi?<br />

F. E.: Daha fazla kaldım ama şimdi ben Paris’te<br />

kendimi hep bir konuk olarak gördüm, nasıl olsa<br />

bir gün gideceğimi biliyordum. Özellikle Paris’te,<br />

Avrupa’da genellikle, ama Paris’te siz orada kimin<br />

konuğusunuzdur? Fransa’nın yahut Paris’in<br />

değil, Fransız kültürünün, Fransız sanatının konuğusunuzdur.<br />

Alışverişiniz onlarladır ve bu alışverişten<br />

yararlı çıkan sizsinizdir. Aslında bir diyalog<br />

söz konusu değildir, onlara siz bir şey vermezsiniz<br />

oradan alırsınız. Paris’teki hayat benim için<br />

böyle bir hayattı. Dolayısıyla Paris’in kent olarak<br />

benim üzerimde hiçbir etkisi olmadı, ama bir kış<br />

boyu yaşadığım on üç haneli Pirkanis köyünün bu<br />

anlamda bir etkisi oldu, onun için Hakkâri’de Bir<br />

Mevsim.<br />

Konuk: Rasim (Özdenören) Bey’in kendisi ile<br />

yapılan bir söyleşide dile getirdiği bir cümle var:<br />

“Huzurun öyküsü olmaz, mutluluğun öyküsü olmaz.”<br />

Az önceki oturumda da Hülya Hanım vesilesiyle<br />

o cümle tekrar geçti. Ferit Bey Paris’te bulunuyor,<br />

Berlin’de bulunuyor; ama doğu öyküleri var<br />

işte Hakkâri’de Bir Mevsim var, ve Yaralı Zaman’da<br />

Halepçe katliamı var. Acaba Batı, Berlin ve Paris<br />

mutluluk yeri mi? Mekânı mı? Oraların öyküsünü<br />

neden anlatmaz? Arkadaşımız da sordu, neden<br />

Paris’te bir mevsim değil Hakkâri’de Bir Mevsim?<br />

Yani Ferit Bey de mutluluğun öyküsünün olup olmadığına<br />

mı inanıyor? Yani Ferit Bey’e göre mutluluğun<br />

öyküsü olur mu?<br />

R. K.: Teşekkür ederiz. Biz bir önceki oturumda<br />

mutluluğun öyküsünün olamayacağını söylemiştik,<br />

siz ne diyorsunuz?<br />

F. E.: Ben değil Tolstoy söylüyor, “mutlu insanların<br />

romanı yazılamaz” diyor. Bence de öyle,<br />

çünkü mutluluk yaşanılan ve paylaşılan bir şeydir.<br />

Bir acıdır insana yazdıran, yalnızlıktır, anlatabiliyor<br />

muyum? Nazım’ın ünlü bir dizesi vardır, dostu<br />

Abidin Dino’ya hitap ettiği “Mutluluğun resmini<br />

yapabilir misin Abidin?” diyor. Abidin Dino’nun<br />

<strong>19</strong>76’da Ankara’da bir sergisini düzenliyorum.<br />

Çiçek resimleri yapmıştı ve bana “ne olur çiçeklere<br />

isimleri sen ver” dedi. Bir tane çok sevdiğim,<br />

tek renk, kırmızı, düşsel bir lâle resmi vardı ve o<br />

resme “mutluluğun resmi” dedim, Nazım’a cevap<br />

olarak. Abidin kızdı sonra dedi ki “benim haddime


mi düşmüş mutluluğun resmini yapmak.” Mutluluğun<br />

resmi de galiba yapılmaz…<br />

R. K.: Sonra yaptı zannediyorum, değil mi?<br />

F. E.: Yapmadı yapmadı. Efendim mutluluğun<br />

resmi belki olabilir, ama romanı yazılamaz. Şiiri<br />

olur. Çok var. Oktay Rıfat’ın şiirlerini hatırlayalım,<br />

çok güzel mutluluk şiirleri vardır. Nazım’da da vardır.<br />

Bütün şairlerde vardır. Ama romanda olmaz.<br />

R. K.: Yani belki de insan bu yalnızlığını değiştiremiyor,<br />

mutsuzluğunu değiştiremiyor, o değiştiremediği<br />

dünyaya karşı bir tavır geliştirmek<br />

istiyor.<br />

F. E.: Mutluluğun içinde yazmaya iteleyici motor<br />

yok.<br />

R. K.: O bakımdan mutlu insan ne yapar?<br />

F. E.: Yaşasın, mutluluğunu yaşasın.<br />

R. K.: Mutluluğun öyküsü olmaz. Acılardır belki<br />

de insanı… Nebi Hezri’nin çok güzel bir şiiri vardı.<br />

Diyor ki<br />

Dertsiz adam aktarmayın<br />

Tanrım dert çekmeye sabr, dözüm ver<br />

Talihin yolları kıştır, borandır<br />

Dertliler dünyada yarım peygamber,<br />

Dertsizler dünyada yarım insandır<br />

Belki de Haşim bu yüzden “melâli anlamayan<br />

nesle aşina değiliz” diyor. Doğrusu yaşamın başka<br />

yönlerini, derin boyuttaki gerçekliğini bize hüzünler<br />

gösterir, melâl gösterir. Tabii ki kahkaha ezer<br />

geçer. Mutlaka hüzne batmamak şartıyla onu yazmak,<br />

dönüştürmek, dünyayı anlamak derin boyutta<br />

elbette bir gereklilik, itici bir tarafı var Sayın<br />

Edgü’nün söylediği gibi. Başka sorunuz var mı?<br />

Rasim Özdenören: Efendim ben bir katkı sağlamak<br />

istiyorum bu mutluluk konusuna. Benim aslında<br />

söylediğim şey mutluluğun öyküsü yazılmaz<br />

değil, huzurun öyküsü yazılmaz. Burada lütfen bir<br />

kelime oyunu yaptığımı düşünmeyin. Mutluluğun<br />

belki bir öyküsü yazılabilir çünkü mutluluğun içinde<br />

çatışma da söz konusu. Çatışmasının üstesinden<br />

gelen biri mutlu olabilir ve o mutluluk veya<br />

mutluluğa giden yollar pekâlâ dile getirilebilir<br />

247<br />

diye düşünüyorum. Huzur ayrı bir şey. Huzurda<br />

statiklik vardır, durağanlık vardır. Bizim Türk masalları<br />

bir sürü çatışmalardan sonra neticede bir<br />

huzura gelir, diyelim ki âşıklar buluşmuşlardır. Onlar<br />

ermiş muradına biz çıkalım kerevetine cümlesiyle<br />

veya böyle bir ifadeyle bitirilir. Burada artık<br />

mutluluktan ziyade huzurun ifadesi, huzurun dile<br />

getirilmesi söz konusudur, ondan sonra yazacak<br />

bir şey yoktur. Oysa yazacak şey çatışmayla kaim<br />

olan, çatışmayla olanak içine giren, mümkün olabilen<br />

olay diye düşünüyorum. Bir de Ferit Bey’in<br />

konuşmasını hep başımı sallayarak, onaylayarak<br />

dinledim ama bir yerde zannediyorum gene bir<br />

farklı durumumuz söz konusu oldu. O da şu: Ferit<br />

Bey günümüzün yazarından sanki şikâyet ediyor<br />

gibi algıladım... Kendileri de günümüz yazarı değil<br />

mi?<br />

F. E.: Son nesli kastediyorum, son kuşağı kastediyorum,<br />

onların sanki mirası yağma edil... Tümünü,<br />

tümünü söylemiyorum, genel olarak söylüyorum<br />

yoksa genç yazarların arasında, yani bizden<br />

sonra gelenlerin arasında -onlar da orta yaşlı<br />

oldu- çok yetenekli çok iyi öykücüler var, çok iyi<br />

romancılar var elbette.<br />

R. Ö.: Burada şöyle bir tuzağa düşmek her zaman<br />

söz konusu olabilir. Diyelim ki <strong>20</strong>.yüzyılın ilk<br />

yarısında <strong>19</strong>25–50 arası dönemde Fransa’da yeni<br />

roman diye bir akım çıkıyor. Şimdi bu yazarların<br />

metinlerine baktığımızda diyelim Alain Robbe<br />

Grillet Dostoyevski’den herhangi bir şey almamış,<br />

Tolstoy’dan hiçbir şey almamış gibi düşünebiliriz.<br />

Bir tür kendi mirasına ihanet etmiş gibi düşünebiliriz,<br />

ama bir başka açıdan baktığımızda o kendi<br />

yolunu kendi açan, kendi yolunu kendisi döşeyen<br />

bir yazar ve bir yazarlar nesli olarak da düşünebiliriz.<br />

F. E.: Ama onların hepsi doğru dürüst Fransızcayla<br />

yazıyordu. Alain Robbe Grillet şimdi zaten<br />

Academie Francaise’in üyesi.<br />

R. Ö.: Dolayısıyla bence bu konuda fazla aceleci<br />

olmamak gerekir, diye düşünüyorum. Teşekkür<br />

ederim.<br />

F. E.: Ben isim vermedim ama sizlere bıraktım<br />

kimlerden bahsettiğimi anlarsınız diye.<br />

R. K.: Teşekkür ediyoruz Sayın Özdenören. Ha-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

nımefendi buyurun.<br />

Konuk: Hem şiirde, hem de romanda, küçürek<br />

öykülerdeki imge kavramı hakkında ne düşündüğünü<br />

öğrenmek istiyorum.<br />

F. E.: Güzel bir soru ve edebiyatın odak noktasına<br />

yerleşmesi gereken bir soru. Genel olarak<br />

bizim edebiyatımızda, özellikle şiirde, imge<br />

sözcüğü yanlış anlaşılmıştır. İmge olduğundan<br />

birtakım benzetmeler, alegoriler, metaforlar hep<br />

düşünülmüştür. Attila İlhan şiirinden bahsedecek<br />

olursak, onun izleyicilerinden. Oysa Oktay Rıfat’ın<br />

bir şiirinde yaklaşık olarak söylüyorum belleğimden<br />

“damalı bir masa örtüsü, üzerinde bir sürahi”<br />

diyor. Bence imge budur. Bu da bir imgedir, çünkü<br />

imgenin gerçek köksel anlamı nedir? Resim.<br />

Bir resim çiziyor o sözcüklerle ve modernitenin<br />

getirdiği imge anlayışı kanımca budur. Romanda<br />

da şiirde de budur. Ben de imgelerle yazıyorum<br />

başka türlü düşüncelerle yazılmaz, düşünceler de<br />

ancak imge olduğu zaman romanın içinde ve şiirin<br />

içinde, öykünün içinde yer alabilir.<br />

R. K.: Poetik anlamda imgenin bir yaratıcı tarafı<br />

yok mu? Yani sürekli çağrışımlara açılan…<br />

F. E.: Elbette var, öyküde mesela...<br />

R. K.: Şimdi onu soruyor hanımefendi.<br />

F. E.: İmge eninde sonunda bir resimdir. Bir<br />

düşüncemizi de bir resim yoluyla anlatmak ve<br />

duyurmaktır. Yani o resmin dışında imgenin bana<br />

verebildiği çağrışımlara ben belki de kapalıyım,<br />

onu anlamıyorum ve onu kötü bir edebiyat olarak<br />

görüyorum.<br />

R. K.: O zaman yani şiirle küçürek öykünün kesişim<br />

noktası...<br />

F. E.: Kesişim noktası... Şiirde bir bütünlük gerekir.<br />

Yani başı, ortası ve sonu olmalı şiirin. Gelişmesi<br />

vardır kendi içinde dilsel olarak ve kimi zaman<br />

da elbette kalıp olarak. Öyküde -en azından benim<br />

yazdığım öyküde- bu yok. Ben düşündüğüm<br />

bir öykünün -bir olay diyemiyorum ama olay da<br />

var benim yazdıklarımda- kimi zaman başını ve<br />

sonunu atıyorum ve istiyorum ki okur aktif bir<br />

okur olsun ve kendisi tamamlasın. Çağrışımlara<br />

böylece açmış oluyorum. Sizin oradaki tamamladığınız<br />

biçimi ile Ramazan Beyinki arasında fark<br />

248<br />

olacaktır, ama ben bu farklılığı istiyorum yani aktif<br />

bir okur istiyorum.<br />

R. K.: Yani metin okundukça öğretilecek, çoğalacak...<br />

F. E.: Benim edebiyatım o. Doğrusu edebî metnin<br />

özelliği de bu, edebî metin her okunduğunda<br />

yeniden yaratılır ve okuyucusunun dünyası kadar<br />

vardır her metin yani alımlama estetiğiyle. Yani<br />

bir resimde bir elma imgedir, simge değil ama bir<br />

imgedir. Okay Rıfat’ın şiirinde damalı bir masa örtüsünün<br />

üzerinde mavi bir sürahi bir imgedir.<br />

R. K.: Peki, teşekkür ediyoruz. Hocam. Siz, Mehmet<br />

Bey, lütfen sorunuzu alabilir miyiz?<br />

Mehmet Narlı: Gerçekliğin öyküler ve öykücüdeki<br />

algısı üzerine bir şey söyleyecektim sonra da<br />

bir soru soracaktım. Birincisi, gerçekliğin algısı elbette<br />

değişebilir. Zaten <strong>20</strong>. yüzyıldan bugüne gerçeklik<br />

algısının sürekli değişmesini izleyebiliyoruz.<br />

Takip ettiğim kadarıyla, okuduğum kadarıyla Ferit<br />

Bey’in öykülerinde, bu kısa öykülerinde bile, tabii<br />

gerçekliğin idrak edilebilmesi için aslında onun<br />

hikâyeye yansıması gerekiyor. Hikâye olarak çok<br />

kısa öykülerde bu görünmüyor ama daha doğrusu<br />

bu hikâye imgesel bir duruma imgesel olarak biz<br />

tamamlıyor gibi oluyoruz, öyle bir şey. Yine durumda<br />

özne kayboluyor, kişi kayboluyor ama durumun<br />

kendisi bir özne haline geliyor. Yani benim<br />

Ferit Bey’in okuduğum kadarıyla hikâyelerinde<br />

gördüğüm bu öykülerinde. Bu bir tespitti. Şimdi<br />

son dönem veya yirmi yıldır otuz yıldır, o önemli<br />

değil, belki postmodern süreçte diyebiliriz, adını<br />

nasıl koyarsak koyalım ama artık bir gerçeklik<br />

algısı tamamen kaybolmaya doğru gidiyor. Yani<br />

farklılaşması önemli değil kaybolmaya doğru…<br />

Sanki artık gerçeklik tabanı olan öykü yazılamazmış<br />

gibi de bir şey yayılmaya başlanıyor ve belki<br />

de medyanın desteklediği bir edebiyat kanonu da<br />

bunu kışkırtıyor. Gerçeklik anlayışının yitirilmesini<br />

istiyor gibi, mesela bu yeni öykülerde böyle gizemli<br />

bir şeye tekrar bir dönüş açık. Olabilir belki<br />

bu olumlu karşılanacak bir şey ama bu gizemliliğin<br />

götürüp bıraktığı yer bir boşluk. Örneğin çok<br />

oyun olsun diye yazılmış bir yığın hikâye öykü gibi<br />

görünüyor. Ben bunları okuduğumda boşlukta<br />

kaldığım için kendimi karamsar olarak, karamsar<br />

bir durumla karşılaşmış gibi hissediyorum...


F. E. Yani sorunuz tam bu noktada mı?<br />

Mehmet Narlı: Soru şu, buna bağlı olarak soru<br />

şu: Gerçekten artık gerçeklik, belli bir gerçekliğe<br />

dayanan farklı biçimleri olabilir bir öykü yazılamaz<br />

mı? Bir, neden yazamıyoruz, dünyanın şu an,<br />

yani neden bir Irak öyküsü yoktur, daha kaba daha<br />

sert bir ifadeyle neden bir Irak öyküsü yok? Neden<br />

bir Afganistan öyküsü yok? Neden bir Türkiye gerçekliği<br />

öyküsü yok? Bir de bazı bu öyküleri yazan<br />

tanıdığım öykücülerin bu büyük medya kuruluşlarında<br />

çalıştığını da görmüş oldum, izlemiş oldum<br />

reklam şirketlerinde vesaire, bununla da bağlantısı<br />

var mı diye. Teşekkür ediyorum.<br />

F. E. Yazının temelindeki gerçekliğin yavaş<br />

yavaş yitirildiği konusunda hemfikirim. Ama bu<br />

gerçekliği içeren, kapsayan öykülerin yazılmayacağı<br />

anlamına gelmez. Ama vermiş olduğunuz örnekler<br />

tam anlamıyla bu gerçeklik, yitirilmiş olan<br />

temeldeki gerçekliği tam olarak dile getirmiyor.<br />

Bugün Afganistan, Irak gibi, Türkiye, Bulgaristan,<br />

Ermenistan gibi yerlerdeki çok önemli olayların,<br />

çok insanî olayların edebiyatta önemli ağırlık teşkil<br />

eden bir yer kapsamamasını gerçeklik sorunu<br />

ile açıklamak zor. Buna karşılık Irakla ilgili henüz<br />

bir roman yok. Belki de yazılıyor, bilmiyoruz, ama<br />

buna karşılık biliyorsunuz bu olayları uzaktan yakından<br />

yaşamış olmaları mümkün olmayan insanlar<br />

Türkiye’deki trajik <strong>19</strong>15 olayları için roman yazıyorlar.<br />

Burada ağır çelişki var değil mi? Burada<br />

burnumuzun dibinde bunlar oluyor, eğer böyle bir<br />

vicdanen kendini birtakım trajedilerden sorumlu<br />

addediyorsa, ben bunlardan sorumluyum, diyorsa<br />

burnunun dibinde orada Irak’taki olaylar var,<br />

Halepçe’de yaşanmış olaylar var, dünyada böyle<br />

olaylar var. Gidip en küçük bir bilgi sahibi olmanın<br />

imkânsız olduğu bir olayı sadece ve sadece<br />

yurtdışında ses getiriyor diye -şimdi artık böylece<br />

isim de vermiş oldum- efendim oturup da o <strong>19</strong>15<br />

olaylarının romanını yazmak… Bunun gerçeklikle<br />

filan alâkası yok, bunun başka bir şeyle alâkası<br />

var. Irak, Afganistan vesaire türü olayların bugün<br />

büyük edebiyatta henüz yer almamasının nedeni<br />

bence televizyon, fotoğraf ve gazeteler. Ben geçende<br />

söyledim o Halepçe’de gazetemize beni<br />

gönderin dediğimde iyi ki dedim göndermemişler.<br />

Eğer gitseydim ve oradaki olayları yaşasaydım<br />

muhtemelen bir tanıklık röportajı yapacaktım ve<br />

249<br />

bu yazdıklarımı yazmam söz konusu olmayacaktı.<br />

Çünkü gerçeklik de düşsel olarak gerçek olabilir.<br />

Paradoksal bir şey söylüyorum ama düşsel olarak<br />

da gerçeklik yaşanabilir, yaşatılabilir yazında, ama<br />

söylediklerinizin yüzde ellisinde sizinle aynı fikirdeyim.<br />

Bir bu temel kavram, edebiyatın temelinde<br />

yatan kavram, her ne kadar gerçekçi bir yazar<br />

olmadığını, olmadığımızı söylersek söyleyelim<br />

yazdıklarımızın içinde bir gerçeklik vardır, hatta<br />

gerçekliği de açan umarım bir gerçek vardır. Benim<br />

düşüncem, yaşadığımız trajik olayların henüz<br />

kendilerini edebiyat yapıtlarında bulmamasının<br />

nedeni başlıca nedeni insanların o olayları anında<br />

yaşamış olmalarıdır. Televizyonlarda çarpıtılmış<br />

ya da çarpıtılmamış ama görüyorlar. Ve daha korkunç<br />

olan bir şey var o imgeler ertesi gün eskiyor,<br />

yeni imgeler gelip onun üzerine bindiğinde o imgeler<br />

eskiyor, bir gün evvel gördüğünüz oradaki<br />

trajik, dramatik bir fotoğraf, haber eskiyor.<br />

R. K.: Peki efendim çok teşekkür ediyoruz. Süremizi<br />

çok aştık aslında bu konuları daha çok uzun<br />

konuşmamız lazım ama zannediyorum ki yemek<br />

aramız olacak. Sayın Edgü ile olan sohbetimiz burada<br />

sona ermiştir. Sayın Edgü’ye ve siz dinleyicilere<br />

saygılar sunuyorum, teşekkür ediyorum.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

V.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Kâzım YETİŞ<br />

250


ÇARŞIDAN ALDIM BİR<br />

TANE EVE GELDİM BİN<br />

TANE:ÇERÇEVE ÖYKÜ<br />

VE EFRASİYÂB’IN<br />

HİKÂYELERİ<br />

Özet: İhsan Oktay Anar, tarihî roman geleneğinin<br />

son dönemde dikkat çeken yazarlarından<br />

biridir. <strong>19</strong>98’de yayınlanmış ve o tarihten bu yana<br />

15 baskı yapmış olan üçüncü romanı Efrasiyâb’ın<br />

Hikayeleri, yazarın diğer romanlarından farklı bir<br />

teknikle yazılmıştır. Doğuda ve batıdaki geçmişi<br />

milada dek uzanan ve ‘çerçeve öykü’ tekniği denilen<br />

bu yazım usulü, birbirinden bağımsız hikayeleri<br />

temel bir öykü kurgusunda eritmeye dayanır.<br />

Bu bildiride çerçeve öykü tekniğinin tarihçesine<br />

dair kısa bilgiler verilecek ve söz konusu tekniğin<br />

başarılı örneklerinden biri olan Efrasiyâb’ın Hikayeleri<br />

üzerine değerlendirmeler yapılacaktır.<br />

Anahtar Kelimeler: İhsan Oktay Anar,<br />

Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, çerçeve öykü, mistisizm,<br />

sanat felsefesi.<br />

251<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />

İstanbul Kültür Üniversitesi<br />

Frame Story And The<br />

Stories Of Efrasiyab<br />

Abstract: İhsan Oktay Anar is one of the most<br />

notable writers of historical novels recently. The<br />

third novel of the writer; The Stories of Efrasiyab<br />

which was published in <strong>19</strong>98 and has 15 editions<br />

since that day was written with a different technique<br />

apart from the other novels of the writer.<br />

This writing technique whose past in the east and<br />

west comes from the beginning of the history<br />

which is called “frame story” is based on melting<br />

distinct tales in a single story fiction. In this declaration<br />

brief knowledge about the history of frame<br />

story technique will be given and The Stories of<br />

Efrasiyab which is one of the best samples of this<br />

technique will be interpreted.<br />

Key Words: İhsan Oktay Anar, The Stories of<br />

Efrasiyab, frame story, mysticism, art philosophy.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

İhsan Oktay Anar, son dönem Türk edebiyatının<br />

“çok satan” ve şahsî kanaatimizce aynı zamanda<br />

“çok okunan” yazarlarından biridir. Özellikle genç<br />

okur kitlesi üzerinde kurduğu hakimiyetle Anar,<br />

Türkçenin tarihi roman serüvenine yeni bir soluk<br />

getirmiştir şüphesiz. Dilini Osmanlı Türkçesi söz<br />

varlığına kayıtsızca açtığı için çoğu zaman eleştirilse<br />

de Anar okurlarının bu durumdan çokça şikayetçi<br />

olmadığı, hatta sayılarının da hızla arttığı<br />

görülmektedir.<br />

Yayımlanmayan ilk romanı “Tamu”dan sonra<br />

“Puslu Kıtalar Atlası” [Anar <strong>19</strong>95] ile okurun karşısına<br />

çıkan Anar, çok satan yazarlardan alışık olduğumuz<br />

büyük promosyan kampanyalarına başvurmadan<br />

ciddi bir ilgiyle karşılanmış ve kendine<br />

özgü bir üçleme kabul edilebilecek olan “Kitâbü’l-<br />

Hiyel” [Anar <strong>19</strong>96] ve “Efrâsiyâb’ın Hikayeleri<br />

(<strong>19</strong>98)” [Anar <strong>20</strong>05 ] de kısa zaman aralıklarıyla<br />

okurla buluşmuştur. Bu ilgi Puslu Kıtalar Atlası’nın<br />

<strong>20</strong>04’te Almancaya [Der Atlas Unsichtbarer Kontinente],<br />

<strong>20</strong>07’de Macarca [Ködös Kontinensek Atlasza],<br />

Fransızca [Atlas des Continents Brumeux]<br />

ve Koreceye çevrilmesini sağlamış, bizim bugün<br />

üzerinde duracağımız Efrasiyâb’ın Hikâyeleri de<br />

18 Kasım <strong>20</strong>01’de gerçekleştirilen bir prömiyerle<br />

Devlet Tiyatroları’nda sahneye uyarlanmıştır.<br />

Uzun bir aradan sonra yayımladığı son romanı<br />

Amat [Anar <strong>20</strong>05] da dahil Anar’ın tüm romanları<br />

onlarca baskı yapmış ve onbinlerce okura ulaşmıştır.<br />

Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, çerçeve hikaye metnine<br />

çok da gizleme ihtiyacı duymadan yerleştirilmiş<br />

yan hikayelerden oluşur. Hatta yazar “hikaye” terimini<br />

romanın adına taşımayı dahi ihmal etmez.<br />

Aslında “diğer hikayeleri de içine alan ana hikaye,<br />

tarihî gelişim bakımından anekdot (fıkra) ile roman<br />

arasında bir köprü teşkil eder” [Wellek-Warren<br />

<strong>19</strong>83: 305] ve hem doğu, hem de batı edebiyatları<br />

için uzun asırlardan beri tanıdıktır. 3-5.<br />

asırlara ait Hindu metinleri olan Panlatantra ve<br />

Yedi Bilge, söz konusu metodla oluşturulmuştur<br />

[Burçin Erol’dan naklen Kefeli <strong>20</strong>00: <strong>19</strong>8]. Hint<br />

edebiyatı kaynaklı olduğu sanılan bu teknik, Fars<br />

kültür coğrafyası üzerinden yaptığı uzun bir yolculuktan<br />

sonra (Hezâr Efsâne), bütün şark dünyasına<br />

10 asır boyunca en fazla okunacak kitaplar-<br />

Metin içinde gösterilen alıntı sayfaları bu basıma aittir.<br />

252<br />

dan birini, Binbir Gece Masalları’nı [Onaran: <strong>19</strong>92]<br />

hediye eder. “Kelile ve Dimne’de [Beydebâ: <strong>19</strong>85<br />

Ö.C.] olduğu gibi bir hadiseyi geciktirmek için zaman<br />

kazanmak maksadıyla hikaye anlatma usulü”<br />

[Ulutürk <strong>19</strong>92: 181], asırlarca süren mesnevî geleneğinde<br />

çerçeve hikaye normu korunmaksızın<br />

yaşatılmış, Mesnevî ve Bostân gibi manzum-mensur<br />

mistik ahlak kitaplarının temel formu haline<br />

gelmiştir. Yine doğu anlatılarının gelenekli vadilerini<br />

oluşturan Kırk Vezir ve meddah hikayeleri de<br />

benzer özellikler gösterirler.<br />

Tekniğin batıdaki tarihçesi de bir hayli eskilere<br />

dayanır. M.S. II. asırda Lucius Apuleius tarafından<br />

yazılan ve Latin edebiyatının ilk romanı kabul edilen<br />

Metamorphoses (Başkalaşımlar) ya da diğer<br />

adıyla Asinus Aureus (Altın Eşek) [Apuleius <strong>20</strong>06],<br />

çerçeve hikaye yönteminin batıdaki geçmişini antik<br />

çağa kadar uzatır. Kuşa dönüşmek için büyü<br />

öğrenme sevdasına düşen ve sonunda bir eşeğe<br />

dönüşen Lucius’un hikayesi, 11 bölüm altında<br />

farklı pek çok hikayeyle örülür. 1348’deki büyük<br />

veba salgını sırasında bir şatoya çekilerek on gün<br />

süresince birbirlerine onar hikaye anlatan on kişinin<br />

konu edildiği ünlü Decameron hikayeleri [Boccacio<br />

<strong>20</strong>03] ise yalnız kadınlara hitap eden erotik<br />

hikayeler içermesiyle değil, bağımsız hikayelerden<br />

oluşmuş tek metin hüviyetiyle de bir ilktir.<br />

“Ortaçağın bilinen öyküleri işlenmekle birlikte<br />

eser, yeni bir tekniği ve yeni bir anlayışı da müjdelemektedir.<br />

Hikayelerde merkez motif aşktır ve<br />

‘veba salgınından kaçmak için bir şatoya sığınmak<br />

ve eğlenmek için birbirlerine hikaye anlatmak’<br />

şeklinde özetlenebilecek genel bir çerçeve içinde<br />

toplanırlar. Kadın erkek ilişkileri, cinsellik, kadın<br />

peşinde koşan din adamları, rahibelerin yasak<br />

ilişkileri gibi devrin özelliklerini de yansıtan temalar<br />

ince bir alay çerçevesi içinde işlenirler [Kefeli<br />

<strong>20</strong>00: <strong>19</strong>8].”<br />

Chaucer’in 1386’da kaleme aldığı ve Canterbury<br />

katedraline gitmek üzere yola çıkmış 29<br />

kişinin yolculuk boyunca birbirlerine anlattıkları<br />

hikayelerin üzerine kurduğu Canterbury Hikayeleri<br />

[Chaucer <strong>19</strong>94] de aynı teknikle yazılmış bir 14.<br />

yüzyıl metnidir.<br />

“O çağda bir araya gelmeleri hiç de kolay olmayan<br />

değişik sınıflardan insanları aynı yapıtta bir-


leştirmenin tek çaresini onları birlikte hacca göndermekte<br />

bulan Chaucer, Canterbury Katedraline<br />

yapılan ziyareti bahane ederek 14. yüzyılın ikinci<br />

yarısında İngiliz toplumunun tam bir tablosunu<br />

verir [Kefeli <strong>20</strong>00: <strong>19</strong>9].”<br />

Çerçeve hikaye dendiğinde akla gelen ilk iki metin<br />

olan Decameron ve Canterbury Tales, içerdiği<br />

hikayelerin tematik gruplandırılması bakımından<br />

benzeşirler. Fakat Canterbury Hikayeleri, anlatıcıların<br />

karakterlerini ve aralarındaki psikolojik gerilimleri<br />

de hikayelere yansıtmasıyla Decameron’dan<br />

ayrılır. İrving’in Tales of a Traveller ve Hoffman’ın<br />

Tales of Serapion Brethren de Canterbury Hikayeleri<br />

örnek alınarak oluşturulmuş romantik benzerleridir<br />

[Wellek-Warren <strong>19</strong>83: 305]. Şüphesiz<br />

Don Kişot’u da burada anmak mümkündür fakat<br />

“Cervantes’in yapıtının çerçevesi sürekli değişen<br />

anlatıcıların yalanlamaları ve özellikle durmadan<br />

çerçeve öyküyü kıran başka öykülerin müdahaleleriyle<br />

parçalanır [Parla <strong>20</strong>01: 222]”.<br />

İtalo Calvino’nun Kesişen Yazgılar Şatosu [Calvino<br />

<strong>19</strong>97] ise çerçeve hikaye yapısının <strong>20</strong>. yüzyıl<br />

örneklerinden biridir. Metin, orman ortasındaki<br />

bir şatoda buluşan bir grup insanın tarot kağıtlarından<br />

hareketle birbirlerine anlattıkları hikayelerle<br />

kurulur.<br />

“Aslında öykü anlatanlar, tarot falının karakterleridir,<br />

bu yüzden öyküler tamamen sessizlik<br />

içinde anlatılır. Sınırlı tarot kağıtları birbirlerinin<br />

içine geçerek sonsuz sayıda öykü anlatma olanağına<br />

kavuşurlar. Calvino’nun öyküsü diğer -sözünü<br />

ettiğimiz- kitaplardan çok daha sıkı bir çerçeveleme<br />

kullanır, çünkü öykülerin sonunda açılan tarot<br />

kağıtları orada bulunan herkesin kendi öyküsünü<br />

anlattığı gibi, bir de bütün oluşturur. Sanki yaşamın<br />

farklı tabloları, yaşamın kendi portresini çıkartıyordur<br />

[Kafaoğlu <strong>20</strong>01].”<br />

Hikaye içinde hikaye tekniğinin Türk edebiyatında<br />

da ‘eskinin yenisi’ kabilinden örneklerine rastlanır.<br />

Fantastik edebiyatın Türkçedeki ilk ve belki<br />

de en mühim örneği sayılabilecek olan Muhayyelât-ı<br />

Aziz Efendi [Kabaklı <strong>19</strong>90, Duymaz <strong>19</strong>99]<br />

bunlardan biridir.<br />

2 “Edebiyat tarihinin akışı içinde fantastik roman ve fantastik<br />

öykünün de varlığı yadsınamaz. Ütopya, 8. yüzyıldan bu<br />

yana fantastik edebiyatın bir ürünü olarak varolagelmiştir. Bilim<br />

kurgu ise ütopyanın, yani fantastik edebiyatın çağdaş görüntüsü-<br />

253<br />

Muhayyelât’ı oluşturan bağımsız hikayeler, ana<br />

karakterlerin müşterekliğiyle birbirlerine bağlanırlar.<br />

Emin Nihad Bey’in Müsâmeretnâme’si ise<br />

tekniğin batıdaki şekliyle kullanımına ilk örnektir.<br />

Bir evde toplanan on kişinin kendi başlarından geçen<br />

maceraları anlatmasıyla oluşturulmuş Müsâmeretnâme<br />

hikayeleri; misyonerlik, esaret ve<br />

evlilikte doğru seçim gibi devrin sosyolojik problemlerini<br />

konu alır [Emin Nihat <strong>20</strong>03].<br />

Kısaca zaman, mekan, konu ve -çoğunluk- şahıs<br />

kadrosu itibariyle ilişkisiz hikayelerin bir çerçeve<br />

hikaye gövdesine belirli tercih ve izleklerle<br />

yedirilmesi şeklinde tarif edilebilecek olan bu<br />

tarihî yazım usûlünün son örneklerinden biri de<br />

Efrasiyâb’ın Hikâyeleri’dir. Eserdeki çerçeve hikayenin<br />

iki kahramanından biri tüm metafizik soğukluğu<br />

ile “Ölüm”dür. Görevini büyük bir sadakat<br />

ve ciddiyetle yerine getirme gayretindeki Ölüm,<br />

elindeki kader defterine göre sırası gelen fanileri<br />

ziyaret etmektedir ve bütün dünyevîliği ile bilgeliği<br />

temsil eden Cezzar Dede de sırası gelen bu<br />

fanilerden biridir. Çerçeve hikayenin tali karakterlerinden<br />

biri olan “Kabadayı”nın ruhunu alışı sırasında<br />

yardımını gördüğü Cezzar Dede ile Ölüm<br />

arasında bir dostluk başlar. Ölüm, Cezzar Dede’ye<br />

kazanması mümkün olmayan bir oyun oynamayı<br />

teklif eder. Oyunun kuralı çok basittir. Belli konular<br />

seçilerek karşılıklı birer hikaye anlatılacak;<br />

anlattığı her hikaye müddetince de Cezzar Dede<br />

yaşama şansı kazanacaktır.<br />

Ölüm ve Cezzar Dede’nin, ecel sırası gelen Uzun<br />

İhsan’ı bulmak üzere yola koyulmalarıyla serüven<br />

başlar. Kitabın sonuna dek Ölüm’le her karşılaşmasında<br />

bir yolunu bulup onu atlatan Uzun<br />

İhsan, üçleme diye nitelenen Anar romanlarının<br />

müşterek karakterdir. 3 Uzun İhsan’ı bulmak üzere<br />

şehrin farklı mahallelerinde dolaşan Ölüm ve Cezzar<br />

Dede, önce birer “k o r k u” hikayesi anlatırlar.<br />

Ölüm’ün “Güneşli Günler” adlı korku hikayesi,<br />

“…günümüzden yarım asır önce Anadolu’nun orta<br />

dür. Burada hayal gücü bilim ve teknikle ‘oynamakta’dır [Aytaç<br />

995: 30].” Giritli Aziz Efendi’nin daha çok şark hurafeleri ve ütopik<br />

inanmalarıyla dolu hayalleri, elbette fantastik edebiyatın en<br />

azından Türkçede bilim ve teknolojiyi henüz keşfetmediği yılların<br />

bakiyyesidir.<br />

3 Alfred Hitckok ve Stephan King gibi İhsan Oktay Anar’ın<br />

da bir şekilde eserlerine kendisini dahil ettiği ve Uzun İhsan karakterinin<br />

yazarı temsil ettiği yolundaki sorulara Anar da olumlu<br />

cevaplar verir.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yerindeki bir köyün dışında…” bulunan bir yatılı<br />

okulda geçer. Resme yetenekli bir öğrencinin kan<br />

emici okul müdürü tarafından güneşi çizmemesi<br />

için katledilişi üzerine kurulmuş hikaye modern<br />

drakula/vampir hikayelerinin dönüştürülmüş şeklidir.<br />

Cezzar Dede’nin “Bidaz’ın Laneti” adlı hikayesi<br />

de yine bir Anadolu köyünde geçer ve ünlü Altın<br />

Kral Midas hikayesinin özgün bir uyarlamasıdır.<br />

İkinci hikayelerin birer “d î n î” hikaye olmasına<br />

karar verildikten sonra Cezzar Dede “Bir Hac Ziyareti”<br />

adlı hikayeyi anlatır. Elli yıl önce Diyabakır’ın<br />

Divana köyünde başlayan hikayenin konusu, köy<br />

imamı ile bir dede-torunun Hindistan seyahatidir.<br />

Hac niyetiyle yola çıkan üçlü, itikadî buhran yaşayan<br />

imamın oyunlarıyla Hindistan’a, “Vudizler” diyarına<br />

giderler. Torunun kurt adama dönüşmesi,<br />

Budist ayin, ilahi ve efsaneleri metni renklendiren<br />

ve zenginleştiren unsurlardır. Yine ileriki hikayelerde<br />

de karşılaşılacak olan mizahi ad bozumculuğu<br />

ilk olarak bu hikayede dikkati çeker (Vuda/Buda,<br />

Vudiz/Budist, Nur Ana/Nirvana vb.). Ölüm’ün anlattığı<br />

dînî hikaye ise “Dünya Tarihi” adını taşır. İçiçe<br />

geçmiş birkaç hikayenin birleşiminden oluşan<br />

Dünya Tarihi, Acıpayam ve Erzurum gibi Anadolu<br />

şehirlerinde geçer. Rüyasına giren ak sakallı pirin<br />

çağrısı üzerine tüm servetini dağıtarak Acıpayam<br />

dağına giden tüccar Aptülzeyyat, Simurg’u aramaya<br />

giden kuşların kendileri ile yüzleşmeleri gibi<br />

o ak sakallı pirin kendisi olduğunu anlar. Rüyada<br />

görülen aksakallı pirler, gökkuşağından geçince<br />

cinsiyet değiştiren güzel kızlar, çift başlı tek vücutlu<br />

devler, zıt karakterlerdeki kardeş beyzadeler<br />

gibi bildik masal unsurlarıyla hareketlendirilen<br />

metin, aslında vahdet-i vücûd mesajları içeren<br />

mistik bir hikayedir.<br />

Üçüncü hikayelerin konusu “a ş k”tır. “Ezine Canavarı”<br />

adlı hikayesini anlatarak Cezzar Dede başlar<br />

aşk hikayelerine. Üçer çocuklu birer dul olan<br />

Hamiyet Hanım’la Kasap Ayvaz’ın çöpçatanlar<br />

aracılığıyla giriştikleri evlilik macerası, Ayvaz’ın<br />

evindeki garip bir canavar yüzünden kendilerinin<br />

ve çocuklarının kursağında kalır. Otuz kırk yıl önce<br />

Ezine’de geçen hikaye, gündelik hayat ayrıntıları<br />

ve her Anadolu kasabasında görülebilecek insan<br />

tiplerini yarı gerçek bir bakış açısıyla ele alır.<br />

Ölüm’ün aşk hikayesi ise “Hırsızın Aşkı” adını taşımaktadır.<br />

Bursa’ya yakın bir kasabada yaşayan<br />

254<br />

bir çingene delikanlısı, çaldığı kemanın sahibine<br />

aşık olur ve aşkını kemanla özdeşleştirerek türlü<br />

ızdıraplardan sonra canına kıyar. Gariptir ki ne<br />

Ölüm’ün ne de Cezzar Dede’nin aşk hikayesi vuslatla<br />

neticelenir.<br />

Artık Uzun İhsan’ın yakalanması an meselesidir<br />

ve son hikayeler “c e n n e t” üzerine olacaktır.<br />

Cezzar Dede, “Şarap ve Ekmek” adlı hikayesini anlatmaya<br />

başlar. İçiçe girmiş iki hikayeden oluşan<br />

Şarap ve Ekmek, Kayseri’de geçer. Çocuklardan<br />

nefret ettiği için evlenmeye yanaşmayan Zeynelabidin,<br />

kendisinden çocukları yere göğe koyamayan<br />

bir hutbe dinlediği imama meyhanede rastlar.<br />

Meyhanecinin anlattığına göre Sefa adlı bu imam,<br />

beş yaşındaki kızı kendisini terk ettiği için bu haldedir.<br />

İmamın babasını bırakarak cennete giden<br />

kızı ise ninesinin babasına gönderdiği şarap ve<br />

ekmeği bir yaratığa kaptırdığı için ondan ayrılmak<br />

zorunda kalmıştır. Kolaylıkla tahmin edileceği gibi<br />

hikaye, Kırmızı Başlıklı Kız adlı çocuk masalının<br />

özgün bir uyarlamasıdır. Ölüm’üm cennet hikayesi<br />

ise “Gökten Gelen Çocuk”tur. Yakın zamanda<br />

Anadolu’nun orta yerinde geçen hikaye, uzun<br />

zaman önce evlenmelerine rağmen çocuk sahibi<br />

olamayan bir çiftin, leylekler tarafından getirilen<br />

çocuğunu anlatır. Yıllardır bir oğlan hayali kuran<br />

baba Muhittin Kent çocuğa Erke adını koymayı<br />

planlamakta, bir kız evlat hayaliyle yanıp tutuşan<br />

anne ise oğlana Güler adını vermeyi düşünmektedir.<br />

Nihayet orta yolu bulup çocuğa Gülerk<br />

adını verirler. Babası tarafından bir kahraman ve<br />

annesi açısından son derece masum bir gazeteci<br />

olarak yetiştirilen Gülerk Kent’in macerası da<br />

böylece başlar. Kimi zaman “Seyyâre” adlı gazetedeki<br />

görevine devam eden kimi zaman da babasının<br />

verdiği mavi-beyaz kıyafetleri bir telefon<br />

kulübesinde değiştirerek kahramanlıklar gösteren<br />

Gülerk Kent, nihayet bir minareden atlayarak<br />

gök yüzünde kaybolur. Anlaşıldığı üzere hikaye,<br />

Süpermen I filmi senaryosunun yerli ve mizahi bir<br />

uyarlamasıdır.<br />

Sonunda Uzun İhsan’a ulaşılır. Fakat Uzun İhsan<br />

başucunda Ölüm’ün ablası “Uyku” olduğu halde<br />

bir konakta uzanmış durumdadır. Uyku’nun da etkisiyle<br />

Uzun İhsan’a anlaşma teklif etmek zorunda<br />

kalan Ölüm, onun ancak dokuz canından birini almayı<br />

başararak amacına ulaşamaz. Görevini ye-


ine getirebilmek için geriye yalnız Cezzar Dede<br />

kalmıştır. Fakat zamanı, mekanı ve duyguları bir<br />

hayli örseleyip birbirine yaklaştıran bunca hikayeden<br />

sonra Ölüm’ün yüzündeki mühür de oldukça<br />

yıpranmıştır. Cezzar Dede’nin torunlarından birinin<br />

gözlerinden süzülen bir damla yaşa dayanamayan<br />

Ölüm sonunda gülümser ve mühür kırılır.<br />

245 sayfa süren 9 hikaye boyunca Anar’ın doğuyu<br />

ve batıyı mezc etme gayreti açıkça görülür. Bu<br />

gayret yalnızca doğu hikayelerinin, Avrupa masalları<br />

ve Anadolu efsaneleriyle harmanlanmasında<br />

değil kullanılan dilde de farkedilir. Osmanlı nesrinin<br />

iç kafiyelerle donatılmış cümle yapısından;<br />

“Aç bîilâç ve fülûsu ahmere muhtaç, karnı guruldayan<br />

ve meteliğe kurşun atan, cümle miskîn<br />

ve fukarâyı sâbirîninin bu haberi işitir işitmez akılları<br />

başlarından gitti ve sevinçten düğün bayram<br />

ettiler.” [s. 94]<br />

ve masalların ses tekrarlarına dayalı söyleyiş<br />

akıcılığından;<br />

“Davullar dıngırdayıp zurnalar zırıldarken çalparalar<br />

çarpılıp dümbelekler debiliyor, tamburaların<br />

tarrakası şeşhanelerin şamatasıyla, yongarların<br />

yaygarası darbukaların dağdağasıyla yarışarak,<br />

düğün ve derneği cünbüş ve âhenge boğuyordu.”<br />

[s. 83]<br />

“… kazan kazan pilavlar pişirildi, testi testi ayranlar<br />

taşındı, zurnalar zırladı, davullar gümbürdedi,<br />

halaylar çekildi, horalar tepildi, lenger lenger<br />

yemekler dağıtıldı, avuç avuç paralar saçıldı,<br />

gani gani hayırdualar ve alkışlar alındı, yüzler güldü,<br />

gözler doydu, gönüller açıldı.” [s. 104]<br />

yararlanan yazar, batı kaynaklı ve yeni üretilmiş<br />

kelimelere de dilinde yer verir: “Simgesel ve bakışımlı…”<br />

[s. 83], “Belki de ev sahiplerinin sallapatiliğinden…”<br />

[s. 115], “… semâvî ve galaktik…”<br />

[s. 211]. Bununla birlikte onun dilini geçmişe bağlayan<br />

ve hiçbir zaman kesintiye uğramayan bir<br />

kanal vardır: Klâsik retorik. Mübalağalar, örfî mecazlar,<br />

geleneksel teşbih ve istiareler Anar’ın dilini<br />

sıkı sıkıya klâsik anlatılara bağlar:<br />

“… horladığı sırada küçük dili genzinden nerdeyse<br />

kopacak gibi oluyor, gürültüden camlar zangırdarken,<br />

raflardaki kap kacak yerlerinde kımıldayıp<br />

255<br />

tıngırdıyordu.” [s. 170]<br />

“Baktığı anda, hayran olup yıldırım aşkıyla vurulduğu<br />

bu hanım, yüzü ay, gözleri ahû, kaşları<br />

yay, kirpikleri ok, dudakları kiraz, dişleri inci, görenin<br />

aklını derhal başından alıp onu deli divane<br />

eden, bir melek, bir âfet ve bir felaketti.” [s. <strong>19</strong>5]<br />

Anar’ın üslup devinimleri dille sınırlı değildir.<br />

Kimi zaman bilgiyi erteleyerek;<br />

“Bunlardan, isminin zikredilmesi şimdilik pek<br />

münasip olmayacak olan büyük oğul…” [s. 101]<br />

kimi zaman da bilgiyi gizleyerek okuyucuda merak<br />

uyandırır:<br />

“… haftada bir kez olmak üzere, teferruatıyla<br />

anlatmanın pek uygun olmayacağı bir başka faaliyet<br />

başlardı…” [s. 147]<br />

“Nafile kalfa denilen kadının gerçek lakabı, söylenmesi<br />

burada pek münasip olmayacak kadar<br />

ayıp sayılırdı.” [s. 150]<br />

Yine Ölüm’ün anlattığı “Güneşli Günler” adlı<br />

korku hikayesinin kahramanı olan ve vampirler<br />

tarafından kanı emilerek öldürülen ressam çocuğun,<br />

çerçeve hikayenin akışı sırasında Ölüm’ün<br />

karşısına çıkması [s. <strong>20</strong>5] gibi geri dönüşler, yazarın<br />

hikayeler arası sıçramalar yapma çabasını da<br />

göstermektedir.<br />

İhsan Oktay Anar; özellikle son romanı Amat’da<br />

açıkça görülen bir “kültür kuşatıcılığı” peşindedir.<br />

Dört mukaddes kitabın yanı sıra İsrailî rivayetleri<br />

ve tasavvufî öğretileri kendisine has bir dünya<br />

algısı içinde eriterek okuyucuya sunar. Bu algı ne<br />

büsbütün “eski” ne de tamamen “yeni”dir. Adeta<br />

aralarında “dün”, “bugün” ve “yarın” da bulunan<br />

zaman kesitlerini fantastik bir zamansızlık düzleminde<br />

bir araya getirir. Anar’ın özgün algısına<br />

kaynaklık eden kuşatıcı bakış açısı, anlatının tek<br />

düze betimlemelerinden;<br />

“Ailenin en büyüğü olan büyük dedenin sandığında<br />

muhafaza edilen bazı çalıntı mallar, mesela<br />

atalardan biri tarafından Kral Süleyman’ın<br />

hazinesinden yürütüldüğü rivayet edilen gümüş<br />

sikke, Acı Yolu’nda çarmıhını taşıdığı sırada İsa<br />

Peygamber’in koynundan aşırılan kupa, yine aileden<br />

bir hırsızın Hac farizası nedeniyle Mekke’ye<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

gittiği sırada Hacerü’l-Esved’den kaşla göz arasında<br />

kopardığı paha biçilmez taş parçası gibi şeyler,<br />

sülalenin aslında ne kadar köklü ve asil olduğunu<br />

gösteriyordu.” [s. <strong>19</strong>1-<strong>19</strong>2]<br />

açıkça fesefî göndermeler içeren pasajlara kadar<br />

belirgindir. Hatta kimi yerlerde modern bir<br />

“devriye” yaklaşımıyla okuyucunun karşısına çıkar:<br />

“… rüyasında kendisini, tıpkı o hayalet gibi Dünya<br />

Tarihi içinde ama aç bir kitap kurdu olarak<br />

gördü. Daha ilk sayfanın üzerinde, iri puntolu,<br />

“yasak meyva” kelimesini ısırarak eseri yemeye<br />

başladı. İkinci sayfada, “düşüşün azabı”nı tattı.<br />

“Mesih’in eti”ni yedi. “O’nun kanı”nın lezzetine<br />

vardı. “Veba”yı “Savaşlar”ı, “Felaketler”i ve daha<br />

bir nicesini geçtikten sonra son sayfaya geldi. Bir<br />

sapiens olarak artık kozasını örebilirdi. Kozanın<br />

içindeki Minerva’nın karanlığında kurtuluşunu<br />

bekledi. Zaman geldiğinde tattığı her güzellikle<br />

kanatları süslü bir kelebek olarak karanlıktan ışığa<br />

çıktı; artık cennete uçabilirdi.” [s. 122]<br />

İleride de vurgulanacağı gibi Efrasiyâb’ın<br />

Hikâyeleri’nde anlatılmış 9 hikayeyi fikrî zeminde<br />

bir araya getiren düşünce şemsiyesi, sözlü kültüre<br />

dayalı Türk mistisizmidir. Dolayısıyla mistik göndermelerde<br />

“vahdet-i vücûd” öğretisinin bariz izlerini<br />

görmek kaçınılmazdır:<br />

“Yerle bir olmamak için dağların bile almaya<br />

korktuğu mukaddes emaneti, o artık bir kez kabul<br />

etmişti.” [s. 132]<br />

“Suyu değil, sanki kendi aksini içen adam, bütün<br />

ilmini unutmuş, ama sonuçta kendini bilmişti. Bu<br />

ise onun bilmesi gereken, zaten yegane şeydi.” [s.<br />

137]<br />

Bütün bu teknik ve üslup özelliklerinden sonra<br />

Anar’ın ve eserinin asıl dikkat çekici yönüne değinebiliriz.<br />

Çerçeve hikaye içerisine yerleştirilmiş<br />

birbirinden bağımsız 8 hikaye, batıda ve doğudaki<br />

benzerleri gibi Efrasiyâb’ın Hikâyeleri’nde de gelişi<br />

güzel bir araya getirilmemiştir. Hikayelerin hepsinin<br />

birbirine yakın tarihlerde ve Anadolu şehirlerinde<br />

geçmesi, okurun zaman ve mekan açısından<br />

ortak bir algı geliştirmesine yardımcı olur. Fakat<br />

asıl önemli bağlantı, bilinçli bir şekilde kurgulanan<br />

ve sıralanan bu hikayelerin, yazarın hayatı<br />

256<br />

ve sanatı aynîleştirmeye çalıştığı felsefî bir zemin<br />

kurmasına hizmet etmeleridir. Sıradan bir insanla<br />

bir hikayecinin yer yüzünde mutluluğu yakalaması<br />

Anar’a göre aynı referanslarla şekillenmiş bir hayat/sanat<br />

anlayışından geçmektedir.<br />

Bunun ayırdına varmak için her bir hikayenin<br />

müstakil dünyasından çıkarak bütüne bakmak gerekir.<br />

Öncelikli ve en belirgin kurgu ayrıntısı anlatılacak<br />

hikayelerin konu seçiminde saklıdır. Ölüm<br />

ve Cezzar Dede’nin anlattıkları ilk ikişer hikaye<br />

“korku” ve “din”e dair, son ikişer hikaye ise “aşk”<br />

ve “cennet” üzerinedir. Anar, bu seçimiyle önce<br />

birbirine yakınlıklarından rahatsızlık duyduğu iki<br />

kavramı, yani “korku” ve dîn”i ayırmak, sonra da<br />

birbirlerinden uzak oluşlarıyla onu rahatsız iki<br />

kavramı yani “aşk” ve “cennet”i yakınlaştırmak<br />

gayesindedir. Ölüm’ün dilinden söylediği şu sözler<br />

bunu açıkça ortaya koyar:<br />

“Fakat birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve<br />

keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak<br />

daha önemli görünüyor. Ne pahasına olursa<br />

olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük<br />

bir mutluluğu kaçırıyorlar. Acı ve ölüm korkuları<br />

onları yönetiyor. İşin kötüsü, bu korkuya Tanrı<br />

diyorlar. Oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın<br />

gözleriyle görselerdi, Tanrı’yı görmüş olurlardı.”<br />

[s. 140]<br />

Anar Ölüm’ün ağzından teorize ettiği mutluluğu,<br />

Cezzar Dede’nin dili ve tavırlarıyla de pratiğe<br />

döker. Ecel sırası kendisine geldiği ve Ölüm kapısına<br />

dayandığı halde hala ondan korkmayan Cezzar<br />

Dede, belki de anlatılan tüm hikayelerin tek<br />

kelimelik özeti olabilecek sihirli sözcüğü telaffuz<br />

eder: “M e ş k”. Anlattığı aşk hikayesi sonunda<br />

kendisini korku ve din gibi aşkı da hafife almakla<br />

suçlayan Ölüm’e şöyle cevap verir:<br />

“Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu<br />

söylerler. Sevgisini kalbinde taşıdığı sürece<br />

herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. Bu<br />

nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünürüm.<br />

Dünyaya bakınca gülümsememek elde değil.<br />

Ben de bakarken hem dünyayı hem de onun<br />

içindekileri seviyor ve gülümsüyorum. İşte, dünya<br />

hakkındaki bir hikayeyi de aşkla değil meşkle anlatıyorum.”<br />

[s. 188]<br />

Ölüm ilk kez karşılaştığı -ve itiraf etmek gerekir-


se- etkilenmeye başladığı bu düşüncenin en esaslı<br />

çözümlemesini bir sonraki hikayelerin ardından<br />

yapacaktır. Cezzar Dede’nin “meşk” kelimesiyle<br />

formüle ettiği yaşama hazzının, henüz dünyada<br />

bir cennet telakkisine vardığını görünce Ölüm artık<br />

anlamıştır:<br />

“Anladım en sonunda! Sen bu yüzden benden<br />

korkmuyorsun! Henüz yaşamayı sürdürdüğün şu<br />

anlarda bile cennette olduğunu sanıyorsun.” [s.<br />

2<strong>20</strong>]<br />

“Yani şimdi biz cennette miyiz?” [s. 221]<br />

Yazar, kitabın sonuna sakladığı bu nihâî sorunun<br />

cevabı için aslında en başından beri hazırlık yapmaktadır.<br />

Çerçeve hikaye boyunca Uzun İhsan’ı<br />

aramak için dolaşılan 8 mahallenin adlarına bakmak<br />

cevap için yeterlidir: Selam, Aden, Meva, El-<br />

Hâlid, Makâme, Naîm, Hayevân, Firdevs.<br />

Anar’ın ustalıkla başardığı diğer bir açılımsa,<br />

eni konu fesefî bir boyut kazandırdığı “meşk” kelimesinin<br />

kavramsal alanından sanat felsefesi adına<br />

çıkarımlar yapmasıdır. Metnin başından beri<br />

yapılan hazırlıklar bu vurguyu da kapsar. “İnancı<br />

korkuya dayandırmadan yaşamın hazzına varmak”<br />

ideali, “hiçbir menfaat beklemeden hikaye<br />

anlatmanın zevkini çıkarmak” düşüncesiyle başat<br />

geliştirilir. Henüz kitabın başında kendisine oyun<br />

oynamayı teklif eden Ölüm’e Cezzar Dede’nin verdiği<br />

cevap aslında Anar’ın da hikaye anlayışını ortaya<br />

koymaktadır:<br />

“Senin oyuna düşkün olduğunu biliyorum… Ama<br />

ben bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç.<br />

Oyunun bana verdiği zevkle yetindim.” [s.7]<br />

Bu sözler kitap boyunca anlatılacak tüm hikayelerin<br />

anlatıcıları konumundaki Ölüm ve Cezzar<br />

Dede’nin felsefî zeminlerine ilk işarettir. Ölüm,<br />

kader denilen İlâhî labirentin sahibini, dolayısıyla<br />

“küllî” aklı ve iradeyi temsilen anlatacaktır hikayelerini.<br />

Kurgu ve olaylar zincirinin tek muktediri<br />

olduğu için de kader sayesinde yakalanan belirsizlik<br />

zevki onun anlatılarında kuru bir nakile dönüşecek,<br />

en azından kendisi için izlenen bir filmin<br />

tekrarbetekrar izlenmesi kadar sıkıcı ve tatsız bir<br />

hal alacaktır. Cezzar Dede ise Hz. Adem’den beri<br />

yazgı ile yaşamayı öğrenmeye çalışan insanlığın<br />

ulaştığı noktayı temsil eder. Hayat, tüm belirsizlik-<br />

257<br />

leri ve tesadüfleri ile hikayeye o denli benzemektedir<br />

ki mutluluğun yolu hayatın tadına varmak<br />

olduğu gibi hikayeden de beklenen yegane haz<br />

onu anlatmanın zevkidir. Ölüm, irfanî aklın dünyaya<br />

en soğuk yansıması, Cezzar Dede ise beşerî<br />

bilginin bilgeliğe terfî etmiş örneğidir. Anlattıkları<br />

tüm hikayelerde de yaklaşımları bu doğrultudadır.<br />

Ta ki Ölüm, “Dünya Tarihi” adlı hikayesini anlatana<br />

dek. Ölüm bu hikayeyi bitirdikten sonra Cezzar<br />

Dede ona şunları söyler:<br />

“Bu gerçekten ibretlerle dolu bir hikaye… Ne var<br />

ki çok uzun. Bu yüzden de çoluk çocuğa anlatılır<br />

cinsten değil. Ayrıca takip edilmesi biraz zor gibi.<br />

Dinleyenin anlamasından çok anlatmanın zevki<br />

için anlatılmış görünüyor.” [s.138]<br />

Cezzar Dede’nin bu sözleri Ölüm’ü gocundursa<br />

da ihtiyarın anlattıkları etkili olmaya başlamıştır.<br />

Nitekim sonunda Ölüm, sesi titreyerek itiraf eder:<br />

“Elbette anlatmanın zevki için. Ben seni niye<br />

düşüneyim. Hem böylesi daha dürüstçe. Alışık<br />

olduğun tarzı, üslubu ve kelimeleri kullanıp seni<br />

etkilemek için anlatsaydım bundan en başta ben<br />

zevk almazdım. Dolayısıyla bu fahişelik gibi bir şey<br />

olurdu. Başta dediğimiz gibi, anlattığın her hikaye<br />

için senin fazladan bir saat yaşaman hariç, oynadığımız<br />

bu oyunda ikimizin de en ufak bir menfaati<br />

bile yok. Amacımız kazanmak olmayınca, ne<br />

senin ne de benim, başarı ve kazanç peşinde koşmamız<br />

anlamsız. Yine de hikayemizin güzel olmasını<br />

amaçlıyoruz. Fakat bir muhabbet tellalı gibi,<br />

güzelliği senin ayaklarının dibine koyup ücretimi<br />

istemiyorum. Bu güzellikten, yani hikayeden aldığım<br />

zevk bana yetiyor. Anladığım kadarıyla sen de<br />

böyle yapıyorsun.” [s.139]<br />

Sonuç itibariyle İhsan Oktay Anar’ın gördüğü<br />

ilgi benzerlerinin aksine “yeniliğinde” değil<br />

“eskiliği”nde saklıdır. Onun bütün metinleri, dikkatini<br />

Osmanlı hayat algısına teksif etmiş bir<br />

geleneksel sözlü hikaye anlatıcısının rahatlığını<br />

yansıtır. Ortalama okur seviyesi göz önünde bulundurulmadan<br />

aktarılan ayrıntıların kolayca hazmedilmesi<br />

de anlatıcının bu rahatlığı sayesindedir.<br />

Kimi zaman anlatıcının mitolojiye göz kırpan<br />

muhayyilesi maddi kültür ayrıntılarını masalsı bir<br />

4 “Dünya Tarihi” adlı bu hikaye, yazarın son romanı Amat’ı<br />

müjdeleyen kurgu ayrıntılarıyla doludur.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

iklime taşır. Bununla birlikte bir takım uyarlama<br />

teknikleri ile modern anlatı ve inançlar da metne<br />

dahil edilir. Nihayet okur hem Anka’yı aramaya çıkan<br />

kuşların vahdet-i vücud yolculuğunu hem de<br />

Süpermen’in Kripton’da başlayıp dünyada son bulan<br />

serüvenini dünden olduğu kadar bugünden de<br />

haberdar olan hikayecinin esatirî penceresinden<br />

seyreder.<br />

Bu kurnaz ve sevimli hikayeciye dil olan Anar<br />

gerçek hayatta felsefeyle uğraşan bir akademisyendir.<br />

Yüksek lisans ve doktora eğitimini “Sokrates<br />

Öncesi Felsefede Varlık Sorunu” ve “Antik<br />

Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı” adlı tezlerle<br />

tamamlayan İhsan Oktay Anar’ın anlatılarında da<br />

temel iki izlek “z a m a n” ve “v a r l ı k”tır. Çoğunluk<br />

bildik bir coğrafyada ve tanıdık bir zaman<br />

kesitinde başlayan hikaye, muhayyel sıçramalarla<br />

genişlik kazanır ve bütün macera boyunca varlığın/insanın<br />

çok boyutlu fotoğrafları çekilir. Bir<br />

sanat metninden söz edildiğine göre kolaylıkla<br />

tahmin edileceği gibi bu fotoğraflar elbette negatif<br />

haldedir. Varlığın flu ve karanlık takvimden,<br />

mekandan ve karakterlerden tab edilecek fotoğrafını<br />

da Anar bizzat parlattığı okur muhayyilesine<br />

ve idrakine bırakır.<br />

“Çerçeve öykülerin modernizmde işlevi aşağı<br />

yukarı belirlenmiştir. Organik bütünlük ve iç<br />

tutarlılığın önemli bir estetik değer olduğu modernizmde<br />

çerçeveler, çoğu kez bu bütünlüğün<br />

belirteci olarak bulundurulur. [Parla <strong>20</strong>01: 222].”<br />

Efrasiyâb’ın Hikâyeleri’nde de çok boyutlu ve renkli<br />

hikayeler arasında dolaşan okur, metnin sonuna<br />

geldiğinde gerçekliğin boyut kıstaslarından kurtarıldığı<br />

bir dizi minyatüre girerek onlarda gezindiği<br />

izlenimine kapılır. Onu benzer çerçeve öykü örneklerinden<br />

ayıran temel farklılıksa bu gezintinin<br />

basit argümanlardan şark kökenli felsefî göndermelere<br />

uzanmasıdır.<br />

Kaynakça<br />

Anar, İhsan Oktay [<strong>19</strong>95]. Puslu Kıtalar Atlası, İletişim Yayınları.<br />

Anar, İhsan Oktay [<strong>19</strong>96]. Kitabü’l-Hiyel, İletişim Yayınları.<br />

Anar, İhsan Oktay [<strong>20</strong>05]. Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, 15. baskı,<br />

İletişim Yayınları.<br />

Anar, İhsan Oktay [<strong>20</strong>05]. Amat, İletişim Yayınları.<br />

258<br />

Apuleius, Lucius [<strong>20</strong>06]. Başkalaşımlar-Altın Eşek (Metamorphoses-Asinus<br />

Aureus), Çeviri: Çiğdem Dürüşken, Hümanitas<br />

Yunan ve Latin Klasikleri, Kabalcı Yayınevi.<br />

Aytaç, Gürsel [<strong>19</strong>95]. “Roman ve Öykü Üzerine”, Edebiyat Yazıları<br />

III, Gündoğan Yayınları.<br />

Boccacio, Giovanni [<strong>20</strong>03]. Decameron, Çeviren: Rekin Teksoy, 6.<br />

basım, Oğlak Yayınları.<br />

Calvino, İtalo [<strong>20</strong>06]. Kesişen Yazgılar Şatosu, Çeviren: Semin<br />

Sayıt, Can Yayınları.<br />

Chaucer, Geoffrey [<strong>19</strong>94]. Canterbury Hikayeleri, Çeviren: Nazmi<br />

Ağıl, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.<br />

Duymaz, Recep, [<strong>19</strong>99]. Muhayyelât Üzerine Bir İnceleme,<br />

Arma Yayınları.<br />

Emin Nihat [<strong>20</strong>03]. Müsameretname, Çevrimyazı: Fazıl Gökçek,<br />

Sabahattin Çağın, Özgür Yayınları.<br />

Kabaklı, Ahmet [<strong>19</strong>90]. Muhayyelât-ı Aziz Efendi (Aziz<br />

Efendi’nin Hayalleri), KTBY.<br />

Kafaoğlu, Asuman Başer [<strong>20</strong>01]. “Çerçeve Öykü”, Yazın Sanatı,<br />

Friday, March 03, <strong>20</strong>06, edebiyatelestiri.blogspot.com<br />

Kefeli, Emel [<strong>20</strong>00]. “Kadınlar İçin Yazılmış Bir Kitap: Decameron”,<br />

Karşılaştırmalı Edebiyat İncelemeleri, Kitabevi.<br />

Onaran, Alim Şerif [<strong>19</strong>92]. Binbir Gece Masalları, Afa Yayınları.<br />

Parla, Jale [<strong>20</strong>01]. Don Kişot’tan Bugüne Roman, 3. baskı, İletişim<br />

Yayınları.<br />

Ulutürk, Veli [<strong>19</strong>92]. “Binbir Gece” mad., DİA, C.6, s.1<strong>80</strong>-181.<br />

Wellek, R. Warren, A. [<strong>19</strong>83]. Edebiyat Biliminin Temelleri<br />

(Theory of Literature), çeviren: Ahmet Edip Uysal, KTBY.


YABANCILAŞMA VE<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYECİLİĞİ<br />

Özet: Yabancılaşma, hem modern bir kavram<br />

hem de modernitenin ürettiği bir kavramdır. Aslında<br />

daha çok sosyoloji ve psikolojinin alanına<br />

girese de diğer sosyal bilimler de bu kavramı sık<br />

sık kullanmaktalar. Özellikle edebî metinlerin<br />

tahlilinde oldukça büyük bir işleve sahiptir. Hem<br />

ruh çözümlemelerinde hem de birey-mekân ilişkisinin<br />

anlamlandırılmasında geniş bir alana hitap<br />

eder. Bu çalışmada Mustafa Kutlu’nun bazı<br />

hikâyeleri, bu kavram çerçevesinde tahlil edilecektir.<br />

Anahtar Kelimler: Yabancılaşma, edebî metin,<br />

modernite, modernizasyon, şehirleşme<br />

259<br />

Yard. Doç. Dr. Ahmet AĞIR<br />

Gaziantep Üniversitesi<br />

Alienation and<br />

Turkish Short Stories<br />

After <strong>19</strong><strong>80</strong>’s<br />

Abstract: Alienation is both a modern term<br />

and a term that modernity produced. Indeed, although<br />

this term belongs to sociology and psycholohy,<br />

other social sciences started to employe<br />

it frequently. It has a very importance function<br />

especially in analyzing the literary texts. The<br />

term is of a key role in psychological analaysis<br />

of the textx and in determining the relationships<br />

between the person and place in a texts as<br />

well. In this work, some of Mustafa Kutlu’s short<br />

stories are going to be analysed in the light of<br />

this term.<br />

Key Words: Alienation, literary text, modernity,<br />

modernisation, urbanisation<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Bu çalışmanın çıkış noktası, yabancılaşmanın<br />

insanlık tarihinin başlangıcından bu yana toplumların<br />

içinde yeşerdiği önkabulü üzerine kuruludur.<br />

Bu da bize bu kavramın geçmişte önemli roller<br />

oynadığını, gelecekte de oynamaya devam edeceğini<br />

göstermekte. Yabancılaşma üzerine teorik<br />

bir çalışma yapmaktan çok, bu çalışmada önce<br />

yabancılaşma kavramının nasıl bir teorik çerçeve<br />

içine alındığını göstermek için daha önce yapılan<br />

önemli birkaç çalışmadan kısaca bahsedeceğim.<br />

İkinci olarak, bu kavramın anlamını belirleyip<br />

peroblemleri üzerine duracağım. Son olarak ise<br />

yabancılaşma kavramının <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyeciliği<br />

açısından ne anlama geldiğini tespit için<br />

bazı hikâyeleri bu kavram çerçevesinde açıklamaya<br />

çalışacağım. Yabancılaşma kavramını etraflıca<br />

anlayabilmek için kanımca şu üç temel soruyu cevaplamamız<br />

gerek:<br />

1. Yabancılaşma nedir?<br />

2. Yabancılaşmanın sebepleri veya kaynakları<br />

nelerdir?<br />

3. Yabancılaşma öznel bir tecrübe midir yoksa<br />

nesnel bir durum mudur?<br />

Bir tanım yapmadan evvel yabancılaşma konusunda<br />

çalışmış birkaç düşünürün görüşlerini anmak,<br />

bu kavramın içselleştirilmesi yolunda faydalı<br />

olabilir. Erich Kahler, bu kavramın ne kadar kapsayıcı<br />

olduğunu göstermek için “İnsanlık tarihi pekala<br />

insanın yabancılaşması tarihi olarak yazılabilir”<br />

der (Kahler <strong>19</strong>57: 43). Keinston ise yabancılaşma<br />

“birçokları için insanoğlunun varoluşunda temel<br />

bir gerçektir” saptamasını yapar (Keinston <strong>19</strong>60:<br />

161). J. Israel ise bu kavramın ampirik-positivist<br />

sosyolojide kullanımının, ortaya kavramla ilgili<br />

belirsizlikler ve şüpheler çıkardığını, sosyal bilimlerde<br />

bu kadar çok geniş kapsamlı bir kavramı<br />

kullanmaktansa, onun yerine daha dar tanımlamalara<br />

sahip başka kavramların kullanılması gerektiğini<br />

belirtir (Israel <strong>19</strong>71). Kavramın çok kapsamlı<br />

bir kullanım alanın olması sebebiyle, net bir<br />

tanımlama yapma imkânımız neredeyse yoktur.<br />

Bunun yanında, kapsayıcı oluduğu için çok sık atıf<br />

yapılan tanımlar da var. Meselâ aşağıdaki tanım<br />

iyi bir örnek olabilir:<br />

Yabancılaşma kavramının işaret ettiği gerçek-<br />

260<br />

ler, insan oğlu ile kendi nesnesinin arasında olan<br />

farklı türlerdeki iletişimsizliktir, kopukluktur ve<br />

uyumsuzluktur; bu nesneler diğer şahıslar olabilir,<br />

doğal dünya olabilir, insanın ürettiği sanat eserleri<br />

olabilir, toplum olabilir; dengesizliğin, kargaşanın,<br />

tuhaflığın ve bunaltının çeşitli şekilleri olabilir<br />

(Heineman <strong>19</strong>53: 1).<br />

Bu tanım işimize yarayabilir. Hem yabancılaşma<br />

kavramını teorik bir çerçeveye oturtmuş<br />

oluruz hem de bu tanım sayesinde yabancılaşmanın<br />

mâhiyetini anlayabilmek için yeni sorular<br />

üretebiliriz. Bu yeni sorulara geçmeden önce,<br />

Raymond Williams’ın görüşlerine de başvurmak<br />

istiyorum. Williams, yabancılaşma kavramını tarihsel<br />

bir perspektif içinde ele alıyor. İnglizce’de<br />

ilk kullanıldığı dönemlerden bu yana ne tür dönüşümler<br />

geçirdiğini kısa fakat etkili bir biçimde<br />

özetliyor. İngilizce’de 14. asırdan bu yana kullanıldığını<br />

ve ilk başta garipleştirici bir aksiyon<br />

yahut garipleşmiş bir durum olduğunu ileri sürer<br />

ve kavramın teolojik yanına dikkat çeker. Yanabcılaşma<br />

Tanrı’dan kopma ve koparılma durumlarına<br />

da işaret eder (Williams <strong>19</strong>83: 33-36).<br />

Williams’ın bundan sonraki açıklamaları ise<br />

yukarıda sorduğumuz iç içe girmiş iki önemli<br />

soru yani yabancılaşmanın kişisel veya toplumsal<br />

planda tecrübe ediliş şekli ile ilgili ip uçlarını<br />

verecektir. Birinci sorumuz yabancılaşmanın öznel<br />

bir tecrübe, ikincisi ise nesnel bir durum olup<br />

olmadığı ile ilgilidir. Bu sorular, yanacılaşmanın<br />

özne-nesne ilişkisi içindeki durumunu çözümlemek<br />

için cevaplanması gereken sorulardır. Bu<br />

çalışma boyunca ele alınacak hikâyelerin tahlilleri<br />

esnasında temel olarak yabancılaşmanın bu<br />

boyutu üzerine durulacaktır. Diğer bir deyişle<br />

bu hikâyelerde yabancılaşma öznel bir tecrübe<br />

midir yoksa yazar tarafından, şartların dayattığı<br />

veya doğurduğu nesnel bir süreç olarak mı<br />

kurgulanmıştır sorularının cevapları aranacaktır.<br />

İlk bakışta karmaşık gibi dursa da aslında<br />

bir birinden farklı iki durum ile karşı karşıyayız.<br />

Öznel tecrübelerde, toplumların henüz gerçek<br />

manâda, tüm şiddeti ile yüzleşmediği bir durum,<br />

yazar tarafından güçlü bir önsezi ile bir eserde<br />

bir öznenin tecrübesi olarak aktarılabilir. Bu, geçici<br />

olarak öznel bir tecrübe olarak kurgulanmıştır.<br />

Don Kişot ya da Kafka’nın böceğe dönüşen


Gregor Samsa’sı buna örnek olabilirler. Buradaki<br />

öznel tecrübeler ileride nesnel durumlara<br />

dönüşmeye aday öngörülerdir veya tarihsel süreçlerdir.<br />

Nesnel durumlar ise gelişimini ya tam<br />

anlamı ile tamamlamış veya tamamlamak üzere<br />

olan durumların ortaya çıkardığı değişimlerden<br />

dolayı yaşanan gelişmelerdir. Yazarlar bu durumu<br />

kaleme alırlar. Tek tek bireylerin değil, çeşitli<br />

gelişmelerden dolayı toplumun artık derinden<br />

hissettiği bir sürecin adıdır.<br />

Yabancılaşmanın sebepleri veya kaynaklarına<br />

cevap olabilecek ayrıntılı açıklamaları Williams<br />

kaba olarak iki başlık altında açıklar. Birinci yaklaşımın<br />

teolojik bir yanı var; bir eylem olmaktan<br />

çok durum ifade eder. Buna göre Tanrı’dan, onun<br />

bilgisinden, merhametinden ayrılmak ya da ona<br />

ibadetten mahrum bırakılmak anlamları taşır. Bu<br />

yaklaşım aynı zamanda J.J. Rousseau’nun tanımı<br />

ile de çakışır. Buna göre yabancılaşma insan ile<br />

onun orijinal doğası arasındaki kopuluktur ve bu<br />

ikilinin birbirine garipleşmesidir. Bu arada Fruedyan<br />

açıklamaları da unutmamak gerek. Bu açıklamalarda<br />

balşıca enerji kabul edilen libidodan<br />

vaya bilinen cinsellikten ayrılan insandan bahsedilir.<br />

Burada ortaya çıkan yabancılaşma durumlarının<br />

ana kaynağı olarak genelde medenileşme<br />

süreci gösterilmektedir. Nitekim yine aynı süreci<br />

farklı şekillerde yabancılaşmanın sebebi olarak<br />

gösteren başka düşünürler de var. Bunlardan biri<br />

olan Karl Marks yabancılaşma kavramı tarihsel<br />

bir sürecin sonucudur der ve onu kapitalist çağın<br />

bir sorunu olarak açıklar. Burada yanabcılaşmanın<br />

diğer bir adı şeyleşmedir. Bu süreç aslında<br />

emeğin geçirdiği süreçtir. Bu süreçte işçi kendi<br />

dünyasını yaratarak kendini gerçekleştirir; fakat<br />

sınıflı toplumlarda iş bölümü, özel mülkiyet, kapitalist<br />

üretim tarzları gibi nedenlerden dolayı,<br />

insan yabancılaşır çünkü üretim ve karar verme<br />

araçlarına kapitalist tarafından el konulmuştur.<br />

Yabancılaşmanın birinci aşaması insanın üretim<br />

araçlarına sahip olamamsı ile başlar; ikinci<br />

aşamada ise emeğin yabancılaşması vardır. Bu<br />

aşama bir toplumun bir parçası topraklarından<br />

çekildiği ve üretim araçları ile ilişkilerinin koparıldığı<br />

zaman başlar. Üçüncü aşama bir ücretlinin<br />

kendi iş gücünü değil, işinin ürününü işverene<br />

satmaya başladığı zaman ortaya çıkar.<br />

261<br />

Başka bir yaklaşım ise yabancılaşmayı anomi<br />

kavramına vurgu yaparak açıklar. Bu yaklaşımı<br />

teknik olarak normsuzluk balşığı altında inceleyenler<br />

de var (Seeman <strong>19</strong>59: 787). Anomi<br />

kavramını yabancılaşma ile ilk ilişkilendiren E.<br />

Durkheim’dır. Klasik yaklaşımda bu anomali ya<br />

da normsuzluk, bireyin davranış şekillerini belirleyen<br />

toplumsal normların alt üst olmasını,<br />

işlerliğini veya etkinliğini kaybetmesini işaret<br />

eder. Birey bu noktada kendi başınadır. Bu yaklaşıma<br />

göre bu durumdaki bir birey adaptasyon<br />

yeteneğini kaybetmiştir. Bu değerlendirmeler,<br />

yabancılaşmanın sebepleri ve kaynakları hakkındaki<br />

sorumuzun kısa bir cevabı olabilir. Açıklayıcı<br />

olmasına rağmen elbette yetersizdir. Bundan<br />

dolayı zaten bu çalışmanın çeşitli yerlerinde bu<br />

soru ile ilgili açıklamalar devam edecektir.<br />

Her ne kadar yabancılaşmanın tarihi, insanoğlunun<br />

tarihi kadar eskiymiş gibi gösterilse de sosyal<br />

bilimlerin kullandığı bu kavram, kaba olarak<br />

modernitenin bir sonucu olarak ele alınabilir. Burada<br />

modernite şehirleşmenin, sekülerleşmenin,<br />

sanayileşmenin şekillendirdiği değişimler sonucu<br />

zuhur eden bir yaşam şekli yahut tecrübe olarak<br />

değerlendirilebilir. Parçalanmışlık, bölünmüşlük,<br />

yenideninşa (reformasyon), hızlı değişim, geçicilik,<br />

güvensizlik gibi kavram ve kelimeler modernitenin<br />

karakteristik özellikleridir.<br />

Modernitenin zaman ve mekânın algılanması<br />

ile ilgili değişimlerde önemli rol oynadığını biliyoruz.<br />

Hız, hareketlilik, iletişim, kaos vb. kelimeler,<br />

modernitenin ürettiği algılamaları ve hayat şekillerini<br />

tanımlamak ve açıklamak için sık sık kullanılan<br />

kelimelerdir. Moderniteyi açıklamak için<br />

daha çok tarihsel sınıflamalar yapan düşünürler<br />

çıkmıştır. Bunlara bir örnek verecek olursak<br />

moderniteyi üç döneme ayıran örnek açıklayıcı<br />

olabilir: birinci evre insanların modern hayatı<br />

tanımlamak için kavramlar aradıkları süreç olan<br />

olan 1500 -1<strong>80</strong>0 arasıdır; ikinvi evre Amerikan<br />

ve Fransız ihtilali ile belirginleşen 1<strong>80</strong>0’lerdir<br />

ve de son evre nerdeyse modernizayon sürecine<br />

bütün dünyanın dahil olduğu <strong>19</strong>00’lerdir (Childs<br />

<strong>20</strong>00). Az önce de belirtildiği gibi bu tür yaklaşımlar<br />

modernitenin tarihsel gelişimini kronolojik<br />

olarak tâkip etme isteğinini sonucudur. Buna<br />

karşın moderniteyi tarhisel süreç olarak almanın<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ötesinde onu “bir davranış şekli” olarak açıklayan<br />

düşünürler de var (Foucault <strong>19</strong>86). Bu davranış<br />

şeklini ortaya çıkaran önemli sebepler var<br />

şüphesiz. Modernitenin tanımlayıcı kavramlarına<br />

baktığımız zaman yabancılaşma kavramı ile<br />

benzer özellikler taşıdığını görebiliriz. İkisinin de<br />

temel karakteristikleri, bölünmüşlük, parçalanmışlık,<br />

bütünlükten yoksun oluş, belirsizlik vb.<br />

olarak sıralanabilir. Galile’den Newton’a kadar<br />

büyük fizikçilerin ve Descartes gibi düşünürlerin<br />

tasavvur ettiği ve açıklamaya çalıştığı evrenin<br />

ve insanın hayatının en temel dinamiği “mekanikilitir”,<br />

“otomatizmdir”, “düzendir”. Oysa<br />

Kuantum fiziğiyle beraber belirsizlik ilkesinin<br />

ve ralativitenin ortaya çıkardığı yeni durum düzenin,<br />

mekanizmin ve otomatizmin kurduğu o<br />

güvenli dünyayı yıktı. Aynı dönemde Freud’un<br />

geliştirdiği teoriler de insanın tanımlanması ile<br />

alakalı yeni yaklaşımlar doğurdu. Descartes ile<br />

beraber öznenin tanımlanmasında esas olan etmenin<br />

“düşünme” eylemi olduğu inancı yerleşti.<br />

Bu bağlamda bilinç özgür bireyin en önemli vasfı<br />

oldu. Ancak Freud’un bireyi tanımlarken insanın<br />

başka bir boyutunu, “bilinçaltı”nı çalışmalarının<br />

merkezine alması, insanın kendi kendisi ile evren<br />

arasında kurduğu o güvenli bağı yeniden gözden<br />

geçirmesine yol açtı. Artık insan oğlu bilinçaltının<br />

belirsiz, karanlık değişken zemininde kendini<br />

keşfetmek durumundadır. Bu gelişmelerden<br />

sonra özne-nesne arasındaki ilişki doğal olarak<br />

daha az belirgin bir konuma indirgendi. Newton<br />

fiziğinde çok belirgin olan, dokunabileceğimiz,<br />

özneden ayrı tanımlayabileceğimiz nesne, Kuantum<br />

fiziği ile birlikte ortadan kalktı. Artık hem<br />

kendi dışımızdaki dünya ile hem de kendimizle<br />

ilgili bilgilerimiz daha gevşek bir özellik kazandı,<br />

bu gevşek ilişki ise doğal olarak insanın yabancılaşmasının<br />

ivmesini artırdı.<br />

Bu noktaya kadar yaptıklarımız genel anlamı<br />

ile yukarıda sorulan ilk iki sorunu cevabı niteliğindedir.<br />

Üçüncü soru ise ilk iki soruya verilen<br />

cevapların hazırladığı teorik zemin üzerine kurulacak<br />

olan metin çözümlemeleri esnasında ve<br />

sonrasında cevaplanacak. Çalışmanın bundan<br />

sonraki kısmı, Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde<br />

yabancılaşmanın izlerini aramak üzerine bina<br />

edilecek; başka bir deyişle bu noktadan sonra<br />

262<br />

3. sorumuzun cevabının aranmasıyla birlikte,<br />

yabancılaşma Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde<br />

öznel bir tecrübe midir yoksa nesnel bir durum<br />

mudur sorusu daha spesifik ve pratik bir zemine<br />

çekilecektir. Mustafa Kutlu’nun tüm hikâyelerini<br />

incelemektense –bu çalışmanın imkânları<br />

düşünülürse- sadece onun Yokuşa Akan Sular<br />

adlı kitabında bulunan bazı hikâyeler üzerine yoğunlaşmanın<br />

daha verimli olacağını düşündüm.<br />

Ancak hikâyelere geçmeden önce yabancılaşma<br />

kavramı ile ilgli bir kaç teorik açıklama eklemek,<br />

kavramı daha anlaşılır kılacaktır.<br />

Bu açıklamaların da gösterdiği gibi bu kavramın<br />

geniş kapsamının yaratabileceği problemleri<br />

ortadan kaldırabilmek adına yukarıda da belirtildiği<br />

gibi güçsüzlük, anlamsızlık, normsuzluk,<br />

tecrit, gariplik (Seeman <strong>19</strong>59) gibi başka farklı<br />

kavramları, yabancılaşmanın yerine kullanmayı<br />

teklif edenler de var. Burada güçsüzlük, içinde<br />

yaşadığımız toplumu etkileme ile ilgili kabiliyetsizlik<br />

ya da kabiliyetsizlik duygusu olarak açıklanabilir;<br />

anlamsızlık ise bireyin neye inanması<br />

gerektiği konusunda net olamayışıdır, bireyin<br />

karar verme aşamasında minimal standartların<br />

karşılanamayışıdır. Normsuzluğu zaten hemen<br />

yukarıda tanımlamıştık; tecrit ise verili normlardan<br />

ve amaçlardan soyutlanma olarak açıklanabilir;<br />

gariplik kaba olarak bireyin kendini tatmin<br />

edebileceği sahici aktivitelerden mahrum olması<br />

diye tanımlanabilir.<br />

Önce, kitaptaki hikâyelerin ilkidir. Bu hikâye<br />

ile birlikte kitap boyunca farklı başlıklar altında<br />

hikâyesini okuyacağımız Cevher Bican ile karşılaşırız.<br />

Bican Kars’tan İstanbul’a iş için göçmüş bir<br />

köylüdür. Yazar onun içinde bulunduğu karmaşıklık<br />

psikolojisini şu cümlelerle anlatıyor:<br />

Şehri ilk görüyordu Bican. Köyden çıktığından<br />

beri öyle bir sarhoşluk içinde idi ki buna pek görüyordu<br />

da denemezdi. Anlamadan, kavramadan,<br />

hatta çoğunlukla baktığı şeyi iyice göremeden<br />

seyrediyoru etrafı (Kutlu <strong>20</strong>06: 13).<br />

Bu hikâye ile birlikte mâcera iki ana noktada düğümleniyor.<br />

Birinci nokta köy-şehir ikileminin yarattığı<br />

gerilimdir. Bican köyden şehire göç eder ve<br />

şehirin kendi içinde ürettiği poblemler ile çok keskin<br />

ve hazırlıksız bir şekilde yüzleşmek zorunda


kalır veya pasif bir şekilde bırakılır. Yukarıda moderniteyi<br />

tanımlarken yenideninşa yani reformasyondan<br />

bahsetmiştik. Bu yeniden inşanın ürettiği<br />

en önemli problemlerden bir ise boşluklardır. İşte<br />

Bican bu tür bir boşluğa düşer. Bu hikâyede olup<br />

biten temel şey Bican’ın dünyasında bu köy-şehir<br />

ikileminin yarattığı boşlukların diyalektik bir biçimde<br />

tahkiye edilmesidir. Bican’ın modern dünya<br />

ile karşılaşmasının hikâyesidir. İskender Savaşır’ın<br />

Stephen Frosh’tan çevirdiği bir makaleye alınan<br />

cümlelerde Marshal Berman’ın dediği gibi<br />

Modern olmak, bizlere güven, güç coşku, gelişme,<br />

kendimizi ve dünyayı değiştirme olanakları<br />

vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz<br />

her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi<br />

yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır<br />

kendimizi. [Modernlik] bizleri sürekli parçalanma<br />

ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin belirsizlik<br />

ve acının girdabına sürükler (Berman <strong>19</strong>82: 11).<br />

Bican henüz modern değildir sadece modernliğin<br />

doğurduğu bir sorunsal ile hem de bu sorunsal<br />

ile nasıl baş edeceğini bilemeden rehbersiz<br />

bir şekilde baş başa kalmıştır. Bundan dolayı da<br />

“sahip olduğu her şeyi, bildiği her şeyi, olduğu<br />

her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda<br />

bulmuştur kendisini”. Burada ikinci nokta şehirleşmenin<br />

neredeyse hem sebebi hem sonucu<br />

olan sanayileşmenin doğurduğu sorunsaldır.<br />

Bican’ı “[d]ayısı çağırmıştı köyden. Geldiği günün<br />

sabahı da fabrikaya getirip bırakmıştı” (Kutlu<br />

<strong>20</strong>06: 13). Yani Bican için sadece şehir değil aynı<br />

zamanda fabrika da yabancı bir ortamdır. Köyde<br />

“kazma, kürek” ile çalışrken burada henüz adlarını<br />

bile bilmediği bir sürü teknolojik aletlerle<br />

baş etmek zorundadır. Daha da ürkütücü olanı,<br />

bu teknolojik aletlerin oluşturduğu ortam ve<br />

ilişkilerdir. Bu ortam aslında olmayan ilişkilerin<br />

sürdürüldüğü bir ortamdır. Konuşmaların teknik<br />

boyutların ötesine geçmesine izin verilmeyen bir<br />

ortamdır. İnsanî boyut fabrika kapısından içeri<br />

alınmamaktadır.<br />

Bu hikâyede ortaya çıkan yabancılaşma durumu,<br />

ilk bakışta Karl Marks’ın teorileştirdiği<br />

yabancılaşma imiş gibi görünse de Kutlu, bu<br />

hikâyeyi böyle bir zemin üstüne oturtmaz. Söz<br />

263<br />

konusu olan şey, Bican ile üretim araçları arasındaki<br />

yabancılaşma değildir; Bican’ın henüz işçi<br />

sınıfından, üretim araçlarından, özel mülkiyetten<br />

falan haberi yoktur. Onun zihni daha önce tecrübe<br />

etmediği olay ve olguların uyandırdığı, yıktığı,<br />

alıp götürdüğü duygular ve henüz doldurulmamış<br />

boşluklarla doludur. Bir inşa sürecinin henüz başındadır.<br />

Daha teknik konuşacak olursak Bican’ı<br />

en iyi tanımlayacak kavram burada anlamsızlıktır.<br />

Yeni tanıştığı modern dünyanın oluşturduğu<br />

boşluklardan dolayı, Bican hem etrafıyla hem de<br />

kendi iç dünyası ile bir anlam bağı kuramamaktadır.<br />

Gerekli tüm donanımlardan yoksundur. Bu<br />

durum ise Bican’ın öznel bir tecrübesi değildir.<br />

Modernitenin ürettiği nesnel bir durumdur daha<br />

çok. Bu nesnel durum, Bican özelinde tahkiye<br />

edilmektedir.<br />

Kalıcı mıyız?.. adlı ikinci hikâyede Kutlu, Bican<br />

ile yeni durumun arasındaki ilişkinin sürekli olup<br />

olmayacağını irdeler. Bican artık etrafını daha<br />

net gözlemleyebilecek bir ilişki kurmuştur kendi<br />

ortamıyla. Fakat henüz o, modernitenin açtığı<br />

boşluklar ile nasıl baş edeceğini bilememektedir.<br />

Kendi kafasında daha önceleri bu boşlukların yerinde<br />

olan “masmavi lekesiz bir gök, parıl parıl<br />

bir güneş, kilometreler boyu uzayıp giden yemyeşil<br />

otla kaplı bir yayla, otların arasında kıvrıla<br />

kıvrıla akan beyaz çakıl taşlı dup duru bir çayla<br />

bezeli, yeni bir dünya” (Kutlu 23-24) ile doldurmayı<br />

planlamaktadır ama onun daha tecrübeli<br />

olan iş arkadaşı Zülküf Ağa ona “kalıcısın burada”<br />

der (Kutlu 23). Bu ikaz Bican’ın zihininde<br />

olan boşlukları daha da derinleştirir. Anlamsızlık<br />

onun için artık kısa vadede çözülemiyecek bir<br />

tecrübedir. Bu hikâye ile beraber, Bican kendi<br />

durumunun artık farkına varmaya başlamıştır.<br />

Köy-şehir zıtlığının ortaya çıkardığı sorunsalları,<br />

iki farklı durum olarak değerlendirebilmektedir.<br />

Bu iki farklı durum ise boşluğu hem üretmektedir<br />

hem de bu boşluğun sürekli olmasına yardım<br />

etmektedir.<br />

Bekâret adlı hikâyeye geldiğimizde Bican’ın<br />

içinde bulunduğu yabancılaşmayı, Kutlu tam<br />

anlamı ile bir köy-şehir ikilisinin anlam farklılığından<br />

doğan bir durum olarak anlatır. Bican<br />

artık şehir hayatının kendisinin bilip ezberlediği<br />

köy hayatından farklı bir şey olduğunu sezmeye<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

başlamıştır. İçindeki boşluğu, yabancılığı ve anlamsızlığı<br />

bu şehir ortamının ürettiğini bilinçsiz<br />

de olsa yavaş yavaş hissetmektedir. “Evinden<br />

apartmanına, dükkânından arabasına, insanından<br />

hayvanına bir oturmamışlığın, bir tedirginliğin,<br />

bir gözleri dört açılmışlığın, bir kıpır-kıpırlığın<br />

bu büyük şehrin kenar semtinde , bir hafta tatili<br />

nasıl geçer? (Kutlu 32). Bu karmaşık ortamda,<br />

şehir hayatının ve kültürünün ağırlığı altında,<br />

Bican bir birey gibi davranamaz, bağımsızlığını<br />

ve bireyselliğini koruma çabaları ve yöntemleri<br />

geliştiremez. Kendini anlamlandıramadığı, ya da<br />

yeni mekânlarla anlamlı bir bağ kuramadığı için<br />

bu yeni hayatı ile ilgili imgeler üretemez; sadece<br />

şaşırır. Şehir hayatının hızı, karmaşıklığı, insanların<br />

aceleciliği, kalabalık ve yoğun ve yüksek binalar<br />

Bican’ın olan bitenlere bir anlam vermesini<br />

engeller.<br />

Bican şehirli olamadan bir fabrikada işçi olur<br />

ama işçi olmak kendisini işçi sınıfına ait bir birey<br />

yapmaz. İşçilik sadece bir geçim kaynağıdır onun<br />

için. Böylece Bican, içi içe geçmiş bikaç yabancılık<br />

yaşar. Önce yeni geldiği şehire yabancıdır, sonra<br />

çalıştığı fabrikaya son olarak da çalışan biri olmasına<br />

rağmen işçi sınıfına yabancıdır. Bican’ın<br />

durumunu daha dramatik yapan nokta ise kendisinin<br />

bütün bu yabancılaşma durumları içinde<br />

bir özne olamayışıdır; tersine o bu durumların<br />

yönlendirdiği nesnedir. Yokuşa Akan Sular adlı<br />

hikayede Kutlu, Bican’ın içşi sınıfı ile olan münasebetini<br />

anlatır. Bir taraftan, patron, işçi, grev,<br />

referandum, işçi hakları; hak arama teşebbüsleri<br />

gibi Marksist düşüncenin sınıfsal kavramlarını<br />

kullanarak sınıf mücadelesi veren işçilerin giriştiği<br />

yürüyüş var öte yandan Bican ile arkadaşı bu<br />

kalabalığın arasında kendi aralarında oynadıkları<br />

ve ötekilerinin adını dahi bilmedikleri yerel<br />

“Cüz” oyunu var( Kutlu 44). Bican bu hikayede,<br />

henüz içselleştiremediği işçiliği ile kendi arasındaki<br />

anlamsızlığın yarattığı boşluğu yaşar.<br />

Şehirleşmenin gelenekler üzerindeki dönüştürücü<br />

etkisinin vaya tahribatının ve bu tahribatın<br />

köy-şehir ikilemini hâlâ şiddetli bir şekilde yaşayanların<br />

dünyasında meydana getirdiği dalgalanmaların,<br />

kırılmaların ve kopmaların konu olarak<br />

işlendiği hikâler de var. Bayramdan Kaçanlar,<br />

geleneklerin sürdülmesinin imkansızlaştığı bu<br />

264<br />

yeni mekânlarda, gelenekler ile insanlar arasında<br />

sürekli açılan boşluğu anlatır. Bir taraftan insanları<br />

sürekli çalışmak zorunda bırakan şehirli<br />

modern hayat tarzı, öte yandan aynı mekânlarda<br />

gelenekleri sürdürmeye çalışanlar. Bu hikâyedeki<br />

yabancılaşma, modern şehir hayatının dayattığı<br />

bunalımların, zorlukların ve bireyselleşmenin<br />

doğal sonucu olarak ortaya çıkan özel hayatlar,<br />

özel alanlar, özel zamanlar anlayışı ile özel hayatı<br />

henüz pek tanımayan akrabalık, hemşehrilik ve<br />

köylülük üzerine kurulu hayatlar arasındaki ayrışmanın<br />

diğer boyutu olarak karşımıza çıkar. Bir<br />

yandan, bayramları bu akrabalık gibi geleneksel<br />

ilişkilerin devamını sağlamak için kullanan insanların<br />

hikâyesi, öbür yandan, bu bayramları şehir<br />

hayatının yüklediği bunalımları üzerlerinden atabilmek<br />

için tatil olarak kullanan yahut kullanmayı<br />

düşünebilenlerin hikayesi… Böylece bu hikâyede<br />

yabancılaşma bir anlamda gelenek ile modernleşme/şehirleşme<br />

arasındaki gerilimden doğar<br />

ve aynı gerilim bu yabancılaşmayı sürekli besler.<br />

Kitabın son hikâyesi olan Dayan Seydali… de<br />

bu yabancılaşma durumunu işler. Bu yabancılaşma<br />

sürecinin sonudur. Bican içine karıştığı işçi<br />

grubuna üye olmayı, onlarla birlikte sokaklarda<br />

yürüyüşlere katılmayı, sloganlar atmayı ve ait<br />

olduğu sınıfın farkında olan bir birey olmayı birbirine<br />

karıştırıyor. Oysa o sadece işçilerin arasına<br />

karışmıtır; bu karışma ise onu kendi arkadaşlarının<br />

meselelerine karşı yabancılaştırmıştır. Kısaca<br />

Bican iki farklı yabancılaşmayı içi içe tecrübe<br />

etmektedir yeniden. İşçi sınıfı bilinci oluşmadan<br />

işçi hakları için sokaklara dökülmek onun için henüz<br />

anlamlı bir eylem değildir, ancak o bu eylemi<br />

çok önemsediğinden arkadaşının küçük olarak<br />

tanımladığı meselesini umursamıyor. Bireyi dikkate<br />

almadan ve bireyin meselelerini çözmeden<br />

o bireyin içinde bulunduğu sınıfın peroblemlerini<br />

çözmeye uğraşıyor. Arkadaşı olan Seydali fizikî<br />

problemlerden dolayı çalışamıyor ve tablada<br />

karpuz satarak yaşamını devam ettiriyor. Bir<br />

Cuma namazı esnasında, zabıtalar tablayı imha<br />

ederek Seydali’nin geçim kaynağını ortadan kaldırıyorlar.<br />

Seydali sokakta yürüyüş yapan işçilerin<br />

arasında rastladığı Bican’a bir umut olarak<br />

sarılıyor ama O Seydali’nin kişisel probelmlerini<br />

dinlemiyor bile. Seydali, ondan yardım istedikçe


o Seydali’ye “Bize katıl Seydali ağam, arabayı da<br />

zabıtayı da hallederiz” der (Kutlu 86). Bu hikâyede<br />

Kutlu, Bican’ın içine düştüğü açmazı anlatır<br />

bize, o açmaz ise Bican’ın durumunu sürekli dramatikleşirir<br />

ve derinleştirir. Bican içine düştüğü<br />

yabancılaşma psikolojisinden kurtulmak için bir<br />

grub ait olup toplumsallaşmadan faydalanmaya<br />

kalkışır; ancak bu defa da yeni bir yabancılaşma<br />

durumları ile yüz yüze gelir. Şehire göçmüştür<br />

ama şehire yabancıdır, işçidir ama işçi sınıfı bilincine<br />

yabancıdır, son olarak Bican’ın durumuna<br />

daha da dramatikleştiren yabancılaşma başlar:<br />

daha önce bildiği, tanıdığı, gariplik, anlamsızlık,<br />

yabancılık gibi duyguları hissetmediği tek ortam<br />

olan arkadaşlarına da yabancılaşır.<br />

Sonuç<br />

Kutlu’nun bu çalışmada incelenen hikâyelerinde<br />

yabancılaşma kavramı, nesnel bir durum olarak<br />

ele alınmıştır. Şehirleşme, sanayileşme, göç,<br />

gelenekten kopma, büyük toplumsal tanımlamaların<br />

(hemşehrilik, akrabalık, köylülük gibi…) yerine<br />

artık bireyselliğin girişi gibi olguların ortaya<br />

çıkardığı bir sonuçtur yabancılaşma. Böylece ilk<br />

başta sorduğumuz soruların üçüncüsü de cevaplanmış<br />

oldu. Dursun Ali Tökel’in de dediği gibi “O<br />

artık nefes almanın imkânsız hâle geldiği betonlarla<br />

çepeçevre kuşatılmış, tabiatın karartılıp ışık<br />

ve güneşin yok edildiği, dışı gibi içi de taşlaşmış<br />

şehirler” (Tökel 38)’e göçüp gelmiş insanların şehirler<br />

ile kur(a)madıkları ilişkileri anlatılır. Kısaca,<br />

yanabcılaşmanın kaynağı şehirleşmedir.<br />

265<br />

KAYNAKÇA<br />

Childs, Peter (<strong>20</strong>00) Modernism, London and New York: Routledge.<br />

Foucault, Michel (<strong>19</strong>86), “What is Enlightenment” in The Foucault<br />

Reader (ed. Paul Rainbov), Harmondsworth: Penguin.<br />

Frosh, Stephan (<strong>19</strong>91) “Toplumsal Bir Yaşantı Olarak Kimlik Bunalımı”,<br />

Defter, 26 (Kış <strong>19</strong>96), s. 40-57.<br />

Heinman, F. (<strong>19</strong>53) Existantialism and the Modern Predicament.<br />

New York. Harper Torchbooks.<br />

Israel, J. (<strong>19</strong>71) Alienation. From Marx to Modern Sociology, Boston:<br />

Beacon<br />

Kahler, E. (<strong>19</strong>57), The Tower and the Abyss, New York: Braziller.<br />

Keinston, K. (<strong>19</strong>60), “Alienation and the Decline of Utopia.” American<br />

Scholar 39:161-<strong>20</strong>0.<br />

Kutlu, Mustafa (<strong>20</strong>06) Yokuşa Akan Sular, İstanbul: Dergâh Yayınlalrı<br />

Seeman, M. (<strong>19</strong>59) “On the Meaning of Alienation” American Sociological<br />

Review 24: 783-790.<br />

Tökel, Dursun Ali (<strong>20</strong>04) “Tufandan Önce Mustafa Kutlu”, Kitap<br />

Haber, <strong>19</strong>, (Aralık <strong>20</strong>03-Ocak <strong>20</strong>04), s. 36-39.<br />

Williams, Raymond (<strong>19</strong>83), Kyewords: A Vocabulary of Culture<br />

and Society, New York: Oksford University Press<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

BİR POSTMODERN<br />

ANLATI ÖRNEĞİ<br />

OLARAK “FEHMİ K.’NIN<br />

ACAYİP<br />

SERÜVENLERİ”NİN<br />

“KARI KOCA MASALI”<br />

İLE İLİŞKİSİ ÜZERİNE<br />

Özet: Hilmi Yavuz tarafından <strong>19</strong>91 yılında yayımlanan<br />

Fehmi K’nın Acayip Serüvenleri adlı<br />

anlatının, yazarın kendisi ve kimi eleştirmenler<br />

tarafından Türk edebiyatındaki ilk postmodern<br />

metin olduğu ileri sürülmüştür. Bu iddia, postmodernizmin<br />

Türkiye’de bir edebiyat terimi olarak<br />

kullanılmasından sonra yazılan metinler söz konusu<br />

olduğunda doğru olabilir. Fakat postmodern<br />

edebiyat teorisinin, edebî metinleri bu kategoriye<br />

sokmak için gerekli gördüğü özelliklerin birçoğu,<br />

bu terimin kullanılmaya başlanmasından önce de<br />

Türk edebiyatında kimi yazarların metinlerinde<br />

yer almıştır. Ahmet Mithat Efendi bu yazarlardan<br />

biridir ve onun özellikle Karı Koca Masalı adlı eseri<br />

birçok postmodern özellikler içermektedir. Söz<br />

gelişi, yazarın metne dahil olması, metin içinde<br />

hikâyeyi/hikâyeleri nasıl kurguladığını okuyucuyla<br />

paylaşması (üstkurmaca), okuyucunun metne zaman<br />

zaman metnin yazarı veya eleştirmeni olarak<br />

katılması, anlatılan hikâyenin “yalan” olduğunun<br />

sık sık vurgulanması, başka metinlerden alıntılara<br />

yer verilmesi, farklı türlerin özelliklerinin aynı<br />

metin içerisinde kullanılması vb. bunlar arasında<br />

sayılabilir. Bu özellikler bakımından Karı Koca Masalı<br />

ile Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’nin karşılaştırılması,<br />

iki metin arasında benzerlikler olduğunu<br />

ortaya koymuştur.<br />

Anahtar kelimeler: Ahmet Mithat Efendi, Hilmi<br />

Yavuz, Postmodern anlatı, kurmaca, üstkurmaca<br />

266<br />

Doç. Dr. Fazıl GÖKÇEK<br />

Ege Üniversitesi / İzmir<br />

Abstract: It is suggested by some critics and<br />

the writer by oneself that Hilmi Yavuz’s narrative<br />

named Fehmi K’nın Acayip Serüvenleri and<br />

published in <strong>19</strong>91 is the first postmodern text in<br />

the Turkish literature. After the postmodernism<br />

is used in a literature term in Turkey, it is perhaps<br />

true suggestion when the writed texts include.<br />

But, in order to be found the literaty texts in this<br />

category before the term wasn’t used in the Turkish<br />

literature, some writer’s texts had found a lot<br />

of peculiarities which the postmodern literaty’s<br />

theory counts for necessity. Ahmet Mithat Efendi<br />

was the one in these writers and his especially sign<br />

named Karı Koca Masalı includes a lot of postmodern<br />

peculiarities. For example, around these<br />

perhaps include the writer includes in the text,<br />

the writer share the reader how to unify with the<br />

stories in the text (metafiction), the reader sometimes<br />

participates in the text as if the text’s writer<br />

or critic, the explained story is often emphasized<br />

to be lie, the quotations are found from different<br />

texts, different species of pecularity are used in<br />

the same text vb. according to these peculiarities<br />

compare with Karı Koca Masalı and Fehmi K’nın<br />

Acayip Serüvenleri revealed that there’s a resemblance<br />

between two texts.<br />

Key Words: Ahmet Mithat Efendi, Hilmi Yavuz,<br />

postmodern narrative, fiction, metafiction


Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi’nin yazarlığının<br />

ilk yıllarında, 1875 yılında yayımladığı<br />

eserlerinden biridir. 1 Bu eser yakın zamana kadar<br />

araştırmacılar tarafından dikkate alınmamış,<br />

üzerinde hemen hiçbir edebî değerlendirme yapılmamıştır.<br />

Ahmet Mithat Efendi’ye geniş bir yer<br />

ayırdığı Türkçede Roman adlı eserinde Mustafa<br />

Nihat Özön, Karı Koca Masalı’nın Ahmet Mithat<br />

Efendi’nin “kışa rastlayan 1875 Ramazanı için<br />

eğlencelik olarak yazdıklarından” olduğunu belirtir<br />

ve -eserin başından bir parçayı alıntıladıktan<br />

sonra- “İşte böyle böyle başlayan birçok söyleyişle,<br />

bir çeşit tatlı gevezeliğe giden meddah ağzıyla<br />

zamanın dergileri, önsözlerin fena kullanılışı, dil<br />

hareketleri, eski masallardaki bazı pitoresk görünümlere<br />

hafif bir değinme, karılık-kocalık görevleri<br />

hakkında benimsetilmek istenen bazı görüşler…<br />

”e yer verilen bir eser olduğu değerlendirmesini<br />

yapar. 2 Ahmet Hamdi Tanpınar ise <strong>19</strong>. Asır Türk<br />

Edebiyatı Tarihi’nde Ahmet Mithat Efendi’ye genişçe<br />

yer ayırdığı ve hemen her eserinden söz<br />

ettiği halde, Karı Koca Masalı’nı söz etmeye değer<br />

bulmamıştır. 3 Orhan Okay, Batı Medeniyeti<br />

Karşısında Ahmet Mithat Efendi adlı değerli çalışmasında<br />

bu esere “Basit bir monolog karakteri<br />

gösteren Karı Koca Masalı 1875’te neşrettiği ilk<br />

eserlerindendir” cümlesiyle değinmiştir. 4<br />

Görüldüğü gibi, Ahmet Mithat Efendi’nin bu<br />

eseri, ondan ve eserlerinden söz eden belli başlı<br />

kaynaklarda ya önemsenmemiş veya büsbütün<br />

görmezlikten gelinmiştir. Ancak son yıllarda edebiyatta<br />

“postmodern” kavramının tartışılmaya<br />

ve bu türde ürünlerin görülmeye başlamasından<br />

Kırkambar Matbaası, 6 s.<br />

2 İletişim Yayınları, 2. bs., İstanbul 985, ss. 98- 99.<br />

3 Tanpınar’ın, Ahmet Mithat Efendi’nin romancılığı ve bugün<br />

eleştirmenlerin onun en orijinal eseri olduğu üzerinde birleştikleri<br />

Müşahedat romanı hakkındaki değerlendirmesi, Karı Koca<br />

Masalı’nı neden dikkate almadığını da açıklar: “… hakikatte<br />

onun sanatı yoktur, melekesi vardır ve halk muharriri olarak belli<br />

başlı kusurlarından biri de budur. Kitap zevki meddah itiyadını<br />

okuyucuya unutturduğu gün Ahmed Midhat Efendi’nin romanları<br />

okuyucusunu sıkacaktır. Roman sanatı, hangi seviyede olursa olsun<br />

okuyucuyla kitabın baş başa kalmasını ister. Ahmed Midhat<br />

Efendi ise daima üçüncü bir şahıs gibi aradadır. Hatta daha fenası<br />

okuyucuyu romanın mutbağına kadar götürür, onu üst üste değişen<br />

tekliflerle hikâyenin ilk şartı olan hakikaten olmuş vehminden<br />

mahrum eder. İlk hikâyelerinde olduğu gibi “Çengi”de, “Henüz On<br />

Yedi Yaşında”da rastlanan bu alış veriş “Müşahedat”ta kendi roman<br />

tarzının alfabesi halini alır. (…) Daha başından itibaren aile<br />

babası ve ilk mektep hocası, romancıyı bir tarafa atar.” 9 uncu<br />

Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 5. bs., İstanbul, 982, s. 460.<br />

4 Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Ankara, 989, s. 22<br />

267<br />

sonra, Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi’nin<br />

diğer eserleriyle birlikte ve hatta diğerlerinden<br />

daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. Bu ilginin sonucunda<br />

Nüket Esen, eseri yeni harflere aktararak<br />

yayımlamış ve başına yazdığı Giriş’te özgünlüğüne<br />

dikkat çekmiştir. 5 Bu eserin postmodern anlatı<br />

bağlamında önemine ise ilk kez Jale Parla’nın kitabında<br />

değinilmiş 6 , Ahmet Mithat Efendi’nin anlatım<br />

tarzı Laurence Sterne’ün Tristram Shandy<br />

ve Diderot’nun Jacques le Fataliste adlı eserleri<br />

ile karşılaştırılmış ve bu metinler arasındaki benzerliklere<br />

işaret edilmiştir. Parla, Ahmet Mithat’ın<br />

eserindeki anlatım tarzının “meddah anlatısının,<br />

yani sözlü anlatının yazıya geçirilişi” olduğu tespitini<br />

yapmış ve bu tarzın <strong>19</strong>50’li yıllardan sonra<br />

Batı edebiyatında yaygınlık kazanmaya başlayan<br />

postmodern anlatı ile benzerliklerine dikkat<br />

çekmiştir. Son olarak İnci Enginün de Karı Koca<br />

Masalı’nın, Ahmet Mithat Efendi’nin “anlatılan<br />

kadar anlatma şeklini [de] bilinçli olarak seçtiğini<br />

göster[en]” bir eseri olduğunu belirtmiştir. 7<br />

Hilmi Yavuz’un Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri<br />

adlı “anlatı”sı ilk olarak <strong>19</strong>91’de Afa Yayınevi<br />

tarafından basılmış, ikinci baskısı ise yazarın<br />

“Taormina” ve “Kuyu” adlı iki “anlatı”sının daha<br />

eklenmesiyle Can Yayınları tarafından <strong>19</strong>95 yılında<br />

yayımlanmıştır. 8 Yazar, kendisine bu konuda<br />

yöneltilen soruya cevap verirken bu üç anlatısının<br />

“postmodern” olduğunu ileri sürer. Bu cevapta<br />

Oğuz Atay’ı modern olarak nitelemesi ve Orhan<br />

Pamuk’un Kara Kitap’ının da postmodern sayılamayacağını<br />

ileri sürmesinden kendisinin bu eserlerinin<br />

Türkçedeki ilk postmodern anlatı örnekleri<br />

olduğunu kabul ettiği sonucu çıkarılabilir: 9<br />

Bugünlerde postmodernizm konuşuluyor; tıpkı<br />

50’lerde varoluşçuluğun, 60’larda Marksizmin,<br />

<strong>80</strong>’lerde de yapısalcılığın konuşulması gibi. Benim<br />

5 Ahmet Mithat - Karı Koca Masalı ve Ahmet Mithat Bibliyografyası,<br />

Kaf Yayınevi, İstanbul, 999. (Metinden yapılan alıntılardaki<br />

sayfa numaraları bu baskıya aittir.) Fakat şaşırtıcı bir<br />

şekilde, Esen, Giriş’te “özgün”lüğünü vurguladığı eseri, kitabın<br />

sonundaki bibliyografyada “Meddah hikâyesi tarzında basit bir<br />

monolog” olarak nitelemiştir.<br />

6 Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>00, ss. 76-<strong>80</strong>.<br />

7 Yeni Türk Edebiyatı - Tanzimat’tan Cumhuriyet’e ( 839-<br />

923), Dergâh Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06, s. 95.<br />

8 Metinden yapılan alıntılardaki sayfa numaraları bu baskıya<br />

aittir.<br />

9 Ç. Begüm Soydemir, “Dikkat! Postmodern Öldürebilir”, Milliyet,<br />

22 Kasım 998.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

bu üç anlatım postmoderndir. Peki mesela Kara<br />

Kitap’a postmodern denilebilir mi? Bana kalırsa<br />

Türkiye’de postmodern, Oğuz Atay gibi tekil duran<br />

modernist bir romancıdan sonra başladı. Atay,<br />

tek moderndir. Merkezden kopmuş, dağılmış,<br />

fragmanter bireyi o hazırladı. Postmodernistler<br />

ironinin yıkıcı, parçalayıcı ve bireyi merkezden koparıcı<br />

gücünü (şiddetini!) keşfettiler. İroninin ironisini<br />

yaptılar. İronide irrasyonel yan ağır basar.<br />

O yüzden Kara Kitap postmodern değildir. Bir ara<br />

kitaptır. Zaten postmodern roman olmaz. Roman<br />

tanımı gereği edebi sınır olarak modernizmde nihayetlenir.<br />

Edebiyatta postmodernizm, yukarıda da belirtildiği<br />

gibi, Batı’da <strong>19</strong>50’lerden sonra ortaya çıkan<br />

ve “binyıllardır süregelen ana estetik ilkeler”i “köktenci<br />

bir biçimde” değişime uğratan bir akımdır. 10<br />

Bizim edebiyat dünyamızda bu kavramın kullanımının<br />

yaygınlık kazanması ise ancak <strong>19</strong>90’lı yıllardadır.<br />

Postmodernizmin kendisini daha çok karşı<br />

çıktıkları ile tanımlayan bir akım olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Bu bağlamda hikâye ve romanda postmodernizm,<br />

modern hikâye ve roman anlayışının<br />

bir edebiyat eserinde bulunmasını şart koştuğu<br />

kuralları yok sayarak, bunların parodisini yaparak<br />

kendi varlığını belirler. Söz gelişi modern roman<br />

anlayışı, yazarın/yazar-anlatıcının varlığının edebî<br />

metinde hissedilmemesini bir değer ölçütü olarak<br />

kabul eder. Modern roman anlayışına göre yazarın/yazar-anlatıcının<br />

kendi varlığını hissettirmesi,<br />

anlatılan olaya veya kişilere dair yargılarını dile<br />

getirmesi, taraf tutması hikâye veya romanın kurgusunu<br />

zedeler ve dolayısıyla edebî değerini düşürür.<br />

Yukarıda alıntıladığımız, Tanpınar’ın Ahmet<br />

Mithat Efendi’nin romancılığına dair yargısında<br />

görüldüğü gibi. Modern romandan, örneğin Halit<br />

Ziya’nın romanlarında olduğu gibi, bize beşerî<br />

gerçekliği veya birtakım felsefî hakikatleri bildirmesi,<br />

insan ruhunun derinliklerini tarafsız bir gözlemle<br />

“teşrih” etmesi beklenir. Yine modern hikâye<br />

ve romanın en fazla önemsediği hususlardan<br />

biri, hikâye ve romanda anlatılan olayların gerçek<br />

olduğuna okuyucuyu inandırma çabasıdır. Başka<br />

deyişle “gerçeklik izlenimi” yaratmak, modern<br />

romanın en önemli değer ölçütlerinden bir diğe-<br />

0 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />

İletişim yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>0 , s. 68.<br />

268<br />

ridir. Postmodern anlatıda ise tam tersine yazarın/yazar-anlatıcının<br />

varlığı sürekli hissettirilir ve<br />

anlatılanın bir kurgu, bir uydurma olduğu özellikle<br />

vurgulanır. Yazar/yazar-anlatıcı metnin içindedir;<br />

olaya ve kişilere dair yargılarda bulunur, kimi<br />

davranışları onaylar, kimilerini eleştirir. (Muhayyel)<br />

okuyucuyla diyalog halindedir; zaman zaman<br />

onun düşüncelerini sorar, bazı konularda onunla<br />

ters düşer. Ayrıca olayı nasıl kurguladığına dair<br />

bilgileri de (muhayyel) okuyucu ile paylaşır. Modern<br />

hikâye ve roman anlayışı, hikâye ve romanın<br />

bir “cümle” olduğunu ileri sürer. Buna göre, tıpkı<br />

bir cümledeki gibi her unsurun bir diğeriyle ilişkisi<br />

bulunmalıdır. Böylece ortaya anlamlı bir bütün<br />

çıkacaktır. Dolayısıyla modern hikâye ve romanda<br />

(şiirde ve diğer türlerde de) anlam bütünlüğü<br />

son derece önemlidir. Postmodern anlatı buna<br />

da karşı çıkar. Birbirinden bağlantısız hikâyelerin<br />

aynı anlatı içerisinde yer alması, hatta farklı edebî<br />

türlere ait metinlerin bir arada bulunmasının<br />

hiçbir sakıncası yoktur. Ahmet Mithat Efendi’nin<br />

veya ona benzeyen yazarların romanlarının en<br />

büyük kusuru olarak ileri sürülen “parça bohçası<br />

gibi” olmak postmodern teoride bir kusur değil<br />

tam tersine bir meziyet, yazarın başarısı olarak<br />

kabul edilir. Kısacası, modern roman ve hikâyenin<br />

önemsediği ve bir değer olarak kabul ettiği hemen<br />

her özellik, postmodern anlatıyla yıkılmıştır.<br />

Öyle ki “roman” kavramına bile karşı çıkılmış, bu<br />

yüzden onun yerini “anlatı” kavramı almıştır. Hilmi<br />

Yavuz’un yukarıdaki alıntıda söylediği gibi bir<br />

eser “roman”sa, onun postmodern olduğu ileri sürülemez.<br />

Çünkü postmodern, herhangi bir türün<br />

sınırları içinde kalmayı kabul etmez. Dolayısıyla<br />

“anlatı” bir edebî tür değildir.<br />

Konuyu bu çerçevede ele aldığımızda, Ahmet<br />

Mithat Efendi’nin Karı Koca Masalı gerçekten de<br />

tam bir “anlatı” örneğidir. Her biri iki üç sayfadan<br />

ibaret 22 bölümden meydana gelen Karı Koca<br />

Masalı, modern romanın ölçütleriyle baktığımızda<br />

roman sayılamayacak kadar kısa, hikâye sayılamayacak<br />

kadar uzun bir metindir. Dolayısıyla<br />

modern hikâye ve roman anlayışının terimleriyle<br />

o bir “uzun hikâye”dir. Fakat bu eserde geleneksel<br />

anlamda bir “hikâye” anlatılmadığı için bu terimi<br />

kullanmak da uygun görünmemektedir. Yazarın<br />

metne dahil olması, metin içinde (anlatmadığı)


hikâyeyi nasıl kurguladığını okuyucuyla paylaşması<br />

ve anlattığının (aslında anlatmadığının) gerçek<br />

değil bir uydurma olduğunu sürekli hatırlatması,<br />

okuyucuyla diyaloga girmesi, başka metinlerden<br />

söz etmesi ve onlardan alıntılara yer vermesi veya<br />

bazı metinlerin parodisini yapması gibi postmodern<br />

anlatının hemen bütün özelliklerini Ahmet<br />

Mithat Efendi’nin bu eserinde görmekteyiz. Henüz<br />

postmodern kavramının bulunmadığı bir devirde,<br />

Hilmi Yavuz’un eserinden yaklaşık yüz yirmi yıl<br />

önce yazılmış bu eserde postmodern anlatının<br />

özelliklerinin bulunması, bu eserin ancak “anlatı”<br />

olarak adlandırılabileceğini göstermektedir.<br />

Bu belirleme veya kabulden sonra bu iki anlatı<br />

arasındaki benzerliklere geçmeden bir hususa<br />

daha işaret etmek istiyoruz: Hilmi Yavuz’un hikâyesinin<br />

postmodern özellikler göstermesi şaşırtıcı<br />

değildir; çünkü bu hikâyenin yayımlandığı <strong>19</strong>91<br />

yılına kadar Batı edebiyatında benzer örnekler<br />

üretilmiştir. 11 Fakat Ahmet Mithat Efendi’nin Karı<br />

Koca Masalı’nda herhangi bir Batılı yazarın eserine<br />

öykündüğüne dair elimizde hiçbir veri bulunmamaktadır.<br />

Esasen köklü bir hikâye anlatma geleneği<br />

olan meddaha baktığımızda Ahmet Mithat<br />

Efendi’nin bir Batılı örneğe ihtiyacı bulunmadığını<br />

görebiliriz. Onun, diğer eserlerinde de yer yer yararlandığı<br />

ve roman türünün bizdeki ilk örneklerine<br />

bu yolla Batılı örneklerden farklı bir orijinallik<br />

kattığı geleneksel hikâye anlatma yöntemlerinden,<br />

özellikle de meddahtan bu anlatıda biraz<br />

daha fazla yararlandığı söylenebilir. Bu da bize<br />

Türk edebiyatında postmodernizmin Batı’dan bize<br />

geçen özelliklerin dışında geleneksel köklerinin<br />

bulunduğunu göstermesi bakımından önemlidir.<br />

Karı Koca Masalı ile Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri<br />

arasında dikkati çeken benzerliklerden<br />

biri, her iki metnin de geleneksel anlamda<br />

bir hikâye anlatmamalarıdır. Karı Koca Masalı,<br />

metnin sonunda “Bir varmış bir yokmuş, bir karı<br />

ile bir koca varmış, çirkinmişler ama birbirlerini<br />

Burada vurgulanması gereken bir husus da, Batı’da postmodern<br />

kavramının kullanılmaya başlandığı 950’li yıllardan<br />

sonra edebiyatta ve bizi bu yazıda ilgilendiren boyutuyla hikâye<br />

ve romanda ya da daha doğrusu “anlatı”da yeni eleştiri yöntem<br />

ve kavramlarının da ortaya çıkmış olması ve bu çerçevede geçmiş<br />

yüzyıllara ait edebiyat metinlerinin bu yöntem ve kavramlarla<br />

eleştirilmeye veya yorumlanmaya başlanmış olmasıdır. Batı’daki<br />

edebiyat araştırmalarında pek çok örneği bulunan bu yaklaşıma<br />

bizde Jale Parla’nın ve Yıldız Ecevit’in çalışmaları örnek gösterilebilir.<br />

269<br />

sevmişler. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım<br />

kerevetlerine” cümlesiyle özetlenen ve metindeki<br />

muhayyel okuyucunun da bu yüzden itiraz ettiği,<br />

bir hikâye anlatmayan bir metindir. Fehmi K.’nın<br />

Acayip Serüvenleri de Fehmi K.’nın uyanıp çalıştığı<br />

bankaya gitmesi, Anette’le öğlen yemeğine<br />

gitmeleri ve sonra tekrar işlerine dönmeleri ile<br />

biter. Ortada ne hikâye vardır ne de serüven. En<br />

sonunda yazar-anlatıcı, “Gördüğünüz gibi, Fehmi<br />

K. ile Anette’i birlikte yaşıyor duruma getiremedim<br />

bile!” cümlesiyle bu “eksiklik”e işaret eder.<br />

Bir masal/serüven anlatma iddiasıyla yola çıkıldığı<br />

halde her iki metinde de bunun gerçekleşmemesinin<br />

sebebi, sürekli konu dışına çıkılmasıdır.<br />

Orhan Pamuk’un, Tristram Shandy’nin Türkçe çevirisine<br />

yazdığı önsözde anlattığı (aynı zamanda<br />

bu önsözde güzel bir örneğini de sergilediği) ve<br />

postmodern anlatının, bir edebî metinde sadece<br />

metnin kendisinin öneminin bulunduğunu, anlatılan<br />

hikâyenin sadece bir “bahane” olduğunu vurgulamak<br />

için kullandığı ve çok önemsediği “konu<br />

dışına çıkma”, Karı Koca Masalı’nın en temel anlatım<br />

tarzıdır. Bu eserde yazar-anlatıcı başta anlatmayı<br />

vaat ettiği “karı koca masalı”nı, anlatmaya<br />

her teşebbüs ettiğinde bir şekilde konu dışına<br />

çıkarak kitabın sonuna kadar bir türlü anlatamaz.<br />

Karı Koca Masalı’nda bu konu dışına çıkmaların<br />

listesini vermek ve her birinden birkaç cümleyle<br />

söz etmek bile, neredeyse bu eserin tamamını<br />

tekrarlamak veya en azından özetlemek anlamına<br />

gelecektir. Belki konu dışına çıkmaların yerine asıl<br />

hikâyeye, yani metnin başında anlatılacağı iddia<br />

veya vaat edilen hikâyeye dair cümleleri vermek<br />

ve metni oluşturan diğer cümlelerin konu dışına<br />

çıkmalardan meydana geldiğini belirtmek daha<br />

doğru olacaktır: 15. bölümün başında yazar-anlatıcı<br />

“Bir karı koca varmış ki çirkinmişler” (s. 162)<br />

cümlesiyle -güya- anlatacağı hikâyeye dair ilk kez<br />

bir cümle söyler ve nihayet bu hikâyeye dair söylenenleri<br />

metnin sonunda muhayyel okuyucu şu<br />

cümlelerle toparlar: “Bir varmış bir yokmuş, bir<br />

karı ile bir koca varmış, çirkinmişler ama birbirlerini<br />

sevmişler. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım<br />

kerevetlerine.” (s. 189)<br />

Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’nde bu konu<br />

dışına çıkmalar daha tespit edilebilir düzeydedir.<br />

Amacı da daha belirgindir. Ayrıca -eğer varsa-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

“asıl hikâye” ile bu sapmalar arasındaki ilişki daha<br />

sıkıdır. Ama bir bütün olarak bakıldığında Hilmi<br />

Yavuz’un eseri de Ahmet Mithat Efendi’ninki gibi<br />

sapmalar veya konu dışına çıkmalarla ilerler, hatta<br />

bu sapma veya konu dışına çıkmalardan ibarettir.<br />

Her iki metinde de, “konu dışına çıkma”dan<br />

söz edebildiğimize göre ortada bir “konu” vardır.<br />

Karı Koca Masalı’nın sonunda muhayyel okuyucunun<br />

yazar-anlatıcıya yönelttiği “Canım bu nasıl<br />

masal? Mahiyeti ‘Bir varmış bir yokmuş, bir karı<br />

ile bir koca varmış, çirkinmişler ama birbirlerini<br />

sevmişler. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım<br />

kerevetlerine’den ibaret kaldı?” şeklindeki itiraza<br />

yazar-anlatıcının verdiği cevap bu bağlamda son<br />

derece dikkat çekicidir: “Hayır birader! Bu kadarcık<br />

bir hikâye böyle elli altmış sayfa doldurur<br />

mu?” (s. 189) Gerçekten de ortada fiziksel olarak<br />

elli altmış sayfa tutan bir metin vardır ve “saptırılmış”<br />

bir şekilde de olsa ana konuya bağlıdır.<br />

Öyle olmasa, bu metnin her bölümünün bir öncekini<br />

devam ettiren bir cümleyle başlaması mümkün<br />

olamazdı. Yazar-anlatıcının dediği gibi, bu<br />

metinde “sevk-i kelam iktizasınca” (s. 189) başka<br />

konulara da değinilmiş, yani konu dışına çıkılmış<br />

olsa da, bu durup dururken değil, “sevk-i kelam<br />

iktizasınca”dır. Dolayısıyla anlatıcıyı konu dışına<br />

yönelten, bizzat ana konunun kendisidir. Ortada<br />

bir konu olmasa, konu dışına çıkmaktan nasıl söz<br />

edilebilir? Anlatı böyle bir şeydir ve bu noktada<br />

Fehmi K. ile Karı Koca Masalı birleşmektedir. Hem<br />

anlatının nasıllığını anlatma noktasında ve hem<br />

de bunu bizzat gösteren birer metin oluşlarıyla bu<br />

iki eser aynı düzlemdedir.<br />

Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri, bir hikâyenin<br />

nasıl anlatılabileceğini anlatan bir metindir. Yazarın/yazar-anlatıcının<br />

bir anlatı metninde bir<br />

yandan bağımsız olduğunu, metne istediği gibi<br />

tasarruf edebileceğini, ama öte yandan metnin<br />

kendisinin yazarın/yazar-anlatıcının mutlak bağımsızlığını<br />

ortadan kaldırdığını ortaya koyan bir<br />

anlatıdır. Geleneksel anlamda bir hikâye anlatmaz,<br />

“bu anlatı, anlatıyı anlatır.” (s. 123) Aynı şekilde<br />

Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısı da okuyucuya bir<br />

hikâye anlatmaz. Bir karı ile bir kocanın hikâyesini<br />

anlatma iddiasıyla başlayan metin, böyle bir hikâye<br />

anlatılmadan sona erer. Ahmet Mithat Efendi<br />

270<br />

Karı Koca Masalı’nda bir hikâye anlatmanın türlü<br />

yolları olduğunu, hatta kendisinin bu metinde<br />

yaptığı gibi “anlatmama”nın da bir anlatı olduğunu<br />

ortaya koymuş olur. Yani Karı Koca Masalı da<br />

Hilmi Yavuz’un eseri gibi “anlatı”yı anlatır.<br />

Anlatıcı yazarın metinde kendi varlığını hissettirmesi<br />

bakımından iki esere baktığımızda, bu müdahalelerde<br />

Hilmi Yavuz’un metninin Karı Koca<br />

Masalı’na göre büyük bir çeşitlilik gösterdiğini<br />

söyleyebiliriz. Ahmet Mithat Efendi’nin eserinde<br />

anlatıcı yazarın okuyucuyla konuşmaları ve çekişmeleri<br />

hemen her sayfada görülmektedir. Yazaranlatıcı<br />

sık sık muhayyel okurun müdahaleleriyle<br />

karşılaşır ve bunlara cevap vermek zorunda kalır.<br />

Muhayyel okurun sürekli konu dışına çıktığı için<br />

eleştirdiği yazar-anlatıcı, buna okuyucunun sebep<br />

olduğunu ileri sürer:<br />

Vallahi hakkın var! Benim muradım sana hikmet<br />

söylemek değil idi, ama ne yapayım, beni sen<br />

mecbur ettin. Ben sana karı koca masalı söyleyecektim.<br />

Dur bari artık zihnimi çelme de masalı<br />

söyleyim. (s. 127)<br />

Kabahat bende değil. Ne yapayım? Ben masalımı<br />

söylerken sen hakkımda suizan ettin. Ben de<br />

müdafaa göstermek için bir söze başladım. Söz<br />

sözü açtı. Açılan sözler uzandı. Vardı buralara kadar<br />

geldi. (s. 159)<br />

Bazen da okuyucuyu acele etmemesi konusunda<br />

uyarır:<br />

Anladım ki sen biraz acul adamsın. Ama zannetme<br />

ki bunu yalnız canın sıkılmasından anladım.<br />

Hayır, zaten bilirim ki dünyada herkes az çok<br />

aculdur. Bense pek az acul olduğumdan çokça<br />

acul olan adamdan kafam hoşlanmaz. Mademki<br />

seninle yarenlik edeceğiz, birbirimizin halini bilmeliyiz<br />

ki kavga etmeden, dövüş etmeden muhabbet<br />

edelim. Lâkin bilir misin bu acele ne fena<br />

şeydir?(s. 128) 12<br />

2 Hilmi Yavuz’un anlatısında da okuyucular acele etmemeleri<br />

konusunda uyarılırlar: “Şimdi biz, anlatı okurları olarak, Fehmi<br />

Kavkı’nın Anette ile nasıl tanıştığını merak ediyoruzdur elbette.<br />

Ama durun sevgili okurlarım, her şeyin bir sırası var.”


Ahmet Mithat Efendi’nin anlatısında yazar-anlatıcı<br />

ile muhayyel okuyucu arasındaki çekişme<br />

metin boyunca devam eder. Fakat sonuçta bu<br />

metinde anlatıcı-yazarın egemenliği vardır, belirleyici<br />

odur ve muhayyel okurun müdahalelerini<br />

bertaraf etmekte zorlanmaz. Fehmi K.’nın Acayip<br />

Serüvenleri’nde ise yazar-anlatıcının metnin anlatıcılığı<br />

rolü sık sık tehlikeye girmekte, başka anlatıcılar<br />

anlatıyı onun elinden almaktadırlar. Daha<br />

ilk paragrafta metnin anlatıcısının kimliği karışır;<br />

ilk cümle yazar-anlatıcıya veya gölge yazara/sanal<br />

yazara aittir. İkinci cümlede [“Aynada gördüğü<br />

kendisiydi” (s. 85)] belirsizlik başlar. Bu cümleyi<br />

söyleyen yazar-anlatıcı mıdır yoksa kahraman mı<br />

veya kahramanının bilincini kullanan yazar-anlatıcı<br />

mı? Bu belirsizlik birkaç satır sürdükten sonra<br />

[“bu gerçekliği yazarların da bilebilmeleri olasılığını<br />

yabana atmamak gerekiyordu” (s. 85)] belirginlik<br />

kazanır; bunu düşünen yazar-anlatıcı değil,<br />

kahramandır. Çünkü bu cümlede yazar-anlatıcıdan<br />

söz edilmektedir. Fakat bu eserde anlatıcının karışması<br />

bununla sınırlı değildir. Bu metinde yazar,<br />

okuyucu ve kahraman özellikle karıştırılır. Anlatıcı<br />

aynı zamanda metnin okuyucusudur. Fakat bazen<br />

okuyucu da metnin anlatımını ele geçirir ve anlatıcı<br />

rolünü alır. Bu okuyucu bakarsınız eleştirmen<br />

kimliğine bürünür. Öte yandan bu rol değişiklikleri<br />

metinde anlatıcıyı değiştirdiği gibi anlatılanın da<br />

değişmesine yol açmaktadır. Anlatıyı okuyucu ele<br />

geçirdiğinde yazar, anlatan olmaktan çıkıp ‘anlatılan’<br />

konumuna girer. Bu durumda eleştirmen<br />

de ‘anlatılan’dır. Fakat eleştirmen anlatıcılığı ele<br />

geçirdiğinde bu kez okuyucu ‘anlatılan’lardan biri<br />

olur. Bu durum farklı varyasyonlarla metin boyunca<br />

tekrarlanmaya devam eder. Bir cümleyle Fehmi<br />

K.’nın Acayip Serüvenleri, metindeki kişilerin -<br />

yazar, yazar-anlatıcı, okur, eleştirmen, diğer anlatı<br />

kişileri- anlatıcı rolünü ele geçirme mücadelesinin<br />

anlatıldığı bir metindir.<br />

Ahmet Mithat Efendi’nin eserindeki gibi yazaranlatıcıdan<br />

muhayyel okuyucuya dönük azarlamalara<br />

bu eserde de rastlanır:<br />

‘Böyle giderse Fehmi K. işyerine kolay kolay<br />

varamayacak’ diye söylendiğinizi duyuyor gibiyim,<br />

sevgili okurlar. Ama buna ikide birde sizin<br />

yerli yersiz müdahalelerinizin neden olduğunu da,<br />

affınıza sığınarak, söylemek isterim. Ben Fehmi<br />

271<br />

K.’yı, elimden geldiğince elbette, şu lânet olasıca<br />

sokaktan bir an önce kurtarıp işyerine ulaştırmaya<br />

çabalarken, öykülemeyi zırt pırt keserek -ve iyi<br />

okur ukalâlığıyla, işimi güçleştirdiğinizin ayırdında<br />

değilseniz ben ne yapayım?Onun için sözü uzatmadan,<br />

(bu sözüm sanadır ey okur!) Fehmi K.’nın<br />

işyerine dönelim. (s. 91)<br />

Bu örnekte de görüldüğü gibi Ahmet Mithat<br />

Efendi’deki “Ben bu hikâyenin muharriri olarak…”<br />

kalıbına benzeyen çıkışlarla kendi egemenliğini<br />

kabul ettirmeye çalışan bir yazar-anlatıcı Hilmi<br />

Yavuz’un eserinde de vardır, fakat Ahmet Mithat<br />

Efendi’nin eserinde bu tür bir karmaşıklık yoktur.<br />

Burada anlatıcı-yazara okuyucunun müdahaleleri,<br />

itirazları ve bazen de yazar-anlatıcının sanal<br />

okuyucuya itiraz veya çıkışmaları söz konusudur.<br />

Sonuçta, diğer eserlerinde olduğu gibi Ahmet Mithat<br />

Efendi’nin bu eserinde de “hikâyenin muharriri<br />

olmak haysiyetiyle…” (s. 71) anlatıcı-yazarın<br />

mutlak egemenliği bulunmaktadır. Hilmi Yavuz’un<br />

eserinde de Ahmet Mithat Efendi’nin bu cümlesini<br />

hatırlatan ifadeler vardır. [“Ama ben bu anlatının<br />

yazarı olarak…” (s. 88)], fakat burada gerçekte<br />

anlatıcının o sırada kim olduğunu “dışarıdaki”<br />

okuyucunun sık sık karıştırmasına yol açacak bir<br />

düzenleme bulunmaktadır ve bu da eserin karmaşıklığını,<br />

dolayısıyla edebî değerini artırmaktadır.<br />

Yazarın metindeki varlığı bağlamında iki eser<br />

arasındaki bir başka benzerlik, her iki metinde<br />

de yazarların kendilerinden bir başkası gibi<br />

söz etmeleridir. Ahmet Mithat Efendi, Karı Koca<br />

Masalı’nın daha başında, kendisinden bir başkası<br />

gibi söz eder:<br />

Bir vakit herifin birisi tab’ ve neşreylediği mecmua-i<br />

fenniye ve hikemiyenin adını “Dağarcık”<br />

koymuş idi. Bu nam enzar-ı ammeye konulduğu<br />

zaman gülmedik kimse kalmadı. Bu namın vech-i<br />

intihabını kimse bilemedi. Zira herkes mecmuasının<br />

namını fevkalâde şaşaalandırmaya ve büyültmeye<br />

yeltendikleri halde bu nam pek küçük görüldü.<br />

İstihfaf edildi. (s. 13)<br />

Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri’nde bunun örnekleri<br />

daha çoktur. Sadece birini zikrediyoruz:<br />

Açıkça şunu söylemekte yarar var: Bu anlatının<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yazarı, anlaşılan Rumelhard’ı 13 okumuş olmalıdır.<br />

Bu gibi yazarlık oyunlarının, biz iyi okurların gözünden<br />

kaçmayacağını Hilmi Yavuz’un iyi bilmesi<br />

gerekir. (s. 92)<br />

Son olarak üzerinde duracağımız, iki metin arasındaki<br />

bir benzerlik de her iki yazarın da “üslûp<br />

parodisi”ne başvurmuş olmalarıyla ortaya çıkmaktadır.<br />

Ahmet Mithat Efendi, eserin başında muhayyel<br />

okuyucuya eser önsözlerinden söz ederken, bu<br />

tür metinlerle alay eder; kimi yazarların daha yeni<br />

ve çarpıcı başlıklar kullanmayı kimilerinin de eski<br />

ve arkaik kelimeleri tercih ettiğini belirtir ve her<br />

iki tutumu da eleştirir:<br />

Serlevha olarak tasavvur eylediğin kelimat<br />

“mukaddeme”, “feth-i kelam”, “dibace”, “başlangıç”,<br />

iftitah” kelimelerinden hâlî olmamalıdırlar.<br />

Bunlar içinden dahi eğer yeni Osmanlıcaya merakın<br />

var ise “başlangıç” ve eski Osmanlıca taraftarı<br />

isen “feth-i kelam” serlevhalarını intihap<br />

eylemişsindir. Zira “dibace” ile “mukaddeme” eski<br />

Osmanlılıktan bile eski şeyler olduğu için artık onları<br />

iltizam edenler de hemen ortada kalmamışlar<br />

gibi bir şeydir.<br />

(…)<br />

Gözlerin bir yandan mukaddemeyi arar iken<br />

zihnin dahi diğer taraftan mealini tasavvurda<br />

değil mi idi? “Muharrir efendi elbet ‘Eser-i naçizanem<br />

her ne kadar enzar-ı erbab-ı mütalâaya<br />

arza şayan ve hüsn-i kabul-i âmmeye mazhariyete<br />

çesban değil ise de esbab-ı mürüvvetin lütf-ı<br />

hatapuşanesine mağruren neşrine ictisar kılındı’<br />

yolunda bir şeyler yazacaktır” diye hülya ederdin.<br />

(…) Hem de yeni kitaplarımızda muharrir efendilerin<br />

cümlesi bir ağızdan eserleri arza şayan değilse<br />

de halkın mürüvvet-i hatapuşanesine mağruren<br />

arz ettiklerini veyahut şu hareketleri bir zevzeklik<br />

ise bile emsali mevcut olan bu zevzeklikten dolayı<br />

muatep tutulmayacaklarını tekrar eyledikleri gibi<br />

[eski] müellifler dahi “Gerdun-ı dûnun etvar ü mişvar-ı<br />

nahemvar-ı rengâreng-i bukalemunu kalb-i<br />

mahzunu gûnagûn alâm ü ekdâr-ı bişumar ile<br />

meşhun ve şevk u şetaret-i zindegânî-i mevzunumu<br />

bir atalet ve kesalet-i merg-nümuna makrun<br />

3 D. Rumelhard: ‘Some Probleme With the Notion of Literal<br />

Meaning’; A. Ortony’nin (Ed.) Metaphor and Thought’unda<br />

(Cambdrige, 979). [Dipnot metne aittir. F.G.]<br />

272<br />

eylemiş olduğu halde filan sahib-i keramet ve ikramın<br />

adeta ihya-ı emvat kabilinden bir mucize-i<br />

bahire-âsâ dest-i kerem-peyvestiyle dil-i mürdeyi<br />

ihya ve zülâl-i atıfet ve inayetiyle reyhan-ı tab’-ı<br />

pejmürdeyi iska ve irva etmesiyle beraber şu kitabı<br />

cem’ ve telife vuku bulan emr ü iltimasından<br />

hasıl olan sürur u hubur-ı mevfur üzerine her kelimesi<br />

bir dürr-i ferid-i nayab misillü keşide-i silk-i<br />

sütur kılındı” yollu söz söylerler ve şu feth-i kelamın<br />

nihayetine dahi “Li-müellefihi” kaydıyla bittakyid<br />

bir rubai veya kıta veyahut mesnevi gibi bir<br />

şey yazarlar idi. (ss. 105-108)<br />

Hilmi Yavuz’un anlatısında bu türden arkaik<br />

dil kullanımları hem daha fazladır hem de metnin<br />

kurgusuna ve anlatımına dair bir işlevi vardır.<br />

Eserdeki üslûp değişiklikleri, bir bakıma okuyucuya<br />

anlatıcının değiştiğini haber vermiş olur. Çoğu<br />

kez herhangi bir açıklama yapılmadan anlatım<br />

dilinin değişmesi ile okuyucu, metinde anlatımı<br />

“ele geçirmek” için mücadele edenlerden o sırada<br />

hangisinin galip geldiğini anlar. Fakat bu noktada<br />

da bir kesinlik yoktur; okuyucunun, üslûptan yola<br />

çıkarak o sıradaki anlatıcıyı belirlemesinin önüne<br />

geçmeye çalışan adeta gizli bir rakibi vardır. Dolayısıyla<br />

Ahmet Mithat Efendi’nin eserindeki daha<br />

açık seçik ve öznesi belli olan farklı üslûplar Hilmi<br />

Yavuz’un eserinde yine özellikle karmaşık hale<br />

getirilmiştir. Aşağıdaki alıntıda görüleceği gibi,<br />

yazar-anlatıcının, babasından ve İzzeddin Şadan<br />

Beyden söz ederken kullandığı arkaik dil, bir sonraki<br />

paragrafta kendisinin dili hâline gelmekte,<br />

böylece okuyucu o sırada yazar-anlatıcının babasının<br />

mı, İzzeddin Şadan Beyin mi yoksa yazar-anlatıcının<br />

mı anlatıcı olduğu konusunda tereddüde<br />

düşmektedir:<br />

Şimdi burada bir ayraç açarak, buraya kadar<br />

betimlemeye çalıştığım ‘baba’ tipini, biraz da İzzeddin<br />

Şadan Beyi örnek alarak çizdiğimi belirtmek<br />

istiyorum. Dikkat ettiyseniz, pedere atfedilen<br />

konuşma biçemi, doğrudan doğruya İzzeddin Şadan<br />

Beyin biçemi’dir.<br />

Her ne hâl ise, teferruata girmeye ne hacet…<br />

Ben burada size hikâyemi anlatmaya devam ediyorum.<br />

Efendim, nerede kalmış idik, arzediyorum,<br />

peder merhum ile teşerrüf ettiniz, şimdi müsaade<br />

buyurursanız, validemi size betafsil anlatacağım.


Çünkü validemin bu abdiâcizin hayatında vâfir<br />

ehemmiyeti olduğunu bilmem tavsife mecal var<br />

mıdır? Validem…” (s. 1<strong>19</strong>)<br />

Sonuç olarak, Ahmet Mithat Efendi’nin, modern<br />

Türk edebiyatının başlangıç yıllarında yazmış olduğu<br />

Karı Koca Masalı ile Hilmi Yavuz’un ondan<br />

yüz yirmi yıl sonra kaleme aldığı Fehmi K.’nın<br />

Acayip Serüvenleri arasında, anlatma tarzı ve yazarın<br />

edebî metindeki konumu bakımından birçok<br />

benzerlikler bulunmaktadır. Anlatıcı ile birlikte<br />

okuyucunun ve bizzat metnin kendisinin de kurgunun<br />

bir parçası haline getirilmiş olması dolayısıyla<br />

da bu metinler birbirlerine benzemektedirler.<br />

Bu benzerliklerin temel sebebinin, Batı’da <strong>19</strong>50’li<br />

yıllardan sonra ortaya çıkan postmodern anlatıya<br />

ait özelliklerin, -tamamen tesadüfî olarak- bizdeki<br />

geleneksel hikâye anlatma yöntemleriyle paralellik<br />

göstermesinden ileri geldiğini düşünüyoruz.<br />

Bu noktada, Ahmet Mithat Efendi’nin temsil ettiği<br />

ve 1870’li yıllardan itibaren örneklerini verdiği ve<br />

sonraki yıllarda modern roman teorisinin bakışıyla<br />

değerlendirilerek büyük ölçüde edebî değerden<br />

yoksun sayılan birçok hikâye ve romanın, günümüzde<br />

postmodern teorinin bakışıyla yeniden ele<br />

alındığında -Karı Koca Masalı örneğinde olduğu<br />

gibi- bizi farklı değerlendirmelere götürebileceğini<br />

düşünüyoruz.<br />

273<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

TANPINAR’IN<br />

“ABDULLAH EFENDİ’NİN<br />

RÜYALARI” ADLI<br />

HİKÂYESİNE GETİRİLEN<br />

FARKLI BAKIŞ AÇILARI<br />

Özet: Tanpınar’ın hikâyeleri <strong>19</strong>43’ten beri farklı<br />

açılardan yorumlanmaktadır. Bu yorumlarda<br />

ortaya çıkan açıklamalar, Tanpınar’ın hikâyelerini<br />

zenginleştirir. Bu zenginlik bizim için önemlidir.<br />

Çoğu eleştirmen Tanpınar’ın orijinal hikâyeler<br />

yazdığını düşünür. Hikâyeler, gerçek-hayal-rüya<br />

çizgisinde bir üslûba sahiptir. Bu makalede Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları tahlil edilmiştir ve bu hikâye<br />

hakkında yapılan çalışmalar incelenmiştir.<br />

Anahtar kelimeler: Tanpınar, Tanpınar’ın<br />

Hikâyeleri, Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Tahlîller<br />

274<br />

Yard. Doç. Dr. Mehmet ÖNAL<br />

Gazi Üniversitesi /Ankara<br />

Abstract: Tanpınar’s stories have been evaluated<br />

from different points since <strong>19</strong>43. The ideas<br />

which appear in these explanations make wealthy<br />

Tanpınar’s stories. This wealty is important for<br />

us. The mostly critics think that Tanpınar had writed<br />

the original stories. The stories have a style<br />

in the line of actual-image-dream. In this article,<br />

The Dreams of Abdullah Efendi has been analysed<br />

and some searchs about this story have been<br />

investigated.<br />

Key Words: Tanpınar, The Stories by Tanpınar,<br />

The Dreams of Abdullah Efendi, The Analysis


I. Tanpınar’ın Hikâyeleri<br />

Hakkında<br />

Sanat eserleri; her zaman, mantık sistemini<br />

destekleyen ve gerçekle tıpa tıp uyuşan bilgiler<br />

vermez. Sanat eserleri bazen insan ruhunun<br />

gerçeği değiştirme arzusunu dile getirir. Hayâlin<br />

gerçek olması noktasındaki bir istek ise normal<br />

davranışları gündeme getirdiği gibi normal dışı<br />

davranışların estetik biçimdeki sunumlarını da<br />

açığa çıkarır.<br />

Edebî eserlerde kelimelerle kurulan normal ve<br />

normal dışı davranışların çerçevelediği bu yapı,<br />

gerçek dünyanın yeni bir yorumu olabileceği gibi,<br />

hayâl dünyasının, daha evvel hiç karşılaşılmamış<br />

soyut objelerinin tasvir ve tavsifi ile çevrelenmiş<br />

olabilir.<br />

Hikâye ve romanlarda, gerçek olayları aslına sadık<br />

bir şekilde anlatırken onları yer yer değiştiren<br />

farklı kurgu biçimleri, çok çeşitli edebiyat anlayışlarının<br />

edebî eseri tanımlayan ve bu anlamda<br />

sınırlayan disiplinleriyle izah edilebilir. Sözgelimi<br />

sanatçının kurduğu hayâlî evren, yansıtmacı anlayışla<br />

gerçekle ilgisi bakımından yorumlanabilir;<br />

diğer kuramlara âit bakış açılarıyla, sanat eseri,<br />

eserin kendisinden, yazarından, okuyucusundan<br />

veya içinde doğup geliştiği toplumdan hareketle<br />

ele alınabilir.<br />

İnsanın hayâl yoluyla ufuklarını genişleten; soyut<br />

birikimlerini artıran ve sanatın sayılamayacak<br />

kadar çok faydasını ortaya çıkaran edebî eserler,<br />

Türk Edebiyatı’nda da gün geçtikçe farklı bilimsel<br />

metotlarla inceleniyor. Yirminci asır Türk bilim, fikir<br />

ve sanat hayatının önemli temsilcilerinden biri<br />

olan Tanpınar da, gerek şahsı ve gerekse eserleri<br />

ile bu yeni inceleme konularından birini teşkil etmektedir.<br />

Tanpınar’ın eserlerinde, Türk cemiyetinin eski<br />

ve yeni kültür dairelerinden mülhem fikrî ve estetik<br />

unsurlar, bir terkip anlayışıyla yorumlandığı<br />

gibi, evrensel insan özellikleri de sanatçıya has bir<br />

terkip ve hassâsiyet içinde edebiyat sahasına aktarılır.<br />

Tanpınar’ın hikâyeleri, doğu-batı karşılaşmasının<br />

gerçek bir zeminidir. Böyle bir vasatta, yazar,<br />

insan “tali‘ini”, gerçek ve hayâl terkibinde inceler.<br />

275<br />

Bu incelemede, gerçek ve hayâl terkibinin birbirine<br />

girdiği bakış açılarıyla çok orijinâl ve etkili çağrışımlar<br />

ortaya çıkar.<br />

Tanpınar, hikâyelerinde olayın (veya durumun)<br />

çatısını kurarken genellikle hayâllerini ve rüyalarını,<br />

gerçeğe tercih eder. İçinde bulunduğumuz<br />

hayatın mantıklı akışını hayâlen değiştirir; hemen<br />

her olayı bir rüya perspektifine aktarır. Ondaki<br />

rüyâ anlayışı, uykuda gördüğümüz rüya değil;<br />

uyanıkken varlığın estetik dokusunda hissettiğimiz<br />

ayrı bir frekansın rüyasıdır. Tanpınar, yeni<br />

semboller kullanarak onlara alışılmışın dışında<br />

bir mânâ vermeğe çalışır ve bu yolla hayatın bilinmezlerini<br />

yorumlamaya gayret eder. Bunu yaparken<br />

yine gerçekten hareket eder. Tabiatı, eşyayı<br />

ve en önemli malzemesi olan insanı ve kendi iç<br />

dünyasını gözler.<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın <strong>19</strong>70li yıllardan sonra<br />

yeniden gündeme gelmesi ve özellikle eserlerinin<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra yeni bakış açılarıyla değerlendirilmesi,<br />

Türk edebiyatı için önemli bir gelişme<br />

çizgisidir. Bugün onun 15 hikâyesi, tekrar tekrar<br />

okunuyor, eleştiriliyor. Tanpınar’a gösterilen bu<br />

ilginin birçok sebebi olabilir. Sebeplerin hareket<br />

noktası için, Tanpınar’ın eserlerindeki orijinallik,<br />

kalite, yüksek estetik tercih, çok yönlülük ve kişiliğinin<br />

bir terkibî mizaç ifadesinde makes bulması<br />

gibi özellikler ifade edilebilir.<br />

Tanpınar, “bizi yargılarını benimsemeye, kabul<br />

etmeye zorlamaz. (..) Bizimle birlikte tartışır (..),<br />

her dizesi, her satırıyla şüphedir. Unutmayalım<br />

ki, yıllar sonra yeniden gündeme gelmesi, moda<br />

olmasının ardında kesinliklerin reddi yatar” (HIZ-<br />

LAN <strong>20</strong>06 : <strong>20</strong> / 45).<br />

Tanpınar eserlerinde kendi doğrularını tartışır.<br />

Doğru hüküm sayılabilecek cümlelerini, muhtemel<br />

“aksülamel”ler ile çelişkinin zeminine atar ve<br />

belki okuyucuda bir yarım kalmışlık hissi başlar.<br />

Bu yarım kalmışlık, yazarın vüs’atindeki atmosferle<br />

çok çok tabiî bir hâldir.<br />

Tanpınar’ın birçok eserinde görebileceğimiz bu<br />

özellikleri, hikâyeleri ile sınırlayarak değerlendirmek<br />

istiyoruz. İlk gençlik yıllarında şâirlikle şöhret<br />

bulmuş Tanpınar’ın nâsirlikte birçok denemesinin<br />

var olduğunu; tercümeleri ve eser değerlendir-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

meleri ile de nesir yazıcılığında az çok tanındığını<br />

biliyoruz. Ancak hikâyecilikte dikkati çeken<br />

ilk yayınları <strong>19</strong>36 tahinden itibâren başlar. Ağaç<br />

Mecmuası’nda yarım kalan “Geçmiş Zaman Elbiseleri”<br />

adlı tefrika, Oluş Mecmuası’nda <strong>19</strong>39 yılında<br />

“Eski Zaman Elbiseleri” adıyla tamamlanır.<br />

Yine “Geçmiş Zaman Elbiseleri” adıyla “Hikâyeler”<br />

kitabına aktarılır.<br />

“Görüş mecmuasındaki makalelerinden itibâren<br />

nesir, Ahmet Hamdi’nin şiiri yanında süratle<br />

gelişecek, hattâ çok zaman onu gölgeleyen bir<br />

zenginlik gösterecektir. Nesrinin, ifadede harcıâlemi<br />

aşmak, çok yer verdiği imajı bir süs vasıtası<br />

olarak değil, nüansı ve bir tesiri sağlayan bir unsur<br />

halinde kullanmak, birbirini takip eden cümlelerin<br />

önceden tahmin olunabilecek şekillerin dışında,<br />

hemen daima beklenmedik bir surette gelmesi,<br />

çok zengin ve müşahhas bir lûgata dayanması<br />

gibi esas kıymetleri, daha bu ilk yazılarından kendilerini<br />

belli eder.” (AKÜN <strong>19</strong>62: XII / 11)<br />

O zamana kadar şâirlikle şöhret bulan<br />

Tanpınar’ın nesir vadisinde de hikâye yazarı olarak<br />

tanınmaya başladığı hissedilir. O artık Türk<br />

edebiyatında hikâyecilik tarihinin çok önemli sanatkârlarından<br />

biridir (AKÜN <strong>19</strong>62: XII / 11).<br />

“<strong>19</strong>36 yılından itibaren, o zamana kadar yalnız<br />

edebiyat ve kültür mecmualarında çıkan yazılarına,<br />

büyük gazetelerin sütunlarını verdiğini görürüz.<br />

Onun adını daha geniş bir okuyucu zümresine<br />

tanıtan bu yazılar, <strong>19</strong>38’den bu yana (<strong>19</strong>62’ye<br />

kadar) bilhassa Cumhuriyet gazetesinde yer alır”<br />

(AKÜN <strong>19</strong>62: XII/ 11).<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın nesirlerindeki akademik<br />

ölçütler, <strong>19</strong>39’dan itibâren kendi içinde<br />

tutarlı bir hâl almıştır. Bu cümle hem makaleleri<br />

için hem de hikâyeleri için geçerlidir. Hikâyeleri,<br />

orijinâl bir kurgu ve daha önce Türk edebiyatında<br />

görülmeyen bir rüyâ atmosferi içinde zaman kavramını<br />

kesif bir yorumla ele almaktadır.<br />

“<strong>19</strong>41 yılı içinde neşirleri çok büyük bir alâka ile<br />

karşılanan “Bursa’da Hülyâ Saatleri” adlı şiiri, “Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları” hikâyesi ve peşinden<br />

Beş Şehir’i doğuracak olan “Bursa’da Zaman ve<br />

Hülya Saatleri” başlıklı nesri, onun edebî şöhretini<br />

birden üst üste genişleten yazılar oldu” (AKÜN<br />

276<br />

<strong>19</strong>62: XII / 13).<br />

<strong>19</strong>41’de Tasvir-i Efkâr’da yayınlanan tefrikasından<br />

sonra <strong>19</strong>43’de Abdullah Efendi’nin Rüyaları<br />

kitabı basılır (Ahmet Halit Kitabevi, İst., <strong>19</strong>43).<br />

İçindeki hikâyeler: Abdullah Efendinin Rüyaları,<br />

Geçmiş Zaman Elbiseleri, Bir Yol, Erzurumlu<br />

Tahsin, Evin Sahibi... <strong>19</strong>44’te Mahur Beste adlı ilk<br />

romanı Ülkü Mecmuası’nda tefrika edilir. <strong>19</strong>49’da<br />

Huzur romanı kitap olarak neşredildi. <strong>19</strong>50’de<br />

Sahnenin Dışındakiler tefrikaya başlandı. <strong>19</strong>54’te<br />

Saatleri Ayarlama Enstitüsü tefrika roman olarak<br />

neşredildi.<br />

<strong>19</strong>55’te Yaz Yağmuru kitabı basıldı. (Varlık Yayınevi,<br />

Eylül <strong>19</strong>55). İçindeki hikâyeler: Yaz Yağmuru,<br />

Teslim, Acıbâdemdeki Köşk, Rüyalar, Âdemle Havva,<br />

Bir Tren Yolculuğu, Yaz Gecesi...<br />

“Karşı Karşıya ismindeki romanı, bitirmek istediği<br />

eserlerinin başında idi. Aydaki Kadın adlı<br />

büyük hikâyesini de bir roman hâline koyarak yeniden<br />

işliyordu. Mağara ismini verdiği üçüncü bir<br />

hikâye kitabı vardı” (AKÜN <strong>19</strong>62: XII / 17).<br />

Tanpınar’ın tahkiyeli eserlerinde yapı, olay, durum,<br />

kişiler, mekân, zaman gibi kurgunun temel<br />

bölümleri bir çok bakımdan orijinallik taşır ama<br />

onun asıl farklılığı, rüya ve hayâli gerçekle terkip<br />

etmesinden gelir. Bu terkip, dil ve anlatım ile bakış<br />

açısı teknikleriyle desteklenir.<br />

“Hikâyeler, uzunluk açısından on bir sayfadan<br />

altmış sekiz sayfaya kadar değişse de, hepsi hem<br />

sentaks ve kelime dağarcıkları (lexicon), hem de<br />

olaylar dizisi ve imgeler açısından yüksek dereceli<br />

bir karmaşıklık gösterirler” (ATİŞ <strong>20</strong>06 : <strong>20</strong> / 51).<br />

Varlık, gerçek bir fenomen olarak değil, tasarlanan<br />

hayâl ve uyanıkken görülmeye çalışılan rüya<br />

şekline bürünür; çağrışımların ördüğü soyut bir<br />

aynaya akseder; kelimeler, bu belirsiz aynayı bize<br />

ulaştırmaya çalışan muhteşem ve alternatifsiz<br />

araçlardır. Bu orijinalliği görmek için belki de tek<br />

bir hikâyeyi, tahlil etmek gerekecektir.<br />

II. Abdullah Efendi’nin Rüyâları<br />

Hakkında<br />

Tanpınar, Türk Edebiyatı’nda Cereyanlar adlı<br />

makalesinde, kendisinin edebiyat tarihindeki yerine<br />

işaret ederken Abdullah Efendi’nin Rüyaları’na


özel bir önem verir.<br />

“Ahmet Hamdi Tanpınar, kendi şiir dilini rüya<br />

nizamının hakim olmasını istediği bir estetiğin<br />

içinde aramıştır. Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı<br />

hikâyesi, bu estetiğin bir tarafını verir. Bu şair,<br />

diğer hikâye ve romanlarında (..) medeniyet buhranını<br />

ve onun doğurduğu zihniyet ikiliğini tema<br />

olarak alanlardandır” (TANPINAR <strong>19</strong>69: 115).<br />

Dikkat edilirse, Abdullah Efendi’nin Rüyaları,<br />

estetiğin işârete değer bir tarafını gösteriyor. Bir<br />

sanatçının kendi eserini bir edebiyat tarihi sırası<br />

ve ölçütleriyle değerlendirmeye çalışması da<br />

Tanpınar’a has bir tâli‘ olsa gerek.<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı kitabın bütün<br />

hikâyelerini ve kitaba ismini veren hikâyeyi ilk yorumlayanlardan<br />

biri Mehmet Kaplan hocamızdır.<br />

Hikâyeci Tanpınar’ı ilk defa cesaretle keşfeden<br />

ve edebiyat âlemine bu yönüyle takdim eden de<br />

Mehmet Kaplan’dır. Tasvir-i Efkâr’daki yarı tanıtma<br />

yarı tahlil yazısında ilk keşiflerin cesaretini<br />

görmek mümkündür:<br />

“Ahmet Hamdi Tanpınar, edebiyat meşherimizde<br />

kendine mahsus büyük ve nefis bir mimârî<br />

yaratıyor. Zaman, bu mimârînin etrafında açtığı<br />

vakit, devrimizin harikulâde bir âbidesi meydana<br />

çıkmış olacaktır.” (KAPLAN <strong>19</strong>43: 5576/4).<br />

Bu takdimin içinde Kaplan bir edebî akım ismi<br />

zikreder; Tanpınar’ın ve eserinin realizme karşı olduğunu<br />

iddia etmesi de gerçekten dikkat çekicidir.<br />

Kaplan;<br />

“Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nı realizme karşı<br />

olarak tavsif etmekle, büyük bir yanlışa düştüğümü<br />

sanmıyorum; (bu hikâyelerde) rüyanın,<br />

vehmin, düşüncenin, daha iyi ve şâmil bir tâbirle<br />

derûnîliğin zaferi... inkişaf ettirilmiştir” (KAPLAN<br />

<strong>19</strong>43: 5576/4)<br />

derken realizm terimine bugün bizim anladığımızdan<br />

başka bir anlam veriyor olsa gerektir. Bu<br />

yorumlar, o zamanın şartlarına göre <strong>19</strong>40’tan<br />

sonraki millî kültürümüzde oluşan bazı dalgalanmalara<br />

da bir cevap teşkil edebilir.<br />

Mehmet Kaplan’ın bu yorumu, günümüze yakın<br />

birikimlerle seslenen bir başka yazar tarafından<br />

da bir başka lisânla teyid edilir:<br />

277<br />

“Ahmet Hamdi Tanpınar, <strong>19</strong>43’te Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları’yla öykücülüğümüzde kişisel<br />

kargaşanın, kişilik yanılsamalarının, yaşamı gerçekliği<br />

dışında da algılamanın çok başarılı örneklerini<br />

verir” (İLERİ <strong>19</strong>75: 286/15).<br />

Böylece Abdullah Efendi’nin –veya Tanpınar’ın-<br />

yapısalcı (Güven Güler, “Öykü Çözümlemesinde<br />

Yapısal Yaklaşım ve Bir Örneğin Tanıtımı”, Ege Üniversitesi,<br />

Sosyal Bilimler Fakültesi Dergisi, İzmir<br />

<strong>19</strong>81, nu.2, s.231-251); semiotik ve yapıbozumcu<br />

(Sevim Kantarcıoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu<br />

ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar<br />

Hikâyeleri, Akçağ Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>04)<br />

vb. akım ve teorilere göre yorumlanma süreci<br />

başlamaktadır. Aynı konuda başka eleştirmenler<br />

de fikir birliği yapmışçasına eserin yazıldığı zamanı<br />

sorgular. Bir örnek olarak;<br />

“Abdullah Efendi’nin Rüyaları” öyküsüne bir göz<br />

atın, metafiziğin aykırı sularına açılan öykünün<br />

benzerlerinin günümüzde bile yazıl(a)madığını<br />

görünce, Tanpınar’ın nasıl olup da <strong>19</strong>40’larda bu<br />

öyküyü yazabildiğini düşünmeniz gerekecek” (AY-<br />

HAN <strong>20</strong>06: 115).<br />

cümlesini göstermek mümkündür.<br />

Günümüzde post-modern açılımlarından bahsedilen<br />

Oğuz Atay ve Orhan Pamuk gibi yazarların<br />

Tanpınar’dan da etkilendiğini söyleyenler az değildir.<br />

Batı kaynaklı akımlar açısından bu hikâyenin<br />

rüyalarını değerlendirenler, M.Kayahan Özgül’ün<br />

ifadesiyle “Atlantis gibi kocaman bir kıtanın keşfedilmeyi<br />

bekleyen daha pek çok yeri” (ÖZGÜL<br />

<strong>20</strong>03: 33/68) olduğunu hatırlatıyorlar ve sessiz<br />

kıyılardan dalış üstüne dalış yapıyorlar.<br />

Hikâye isminin ve ana kahramanın aynı şekilde<br />

“Abdullah Efendi” olarak seçilmesi, bazı tercihleri<br />

akla getiriyor: Birincisi, eski zaman çağrışımlarını<br />

ve özellikle Batı zihniyeti ile karşılaşan Türk-İslâm<br />

kültürünün sınırladığı ve –sonunda- dejenere<br />

olduğu Osmanlı’nın kabuller dünyasını temsil<br />

etmek... İkincisi ise Abdullah isminin bir evrensel<br />

boyutu ile Allah’a kul ifadesini taşıyan sözlük anlamının<br />

etimolojik ve tasvirî çağrışımları...<br />

“Abdullah Efendi adı genellikle bizim toplumumuzda<br />

saygı değer, kültürlü, kibar, kelimenin tam<br />

anlamıyla efendi kimselere alem olmuştur. Hattâ<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Abdullah, Allah’ın kulu; Abdullah Efendi, Allah’ın<br />

efendi kulu mânâsındadır. Bu ismin altında aynı<br />

zamanda Tanpınar vardır” (KABAHASANOĞLU<br />

<strong>19</strong>77: 8/14).<br />

Hikâyenin yazılma serüveni, yazarın belirttiğine<br />

göre <strong>19</strong>35’ten başlar. Tefrikalar <strong>19</strong>41’i ve kitap<br />

olarak basım ise <strong>19</strong>43’ü bulur. Tanpınar, “Abdullah<br />

Efendi <strong>19</strong>35’te yazıldı”, derken, ilk hikâyesinin<br />

neşir tarihi olan <strong>19</strong>36’dan evvel ilk hikâye olarak<br />

Abdullah Efendi’nin tasarlandığını belirtiyor ve<br />

ona ayrı bir önem veriyor (BAYDAR <strong>19</strong>55: 421/<br />

6).<br />

Hikâyenin takdim plânı, bölümlere ayrılan sunumun<br />

karmaşık sırasıyla gerçekleşir. Tanpınar,<br />

Giriş, Gelişme ve Son(uç) bölümlerini sekiz kısma<br />

dağıtmış. Hikâyenin I.bölümü giriş; II., III., IV., V.,<br />

VI., VII. Bölümler gelişme; VIII. Bölüm son olarak<br />

düşünülebilir. Eser klâsik vak’a hikâyesi olmadığı<br />

için bu bölümlendirmelerde hata payı olacaktır.<br />

Her bölümün öne çıkan özelliklerini gözden geçirince,<br />

takdim plânı daha iyi anlaşılır.<br />

İçkili lokantada yemek, içmek ve eğlenmek<br />

faslı ile başlayan olaylar, beş arkadaşı bir masa<br />

etrafında tutamaz. Bölüm’ün sonunda Abdullah<br />

Efendi, içkinin tesiriyle sarhoş olmaya başlamıştır.<br />

Lokantada karşılarında oturan çiftin hareketlerini<br />

izlerken kadının ayaklarına doğru bakarak gerçek<br />

ile hayâlin karıştığı bir soyut zemine girer: “...işte<br />

o andan itibaren gecenin bütün füsunu kayboldu<br />

ve Abdullah Efendi, garip, hikâyesi güç bir serencama<br />

daldı” (s.164). 1<br />

Abdullah Efendi’nin ve arkadaşlarının oturduğu<br />

masanın karşısında oturan çiftin gözlemi başlar.<br />

Bu gözlemde ana kahraman, kadının “kedi yavrusu<br />

kadar küçük” ayaklarına bakarak çakırkeyf sarhoşluğun<br />

etkisiyle, hayâl ve gerçeğin birbirine girdiği<br />

anlatımlara başlar ve pasaj, iç içe girmiş bir<br />

başka hayâl dâiresine götüren şu cümle ile biter:<br />

“Ve Abdullah Efendi yavaş yavaş emin ve sabırlı<br />

bir çalışma ile kendini, daima üç adım ötesinde<br />

görmekte devam ettiği hayaline –kendi tabiriyle-,<br />

tıpkı bir evden başka bir eve eşya ve itiyatlarımızı<br />

nakleder gibi, nakletmeğe başladı.” (s.175).<br />

Sayfa numaraları, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Hikâyeler,<br />

(Dergâh Yayınları, İstanbul, 983) adlı kitabındandır.<br />

278<br />

Gerçek ve hayâlin ilk defa bu kadar girift olarak<br />

birbirine girdiği bu bölümde, Abdullah Efendi’nin<br />

kadın erkek ilişkileri hakkındaki fikirlerini; üç sene<br />

evvel evinin çatısının uçtuğunu; gerçek-hayâl karışımı<br />

mitolojik bir sevgilisinin (belki rüyasının)<br />

olduğunu; Abdullah Efendi’nin orijinâlliklerinin<br />

yanında sıradan bir insan gibi yaşadığını: Lokantada<br />

masasının etrafındaki bir başka çiftin durumunu<br />

(Erkek, kadının elini öpeceği sırada kadının<br />

vücudunun kaybolmasını, elbiselerin sandalyede<br />

toplanmasını, erkek konuştukça kadının bedeninin<br />

ve kişiliğinin yeniden geri gelmesini); Abdullah<br />

Efendi’nin kırkı çoktan geçmiş olduğunu; cennet-cehennem<br />

benzetmelerini; kadîm efsânenin<br />

çağrışımını; gördüğü şeylerin çoğunun gerçek<br />

değil hayâl olduğunu ve bunun Abdullah Efendi<br />

tarafından bilindiğini; eşya-insan ilişkileri açısından<br />

Abdullah Efendi’nin hiç de normal bir insan<br />

olmadığını; rakamlar ile fikir jimnastiği yaptığını;<br />

hayâlî kişiliğinin, gerçek benliğinden üç adım ötede<br />

olduğunu öğreniriz.<br />

Aksiyondaki mekân değişiminin ilk gerçekleştiği<br />

ve gerçek ile hayâlin ikinci safha sırasıyla<br />

birbirine girdiği maceraların başladığı bölümler;<br />

Abdullah Efendi ve arkadaşlarının eğlenmek için<br />

gayr-i Müslim hayat kadınlarının bulunduğu evlere<br />

gitmeleri ile başlar; bundan sonra, Abdullah<br />

Efendi’nin gerçek benliğini lokantada bırakması<br />

tercihini ve hayâlî kişiliğinin (üst kat sâkininin)<br />

gezmeye gitmesini; Abdullah Efendi’nin bu evde<br />

bazı halüsinasyonlar gördüğünü; odanın duvarında<br />

asılı resimlerin gerçekmiş gibi aksiyona dahil<br />

edildiğini ve arkadaşlarıyla birlikte evi terk ettiklerini<br />

öğreniriz.<br />

Daha sonra Abdullah Efendi gittiği hiçbir evde<br />

huzur bulamaz; o kötü evlerden kaçar, lokantada<br />

bıraktığı benliğini almaya tekrar lokantaya<br />

gelir ama orada bir yangın çıkmıştır ve Abdullah<br />

Efendi’nin asıl benliği yanmıştır.<br />

Hikâyenin takdim plânında Abdullah Efendi ve<br />

dört arkadaşı lokantada içki içiyorlar. Bundan sonra<br />

[ * Aylarca süren ıztıraplar yaşadı. * Üç sene evvel<br />

bir kış gecesi odasının çatısı uçtu. * Sevdiği kadın,<br />

yıldızlara basıp odaya girdi. *Sevgilisi, aylarca<br />

süren ıztırabın bir mükâfatı olan kendi cevherinde<br />

göründü. * Ertesi sabah yıldızlardan gelen sevgili


gitti.] gibi geriye dönüşler ve akabinde başlangıçtan<br />

sonraki olaylar sıralanır.<br />

Sarah Moment Atiş’in, Abdullah Efendi’nin Rüyaları<br />

isimli kitap hakkında yaptığı araştırmaya<br />

göre esere ismini veren hikâyenin takdim plânı<br />

dört basamaklı bir yapı arz eder:<br />

“ 1. Birinci Abdullah İkinci Abdullah’tan kaçıyor.<br />

2. Birinci Abdullah’ın genelevdeki maceraları<br />

3. İkinci Abdullah’ın ölüm ötesi<br />

4. İkinci Abdullah Birinci Abdullah’ı yakalıyor”<br />

(ATİŞ <strong>20</strong>06: <strong>20</strong>/53,54).<br />

Birinci durumdaki kahraman bir takım macera,<br />

olay veya durumlardan sonra yenilerini yaşar ve<br />

dördüncü gruba geldiğinde, yeniden birinci durumun<br />

mekânına (veya özelliklere ) döner. Kahramanın<br />

başladığı yere dönmesi gerçekleşmiştir<br />

ama kahraman artık hikâyenin başlangıcındaki<br />

kahraman değildir.<br />

Hikâyenin şahıslar kadrosu sayı bakımından<br />

oldukça geniştir ancak kişilerin tebârüz etmediğini,<br />

ana kahraman Abdullah Efendi’nin bile, reel çizgilerle<br />

tanınamadığını söylemeliyiz. Klâsik hikâye<br />

anlayışından çok farklı bir bakış açısıyla kişilerin<br />

sisler perdesi altında, bir hayâl ve rüya atmosferinde<br />

tanıtıldığı hikâyenin, belki de en önemli<br />

kahramanı, subjektif yorumlarıyla hep önde olan<br />

anlatıcıdır.<br />

Tanpınar’ın diğer hikâyelerinde de;<br />

“karakterlerin kendileri başlı başına karmaşıktır.<br />

Hikâyelerin tamamı ben merkezlidir. Ana karakter<br />

her hikâyede –garip bir biçimde, hikâyenin<br />

bir kısmını normal zaman ve mantık çerçevesinden<br />

çıkaracak şekilde- ikiye bölünür” (ATİŞ <strong>20</strong>06<br />

: <strong>20</strong> / 51).<br />

Tanpınar’ın kahramanları genellikle tezatlar<br />

içindedir. Onlar, Tanpınar’ın “kendisi gibi entelektüel,<br />

var olmanın tedirginliğini yaşayan, aşırı duyarlı<br />

karakterlerdir” (AYHAN <strong>20</strong>06: 98/114-117).<br />

Akla hayâle gelmeyen birikimleri vardır. Tıpkı<br />

diğer kahramanlar gibi Abdullah Efendi de, çok<br />

farklı hayat tecrübelerine sahip bir insandır.<br />

“... kırkı çoktan geçmiş bir adamdı. Çocuk değil-<br />

279<br />

di. Hayatını hiç de boşuna geçirmemişti. Çok, pek<br />

çok şeyler, harpler, yangınlar, her cins ölüm, korkunç<br />

ve şifasız ıztıraplar; hepsini görmüştü. Daha<br />

çocuk denecek kadar genç bir yaşta, çıplak ve sefil<br />

bir evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle baş başa<br />

geçirmişti”(s.170, 171).<br />

Abdullah Efendi diğer insanlar gibi yaşamak ister<br />

ama bunu bir türlü beceremez. Yönlendiremediği<br />

ilgileri, gayr-i irâdî dikkatleri (s.168) onu çok<br />

farklı bir hayata sürükler. Bu mizaca ait incelikler<br />

yazarın özel hayatındaki kişiliğe çok yakındır ve<br />

sanki Abdullah Efendi, Tanpınar’dır.<br />

“Hakikatte Abdullah Efendi, ömürlerinin sonuna<br />

kadar kendileri olmaktan kurtulamayan, nefislerini<br />

bir an bile unutamayan, etrafındaki havaya<br />

kendilerini en fazla bıraktıkları zamanda bile, içlerinde,<br />

tıpkı alt katta geçen bütün şeyleri merakla<br />

takip eden bir üst kat kiracısı gibi köşesinde gizli,<br />

mütecessis, gayri memnun ve zalim ikinci bir<br />

şahsın mevcudiyetini, onun zehirli tebessümünü,<br />

inkâr ve istihfaftan hoşlanan gururunu ve her an<br />

için ruhu insafsız bir muhasebeye davet edişini<br />

duyan insanlardan biriydi. Ah bu ikinci Abdullah<br />

Efendi, bu üst kat sākini... Hayır o kiracı değil, evin<br />

asıl sahibi, efendisi, hükümranıydı. Zavallı Abdullah<br />

Efendi bu sessiz seyircinin bakışları altında hayatının<br />

her lezzetinin birdenbire zehir kesildiğini<br />

bütün ömrünce görecekti” (s.162).<br />

Demek ki, Abdullah Efendi’nin gerçek mizacı,<br />

içinde peydahlanan diğer sun’î veya şuuraltı kişilikler<br />

karşısında eziliyor. İnsanların bastırılmış<br />

kişilikleri zaman zaman ortaya çıkıyor ve gerçek<br />

şahsiyetleri geri plânda kalıyor. Bu durumdaki<br />

insan kendini yaşayamıyor. Psikanalizin bakış açısına<br />

benzeyen ve insanın içindeki farklı kişiliklere<br />

dikkati çeken bu yorum, Tanpınar’ın insana ve<br />

kendisine bakışını da ifâde eder. İnsan, tek kişilik<br />

değil, birbirinden farklı kişilikleri olan bir varlıktır<br />

ve farklı olaylarla karşılaşılınca bu kişiliklerden<br />

bazıları ortaya çıkar.<br />

Abdullah Efendi’nin evin katlarına benzetilen<br />

kişilik özelliği şu niteliklerle vasfedilir: 1) Üst<br />

Kat: İkinci Abdullah Efendi, Üst Kat Sâkini, Üst<br />

Kat Kiracısı; 2) Alt Kat: Kibirli Ev Sâhibi, Abdullah<br />

Efendi’nin İlk Varlığı (s.182), Hakiki Varlığı, Asıl<br />

Hüviyeti (s.182), O Kadar Kahrını Çekmiş Olan Bu<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Vücut (s.187).<br />

Üst kat, değişen kişiliği; alt kat, esas kişiliği<br />

ifâde eder. Abdullah Efendi’nin birden fazla kişilik<br />

taşıdığı sık sık tekrarlanır:<br />

“...bizzat kendisini (öteki benliğinden) üç adım<br />

ötede görüyor ve her an tekrarladığı mütereddit<br />

hareketlerle ikizleşen hüviyetlerinden hangisinin<br />

asıl hakikisi olduğunu anlamağa çalışıyordu.”<br />

(s.174).<br />

“... henüz yeni görmeğe başladığı ikinci varlığı<br />

ile, bu üç adım ileride dikilen ve her hareketini<br />

taklit eden gölge...”(s.174).<br />

“... bir hayâli, bir galatı şuur ve idrak sahibi yapmak...”<br />

(s.174).<br />

“... kâinatı yepyeni bir cihazla idrak etmek saadeti...”<br />

(s.175).<br />

Tanpınar, insanın içten içe oluşacağını, kendini<br />

inşâ edeceğini anlamak ve anlatmak istiyor. Bu<br />

noktada biyografisi, özellikle kendisine mühlet<br />

vermesi bakımından bize bir ip ucu veriyor ki, aslında<br />

çoğu yerde Abdullah Efendi adıyla bir hikâye<br />

kahramanının özelliği, yazarın bir özelliği ile özdeşleşiyor.<br />

İnsan (veya sanatçı) çalışarak “yavaş<br />

yavaş aydınlanan” bir karanlık mizacı, entelektüel<br />

bir adam yapıyor. Onu eğitiyor. Bu noktada sabır<br />

ve zaman ile birlikte çok çalışmak gerekli, diyor.<br />

Abdullah Efendi, “... emin ve sabırlı bir çalışma<br />

ile kendini, dâima üç adım ötesinde görmekte...”<br />

(s.175), bu özelliği ile Tanpınar’ın düşünceleri ortaya<br />

çıkmaktadır.<br />

“Dört tarafını böyle (içmek, eğlenmek gibi) vaziyetlerde<br />

bir demir kuşak gibi çeviren ve ona nefes<br />

aldırmayan boğucu, dar havalı şahsiyeti...” s.161<br />

Abdullah Efendi’nin çok geniş bir çevresi yoktur.<br />

İhtiyar anasıyla birlikte yaşar (s.188). “Beş on dost,<br />

bir iki akraba...” (s.188) onun tanıdığı insanlardır.<br />

Devamlı bir yerlere kaçmak istiyor. Hayatta çok<br />

sevinmeyen bir insan... “İçinde pek nadir duyduğu<br />

bir dalgalanma, bir nevi tarifi güç bir sevinç...”<br />

(s.173) çok az zamanlarda vuku buluyor.<br />

Zaman zaman çok üstün bir “kavrayış kudreti”<br />

var. Böyle anlarda, “...kendisini her şey anlar ve<br />

her şeyle anlaşabilir zannediyordu. Evet isteseydi<br />

2<strong>80</strong><br />

şu yanı başında duran çiçek saksısı ile dost olabilirdi”<br />

(s.174).<br />

Çocukluğundan beri rakamlara olan ilgisi ve tutkunluğu<br />

onu, farklı dikkatlere yöneltiyor (s.172).<br />

Hikâyenin bütünüyle alâkası olmayan, sadece bir<br />

fikir jimnastiği sayılabilecek, imâl-i fikr için bir<br />

malzeme telakki edilecek rakam yorumları, olayla<br />

tam olarak bütünleşemiyor. Abdullah Efendi’nin<br />

kişiliğinin bir parçası, bir alışkanlık olarak zihinlerde<br />

kalıyor. Bu rakamlardaki 1 sayısına varmaya<br />

uğraşan Abdullah Efendi, buradan vahdet’e, birliğe<br />

gider gibi tercihler yapar. “Aritmomani” hastası<br />

gibi belirtiler gösterdiğini hissetmez. “ Daha<br />

ziyâde kendi içinde yaşamaya alışmış...” (s.161);<br />

günlük hayatında çekingen, tedbirli, hesaplı hattâ<br />

korkak bir insandır.<br />

Hastalık konusunda bir başka tespit de <strong>19</strong>44’te<br />

yapılan eleştiriler içinden gelir. Kenan Akyüz’e<br />

göre Abdullah Efendi, “mükemmel bir ‘obsede’<br />

dir. Yani bir takıntı hastalığına tutulmuştur. Bu halinden<br />

kurtulmak için harcadığı gayret hep boşa<br />

gider” (AKYÜZ <strong>19</strong>44: 6/68/<strong>19</strong>).<br />

İçki meclislerinin yabancısı. Nâdiren meyhaneye<br />

gider ve çok az eğlenir. Belki de ömründe<br />

birkaç defa, hikâyenin konusu olan içki meclisine<br />

katılmıştır: “Herkes biliyordu ki o içkiden hoşlanmaz,<br />

böyle (içkili lokanta gibi) yerlere pek nadir<br />

zamanlarda, sadece eşi dostu görmek için giderdi”<br />

(s.189).<br />

Duyguları, hayâlleri, itiyatları ve halüsinasyonları<br />

ile tanıdığımız Abdullah Efendi’nin fizikî portresi,<br />

belirgin çizgilerle ortaya çıkmıyor. Biz onu<br />

fizikî şartlarda tanımıyoruz. Eserin başından sonuna<br />

kadar Abdullah Efendi sahnededir ama “bu<br />

kadar izâha rağmen hâlâ gözümüzün önünde tek<br />

çizgisi bile belirmiyor, (..) Abdullah Efendi giderek<br />

müphemleşiyor ve anlıyoruz ki, Abdullah Efendi,<br />

yaşamıyor” (ERİŞ <strong>19</strong>44: 483/6).<br />

“Araf’ta cehennem veya cennetin kendilerini<br />

kabûlünü bekleyen çaresiz kişilerden” (KANTAR-<br />

CIOĞLU <strong>20</strong>04: 1591) biridir Abdullah Efendi. Çok<br />

farklı mizaçlar taşır. Yazarın onu tanıttığı cümlelerinde<br />

öyle bir örnek var ki, Abdullah Efendi’nin<br />

tedbiri ve çekingenliği aşan, onu korkuya sevk<br />

eden mizacını ortaya çıkarır: “Ah, bu bir kör gibi


etrafını deneye deneye, dört bir ciheti yoklaya<br />

yoklaya yürüme...” (s.162).<br />

Abdullah Efendi yarın bu meyhanede yaptığı<br />

“şeylerden iğrenecek, bu geceyi israf edilmiş bir<br />

zaman gibi addedecek ve kendisini küçük bulacaktı”<br />

(s.162).<br />

Olay esnasında oluşan kişilik özelliği için şu<br />

cümle çok dikkat çekicidir:<br />

“... Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını<br />

bütün vücuduna doladıktan sonra, zehirli dişini<br />

en can alacak yerine geçirmeğe hazırlanan bir<br />

yılanın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını<br />

gören bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci<br />

içinde kadeh kadeh üstüne içiyordu” (s.163).<br />

Abdullah Efendi ile yazar ve anlatıcı Tanpınar’ın<br />

bazı noktalarda benzeştiğine şâhit oluyoruz. Hayâl<br />

kurmalar, rüyâ ile gerçek hayatı yorumlamalar,<br />

yalnız yaşamak karşısındaki tavırlar, zaman ve<br />

eşya üzerine beliren kanâatler, Abdullah Efendi ile<br />

Tanpınar’ı özdeşleştirir.<br />

Olayların gelişmesinde, Abdullah Efendi’nin ilk<br />

varlığı yanıp, cenazesi götürülünce Abdullah Efendi<br />

şöyle düşünür: “...hakikaten büyük, efkârı umûmiyeyi<br />

işgal edecek kadar büyük bir adam olmadığına<br />

müteessir oldu” (s.188). Demek ki Abdullah<br />

Efendi’nin büyük adam olup olmamak konusunda<br />

da kendisi için bir çok fikir yürüttüğü, hayâl kurduğu<br />

anlaşılıyor.<br />

Abdullah Efendi’nin eğitimi üst düzeyde ve hassasiyeti,<br />

bir filozof, bir sanatkâr seviyesinde olması<br />

gerekir. Bu, gerçekten sağlam bir birikim ister.<br />

Hikâyede Abdullah Efendi’nin eğitimi hakkında<br />

çok bilgi sahibi değiliz. Sanki iyi eğitim almamış<br />

izlenimi var. Peki bu yüksek seviyedeki fikir üretimlerini<br />

nasıl yapıyor?<br />

“Abdullah Efendi basit bir kalem memuru olmakla<br />

beraber, düşünce âleminde binbir gece masallarının<br />

kahramanlarından daha fevkalhakîka bir<br />

ruhî macera yaşıyor” (KAPLAN <strong>19</strong>43: : 5576/4).<br />

Bu konu, yazarın, anlatıcının ve ana kahramanın<br />

bütünleşmesiyle izah edilebilir. Tanpınar, 3. şahıs<br />

anlatıcı ile bu subjektifliği ber-taraf etmek ister.<br />

Hikâyede, Abdullah Efendi’nin bir hikâye kahramanı<br />

olması yanından belki de ondan daha çok<br />

281<br />

yazarın temsilcisi durumuna ulaşması, üzerinde<br />

durulması gereken bir konudur. Bu, Tanpınar’ın<br />

tercihi ile alâkalı olsa gerektir. Hikâyedeki pek<br />

çok hassasiyet, bilgi, birikim ve felsefî yorumlar,<br />

kahramanın değil, anlatıcının, yazarın yani<br />

Tanpınar’ındır.<br />

Abdullah Efendi yanında eserde birçok kişinin<br />

ismi geçer. Diğer kişiler yâhut hikâyede isimler<br />

kadrosu diyebileceğimiz bu kişiler iki bölümde<br />

incelenebilir. 1) Aksiyona dâhil olanlar, 2) Bahsi<br />

geçenler...<br />

Aksiyona dâhil olan kişiler: Abdullah Efendi, 4<br />

arkadaşı, bazı müşteriler, iki çift, sefarethâne havası<br />

kılıklı adam, kötü evlerdeki hayat kadınları ve<br />

diğerleri… Bu kişilerin aksiyonda rolleri vardır ama<br />

onların kimlikleri yoktur. O kadar belirsiz, o kadar<br />

silik Abdullah Efendi, yine onlardan bir gömlek üstedir.<br />

Abdullah Efendi’nin gerçek hayatı veya dış<br />

portresi yok, rüyaları ve hayâlleri vardır.<br />

Tavandaki sarhoş adam ve resimdekiler, önce<br />

ismi geçen kişilere dahil iken gerçek-hayâl çizgisi<br />

karışınca aksiyona dahil edilen kişiler konumuna<br />

geçiyorlar.<br />

Hikâyedeki hemen bütün kişiler, Abdullah<br />

Efendi’nin bakış açısıyla tanıtılır. Biz diğer kişileri,<br />

Abdullah Efendi’nin normal dışı psikolojik dünyasında,<br />

bazen geniş bir etkiyle, bazan bir aksesuar<br />

hüviyetiyle tanırız. Mehmet Kaplan bu vasfı “ferdî<br />

psikolojinin, çok geniş bir kadro içinde inkişâf ettirilmesi”<br />

diye vasfediyor. Bu inkişâf, ana kahramanın<br />

yaşadığı bir “rûhî anarşi” içinde cereyan<br />

ediyor (KAPLAN <strong>19</strong>43: 5576/4).<br />

Hikâyede, bir mizacın hem çöküşüne giden hem<br />

de inşâsına yol açan sahnelerle ve yorumlarla<br />

karşılaşırız. Abdullah Efendi her yaşadığı felâketten<br />

sonra okuyucuya bir ibret dersi veriyor ama<br />

dikkatli okuyucu, bu arada, bir sonraki safhanın<br />

Abdullah Efendi’sinden başka bir mizaç örüntüsü<br />

bekliyor. Bu konuda Kantarcıoğlu’nun şu yorumu<br />

gözden uzak tutulmamalıdır:<br />

“...psikolojik gerçekliğin çok başarılı bir biçimde kullanıldığı<br />

bu hikâyede sentezleyici unsur, Tanpınar’ın<br />

hayat felsefesi olsa da, bu felsefe Abdullah’ın ruhsal<br />

büyüme sürecinin basamaklarında somutlaşmaktadır”<br />

(KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 141).<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Hikâyede somut ve soyut mekânlar kullanılmıştır.<br />

Lokanta, randevu evleri, sokaklar, boş bir<br />

ev... gibi mekânlar, gerçek izlenimi taşır; rüyalar<br />

ve hayallerin ard arda nakledildiği bölümlerde<br />

mekânlar, soyutlaşır. Bu bölümlerde mekânın ip<br />

uçlarını vermesi gereken tasvir tekniğinin kullanılışı<br />

da farklılaşır.<br />

“Tanpınar’ın eserlerinde mekân, iki ayrı açıdan<br />

değer kazanır. İlki olayın geçtiği yerdir. Anlatıda,<br />

olaya zemin olan kasaba ya da kent çoğu zaman,<br />

bir kimliğe bürünerek ‘olay’a kültürel bir alt yapı<br />

sunar. Bu bakımdan olayın ‘nerede’ geçtiği, metni<br />

açımlayıcı bir unsur olarak, üzerinde durulması<br />

gereken bir noktadır” (KÜTÜKÇÜ <strong>20</strong>06: <strong>20</strong> /<br />

183).<br />

Rüya mekânları ile gerçek olay mekânlarının<br />

birbiri içine girmesi, mekân konusundaki incelemeleri<br />

zorlaştırmaktadır. Tanpınar, soyut mekânları<br />

da gerçek mekân gibi tasvir etmekte; gerçekrüya-hayâl<br />

geçişlerinde bu mekânları birbirinin<br />

yerine kullanmaktadır.<br />

Hikâyedeki zaman tasarrufu; 1 gecelik bir zaman<br />

diliminde geçen olayları, meydana gelen durumları<br />

ve bu zaman içindeki hayâlî zamanı ihtivâ<br />

eder.<br />

Olayın başlangıcı, bir kozmik zaman birimi olan<br />

“gece” kelimesi ile ifâde edilir. Hikâyenin ilk cümlesi,<br />

“Gece çok güzel başlamıştı” (s.161), cümlesidir.<br />

Hikâyenin bitişi de son bölüm olan VIII.bölüm<br />

içindeki “zaten sabah da olmak üzere” (s.<strong>20</strong>5), “bir<br />

sabahın aydınlattığı yolda” (s.<strong>20</strong>8) cümleleriyle<br />

aynı kozmik sınırlamaya işaret eder. Gece ve sabah,<br />

ana zaman sürecinin başlangıcı ve bitişidir.<br />

Bu temel çizgi üzerinde geriye dönüşler ve<br />

hayâller ile ortaya çıkan zaman tasarımı, şu sırada<br />

cereyan eder: Başlangıç, gecedir; gelişme, Abdullah<br />

Efendi’nin rüya ve hayâlleri ile zamanda bir<br />

genişleme, daralma ile birlikte gecenin ilerleyen<br />

saatlerinde gerçekleşir; bitiş ise sabahın ilk ışıkları<br />

zamanındadır.<br />

Hikâyede, zamanda gelişme ve bu gelişme ile<br />

Tanpınar’ın geleneksel masal ve efsânelerdekine<br />

benzer zaman açılımları dikkati çeker; ayrıca tasavvuf<br />

edebiyatında karşımıza çıkan tayy-ı zaman<br />

ve bast-ı zaman gibi zaman kullanımları ile bu<br />

282<br />

hikâyenin zaman tekniği arasında bir irtibat kurulabilir.<br />

Bunun yanında bu zaman anlayışı, sadece<br />

doğu geleneğini değil, batı kültüründe kullanılan<br />

zaman tekniğini gündeme getirir.<br />

Hikâyede her şeyi bilen anlatıcının 3. şahısla<br />

naklettiği olaylar, farklı bakış açısı ve anlatıcı teknikleriyle<br />

ortaya konur. Anlatıcı, gözlemci anlatıcıdır<br />

ama maddî ve doğal dünyadan ziyade ana<br />

kahramanın hayâllerini ve onun uyanıkken gördüğü<br />

rüyaları müşâhede eder. Bu yönüyle klâsik<br />

ve realist hikâyede gördüğümüz gözlemci anlatıcı,<br />

bu hikâyede yoktur. Onun yerine iç dünyasını<br />

gözleyen bir anlatıcı var. Orhan Okay, “Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları’nda anlatıcı-yazarın varlığını<br />

gizlemeyen ifadeler”i olduğunu söyler (OKAY<br />

<strong>20</strong>02: 46-47/178). Orhan Okay’ın anlatıcı-yazar<br />

ifâdesine benzer bir şekilde Abdullah Uçman da,<br />

“yazarın doğrudan doğruya kendisini çağrıştıran<br />

anlatıcı-kahraman” ifadesini kullanıyor (UÇMAN<br />

<strong>20</strong>03: 34/71).<br />

Anlatıcının bakış açısını destekleyen teknikler,<br />

Tanpınar tarafından sıklıkla denenir. Yazar, “şuuraltı<br />

psikolojisi ile bilinçaltı ve iç monolog tekniğini”<br />

(UÇMAN <strong>20</strong>03: 34/71) kullanır; ancak şuur<br />

akışı ve iç monolog tekniklerini birbirinden ayırmak,<br />

oldukça zordur. Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />

kullanılan bilinçaltının ifşâsı, şuur akışının ifadesi<br />

ve iç monoloğun tasarrufu konularında çok ciddi<br />

araştırma ve tetkiklere ihtiyaç vardır.<br />

Hikâyenin iki kulvarda seyreden bir konu tasarımı<br />

ve tasarrufu var: Birincisi, gerçek konularda<br />

ve klâsik hikâyelerde karşılaştığımız reel konu:<br />

Abdullah Efendi’nin dört arkadaşıyla içkili bir lokantada<br />

eğlenmesi; çakır keyf olduktan sonra hayat<br />

kadınlarının yaşadıkları Beyoğlu’nda bazı evlere<br />

gitmeleri ve bu mekânda yaşadığı bir takım<br />

halüsinasyonlar. Bu cümleler dikkatli bir okuyucuyu<br />

tatmin etmez. O bir başka konu cümlesi daha<br />

aramalıdır ki, eseri anlamak yolunda mesafe kat<br />

etsin. Kantarcıoğlu bu gerçek konuya “yatay yapı”<br />

(KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 140); Sarah Atiş gerçek<br />

konunun içindeki objelere, alışılmış detaylara “birincil<br />

kriterler” ( ATİŞ <strong>20</strong>06: <strong>20</strong>/51-57) diyor.<br />

İkincisi, halüsinasyonların konusudur, ana konuya<br />

bağlıdır ve tamamen semboliktir. Tanpınar’ın<br />

eserlerini ve biyografisini, usta kalemlerden çık-


mış bir iki etüdü okumayan insanın bu ikinci konu<br />

frekansını anlaması kolay değildir.<br />

Mehmet Kaplan, Abdullah Efendi’nin Rüyaları<br />

hakkında, “mantıkla muhayyilenin, dışla için,<br />

kâinatla insanın, nizamla nizamsızlığın mücadelesi”<br />

(KAPLAN <strong>19</strong>43: 5576/4) ifadelerini kullanıyor.<br />

Bundan başka, yazarın “fantezi” tercihini bir<br />

prensip olarak ele aldığını söylüyor. Kantarcıoğlu,<br />

“hikâyenin eksiltili yapısı”nı aralamaya çalışır ve<br />

“Abdullah’ın iç dünyasındaki yolculuk” ifadesi ile<br />

“Abdullah’ın idealist kimliği ile süperegosu çatışır”<br />

hükmünü temaya yakın tespitler olarak belirler (<br />

KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 140, 144).<br />

Kantarcıoğlu yazarın asıl anlatmak istediği şey<br />

hakkında şunları söyler:<br />

“Abdullah bu gri âlemde, karanlık ve ışığın, iyi<br />

ve kötünün çatıştığı bu âlemde, insanın gerçekten<br />

kopuk ideallerle yaşayamayacağını, ne salt ışıkla,<br />

ne karanlık güçlerle yaşamanın mümkün olduğunu<br />

anlamaktadır. O hâlde insan karanlık güçleriyle<br />

bağlarını koparmaksızın, kendi benliğinde ışıkkaranlık,<br />

duygu-düşünce, ruh-beden dengesini<br />

kurmalı, ruhunda bütünlüğü sağlamalı, gerçeği<br />

bütün boyutlarıyla kavramalı ve karanlık güçleri<br />

ışığa çevirebilmek için, onları iman seviyesinde<br />

bir inançla kontrol edebilmelidir” (KANTARCIOĞ-<br />

LU <strong>20</strong>04: 161).<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâyede, yazar,<br />

insanın sapmalarını, tereddütten sessiz bir<br />

çığlığa ulaşan paniklerini de ortaya koyar. “İnsanın<br />

mutlak yalnızlığında imanın veya iman gücünde<br />

bir inancın karanlık güçleri” (KANTARCIOĞ-<br />

LU <strong>20</strong>04: 160) kontrol etmesi gerekliliği, eserin<br />

önemli bir tema özelliğidir. Kantarcıoğlu eserdeki<br />

bu muhteva özelliğine “evrensel tema” vasfını<br />

veriyor. Buna göre, bu tema içinde dengeleri kurabilen<br />

insan, “medeniyetin ışık ve değerlerinden<br />

yoksun insanın canavarlaşmış benliği ve çöküşü”<br />

(KANTARCIOĞLU <strong>20</strong>04: 160) hakkında fikir sahibi<br />

olacaktır.<br />

Sarah Atiş’in incelemesine göre, Tanpınar’ın bu<br />

hikâyesinde gerçek ile hayâl (veya rüya) arasında<br />

bir “karanlık eşik” vardır. Ana kahraman Abdullah<br />

Efendi bu eşikte ileri geri, gidip gelmektedir. Bu<br />

“salınışta” bir takım tecrübeler kazanır. Tanpınar,<br />

283<br />

konu olarak bu tecrübeyi tasvir eder ( ATİŞ <strong>20</strong>06:<br />

<strong>20</strong>/53).<br />

Hikâyenin tahkiyeye aktarılmış kavramlar<br />

kadrosu çok geniştir. Hikâyedeki hemen bütün<br />

kavramları, “varoluş”, “hayâl” ve “rüya” kavramlarına<br />

bir açılımı ortaya çıkıyor. Tanpınar, Abdullah<br />

Efendi’nin şahsında kendi varlık problemlerini, bir<br />

rüya ve hayâl dokusuyla nescediyor. Hikâyede yaradılış,<br />

insan, nefis, benlik, ikinci benlik, diğer benlikler,<br />

bir başka tesirler dünyası, fenomenin ardındakiler,<br />

yaşamak ve hayat, eşya, ölüm, âhiret,<br />

cennet, cehennem, uyku, uyanma ve sarhoşluk,<br />

aşk, cinsiyet, cinsî istekler ve sapmalar, tali‘ … gibi<br />

daha pek çok kavram, yer yer traji-komik ihsaslar<br />

ile murakabe ve muhasebe edilir.<br />

Yaradılış, “kadim efsâne” (s.171) ile evrensele<br />

bağlanır. İnsan, ontolojik bir daire içinde fakat niçin<br />

sorusunu kaybetmiş bir halde biteviye sürüklenir.<br />

Benlikler, içten dışa, dıştan içe çevrilir. Etik<br />

prensipler, ihtiyaç ve sevkitabiî emrinde, ihmâl<br />

edilir.<br />

Bir başka tesirler dünyası arayan Tanpınar’ın<br />

hemen bütün eserlerinde karşımıza çıkan bu bakış<br />

açısı, Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda da görülür.<br />

Etrafımızdaki gerçekliğin ötesinde bir başka<br />

gerçeklik vardır. Gördüklerimizin dışında göreceklerimiz<br />

var. Veya karşılaştığımız her uyarıcının (fenomenin)<br />

ardında bir başka dünya var.<br />

Lokantanın alevler içinde yanması, bir ölüm<br />

vak’asını gündeme getiriyor. Zira Abdullah<br />

Efendi’nin vücudu, bu yanan ve yıkılan lokantanın<br />

içindedir. Sonra cesedi çıkarılır. Ölmek ve ölümden<br />

sonra kendi cesedini taşımak, o cesedi gömmek<br />

hayâli, geleneğin içinde çok sık görülen bir objedir.<br />

Râbıta-i mevt denilen bu anlayışı Tanpınar’ın<br />

bilmemesi imkânsızdır.<br />

V.Bölümden sonra ölüm ve âhiret, cennet ve cehennem<br />

motiflerinin çok sık kullanılması (s.187);<br />

günahların cehenneme, çekilen sıkıntıların ve<br />

sevapların cennete ulaştıracağı kabûlü daha da<br />

belirginlik kazanır. Bu imajın imgeleri de Abdullah<br />

Efendi’nin halüsinasyonları, korkuları, çektiği<br />

sıkıntıları, gelişen olaylardaki olay halkaları ve yaşanan<br />

durumlar olarak karşımıza çıkar.<br />

Yazar, Abdullah Efendi’nin vücudu yandıktan<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sonra geride kalan hayâlini anlatırken şöyle bir<br />

cümle kurar: “Sırf kendi zekâsıyla ve istisnâî ruh<br />

kabiliyetiyle tedarik ettiği bir başka varlıkla yaşıyordu”<br />

(s.188). Vücûdumuz olmadan ama hayâl,<br />

idrak, şuur gibi hassalarımızın yaşadığı bir dünyada<br />

nasıl yaşanır? Acaba bu varlık, madde midir?<br />

Yoksa ölen ve geride kalan başka başka varlıklar<br />

mı var? Tanpınar, madde ve ruh, madde ve mana,<br />

somut ve soyut zıtlıkları düşündüren bu cümlesiyle<br />

sanki, bilinen kavramların zihnimizdeki yerini<br />

yeniden dizayn etmemizi tavsiye ediyor.<br />

Yaşamak ve hayat, sık sık sorgulanır. Ana kahramanın<br />

“öbür insanlar gibi yaşamak”(s.168) davası<br />

vardır ama bunun gereklerini yerine getirmeye<br />

hazır değillerdir. Hayat içinde yüce ideallerden<br />

önce eşya’nın olmayan bilincine sığınılır. Diğer<br />

eserlerinde de karşımıza çıktığı gibi, Tanpınar bu<br />

hikâyesinde eşyaya ayrı bir önem verir. “Eşyanın<br />

değişmeyen veya değişebilen çehresi” (s. 172) iç<br />

içedir. Zaman zaman, eşya sanki şuurlu bir obje<br />

imiş gibi algılanır; insan, eşyanın güya şuurlu<br />

tercihlerini kelimeler ile bize aktarandır. Eşyada<br />

bu tercih olmasa, insan fark etmeyecek... Ölüm,<br />

âhiret, cennet ve cehennem kavramları, klâsik<br />

inanışın gerekleriyle değil, bilinçaltındaki bazı hurafelerle<br />

sorgulanır. Meselâ II.Bölüm’de şöyle bir<br />

sahne vardır: Abdullah Efendi içiyor. Meyhane cehennem<br />

haline giriyor. Dışarısı cennet olarak kalıyor:<br />

“Ağır ağır içti. Fakat neden gidemiyor, niçin<br />

burada mıhlanmış gibi duruyordu? Açık kapıdan<br />

yalnız bir parçasını gördüğü sokak, ona erişilmez<br />

bir cennet gibi görünüyordu.” (s.173). V. ve VI.<br />

Bölümlerde de, ölüm, âhiret, cehennem motifleri<br />

tekrar edilir.<br />

Uyku ve uykudan uyanma, sarhoşluk ve ayıklık,<br />

birer sembol olarak kullanılmakta… Bu semboller<br />

ve karmaşa (yahut kaos ve panik) içinde kadın- erkek<br />

anlayışları, modernizme akseden nihilist ve<br />

hedonist tavırlar arasına serpilmiş gelenek anlayışıyla<br />

kâh uyum, kâh çatışma içine giriyor. Erkek,<br />

kadını yeni baştan inşâ ediyor.<br />

Cinsiyet, kadın, erkek kavramları, âmiyâneden<br />

başlayıp pek çok sefih sahnelerle birlikte mitolojiyle<br />

ve kadîm efsânelerle idealize edilir; ancak,<br />

idealize edilen bölümler, felsefî yorumlara karışır,<br />

âmiyâne sahneler, aksiyonun kaos ve paniği ile<br />

284<br />

birlikte rüyânın kabusa döndüğü yönleriyle işlenir.<br />

Hikâyede kadın, bazı farklı bakış açılarıyla tahkiye<br />

edilir. Kadın, gönül eğlendirilecek bir obje<br />

haline gelirken aynı zamanda kadın-erkek ilişkilerinde<br />

erkeğin gücü, hayâlleri ve seçiciliği ile bir<br />

insandan çok bir motif durumuna çevrilir. Abdullah<br />

Efendi sarhoş oldukça bastırılmış cinsî istekler<br />

ile anlatıcının estetik ölçütlerle donatılmış hayâl<br />

gücü, birbiri içine girmiş sembollerle örülür.<br />

Hikâyenin orijinal yönlerinden biri, kadının, cazibesindeki<br />

müteharrik unsur sâikıyla, erkek elinde<br />

yaratılmış kimliği ile ortaya çıkmasıdır. Lokantada<br />

güzel bir kadının bir bûse ile elbise hâline tahavvülü<br />

ve sonra istihaleler ve tegayyürlerle yeniden<br />

kadın kimliğine çevrilişi…<br />

İkinci olarak kadın, bir mitolojik kahramandır.<br />

Gerçekten de Tanpınar, hakikatleri mitoloji aynasında<br />

yansıtmayı çok iyi bilir. Zira, mucizeye inanır.<br />

Bir mitoloji kahramanı gibi yıldızlara basarak, üç<br />

yıl önce bir kış gecesi evinin çatısı uçtuğunda Abdullah<br />

Efendi’nin yanına gelen kadın, kozmik unsurlarla<br />

donatılmış bir mitoloji kahramanıdır. Bu<br />

idealize edilmiş kadın motifi, Abdullah Efendi’den<br />

çok anlatıcının dikkatlerini öne çıkarır.<br />

Tali‘ (talih) kavramı, hakkında müstakil bir makale<br />

yazılacak kesafettedir. Cümle örnekleri, bu<br />

kesâfetin bir yönünü hissettirir. Diğer yönler, bizlerin<br />

ferasetine bırakılmıştır.<br />

“Sessiz bütünlüğünde gece bir talih katiyetiyle<br />

devam ediyordu.” (s.185-186); “Bir insanın kendi<br />

talihini bütün vuzuhuyla görmesi kadar korkunç<br />

ne olabilir?” (s.166); “gecenin garip talihi...”<br />

(s.172). Bu cümlelerde hayat, küçük bir talihtir;<br />

fakat insan, büyük bir ruhtur:<br />

“Sâdık bir gölge ısrarıyla peşini kovaladığım<br />

bu hayatta insanları alâkadar edecek büyük, fevkalâde<br />

vak’alar, muazzam zaferler, neticesi nesillere<br />

yadigâr kalacak tecrübeler yoktur. Doğrusu<br />

istenirse o küçük bir talihti, fakat bu küçük talih<br />

büyük bir ruha eklenmişti.” (s.<strong>19</strong>0).<br />

Bu satırlar Abdullah Efendi’yi anlatıyor ama<br />

Tanpınar’ın kendi hakkındaki düşüncelerini de veren<br />

bu yorumlar, ana kahramanla birlikte yazarını


ve onun seçtiği anlatıcıyı da bir nebze olsun tavsif<br />

ediyor.<br />

“Tâlihi küçük bir vodvil muharririydi. Fakat o<br />

bu vodvili bir Sofokles veya Shakespeare tiyatrosu<br />

imiş gibi ciddi ve muztarip yaşadı. Onun için<br />

hayatı dışarıdan gülünç ve iç tarafından büyük ve<br />

azametliydi.” (s.<strong>19</strong>0)<br />

Mizah da Tanpınar’ın ara sıra müracaat ettiği<br />

bir tercihtir: Beş arkadaş lokantada içki içiyorlar,<br />

eğleniyorlar, sohbet ediyorlar. Tanpınar bu sohbet<br />

için şu satırları kullanır: “Vakıa birbirlerini pek dinlemiyorlardı,<br />

fakat hepsi çok güzel şeyler söylediklerine<br />

emindiler.” (s.161).<br />

Hikâyedeki kavramlar, ana kahramanın halüsinasyonlarını<br />

ve Tanpınar’ın hayâllerindeki müphem<br />

objeleri temsil ettiği kadar, “doğu kültürünün<br />

verdiği bir takım hurafeleri” ve “onların karıştığı<br />

bazı geleneksel” obsesyonları da sembolize eder<br />

(UÇMAN <strong>19</strong>73: 113/21).<br />

Tanpınar’ın hikâyelerinde gerçek-hayâl-rüya<br />

devamlı birbirine karışır. Sanat eseri hayâlen mi<br />

teşekkül edecektir yoksa eserlerin ortaya çıkışı<br />

estetik bir rüya mıdır, okuyucu bir anda bunu<br />

kestiremez. Kimi araştırıcılar buna “estetik trans”<br />

hâli der (KABAHASANOĞLU <strong>19</strong>87: Giriş).<br />

Gerçekten de Tanpınar bir trans veya yüksek seviyeli<br />

bir vecd hâli yaşar. Tek boyut diyebileceğimiz<br />

maddî sınırlardan şikâyetle özge iklimler yaşamak<br />

ister. Bize de daima soyut-somut, batın-zâhir, gerçek<br />

hayâl ve gerçek-rüya seyahatleri yaşatır.<br />

Bu hâllerde eşya, şuurlu bir obje hüviyetine<br />

bürünür. İnsan, eşyanın güya şuurlu hâlini bize<br />

aktaran ve yaşatan bir canlıdır. Eşyada o tercih<br />

zaten vardır ve gerçekten şuurlu bir idrak sahibi<br />

olan insan bunu görür. Sanat da bize varoluşun bu<br />

gizemli tarafını hissettirmek için vardır. Hikâyede;<br />

“Şüphesiz hakikatte bu gördüklerinin hiçbirisi vaki<br />

değildi; bütün bunları can sıkıntısından kendisi<br />

icad etmişti” (s.171) cümlesini okuyoruz. Bu icat<br />

yazarın mıdır, kahramanın mıdır belli değil.<br />

Beş arkadaşın eğlenmek için bir içkili lokantaya<br />

gitmesi; biraz sarhoş olunca hayat kadınlarının<br />

yaşadıkları evlere gitmeleri; oralarda umduğunu<br />

bulamayan Abdullah Efendi’nin sabaha kadar so-<br />

285<br />

kaklarda perişan dolaşması... hikâyedeki gerçekler<br />

frekansındadır. Geriye kalan olayların gerçek<br />

ile hayâl arasında gidip geldiğini hissederiz.<br />

Tanpınar “bütün etrafıyla kendi arasında<br />

imkânsız denebilecek derecede kuvvetli bir<br />

münasebet”(s.174) arar. “…mesafe ve ayniyet<br />

mantığını değiştiren istisnâî bir derinlik…” (s.174)<br />

ister. “Ve bu derinlik sanki karşı karşıya konmuş iki<br />

ayna gibi bakışlarının takıldığı her şeyi bir sonsuzluk<br />

içinde çoğaltıyor…” (s.174). Yazar bu yolla sonu<br />

gelmez hayâller kuruyor. Gölgesini bırakıp gitmesi<br />

(s.176) gibi çok dikkat çekici hayâller, hikâyeyi<br />

bambaşka bir aksiyona götürüyor.<br />

Tanpınar’ın gerçek-hayâl-rüya geçişleri için psikolojik<br />

tahlillere çok yer verdiğini söyleyen Kenan<br />

Akyüz eseri bu yönüyle eleştirir:<br />

“... psikoloji unsuru (..) hikâyede çok ağdalı, bunaltıcı<br />

haldedir. Kırk sayfalık bir ufak parçanın içine<br />

bu kadar psikoloji doldurmak, onun tahammül<br />

ve mukavemet sınırlarını aşmak demektir. Kendi<br />

cenaze töreninde söylemek için kafasında tasarladığı<br />

söylevin sonunda Abdullah Efendi ‘bu kadar<br />

psikoloji yeter...’ diye düşünür. Kahramanın çok<br />

güzel, kuvvetli bir portresini çizen bu sözlerde psikoloji<br />

unsurunun bu kadar ölçülü tutuluşu bütün<br />

hikâye için de dikkate alınsaydı, şüphesiz çok daha<br />

iyi olurdu.” (AKYÜZ <strong>19</strong>44: 6/68/ <strong>19</strong>).<br />

Tanpınar’ın eserlerinde rüya kavramının kullanılması;<br />

rüyaların, kahramanları nasıl sarıp<br />

sarmaladığı malûmlarınızdır. Tanpınar, uyurken<br />

görülen rüya ile sanat eserlerindeki rüyayı birbirinden<br />

ayırır, demiştik. Edebî eserdeki rüya, uyanıkken<br />

hissedilip estetik yorumlara aktarılan bir<br />

hayâl etme ve yaşama biçimidir. Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />

rüya, muhtevayı anlamak için ve yazarın<br />

bakış açısına ulaşmak için bir ölçüt olarak kullanılabilir.<br />

Aslında tanımsız bir aksiyom yahut postülat<br />

gibi rüya sahnelerinin her okuyucuya göre tanımlanması<br />

ve devamlı değişmesi söz konusudur.<br />

Tanpınar’ın eserlerinde rüya olgusunu tanımlamak,<br />

yine onun eserlerinde verdiği ip uçları ile<br />

gerçekleşiyor. Antalyalı Genç Kıza Mektup’ta Tanpınar,<br />

kendi estetiğinin oluşumunu Valeri’ye bağlar<br />

ve rüya’ya verdiği önemi anlatır:<br />

“Asıl estetiğim Valeri’yi tanıdıktan sonra teşek-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

kül etti (<strong>19</strong>28-<strong>19</strong>30 yıllarında). Bu estetiği veya<br />

şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri<br />

etrafında toplamak mümkündür. Yahut da<br />

musiki ve rüya. Valeri’nin ‘Velev ki rüyalarını yazmak<br />

isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır’<br />

cümlesini, ‘en uyanık bir gayret ve çalışma<br />

ile dilde rüya halini kurmak’ şeklinde değiştirin,<br />

benim şiir anlayışım çıkar” (KAPLAN <strong>19</strong>83: 258 ).<br />

Şiirlerini açıklamak için yapılan bu tercih<br />

Tanpınar’ın hemen bütün eserleri üzerinde etkilidir.<br />

Romanlarında da, deneme ve hikâyelerinde<br />

de rüyanın etkileri devam eder. Zaten Tanpınar<br />

nesirlerini şiirlerin bir açıklaması, şerhi için kullanmıyor<br />

muydu?<br />

“Şâirin estetiğinin temeli olan rüya kelimesinin<br />

anlamı bizi aldatmasın. Tanpınar için rüya, tıpkı<br />

akıl gibi, hattâ ondan daha üstün ve daha derin bir<br />

bilme aracıdır. (..) Tanpınar’ın bahsettiği rüyanın<br />

gerçek rüya ile bir ilgisi yoktur” (ÖNBERK <strong>19</strong>91:<br />

<strong>19</strong>/ 230).<br />

Hikâyede “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” ifadesi,<br />

ana kahramanın değil bir bakıma yazarın rüyalarını<br />

temsil eder. Zaten Abdullah Efendi’de rüya görecek<br />

hâl kalmamıştır. Hikâyenin orijinalliği, kahramanın<br />

değil, yazarın –belki anlatıcının- olaylara<br />

bir rüya havası vermeye çalışmasıdır.<br />

Her rüyanın muhakkak bir takım semboller<br />

üzerinden görüldüğü var sayılabilir. Rüyamızda<br />

gördüğümüz şeyler gerçek hayatla bire bir uyuşsa<br />

bile, onların gerçeği semboliktir. Rüyaların bu<br />

kadar önemli olduğu bir hikâyede hâliyle semboller<br />

de önem kazanacaktır. Hikâyenin rüyaları gibi<br />

sembolleri de oldukça girift ve orijinal bir yapı arz<br />

eder. Birkaç örnek ile hikâyenin sembollerinden<br />

bahsedebiliriz.<br />

Tanpınar’ın diğer hikâyelerinde de gördüğümüz<br />

yılan motifi, ortaya çıktığı her sahnede farklı çağrışımlar<br />

oluşturur. Araştırıcılar bu farklı çağrışımların<br />

bazen birini yorumlayarak, bu yorumlarını<br />

hikâyenin bütününe atf etmişlerdir. Yorumlardan<br />

bazıları şöyledir:<br />

“... yılan motifi, aslında, çocukluk devrinde meydana<br />

gelmiş bir yasak arzu çatışmasıdır” (KABA-<br />

HASANOĞLU <strong>19</strong>77: 7/ 16).<br />

286<br />

“Tanpınar’da çok dikkate şâyan bir nokta vardır.<br />

Yılan-kadın-ölüm düşünceleri. (..) Tanpınar yılanı<br />

bir simge olarak ele alacak, her felâkette, sıkıntıda<br />

onu görecektir. Yılan ölümdür ve de mutlak<br />

her eve uğrayacaktır. Yani hepimizin hayatında bir<br />

yılan hikâyesi olacaktır” (ÖNBERK <strong>19</strong>91: <strong>19</strong>/238).<br />

Hikâyenin sonlarına doğru Abdullah Efendi’nin<br />

müdhiş bir susuzluk hissettiği bir sahne vardır.<br />

Belli ki uyanık iken görülen bir rüya aksiyonu içinde<br />

bu susuzluk sahnesi de bir sembol olarak seçilir.<br />

Her sembol gibi temsil ettiği bir değer olacaktır.<br />

Eleştirmenler, Abdullah Efendi’nin bu susuzluk<br />

sahnesinde ortaya çıkan sembolü farklı anlamlar<br />

yükleyerek açıklarlar:<br />

“Bu su ihtirası, anne şefkatine hasretten gelir.<br />

Su-anne imajı... Suyu bulur. Fakat bir çocuk, onu<br />

içmesine mani olur. Bu çocuk (yazarın ve Abdullah<br />

Efendi’nin) ikinci şahsiyeti olabileceği gibi çocukluğunda<br />

kıskandığı kardeşi de olabilir” (KABAHA-<br />

SANOĞLU <strong>19</strong>77: 8/ 15).<br />

“Abdullah Efendi’nin çok susadığını hissettiği bir<br />

sırada, yoluna çıkan bir evde bir sürahiden, bardağa<br />

su dökerken eğlenen fakat Abdullah’a bir<br />

yudum bile vermeyen çocuğun öyküsünde Tanpınar,<br />

bize hayatın güzelliklerinin sunulduğunu,<br />

ama asla verilmediğini vurgulamak istemiştir”<br />

(ÖNBERK <strong>19</strong>91: <strong>19</strong>/239).<br />

Bence bu yorumların doğrusu yanlışı yok ama<br />

farklı etkileri vardır. Her okuyucunun, hattâ her<br />

eleştirmenin bir sembolün müşterek yorumunda<br />

birleşebileceğini söylemek çok doğru olmaz.<br />

Sembolleri yorumlayan ve onlara bir temsil gücü<br />

veren bizim birikimlerimizdir.<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda dil ve üslûp<br />

için, ciddi bir stilistik çalışma yapmadan söz söylemek,<br />

yukarıdaki sembol yorumları gibi farklı<br />

sonuçlara ulaşmaya sebep olabilir. Buna rağmen,<br />

konu hakkında çalışıp yorum yapmış, hüküm vermiş<br />

araştırmacıların fikirlerinden yardım alarak<br />

bazı genel değerlendirmeler yapmak mümkündür.<br />

Tanpınar’ın birbirine benzeyen bir değil, belki<br />

birkaç üslûbu var. Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nda<br />

geçen “aklın serhaddi” (s.171), “eşyânın sükûneti”<br />

(s.172) gibi farklı tamlamalar hemen dikkati çe-


ken ibarelerdir.<br />

Şiirlerinde, hikâye ve romanlarında mizaca çok<br />

bağlı, müzikaliteyi ön plâna alan, girift anlamlar<br />

taşıyan kelimelerin ayrı ayrı yorumları gerekir.<br />

Tanpınar’ın hikâyelerindeki “sentaksın karmaşıklığı,<br />

yazarın Türk dilinin sağladığı imkânları kullanarak<br />

bazen bir sayfaya çıkabilen, birbirine maharetle<br />

bağlanmış cümleler kurmasından; kelime<br />

dağarcığının karmaşıklığı ise yazarın fevkalade<br />

geniş kelime dağarcığından, Osmanlıca’daki Arapça<br />

ve Farsça kelimeleri ve Fransızca’dan alınan<br />

daha yeni kelimeleri kullanmasından kaynaklanır.<br />

İyi eğitimli Türkler Tanpınar’ın dili kullanımını etkileyici,<br />

güzel ancak zor bulurlar” (ATİŞ <strong>20</strong>06 : <strong>20</strong><br />

/ 51).<br />

Tanpınar’ın çok farklı özelliklerine açılabilen bir<br />

cümle, onun aynı zamanda üslûbu için de dikkate<br />

değer bir örnektir:<br />

“...Abdullah geniş, ağır ve kaypak halkalarını<br />

bütün vücuduna doladıktan sonra, zehirli dişini<br />

en can alacak yerine geçirmeğe hazırlanan bir<br />

yılanın ayaklarının ucunda birdenbire uyuyup kaldığını<br />

gören bir çöl yolcusunun inanılmaz sevinci<br />

içinde kadeh kadeh üstüne içiyordu” (s.163).<br />

Bu cümle farklı araştırıcıların dikkatini çekmiş,<br />

değişik bakış açılarına sebep olacak bir malzeme<br />

özelliği ile kullanılmıştır. Tanpınar’ın zorlama ve<br />

garip benzetmelerini inceleyen Necip Tosun, bu<br />

cümle hakkında “Tanpınar’ın belki de en tuhaf<br />

benzetmesi” (TOSUN <strong>20</strong>05: 10/ 76) diyor. Yani<br />

eleştirmen için bu cümle bir kusurdur, tuhaftır, gariptir.<br />

Sevim Kantarcıoğlu ise “Abdullah’ın sosyal<br />

değerlerinden, ön yargılarından ve bireysel ideallerinden,<br />

onların esaretinden kurtulma arzusu<br />

şu satırlarda ifade bulmaktadır:” (KANTARCIOĞLU<br />

<strong>20</strong>04: 142) diyerek bu satırları iktibas eder.<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları, farklı yazarlarca<br />

değişik bakış açılarıyla eleştirilmiştir, demiştik.<br />

Bunlardan biri <strong>19</strong>44 yılında bir süreli yayında karşımıza<br />

çıkıyor: Eleştirmen, “... muharrir, Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları isimli eseri ile şiirin infilaklarından<br />

kurtulup hikâyenin imkân ve zaruretlerine<br />

girememiş” (ERİŞ <strong>19</strong>44: 483/ 7) derken hikâyelerdeki<br />

şiiriyeti bir kusur olarak telâkki ediyor.<br />

287<br />

Hikâyelerde görülen tek kusur(!) bununla sınırlı<br />

kalmaz, hikâyenin takdiminde zaman zaman yazarın<br />

araya girdiği görülür. Anlatım kusurlarından<br />

olan ve müdâhale kusurlarına dahil edebileceğimiz<br />

bu tutum, az da olsa Tanpınar’ın hikâyelerinde<br />

görülür. Bir örnek olarak; hikâyenin başlangıç<br />

satırlarında Abdullah Efendi’nin mizaç özelliklerini<br />

anlatan yazar, anlatıcının sözünü keser ve bu<br />

tür mizaçlar hakkında ayrıca bilgi verir: “Bu cins<br />

adamlarda zaman zaman olduğu gibi o da, bu<br />

müstesnâ anın kıymetini biliyor ve kendisini diğer<br />

insanlar arasına karışmış görmekten saadet duyuyordu”<br />

(s.161, 162).<br />

Bunların yanı sıra, Tanpınar’ın hikâyeleri, müstakil<br />

ve bağımsız bir sanat eseri özelliği ile birlikte<br />

bir başka romanın parçaları gibi bir bütünün mütemmim<br />

cüzü olarak yazılmışa da benzer. Sanki<br />

Tanpınar, romana başlamış, vazgeçilmiş, romanın<br />

bölümleri kendi içinde sağlam hikâyeler hâline<br />

getirilmiş... Bu hissi kuvvetlendirecek deliller pek<br />

çoktur.<br />

Kaynaklarda, Tanpınar’ın hemen her eseri için<br />

“bir yarım kalmışlık” hissinin dile getirilişine şahit<br />

oluruz. Hatta bu özellik satır aralarından kurtulmuş<br />

ve bazı makalelere serlevha olmuştur. Eksiklik<br />

hissi, hikâyenin bir başka romanın parçası<br />

olduğu izlenimini kuvvetlendiren atıflara örnek:<br />

1. Abdullah Efendi’nin zelzele ile olan münasebeti,<br />

evde çatının uçması; 2. Abdullah Efendi, “...çocuk<br />

denecek kadar genç bir yaşta çıplak ve sefil bir<br />

evde bütün bir kış gecesini bir ölüyle baş başa geçirmişti”<br />

(s.171). Bu bilgiler, hikâyenin bütünlüğü<br />

içinde büyük bir etki yaratmaz.<br />

Tanpınar’ın hikâyeleri de belki yazılmış belki<br />

de yazılmamış Huzur örneği gibi mücessem bir<br />

romanın parçaları olduklarını düşündürüyor. Gerçekten<br />

de Bir Zaman Romanı, Bir Rüya Romanı,<br />

Bir Eşya Romanı, Bir Hayat ve İnsan Romanı…<br />

diye isimlendirebileceğimiz bu roman yaşanmış<br />

ama yazı hâlinde bizlere ulaşmamış. Bölüm bölüm<br />

yayınlanmış. Bunların bir bölümü de hikâyeler<br />

adını almış.<br />

Yarım kalmış bir romanın parçaları hissini veren<br />

sahnelerin, hikâyede bir dağınıklık vücuda getirdiği<br />

de zikredilir:<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

“Abdullah Efendi’nin Rüyaları, çok müphem bir<br />

ifade ile yazılmıştır. Muharrir, hemen her cümlede,<br />

kaleminin mukavemetini, müphemiyetin insanoğluna<br />

verdiği icad fikri ile tamamlamak istemiştir.<br />

Ayrıca hikâyede bir perişanlık, bir dağınıklık hakimdir.<br />

Bunu muharririn bilhassa yaptığına kaniim.<br />

(..) Ahmet Hamdi Tanpınar, hikâyede görmeye<br />

alıştığımız tekniğini daima bozuyor ve ayrı ayrı<br />

renkte parçalarla yazısının boşluklarını yamıyor”<br />

(ERİŞ <strong>19</strong>44: 483).<br />

<strong>19</strong>44’te dağınıklığın bilhassa yapıldığına işaret<br />

vardır ama bunun bir teknik olduğunu kesin olarak<br />

Sevim Kantarcıoğlu gibi araştırıcıların eleştiri<br />

ve yorumlarında bulmaktayız. Kantarcıoğlu, yapıbozumcu<br />

ve semiotik bakış açıları ile Tanpınar’ın<br />

eseri hakkında çok dikkat çekici bilgiler verir.<br />

Sofokles, Shakespeare, Kral Oidipus, Antigone,<br />

Othello (s.<strong>19</strong>0), kadîm efsâne (s.171) vb. gibi<br />

anahtar isimler ve kavramlar ile hikâyenin metinlerarası<br />

ilişkiler kuramı açısından incelenmesi,<br />

yine ortaya dikkate değer sonuçlar çıkarabilir.<br />

Tanpınar’ın ilgili olduğu, atıfta bulunduğu ve<br />

eserinin bir bakıma geri plânı sayılabilecek diğer<br />

eserler ile kurduğu ilişkiler, Tanpınar yorumcularının<br />

yeni yeni bakış açıları ile donatılmasını sağlayabilir.<br />

Bunun yanında Tanpınar’ın diğer hikâyeleriyle<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâye arasında<br />

kurulan alâkalar da bizlere yeni ufuklar kazandırmaktadır.<br />

Bütün hikâyelerin dil ve üslûp özelliklerinde<br />

ortaklık görünmektedir; hayâllerin kuruluşu,<br />

aynı romanın parçaları izlenimini yeniden kuvvetlendirir.<br />

Ademle Havva adlı hikâye ile Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları arasındaki benzerlikler (: Kadın,<br />

erkek tarafından sevilmekle tebârüz ediyor;<br />

bu sevgi onu belli bir mizaç ve kişiliğe ulaştırıyor.<br />

Aslında kadın serapa; elbise, serapa nezâket, şık-<br />

288<br />

lık, zarafet ve güzellikten oluşan maske ve perdelerinden<br />

sıyrılıyor, yok oluyor ve erkeğin bir<br />

bûsesi ile yeniden oluşuyor.); Rüya adlı hikâye ile<br />

Abdullah’ın rüyaları arasındaki ilgi; Evin Sahibi<br />

hikâyesiyle Abdullah Efendi’nin gerçek kişiliğinin<br />

“kibirli ev sâhibi” olması; Evin Sahibi hikâyesindeki<br />

yılan ile Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndaki<br />

yılan motiflerinin benzerliği; lokantadaki kadının<br />

elbiseleri ile Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı hikâye<br />

arasındaki ilgi... vb. örnekler, Tanpınar’ın hikâyeleri<br />

arasındaki rabıtaları gösterir.<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları adlı hikâye konusunda<br />

düzenlemeye çalıştığımız bu makalede<br />

farklı eleştirmenlerin görüşlerine yer verilmeye<br />

çalışılmıştır. Tanpınar’ın ilk ve çok dikkate değer<br />

eleştirmeni, yine kendisidir. Türk Edebiyatında<br />

Cereyanlar isimli makalesi ile Antalyalı Genç Kıza<br />

Mektup isimli yazısında, eserlerinin ipuçlarını verirken,<br />

onu eleştirecek münekkidlere de yol gösterir.<br />

<strong>19</strong>70’ten hele <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra, Tanpınar’ın<br />

sanatkârlığı hemen her kesim tarafından kabul<br />

edilir. Çalışkanlığı, kabiliyeti, doğu ile batı arasında<br />

köprü olabilecek “terkibî mizacı” vb. birikim<br />

ve tercihleri ile kabul gören Tanpınar’ın Abdullah<br />

Efendi’nin Rüyaları isimli hikâyesinin ilk yorumcularından<br />

biri Mehmet Kaplan’dır. <strong>19</strong>43 yılında<br />

Tanpınar’ın önemli bir sanatçı olduğuna, o devirde<br />

inananlar azdı. Son yıllarda “Atlantisten Gelen<br />

Adam”, “Kutup Noktası” gibi sıfatları Tanpınar’ın<br />

hak ettiğini düşünenlerin sayısı artmaktadır. Tanpınar<br />

belki yaşadığı dönemin elit bir sanatçısıdır<br />

ve o dönemi temsil eder ama zamanının sanatçılarına<br />

benzemez. Yeni gelişen edebî akımlar ve<br />

teoriler ile Tanpınar’ın hikâyeleri için de yeni bakış<br />

açıları geliştirilmektedir.<br />

***


KAYNAKLAR<br />

AKÜN, Ömer Faruk (<strong>19</strong>62), Ahmed Hamdi Tanpınar”, Türk Dili ve<br />

Edebiyatı Dergisi, cilt.XII, s.1-32.<br />

AKYÜZ, Kenan (<strong>19</strong>44), Kitaplar Arasında: Abdullah Efendinin Rüyaları”,<br />

Ülkü, c.6, nu.68, 16 Temmuz, s.18-<strong>20</strong><br />

ALPTEKİN, Turan (<strong>20</strong>01), Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür<br />

Bir İnsan, İstanbul: İletişim Yayınları.<br />

ATİŞ, Sarah Moment (<strong>20</strong>06),“Çağdaş Türk Hikâyesinde Semantik<br />

Yapı:Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Diğer<br />

Hikâyelerinin Tahlili”, (Çevirenler: Z.Başkal, H.Özer, K.Durukan),<br />

Toplumbilim:Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, nu.<strong>20</strong>, Ağustos,<br />

s.51-77.<br />

AYHAN, Ömer (<strong>20</strong>06), Tanpınar’ın Vakitsiz Öykülerine Geç mi Kaldık?,<br />

Kitap-lık Dergisi, nu.98, <strong>Ekim</strong> , s.114-117.<br />

BAYDAR, Mustafa (<strong>19</strong>55), “Her Ay Bir Konuşma: Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar Anlatıyor”, Varlık Dergisi, yıl.22, nu.421, 1 Ağustos, s.<br />

6-7.<br />

DEMİRALP, Oğuz (<strong>20</strong>01), Kutup Noktası: Ahmet Hamdi Tanpınar<br />

Üzerine Eleştirel Deneme, (2.bsk.), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.<br />

ERİŞ, Resâî (<strong>19</strong>44), Edebî Oluşlar: Abdullah Efendi’nin Rüyaları,<br />

Yeni Adam, nu.483, 30.Mart, s.6-7.<br />

HIZLAN, Doğan (<strong>20</strong>06), “Sönmüş Kibritin İzinde”, Toplumbilim:<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, nu.<strong>20</strong>, Ağustos, s.21-50.<br />

KABAHASANOĞLU, Vahap (<strong>19</strong>77), “Ahmet Hamdi Tanpınar’dan:<br />

Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Toker Dergisi, yıl.1, nu.7 Nisan,<br />

s.16-17; nu.8, Mayıs, s.14-15.<br />

KABAHASANOĞLU, Vahap (<strong>19</strong>87), Ahmet Hamdi Tanpınar’da<br />

Estetik Trans, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, <strong>19</strong>87.<br />

KANTARCIOĞLU, Sevim (<strong>20</strong>04), Ahmet Hamdi Tanpınar: Yapıbozumcu<br />

ve Semiotik Yaklaşımlar Işığında Tanpınar Hikâyeleri,<br />

Akçağ Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>04.<br />

KAPLAN, Mehmet (<strong>19</strong>43), , “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Tasviri<br />

Efkâr, yıl.35, nu.5576:12<strong>19</strong>, 18 İkinciteşrin <strong>19</strong>43, s.4.<br />

KAPLAN, Mehmet (<strong>19</strong>83), Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul:<br />

Dergâh Yayınları.<br />

KÜTÜKÇÜ, Tamer (<strong>20</strong>06), “Tanpınar’ın Bir Hikâyesinde Mekânın<br />

ve Mekânsal Unsurların Kültürel Dolayımı”, Toplumbilim:Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, nu.<strong>20</strong>, Ağustos, s.183- <strong>19</strong>2.<br />

OKAY, M.Orhan (<strong>20</strong>00), “Tanpınar’ın Hikâyeleri Üzerine Notlar”,<br />

Hece: Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, yıl.4, nu. 46/47, <strong>Ekim</strong>/Kasım,<br />

s.176-181.<br />

ÖNBERK, Nevin (<strong>19</strong>91), “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâyelerinde<br />

Rüya Motifi”, Erdem, c.7, nu.<strong>19</strong>, Ocak <strong>19</strong>91, s.229-240.<br />

ÖZGÜL, M.Kayahan (<strong>20</strong>03), “Atlantisten Gelen Adam”, Kaşgar<br />

Dergisi, nu.33, Mayıs-Haziran, s.68-87.<br />

SU, Hüseyin (<strong>20</strong>06), “Rüya Gören Öyküler, Hece Dergisi, Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, (eklerle 2.bsk.), yıl.6, nu.161, Ağustos,<br />

s.133-149.<br />

TANPINAR, Ahmet Hamdi (<strong>19</strong>83), “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”,<br />

Hikâyeler, İstanbul: Dergâh Yayınları.<br />

TANPINAR, Ahmet Hamdi (<strong>19</strong>69), “Türk Edebiyatında Cereyanlar”,<br />

Edebiyat Üzerine Makaleler, (Hazırlayan: Zeynep Kerman), İstanbul:<br />

Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.102-131.<br />

UÇMAN, Abdullah (<strong>19</strong>73), “Tanpınar’ın Hikâyeleri”, Hisar Dergisi,<br />

cilt.13, nu.113 (118), Mayıs, s.<strong>20</strong>-22.<br />

289<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

VI.OTURUM<br />

Oturum Başkanı<br />

Prof. Dr. Hülya ARGUNŞAH<br />

290


FATMA K.<br />

BARBAROSOĞLU’NUN<br />

HİKÂYELERİNDE<br />

YABANCILAŞMA VE<br />

YALNIZLIK<br />

Özet: Günümüz hikâyecilerinden Fatma K.<br />

Barbarosoğlu aynı zamanda bir sosyologdur. Bu<br />

kimliğinden hareketle toplumu ve bireyleri ilgilendiren<br />

pek çok meseleyi eserlerinde işlemiştir.<br />

Yabancılaşma konusu onun eserlerinde karşımıza<br />

çıkan sosyal meselelerden birisidir. Bu yazıda<br />

örnek metinlerden hareket edilerek Fatma K.<br />

Barbarosoğlu’nun yabancılaşma konusunu nasıl<br />

ve hangi boyutlarıyla ele aldığı ortaya konulmaya<br />

çalışılmaktadır.<br />

291<br />

Yard. Doç. Dr. Ali Şükrü ÇORUK<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

Abstract: Fatma K. Barbarasoğlu, one of the<br />

contemporary narrators of Turkish literature, is<br />

also a sociologist. Due to this, she handles lots of<br />

problems in her works that concern society and<br />

individuals. One of the social problems faced within<br />

her works is alienation. In this study, referring<br />

to the sample texts, it is tried to be examined how<br />

and to which extent Fatma K. Barbarosoğlu put<br />

forth the issue of alienation.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Hikâyeci olmasının yanında aynı zamanda bir<br />

felsefe mezunu sosyolog olan Fatma K. Barbarosoğlu<br />

moda kavramının ve alışkanlığının Türk<br />

toplumunda yol açtığı algı çeşitliliği ve zihniyet<br />

dünyamızda yaptığı değişiklikler üzerine doktora<br />

çalışması yapmıştır. Sosyoloji sahasında bilimsel<br />

araştırmalar yapması dolayısıyla içinde bulunduğu<br />

toplumun çeşitli meseleleriyle yakından ilgilenmesi<br />

onun hikâyeci kişiliğine de tesir etmiştir.<br />

Bunun sonucu olarak onun hikâyelerinde özelde<br />

Türk toplumunun genelde ise bütün insanlığın<br />

çeşitli meselelerini görmek mümkündür. Bu problemler<br />

bazen hikâyenin merkezinde konumlanırken<br />

bazen de hikâyenin ana konusunu destekleyecek<br />

yardımcı bir unsur olarak gözükür. Onun<br />

eserlerinde yer alan temalardan birisi de yabancılaşmadır.<br />

<strong>19</strong>. yüzyılda birbirlerinden farklı zeminlerde<br />

Hegel ve Marks tarafından felsefî ve sosyolojik<br />

bir problem olarak ortaya konan yabancılaşma<br />

(alienation) problemi günlük dilden bilimsel literatüre<br />

kadar her alanda hayatımızı ilgilendiren bir<br />

kavram olmuştur. Birbirinden bağımsız alanlarda<br />

ve günlük dilde yaygın kullanımı (dilde yabancılaşma,<br />

aydın yabancılaşması, basında yabancılaşma,<br />

ekonomide yabancılaşma, siyasette yabancılaşma,<br />

kültürde yabancılaşma, eğitimde yabancılaşma,<br />

bilimde yabancılaşma, sporda yabancılaşma,<br />

tabiata yabancılaşma v.s) bu kavramı alelâdeliğe<br />

sürükleme tehlikesini de beraberinde getirmiş<br />

ancak özündeki olumsuzluk anlamı her yerde muhafaza<br />

edilmiştir. Kavramın bilimsel olarak ne zaman<br />

ortaya çıktığı konusunda çeşitli görüşler vardır.<br />

Hıristiyanlıktaki ilk günah ve kefaret inancıyla<br />

antikçağ metinlerinde yer alan bazı düşünceler<br />

yabancılaşma fikrinin ilk biçimleri olarak düşünülmüştür.<br />

1 Kavramı felsefî anlamda ilk kullanan ve<br />

tabiatı Mutlak Tin’in kendisine yabancılaşmış bir<br />

hâli olarak kabul eden Hegel’e göre “kuşkusuz bu<br />

dünya insana yabancıdır ve insan bu dünyada kendisini<br />

gerçekleştirmek için onu olumsuzlamak, dönüşüme<br />

uğratmak zorundadır. İnsan çalışması ve<br />

emeği ile gerçekliğin bilincine varacak, ete kemiğe<br />

bürünmüş tin, tarihsel dünya ve nesneleşmiş<br />

tarih hâline gelecektir. Bir efendinin ve bir kölenin<br />

ortaya çıkışıyla sonuçlanan ilk mücadeleyle insan<br />

Muhammet Ertoy, Yabancılaşma, Ankara <strong>20</strong>07, s. 9-<strong>20</strong><br />

292<br />

doğmuş ve tarih başlamıştır. Hem efendinin hem<br />

de kölenin diyalektik olarak ortadan kalkması ile<br />

tarih tamamlanacaktır.” 2 Yabancılaşmayı kapitalist<br />

sistemin bir sonucu olarak gören Marks’a göre<br />

ise insan emeğinin ve onun kullanılması sonucunda<br />

üretilen malların insanın kendi iradesi dışında<br />

başkaları tarafından kontrol edilmesi, satılması,<br />

paraya dönüştürülmesi özüne aykırı olduğu için<br />

insanı kendisine yabancılaştırır. Kapitalist toplumda<br />

teknoloji sadece üretim aracı olarak görülmez,<br />

teknoloji yoluyla üretilen nesneler giderek bir<br />

tapınma unsuru olur. Bu ise insan tabiatına aykırıdır.<br />

İşçinin üretim mekanizmalarında söz sahibi<br />

olmaması, giderek nesneleşmesi, özel mülkiyet, iş<br />

bölümü, artan bürokrasi ve hiyerarşik sistem yabancılaşmayı<br />

daha da arttıracaktır. Bundan kurtulmanın<br />

yolu özüne dönmüş ve bütün yönleriyle<br />

gelişmiş özgür bireylerden oluşan yeni bir toplum<br />

oluşturmaktan geçer. 3 Sadece Marksistler değil<br />

Marksist olmayan aydınlar tarafından da üzerinde<br />

düşünülen bu kavramın sosyal bilimlerin temel<br />

problemlerinden birisi hâline gelmesi ise II. Dünya<br />

Savaşı sonrasına rastlamakta, günümüzde de<br />

aktüalitesini devam ettirmektedir. Kavrama bir<br />

terim olarak sosyal bilimlerde yüklenen anlamları<br />

aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:<br />

Yabancılaşma kavramı felsefede “Şeylerin, nesnelerin<br />

bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi,<br />

daha önceden ilgi duyulan şeylere dostluk<br />

içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma,<br />

ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma”<br />

anlamındadır. 4<br />

Psikoloji ve psikiyatride “şizofreni, psikoz gibi<br />

ruh hastalıklarında kişiliksizleştirme, gerçekdışılık<br />

veya yabancılık duyguları, normsuzluk, rol karışıklığı,<br />

yalnızlık, güçsüzlük ve umutsuzluk duyguları<br />

ile ifade edilen durum”dur. 5<br />

Sosyolojide ise kavram “toplumda yaygın olarak<br />

kabul gören değerleri benimsememe, toplumsal<br />

normlara uymama, sahip olduğu rolleri<br />

2 Age, s. 47-48<br />

3 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Barlas Tolan, Çağdaş<br />

Toplumun Bunalımı –Anomi ve Yabancılaşma-, Ankara 9<strong>80</strong>, s.<br />

4 - 65; Marksist Düşünce Sözlüğü, (Yay. Yön. Tom Bottomore,<br />

Türkçeye Çeviriyi Der. Mete Tunçay), III. Baskı, İstanbul <strong>20</strong>02, s.<br />

62 -627<br />

4 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul 999, s. 906<br />

5 Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Ankara <strong>20</strong>00, s. 994


gerçekleştirme sorumluluğundan yoksunluk ve<br />

toplumsal vasıtaları kontrol edememe” manasında<br />

kullanılmaktadır. 6 Görüldüğü üzere her üç tarifin<br />

ortak noktası insan ve toplum hayatında bir<br />

olumsuzluğu ifade ediyor olmasıdır.<br />

Yabancılaşma kavramının <strong>19</strong>. yüzyıldan itibaren<br />

sosyal bilimler gündemine gelmesi ve günümüzde<br />

de hâlâ tartışılıyor olması sebepsiz değildir.<br />

Batı Avrupa’da yükselen sermaye çağıyla birlikte<br />

sanayinin ilerlemesi, makineleşmek, buna paralel<br />

olarak üretim-tüketim mekanizmalarının sanayi<br />

öncesi dönemlerden farklı bir anlayışla işlemeye<br />

başlaması, artan bürokrasi, kentleşme, insanın<br />

sermaye ve kurumlar karşısındaki konumu gibi<br />

görece ilerleme sayılan yenilikler beraberinde insan<br />

ve toplum yaşamında yeni meseleler ortaya<br />

çıkarmıştır. Bütün bu değişimin tüketimi teşvik<br />

eden propaganda yöntemleri, acımasız rekabet<br />

ortamı, doğal kaynakların hoyratça kullanılışı ile<br />

gerçekleştirilmesi ve gerçekleştiriliyor olması ise<br />

meselenin tartışılması gereken başka yönüdür.<br />

“Bunun sonucu (olarak) insanî etkinliklerini kendi<br />

dışındaki güçlerin yönlendirmesine ve denetimine<br />

terk etmek zorunda kalan bireyler, giderek yalnızlaşmakta<br />

ve tüm özgürlüklere ve demokratik görünümlere<br />

karşın yığınların içinde yalnız kalmaktadır.<br />

Kapitalist toplumun pazar ekonomisinde<br />

nesnelerin yanı sıra ilişkilerin, yaratıcılığın ve hatta<br />

sevginin, dostluğun bile şeyleşmesi insanları bu<br />

yapıya tepki duymaya ve onu ehlileştirip insanlaştırmaya<br />

yöneltmektedir.” 7 Kapitalizme karşı çıkan<br />

Marks’ın görüşleri doğrultusunda büyük umutlarla<br />

gerçekleştirilen Sovyet devrimi de sermaye<br />

çağının hızlandırdığı yabancılaşmayı ortadan kaldıramamış,<br />

hatta devrim kendi insanlarını batılı<br />

toplum fertlerinden daha derin bir yabancılığa,<br />

bunalım ve mutsuzluğu itmiştir. 8 Yabancılaşmanın<br />

insan zihninde ve davranışlarında meydana getirdiği<br />

değişim ise güçsüzlük, anlamsızlık duygusu,<br />

toplumsal yalnızlık ve ölçüsüzlük, kendisini özüne<br />

yabancı hissetme duygusu olarak dört şekilde ortaya<br />

çıkmaktadır. 9<br />

Toplumsal meseleleri anlama, teşhis etme ve<br />

bu meselelere çözüm bulma yolunda anahtar<br />

6 Muhammet Ertoy, age, s. 4<br />

7 Barlas Tolan, age., s. 4<br />

8 Age., s. 4 - 42<br />

9 Age, s. 86<br />

293<br />

kavram durumuna gelen yabancılaşma problemi<br />

sadece batı coğrafyasının değil kuşkusuz içinde<br />

yaşadığımız toplumun da yıllardır tartıştığı çözüm<br />

bulmaya çalıştığı meseleler arasındadır. Yaklaşık<br />

iki yüz yılı bulan batılılaşma maceramız içinde bunun<br />

nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği konusunda<br />

tartışmalar yapılmış ancak herkesin ittifak ettiği<br />

bir anlayış geliştirilememiştir. Bu modernleşme<br />

çabalarına paralel olarak Batı etkisinde gelişen<br />

Türk edebiyatının ana temalarından birisi de yabancılaşma<br />

problemi olmuştur. Uluslararası işbirliğinin,<br />

ticarî münasebetlerin bir zorunluluk hâline<br />

geldiği günümüz dünyasında hiçbir devletin sınırlarını<br />

kapatarak hayatını devam ettirme lüksü<br />

ve şansı kalmamıştır. Serbest pazar anlayışının<br />

dünya çapında yaygınlık kazanması kullanılan eşyaları<br />

hemen hemen bir örnek hâline getirmiş,<br />

ulaşım ve iletişim imkânları neticesinde dünyanın<br />

âdeta küçük bir köye dönüşmesi insanların farklı<br />

kültürleri ve yaşam tarzlarını yakından tanımasına<br />

sebep olmuştur. Aynı sonucu giyim kuşam,<br />

yeme içme, dinlenme ve eğlenme kültürleri başta<br />

olmak üzere hayatın her alanında görmek mümkündür.<br />

Türkiye örneğinde düşünecek olursak bu<br />

değişimin ne boyutta gerçekleştiği, başarılı olup<br />

olmadığı, nasıl ve ne kadar olması gerektiği başka<br />

bir tartışmanın konusudur. Ancak bu değişimin<br />

özellikle her zaman övündüğümüz, dile getirmekten<br />

gurur duyduğumuz geleneksel değerlerimizi<br />

aşındırdığı da bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır.<br />

Kendi kültür ve medeniyetini zenginleştirmek,<br />

dinamik kılmak amacıyla tarih boyunca<br />

farklı kültürlerle her alanda münasebet kurmaktan<br />

çekinmemiş Türk toplumunun, en basit ifadeyle<br />

özünden uzaklaşma anlamına gelen yabancılaşma<br />

problemi karşısında çözüm üretecek<br />

kapasiteye ve potansiyele sahip olduğunu, sağlıklı<br />

bir hayat için elzem olan iyiyi, güzeli ve faydalıyı<br />

aynı derecede gözeten bir kültürel mirasa sahip<br />

bulunduğunu unutmamak gerekir.<br />

Öncelikle günümüzde hayatın hızla değişmesiyle<br />

birlikte yaşadığımız yabancılaşma olgusunun ilk<br />

hâlinden yani Tanzimat döneminden farklı cereyan<br />

ettiğini tespit etmek durumundayız. Başlangıçta<br />

tabiî olarak toplumun belli kesimlerinde görülen<br />

ve sınırlı kalan modernleşme çabaları zamanla<br />

genişlemiş, günümüzde ise toplumun bütününü<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ilgilendiren bir mesele hâline gelmiştir. Köyden<br />

kente yönelen göç hareketleri, hızlı kentleşme, <strong>80</strong><br />

sonrasında kitle iletişim alanında yaşanan ve devam<br />

eden gelişmeler toplumu homojenleştirmiş,<br />

ayırıcı vasfı sadece kalite ve fiyat farkında müşahede<br />

edilebilen tüketime dayalı, anı yaşamaya<br />

yönelik yeni bir hayat tarzı oluşmuştur. Bu hayat<br />

tarzının tabiî sonucu olarak geleneksel toplum yapısında<br />

kökleri daha önceye dayanmakla beraber<br />

gözle görülür değişiklikler olmuş, bireyselleşme<br />

ön plana çıkmıştır. Bireyselliğin sonucu olarak insanın<br />

ait olduğu toplum değerlerine, inançlarına,<br />

yaşadığı çevreye ve dünyaya yabancılaşması hızlanmış,<br />

güven ve sahiplenme duygusundan uzak<br />

bir şekilde yalnızlaşmıştır.<br />

Fatma K. Barbarosoğlu’nun eserlerindeki yabancılaşma,<br />

felsefî ve psikolojik anlamından çok<br />

sosyolojik içeriğiyle karşımıza çıkmaktadır. Bu<br />

yönüyle onun kahramanları Kafka’nın Dönüşüm<br />

romanında bir sabah kalktığında böceğe dönüşen<br />

kahramanından farklıdır. Aynı şekilde Yusuf<br />

Atılgan’ın Anayurt Oteli romanındaki aşırı içe dönük<br />

ve toplumdan kopuk kahramanı Zebercet’le<br />

de benzerlik göstermezler. Onlar değişen zamanın<br />

yeni değer yargıları karşısında varlıklarını kaybetmeye<br />

başlayan, bilinçsizce sürüklenen, bazen<br />

de bunun farkına varıp kendilerini sorgulayan ve<br />

hayat karşısında tutunmaya çalışan kahramanlardır.<br />

Barbarosoğlu’nun hikâyelerinde ele aldığı yabancılaşma<br />

problemi <strong>80</strong> sonrası toplumumuzda<br />

yaşanan ve ana hatlarını yukarda çizdiğimiz gelişmelerle<br />

ilgilidir. Sözünü ettiğimiz ve içinde yaşadığımız<br />

bu gelişmelerin kapsam ve nitelik açısından<br />

Tanzimat dönemindeki başlangıç noktasından çok<br />

ilerde olduğunu ayrıca belirtmekte fayda vardır.<br />

Biz bu çalışmamızda Barbarosoğlu’nun yabancılaşma<br />

konusunu nasıl ele aldığını, yabancılaşmanın<br />

giderilmesi noktasında gizli ya da açık ne mesajlar<br />

verdiğini örnek metinler üzerinden ortaya<br />

koymaya çalışacağız.<br />

***<br />

Konu dahilinde üzerinde duracağımız ilk hikâye<br />

“Sevilmek İçin Randevu alan Çocuk” 10 başlığını<br />

taşımaktadır. Hikâyede ismi verilmeyen çocuk<br />

0 Gün Akşamsızdır, IV. Baskı, İstanbul <strong>20</strong>06, s. 5- 9.<br />

294<br />

annesi ve babası çalıştığı için gündüzleri kreşe<br />

verilmektedir. Çocuk bu durumdan mutsuzdur. En<br />

fazla da pazartesi günleri kreşe gitmek istememektedir.<br />

Çünkü pazartesileri çocuklar arasında<br />

kimin annesi ve babası çocuğunu daha çok seviyor<br />

yarışması yapılmaktadır. Annesi ve babasının<br />

kendisine karşı ilgisizliğini sevilmemek olarak<br />

algılayan çocuk pazartesi günleri söyleyecek bir<br />

şey bulamadığı için arkadaşları arasında mahcup<br />

duruma düşmektedir. Bu günlerden birinde ansızın<br />

ağzından “Beni anneannem çok sever” sözü<br />

çıkar. Arkadaşları bu söz karşısında susarlar. Akşam<br />

üzeri bu sevincini annesiyle paylaşmak ister<br />

ancak “işlerin yoğunluğu yüzünden bir türlü fırsat<br />

bulup söyleyemez. Kanepenin üzerinde uyur kalır.<br />

Kendisini yatağına götüren annesine söylediği<br />

“İşin bitince beni sever misin anne” sözü çocuğun<br />

ve ailenin içinde bulunduğu durumu özetler gibidir.<br />

Bunu duyan anne sabaha kadar çocuğunun<br />

başında ağlar.<br />

Hikâye modern hayatta anne babaları çalışan<br />

çocukların içinde bulundukları ruh hâlini yansıtması<br />

bakımından önemlidir. Zaten bu sebepten olsa<br />

gerektir ki yazar tarafından kahramanına bir isim<br />

verilmemiştir: O annesi babası çalışan ve onlardan<br />

gerekli ilgiyi görmeyen herhangi bir çocuktur.<br />

Ailenin tek çocuğu olması da çocuğun yalnızlığını<br />

arttırmaktadır. Akşamları zorunlu olarak bir araya<br />

gelen aile üyeleri sanki birbirlerine yabancıdırlar.<br />

Geleneksel ailenin coşkusunu, sıcaklığını bu ailede<br />

göremeyiz. Baba evde yoktur. Muhtemelen arkadaşlarıyla<br />

halı sahada futbol oynamaya gitmiştir.<br />

Anne zaten bankada çalışan bir “beyaz yakalı” olduğundan<br />

büroda bitiremediği işlerini ertesi güne<br />

yetiştirmek için çoğunlukla eve getirmektedir.<br />

Yüzyıllardır sürdürülen, annenin kızlarına, babanın<br />

oğullarına, öğretmenin öğrencilere, imamın<br />

cemaate aktardığı geleneksel aile yapısının yavaş<br />

yavaş ortadan kalkması, aile bireylerini birbirlerine<br />

ve dolayısıyla kendilerine yabancılaştırmış,<br />

şairin deyişiyle “sevgiler yarına bırakılmıştır.” Bu<br />

yabancılaşmayı en fazla hisseden, buna karşı direnmeye<br />

çalışan ise çocuklardır. Hikâyenin kahramanı<br />

olan çocuk ailesinin karşısına, insanın özüne,<br />

fıtratına, yaratılış gayesine uygun olan bir taleple<br />

çıkmaktadır. Onlardan istediği tek bir şey vardır:<br />

Sevgi. İhtiyaç duyduğu sevgi kendisine verildiği


andan itibaren yabancılaşma ve yalnızlaşmadan<br />

kurtulacaktır. Çocuk bu sevgiyi anneannesinde<br />

bulmuştur. Köyde anneannesinin yanında geçirdiği<br />

saatler en fazla mutlu olduğu anlar olmuştur.<br />

Geleneksel anne tipini temsil eden anneanne torununa<br />

masal anlatmakta, onun hayal dünyasını<br />

zenginleştirmekte, hepsinden önemlisi onu sevmektedir.<br />

Çocuğa anne babasından gösterilecek<br />

sevgi merkezli ilgi muhtemelen aile sıcaklığını da<br />

geri getirecek, dolayısıyla anne baba da birbirine<br />

yabancılaşmayacaktır. Hikâyenin sonunda annenin<br />

çocuğuna sarılarak sabaha kadar ağlaması,<br />

özüne ve fıtratına bir dönüşü simgelemektedir.<br />

Hikâyede çocuğun arzusu hilâfına gündüzleri<br />

adına “yuva” denen eğitim kurumuna gönderilmesi<br />

başlı başına bir yabancılaşma unsuru olarak<br />

gösterilmiştir. Bir defa bu yuvanın kesinlikle asıl<br />

yuvayla, aile yuvasıyla ilgisi yoktur. Çocuklar burada<br />

birbirleriyle oyun oynamak imâanı bulabilmekle<br />

beraber bakıcılarından öğretmenlerinden bir<br />

ücret mukabilinde yapay bir sıcaklık, şefkat satın<br />

almaktadırlar. Bu sıcaklığın aile ortamını tutması<br />

mümkün değildir.<br />

Aileyi bir arada tutacak hoş vakit geçirmesini<br />

sağlayacak, ortak ilgilerin, zevklerin olmayışı da<br />

yabancılaşmayı hızlandırmaktadır. Babanın eğlenmek<br />

için ailesi yerine arkadaşlarını tercih etmesi,<br />

arabasına ailesinden daha fazla ilgi göstermesi,<br />

annenin ise devamlı yorgun olması, işten güçten<br />

başını kaldıramaması, üstelik eve iş getirmesi,<br />

arkadaşlarıyla uzun uzun telefonlaşması, aile<br />

içinde kimsenin kimseyle konuşmaması, belki de<br />

konuşacak şeylerinin olmaması, çocuk ağzını açıp<br />

bir şey söyleyecek olsa ters yüz edilmesi fertler<br />

arasındaki yabancılaşmanın dolayısıyla yalnızlaşmanın<br />

önde gelen sebepleridir. Barbarosoğlu’nun<br />

günümüz insanının önceliklerini tespit ederken<br />

erkek için arabayı, kadın için telefonu ön plana<br />

çıkardığını görüyoruz. Erkeklerin arabalarına her<br />

şeyden daha fazla düşkün olması, kadınların ev ziyaretleri<br />

yerine çalışma hayatının zorluklarından<br />

hareketle telefonla uzun uzun konuşmayı tercih<br />

etmeleri modern hayatın yeni ilgi ve davranışları<br />

arasındadır.<br />

Hikâyenin sonunda annenin çocuğa sarılması<br />

ve ağlaması yabancılaşmanın ortadan kaldırıl-<br />

295<br />

ması açısından önemlidir. Burada yazarın vermek<br />

istediği mesaj açıktır: Modern hayat ne kadar sıkıntılara<br />

katlanacak kadar çekici, cazibeli olursa<br />

olsun hayatınıza müdahale etmediğiniz takdirde<br />

sizi önce kendinize, sonra çevrenize karşı yabancılaştıracak<br />

ve yalnızlaştıracaktır. Bu ise insan hayatı<br />

için olumlu ve kabul edilebilir bir şey değildir.<br />

İnsan ailesi ve çevresiyle insandır. Kaybedilenleri<br />

hatırlamak onları bulmak için atılacak ilk adımdır.<br />

“Swan Sevenler Derneği” 11 başlığını taşıyan<br />

hikâye ise günümüz dünyasında gittikçe problem<br />

haline gelen insan-eşya münasebetini göstermesi<br />

bakımından önemli bir metindir. Hikâyenin<br />

kahramanı erkek bir araba koleksiyoncusudur ve<br />

arabalarına bir eşyadan çok kutsal bir varlık gözüyle<br />

bakmaktadır. Arabalar karşısında aynı hissi<br />

paylaşan arkadaşlarıyla “Swan” marka arabanın<br />

markasından hareketle bir dernek kurmuşlardır.<br />

Bu insanlar arabalarını bir eşya ve araç olarak değil,<br />

ruhu olan ve dilinden sadece sahiplerinin anlayabildiği<br />

canlı varlıklar olarak düşünürler. Bütün<br />

hayatları arabalarıdır. Aileleri, çevresindeki insanlar<br />

derece olarak daha alt seviyededirler. Romantik<br />

bir gecede eşlerine arabalarla ilgili yazılmış<br />

önemli makaleleri okumaya çalışırlar, kadınların<br />

itirazı karşısında hayret ederler, dudak bükerler.<br />

Arabalara olan düşkünlükleri meta fetişizminin<br />

bir örneğidir ve bu duyarlılıkları kendilerini çevrelerine<br />

ve topluma yabancılaştırmıştır.<br />

Hikâyenin kahramanı olan erkek karısının dikkatsiz<br />

kullanması ve bagaj kapağını çizmesi yüzünden<br />

arabalarından birisini satmaya karar verir.<br />

Ancak bu kolay olmaz. Gözü gibi baktığı, bir defa<br />

olsun camlarını açmadığı, koltukların ilk günkü<br />

temizliğini muhafaza ettiği arabasını en azından<br />

ona kendisi gibi bakacak birine satmak istemektedir.<br />

Gazeteye ilan verir. Arabayı satın almak için<br />

arayanlara uzun uzadıya sorular sorar. Meslekleri,<br />

yaşları, çocuk sayısı, arabalar üzerindeki düşünceleri,<br />

onun için her şeyden daha önemlidir. Sonunda<br />

aradığı niteliklere sahip bir müşteri bulamaz<br />

ve satma fikrinden vazgeçer. Çünkü Swan’a talip<br />

olanlar marka bilincinden yoksun, arabayı sadece<br />

bir kullanım aracı olarak gören kişilerdir. Bu kişilere<br />

arabasını satarsa kendine ve arabasına ihanet<br />

edeceğini düşünerek satıştan vazgeçer.<br />

Age., s. 2 -27<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Hikâyenin araba koleksiyoncusu kahramanı hayatı<br />

ve insanları bir eşya ve bir marka çerçevesinden<br />

gören toplumdan kopuk bir tiptir. Davranışlarıyla<br />

ve düşünceleriyle kendisiyle barışık gözükse<br />

de nihayetinde insanın toplumsal bir varlık olması<br />

gerçeği göz önüne alındığında o diğerlerine için<br />

yabancıdır, hatta delidir. Kendisi için mantıklı ve<br />

normal gelen davranışlarının hikâyenin diğer kahramanları<br />

ve okuyucular için anormal gelmesi,<br />

komik bulunması bunun en bariz ispatıdır.<br />

“İmajatörün Evi” 12 ise zamanın değişmesiyle<br />

birlikte değişen değer yargılarına karşı koymaya<br />

çalışan bilge bir öğretmenin hikâyesidir. Uzun<br />

yıllar lise öğretmenliği yapmış olan Nuri Hoca<br />

emekli olduktan sonra da ailesinin karşı çıkmasına<br />

rağmen Bakırköy’de kiracı olarak yaşadıkları<br />

bahçeli evi terk etmemiştir. Çocukları ve karısı<br />

tarafından “bekçi kulübesi” olarak nitelendirilen<br />

bu evi terk etmemesi, apartman katına taşınmayı<br />

reddetmesi ev sahibi Mıgırdıç Ustaya verdiği bir<br />

sözün neticesidir. Mıgırdıç Usta ailesinin zoruyla<br />

Şişli’de bir apartman katına taşınırken bahçeyi<br />

ve evi yakın dostu Nuri Hoca’ya emanet etmiştir.<br />

Bütün vaktini bahçe işleriyle ve kendisinden akıl<br />

danışmak isteyen misafirleri ve eski öğrencileriyle<br />

sohbetle geçiren Nuri Hoca tam bir toprak sevdalısıdır.<br />

Kalabalık muhitlerde yaşamaktan, oralarda<br />

kaybolmaktan korkar. Ancak aynı duyguyu karısına<br />

ve çocuklarına verememiştir. Onların bütün<br />

isteği köy olarak nitelendirdikleri muhitten çıkıp<br />

apartmana yerleşmek, başka bir çevre edinmektir.<br />

Karısının ve çocuklarının ısrarı Nuri Hoca’yı rahatsız<br />

etmektedir. Bir öğrencisinin “Hocam insanın<br />

yüreğini okuyorsunuz. Bende bu kabiliyet olsa<br />

üüf şimdi köşeydim” sözünden hareketle bu yeteneğini<br />

para kazanma yolunda kullanmaya karar<br />

verir. Hem insanlara yardım edecek hem de para<br />

kazanıp en azından karısının ve çocuklarının isteğini<br />

yerine getirecektir. Ailesine haber vermeden<br />

Mıgırdıç Usta’nın paragöz kardeşi Agop’la beraber<br />

Şişli’de bir büro açmaya karar verirler. Agop büroyu<br />

ve müşterileri ayarlayacak, Nuri Hoca sadece<br />

müşterilerin dertlerini dinleyip onlara çözüm yolu<br />

gösterecektir. Büroyu açarlar ve müşteri akınına<br />

uğrarlar. Müşterilerin arasında en basit insanlardan<br />

en meşhur sanatçı ve televizyonculara kadar<br />

2 Age, s. 27-49.<br />

296<br />

toplumun her kesiminden kişiler vardır. Hepsinin<br />

ortak yanları ise mutsuz olmalarıdır. Nuri Hoca<br />

müşterilerini dinler kendine göre çözüm yolları<br />

gösterir. Dinlediği son müşteri ise Nuri Hoca’yı<br />

istemeden yaptığı bu işi bırakmasına sebep olur.<br />

Gelen müşteri bir ev kadınıdır ve bütün vaktini<br />

evi, kocası ve çocukları için harcamaktadır. Ancak<br />

yaptıkları ailesi tarafından kabul görmemekte,<br />

kabuğunu kırıp göz önünde olmadığı için eleştirilmektedir.<br />

Nuri Hoca kadının anlattıklarında âdeta<br />

kendisini görür ve yaptığı işi bırakır. Nereye gittiği<br />

ise meçhuldür.<br />

Hikâyede özünden ve köklerinden kopmak istemeyen<br />

toprak âşığı Nuri Hoca’nın ailesiyle ters<br />

düşmesi olumlu yabancılaşma örneği olarak<br />

karşımıza çıkmaktadır. Tabiata ve toprağa bağlılığı,<br />

bahçe işlerinde huzur bulması, çiçeklerle ve<br />

ağaçlarla ilgilenmesi, bir vefa duygusu yüzünden<br />

oturduğu evi terk etmemesi modern hayat özlemi<br />

içinde olan ailesi nezdinde onu yabancılaştırır,<br />

aynı zamanda yalnızlaştırır. Tuttuğu yolun doğru<br />

olduğu hakkında şüphesi olmamasına rağmen bu<br />

yabancılık ve yalnızlık onu huzursuz eder. Ailesinin,<br />

özellikle çocuklarının kendisi gibi düşünmemesini,<br />

çocukluk hatıralarının geçtiği bu ortamden nefret<br />

etmelerini bir türlü anlayamaz. Hikâyeden alınan<br />

aşağıdaki satırlar onun bu husustaki ruh hâlini<br />

göstermesi bakımından önemlidir:<br />

“Ama insanlar kadir kıymet bilmiyordu işte. Karısının<br />

hayıflanmaları neyse de çocuklarının şikâyetlerine<br />

dayanamıyordu. Yazık ki kendi çocuklarına<br />

vefa duygusunu öğretememişti. Vefa öğretilir<br />

bir şey miydi? Bunca talebesine öğrettiğini düşünürdü.<br />

En çok da bayramlardaki ziyaretlerden,<br />

postacının ‘taşı taşı bitmiyor’ diye latife ettiği<br />

tebrik kartlarından sonra. Ama çocukları vefayı<br />

bilmiyordu işte. Bilselerdi çelik çomak oynadıkları<br />

şu bahçeyi, çıtır böreği yedikleri katmeri yedikleri<br />

ceviz altının serinliğini unutup ikide bir ‘bu bekçi<br />

kulübesi kılıklı ev’ derler miydi?<br />

Tamam gençtiler. Ama şu baygın kokulu iğde<br />

ağacı gençlikte daha çok sevilecek bir şey değil<br />

miydi? Filbahri, hanımeli, nazlanmadan yayıldıkça<br />

yayılan ortancalar hiç mi bir şey demezdi çocuklarına?”<br />

13<br />

3 Age, s. 30


Nuri Hoca’nın öğrencisinin teklifiyle bir tür psikolojik<br />

danışmanlık mesleğine girmesini ilk başta<br />

düşüncelerinde tutarsızlık olarak görebiliriz. Ancak<br />

o, insanları dinleyip, dertlerine çözüm bulma<br />

ve ailesiyle zaten zayıf olan bağlarını tümden koparmama<br />

adına bu yola girmiştir. Zaten evinin<br />

bahçesinde kendisini gelen ziyaretçilerle, eski<br />

öğrencileriyle konuşup sohbet etmektedir. Bu işi<br />

ganimet bilip de sonuna kadar gitmeye niyeti yoktur.<br />

Dolayısıyla ailesini korumak kaygısı onun bu<br />

davranışını mazur göstermektedir.<br />

Nuri Hoca’nın müşteri profiline baktığımızda<br />

ise çoğunun samimiyetin ve vefa duygusuna yabancı<br />

bir ortamdan geldiklerini görüyoruz. Bunlar<br />

bulundukları çevrede yüzlerine geçirdikleri maske<br />

ile dolaşmak zorundadırlar. Mesleklerinde iyi bir<br />

yere gelmeleri, toplumun ilgisini çekebilmeleri,<br />

para getirecek tüketim malzemesi olmaları ancak<br />

böyle mümkün olmaktadır. İlişkileri sun’î ve<br />

geçici bir amaca yöneliktir. İnsanî değerlerden<br />

uzaklaşmaları, üretim ve tüketim mekanizmasının<br />

istediği şekle girmeleri onları kendilerine<br />

yabancılaştırmıştır. Hepsinden önemlisi dertlerini<br />

anlatacak, samimi bir şekilde kendilerini dinleyecek<br />

dostları yoktur. Kendileri gibi olmak istediklerinde<br />

ise bulundukları çevre yerine psikologları,<br />

psikolojik danışmanları kendilerine dost edinirler.<br />

Yabancılıklarını ve yalnızlıklarını ancak bu yolla<br />

giderebilecekleri kanaatindedirler. Nuri Hoca da<br />

bu danışmanlardan birisi olmuştur. Hoca’nın bu işi<br />

bırakmasında dinlediklerinin de rolü vardır kuşkusuz.<br />

“İmajatörün Evi” günümüz dünyasında taşıdıkları<br />

imaj tesiriyle topluma bambaşka bir surette<br />

görünen insanların gerçekte öyle olmadıklarını,<br />

bulundukları konumdan dolayı içten içe sıkıntı<br />

duyduklarını göstermesi bakımından önemli bir<br />

hikâyedir. Ancak konumlarını muhafaza edebilmeleri<br />

için yapacak başka şeyleri yoktur. Yabancılaşma<br />

ve yalnızlık onların kaderi gibidir.<br />

“Yalan Makinesi”nde 14 ise tersinden bakıldığında<br />

olumlu bir yabancılaşma söz konusudur. Hikâyenin<br />

kahramanı kadının bilinmeyen bir nedenden<br />

dolayı midesi bulanmaktadır. Bu rahatsızlığından<br />

dolayı psikolojik tedavi görür, ancak derdine çare<br />

4 Senin Hikâyen, III. Baskı, İstanbul <strong>20</strong>02, s. 65-82<br />

297<br />

bulamaz. Mide bulantısının ortaya çıktığı zamanları<br />

iyice düşündüğünde ise çarpıcı bir gerçekle<br />

yüz yüze gelir. Başta yakın çevresi olmak üzere<br />

kendisine yalan söylendiği zaman rahatsızlığının<br />

nüksettiğini anlar. Bir müddet kendisini bir odaya<br />

hapseder. Bu uzletten büyük mutluluk ve huzur<br />

duyar. Ancak sonuna kadar orada durması mümkün<br />

değildir. Tekrar insanların arasına karışmak ve<br />

mide bulantılarına katlanmak zorunda kalacaktır.<br />

Saflığı, iyiliği onu çevresindeki diğer insanlardan<br />

ayırmış, yabancılaştırmıştır.<br />

Zamanın değişmesiyle beraber toplumda ve<br />

insanda meydana gelen değişiklikleri, tezatları,<br />

hikâyelerinin merkezine koyan Fatma K.<br />

Barbarosoğlu’nun diğer eserleri de incelendiğinde<br />

yabancılaşma başlığı altında değerlendirilebilecek<br />

pek çok hususla karşılaşmak mümkündür.<br />

Ancak ne olursa olsun sonuç değişmeyecektir:<br />

İnsanın, hem bireysel hem de toplumsal anlamda<br />

mutlu, dengeli ve huzurlu yaşaması için özünden<br />

kopmaması, değişim sürecinde tercihini insanî<br />

değerlerden yana kullanması gerekmektedir. Ona<br />

göre “evine ve şarkısına” dönerek yabancılaşmaktan<br />

ve yalnızlıktan kurtulmak aynı zamanda iyi ve<br />

güzel insan olmaktır.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

AYFER TUNÇ’UN HİKÂYE<br />

KURGUSUNDA<br />

KULLANDIĞI<br />

TEKNİKLER<br />

Özet: Yaşayan Türk hikâyeciliğinin en önemli<br />

isimlerinden Ayfer Tunç, hikâyelerini kurgularken<br />

değişik tekniklerden faydalanmıştır. Yazar durum<br />

hikâyeleri yazmakla beraber, zaman zaman olay<br />

hikâyesine yakın denemeler de yapmıştır. Bunun<br />

yanında çeşitli tarzları da deneme yoluna gitmiştir.<br />

Bazen bir olaya veya kişiye değişik kişilerin bakış<br />

açılarından bakar, bazen de farklı insan tipleri<br />

ile ara renkleri özdeşleştirir. Ayfer Tunç’un kahramanları<br />

sık sık geçmişlerine yöneldikleri görülür.<br />

Bazen de iki farklı kişinin günlükleri tek bir hikâyeyi<br />

oluşturur. Daha da önemlisi, son kitabında daha<br />

önceki hikâyeleriyle organik bağı olan hikâyeler<br />

yazmıştır. Bu çalışmamızda bu teknikler üzerinde<br />

durulacaktır.<br />

298<br />

Yard. Doç. Dr. Sabahattin ÇAĞIN<br />

Dokuz Eylül Üniversitesi / İzmir<br />

Abstract: Ayfer Tunç, one of important Turkish<br />

short-story writers, uses different techniques in<br />

fiction of her stories. The writer usually writed<br />

“state stories”(Çekhov’s style) and betweentimes<br />

“event stories”(Maupassant’s style). Furthermore<br />

she tried varied styles. Sometimes she focused<br />

on an event or character from different angels<br />

of characters, and sometimes she identifies different<br />

types with interim colours. Her characters<br />

turn to their past frequently. Sometimes diaries<br />

of two different characters build one story. The<br />

stories in her last book have an organical bond<br />

with her former books. These techniques will be<br />

searched in this work.


Türk hikâyeciliğinin önemli isimlerinden olan<br />

Ayfer Tunç, edebiyat dünyasında -şimdilik- Kapak<br />

Kızı adlı bir romanı, Bir Maniniz Yoksa Annemler<br />

Size Gelecek adlı bir yaşantı anlatısı ile Saklı, Mağara<br />

Arkadaşları, Aziz Bey Hadisesi, Taş-Kağıt-<br />

Makas ve Evvelotel adlarını taşıyan beş hikâye kitabıyla<br />

yer almaktadır. 1 Yazar özellikle Bir Maniniz<br />

Yoksa Annemler Size Gelecek adlı eseri ve hikâye<br />

kitaplarıyla geniş yankı uyandırmış ve günümüz<br />

Türk hikâyeciliğinin önemli isimleri arasında yer<br />

almaya hak kazanmıştır.<br />

Ayfer Tunç, sadece hikâye yazmakla yetinmeyen<br />

ve hikâyenin nasıl yazıldığı konusunda da kafa<br />

yoran ve bu anlamda sürekli arayışlar içinde bulunan<br />

bir yazarımızdır. O yüzden hikâyelerinde sık<br />

sık yeni birtakım teknikleri kullanma yoluna gittiği<br />

görülmektedir. Bu yazımızda Ayfer Tunç’un hikâyelerinde<br />

özellikle kurguya yönelik olarak denediği<br />

bazı teknikler üzerinde durmaya çalışacağız.<br />

Ayfer Tunç hikâyelerinde her ne kadar olaya yer<br />

verse de durum hikâyesine daha yakındır. Özellikle<br />

ilk hikâye kitabı olan Saklı’daki hikâyeler tam<br />

anlamıyla durum hikâyesinin örnekleridir. Hikâyelerde<br />

anlatılan olaydan ziyade, kişilerin ruh durumları,<br />

onların iç dünyalarındaki karmaşa büyük<br />

ölçüde ön plana çıkarılmıştır. Yazar, insanın trajedisiyle<br />

olaydan daha fazla ilgilenmiştir. Bu açıdan<br />

bakıldığında olay, hikâyeci için asıl anlatmak istediğini<br />

ortaya koymak için bir bahaneden ibarettir.<br />

Ancak bu açıdan baktığımızda Mağara Arkadaşları<br />

adlı kitabında yer alan iki hikâye dikkat çekicidir.<br />

Her iki hikâye de diğerlerinden farklı olarak daha<br />

çok olay hikâyelerinde rastladığımız şaşırtıcı bir<br />

sonla bitmektedir ve birbirine hayli benzemektedir.<br />

“Gençlik Sabah Çiyidir” adlı hikâyede artık hayattan<br />

bir beklentisi kalmayan ve ölmeyi bekleyen<br />

yaşlı bir adam anlatılmaktadır. Hikâyenin başında<br />

ihtiyar adamın bu ruh hali uzun uzadıya anlatılır.<br />

Sonra yaşlı adam sokağa çıkar. Bir tesadüf onu<br />

sadece selamlaştığı apartman komşusu yaşlı bir<br />

kadınla yan yana getirir ve konuşarak apartmana<br />

gelirler. O gece yılbaşıdır ve kadın onu yemeğe<br />

davet eder. Yaşlı adam akşam davete uyar ve bir<br />

Yazarın ayrıca Ömür Diyorlar Buna adlı bir e-kitabı ve Oya<br />

Ayman’la birlikte yazdığı İkiyüzlü Cinsellik adlı bir inceleme kitabı<br />

vardır.<br />

299<br />

süre sonra aralarında sıcak bir konuşma başlar,<br />

içerler ve dans ederler. Daha önce ölmeyi isteyen<br />

yaşlı adam, hayattan zevk aldığını hisseder.<br />

Bu duygular içinde kadına “Saat on iki. (…) Yeni<br />

Yıla girdik” der, ama kadın cevap vermez: “Kadın<br />

cevap vermedi. Niye cevap vermediğini merak<br />

ederek doğruldu, kadının yüzü beyaz bir midye<br />

kabuğunu andıran ufacık başı, omzuna düştü.”<br />

(Mağara Arkadaşları, s. 110). İkinci hikâye ise yine<br />

aynı kitapta yer alan “Siz ve Şakalarınız” hikâyesidir.<br />

Bu hikâyede de huzurevinin ilk misafiri olan<br />

emekli öğretmen yaşlı bir kadın anlatılmaktadır.<br />

Kadın, ilk gelişinde orada büyük bir yalnızlık ve<br />

sıkıntı yaşar. Ta ki yanındaki odaya Samim Bey<br />

isimli yaşlı bir adam gelene kadar… Samim Bey’in<br />

gelmesiyle birlikte kadının da hayatı değişir:<br />

“Siz yoktunuz. Siz geldikten sonra odam neşelendi<br />

inanın. Pencereler küçüldü, kuşlar odama<br />

geldiler. Sandalyemi, yatağımı, sürahimi benimsedim.<br />

Hani bazen insan kendi adını garipser ya,<br />

hani kendine söyler de bazı anlamsız seslerdir,<br />

insanın kendi adı bile. İşte odam öyleydi siz gelmeden<br />

önce. Sürahiye uzanan buruşuk, çilli elim<br />

bile bir yabancınındı sanki. Sürahi ise dokunursam<br />

kırılıverecekmiş gibi korktuğum garip bir eşya.”<br />

(Mağara Arkadaşları, s. 123).<br />

Görüldüğü gibi hikâye yaşlı kadının ağzından<br />

anlatılmakta ve sanki Samim Beyi karşısına alıp<br />

onunla konuşuyormuş duygusunu uyandırmaktadır<br />

okuyucuda. Ancak hikâyenin sonlarına doğru<br />

Samim Beyin öldüğünü şaşırtıcı bir sonla ve bir<br />

anda öğreniveriyoruz:<br />

“Şimdi odaların çoğu dolu. Ben de yetmiş altı<br />

yaşına yaklaşıyorum. Televizyon salonunda yer<br />

bulamıyorum artık. Camları buğulanıyor mutlu<br />

evlerin camları gibi, ama içerisi pis kokuyor…”<br />

(Mağara Arkadaşları, s. 129).<br />

“Mağara Arkadaşları” adlı hikâyenin kahramanı<br />

bir apartmandır. Bir zamanlar kalburüstü<br />

insanların oturduğu, ama bir süre sonra onların<br />

birer birer ayrıldığı ve eski şaşaasını kaybeden<br />

Ayyıldız Apartmanı… Ayyıldız Apartmanı “kedere<br />

ve ümitsizliğe” düşmüştür. Yazar bu “kedere ve<br />

ümitsizliğe” düşüşün ne olduğunu uzun süre söylemez<br />

ve bunu hikâye boyunca bir leit-motif olarak<br />

tekrarlar, sık sık araya girerek: “Nedir Ayyıldız<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Apartmanı’nı kedere ve ümitsizliğe sevk edecek<br />

kadar acıklı olan durum? Buna daha sonra geleceğiz.”<br />

(Mağara Arkadaşları, s. 9). Bir süre sonra<br />

bu ifadeyi değişik şekilde tekrarlar: “O zamana<br />

kadar, daha sonra belirtecek olduğumuz, içinde<br />

bulunduğu çıkmaza hayıflanmakla yetiniyor, bundan<br />

bir kurtuluş olamayacağına inanarak, kaderin<br />

hazin sonunu hazırlamasını bekliyordu.” (Mağara<br />

Arkadaşları, s. 10).Yazar bununla da kalmaz ve<br />

hikâyenin daha ilerisinde aynı ifadeyi değişik şekilde<br />

tekrarlar: “Ancak içinde bulunduğu durumu<br />

feleğin bir sillesi, büyük bir bahtsızlık olarak değerlendirdiği<br />

için…” (Mağara Arkadaşları, s.). Böylece<br />

yazar okuyucuyu Ayyıldız Apartmanı’nın içinde<br />

bulunduğu durumu özetleyen keder, ümitsizlik,<br />

açmaz, feleğin sillesi gibi kavramlara şartlandırırarak<br />

okuyucudaki merak unsurunu sürekli ayakta<br />

tutar. Bunun sebebini de ancak on bir sayfa sonra<br />

açıklar okuyucuya: “İlk anda Bezmin Hanımın<br />

bunu neden uydurduğunu bulmaya çalışmış ve<br />

o zaman, kendi de kalitesindeki düşüşün farkına<br />

varmıştı. (…) İşte hikâyenin başında sözü edilen,<br />

onu kedere ve ümitsizliğe sevk eden acıklı süreç<br />

böyle başladı.” (Mağara Arkadaşları, s. 22).<br />

Mağara Arkadaşları adlı kitabın kurgu bakımından<br />

en dikkate değer hikâyelerinden biri de “Cinnet<br />

Bahçesi”dir. Bu hikâyenin kahramanı Müeyyet<br />

Bey kendi halinde bir adamdır. Bir gün karısı,<br />

eşarpla boğulmuş bir vaziyette, evin temizlikçisi<br />

tarafından bulunur. Polisler eve gelince Müeyyet<br />

Bey’i kendi odasında giyinmiş bir vaziyette koltukta<br />

otururken bulurlar. Adamı katil zanlısı olarak<br />

tutuklarlar. Müeyyet Bey sorgusunda karmakarışık<br />

şeyler söyler. Hikâyenin sonraki kısmında büyük<br />

ihtimalle mahkemede şahit olarak dinlenen<br />

polis memuru Hidayet Çelebi, Müeyyet Beyin<br />

patronu Hayati Temiz, komşu kadın Sebahat Avcı,<br />

Uzak-doğu sporcusu Kerim Genç, Müeyyet Beyin<br />

kız kardeşi Muazzez Güngör, arkadaşı Sadık Yılmaz<br />

ve meyhaneci İsmail Pala’nın ifadelerine yer<br />

verilir. Bu kişiler, bir yandan Müeyyet Yılmaz’la<br />

olan ilişkilerini ve onun hakkındaki düşüncelerini<br />

ortaya koyarken, daha önemlisi bir taraftan da<br />

kendi hikâyelerini anlatırlar. Dolayısıyla adlarını<br />

andığımız bu kişilerin her birinin ifadesi hem Müeyyet<br />

Bey’e bağlı ana hikâyenin bir parçası hem<br />

de kendi başlarına müstakil bir hikâyeyi oluştu-<br />

300<br />

rurlar. Bu açıdan bakıldığında bu kurgunun Bin Bir<br />

Gece Masalları’nda gördüğümüz “çerçeve hikâye”<br />

tekniğine yakın olduğunu söylemek mümkündür.<br />

Yine bakış açısı tekniği bakımından bir olayı değişik<br />

bakış açılarından ortaya koyması bakımından<br />

çok yönlü bir bakış açısının bu hikâyede kullanıldığını<br />

söyleyebiliriz. İfade veren ilk kişiler (Polis<br />

memuru Hidayet Çelebi, Müeyyet Beyin patronu<br />

Hayati Temiz ve Uzak-doğu sporcusu Kerim Genç)<br />

Müeyyet Bey hakkında olumsuz fikirler ileri sürerken,<br />

sonraki kişilerin (komşu kadın Sebahat Avcı,<br />

Müeyyet Beyin kız kardeşi Muazzez Güngör, arkadaşı<br />

Sadık Yılmaz ve meyhaneci İsmail Pala) onun<br />

hakkındaki fikirleri olumludur ve onlara göre Müeyyet<br />

Bey şair ruhlu, kimseye zarar vermeyecek,<br />

dolayısıyla bu cinayeti işleyemeyecek yapıda bir<br />

insandır. Hayal kırıklıkları yaşamıştır, bu yüzden<br />

insanlardan kaçmak zorunda kalmıştır:<br />

“Önce uzun uzun susardık ikimiz. Birbirimize<br />

bile bakmazdık. Sonra, ben ona gördüğümüz istasyonları<br />

anlatırdım. Nasıl güneşin battığını ıssız<br />

bir ovada, küçük evlerin gölgelerinin ırmağa nasıl<br />

yansıdığını, nasıl yalnız ve mağrur uzandığını köylerin…<br />

Ne güzel anlatıyorsun abla, derdi. Anlatacak<br />

ne çok şeyin, ne güzel kelimelerin var. Senin<br />

de vardır kardeşim, derdim. Yok abla, derdi. İçim<br />

kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi,<br />

kurudu, bükülü kaldı. Şimdi içimde dayanılmaz<br />

bir katılık var. Öldürdüler beni abla, derdi. İçimi<br />

öldürdüler. O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime,<br />

içimden geçen şiirlere, içimden geçen<br />

şiirlere, gülmesinler diye kendimi gizledim. Ama<br />

onların dilleri uzundu. Yetiştiler ve beni yaşatan<br />

her şeyi, sökerek aldılar içimden bir bir. Beni öldürdüler.”<br />

(Mağara Arkadaşları, s. 76-77).<br />

Yazar, bir yerde Müeyyet Bey hakkında olumlu<br />

fikirlere sahip kişileri sona almak suretiyle Müeyyet<br />

Beyi okuyucunun vicdanında suçsuz mevkiine<br />

yükseltmiştir.<br />

Bu kitapta yer alan bir başka hikâye “Ara Renkler<br />

Grubu”dur ve kurgu bakımından farklıdır. Bu<br />

hikâyede “Camgöbeği”, “Gülkurusu” ve “Limonküfü”<br />

adlarını taşıyan üç alt başlık vardır ve her<br />

alt başlık ayrı bir kişiliği anlatmaktadır. Birincisi<br />

yapayalnız bir pansiyoncu, ikincisi sürekli otobüslerle<br />

seyahat eden bir pazarlamacı, üçüncüsü de


sevgilisini kaybetmiş ve onunla birlikte kendisini<br />

de ölmüş sayan bir kişidir. Okuyucu onları kendi<br />

konuşmalarıyla tanır, yazarın hiçbir müdahalesi<br />

yoktur. Hikâyeler okunduğunda görülür ki bunlar<br />

her zaman ve her yerde karşılaşacağımız insanlardan<br />

farklı kişilerdir. Dolayısıyla yazarın bu hikâyede<br />

ara renkler başlığıyla aslında ara insanları<br />

anlattığı görülmektedir.<br />

Ayfer Tunç’un dikkatimizi çeken bir hikâyesi de<br />

“Alafranga İhtiyar” başlıklı hikâyesidir. Bu hikâyede<br />

eski bir dil kullanan bir yazar anlatılır. Burada<br />

yazarın anlatış tarzı ön plana çıkmaktadır. Birçok<br />

hikâyesinde olduğu gibi, bu hikâyesinde de -daha<br />

çok- anlattığı konuyu keserek başka bir şeyden<br />

söz ettiğini görürüz yazarın. Mesela hikâyenin bir<br />

yerinde niçin “eski lisan”la yazdığını anlatırken<br />

dille ilgili kimi hususlara değindiğini görmekteyiz.<br />

Hele şu paragraf âdeta bizi bir Ahmet Midhat<br />

Efendi anlatısını okuduğumuz duygusuna götürmektedir:<br />

“Hikâyemin az sonra mecra değiştireceğinin<br />

farkındayım. Aynı mecra içinde hadiseyi anlatabilmek<br />

için çok gayret sarf ettim, çeşitli yollar<br />

tecrübe ettimse de muvaffak olamadım. İki hikâye<br />

arasındaki rabıtanın kuvvetli olduğunu iddia edecek<br />

olmadığım gibi, bundan müteessir de değilim.<br />

Bazı büyük muharrirlerimizin de zaman zaman bu<br />

yola müracaat ettikleri, bazı hikâyelerde hikâyeyi<br />

anlatan şahsın, bir nevi şahit vasfıyla hadiseyi<br />

okura intikal ettirdiği ve en mühimi, büyük muharrirlerimizi<br />

seneler sonra taklit ettiğimi açık açık<br />

söylediğim dikkate alınacak olursa; bu bahiste<br />

beni fazlaca tenkit etmemek, yahut en azından<br />

insaflı olmak lazımdır. İkinci itirafım da şudur,<br />

dikkatinizi çekmiştir, sık sık münekkitlerden bahis<br />

açıyorum. (…) Münekkitlik müessesesinin vaziyeti<br />

hakkında uzun uzadıya izahat verecek, yahut bu<br />

konuda fikir beyan edecek değilim. (…) Şimdi diyeceksiniz<br />

ki, ey, ne diye ikide bir münekkitlerden<br />

bahis açıyorsun o vakit? Eh, o kadarcığını siz tefsir<br />

edin artık.” (Mağara Arkadaşları, s. 157-158).<br />

Bu satırlarda yazarın hem Ahmet Midhat Efendi<br />

tarzı müdahalelerinden bir örneği görebilir hem<br />

de onun hikâyenin kurgusu konusunda kafa yorduğunu<br />

anlayabiliriz.<br />

Ayfer Tunç’un hikâyelerinin önemli özellikle-<br />

301<br />

rinden biri de kahramanlardan biri vasıtasıyla sık<br />

sık geriye dönülmesi ve geçmişte olanların anlatılmasıyla<br />

okuyucunun âdeta bir mazi koridorunun<br />

içine itilmesidir. Belki de onun hikâyelerinin<br />

kahramanlarının yaşlı insanlar olması bununla<br />

ilgilidir. Yine yazarın Bir Maniniz Yoksa Annemler<br />

Size Gelecek adlı “70’li yıllarda hayatımız”ı anlatan<br />

eseri de onun maziye olan ilgisini göstermesi<br />

açısından dikkat çekicidir.<br />

Ayfer Tunç’un kurgu açısından önem taşıyan bir<br />

diğer hikâyesi “Suzan Defter” adını taşır. Hikâye,<br />

kadın kahramanın “kendine benzeyen bir damla<br />

arayan ve bir türlü suya karışmayan iki yağ damlası”<br />

olarak nitelendirdiği Derya ve Ekmel Beyin<br />

hatıra defterlerinden oluşmaktadır. Kitabın iç<br />

sayfaları Ekmel’in, karşı sayfaları ise Derya’nın<br />

hatıra defterinden oluşmaktadır. Ekmel evini<br />

satmaya karar verir ve Derya bu eve talip olur,<br />

ancak sonradan Ekmel evi satmaktan vazgeçer.<br />

Ancak Derya kendi adı yerine ağabeyinin eski<br />

sevgilisi Suzan’ın adıyla tanıtır kendini. Ekmel,<br />

Derya’ya ücret karşılığı arkadaşlık teklif eder.<br />

Bütün işi gelip onunla konuşmak olacaktır. Bu bir<br />

gönüldaşlık değil, sadece arkadaşlıktır, onun yalnızlığını<br />

paylaşmaktır. Derya kabul eder ve belirli<br />

günler gelip bu görevini yerine getirir. Her ikisi de<br />

konuşmalarını, davranışlarını hatıra defterlerine<br />

yazarlar. Böylece olaylar, birden fazla kişinin bakış<br />

açısıyla aktarılır okuyucuya. Ancak bazı kısımlarda<br />

her ikisinin yazdıkları birbiriyle farklıdır, hatta birbirine<br />

zıttır. O zaman okuyucu bunlardan birinin<br />

yalan söylediğini anlar. Ekmel Bey’in anlattığı “kar<br />

hikâyesi” bunlardan biridir sözgelimi. İşte o zaman<br />

kimin yalan söylediği akla gelir. Ancak yazar bu<br />

konuda hiçbir ipucu vermez ve kararı okuyucuya<br />

bırakır. Ama burada okuyucunun hatıra defterlerini<br />

okuyuş sırası önemli olmalı. Eğer okuyucu önce<br />

Ekmel’in yazdıklarını okumuşsa Derya’nın yalan<br />

söylediğini, Derya’nın yazdıklarını önce okumuşsa<br />

Ekmel’in yalan söylediğini düşünecektir.<br />

Hikâyenin sonunda Derya ile Suzan’ın kişiliklerinin<br />

birbirine karıştığı görülür ki, âdeta Oğuz<br />

Atay’ın kişilerine yakın bir karakterle karşı karşıya<br />

kalır okuyucu.<br />

“Suzan Defter” gibi, Taş-Kağıt-Makas adlı kitapta<br />

yer alan “Fehime” adlı hikâye de dikkat çekici<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

hikâyelerden biridir. Tahir ve Kübra adlı iki küçük<br />

kardeşin turistik kitaplar satmak için Kuşadası’nda<br />

bindikleri bir gemide, bir turist tarafından alıkonularak<br />

onun Tahir’e cinsel tacizde bulunmasını<br />

anlatmaktadır. Olay, Fehime’nin ağzından polise<br />

anlatılmaktadır. Ancak bu anlatım, yazarın diğer<br />

eserlerindeki anlatıma benzememektedir. Bu<br />

hikâyenin başından sonuna kadar hiçbir noktalama<br />

işaretine yer verilmemiştir. Böylece yaşadıkları<br />

karşısında âdeta şoka girmiş Fehime’nin ruh<br />

halini, içindeki karmaşayı ve korkuyu bu şekilde<br />

verme yoluna gitmiştir yazar.<br />

Ayfer Tunç’un son hikâye kitabı Evvelotel, yazarın<br />

dikkat çekici bir metot geliştirdiği bir eserdir.<br />

Evvelotel, yazarın ilk kitabı Saklı’yı da içinde barındırmaktadır.<br />

Saklı’daki dokuz hikâyeye karşılık,<br />

Evvelotel’de de dokuz hikâye vardır. Sırasıyla<br />

(sözgelimi her iki eserdeki birinci hikâyeler gibi)<br />

hikâyeler arasında organik bir bağ vardır. Böylece<br />

yazarın kendinden önceki yazarlardan farklı olarak<br />

hikâyelerindeki şahısları ve olayları sadece o<br />

hikâyeye özgü unsurlar olarak düşünmediğini, onları<br />

zihninde yaşattığını ve geliştirdiğini ve daha<br />

sonra da başka bir hikâyenin konusu yaptığını görüyoruz.<br />

Sözgelimi her iki esere de adını veren ilk<br />

hikâyeler bu bağlamda oluşmuştur. “Saklı”da Süslü<br />

Yenge anlatılır. Kendisini deli gibi seven Zembilli<br />

Göçmen’in ikinci karısıdır. Süslü Yenge’nin ilk<br />

sevdiği kişi olan bahriyeli onu terk etmiş ve o da<br />

ölünceye kadar bu aşkın acısıyla yaşamıştır. Süslü<br />

Yenge, bu hikâyesini bütün komşularına anlatır ve<br />

bir gün ölür. “Evvelotel” hikâyesinde ise Zembilli<br />

Göçmen’in oğlunun yıllar sonra babasını araması<br />

anlatılır. İki de uzun dipnotu vardır hikâyenin. Biri<br />

Evvelotel’in sahibinin oğlunun, diğeri de Zembilli<br />

Göçmen’in oğlunun gözünden, yıllarca önce otelde<br />

meydana gelen bir olay anlatılır. Böylece yazar<br />

birbiriyle bağlantılı, dört hikâye anlatır okuyucusuna.<br />

Ayfer Tunç’un “İhtilaller Neye Benzer” hikâyesinde<br />

kullandığı bir teknikle bildirimi bitirmek<br />

istiyorum. Bu da yazarın kendini dışarıdan seyrederek<br />

anlatmasıdır. Sait Faik’in “Balıkçısını Bulan<br />

Olta” adlı hikâyesinde kullandığı bu teknikte yazar,<br />

başlangıçta sanki başka birini tasvir eder, ama sonunda<br />

o kişinin kendisi olduğunu söyler. Böylece<br />

okuyucuyu şaşırtarak daha etkileyici bir söyleyiş<br />

302<br />

elde eder:<br />

“Ömrünü bir ihtilal neye benzer diye düşünerek<br />

geçirdi. Büyük şeylerdi ihtilaller. Işıklarla bitecek<br />

karanlık, uyumsuzluklar, dar kapılar. Büyük yaşamak<br />

ve yalnız ölmekti belki. Yıllarca bir ihtilal<br />

rengi aradı her şeyde. Bulamadıkça yarım bıraktı<br />

tuttuklarını. Öyle çok şeyi terk etti ki, İstanbul’un<br />

üç kulesinden birinde oturup, kimselerin okumadığı<br />

şiirler yazan bir adam oldu sonunda. İhtilaller<br />

neye benzer, bulamadı. O adam bir kulenin tepesinden<br />

İstanbul’u seyrediyor artık. Hava durumuna<br />

göre ışıkları yakıp söndürüyor. O adam benim<br />

işte.” (Evvelotel, s. 152).<br />

Görüldüğü gibi Ayfer Tunç, birçok hikâyesini<br />

kurgularken farklı tarzlar denemiş, sanat eserinin<br />

ne anlattığı kadar, nasıl anlattığının öneminin bilincinde<br />

bir yazar olduğunu da ortaya koymuştur.<br />

Yazarın bu arayışları edebiyat dünyasında karşılığını<br />

bulmuş ve onun edebiyat dünyasındaki yerini<br />

almasını sağlamıştır.


HÜSEYİN SU VE AYFER<br />

TUNÇ’UN İNSANLARI<br />

Özet: Hüseyin Su ve Ayfer Tunç, hikâye kitaplarını<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında yayımlayan yazarlarımızdır.<br />

Hikâye dışında her iki yazar inceleme, araştırma,<br />

eleştiri ve deneme türlerinde de eser vermiş;<br />

dergicilik, yayımcılık gibi benzer görevlerde<br />

bulunmuşlardır. Biçimde klâsiğe yaslanırken<br />

modern hikâye imkânlarını da kullan yazarların<br />

farklı nitelikte hikâye kişileri vardır.<br />

Anahtar Kelimeler: Hüseyin Su, Ayfer Tunç,<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesi, hikâye kişileri.<br />

303<br />

Yard. Doç. Dr. Zeki TAŞTAN<br />

Yüzüncü Yıl Üniversitesi / Van<br />

The Characters Of<br />

Hüseyin Su And Ayfer<br />

Tunç<br />

Abstract: Hüseyin Su and Ayfer Tunç have published<br />

short story books <strong>19</strong><strong>80</strong>’s. Both writers are<br />

many sided and wrote research articles, criticism<br />

and essays. And they also worked as journalist<br />

and publishers. They wrote stories in traditional<br />

form but the content is largely modern. They<br />

created different characters in their stories.<br />

Key Words: Hüseyin Su, Ayfer Tunç, Turkish<br />

Short Story after <strong>19</strong><strong>80</strong>, Turkish Short Story, Characters.<br />

ekitastan@yy<br />

edu.tr<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç, Türkiye’de, tarih,<br />

kültür, edebiyat, politika gibi alanlarında büyük<br />

değişimlerin yaşanmasına sebep olan <strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesi<br />

sonrasında kitaplarını yayımlayan iki<br />

önemli hikâyecidir. Hüseyin Su, ilk hikâye kitabı<br />

Tüneller’i <strong>19</strong>83’te yayımlar. Ayfer Tunç’un ilk kitabı<br />

Saklı’nın basım tarihi ise <strong>19</strong>89’dur. Bugüne<br />

kadar Hüseyin Su’nun dört, Ayfer Tunç’un ise beş<br />

hikâye kitabı yayımlanmıştır 1 . Her iki yazar da ilk<br />

kitaplarından sonra tanınmaya başlamış, birer<br />

ödül almışlardır: Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni<br />

ile Türkiye Yazarlar Birliği <strong>19</strong>98 Yılı Öykü Ödülü;<br />

Ayfer Tunç, Saklı ile <strong>19</strong>88-89 Yunus Nadi Armağanı<br />

Yarışması’nda ‘Kadın’ konulu hikâyeye ayrılan<br />

bölümde birincilik ödülü kazanmıştır .<br />

Her iki yazar, basın-yayın, dergicilik alanlarında<br />

da çalışmalarda bulunmuşlardır. Hüseyin Su,<br />

<strong>19</strong>97’den beri Hece dergisi ve Hece Yayınları’nda;<br />

Ayfer Tunç ise bir süre Yapı Kredi Yayınları’nda<br />

genel yayın yönetmeni olarak görev almıştır. Her<br />

iki yazar ayrıca araştırma, inceleme, eleştiri, deneme<br />

türlerinde de eserler vermiştir .<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç, farklı dünya görüşüne<br />

sahip iki yazardır. Ancak hikâye konusunda<br />

bazı benzer özellikleriyle dikkat çekerler. Hüseyin<br />

Su, gelenekten beslenen ve geleceği oluşturmada<br />

geçmiş medeniyetin değerlerinden yararlanan<br />

bir yazardır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide,<br />

okumayı ve yazmayı bilmediği zamanlarda,<br />

“sözlü dinî edebiyatı dinleyerek ve bu atmosferi<br />

yaşayarak büyüdüğünü, beş altı yaşlarında tarikat<br />

toplantılarında şeyhleri ve onların dilinden menkıbeleri,<br />

vaizleri ve onların dilinden de Kur’an ve dinî<br />

tahkiyeleri, okumayı ve yazmayı öğrendikten sonra<br />

da sözlü halk hikâyelerini tanıdığını” söyler 4 . Ede-<br />

Hüseyin Su; Tüneller ( 983), Gülşefdeli Yemeni ( 998), Ana<br />

Üşümesi ( 999), Aşkın Hâlleri ( 999).<br />

Ayfer Tunç; Saklı ( 989), Mağara Arkadaşları ( 996), Aziz Bey<br />

Hadisesi (<strong>20</strong>00), Taş-Kağıt-Makas (<strong>20</strong>03), Evvelotel (<strong>20</strong>06).<br />

2 “Yılın Sanat Olayları”, Milliyet Sanat, S: 23 , Ocak 990,<br />

s. 3-4<br />

3 Hüseyin Su: Bir Yağmur Türküsü (deneme, 999), Öykümüzün<br />

Hikâyesi (inceleme, <strong>20</strong>00), Teori ve Eleştiri (eleştiri, <strong>20</strong>04),<br />

Düşünce ve Dil (deneme, <strong>20</strong>04).<br />

Afer Tunç: İkiyüzlü Cinsellik (Oya Ayman’la birlikte, araştırma,<br />

995), Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek (Hatıra, <strong>20</strong>0 )<br />

Ömür Diyorlar Buna (röportaj-öykü, <strong>20</strong>02) Belki Varmış Belki Yokmuş<br />

(<strong>20</strong>03, YKY).<br />

4 Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı,<br />

Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 285<br />

304<br />

biyatın ve sanatın alanlarını ve imkânlarını Sezai<br />

Karakoç ve Nuri Pakdil’le tanıyan ve okuma yelpazesini<br />

Çehov’dan Mauppassant’a; Binbir Gece<br />

Masalları’ndan Tabakatü’l-Kübra’ya; Halit Ziya<br />

Uşaklıgil’den, Tahsin Yücel’e varıncaya kadar Türk<br />

ve dünya edebiyatında etkin olan birçok yazar ve<br />

eseri okuyarak genişleten Hüseyin Su, böylelikle<br />

yerel ve evrensel kültürü özümser. Türk edebiyatında<br />

son zamanlarda, kendine, geleneğine, coğrafyasına<br />

ve insanının hayatına, tahkiye tekniğine,<br />

içeriğine (özüne, iliğine) yabancılaşma sorunu<br />

olduğunu söyleyen 5 yazar, bunun önüne geçmek<br />

için geçmişe yaslanmak gerektiğinin altını çizer:<br />

“Bir sanat ve edebiyat eseri, yüz yıl sonraki geleceğe<br />

seslenmeyi amaçlarken, dil, tarih ve kültür<br />

açısından kesinlikle yüzlerce yıllık geçmişine de<br />

yaslanır. Böylece sanat ve edebiyattaki yabancılaşmanın<br />

önüne, ancak kendi birikimine yaslanarak<br />

geçilebilir.”<br />

Ayfer Tunç ise kendisini herhangi bir ekolün,<br />

grubun, tanımlanmış bir edebî durumun ve oluşumun<br />

parçası saymaz. Sadece kendisini etkileyen<br />

yazarlardan söz edilebileceğini, Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar başta olmak üzere; Edip Cansever,<br />

Oğuz Atay, Tezer Özlü, Ferit Edgü, Turgut Uyar,<br />

Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Bilge Karasu ve benzer<br />

nitelikteki birçok şair ve yazardan dersini aldığını<br />

söyler 7 . <strong>19</strong>40-50’lerde öne çıkan toplumcu gerçekçiliği<br />

edebiyat için gerekli fakat işlevini yerine<br />

getirmiş bir yaklaşım olarak değerlendiren Tunç,<br />

‘solcu’ olarak doğduğunu söyler:<br />

“Ben solcu ‘doğdum’. Solculuğun içini istediğiniz<br />

gibi doldurmanızı istemem, ama sosyalizm,<br />

komünizm gibi kavramlarla kendim doldurmak da<br />

istemem. Bu türden ansiklopedik maddelerin dışında<br />

kalarak tarif edecek olursam, benim için ‘solcu<br />

doğmak’ demek, daha bilinç sahibi olunmadığı zamanlarda<br />

bile haksızlığa uğramış insanların varlığının<br />

acıyla farkında olmak ve adalet duygusunun<br />

bundan zedelenmesi demektir. Hayat karşısında<br />

içimdeki ‘bir şeyi’ harekete geçiren en temel unsur<br />

oldu bu. Genel anlamda sol kavramının bu temele<br />

5 “Hüseyin Su: Türk öykücülüğü kendi benine, kodlarına, diline<br />

yabancılaşıyor.” (Konuşan: Nalan Barbarosoğlu), Hürriyet Gösteri,<br />

S: 277, Ocak <strong>20</strong>06, s. 5<br />

6 “A. g. mak. Hürriyet Gösteri, s. 54<br />

7 “Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah<br />

Harmancı), Hece, S: 87, Mart <strong>20</strong>04, s. 75


dayandığını ilk bilinçle hissettim.” 8<br />

Her iki yazar da, yazacakları hikâyeyi öncelikle<br />

düşünce planında tamamlarlar. Ancak hikâyenin<br />

ilk cümlesi onlar için bir işkencedir. Hüseyin Su<br />

bu konuda; “çoğu öykülerimi yazarken ilk cümleyi<br />

yazabilmek için kâğıdın başında saatlerce, bir gün,<br />

iki gün dolanıp durduğunu” 9 ; Ayfer Tunç ise bu sürecin<br />

bir işkence olduğunu söyler 10 .<br />

12 Eylül müdahalesi sonrasında, edebiyatımızda<br />

sıklıkla görülen sınıf mücadeleleri, sosyalist<br />

eleştiri, sağ-sol çatışması, ideolojiye indirgenmiş<br />

köy-yoksulluk edebiyatı gibi konular, Türk hikâyesinden<br />

çekilmeye başlar. Hüseyin Su ve Ayfer<br />

Tunç da hikâyelerinde ideolojik tavır sergilemezler<br />

ve siyasal eleştiriye pek yer vermezler. Bu<br />

konuda Hüseyin Su; “Bir toplumun edebiyatını, o<br />

toplumun maddî ve manevî tarihsel birikiminden,<br />

kültür, sanat ve dil mirasından ayrı tutmak, hele<br />

hele siyasal, ideolojik etkilenmeler, tercihler ve kalıplarla<br />

budayıp biçimlendirmeye çalışmak, doğru<br />

olmadığı gibi, ancak bir aydın yanılsamasından ve<br />

aymazlığından ibaret yazınsal bir enkaz olarak kalır.”<br />

11 derken Ayfer Tunç, “edebiyatın katı, kaba,<br />

genel bir ideolojik bakışla yapılamayacağını” 12 belirtir.<br />

Tunç’a göre de doğrudan gündelik siyaset<br />

edebiyat için hafifletici bir malzemedir 13 .<br />

Her iki yazarın diğer önemli özelliği hikâyelerinde<br />

kişileri öne çıkarmaları ve bunları ‘hayat’ın<br />

içinden seçmelerdir. “Hikâyelerinin kaynağını<br />

gözlemlerine dayalı izlenimlerinden ve anılarından<br />

alan Hüseyin Su, baskın özellikleriyle bir olay<br />

ve atmosfer hikâyecisi olmaktan çok kişi (portre)<br />

hikâyecisi”dir 14 . Ancak onun hikâye kişileri dünde<br />

yaşamalarına rağmen ‘bugün’ün dışında da<br />

değillerdir. Onlar sokaktaki hayata kayıtsız kalamazlar,<br />

orada yaşarlar:<br />

“Kurguladığım öykü kişileri ve onların öyküsel<br />

hayatları, dünü, bugünü ve yarınıyla ‘hayatımızın’<br />

içindeler. Hatta kanlı, canlı, sımsıcak yaşıyorlar.” 15<br />

8 “A. g. mak., Hece, s. 8<br />

9 Soruşturma, “Hüseyin Su”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı),<br />

S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00, s. 254<br />

0 Soruşturma, “Ayfer Tunç”, a. g. e., s. 264<br />

Hüseyin Su, a. g. e., s. 7<br />

2 “Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, a. g. e., s. 76<br />

3 A. g. mak., Hece, s. <strong>80</strong><br />

4 Nurullah Çetin, “Hüseyin Su’nun Hikâyeleri”, Hüseyin Su<br />

Kitabı, Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s.<br />

5 Şaban Sağlık, “Değerli Öyküler Yahut Hüseyin Su’nun ‘Gül-<br />

305<br />

Ayfer Tunç ise, “bütün bir hayatı değil, bu hayatı<br />

temsil eden, simgeleyen, işaret eden bir anı, bir<br />

görüntüyü, bir enstantaneyi bulur ve onu anlatır.<br />

Seçme yapar.” 6 Hikâyelerinde “yaşanmış olanı anlatmak/aktarmak<br />

endişesi” taşıyan yazar, “hayat<br />

ancak anlatılan bir öyküye dönüşebilirse gerçeklik<br />

kazanıyor. Ve insan ancak bir öykü kurgularsa varlık<br />

kazanıyor.” 17 sözleriyle hikâye kişilerinin hayatla<br />

ilgisini kurar. Diğer bir söyleşide de o, yazdıklarını<br />

“hayatın ta kendisi olmayan, ama hayattan başka<br />

bir şey de olmayan” öyküler olarak değerlendirir 18 .<br />

“Bir söz, bir his, bir durum, bir atmosfer, bir fikir,<br />

bir insan, bir kırıklık, bir olay; bütün bunlardan beni<br />

yazmaya itecek bir unsur yakaladığım zaman onu<br />

kurmaya başlıyorum.” Diyen yazar, buna ‘Alafranga<br />

İhtiyar’ hikâyesini örnek gösterir:<br />

“Bir gün bir arkadaşım sıradan bir apartmanın<br />

önünden geçerken bana şöyle demişti: ‘Bu apartmanın<br />

kapıcısı var ya sadece klâsik müzik dinliyormuş.<br />

Adam konservatuarda hademe iken bir<br />

alışmış, artık başka müzik dinleyemiyormuş’. Bu<br />

cümle yüzünden Alafranga İhtiyar’ı yazdım.” <strong>19</strong><br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç arasında genel olarak<br />

yukarıda belirlediğimiz noktalar kuşkusuz<br />

derinliğine araştırıldığına genişletilebilir. Burada<br />

üzerinde duracağımız husus, <strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında<br />

kitaplarını yayımlamaya başlayan ve farklı dünya<br />

görüşüne sahip olan iki hikâyecimizin hikâyelerindeki<br />

kişi profilini ortaya koymak ve bunları<br />

karşılaştırmaktır. Bunun daha iyi yapılabilmesi<br />

için hikâye kişileri; ‘çocuklar’, ‘gençler’, ‘orta<br />

yaştakiler’ ve ‘yaşlılar’ olarak dört ana başlık altında<br />

incelenecek; ayrıca her başlık altında genel<br />

bir değerlendirmeye gidilecektir.<br />

1. ÇOCUKLAR<br />

1. 1. Hüseyin Su’nun Çocukları<br />

Hüseyin Su için çocuklar ve çocukluk anıları<br />

önemlidir.Ancak o, hikâyelerinde geçmişe yöne-<br />

şefdeli Yemeni’ Kitabındaki Öykülerde ‘Değerler”, Hüseyin Su Kitabı,<br />

Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 62<br />

6 Necip Tosun, “Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç<br />

Öykücülüğü”, http: // tosunnecip. blogcu. com / 2952363<br />

7 Handan İnci Elçi, “Tunç’un Öykülerinde Deneyimin Aktarılışı”,<br />

Virgül, S: 78, Kasım <strong>20</strong>04, s. 4<br />

8 “Kendine Bir Öykü Yaratanlara Hayranlık Duyarım”, (Konuşan:<br />

Sırma Köksal), Picus, S:7, Şubat <strong>20</strong>04, 7<br />

9 Soruşturma, “Ayfer Tunç”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel<br />

Sayısı), S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00, s. 264<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

lirken geleceği kurma endişesi taşır. Kendisiyle<br />

yapılan bir söyleşide, çocukluğun hikâyeye veya<br />

sanatın bütün türlerine kaynak olmasını, düne<br />

dönmek olarak değil, “yarını en saf ve en temiz<br />

haliyle düşünmek, düşlemek kaygısı ve kurgusu”<br />

olarak gördüğünü söyler ”<strong>20</strong> . ‘Yanağımda Dedemin<br />

Sakal İzleri’ (Gülşefdeli Yemeni) buna örnektir.<br />

Bu hikâyede anlatıcı, bir çocuktur. Ancak anlatıcı<br />

geçmiş değil, gelecek zaman kipiyle konuşur.<br />

Hikâyede dede ve babaanne, anne baba, evli<br />

dört oğulla eşleri ve bir torundan oluşan geniş<br />

bir aile vardır. Burada, çocukla (torun) dedenin<br />

(Hacı Mustafa) sıcak ilişkisi çerçevesinde geniş ve<br />

kalabalık, huzurlu, saygı ve sevgi dolu bir ailenin<br />

birlikte yaşantıları canlandırılır. Hikâyede zaman<br />

olarak Ramazan ayının seçilmesi, bu sıcak birlikteliğe<br />

manevî bir hava da katar. Dedenin sıcak ve<br />

koruyucu sevgisiyle şımararak evdekiler üzerinde<br />

tahakkümünün tadını çıkaran torun, Ramazan<br />

ayında oruç tutmanın heyecanını, iftarlığın tadını,<br />

hep birlikte oruç açmanın ve yaşamanın bereketini,<br />

sevgi ve saygının hikmetini anlar.<br />

‘Ütü Yanığı Günler’ hikâyesinde (Ana Üşümesi)<br />

bir terzinin yanına çırak olarak verilen bir çocuğun<br />

ilk iş günü heyecanı; çırak-kalfa-usta ilişkisi,<br />

ustalığa geçişin hiyerarşi düzeni, kimsesiz bir<br />

çocuk olan Muhlis Usta’nın çıraklıktan usta bir<br />

terziliğe nasıl yükseldiği anlatılır. Hikâyenin olay<br />

örgüsünü, kendi halinde yaşayan dindar bir ailenin<br />

yaz tatilinin başlamasıyla birlikte çocuklarını<br />

bir terzinin yanına çırak olarak vermeleri oluşturur.<br />

Çocuğun heyecandan uyuyamadığı gecenin<br />

sabahında anne ve baba gün ağarmadan uyanırlar.<br />

Anne ev işlerine başlarken baba, camide namazını<br />

kılıp kahvaltı için evine döner. Daha sonra<br />

çocuğunun elinden tutup terzihaneye götürür.<br />

Çocuk büyük bir heyecanla ilk iş gününe başlar.<br />

Yoksulluğun çocuk üzerindeki etkisinin anlatıldığı<br />

‘Tüller’ (Ana Üşümesi) hikâyesinde ise her<br />

gün güneş doğmadan gözlerini açan, dinsel görevlerini<br />

yerine getirerek hayata başlayan, orta<br />

halli, mümin bir ailenin dramına tanık oluruz.<br />

Borçlu olan baba, üçüncü kez eve gelen alacakların<br />

onur kırıcı davranışları altında ezilir. Çocuğun<br />

da şahit olduğu olayda muhtarın adamları<br />

<strong>20</strong> Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı,<br />

Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 277<br />

306<br />

borçlarına karşılık olarak evin bulgurunu zorla<br />

yüklenip çıkarlar. Bu durum babada olduğu gibi<br />

çocuğun ruhunda da büyük eziklik yaratır. Çocuktaki<br />

eziklik komşularından ödünç çay şekeri istemeye<br />

giderken daha da artar. Hikâyede, aynı zamanda<br />

zorluklara karşı dirençli olma erdemi de<br />

aşılanır. Anne ve babanın fedakârlıkları, yoksulluğun<br />

acı baskısı, çocukta gelecek zor koşullara<br />

karşı dayanma gücü aşılar ve “zorlukların adamı<br />

olma”nın 21 düşünü kurdurur.<br />

1. 2. Ayfer Tunç’un Çocukları<br />

Ayfer Tunç’un hikâyelerinde çocuklar fazla yer<br />

tutmaz. Yazarın ilk hikâye kitabı Saklı’da ‘Su’<br />

hikâyesinin anlatıcısı bir çocuktur. Çocuk, babası<br />

ve annesiyle Güneydoğu’nun bir kasabasında<br />

yaşarlar. Babasının görevi nedeniyle İstanbul’dan<br />

buraya gelen aile, babanın vefatıyla buradan ayrılmak<br />

zorunda kalır.<br />

Ayfer Tunç’un çocuklarla ilgili en dramatik<br />

hikâyesi Taş-Kâğıt-Makas’ta geçen ‘Fehime’dir.<br />

Bu hikâyede küçük yaşlarda bir erkek çocuk, yaşlı<br />

bir turist tarafından tecavüze uğrar. İki çocuk,<br />

Kuşadası’nda, teyzelerinin teşvikiyle kitap-broşür<br />

satmak için limana gelir. Teyzeleri çocukları yalnız<br />

bırakıp sevgilisiyle kayıplara karışır. Bir şey<br />

satamayan çocuklar acıkır. Daha sonra limandaki<br />

bir gemiye yönelirler. Gemide bir turist, açlıktan<br />

yorgun düşen çocuklara bir şeyler ısmarlar. Daha<br />

fazla yiyecek vaadiyle onları odasına götürür. Turiste<br />

bir gemi personeli de yardım eder. Çocuklar<br />

kamaraya kapatıldıktan sonra yaşlı turist, küçük<br />

Tahir’e tecavüz eder. Kanlar içindeki çocuk büyük<br />

korku içindeyken turist, zaman zaman da küçük<br />

Fehime’ye tacizde bulunur. Fehime’nin telefonla<br />

haber vermesiyle kurtulduklarında çocuklar bu<br />

dehşet olayı üzerlerinden atamazlar.<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un hikâyelerinde çocuklar<br />

ve çocukluk yılları önemlidir. Ancak yaş durumlarına<br />

göre baktığımızda her iki yazarın hikâyelerinde<br />

en az yer tutanın çocuklar olduğunu<br />

görürüz. Hüseyin Su üç; Ayfer Tunç ise iki hikâyesinde<br />

çocukları merkeze alır. Fakat nicelik olarak<br />

az yer tutmalarına rağmen ele alınan hikâyelerde<br />

çocuklara değer verildiğini ve bu hikâyelerin<br />

2 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, 999,<br />

s. 36


oldukça etkili olduğunu söylemek mümkündür.<br />

Hüseyin Su’nun ‘Ütü Yanığı Günler’ hikâyesinde<br />

bir terzinin yanına çırak olarak verilen bir çocuğun<br />

ilk iş günü heyecanı; ‘Tüller’de, yoksulluğun<br />

bir çocuk üzerindeki etkisi; ‘Yanağımda Dedemin<br />

Sakal İzleri’ hikâyesinde ise kalabalık bir ailede<br />

yaşayan bir çocuğun dedesiyle olan sıcak ilişkisi,<br />

ilk oruç ve iftar heyecanı oldukça etki bir tonda<br />

sunulur. Hüseyin Su, çocukları merkeze aldığı bu<br />

hikâyelerinde, bugün kaybolmaya yüz tutan Türk<br />

esnaflık geleneğine, mümin, sabırlı insanlara, sıcak<br />

aile yaşantısına özlemini dile getirirken gerçekte<br />

geleceği kurma endişesi de taşır. Özellikle<br />

dinî hayatın kapsayıcılığı çocukların üzerlerinde<br />

olumlu etki bırakır. ‘Fehime’de ise çalışmak zorunda<br />

bırakılan bir çocuğun tecavüze uğrayışı<br />

oldukça etkileyici bir tonda sunulur.<br />

2. GENÇLER<br />

2. 1. Hüseyin Su’nun Gençleri<br />

Her ülkenin ve toplumun kendilerine bir misyon<br />

yükledikleri ve geleceğin teminatı olarak<br />

gördükleri gençler, aynı zamanda yeniliğin temsilcisi<br />

olarak da algılanırlar. Ancak yenilik olgusu,<br />

Hüseyin Su’da şehirleşmenin beraberinde getirdiği<br />

dejenerasyona maruz kalan, gelgitler içinde<br />

olan, çelişkiler yaşatan bir gençlik oluşturduğu<br />

için olumsuzdur. Gençler de böyle bir yeniyi temsil<br />

ettikleri için genellikle olumsuz bir tip olarak<br />

çizilirler. Ancak hikâyelerinde aile kurumuna<br />

büyük bir önem veren Hüseyin Su, gençliğin bu<br />

çalkantılı yıllarını sıcak bir yuvada dindirmeye<br />

çalışır. Aileleriyle anlaşamayan, sıkıntılar yaşayan<br />

gençler, başlarına iş geldikten sonra anne ve<br />

babanın şefkatinde, sıcak bir yuvada huzur bulurlar.<br />

2. 1. 1. Aşk Kırgınları 22<br />

Hüseyin Su’nun hikâyelerinde ‘aşk’ teması oldukça<br />

önemli bir yer tutar. Özellikle Aşkın Hâlleri<br />

adlı kitap bunun en somut örneğidir. Bu hikâyelerde<br />

yazar, aşkı kutsal bir değer olarak algılar.<br />

Kadın, erkek, genç, yaşlı, herkes aşkı şehvete bulaşmadan<br />

saf ve temiz bir şekilde yaşarlar. Kendisiyle<br />

yapılan bir söyleşide de “aşkın yüzü şehvete<br />

22 Hüseyin Su’nun kişileri ile ilgili bazı başlıklandırmada Nurullah<br />

Çetin’in Hüseyin Su’nun hikâyeleri üzerine yaptığı bir çalışmadan<br />

da yararlanılmıştır. (bk. Nurullah Çetin, a. g. e, s. 9-30)<br />

307<br />

döndüğünde düşüş; güzelliğe, saflığa döndüğünde,<br />

ruhsal arayışa geçtiğinde incelme başlar” diyen<br />

yazar bu konudaki hassasiyetini göstermiştir.<br />

‘Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor’ (Aşkın Halleri)<br />

hikâyesinde büyük bir aşk hikâyesi anlatılır.<br />

Edebiyat Fakültesi’nde okuyan Hasan, edebiyatı,<br />

felsefeyi, psikolojiyi seven, bu konularda yetkin<br />

bilgi sahibi olan fakat buna rağmen derslere<br />

önem vermeyen ve sekiz yıldır fakülteden mezun<br />

olamayan birisidir. Hasan, okurken, eşinden yeni<br />

ayrılmış ve bir dairede memure olarak çalışan<br />

bir kadına âşık olur. Onu sevmeye başladıktan<br />

sonra yaşadıklarından “bir tür ibadet hazzı almaya”<br />

24 başlayan Hasan’ın aşkı, kadının işyerinden<br />

birsiyle evlenip gitmesinden sonra yara alır. Okulu<br />

bitiremediği için babası tarafından reddedilen<br />

Hasan’a annesi bakar. Anlatıcının gözünde “halk<br />

öykülerinden çıkıp gelmiş, aşkın bereketiyle yaşayan<br />

bir kahraman” olan Hasan, “kalbinde tamir<br />

edilemez bir yırtık”la 25 memleketine döner.<br />

2. 1. 2. Çelişki Yaşayan, İnatçı,<br />

Asi Gençlik<br />

Gençlerin diğer bir özelliği de asi olmalarıdır.<br />

Özellikle anne ve babalar, kendi dediklerini<br />

yaptırmaya çalışan, başkaldıran, inatçı, şımarık<br />

çocuklarıyla büyük sıkıntı yaşarlar. Kimisi sabır<br />

ve dayanıklılık gösterip bu mücadeleden galip<br />

ayrılırken kimileri de kaybederler. Hüseyin Su’da<br />

gençlerin bu problemleri özellikle annenin sabrı<br />

ve şefkatiyle çözülür. Su, gençliği kaybetmektense<br />

kazanmak taraftarıdır. ‘Suya Vuran Kırılgan<br />

Suret’te (Gülşefdeli Yemeni) anne ve babasıyla<br />

didişen şımarık bir genç kızın yaşadığı çelişkiler<br />

anlatılır. On sekiz yaşında olan genç kız, anne ve<br />

babasına olduğu gibi kendisine de yabancı düşmüştür.<br />

Özellikle anneye baş kaldırıp, baba otoritesi<br />

arar. Baba ise anne-kız arasındaki ilişkiye<br />

pek karışmaz. Genç kızın hırçınlığı ve inadını ise<br />

annenin sabrı, iradesi, hoşgörüsü kırar. Neticede<br />

kız, “iki güzel insanın biricik kızı” olduğunu kabul<br />

eder.<br />

23 Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı,<br />

Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05, s. 288<br />

24 Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06,<br />

s. 42<br />

25 Su, a. g. e., s. 48<br />

26 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, Ankara,<br />

<strong>20</strong>06, s. 72<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’ (Gülşefdeli Yemeni)<br />

hikâyesine de inadı yüzünden büyük sıkıntılar çeken<br />

bir genç kız konu olur. Genç kızın inadı henüz<br />

küçüklükten başlar. Anne ve babanın terbiye<br />

anlayışını kıran inatçı kız onlara kendisini kabul<br />

ettirir. Her dediğini yaptırır. Hemen metnin başında<br />

“bu kız bir katırla aynı pınardan su içmiş” 27<br />

diyerek tanıtılan genç kız, annesinin karşı çıktığı<br />

bir evliliği de yapar; ancak evliliğin üzerinden<br />

henüz bir yıl geçmeden boşanır ve geri dönerek<br />

sabırla bekleyen annenin şefkatine sığınır.<br />

‘İbrişimden Yürek Bağları’ (Gülşefdeli Yemeni)<br />

hikâyesinde de babasını kaybetmiş ve annesiyle<br />

tek başına oturan bir gencin çelişki içindeki hayat<br />

mücadelesi anlatılır. Kendini, kendisiyle birlikte<br />

herkesi ve her şeyi “diri diri” toprağa gömüp yalnızlaşan<br />

genç, geçmişin sıcak atmosferiyle yüzleşince<br />

yavaş yavaş kendine gelmeye başlar.<br />

Gençliğin en büyük açmazlarından biri de hiç<br />

şüphesiz toplum ve aile tarafından anlaşılamamaktır.<br />

Birçok genç, bu yüzden acı çeker. Hüseyin<br />

Su’nun ‘Damarda Kan Gibi’ (Tüneller) hikâyesinde<br />

de kendisini ifade edemeyen bir gencin dramı<br />

yer alır. Esasında bu genç, manevi derinliği olan,<br />

okuyup yazan bir dava adamıdır. Fakat anlaşılamadığı<br />

için yalnızlıktan bunalır. Anne ve babası,<br />

üniversitede okuttukları genci, geriye dönecek<br />

bir meta olarak görürler. Bir genç olduğunu anlamak<br />

istemeyerek onu baskı altında tutarlar.<br />

Ancak genç, maddiyata dayalı tüm beklentileri<br />

büyük bir kayıp olarak değerlendirir ve anlaşılamamaktan<br />

şikâyet eder. Yazar, gencin şahsında<br />

hem ailenin hem de toplumun eleştirisi yapar.<br />

Hikâyelerinde genellikle Anadolu insanını çizmeye<br />

çalışan ve kişilerin çevresini köy, kasaba ve<br />

kırsal bölgelerle oluşturan Hüseyin Su, kent yaşamında<br />

da Anadolu insanının uğradığı dejenerasyonu,<br />

ikilemleri ve yabancılığı ele alır. ‘Aydan<br />

Arıdır Yüzleri’ (Ana Üşümesi) hikâyesinde yabancılaşma,<br />

kişinin içinde yaşadığı topluma duyduğu<br />

yabancılık hissiyle karşımıza çıkar. Hikâyede<br />

Mustafa, Mehmet, Mahmut ve Ahmet (anlatıcı)<br />

adında köyden kente okumak için gelen dört<br />

arkadaşın yaşadığı çelişkiler, köy-kent ikilemi,<br />

değişen değerler karşısında kente ve insanlara<br />

27 Su, a. g. e., s. 8<br />

308<br />

yabancılaşmaları anlatılır.<br />

Aileler, saf, berrak ve temiz evlatlarını, okuyup<br />

adam olmaları, karanlık’tan aydınlığa geçmeleri<br />

için büyük şehirlere göndeririler; ancak “her<br />

gönderdiklerinin bir başka türlü kaybolacağını, her<br />

birinin bir başka şeye takılıp kalacağını” bilmezler<br />

28 . Bazı kişiler de kendilerini çeken bu yabancı<br />

dünyaya direnç gösteremezler. Zamanla onlar<br />

da diğerleri gibi olmaya ve kendilerine, ailelerine,<br />

çevreye yabancılaşmaya başlarlar. Anlatıcı,<br />

bu yabancı hayatın kendilerini değiştirdiğini, geri<br />

döndüklerinde bile kimsenin kendilerini tanıyamadıklarını,<br />

içlerinde büyük bir “yabansılık” doğduğunu<br />

anlatır:<br />

“Her birimize birer kişilik, yeni kişiliklerimize uygun<br />

yeni adlar, asıl kimliklerimizi de iptal edip yeni<br />

kimlikler verdiler.” 29<br />

‘Alnımı Uzatıyorum Rüzgârın Dudakları’na<br />

(Ana Üşümesi) hikâyesinde babasını kaybeden bir<br />

gencin köye döndükten sonra eski güzel günleri<br />

hatırlaması, yaşadığı çelişkiler, özellikle Kur’an<br />

okumaya başlamasıyla içini kaplayan huzur, geçmişin<br />

değerlerine duyduğu saygı anlatılmaktadır.<br />

2. 2. AYFER TUNÇ’UN<br />

GENÇLERİ<br />

Ayfer Tunç’un hikâyesindeki gençlerin önemli<br />

bir kesimi şehirlidir. Bu yüzden gençler, şehirleşmenin<br />

getirdiği yaşam tarzlarına göre bir nitelik<br />

kazanırlar. Yazar, kendisiyle yapılan bir söyleşide<br />

de; “şehir benim ben’liğimin önemli bir parçasını<br />

oluşturur, şehre ilişkin bir tanımım vardır. Kendimi<br />

şehre ait hissederim. Dolayısıyla şehir tüm varlığıyla<br />

yazdıklarıma kaynaklık eder...” 0 sözleriyle,<br />

şehrin kendisi için önemini vurgulamıştır.<br />

2. 2. 1. Aşk Kırgınları<br />

Ayfer Tunç’un aşk kırgını gençleri, platonik aşk<br />

yaşarlar. Genellikle sevgileri karşılık bulmaz. Bu<br />

yüzden acı çekerler. Ancak o da Hüseyin Su gibi<br />

“tenselliğe indirgenmiş aşklar”ı, benimsemez.<br />

28 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, 999,<br />

s. 43<br />

29 Su, a. g. e., s. 44<br />

30 “Ayfer Tunç’la Söyleşi”, (Konuşan: Feridun Andaç), http://<br />

www.40ikindi.com/edebiyat/oku.php?id=327


Bunu “ruhu incitici bir unsur” olarak görür. 31 . En<br />

ilginç aşk hikâyesi ise Derya’nın ağabeyine duyduğu<br />

aşktır (‘Suzan Defter, Taş-Kâğıt-Makas).<br />

Derya, evde tek başına yaşayan otuz yaşlarında<br />

dul bir kadındır. Amansız bir aşka tutulmuş ve<br />

ağabeyi, kız kardeşinin aşkını hiçbir zaman fark<br />

edememiştir. Ağabeyi, Suzan’ı sevmektedir. Derya<br />

da kendisini Suzan’ın yerine koyup onun aşkını<br />

kendi aşkı gibi yaşamaya çalışır. Ancak yine de<br />

ağabeyinin Suzan’a dokunmasından nefret eden<br />

ve hayatı boyunca aşk-nefret duygusunu hiçbir<br />

zaman içinden söküp atamayan biridir. Ağabeyi<br />

Türkmenistan’a gidip Suzan’ı unuttuktan sonra<br />

da bu kayıtsızlığa isyan etmiş, sürekli aşk acısı<br />

çekmiştir.<br />

Karşılıksız aşk yaşayanlardan biri de Cafer<br />

adında bir fayans ustasıdır (‘Silentium’, Saklı).<br />

Bir adada yaşayan Cafer, çalıştığı evin genç kızına<br />

tutulur. Genç kızın ona biraz ilgi göstermesi<br />

Cafer’in kalbinde ateşler yakar. Ancak gerçekte<br />

kızın ona duygusal bir ilgisi yoktur. Kız, ayrıldıktan<br />

sonra Cafer, adaya gelen her gemide onu gözler.<br />

Kızın gelişiyle yeniden hayat bulur. Ancak kız onu<br />

tanımaz bile. ‘Alafranga İhtiyar’da (Mağara Arkadaşları)<br />

da teknik üniversitede okuyan, yirmi üç<br />

yaşlarında genç bir yazarın öğretmen Handan’a<br />

büyük bir aşkla tutulduğunu ancak daha çok Ulvi<br />

adında yaşlı bir kapıcının hayat hikâyesiyle ilgilendiğini<br />

görürüz.<br />

2. 2. 2. Yalnızlık Kıskacında<br />

Sıkışanlar<br />

Ayfer Tunç’un gençleri içinde yalnızlık kıskacında<br />

sıkışanların sayısı pek fazla değildir. Bunlardan<br />

kimi huzuru bulmak için yalnızlığı seçer kimisi de<br />

ailesi tarafından terk edildiği veya gerçek aşkı<br />

bulamadıkları için yalnız kalırlar. ‘Acılezzet’te<br />

(Evvelotel) anlatıcının yalnız kalıp, bir türlü huzuru<br />

bulamamasında şanssız bir çocukluk geçirmesinin<br />

büyük etkisi vardır, Anlatıcı, henüz doğum<br />

anında annesini kaybetmiş, babası tarafından<br />

terk edilmiş biridir. Ablası ve eniştesinin yanında<br />

büyüyen anlatıcı, uzun süre onları anne ve baba<br />

olarak bilmiştir. Elinden herhangi bir iş gelmeyen<br />

anlatıcı, aşkta da istediğini bulamamış, yalnız bi-<br />

3 “Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah<br />

Harmancı), Hece, S: 87, Mart <strong>20</strong>04, s. 79<br />

309<br />

ridir. ‘Küçük Kuyu’nun (Mağara Arkadaşları) erkek<br />

kahramanı ise bir tatil beldesinde arkadaşlarıyla<br />

dinlenmeye çalışırken içindeki huzursuzluğu<br />

yalnız kalmakla giderebileceğine inanır. Bir sahil<br />

köyünde kaldığı otelin işletmecisi Leyla ile birlikte<br />

olunca bunu az da olsa giderir. Ertesi gün<br />

Leyla’nın otelde, hoşlandığı müşterilerle birlikte<br />

olduğunu ve bunu sürekli tekrarladığını öğrenince<br />

hayal kırıklığı yaşar.<br />

2. 2. 3. Geçmişin İzini Sürenler<br />

Ayfer Tunç’un hikâyelerinde geçmiş yaşam<br />

önemli bir yer tutar. Birçok kahramanın geçmişle<br />

yüzleştiğini veya geçmişe dönerek kendini aradığını<br />

görürüz. Ancak hikâyede salt geçmişin izini<br />

süren kişi sayısı azdır. Bu gençler de geçmişte<br />

ailelerinin izini sürerler. ‘Evvelotel’ de (Evvelotel)<br />

anlatıcı, karısını ve çocuğunu terk ederek otuz yıl<br />

sonra babasını aramak için yola çıkan ancak başarılı<br />

olamayan bir gençtir. ‘Su’ hikâyecisinin anlatıcısı,<br />

‘Yanık Taşlar’ (Evvelotel) hikâyesinde tekrar<br />

karşımıza çıkar. Çocukken Güneydoğu’da bir<br />

kasabada babası ve annesiyle yaşayan anlatıcı,<br />

bu kez geçmişin izini sürmektedir. Yine gurbette<br />

kendisini yabancı; korkak ve ürkek hisseder.<br />

2. 2. 4. Şöhret Peşinde<br />

Koşanlar<br />

Popüler kültürün gençler üzerindeki en büyük<br />

tehlikelerinden birisi şüphesiz bir an önce şöhret<br />

olma arzusuna kapılmalarıdır. Özellikle bu tutku,<br />

genç kızlarda daha kötü sonuçlar doğurabilmektedir.<br />

‘Karlar Yolcusu’ (Aziz Bey Hadisesi) hikâyesinde<br />

Fidan, “genç yaşta kirli bir geçmiş biriktirmiş,<br />

parlak ve şatafatlı bir hayata hemen ulaşabilmek<br />

için girdiği çıkmaz yolun sonunda” ölümle burun<br />

buruna gelmiş bir kadındır. Onun hayatını ve<br />

duygularını özetleyen tek kelime ‘korku’dur; her<br />

an nereden geleceği belli olmayan ölüm korkusu,<br />

geceler boyunca bir kabus gibi yaşantısını alt<br />

üst eder. Kendisini takip eden silahlı adamların<br />

elinden kurtulmak için trenden atlayan Fidan’ı<br />

dağlar arasında bir kulübede yaşayan bir makinist<br />

kurtarır. Fidan, iyileştikten sonra oradan da<br />

kaçar.<br />

32 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 32<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

2. 2. 5. Hafifmeşrep Olanlar<br />

Ayfer Tunç’un bazı gençleri içinde yaşadıkları<br />

toplumun ahlâk kurallarına uymazlar. Bunlar<br />

genellikle evli olmayan genç kızlardır. ‘Mağara<br />

Arkadaşları’nda (Mağara Arkadaşları) Taksim’de<br />

Ayyıldız Apartmanı’nda tek başına kalan ‘hafirmeşrep’<br />

genç kız, baba ile oğlunu birlikte idare<br />

eden, daha sonra sevgilisiyle kaçan bir fakülte<br />

öğrencisidir. ‘Küçük Kuyu’da (Mağara Arkadaşları)<br />

Leyla, bir otel sahibinin kızıdır. Otelin bütün işeriyle<br />

o ilgilenir. Bir gün otele bir genç adam gelir.<br />

Leyla, onunla birlikte olur. Kahveci, Leyla’nın<br />

otele gelen ve kendisinin beğendiği erkeklerle<br />

birlikte olduğunu, bundan para almadığını, çünkü<br />

onunla bir kez birlikte olanların daha sonra bu<br />

otele mutlaka gelmek istediklerini söyler.<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’’un hikâye kişilerinin<br />

oluşturduğu diğer bir grup gençlerdir. Gençler,<br />

hikâyelerde çocuklardan daha fazla yer tutar.<br />

Her iki yazarda da sadece ‘aşk kırgını olan ve yalnızlık<br />

kıskacında sıkışan’ gençleri bir başlık altında<br />

toplamak mümkündür. Ancak ortak başlıklar<br />

olsa da gençliğin ruh halleri ve yaşam biçimleri<br />

yine farklılaşır. Diğer taraftan Ayfer Tunç’ta, şöhret<br />

tutkunu ve sevdiğini aldatan gençlere rastlarken<br />

Hüseyin Su’da asi olan, çelişki yaşayan, inatçı<br />

gençler karşımıza çıkar.<br />

Ayfer Tunç ve Hüseyin Su hikâyelerinde aşk<br />

acısı çeken gençlere fazla yer vermezler. Her iki<br />

yazarın aşk anlayışı ise özellikle şehvete ve cinselliğe<br />

indirgenmeyişi noktasında birbirine yakındır.<br />

Ayfer Tunç’un gençlerinin aşkı tek taraflıdır.<br />

Ne Cafer’in sevdiği kadın (‘Silentium’ Saklı)<br />

ne de Derya’nın sevdiği erkeğin (‘Suzan Defter’,<br />

Taş-Kâğıt-Makas) bu aşklardan haberi olmazlar.<br />

Derya, ağabeyine âşık olarak ulaşılması zor bir<br />

yolu seçer. Kendisini tatmin için de ağabeyinin<br />

aşkı Suzan’ın kimliğine bürünür. Hüseyin Su da<br />

ise ‘Yiğidim Ya Ona Gücüm Yetmiyor’ (Aşkın Halleri)<br />

hikâyesinde Edebiyat Fakültesinde okuyan<br />

Hasan’ın dul bir kadına tutulduğunu, kadının<br />

başkasıyla evlenmesiyle aşkın büyük bir yaraya<br />

dönüştüğünü görürüz.<br />

Ayfer Tunç ve Hüseyin Su’da gençlerin yaşadıkları<br />

çelişkilerin, yalnızlıklarının kaynağı farklıdır.<br />

Ayfer Tunç’un ‘Küçük Kuyu’ (Mağara Arkadaşla-<br />

310<br />

rı) hikâyesindeki genç adam, arkadaşlarından,<br />

bulunduğu ortamdan sıkılarak yalnızlığı seçer.<br />

Yalnızlığını Leyla adındaki bir otel işletmecisiyle<br />

birlikte gidermeye çalışırken, Hüseyin Su’nun<br />

kahramanı (‘Damarda Kan Gibi’, Tüneller), etrafında<br />

manevî değerlere önem veren insanlar<br />

olmadığı için anlaşılamamaktan ve yalnızlıktan<br />

şikayet eder.<br />

Hüseyin Su’da, Ayfer Tunç’ta olduğu gibi şöhret<br />

tutkunu gençlere rastlanmaz. Hüseyin Su da<br />

olmayan diğer bir tip hafifmeşrep gençlerdir.<br />

‘Mağara Arkadaşları’ ve ‘Küçük Kuyu’nun (Mağara<br />

Arkadaşları) kadınları birçok erkekle birlikte<br />

olabilecek ve herkesi aldatabilecek özelliklerde<br />

‘hafifmeşrep’ kadınlardır.<br />

Hikâyelerde farklı niteliklerde gençlerin karşımıza<br />

çıkmasında yaşanılan çevre, aile yaşantısı,<br />

kent, kasaba kültürü, eğitim düzeyi, toplumsal<br />

değerler, din, ahlâk anlayışının önemli rolü vardır.<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un gençleri, aile ortamı<br />

ve yaşadıkları çevre olarak farklıdırlar. Tunç’un<br />

gençleri tek kelimeyle ‘şehirli’dirler. Genellikle<br />

İstanbul’da özellikle de Beyoğlu, Taksim civarında<br />

yaşarlar. Sadece ‘Cafer bir adada (‘Silentium’,<br />

Saklı), Leyla ve anlatıcı ise sahil bölgesinde karşımıza<br />

çıkar (‘Küçük Kuyu, Mağara Arkadaşları).<br />

Hüseyin Su’da ise gençler, kentlerle pek barışık<br />

insanlar değildir. Bazısı büyük kentlere uyum<br />

sağlayamaz. Aile içinde bazı sıkıntılar yaşarlar,<br />

çevreyle anlaşamazlar. ‘Aydan Arıdır Yüzleri’<br />

(Ana Üşümesi) hikâyesinde Mustafa, Mehmet,<br />

Mahmut ve Ahmet adındaki dört arkadaş, okumak<br />

için geldikleri büyük kentte yabancılaşıp öz<br />

değerlerinden koparlar. Kent, bir tür kimliksizleştirme<br />

ve gençleri kişiliksizleştirme yeridir.<br />

Her iki yazarda aile yaşantısı farklıdır. Ayfer<br />

Tunç’un gençleri âdeta ailelerinden soyutlanmışlardır.<br />

Bu gençlerin aileleri pek yoktur. Hüseyin<br />

Su’da ise aile yaşantısı önemlidir. ‘Damarda Kan<br />

Gibi’ (Tüneller), ‘İbrişimden Yürek Bağları’, ‘Suya<br />

Vuran Kırılgan Suret’, ‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’<br />

(Gülşefdeli Yemeni) hikâyelerinde, problemler<br />

yaşanmasına rağmen gençler aileleriyle<br />

birliktedirler. Hatta gençler ailelerinden ayrı yaşasa<br />

bile bu bağ kopmaz. ‘Yiğidim Ya Ona Gücüm<br />

Yetmiyor’da (Aşkın Halleri) okulu bitiremediği için


abası tarafından reddedilen Hasan’ın annesiyle<br />

diyalogu devam eder. Anne, oğlunun birçok ihtiyacını<br />

karşılar. Aile sıcaklığı, annenin merhameti<br />

ve sevgisiyle devam eder. Bir aşk kırgını olan Hasan,<br />

sonunda ailesine geri döner.<br />

Her iki yazarda gençlerin çoğu okumuş insanlardır.<br />

Ancak meslek profili farklılaşır. Hikâyelere<br />

baktığımızda Ayfer Tunç’ta zengin bir tablo karşımıza<br />

çıkar. Ayfer Tunç’ta, yazar, temizlikçi, piyano<br />

hocası, fayans ustası, eczacı, işçi, otel işletmecisi<br />

ve üniversite öğrencilerine yer verilirken<br />

Su’da gençler meslekleriyle anılmazlar. Hüseyin<br />

Su’da sadece üniversite öğrencilerine ve ev kızlarına<br />

rastlarız.<br />

3. ORTA YAŞTAKİLER<br />

3. 1. HÜSEYİN SU’NUN ORTA<br />

YAŞLILARI<br />

Hüseyin Su’nun hikâyelerinde yer alan orta<br />

yaştaki insanların önemli bir kısmını, yoksul fakat<br />

onurlu, şefkatli, sevgi dolu, sabırlı, fedakâr,<br />

mümin, inançlı anne ve babalar oluşturur. Ayrıca<br />

topluma yön veren dava adamı, idealist insanlar<br />

ve hercai tipler de Hüseyin Su’nun kişileri arasındadır.<br />

3. 1. 1. Sabırlı, Şefkatli, Sadık,<br />

Fedakâr Ebeveyn<br />

Hüseyin Su’da anne ve baba önemli bir yer<br />

tutar. Bunların yaşantılarında sıcak aile ortamı<br />

genellikle tesis edilir. Özellikle anneler babalara<br />

göre daha işlevseldir. Anne, tam bir sabır abidesi,<br />

fedakâr bir tiptir. Çocuklarını her türlü sıkıntıya<br />

katlanarak büyütür, korur, sarıp sarmalar. Çocuklar<br />

da sonuçta bu sıcak kucağa sığınarak huzur<br />

bulurlar.<br />

Anne ve babanın fedakârlığı, şefkati, sevgisi en<br />

güzel ifadesini ‘Ana Üşümesi’ adlı hikâyede bulur.<br />

Bu hikâyede ıssız bir köy evinde, kışın dondurucu<br />

şartlarında, kocasını kaybettikten sonra bir küçük<br />

erkek çocuk ve dört yetişmemiş kızıyla kalan<br />

dul bir annenin, acımasız doğayla ve yoksulluğun<br />

ağır şartlarıyla verdiği yaşam mücadelesi anlatılır.<br />

Dul kadın, çocukları için her ne kadar hayatla<br />

mücadeleye kalkışsa da; “korku, yalnızlık, umar-<br />

311<br />

sızlık ve karanlık” ve özellikle de kara bir dev<br />

gibi kapılarının önüne oturan yoksulluk kıskacından<br />

kurtulmak çok zordur. Ancak onları korumak<br />

ve hayatta tutmak için de gereken fedakârlığı<br />

gösterir. Sabırlı duruşunda Hz. Ömer’in adaletine<br />

kavuşacağı günün inancı büyük rol oynar. ‘Bir Bulanık<br />

Akıntı’da (Ana Üşümesi) da benzer bir ana<br />

yer alır. Hikâyede selin bir köyü ve yaşayanları<br />

nasıl perişan ettiği anlatılır. Hafta boyunca harman<br />

yerinde “madımak, hardal, yemlik, tekecen” 34<br />

toplayan, bunları kasabada satarak geçimini temin<br />

etmeye çalışan beş çocuklu dul bir anne de,<br />

selin getirdiği olumsuzluklarla mücadele eder.<br />

Hüseyin Su, orta yaşta genellikle yoksul kişileri<br />

ele alır. Ancak yoksulluk bütün acımasızlığına<br />

rağmen insanları ümitsizliğe ve isyana sürüklemez.<br />

Bunda kişilerdeki sağlam inancın önemli<br />

bir etkisi vardır. ‘Tüller’ (Ana Üşümesi) hikâyesine<br />

böyle bir ebeveyn konu olur. Hikâyede her gün<br />

güneş doğmadan gözlerini açan, dinsel görevlerini<br />

bitirdikten sonra hayata başlayan, orta halli,<br />

dindar bir ailenin dramına tanık oluruz. Misafirperver<br />

olan bu aileye davetsiz gelen kişiler, babayı,<br />

borcundan dolayı anne ve çocuğun gözleri<br />

önünde sıkıştırırlar. Onur kırıcı sözlerin ve davranışların<br />

sergilendiği bu görüşme özellikle çocuğun<br />

dünyasında büyük yaralar açar; yoksulluğun<br />

bütün acımasızlığı üzerine çöker. Ancak anne ve<br />

baba, mütevekkil duruşlarını bozmazlar. ‘Girdaplarda’<br />

(Tüneller) ise, “günlerinin yarıdan çoğunu<br />

dağın altında, yerin dibinde” geçiren 35 madencilerin<br />

çektiği sıkıntılar, sömürülmeleri anlatır. Bu insanların<br />

hayatları her şeyiyle kaybedilmiş ve hep<br />

karanlıktır. Ancak bu dayanılmaz hayatı katlanılır<br />

kılan, aileleri özverili ve fedakârca çalışmaya iten<br />

dürtü ise geleceğe dair beklentilerdir. Onlar, çocukları<br />

için “bizim çektiklerimizi çekmesin bizden<br />

sonrakiler, gördüklerimizi görmesinler, kanı beş<br />

para etmezlerin ağızlarının kokusunu dinlemesinler”<br />

diye avunurlar.<br />

‘İbrişimden Yürek Bağları’nda büyük şehirde<br />

çelişkiler içinde yaşayan yetim bir genç; ‘Suya<br />

Vuran Kırılgan Suret’ ve ‘Yüzündeki Deniz Du-<br />

33 Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, 999,<br />

s. 3<br />

34 Hüseyin Su, a. g. e., s. 55<br />

35 Su, a. g. e, s. 93<br />

36 Su, a. g. e, s. 93<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ruluğu’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyelerinde şımarık,<br />

inatçı genç kızlar, annenin sabrı sayesinde<br />

durulur ve kendine gelirler. ‘Yüzündeki Deniz<br />

Duruluğu’nda anne, küçüklükten beri inat eden<br />

ve her dediğini yaptıran kızının yaptıklarına içi<br />

kan ağlayarak katlanmış, kocasını kaybettikten<br />

sonra bu yük daha da ağırlaşmıştır. Genç kız inadı<br />

yüzünden yanlış evlilik yapıp gerçeklerin farkına<br />

çok geç varır.<br />

Hüseyin Su’nun hikâyelerinde dikkat çeken diğer<br />

bir tip, sadakat abidesi kadınlardır. ‘Sen Gelmezsen<br />

Güvercinler Küser’ (Aşkın Hâlleri) hikâyesinin<br />

kahramanı, “hastalıkta da iyi günde de”<br />

kocasının yanında olan bir kadındır. Kadın, kocası<br />

hastahanede yatan eşine karşı görevini layıkıyla<br />

yerine getirir. Eşinin yattığı hastahaneyi evi gibi<br />

kabul eder ve en çok yakınında olması gereken<br />

zamanda onu asla yalnız bırakmaz.<br />

3. 1. 2. İdealist Tipler<br />

Hüseyin Su’nun ilk hikâyelerinde dava adamı<br />

olan idealist tipler yer alır. ‘Tüneller’in (Tüneller)<br />

anlatıcısı, bir dava adamının konuşmasını<br />

hayranlıkla ve bulundukları ortamı huşu içinde<br />

aktarır. “Konumuz yoksulluk ve dostumuz yoksullar!”<br />

diyerek konuşmaya başlayan idealist tip 37 ,<br />

meseleyi yorumlarken, toplumda yaşanan olumsuzlukların<br />

çözümün Kur’an’da olduğunu işaret<br />

eder. Hikâyede yoksulluğun Kur’an’daki yeri ve<br />

İslâm’ın bu problemi çözme pratiği vurgulanır.<br />

‘Rahvan’da (Tüneller) da bütün zorluklara göğüs<br />

geren, içlerinde çok büyük heyecan taşıyan dava<br />

adamlarına değinilir.<br />

3. 1. 3. Hercai Tipler<br />

Hüseyin Su’da az da olsa aşkta bir türlü durulmayan,<br />

değişken, vefasız tipler de yer alır. ‘Beri<br />

Dön Güzel De Yüzün Göreyim’ (Aşkın Hâlleri) hikâyesinin<br />

kahramanı Ali Dayı, âşık olduğu kadınla<br />

evlenip bir müddet mutlu bir evlilik yürüten,<br />

başka bir güzeli görünce yeniden âşık olan ve bu<br />

yüzden hep terk edilen orta yaşta bir adamdır.<br />

“Bugüne dek kırdığı ceviz kırkı geçmiş” olan “ho-<br />

37 Nurullah Çetin, bu kişiyi Nuri Pakdil olarak tahmin eder:<br />

“kimliğini açıkça belirtilmeyen ama karine yoluyla Nuri Pakdil olduğunu<br />

tahmin ettiğimiz öncü bir kişi” (Nurullah Çetin, a. g. e, s.<br />

8- 9) Hüseyin Su’nun “Takvim Yırtıkları” günlüğü de bu konuda<br />

okunabilir. (bk. Hüseyin Su, “Takvim Yırtıkları”, Hece, S: 85, Ocak<br />

<strong>20</strong>04, s. 246)<br />

312<br />

varda” Ali, iki kez evlenmiş ve ayrılmıştır. Hayatın<br />

gailelerine, “ev, bark, iş, aş, para, pul, çoluk<br />

çocuk…” hiçbirisine önem vermeyen Ali Dayı’nın<br />

dünya umurunda değildir. Yemesini de yedirmesini<br />

de bilen hoş sohbet bir “meclis adamı”dır.<br />

“İşret günlerinin gençliğini, elindekini, avucundakini<br />

yiyip bitirmesine rağmen” Ali Amca bir türlü<br />

durulmayan, “gelgeç gönüllü” 38 bir adamdır.<br />

3. 1. 4. Yalnızlık Kıskacında<br />

Sıkışanlar<br />

Hüseyin Su’da orta yaşta olan ve yalnızlıkla boğuşan<br />

insanlar evlilerdir. Yazarın iki hikâyesinde<br />

evli oldukları hâlde bir türlü mutlu olamayan ve<br />

yalnızlık kıskacında sıkışan kişiler yer alır. ‘Geride<br />

Kaldı Gönlün’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyesinde,<br />

nişanlısını bırakarak üç çocuklu evli bir erkeğe<br />

kaçan genç bir kız ve kocasının dramı anlatılır. İlk<br />

gün başlayan balayı günleri yavaş yavaş gerçek<br />

yüzlerin ortaya çıkmasıyla bozulur. Kadın yanlış<br />

yapığının farkındadır ancak artık geri dönüş imkânsızdır.<br />

Aynı pişmanlık kocada da görülür. Her<br />

iki çift koca bir evde yapayalnızdırlar artık.<br />

‘Ayrılık Makamında Gönül Ezgisi’nde (Aşkın Hâlleri)<br />

de huzuru bir türlü bulamayan ve olumlu bir<br />

noktada buluşamayan evli çiftin dramı anlatılır.<br />

Her iki eş de birbirlerinden ayrılmak istememektedir.<br />

Ancak her geçen gün birbirlerinden uzaklaşmakta<br />

ve yalnızlaşmaktadırlar. Anlaşmazlığı<br />

arttıran ise “tabii, fıtrî, insanî bir aşk ilişkisi kurmaktan<br />

ziyade kitabî kalan bir ilişki” 39 yaşamalardır.<br />

3. 2. AYFER TUNÇ’UN ORTA<br />

YAŞLILARI<br />

Ayfer Tunç, hikâyelerinde orta yaştaki insanlara<br />

oldukça önem verir. Çoğunluğu şehirde yaşayan<br />

bu insanların en büyük ortak özelliği; yalnızlık<br />

kıskacında sıkışmalarıdır. Modern hayatın baskısına<br />

boyun eğmiş ve kentin insanı olumsuzlaştıran<br />

özelliklerine bulaşmış kişiler, birbirlerinden<br />

kopmuş ve kabuklarına çekilerek yalnızlık kıskacında<br />

sıkışır olmuşlardır. Tunç’ta ‘ölüm’ duygusu<br />

önemli bir tema olduğu gibi 40 orta yaşlıların<br />

38 Su, a. g. e, s. 3- 5<br />

39 Çetin, a. g. e, s. 5<br />

40 Ayfer Tunç, kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşlısı olmayan


diğer önemli bir grup intihar eden veya intiharı<br />

düşünen insanlar oluşturur. Sosyal bir varlık olan<br />

insan, dertlerini, sıkıntılarını, kederlerini, acılarını<br />

başkalarıyla paylaşamayınca, aldatılınca ya da<br />

var olmak endişesiyle intihara yönelir.<br />

Şehir hayatı diğer taraftan birbirinden kopan<br />

ve mutsuzluğa sürüklenen insanları, farklı arayışlara<br />

sürükler. İnsanlar, mutluluğu birlikte olduğu<br />

sevgilisini, eşini aldatarak bulmaya çalışır.<br />

Ayfer Tunç’ta bu bağlamda özellikle erkeklerin<br />

eşlerini aldattıklarına şahit oluruz.<br />

3. 2. 1. Aşk Kırgınları<br />

Ayfer Tunç da aşk acısı çeken orta yaştaki insanlar<br />

genellikle yalnızlıklarını gidermek için<br />

aşka yönelirler. ‘Karlar Yolcusu’ (Aziz Bey Hadisesi)<br />

hikâyesinin kahramanı Eşber, dağlar arasında<br />

bir kulübede tek başına yaşayan bir makasçıdır.<br />

Çoğu zaman yalnızlıktan bunalan ve çevresinin<br />

kuşatan kurtların ulumalarını, sessizliği yırtan<br />

bir çığlık olduğu için seven ve onlarla gizli bir diyalogu<br />

olan Eşber’in hayatı, karlar altında ölmek<br />

üzere olan bir genç kadını kurtardıktan sonra değişir.<br />

Fidan’ı, kendisine gönderilmiş ilahi bir hediye<br />

olarak gören Eşber, artık hayata karşı garip<br />

bir bağlanma hisseder 41 . Kadına âşık olur. Ancak<br />

Fidan bu sıkıcı yalnızlıktan kurtulmak istemektedir.<br />

Eşber, terk edildiğini anladığında büyük bir<br />

hayal kırıklığı yaşar. Fidan’ı yakalamaya çalışırken<br />

kurtlara yem olur. ‘Yüreğin Mahallesi’nde<br />

(Saklı) Asude, aşk bozgunu bir kadındır. Yalnızlığı<br />

bir aşkla gidermeye çalışan anlatıcıyla bir gün<br />

yolları kesişir. ‘Mikail’in Kalbi Durdu’ (Aziz Bey<br />

Hadisesi) hikâyesine konu olan Mikail’in ise evli<br />

ve iki çocuk sahibi olmasına rağmen bir şarkıcıya<br />

gönlünü verdiğini görürüz. Pazarlamacılık yapan<br />

Mikail, Semiramis’le bir süre mutlu bir beraberlik<br />

yaşar. Ancak bu aşk tek taraflıdır. Kadın Mikail’i<br />

terk eder. Mikail’in aşkı ise daha da küllenir. Ka-<br />

bir ailenin çocuğu olduğunu söyleyerek kırk yaşına gelmeden ailesinde<br />

yığınla ölüm gördüğünü, özellikle orta yaşta birçok ölümle<br />

karşılaştığını ve bu yüzden son cenaze esnasında “ölüm arsızı”<br />

bir aile olduklarını düşündüğünü söyler. (bk. Ayfer Tunç’la Öykü<br />

Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah Harmancı), Hece, S: 87,<br />

Mart <strong>20</strong>04, s. 78) Diğer bir söyleşide de “Bitişsiz hikâyeler yazmak<br />

bende eksiklik duygusu yaratıyor. Tek ve kesin bitiş’in ölüm<br />

olduğunu düşündüğümden olsa gerek, sonunda ölüme varıyor<br />

yazdıklarım.” (“Her Türlü Kaybetmişe İlgi Duyarım.” (Konuşan:<br />

Ilgın Sönmez), Akşam-lık, S: 86, 28 Aralık <strong>20</strong>03)<br />

4 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 36<br />

313<br />

dının başka birisiyle ilişkiye girmesi ona daha çok<br />

acı verir. Adamı, sevgilisiyle gönül eğlendirdiği<br />

için öldürmeye karar verir. Fakat bunu başaramaz.<br />

3. 2. 2. Yalnızlık Kıskacında<br />

Sıkışanlar<br />

Ayfer Tunç’un hikâyelerinde en büyük grubu<br />

yalnızlık kıskacında sıkışan orta yaş insanları<br />

oluşturur. Bunlardan çoğu erkektir. Bunları; tek<br />

başına yaşayanlar, terk edilenler, evli oldukları<br />

halde yalnızlığı seçenler veya evli oldukları halde<br />

kendilerini yalnız hissedenler, ayrılanlar, geçmişe<br />

sığınanlar, şöhret peşinde koşanlar, içine kapananlar,<br />

dışlananlar şeklinde kategorize edebiliriz.<br />

Bu ayrım, aynı zamanda orta yaştaki insanların<br />

niçin ‘yalnızlık kıskacında sıkıştıklarını’ da açıklamaktadır.<br />

Diğer taraftan “Tunç’a göre, insan<br />

yalnızlığı mutlaktır. Ama herkesin bu yalnızlığa<br />

çeşitli “bahaneleri” vardır, o kadar. Bu yalnızlığı giderme<br />

çabaları ise beyhudedir. Ne aile, ne aşk, ne<br />

de inançlar bunu yenebilir. Çünkü yalnızlık aslında<br />

ontolojik bir gerçekliktir. İnsan doğumundan itibaren<br />

bu acıyla yaşamaya mahkumdur; özgürleşerek<br />

varolabilir ancak ama Tunç’un hiçbir kahramanı<br />

bunu beceremez.” 42<br />

3. 2. 2. 1. Tek Başına<br />

Yaşayanlar<br />

Ayfer Tunç’da bir zorunluluk olduğu kadar<br />

kendi arzusuyla da yalnızlığı seçen orta yaş insanlarına<br />

rastlanır. ‘Kaybetme Korkusu’nda (Taş-<br />

Kâğıt-Makas) anlatıcı, hayatında kapıyı açmaktan<br />

sevinç duyacağı kimsesi olmayacak derecede<br />

yalnızlığa bulaşan; ‘Mağara Arkadaşları’nda (Mağara<br />

Arkadaşları) Rüstem Efendi, Taksim’de Ayyıldız<br />

Apartmanı’nın kapıcısı olan yalnız insanlardır.<br />

‘Önemsizlik’in (Saklı) kadın kahramanı olan Madam<br />

Esterea Delareyna ise, “yalnızlıktan, karanlıktan<br />

ve aşktan çok korkmasına” 43 rağmen yirmi<br />

yıldır dul yaşayan biridir. Ester, Türkiye’de şehirleşmenin<br />

en yoğun olarak görüldüğü Şişli’de oturur.<br />

Geçimini ise bir tiyatroda gişecilik yaparak<br />

sağlar. Henüz üç aylık evliyken kocasını kaybeden<br />

Ester, ilk aşkına sadık kalarak hiç evlenmez.<br />

42 Necip Tosun, “Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç<br />

Öykücülüğü”, http: // tosunnecip. blogcu. com / 2952363<br />

43 Ayfer Tunç, Evvelotel, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06, 70<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Yalnızlık her ne kadar yaşam biçimi olsa da<br />

beraberinde bazı problemleri getirdiği de bir<br />

gerçektir. Kendini toplumdan soyutlamış, insanlardan<br />

kaçarak eve kapanmış bir kişi, bazen gerçekle<br />

hayali birbirine karıştırabilir. Ayfer Tunç’un<br />

ilginç hikâyelerinden bir olan ‘Ses Tutsağı’nda<br />

(Mağara Arkadaşları) böyle bir tiple karşılaşırız.<br />

anlatıcı, insanlardan ve kendinden kaçmaya çalışan<br />

yalnız bir adamdır. Ancak kötü bir apartman<br />

dairesinde yalnızlığa bulaşmışken; bir başkasının<br />

hayatının bütün ayrıntılarının içinde bulur kendisini<br />

Üst katta oturan ve küçük çocuğuyla yalnız<br />

oturan kadının sesleri, yavaş yavaş gerçek-hayal<br />

karışımı onun bütün hayatını kuşatır. Bir müddet<br />

sonra bu sesler (ve kadın) hayatının tek merkezi<br />

olur.<br />

3. 2. 2. 2. Terk Edilenler,<br />

Boşananlar<br />

Yalnızlığa yol açan diğer bir sorun da terk edilmek<br />

veya boşanmaktır. ‘Hiçbir Hikâye Göründüğü<br />

Kadar Temiz Değildir’de (Evvelotel) bir öğretim<br />

üyesi olan Mithat’ın on yedi aylık evlilikten sonra<br />

karısı tarafından terk edildiğini görürüz. Orta<br />

yaşlarda olan Mithat, terk edildikten sonra bir<br />

müddet depresyona girmiştir. “Hayatımda dokunaklı<br />

bir şey yok” 44 diyen Mithat, kalabalıklardan<br />

kaçmayı, yalnız kalmayı tercih eden biridir. ‘Taş-<br />

Kâğıt-Makas’ta (Taş-Kâğıt-Makas) doktor, karısından<br />

ayrıldıktan sonra anne ve babasının yanında<br />

yaşar. Kendisini çok yalnız hisseden anlatıcının<br />

en büyük derdi, okul arkadaşı Emir’in derdine<br />

çare olamamaktır.<br />

3. 2. 2. 3. Evli Oldukları Halde<br />

Yalnız Yaşayanlar<br />

Bazı insanlar da evli oldukları halde yalnız yaşamayı<br />

tercih ederler. ‘Tevekkül’de (Evvelotel) paramparça<br />

olmuş bir ailenin dramına şahit oluruz.<br />

Hikâyenin anlatıcısı, bir adaya kaçmış, kendini<br />

yazmaya adamış, kırkını geçkin biridir. Karsıyla<br />

ayrılmış ama boşanmamıştır. Kendisi gibi karısı<br />

da, fakülteyi bir türlü bitiremeyen oğlu da yalnız<br />

yaşarlar. Bayramlarda bile bir araya gelemeyecek<br />

derecede kopmuşlardır birbirlerinden. Adada<br />

yıllar önce tanıdığı fakat bir türlü yollarını kesiş-<br />

44 Tunç, a g. e., s. 85<br />

314<br />

mediği Hilal onun en büyük beklentisidir. Ancak<br />

yıllar sonra buluşma gerçekleştiğinde ona karşı<br />

hiçbir şeyin kalmamış olduğunu anlar; artık tamamen<br />

yalnızdır.<br />

3. 2. 2. 4. Evli Olduğu Halde<br />

Kendisini Yalnız Hissedenler<br />

Yalnızlık insanların tek başlarına yaşadıkları<br />

bir yaşam biçiminden doğmaz. Kimileri topluluk<br />

içindeyken veya evli oldukları halde bile yapayalnızdırlar.<br />

‘Cinnet Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları)<br />

kısaca geçen Sabahat Avcı, ‘Tevekkül’de<br />

(Evvelotel) Hilal, evli olmalarına rağmen yalnız ve<br />

mutsuz kadınlardır. Sabahat’ı yalnızlığa iten kocasının<br />

vurdumduymazlığıdır. Çevredekiler kadının<br />

aldatıldığından emindir. Ancak kadın gerçekle<br />

yüzleşmekten korktuğu için kocasını sorgulamaya<br />

cesaret edemez. Kadere boyun eğer. Yalnızlık<br />

onun için bir yaşam biçimidir artık.<br />

3. 2. 2. 5. Geçmişe Sığınanlar<br />

‘Yaşadığımız Yerler’de (Saklı) Ben anlatıcı, sık<br />

sık geçmişe sığınan, sürekli çocukluk günlerinin<br />

anılarıyla meşgul olan, bu geçmiş içinde annesini<br />

ve komşuları Kamber’i sürekli anan yalnız bir<br />

kadındır.<br />

3. 2. 2. 6. Dışlanmış, İçe<br />

Kapanık Olanlar<br />

Yalnızlığın diğer bir biçimi de insanların kendi<br />

içlerine kapanmaları, başkalarıyla iletişim kuramamaları<br />

veya toplum tarafından dışlanmalarıdır.<br />

‘Cinnet Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları)<br />

kısaca geçen Sadık Yılmaz, otuz altı yaşında hiç<br />

evlenmemiş bir adamdır. Kütüphane memuru<br />

olarak görev yapan Sadık, yetiştirme yurdunda<br />

büyümüş, içine kapanık ve insanlarla iletişimden<br />

korkan bir adamdır. “Hayatım belli belirsizdir,<br />

varlığım belli belirsiz.” 45 diyen Sadık, insanlarla<br />

karşılaşabileceği endişesiyle parka bile çıkamayacak<br />

kadar çekingen biridir. Aynı öyküde yirmi<br />

yıllık eşinin katil zanlısı olarak karşımıza çıkan<br />

Müeyyet Eren, bir muhasebecinin yanında çalışan,<br />

işine bağlı, dürüst, titiz, çalışkan ve oldukça<br />

dakik bir emeklidir.<br />

45 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 77


Müeyyet, insanlardan uzak yaşayan, bu yüzden<br />

çoğu kişi tarafından tuhaf karşılanan biridir. Duygusal<br />

ve içine kapanık biri olan Müeyyet, insanlar<br />

tarafından anlaşılamamanın ezikliğini yaşar.<br />

Yıllar sonra karşılaştığı ablasına söylediği; “içim<br />

kurudu benim. İçimdeki güzel ağacın suyu çekildi,<br />

kurudu, büküldü kaldı. Şimdi içimde dayanılmaz<br />

bir katılık var. Öldürdüler beni abla… İçimi öldürdüler.<br />

O kadar güldüler ki güzel ve içli kelimelerime,<br />

içimden geçen şiirlere, gülmesinler diye kendimi<br />

gizledim.” 46 onun niçin insanlardan saklandığını<br />

sezdirir gibidir.<br />

‘Halâs’ta (Evvelotel) da anlatıcı ve sevgilisi, aileleri<br />

tarafından dışlanmış hatta sadece aileler<br />

değil “dünya tarafından istenmediği türlü vesilelerle<br />

kendilerine hissettirilen iki kişi”dirler 47 .<br />

3. 2. 2. 7. Şöhret Peşinde<br />

Koşanlar<br />

Ayfer Tunç’un tek hikâyesinde, (‘Mağara Arkadaşları’,<br />

Mağara Arkadaşları) ayyaş bir yazarın<br />

büyük bir edebiyatçı olmak hayaliyle kıvrandığını<br />

görürüz. Ayyaş Yazar, Taksim’de Ayyıldız<br />

Apartmanı’nda yalnız başına yaşamaktadır. Kendisinin<br />

“bir gün büyük bir edebiyat dehasını olduğunu<br />

dünya âleme ispat edeceğine” 48 inanan biridir.<br />

3. 2. 3. İntiharı Seçenler<br />

Ayfer Tunç’un kişileri içinde intiharı düşünen<br />

veya bunu bir eyleme dönüştüren kişiler, sadece<br />

orta yaştaki insanlardır. İntiharların sebebi ise<br />

genelde ihanettir. Özellikle evli kadınlar kocaları<br />

tarafından aldatıldıklarını öğrendiklerinde veya<br />

terk edildiklerinde intihara yönelirler. Bu intiharlar<br />

kadınlar için bazen bir kurtuluşun bazen de<br />

intikam almanın yoludur. Ancak en ilginç intihar<br />

sebebi, ‘Soğuk Geçen Bir Kış’ta (Aziz Bey Hadisesi)<br />

geçer. Bu hikâyede evli bir kadın, kocasının<br />

aşırı ilgisinden bunalarak intihar eder.<br />

Ayfer Tunç da terk edildikleri veya aldatıldıkları<br />

için intiharı seçen iki kadına rastlarız. ‘Kadın<br />

Hikâyeleri Yüzünden’de (Aziz Bey Hadisesi) alda-<br />

46 Tunç, a. g. e., s. 77<br />

47 Ayfer Tunç, Evvelotel, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06, 37<br />

48 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, 2<br />

315<br />

tıldığı için; ‘Taş-Kâğıt-Makas’ta (Taş-Kâğıt-Makas)<br />

terk edildiği için kadınlar intiharı seçmiştir. Kendini<br />

ateşe vererek intihar eden Karagül, kendisini<br />

terk eden kocasını cezalandırmak istemiş ve<br />

bunda da başarılı olmuştur. Bu bağlamda intihar<br />

bir yok oluş değil var olma mücadelesidir.<br />

‘Soğuk Geçen Bir Kış’ (Aziz Bey Hadisesi) hikâyesinde<br />

ise ilginç bir intihar olayı vardır. Bu hikâyede<br />

evli kadın, kocasının aşırı ilgisinden dolayı<br />

intihar eder. Semavi Bey, yanında olmadığı zamanlar<br />

kendisini terk edeceğine inandığı ve bu<br />

yüzden bir dakikasını dahi yalnız bırakmadığı,<br />

büyük bir aşkla sevdiği karısına hayat şansı tanımaz.<br />

Başlangıçta bu duruma sevinen ve “rüya<br />

gibi bir hayat yaşayan” 49 kadın, daha sonra aşırı<br />

ilgiden bunalır; “aşk esaretinden” 50 kurtulmak<br />

için kendini, kocasının gözleri önünde ateşe verir.<br />

‘Kaybetme Korkusu’nda (Taş-Kâğıt-Makas) ise<br />

intihar nedeni bunun tam tersidir. Yaşamı boyunca<br />

sevdiklerini kaybetme korkusuyla yaşamış bir<br />

kadın olan Süsen, iki yaşında annesini kaybettikten<br />

sonra hep babasının kucağında yaşar. Annesinin<br />

küçük yaşta bağıra çağıra ölümünü hiçbir<br />

zaman unutamayan Süsen, ilçeye yeni atanan<br />

genç ziraat mühendisi kendilerini ziyaret edene<br />

kadar babasına hayatı zindan eder. Süsen, Safir<br />

adlı bu adamla evlenir. Babasını kaybettikten<br />

sonra kocasıyla kasabadan ayrılırlar. İstanbul’da<br />

bir apartmanda tek başına yaşarlar. Bu içe kapanık,<br />

dingin hayat, karısının yanından bir dakika<br />

olsun ayrılamayan Safir’in bir bahçıvanın yanında<br />

çalışmak arzusuyla bozulur. Süsen, kocasının<br />

çalışmak için evden çıktığı gün bir daha dönmeyeceğini<br />

sandığı için, kendisini balkondan atarak<br />

intihar eder. Hayatı boyunca kaybetme korkusuyla<br />

yaşamış olan Süsen, önce annesini, ardından<br />

babasını, son dayanağı olan kocasını da kaybedince<br />

bu hayata dayanamaz.<br />

‘Kibir’de (Evvelotel) ağabeyinin sevgilisine âşık<br />

olup evlenen anlatıcı, yıllar sonra ağabeyinin intihar<br />

ettiğini öğrenir.<br />

‘Suzan Defter’de (Taş-Kâğıt-Makas) ve ‘Mikail’in<br />

Kalbi Durdu’ (Aziz Bey Hadisesi) ise intiharlar eyleme<br />

dönüşmez; düşünce plânında kalır. ‘Suzan<br />

49 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 23<br />

50 Tunç, a. g. e., s. 25<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Defter’de Ekmel Bey, altı aydır bürosunu kapatmış,<br />

evine kapanmış bir avukattır. Karısından ayrılmış<br />

olan Ekmel Bey, mutluluğu yakalayamamış<br />

biridir. Bir kırtasiyeciden aldığı bir deftere günlüğünü<br />

yazmaya, defter bittiğinde de ölmeye karar<br />

verir. Ekmel Bey’i intihara sürükleyen süreçte,<br />

‘sevgisizlik’ büyük bir rol oynar. Mutsuz bir anne<br />

ve babanın mutsuz çocuklarından biri olarak büyüyen<br />

Ekmel, karısının da kendisini sevmediğini<br />

yıllar sonra anlar. Gerçekte o, kendini bir “hiç”<br />

olarak görür ve bundan acı duyar 51 .<br />

3. 2. 4. Aldatanlar<br />

Aldatmak, ahlâki ve manevi değerlere önem<br />

veren toplumlarda yanlış bir davranış biçimidir.<br />

Çoğu toplumlarda bu tip insanlara hoş bakılmaz.<br />

İnsanların sevdiklerini niçin aldattığı sorusu ise<br />

kişiden kişiye değişebilmektedir. Farklı arayışlar,<br />

yenilik, mutsuzluk, zayıflık, tatminsizlik, vs. birçok<br />

sebep bulunabilir. ‘Kadın Hikâyeleri Yüzünden’<br />

(Aziz Bey Hadisesi) hikâyesinde ise ‘aldatmak’ bir<br />

varolma kaygısıyla karşımıza çıkar. Anlatıcı, küçük<br />

bir çerçi dükkânı olan mazbut bir aile reisidir.<br />

Adamın hayatı, yan komşusu Turcan’la tanışmasıyla<br />

değişir. Turcan, ona eşinden başka kadınları<br />

varlığını hissettirir. Aldatmanın hazzını duymaya<br />

başlar; ancak beceriksiz olduğu için elinden bir<br />

şey gelmez. Bir süre sonra eşini ‘aldatma’ hissinden<br />

büyük bir zevk duyar. Hayallerinde kadınlarla<br />

birlikte olur. Hayallerinde o kadar ileri gider<br />

ki, eşi bile aldatıldığına inanır. Geceleri eve geç<br />

gelir. Elbiselerine ruj sürer. Bu tavır yüzünden<br />

kadın oldukça mutsuz olur ama ses çıkarmaz.<br />

Bir gün pavyona gider ve bar kadınıyla samimi<br />

bir fotoğraf çektirir. Bunu, eşinin de görebileceği<br />

şekilde ceketine koyar. Fotoğrafları gören eşi<br />

intihar eder.<br />

Aldatmak bazen de bir sığınma biçimidir. Evli<br />

olan erkekler, aradıklarını bulamayınca veya tatmin<br />

olamayınca başka kadınlara giderler. ‘Taş-<br />

Kâğıt-Makas’ta (Taş-Kâğıt-Makas) albay bir babanın<br />

oğlu olan Emir’in çocuksuz bir ev hayatından<br />

sıkıldığını, cinsellik de bitince başka kadınlara<br />

yöneldiğini görürüz. İki yaşındayken annesi tarafından<br />

terk edilen, babasının ilgisizliği yüzünden<br />

5 Ayfer Tunç, Taş-Kâğıt-Makas, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>05,<br />

s. 0<br />

316<br />

de tek başına büyüyen Emir, başka kadınlarda<br />

mutluluğu arar.<br />

Bazen de insanlar, aldatıldıklarını bilmeden yıllarca<br />

eşiyle aynı çatı altında yaşarlar. Bunun en<br />

ağır şekli çocuğunuz sandığınız kişinin yıllar sonra<br />

başkasından olduğunu öğrenmektir. ‘Doğru’da<br />

(Evvelotel) karısını terk etmek isteyen adam oğlunun<br />

kendisinden olmadığını yıllar sonra öğrenir.<br />

‘Kibir’de (Evvelotel) ise ağabeyinin sevgilisine<br />

âşık olup evlenen anlatıcı, ihanetinden dolayı<br />

ömür boyu suçluluk duygusu yaşar.<br />

Aldatmak olgusu beraberinde yozlaşmış bir<br />

hayata da davetiye çıkarır. Bazı insanlar, çevresinde,<br />

ailesinde bu tip kişileri görünce zamanla<br />

kanıksamaya başlarlar. Bu da şüphesiz çürümeyi<br />

ve zamanla yok olmayı beraberinde getirir.<br />

‘Halâs’ta (Evvelotel) aldatmanın bir ailenin birçok<br />

üyesi tarafından bir yaşam tarzına dönüştüğü<br />

gerçeğiyle yüzleşiriz. Bunda aile fertlerinin mutsuzluklarının<br />

payı büyüktür. Ailenin büyüğü baba,<br />

eşini yitirdikten sonra kadınlara dadanır. Porno<br />

sitelerine girer. Birçok kadınla birlikte olan anlatıcı,<br />

düzensiz bir hayat yaşar. Elli beş yaşındaki<br />

ablası, eşini kendi yatak odasında bir kadınla basar.<br />

Ağabeyin ailesinde de çürümüşlük diz boyudur.<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un kişi profili içinde<br />

en zengin gurubu orta yaştakiler oluşturur. Ayfer<br />

Tunç ve Hüseyin Su’nun hikâyelerinde orta yaştaki<br />

insanlarda benzer veya ortak nitelikteki kişiler<br />

hemen hemen yok gibidir. Her iki yazar da orta<br />

yaş gurubuna gençlerden daha fazla yer vermelerine<br />

rağmen yaşantı ve kişilik olarak birbirinden<br />

farklı tipler oluşturmuşlardır. Ortak başlık<br />

altında değerlendirebileceğimiz kişiler sadece<br />

yalnızlık kıskacında sıkışan insanlardır; o da kısmen.<br />

Çünkü Hüseyin Su’ya rağmen Ayfer Tunç da<br />

yalnızlık kıskacında sıkışan orta yaştaki insanlarının<br />

sayısı oldukça fazladır. Ayfer Tunç’un hikâyelerinde<br />

tek başına yaşayan, terk edilip yalnız<br />

kalan, evli oldukları halde yalnız yaşayan veya<br />

evli oldukları halde kendilerini yalnız hisseden,<br />

boşanıp yalnız kalan birçok orta yaşta kişi vardır.<br />

Hüseyin Su’da ise sadece ‘Geride kaldı Gönlün’<br />

(Gülşefdeli Yemeni) ve ‘Ayrılık Makamında Gönül<br />

Ezgisi’ (Aşkın Hâlleri) hikâyelerinde evli olup da


yalnızlık çeken insanlara rastlarız. Ayrıca, Tunç<br />

da aşk acısı çeken orta yaşta erkek ve kadınlara<br />

rastlarken Hüseyin Su’da böyle birileri yoktur.<br />

Sadece ‘Beri Dön Güzel De Yüzün Göreyim’ (Aşkın<br />

Hâlleri) hikâyesinde aşkta bir türlü sebat etmeyen<br />

hercai Ali Dayı’yı görürüz.<br />

Ayfer Tunç’un aşk kırgınları aşkı, yalnızlıktan<br />

kurtulmanın bir yolu olarak seçerler. Aşk, bir<br />

nevi ailede veya toplumda istediğini bulamayan<br />

insanların barınağıdır. Ayrıca orta yaştaki insanlar,<br />

hayatlarını yok edecek kadar aşka bağlıdırlar.<br />

‘Karlar Yolcusu’nda (Aziz Bey Hadisesi) Eşber,<br />

‘Mikail’in Kalbi Durdu’da (Aziz Bey Hadisesi) Mikail,<br />

aşkları yüzünden hayatlarını yitirirler.<br />

Ayfer Tunç’un orta yaşlıları içinde diğer önemli<br />

bir gurubu intiharı düşünen veya bunu eyleme<br />

dönüştüren kişiler oluştururken, Hüseyin Su’da<br />

düşünce bağlamında bile intihar sözü geçmez.<br />

Ayfer Tunç’un orta yaştaki insanlarını intihara sürükleyen<br />

sebeplerin başında ise kaybetmek korkusu,<br />

terk edilmek ve aldatılmak kaygısı gelmektedir.<br />

İntiharda aktif olanlar ise kadınlardır. Diğer<br />

bir grup ise eşlerini aldatanlardır. Gençlerde ihanet<br />

edenler kadınlarken orta yaştaki insanlarda<br />

erkekler öne çıkar. Sadece ‘Doğru’da (Evvelotel)<br />

on beş yıllık evli olan bir kadının başka birinden<br />

çocuk yaptığını öğreniriz. Hüseyin Su’da ise hasta<br />

hâlinde bile eşine büyük bir özveriyle hizmet<br />

eden sadakat abidesi kadınlar yer alır (‘Sen Gelmezsen<br />

Güvercinler Küser’, Aşkın Hâlleri).<br />

Hüseyin Su’nun orta yaşlıları arasında öncelikle,<br />

sabırlı, şefkatli, fedakâr anne ve babalar gelmektedir.<br />

Bu insanlar hayatın gailelerine, manevî<br />

zenginliklere, ahlâki değerlere yaslanarak direnirler.<br />

Ayfer Tunç’ta ise bu tip insanlar yoktur.<br />

‘Halâs’ta (Evvelotel) eşini kaybeden babanın derhal<br />

başka kadınlara dadandığını, porno sitelerine<br />

girdiğini; ailenin diğer fertlerinin ise yoz bir hayat<br />

yaşadıklarını görürüz. Ayrıca Hüseyin Su’da olduğu<br />

gibi Ayfer Tunç’ta topluma yön verecek, olumsuzlukları<br />

ortadan kaldıracak idealist tipler veya<br />

eşine bağlı, sadakat abidesi kadınlar da yoktur.<br />

Diğer taraftan Ayfer Tunç’ta, ahret kaygısı duyan<br />

veya dini hayatı yaşamaya çalışan kişilere de pek<br />

yer verilmez. Sadece ‘Mağara Arkadaşları’nda<br />

(Mağara Arkadaşları) Ayyıldız Apartmanı’nın ka-<br />

317<br />

pıcısı olarak çalışan Rüstem Efendi’nin, “günahlar<br />

içinde debelenerek geçirdiği” 52 kırk küsur yılın.<br />

korkusuyla namaz kıldığını görürüz.<br />

Ayfer Tunç’ta dağlar arasında bir kulübede tek<br />

başına yaşayan makasçı Eşber (‘Karlar Yolcusu’,<br />

Aziz Bey Hadisesi) ve yalnız kalmak için bir adaya<br />

kaçan anlatıcı (‘Tevekkül’, Evvelotel) dışında çoğu<br />

kahraman İstanbul’da, Beyoğlu, Taksim, Şişli gibi<br />

Türkiye’de şehirleşmenin en çok görüldüğü bölgelerde<br />

otururlar. Önemli bir kısmı apartmanlarda<br />

yaşayan bu insanların buluştukları ortak payda<br />

yalnızlıktır. Büyükanne, büyükbaba, dayı, hala,<br />

anne, baba, torun, v.s. gibi büyük aile ortamları<br />

veya komşuluk ilişkileri, dinî hayatları hemen hemen<br />

hiç yoktur. Hatta bir arada yaşayan çekirdek<br />

ailelerde bile yalnızlık en belirleyici yaşam biçimidir.<br />

Birbirinden kopan insanlar, yalnızlık kıskacında<br />

sıkışmışlardır. Huzursuzluk, intihar, aldatma<br />

ise öne çıkan diğer olgulardır. Hüseyin Su’da<br />

ise yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen aile,<br />

kahramanların yaşantısında önemli bir yer tutar.<br />

Su’nun orta yaştaki insanları kentlerde, taşrada<br />

ve köylerde yaşarlar. Köy yaşantısında yoksulluk<br />

ve fakirlik öne çıkar (‘Ana Üşümesi’, ‘Bir Bulanık<br />

Akıntı’, Ana Üşümesi). Kentte yaşayan insanlar<br />

ise şehirleşmenin getirdiği olumsuzluklara, manevî<br />

değerlere sarılarak, sıcak bir aile ortamı yaratarak<br />

direnmeye çalışırlar (‘İbrişimden Yürek<br />

Bağları’, ‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’, Gülşefdeli<br />

Yemeni).<br />

Ayfer Tunç’un hikâyelerinde orta yaş insanlarının<br />

eğitim durumları ve mesleklerine baktığımızda<br />

oldukça zengin bir tabloyla karşılaşırız. Ayfer<br />

Tunç da, öğretim üyesi, avukat, makasçı, gişe<br />

memuresi, kütüphane memuru, muhasebeci,<br />

pansiyoner, polis memuru, klarnetçi, darbukacı,<br />

garson, kürkçü, ziraat mühendisi, yazarlar, doktorlar,<br />

işadamları, pazarlamacılar, hayat kadınları,<br />

meyhaneciler, kapıcılar gibi toplumun değişik<br />

kesimlerinden, çalışan, eğitimli veya eğitimsiz<br />

birçok insan vardır. Hüseyin Su’da ise meslekleriyle<br />

öne çıkan kimse yoktur. ‘Tüneller’de karşımıza<br />

idealist tip ise referanslarını Kur’an’dan<br />

alan biridir. Bir yönüyle Hüseyin Su’da eğitim olgusu,<br />

dinî hatayla iç içedir.<br />

52 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, 33<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

4. YAŞLILAR<br />

4. 1. HÜSEYİN SU’NUN<br />

YAŞLILARI<br />

4. 1. 1. Aşk Kırgını Olanlar<br />

Hüseyin Su’da yaşlılardaki aşk kırgınlıkları<br />

gençlik dönemlerine aittir. Yazarın iki hikâyesinde<br />

de aşk kırgını olan kadınlardır. Bunlardan<br />

birisi sevdiğini askerden kaybettikten sonra aşkı<br />

daha da küllenen Halakız; diğeri ise uğruna her<br />

şeyi göze alarak evlendiği kocası tarafından yalnızlığa<br />

itilen bir babaannedir.<br />

Geleneksel Türk aile yaşantısında gençler, görücü<br />

usulü ile nişanlanıp evlenirler. Bazısı -özellikle<br />

de kızlar- bu süreçte nişanlısını dahi görmezken<br />

bazısı kısa bir sürelik de olsa bu şansı yakalar.<br />

Bu kısacık an, hayal kırıklığına sebep olduğu gibi,<br />

beğeniye ve yıldırım aşka da dönüşebilir. Hüseyin<br />

Su’nun ‘Gülşefdeli Yemeni’ (Gülşefdeli Yemeni)<br />

hikâyesinde böyle bir anlık sürede büyük bir aşkın<br />

doğduğunu görürüz. Hikâyede altmış yaşlarında<br />

karşımıza çıkan Halakız, askere giden nişanlısını<br />

kısa bir süreliğine görüp âşık olan fakat onun<br />

askerde vefatıyla ömür boyu bu acıyla yaşayan<br />

bir kadındır. Aşkına sadık kalan kız, hiç evlenmez.<br />

Ancak genç kız, ömür boyu aşk ateşiyle yanarken<br />

hayattan da kopmaz. Önce baba, sonra da erkek<br />

kardeşinin evinde yaşamaya başlar. Kardeşinin<br />

dört çocuğunu da o yetiştirir. Ev halkı, evin birçok<br />

işini çekip çeviren, kavgaları, çekişmeleri; tatlı<br />

dili ve özveriyle dindiren, evin bereketi, mümin,<br />

dindar, mütevekkil, çalışkan halalarına büyük bir<br />

saygı ve sevgiyle yaklaşırlar. Özellikle çocuklar,<br />

Halakız’ın yaşadığı büyük aşka ve bu aşka duyulan<br />

sadakate gıpta ile bakarlar.<br />

‘Gömleği Yırtık Kırmızı Gül’ (Aşkın Hâlleri) hikâyesindeki<br />

babaanne de birçok yönüyle Halakız’a<br />

benzer. O da eskimeyen aşkların kahramanı gibidir.<br />

Abisinin karşı çıkmasına rağmen sevdiği<br />

adamla evlenir. Mutlu ve huzurlu evlilik, yatalak<br />

olduğu devreye kadar devam eder. Gerçi kocası,<br />

iki yıllık hastalığında karısına her türlü özeni gösterir.<br />

Ancak çevrenin ‘evlen’ baskılarıyla birlikte<br />

bu özen gevşemeye ve zamanla sertliğe dönüşür.<br />

Kocası evlendiğinde kadın yüreğinde bir türlü<br />

sönmeyecek ateşini taşıyarak torununun evine<br />

318<br />

sığınır.<br />

Hikâyenin anlatıcısı, evlerine gelen babaanneye<br />

büyük bir hayranlıkla bağlıdır. Çünkü anne ve<br />

babaları büyük kavgalarla ayrılıp çocuklarına sırt<br />

çevirdiklerine kendilerine kucak açan babaanne<br />

olmuştur. Üç kız kardeşi, küçük yaşlardan itibaren<br />

babaanne büyütmüştür. Anlatıcı onu, “Bir babaanneden<br />

çok, annemiz ve kadın örneğimizdi o” 53<br />

diyerek açıklar. Sadakat abidesi kadın, kocasına<br />

hiç kin beslememesine rağmen onu affetmez<br />

de.<br />

Hikâyede eski ve yeni aşkların yüklendiği mahiyet<br />

de sorgulanır. Babaanne, kasabanın henüz<br />

şehirleşmediği, mahallede herkesin birbirini tanıdığı<br />

bir zamanda büyük bir aşk yaşamıştır. Torunlarına<br />

bu aşkın doğuşunu anlatırken bile yüzü<br />

kızarmakta ve hicap duymaktadır. Anlatıcı, kendisini<br />

ve babaannesini kıyaslarken; babaannenin<br />

emin, güvenli, doygun sevgisinin yanında kendi<br />

aşkının; “ateşle su arasında ince çizgi gibi bir şey”<br />

54 olduğunu, kendilerinin, babaanne ve onun yaşındaki<br />

kadınlar gibi, sevdiklerimizi ve o günleri<br />

hatırlayınca kalplerinin neden kabarmadığını<br />

sorgular.<br />

4. 1. 2. Şefkatli Olanlar<br />

Geleneksel büyük ailelerde dede ve nine, çocukları,<br />

gelinleri ve torunlarıyla bir arada yaşarlardı.<br />

Dede ve nine bir yönüyle evin otoritesi oldukları<br />

gibi, şefkati ve merhametiyle de koruyucu birer<br />

kalkandılar. Özellikle terbiyeye, dinî ve ahlâki değerlere<br />

önem veren, hakkı hukuku gözeten, sevgi<br />

ve saygı çerçevesinde ilişkilerin yürütüldüğü ailelerde<br />

çocuklar daha da sağlam yetişirlerdi. Bilhassa<br />

dede-nine-torun arasındaki sevgi ve şefkat<br />

bağı bu tür ailelerde sıkça rastlanırdı. ‘Yanağımda<br />

Dedemin Sakal İzleri’nde (Gülşefdeli Yemeni)<br />

böyle bir aile konu edilir. Hikâyede bir torunla<br />

dedenin (Hacı Mustafa) sıcak ilişkisi çerçevesinde<br />

geniş bir ailede yaşanan manevi ve huzurlu<br />

atmosfer canlandırılır. Torun, özellikle dedesinin<br />

şefkat ve sevgisinden güç alarak aile içinde şımarmaya<br />

ve ailenin diğer fertleri üzerinde tatlı<br />

bir baskı oluşturmaya çalışır.<br />

53 Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06,<br />

s. 53<br />

54 Su, a. g. e., s. 65


4. 1. 3. Anadolu Esnafı<br />

Hüseyin Su, hikâyelerinde Anadolu’dan farklı<br />

niteliklere sahip insanlar çıkarır. Bunlar içinde<br />

değer verdiği diğer bir kesim de esnaftır. Yazar,<br />

‘Giden Gün Ömürdendir’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyesinde<br />

Nafiz Bey şahsında Anadolu esnaf tipini<br />

yaratır. Ayfer Tunç’ta ise böyle bir tipe rastlayamayız<br />

55 . Nafiz Bey, Anadolu’da bir kasabada<br />

yaşayan, âdeta zamanın dışına düşmüş eski bir<br />

esnaftır. Değişime direnen, at arabalarının tekerlek<br />

seslerini otomobil gürültüsüne tercih eden,<br />

anayolunun asfaltlanmasıyla kasabanın kabuk<br />

değiştirip dönüşmesini kendi yaşama alanının<br />

daralması olarak algılayan, dükkânıyla evi arasındaki<br />

dar bir mesafede yaşayan, müşteriyi aziz<br />

bilen, hilesiz hurdasız mal satan, kimseyi kazıklamayan,<br />

gerek mahalle halkı ve gerekse de Uzun<br />

Çarşı esnafının kendisine saygı duyduğu mümin<br />

ve mütevekkil biridir. Nurullah Çetin, Nafiz Bey’i;<br />

“yenilikçi modernizmin yıkıcılığına, yozluğuna, yavanlığına<br />

ve genel anlamıyla olumsuz boyutuna<br />

direnen olumlu eski ama kalıcı değerlerimizi temsil<br />

eden bir tip” 56 olarak niteler. Değişen şartlara<br />

karşı direnen ve geleneksel Türk esnaflığını korumaya<br />

çalışan Nafiz Bey, “Uzun Çarşı esnâfının<br />

dükkânları yıkıp yenisini yapmalarına, vitrinler<br />

yaptırıp sık sık düzenlemelerine hiçbir zaman gıpta<br />

ile bakma”z. Eski ahşap dükkânında bütün değişmeleri;<br />

“koşuşturmaları, yarışmaları, müşteri çalma<br />

çabalarını” 57 büyük bir kaygıyla izler. Onlara<br />

katılırsa Uzun Çarşı’nın bütün bereketinin kaybolacağına<br />

inanan Nafiz Bey, kapitalist düzenin<br />

maddi yıkıcılığına karşı manevi gücüyle direnen<br />

Anadolu esnafını temsilcisi gibidir.<br />

55 Tunç da meslekleriyle öne çıkanlar genellikle figüratif şahıslardır.<br />

‘Cinnet Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları) Hidayet Çelebi,<br />

yirmi iki yıllık polis memuru, 43 yaşındaki Hayati Temiz bir<br />

işadamı, otuz iki yaşında olan Kerim Genç, Buhara Uzakdoğu<br />

Sporları Kulübü’nde çalışan bir ayakçı, Pala İsmail bir meyhaneci;<br />

‘Ara Renkler Grubu’nda (Mağara Arkadaşları), Behiç, bir pansiyoner,<br />

Bektaş, iç çamaşırı pazarlamacısı; ‘Aziz Bey Hadisesi’nde<br />

(Aziz Bey Hadisesi) Zeki, bir meyhane işletmecisi, Klarnetçi Bahri,<br />

Darbukacı Mercan, Garson Davut aynı meyhanede işçi, Artin,<br />

kürkçü, Toros Beyrut’ta bir meyhaneci olarak genellikle yaptıkları<br />

işlerle anılırlar.<br />

56 Çetin, a. g. e., s. 6<br />

57 Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, Ankara,<br />

<strong>20</strong>06, s. 28-29<br />

3<strong>19</strong><br />

4. 2. AYFER TUNÇ’UN<br />

YAŞLILARI<br />

4. 2. 1. Aşk Kırgını Olanlar<br />

Ayfer Tunç’un yaşlıları içinde aşk kırgını olan,<br />

aşk acısı çeken en önemli kişiler Aziz Bey, Süslü<br />

Yenge ve Ulvi Efendi’dir. Her üç kişi, gençliklerinde<br />

yaşadıkları aşk acısından bir türlü kurtulamamış,<br />

yalnızlıklar içinde vefat etmişlerdir.<br />

Aşkın karasevdaya dönüştüğü, insanın bütün<br />

hayatını kuşatarak onu derbeder ettiği, âdeta<br />

insanı mecnun yapan gerçek bir aşk hikâyesine<br />

‘Saklı’da (Saklı) rastlarız. Hikâyede Süslü Yenge,<br />

toplum tarafından hor görülen, dışlanan, dalga<br />

geçilen ve sadece eğlenmek için yüzüne bakılan<br />

yaşlı ve çelimsiz bir kadındır. En çılgın renklerle<br />

boyandığı için ‘süslü yenge’ diye dalga geçilen bu<br />

yaşlı kadın, Zembilli Göçmen’le evlidir. Pera’nın<br />

arka sokaklarında oturan Süslü Yenge’nin bu şehre<br />

ne zaman geldiği, göçmen kocasıyla nasıl tanışıp<br />

evlendiğini kimseler bilmez. Ancak bilinen en<br />

önemli hikâyesi, bir zamanlar bir bahriyeliye (tıbbiyeli<br />

de olabilir) âşık olduğu ve terk edildikten<br />

sonra içindeki aşkın daha da küllendiğidir. Ömrü<br />

eski âşığına söyleyeceği bir çift sözün beklentisiyle<br />

geçer. Kendisine âşık olan Zembilli Göçmen<br />

de, ilk karısı tarafından terk edildikten sonra insanların<br />

yüzüne hınçla, öfkeyle bakan, haftanın<br />

yedi gününü pazarda geçiren, yaşlı birisidir. O da<br />

Süslü’nün bir gün kendisine âşık olacağı günün<br />

ateşiyle yanar. Yazar, kapı kapı dolaşıp insanlara<br />

aşkını anlatan, çocukluk günlerinin bu yabansı<br />

kadına karşı derin bir sevgi ve acıma duyar. Onu<br />

son gördüğünde bacaklarını tutmaz olduğunu ve<br />

bir süre sonra öldüğünü belirtir.<br />

‘Aziz Bey Hadisesi’nde (Aziz Bey Hadisesi) de<br />

benzer bir aşk olayıyla karşılaşırız. Aziz Bey, hayatının<br />

önemli bir kısmını tambur icra ederek<br />

geçirmiş; “hem ince ruhlu, duygulu hem dediğim<br />

dedik, başı dik.” 58 , gururlu, kibirli, inatçı, alttan<br />

almayan, yalvarmayan, eğilip bükülmeyen çok<br />

önemli biri olma hevesini tamburî olarak tanınarak<br />

gideren fakat gözden düştükten sonra unutulup<br />

giden, sıkıntılar ve yoksunluklar içinde vefat<br />

etmiş birisidir.<br />

58 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 5<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Aziz Bey’in aşk dramı Maryam adında Yahudi<br />

bir kızla başlar. Yakışıklı bir genç olan ve birçok<br />

kadını kendine âşık eden Aziz Bey, Maryam’la<br />

tanıştıktan sonra durulur. Ancak bir süre sonra<br />

Maryam, ailesiyle birlikte Beyrut’a taşınır. Aziz<br />

de ailesini bırakıp onun peşinden gider. Ancak<br />

Beyrut’ta, Maryam’ı ancak üç kez görebilir. Çünkü<br />

Maryam için geçici olan bu aşk çoktan bitmiştir.<br />

Aziz’deki aşk acısına gurbette yalnızlık ve parasızlığın<br />

hüznü de çöker. Üstelik aşk acısı, zamanla<br />

daha da küllenip Aziz’in bütün hayatını kuşatır.<br />

Aziz, “yaşanacak yılların tümünü Maryam’ı unutmak,<br />

onun umursamaz ve vefasız halinin ruhunda<br />

yarattığı ezikliği giderebilmek için harcadıysa da,<br />

başaramaz.” 59<br />

‘Alafranga İhtiyar’da (Mağara Arkadaşları) da<br />

Hüseyin Ulvi Efendi, Konservatuar’da hizmetli<br />

olarak emekli olduktan sonra bir apartmanda kapıcı<br />

olarak çalışmaktadır. Erzurum’dan İstanbul’a<br />

geldikten sonra burada kalmış ve memleketine<br />

hiç dönmemiştir. Konservatuar öğrencilerinden<br />

birine âşık olan ve bu kızı hiçbir zaman unutamayan<br />

Ulvi Efendi, anne ve babasının zoruyla<br />

memleketinden biriyle evlenmiş; ancak eşinin<br />

başkasına âşık olduğunu öğrendikten sonra sevenleri<br />

evlendirmiştir. Aşkın yüceliğine saygı duyan<br />

ilginç bir kişidir. Hikâyesinin en ilginç yanı,<br />

köylü kıyafetiyle ama şık olarak giyinip emekli<br />

olduktan sonra Klâsik Batı müziği konserlerinin<br />

müdavimi olmasıdır. Okul sıralarında temizlik yaparken<br />

âşina olduğu bu müzik, emekli olduktan<br />

sonra Ulvi Efendi’de bir özleme dönüşür ve yaşlı<br />

adam kapıcılık yapmasına rağmen o civarda Batı<br />

müziği seyretmeye giden tek kişi oluverir.<br />

‘Önemsizlik’ (Saklı) hikâyesinin kahramanı Nesim<br />

ise ilerlemiş yaşına rağmen, çocukluk arkadaşı<br />

Davit’in kızı Ester’e âşık olur. Ancak aşkına<br />

karşılık bulamadığı için acı çeker. Ester’in kendisine<br />

yaşlı demesinden sonra onu evden kovar ve<br />

ortalıktan kaybolur. Bir hafta sonra vefat eder.<br />

Ayfer Tunç’ta ayrıca ‘Siz ve Şakalarınız’da (Mağara<br />

Arkadaşları) yetmiş altı yaşlarındaki bir huzur<br />

evi sakinin komşusu Samim Bey’i kaybettikten<br />

sonra aşk acısı çektiğini görürüz.<br />

59 Tunç, a. g. e., s. 48<br />

3<strong>20</strong><br />

4. 2. 2. Yalnızlık Kıskacında Sıkışanlar<br />

Ayfer Tunç’un hikâyelerinde yalnızlık kıskacında<br />

sıkışan yaşlıların hemen hemen hepsi, tek<br />

başına yaşamak zorunda bırakılan (olan) insanlardır.<br />

Bunların bir kısmı da toplum tarafından<br />

dışlanmış, içe kapanık yaşlılardır. Yaşlılığa kimsesizliğin<br />

ağır baskısı da eklenince hayat çekilmez<br />

olur. Bazıları ölümü bir kurtuluş olarak görürler.<br />

‘Gençlik Sabah Çiyidir’ (Mağara Arkadaşları) hikâyesinde<br />

tek başına yaşayan bir adam, yaşlılığın<br />

getirdiği ruh hâli içinde kendisini ölüme yakın<br />

hisseder ve hatta bunu büyük bir arzuyla ister:<br />

“Ne zaman o ilahi ve sonsuz uykuya, huzur veren<br />

büyük yalnızlığa erişeceğim, ıstırap hâline gelen bu<br />

hayat, beni daha ne kadar peşi sıra sürükleyerek,<br />

günden güne, seneden seneye dolaştırıp duracak?<br />

Yorgunum, çok bitkinim…” 0<br />

‘Soğuk Geçen Bir Kış’ta (Aziz Bey Hadisesi) da<br />

Semavi Bey, hamamda göbek taşında vefat eden,<br />

yaşlı ve yalnız biridir. Annesini kaybettikten sonra<br />

hayatı boyunca despot bir babanın gölgesinde<br />

yaşayan Semavi Bey, evlendikten sonra bütün<br />

sevgisini eşine yöneltir. Bu tutku o kadar büyür<br />

ki bir an olsun eşini yalnız bırakmaz. Kadın da bu<br />

aşırı ilgiden bunalarak intihar eder. Semavi Bey;<br />

artık “koca şehirde, koca ülkede, koca dünyada”<br />

kendisini yapayalnız hisseden 61 zavallı bir adamdır.<br />

Yaşlanmış biri olan Samavi Bey’in hayatının<br />

önemli bir kısmı köhne bir apartmanda, bir oda<br />

ve salonda geçirir. Yaşlandığı günden beri vücudunu,<br />

“nereye gitse peşinden gelen, manasız bir<br />

sevgiyi ona vermek için çabalayan bir köpek gibi”<br />

görmektedir . Geçimini bir süre babasının değer<br />

verdiği ne varsa, onları tek tek satarak geçiren<br />

ancak satacak eşya kalmadıktan sonra da daha<br />

da çaresiz kalan Semavi Bey, kışın dondurucu<br />

soğuğundan kaçarken ısınmak için gittiği bir hamamda<br />

göbek taşında vefat eder.<br />

‘Mozart’ın Son Zartı’nda (Saklı) Şebnem, ayrı<br />

ayrı evlilikler yapan anne ve babanın itilip kakmaları<br />

ve kabullenmeyişleri içinde yaşamış talihsiz<br />

bir kadındır. Üvey annesi ve kendisine sar-<br />

60 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 86<br />

6 Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 8<br />

62 Tunç, a. g. e., s. 4


kıntılık eden üvey babasından da kaçan Şebnem,<br />

ninesinin yanında büyümüş o öldükten sonra da<br />

yurtlarda kalmış, hayatın zorluklarıyla küçük yaşlarda<br />

karşılaşmış bir kızdır. Kendisini arkadaşlarına<br />

sevdirmek ve bir yönüyle de hayata tutunmak<br />

için uydurduğu yalanların dünyasında yaşayan<br />

Şebnem, yaşlandıktan sonra daha da yalnızlaşır.<br />

‘Ay Bakıyor’da (Saklı) Ben Anlatıcı, yaşlı ve yalnız<br />

bir annedir. Bir köyde bağ evinde yaşarken<br />

kocası Atabey tarafından terk edilir. Hikâyenin<br />

devamı olan ‘Hiçbir Hikâye Göründüğü Kadar Temiz<br />

Değildir’de, (Evvelotel) Selva adındaki bu kadının<br />

kardeşlerinin zengin bir miras için kocasını<br />

öldürdüklerini ve kadının hâlâ yalnız ve kimsesiz<br />

yaşadığını okuruz.<br />

Ayfer Tunç’ta ayrıca ‘Siz ve Şakalarınız’da<br />

(Mağara Arkadaşları) huzur evine sığınan yetmiş<br />

sekiz yaşlarındaki Samim Bey; ‘Cinnet<br />

Bahçesi’nde (Mağara Arkadaşları) Suna Eren ve<br />

kocası; ‘İhtilaller Neye Benzer’de (Saklı) annesini<br />

ve sevgilisini kaybederek toplum dışına düşmüş<br />

anlatıcı; ‘Mozart’ın Son Zartı’nda (Saklı) Asil,<br />

‘Mağara Arkadaşları’nda (Mağara Arkadaşları)<br />

Ayyıldız Apartmanı’nda oturan, herkesle kavgalı,<br />

kimseyle geçinemeyen, “umursuz, alabildiğine<br />

pis” olan Bunak İhtiyar; yaşlı, yorgun, yalnız ve<br />

kimsesiz insanlardır.<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un hikâye kişileri içinde<br />

ikinci yaş gurubunu yaşlılar oluşturmaktadır.<br />

Her iki yazarın yaşlıları içinde bir başlık altında<br />

toplayabileceğimiz sadece ‘aşk kırgınları’dır. Bunun<br />

dışında ortak paydada kategorize edebileceğimiz<br />

yaşlılar yoktur. Ancak yaşlı deyince insanın<br />

aklına ister istemez yalnızlık gelir. Birçok yaşlı,<br />

elden ayaktan düşüp yalnız başına kalmaktan<br />

korkarlar. Kimisi eşini kaybederek kimi de çoluk<br />

çocuğundan koparak tek başına kalır. Ancak geleneksel<br />

büyük ailelerde yaşlı insanlara sahip çıkılır,<br />

kendilerine saygı ve sevgiyle yaklaşılır. Ayfer<br />

Tunç’un yaşlılar içinde en büyük gurubu yalnızlık<br />

kıskacında sıkışanlar oluşturur. Ancak Hüseyin<br />

Su’da bu tip yaşlılara rastlanmaz. Hüseyin Su’nun<br />

yaşlıları yalnızlık çeken, tek başına yaşayan, dışlanmış<br />

kişiler değil aksine geniş bir aileye sahip;<br />

63 Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, 29<br />

321<br />

bazısı, çocukları, gelinleri ve torunlarıyla bir arada<br />

yaşayan insanlardır. İnsanların yaşlılarda en<br />

çok görmek istedikleri şefkat hissine de Hüseyin<br />

Su’da rastlayabiliriz.<br />

Hüseyin Su’da ve Ayfer Tunç’ta bazı yaşlılar,<br />

gençliklerinde yaşadıkları aşk acılarıyla öne çıkarlar.<br />

Bu aşk kırgınları, her iki yazarda da âdeta<br />

eski hikâyelerde görülebilecek gerçek aşkı<br />

tadarlar. Samimi, içten ve sıcak.. Özellikle de<br />

kavuşamamak noktasında. Ayfer Tunç’un kahramanı<br />

Aziz Bey (‘Aziz Bey Hadisesi, Aziz Bey Hadisesi),<br />

sevdiği kadının peşinden her şeyi göze alıp<br />

Beyrut’a kadar gider. Ancak Maryam’ın kendisini<br />

sevmediğini geç anlar. Ömrü boyunca yüreğinden<br />

bu aşk acısını atamaz. Süslü Yenge de (‘Saklı’,<br />

Saklı) gençliğinde kendisini terk eden sevgilisini<br />

bir türlü unutamaz ve onun yüzünden sokaklara<br />

düşüp deli divane olur. Mecnun gibi her gördüğüne<br />

aşkını anlatır. Ulvi Efendi (‘Alafranga İhtiyar’,<br />

Mağara Arkadaşları), hademelik yaparken gördüğü<br />

bir öğrenciye âşık olur ve bu aşk ömür boyu<br />

onun hayatını kuşatır. Hatta evlendikten sonra<br />

eşinin başka birisini sevdiğini fark edince aşka<br />

duyduğu saygıdan dolayı onların evlenmelerine<br />

izin verir. Her üçü de evlenmelerine rağmen<br />

gençlik aşklarını unutmazlar.<br />

Hüseyin Su’nun aşk acısı çeken yaşlısı ise bir<br />

hala ve bir babaannedir. Altmış yaşlarında olan<br />

Halakız (‘Gülşefdeli Yemeni’, Gülşefdeli Yemeni),<br />

nişanlısını askere girmeden önce bir kez görmüş<br />

ve vurulmuştur. Ancak bu onu son görüşüdür.<br />

Çünkü nişanlısı askerde vefat eder. Hala, bir kez<br />

görüp unutamadığı nişanlısı için bir daha evlenmez.<br />

Bu aşkı kutsal bilir ve yüreğinin en sıcak yerinde<br />

saklar.<br />

Hüseyin Su ve Ayfer Tunç’un yaşlıları arasında<br />

belirleyici en önemli özellik aile yaşantılarıyla<br />

ilgili olarak karışımıza çıkar. Ayfer Tunç’un yaşlıları,<br />

önemli oranda yalnızdırlar. Yalnız kalmalarında<br />

sevgisizliğin çok büyük payı vardır. ‘Soğuk<br />

Geçen Bir Kış’ta (Aziz Bey Hadisesi) Semavi Bey,<br />

annesini kaybettikten sonra despot bir babanın<br />

‘zalimliği’ altında büyümüş, eşi de intihar edince<br />

bu dünyada tamamen yalnız kalmıştır.<br />

Ayfer Tunç’un yaşlılarının çevrelerinde onları<br />

koruyacak, sahip çıkacak ne bir evlat ne bir ye-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ğen ne bir torun vardır. Onun yaşlıları, sıcak bir<br />

aileden, dede-torun ilişkisinden, su getirecek bir<br />

gelinden, üzerlerini örtecek şefkatli bir elden;<br />

kısaca, yaşlılıkta en çok ihtiyaç duyulan ‘sevgi’<br />

ve ‘huzur’ ortamından yoksundurlar. Hüseyin<br />

Su’nun yaşlılarının çevreleri ise sıcak bir aile yumağıyla<br />

örülmüştür. ‘Yanağımda Dedemin Sakal<br />

İzleri’ (Gülşefdeli Yemeni) hikâyesinde torunuyla<br />

sıcak bir diyalogu olan Hacı Mustafa, kalabalık<br />

bir aileye sahip, herkesin sevdiği ve saygı duyduğu<br />

biridir. Geniş bir ailenin sevgi ve saygı çerçevesinde<br />

bir arada yaşarlar. Hikâyede ailenin bir<br />

Ramazan ayındaki yaşantısı, onların din olgusuna<br />

büyük değer verdiğini göstermektedir. İslam’ın<br />

yaşlılara, büyüklere verdiği değerin sorgulandığı<br />

hikâyelerde büyükler geleneği temsil ettikleri<br />

için olumludurlar. Ayfer Tunç’un yaşlılarında ise<br />

böyle kaygılar öne çıkarılmaz.<br />

Ayfer Tunç’un yaşlılarının oturdukları yerler,<br />

gençler ve orta yaşlılarda olduğu gibi, İstanbul,<br />

Taksim, Beyoğlu taraflarıdır. Eğitim düzeyleri ise<br />

pek yüksek değildir. Yaşlılığın etkisiyle de kişilerin<br />

mesleklerine pek yer verilmez. Ancak yine de<br />

belirtilen meslekler arasında müzisyen, hizmetli,<br />

kapıcı, pazarcı, şarkıcılar öne çıkmaktadır. Hüseyin<br />

Su’nun yaşlıları arasında ise Anadolu esnaf<br />

tipi göze çarpar. ‘Giden Gün Ömürdendir’ (Gülşefdeli<br />

Yemeni) hikâyesinin kahramanı Nafiz Bey,<br />

Anadolu’da bir kasabada yaşayan eski bir esnaftır.<br />

İşine gücüne bağlı, harama el sürmeyen, müşteriyi<br />

velinimet gören, saygıda kusur etmeyen,<br />

helal kazançla geçinen, komşusunun ekmeğinde<br />

gözü olmayan, yardımlaşmaya ve dayanışmaya<br />

değer veren ve daha birçok olumlu özelliğiyle bu<br />

eski Anadolu esnaf tipini temsil eder.<br />

SONUÇ<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> müdahalesi, birçok sanat ve edebiyat alanında<br />

olduğu gibi Türk hikâyesinde de ideolojik<br />

tercihler üzerinde bir baskı oluşturdu. <strong>80</strong> öncesinin<br />

sınıf mücadeleleri, sağ-sol çatışmalarını esas<br />

alan saplantılar yavaş yavaş ortadan kalkmaya<br />

başladı. Hikâyelerini <strong>19</strong><strong>80</strong>’den sonra yayımlamaya<br />

başlayan Hüseyin Su ve Ayfer Tunç da sanatı<br />

ideolojiye indirgeyen bir anlayışı reddettiler.<br />

Ancak hikâye konusunda benzer bazı görüşlere<br />

322<br />

sahip olmalarına rağmen her iki yazar da farklı<br />

niteliklere sahip kişiler kurgulamışlardır. Bilhassa<br />

hikâyelerini ‘hayat’ın içinden seçmeye gayret<br />

eden her iki yazarın faklı kişiler kurgulamaları<br />

dikkat çekicidir.<br />

Hüseyin Su hikâyelerinde, yitip giden güzellikleri<br />

temsil eden, manevi zenginliği önemseyen,<br />

olumlu bir insan profili oluşturmaya çalışır. Saf<br />

ve masum duruşuyla çocuklar; şefkat, sevgi, sadakat,<br />

fedakârlık gibi nitelikleriyle yaşlılar, Hüseyin<br />

Su’nun öne çıkan insanlarıdır. Gençler ise<br />

özellikle yeniyi temsil ettikleri için pek de olumlu<br />

nitelik taşımazlar. Yenilik, özellikle gençlerin, çelişki<br />

ve çatışma yaşamalarına, çevresiyle uyuşmazlıklarına,<br />

büyük şehirlerde yitip gitmelerine<br />

sebep olabileceği için olumsuzdur. Ancak geleceğe<br />

ümitle bakan Hüseyin Su, gençlerin sıkıntılarını,<br />

özellikle şefkatli ve sabırlı annenin kollarında<br />

gidermeye çalışır. Dinî hayatın kuşatıcılığı ise birçok<br />

kahraman üzerinde olumlu etki bırakır.<br />

Ayfer Tunç ise genellikle ‘yalnız’ ve ‘kederli’<br />

insanları kurgular. Çoğunluğu büyük şehirlerde<br />

yitip giden, kimisi intihar eden, terk edilen,<br />

aldatan, boşanan, içe kapanık, kederli, hüzünlü,<br />

yalnız, kimsesiz insanlar… Bu insanların yalnızlığını<br />

ne aile ne aşk ne de manevî zenginliklerle<br />

dolu bir hayat yenebilir. Onda çocukluk anıları<br />

bile olumsuz nitelikleriyle karşımıza çıkar. Hüseyin<br />

Su, ‘Yanağımda Dedemin Sakal İzleri’nde<br />

geniş bir ailede sevgi ve şefkat hissine boğulan<br />

mutlu bir torun portresi çizerken, Ayfer Tunç<br />

‘Fehime’de çalışmak zorunda kalan küçük bir erkek<br />

çocuğun, yaşlı bir turist tarafından tecavüze<br />

uğramasını konu alır.<br />

Ayfer Tunç ve Hüseyin Su’nun hikâyelerinde<br />

birbirlerinden farklı insan profili çıkartmalarında,<br />

yaşanılan çevre, din, gelenek, aile, kent, kasaba<br />

kültürü, eğitim düzeyi, toplumsal ahlâk anlayışı<br />

gibi pek çok değerin önemli bir rolü vardır. Ayfer<br />

Tunç’un insanları şehirlidir. Ailelerinden kopukturlar.<br />

‘Öte dünya’ kaygısı yaşamazlar. Hikâyelerinde<br />

genellikle Anadolu insanını çizmeye çalışan<br />

ve kişilerin çevresini köy, kasaba ve kırsal bölgelerle<br />

oluşturan Hüseyin Su, aileye ve manevî zenginliklere<br />

önem verir. Ancak, her ne kadar farklı<br />

nitelikte hikâye kişileri kurgulasalar da esasında


iki yazar da Türkiye gerçeğini yansıtırlar. Hüseyin<br />

Su ve Ayfer Tunç, bu ülkede ortaya çıkabilecek insanların<br />

hikâyesini yazmışlardır. Bunda oldukça<br />

da başarı sağlarlar.<br />

KAYNAKÇA<br />

“Ayfer Tunç’la Öykü Serüveni Üzerine”, (Konuşan: Abdullah Harmancı),<br />

Hece, S: 87, Mart <strong>20</strong>04.<br />

“Ayfer Tunç’la Söyleşi”, (Konuşan: Feridun Andaç), http: // www.<br />

40ikindi. Com / edebiyat / oku. php?id=327<br />

“Her Türlü Kaybetmişe İlgi Duyarım.” (Konuşan: Ilgın Sönmez), Akşam-lık,<br />

S: 86, 28 Aralık <strong>20</strong>03.<br />

“Hüseyin Su: Türk öykücülüğü kendi benine, kodlarına, diline yabancılaşıyor.”<br />

(Konuşan: Nalan Barbarosoğlu), Hürriyet Gösteri, S:<br />

277, Ocak <strong>20</strong>06.<br />

“Kendine Bir Öykü Yaratanlara Hayranlık Duyarım”, (Konuşan: Sırma<br />

Köksal), Picus, S:7, Şubat <strong>20</strong>04.<br />

“Yılın Sanat Olayları”, Milliyet Sanat, S: 231, Ocak <strong>19</strong>90, s. 3-4<br />

Ayfer Tunç, Aziz Bey Hadisesi, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06.<br />

Ayfer Tunç, Evvelotel, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06.<br />

Ayfer Tunç, Mağara Arkadaşları, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>06.<br />

Ayfer Tunç, Taş-Kâğıt-Makas, Can Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>05.<br />

Cemal Şakar, “Hüseyin Su İle Söyleşi”, Hüseyin Su Kitabı, Nehir Yayınları,<br />

İstanbul <strong>20</strong>05.<br />

Handan İnci Elçi, “Tunç’un Öykülerinde Deneyimin Aktarılışı”, Virgül,<br />

S: 78, Kasım <strong>20</strong>04.<br />

Hüseyin Su, “Öykümüzün Hikâyesi”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel<br />

Sayısı), S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00.<br />

Hüseyin Su, “Takvim Yırtıkları”, Hece, S: 85, Ocak <strong>20</strong>04.<br />

Hüseyin Su, Ana Üşümesi, Hece Yayınları, Ankara, <strong>19</strong>99.<br />

Hüseyin Su, Aşkın Hâlleri, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06.<br />

Hüseyin Su, Gülşefdeli Yemeni, Hece Yayınları, Ankara, <strong>20</strong>06.<br />

Necip Tosun, “Aşk Kırgınları, Yalnızlık Ve Ölüm: Ayfer Tunç Öykücülüğü”,<br />

http: // tosunnecip. blogcu. com / 2952363<br />

Nurullah Çetin, “Hüseyin Su’nun Hikâyeleri”, Hüseyin Su Kitabı, Nehir<br />

Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05.<br />

Soruşturma, “Ayfer Tunç”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı),<br />

S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00.<br />

Soruşturma, “Hüseyin Su”, Hece (Türk Öykücülüğü Özel Sayısı),<br />

S: 46-47, <strong>Ekim</strong>-Kasım <strong>20</strong>00.<br />

Şaban Sağlık, “Değerli Öyküler Yahut Hüseyin Su’nun ‘Gülşefdeli<br />

Yemeni’ Kitabındaki Öykülerde ‘Değerler”, Hüseyin Su Kitabı,<br />

Nehir Yayınları, İstanbul <strong>20</strong>05.<br />

323<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

SEVİNÇ ÇOKUM’UN<br />

MAĞRİP HİKÂYELERİ<br />

Özet: Bildiri konumuz, yazarın <strong>19</strong>94 yılında<br />

yaptığı Fas gezisinin ardından kaleme aldığı ve<br />

<strong>19</strong>98 yılında kitaplaşan Beyaz Bir Kıyı 1 isimli hikâye<br />

kitabıdır. Bu eserin Sevinç Çokum’un hikâye ve<br />

roman coğrafyasında ayrı bir yeri vardır. Hikâyelerinde<br />

daha çok orta sınıf insanın günlük yaşantısını,<br />

ruh hallerini, yaşadıkları geleneksel kokulu<br />

sokakları işleyen yazar, romanlarında tarihî zaman<br />

ve mekânı da kullanarak coğrafyasını Rumeli,<br />

Kırım, Anadolu ve Avustralya’ya genişletir.<br />

Çokum, Beyaz Bir Kıyı ile diğer eserlerinden farklı<br />

bir coğrafyaya, Mağrib-i Aksa’ya yani Fas’a açılır.<br />

Tabii yine şehirlere sokaklarından ve sokaklarında<br />

dolaşan insanlarından bakar.<br />

Biz bu bildirimizde kitaptaki hikâyeleri, çoğulcu<br />

(eklektik) inceleme yöntemiyle ele alacağız.<br />

Hikâyeleri üslubu, bakış açısı, zaman ve mekânın<br />

kullanımı, karakterler ve fikirler açısından değerlendirmeye<br />

çalışacağız.<br />

Anahtar kelimeler: Sevinç Çokum, Küçük<br />

Öykü, Bakış Açısı, Gelenek-Modernite,Üslup<br />

Sevinç Çokum, Beyaz Bir Kıyı, İstanbul 998, 2 s.<br />

324<br />

Öğr. Gör. İsa KOCAKAPLAN<br />

İstanbul Kültür Üniversitesi<br />

Magrib Stories Of<br />

Sevinç Çokum<br />

Abstract: The theme of our declaration is the<br />

book called “A White Coast”, which became a<br />

book in <strong>19</strong>98, after its author’s trip to Morocco in<br />

<strong>19</strong>94. This work has a very special place in Sevinç<br />

Çokum’s literal career. Although she is treats the<br />

daily life of middle class people, their moods, the<br />

streets that they live in which smell like tradition<br />

in her short short stories, at the same time she<br />

widens her geography to Rumelia, Crimea, Anatolia<br />

and Australia in her novels, with using historical<br />

constituents. With the book “A White Coast”,<br />

Çokum expands to a different geographics:<br />

She expands to Mağrib-i Aksa, known as Morocco.<br />

Certainly, she keeps on looking to the cities from<br />

the eyes of people who breathe in their streets.<br />

In this declaration, we will deal the included<br />

short short stories with the eclectic method of<br />

investigation. We will try to evaluate these stories<br />

in terms of stylistics, point of view, applications of<br />

time and places, characters and ideas<br />

Key Words: Sevinç Çokum, Short Short Story,<br />

Point of View, Tradition-Modernity, Stylistics


Sevinç Çokum yazı hayatına <strong>19</strong>72 yılında yazdığı<br />

bir hikâye ile girer: Bir Eski Sokak Sesi… Bu hikâye,<br />

Mehmet Çınarlı’nın çıkardığı Hisar Dergisi’nin Şubat<br />

<strong>19</strong>72 tarihli sayısında yayımlanır. Yazar aynı<br />

yıl, yazdığı hikâyeleri Eğik Ağaçlar isimli kitabında<br />

toplar. Bu, yazarın aynı zamanda ilk kitabıdır.<br />

Daha sonraki yıllarda yazar, bir yandan hikâye<br />

yazmayı sürdürürken, diğer yandan romanlar kaleme<br />

almaya başlar. Genelde hikâyeciler, romana<br />

geçtikten sonra bir daha hikâyeye dönmek istemezler.<br />

Onlar için hikâye, aşılması gereken bir<br />

menzildir, aşıldıktan sonra da roman yoluna girerler<br />

ve o yolda devam ederler.<br />

Sevinç Çokum, hikâye ile romanı beraber götürebilen<br />

yazarlardandır. Eserlerine bir göz attığımızda<br />

bu durumu açıkça görürüz:<br />

Hikâyeleri:<br />

Eğik Ağaçlar (<strong>19</strong>72), Bölüşmek (<strong>19</strong>74), Makina<br />

(<strong>19</strong>76), Derin Yara (<strong>19</strong>84), Onlardan Kalan (<strong>19</strong>87).<br />

Bu kitaplar birleştirilerek, Bir Eski Sokak Sesi,<br />

Evlerinin Önü, Onlardan Kalan adlarıyla Ötüken<br />

Yayınlarınca yeniden yayımlanır (<strong>19</strong>93). Rozalya<br />

Ana ( <strong>19</strong>93), Beyaz Bir Kıyı (Fas’ta geçen hikâyeleri<br />

<strong>19</strong>98), Gece Kuşu Uzun Öter (<strong>20</strong>01).<br />

Romanları:<br />

Zor (<strong>19</strong>77), Bizim Diyar (<strong>19</strong>78), Hilâl Görününce<br />

(<strong>19</strong>84), Ağustos Başağı (<strong>19</strong>89), Çırpıntılar (<strong>19</strong>91),<br />

Karanlığa Direnen Yıldız (<strong>19</strong>96), Deli Zamanlar<br />

( <strong>20</strong>00), Gülyüzlüm (Tefrika roman olarak yazılışı<br />

<strong>19</strong>88, kitaplaşması <strong>20</strong>03 ), Gece Rüzgârları<br />

(<strong>20</strong>04), Tren Burdan Geçmiyor (<strong>20</strong>07).<br />

Gazete Yazıları:<br />

Güzele Bakan Karınca (<strong>19</strong>97), Vaktini Bekleyen<br />

Tohum (<strong>20</strong>00).<br />

Anlatı: Hevenk- Kayıp İstanbul (<strong>20</strong>03).<br />

Radyoya Uyarlanmış Eserleri:<br />

Atatürk’le Mülâkatlar ( Prof. Dr. İnci Enginün’le<br />

birlikte), Hilâl Görününce, Ağustos Başağı (İstanbul<br />

Radyosu ).<br />

325<br />

Televizyona Uyarlanmış<br />

Eserleri:<br />

Beyaz Sessiz Bir Zambak TRT 2 de, Yeniden<br />

Doğmak adlı 4 bölümlük dizisi TRT 1 de yayınlanır.<br />

2<br />

Bu tablo bize, Sevinç Çokum’un verimli bir yazar<br />

olmasının yanı sıra, edebî türlerde ilgi alanının<br />

hayli geniş olduğunu da gösterir.<br />

Yukarıdaki listeye göre yazarın son hikâye kitabı<br />

<strong>20</strong>01 yılında, son romanı ise <strong>20</strong>04 yılında yayımlanmıştır.<br />

Sevinç Çokum hâlen Türk Edebiyatı,<br />

Varlık, Gösteri gibi dergilerde hikâyelerini yayınlamayı<br />

sürdürmektedir.<br />

<strong>19</strong>72 yılında başlayan ve 35 yıldır devam eden<br />

yazarlık süreci, Sevinç Çokum’a edebî hayatımızda<br />

seçkin bir yer kazandırmaktadır. Çokum kolaya<br />

kaçmayan, insanın iç dünyasının derinliklerine<br />

dalan, söz sanatlarını tabii olarak taşıyan üslubu;<br />

hikâye ve romanlarını teknik açıdan titizlikle örüşü,<br />

slogan düzeyine asla inmeyen millî hassasiyeti<br />

ile araştırıcıların dikkatini daima üzerine çekecek<br />

bir yazar olarak görünmektedir.<br />

***<br />

Bildiri konumuz, yazarın <strong>19</strong>94 yılında yaptığı<br />

Fas gezisinin ardından kaleme aldığı ve <strong>19</strong>98 yılında<br />

kitaplaşan Beyaz Bir Kıyı isimli hikâye kitabıdır.<br />

Bu eserin onun hikâye ve roman coğrafyasında<br />

ayrı bir yeri vardır. Hikâyelerinde daha çok<br />

orta sınıf insanın günlük yaşantısını, ruh hallerini,<br />

yaşadıkları geleneksel kokulu sokakları işleyen<br />

yazar, romanlarında tarihî zaman ve mekânı da<br />

kullanarak coğrafyasını Rumeli, Kırım, Anadolu ve<br />

Avustralya’ya genişletir. Çokum, Beyaz Bir Kıyı ile<br />

diğer eserlerinden farklı bir coğrafyaya, Mağrib-i<br />

Aksa’ya yani Fas’a açılır. Tabii yine şehirlere sokaklarından<br />

ve sokaklarında dolaşan insanlarından<br />

bakar.<br />

Sokak, Sevinç Çokum’a bize söylediklerinden çok<br />

farklı şeyler söyler. Kapı önlerinde oturan kadınların<br />

gündelik hareketlerinden herhangi biri, yazarı,<br />

o kişilerin iç dünyasına götürmeye yeter. “Sokak”<br />

unsurunun yazarın sanatında ne kadar önemli ol-<br />

2 İhsan Işık, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi,<br />

C. 3, Ankara <strong>20</strong>06; http://www.sevinccokum.info/tr/Eserleri/c.85.html,<br />

Erişim tarihi: 2.09.<strong>20</strong>07<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

duğunu anlamak için ilk hikâyesinin adına bakalım:<br />

Bir Eski Sokak Sesi… Yazar daha sonra <strong>19</strong>90’lı<br />

yıllarda hikâye kitaplarını yeniden yayımlarken,<br />

Eğik Ağaçlar ve Bölüşmek isimli kitaplarını tek kitap<br />

halinde birleştirir ve ona Bir Eski Sokak Sesi<br />

adını verir. <strong>19</strong>72 yılından 21 yıl sonra ilk hikâyesinin<br />

isminde karar kılar. Bu, yazarın, sokağı yaşayan<br />

canlı bir varlık, insanların ruhunu yansıtan bir<br />

ayna olarak kabul ettiğini gösterir. Beyaz Bir Kıyı<br />

isimli kitapta da bu bakışa sık sık rastlayacağız.<br />

Eser, 13 hikâyeden meydana gelir:<br />

1. Güle Adanmış Satırlar<br />

2. Kalbimde Ziryab’ın Şarkıları<br />

3. Yoksulluğun Güleryüzü<br />

4. Duygu Çağıymış o Çağ<br />

5. Attarin Sokağı<br />

6. Râyihası Uçmuş o Gülün<br />

7. Bedevî Duygularla<br />

8. Endülüs Kavşağında<br />

9. Âhım<br />

10. Uzun Kalan Güneş<br />

11. Aziz’in Seccadesi<br />

12. Çarşı ve Satıcı<br />

13. Naime’yle Son Buluşma<br />

Bu hikâyelerin hemen tümü; günlük hayattan<br />

kesitleri anlatmasıyla, yoğun ve çağrışım dolu<br />

üslubuyla, anı yaşarken birden tarihî zamana, ardından<br />

sonsuza uzanıvermesiyle, sıradan insanları<br />

derinliğine inceleyen bakışı ile günlük hayatın<br />

anlarından ve kesitlerinden yola çıkarak, hayatın<br />

bütününü kucaklayan çıkarımlar yapmasıyla ve nihayet<br />

iç konuşmaları, geriye dönüşleri, fikir uçuşmalarını<br />

taşıyan pasajları ile (Âhım isimli hikâye<br />

fikir uçuşmalarına çarpıcı bir örnektir) küçük öykü<br />

sınıflamasına sokabileceğimiz metinlerdir.<br />

Bu metinlerin, yazarın Fas gezisi sonunda ortaya<br />

çıktığını belirtmiştik. Fas’ın Rabat, Sali, Marakeş,<br />

Fes şehirleri, sokakları, çarşıları ve içindeki<br />

insanlarıyla metinlerde yerlerini alırlar. Kitaptaki<br />

hikâyelerin zengin çağrışımlarla yüklü olduğunu<br />

bir kere daha söyledikten sonra, metinleri oluşturan<br />

katmanlara kuşbakışı göz atalım:<br />

Bu metinlerin bir katmanında “Gül” sembolü etrafında<br />

Hz. Muhammed sevgisi vardır. Kitabın ilk<br />

hikâyesinde görülen derviş ve yazdığı Güle adanmış<br />

Satırlar kitabı, dervişin, Hz. Peygamber izin-<br />

326<br />

deki yolculuğunu derinlemesine işler. Onun bu yolculuk<br />

sırasında savrulduğu ruh hâlleri, Çokum’un<br />

derinlikli üslubu ile dile gelir. Aziz’in dedesi İbrahim<br />

Aşir hikâyeler boyunca bu yolculuğu, tasavvufi<br />

duyarlılığı, dünya varlığından soyutlanmayı, bir<br />

nevi melâmeti, kişiliğinde toplayan bir tip olarak<br />

karşımıza çıkar. Öldükten sonra da geride kalanlara<br />

yol göstermesi, yaşayanlar üzerindeki tasarruf<br />

gücünün sezdirilmesi (torunu Aziz başına buyruk<br />

bir gençlikten, sarhoşluktan ve aşk derdinin kendisini<br />

düşürdüğü sefih hayattan dedesinin etkisi<br />

ile kurtulur.), onu bir veli mertebesine çıkarır.<br />

Bir katmanda Naime ile Aziz’in aşkı durur. Yazar<br />

bu aşkı zaman zaman masallaştırır, zaman zaman<br />

geleneğe bağlar. Bazen Naime Hüsn, Aziz ise Aşk<br />

olur. Bu yolla Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk mesnevisine<br />

ve Muhabbetoğulları kabilesine göndermeler<br />

yapılır.<br />

Başka bir katmanda gelenek (bedevilik)-modernlik<br />

çatışması sürer gider. Naime modern giyinen,<br />

modern dünyanın dayattığı yaşama tarzına<br />

karşı duramayan, gelenekten kopmuş tipi temsil<br />

eder. Kocası Aziz ise, gençliğinde yalpalasa da<br />

orta yaşlarında gelenekselliği yansıtan, dedesi İbrahim<br />

Aşir’in kendisine bıraktığı kitapları okuyan,<br />

ondan Hz. Peygamber sevgisini tevarüs eden bir<br />

tiptir. Aziz bol kitap okumasının yanında hikâye ve<br />

na’tlar da yazar.<br />

Diğer bir katman tarihsellik ve köklere bağlılıktır.<br />

Yazar bize bu mesajları, Endülüs göçmeni bir<br />

ailenin neslinden gelen İbrahim Aşir; Rabat, Sale,<br />

Marakeş ve Fez’de yer alan tarihî eserler, şehirlerin<br />

geleneksel dokuyu taşıyan mahalleleri, çarşıları;<br />

bu mekânlarda dolaşan insanların kıyafetleri<br />

ve tarihî kişiler yoluyla verir. Modern hayat tarzını<br />

benimsemiş Naime bir mimardır aynı zamanda.<br />

Tarihî eserleri mimarî açıdan inceleyen birisidir.<br />

Ama “hendeseden âbide” zannedilen o eserlerin<br />

taşıdığı ruhu Naime’ye, tanımadığı bir ihtiyar, yazara<br />

göre İbrahim Aşir fısıldar. Bazen bir seccade<br />

(Aziz’in seccadesi) Fas’ı bütün varlığıyla Endülüs’e<br />

bağlar.<br />

Nihayet, sömürgecilik ve sömürülenlerin, kendilerini<br />

sömürenlere karşı duydukları hayranlığın<br />

tenkidini de bir katman olarak görebiliriz.<br />

Naime’nin babası Raşid, Fas’ın Fransız boyundu-


uğundan kurtulması için savaşanlardandır. Ama<br />

şehrin lüks ve batılı bir semti olan Sen Royal’da<br />

oturur. Kızı Naime’yi çok sevdiği ve çok iyi tanıdığı<br />

halkının içinde yetişmiş bir delikanlıya vermek<br />

istemez. Bu aşkın farkına vardığında kızını, akrabasından<br />

Macid isimli bir delikanlı ile nişanlamak<br />

yoluna gider. Bu, ironik bir durumdur.<br />

Bu katmanların hepsini çoğu zaman aynı hikâyede<br />

bulmak mümkündür. Bunun üzerine yazarın<br />

kendini, Naime’yi, Aziz’i, İbrahim Aşir’i, kitapçıyı ve<br />

dervişi ruhlarının derinliklerine kadar kurcalayan<br />

dikkatini eklersek, metinlerin yoğunluğu hakkında<br />

biraz fikir verebiliriz.<br />

Eserdeki hikâyeler aslında dar bir şahıs kadrosunun<br />

üzerinde döner:<br />

Kendini Hz. Peygamber –eserde Şah Gül olarak<br />

sembolize edilir- aşkına adamış olan İbrahim<br />

Aşir ile geleneğe bağlılığı temsil eden torunu Aziz,<br />

hikâyelerin bir tarafında durur.<br />

Fas’ın Fransızlardan bağımsızlığını kazanmasında<br />

rol oynamış bağımsızlık savaşcısı Raşid ile<br />

onun modern tarzda yetiştirdiği ve mimar olan<br />

kızı Naime ise karşı kutbu temsil ederler.<br />

Bu iki kutup yaşayış tarzları, oturdukları semtler<br />

ve binalar, çevrelerindeki insanlar, şehirlerin geleneksel<br />

ve yeni dokuları, bu dokularda yer alan,<br />

onları yaşayan unsurlar hâline getiren kişiler ile<br />

desteklenirler. Yazar ise bu iki kutbu gözlemleyen,<br />

kendi adına değerlendirmeler yapan, bununla kalmayarak<br />

bazen İbrahim Aşir, bazen Naime, bazen<br />

Raşid, bazen de Aziz’in kisvesine girerek onların<br />

ağzından konuşan bir konumdadır.<br />

Sevinç Çokum hikâyelerinde hemen hemen<br />

bütün bakış açılarını kullanır. Üçüncü Kişi bakış<br />

açısında devam ederken, birden birinci kişi bakış<br />

açısına döndüğünü ve kendisini devreye girdiğini<br />

görürüz. Bunu kendi içine bakarken kullanır. Kitaptaki<br />

ilk hikâyesinde uyguladığı belgeden yararlanma<br />

tekniği, bir kitapçıda bulduğu Güle Adanmış<br />

Satırlar isimli eserle devreye girer. Kitabını okurken<br />

dervişi Birinci Kişi bakış açısı ile konuşturur.<br />

Kitaptan gözünü ayırdığı bölümlerde kendisi de<br />

aynı bakış açısını kullanır.<br />

İbrahim Aşir’i anlatırken daha çok Üçüncü Kişi<br />

327<br />

bakış açısını seçer. Bu, yazarlar için en rahat kullanılabilecek<br />

olan yöntemdir. Ama Sevinç Çokum<br />

tek bakış açısıyla yetinecek bir yazar değildir. Naime<br />

ve Aziz’in iç dünyalarına nüfuz etmeye kalktığı<br />

zamanlarda İkinci Kişi bakış açısını kullanmaya<br />

başlar. Burada şunu önemle belirtmek zorundayız;<br />

yazar diğer bakış açılarına göre zor olan bu<br />

bakış açısını gerçekten başarı ile kullanır.<br />

Eserin 9. hikâyesi, “ Âhım” başlığını taşır ve fikir<br />

uçuşmasının son derece başarılı bir örneğidir. Bu<br />

metin hikâyeden çok, tiyatro eserlerinden alınmış<br />

bir tiradı andırır. Bütün bu hikâyelerde yazar<br />

kesitleri, olayları anlatırken, kahramanlarının iç<br />

dünyalarına alabildiğine girerken her şeyi bilen<br />

bir anlatıcı tavrını hiçbir zaman terk etmez. Çoğunlukla<br />

Üçüncü Şahıs bakış açısı ile birlikte yürüyen<br />

“tanrısal” veya “olimpik” tavır, Çokum’un<br />

kullandığı bütün bakış açılarında kendini gösterir.<br />

Gerçek hayatta, belki de birkaç saat birlikte olduğu<br />

kahramanlarının evvelini-ahirini bilir. Düşünce<br />

ve ruh dünyalarının en ince noktalarına kadar<br />

gider. Onların zihinlerini okur. İç konuşmalar, geriye<br />

dönüşler üslubunun ağırlıklı bölümünü teşkil<br />

eder. Çokum’un hikâyelerinde en az rastlanan şey<br />

diyalogdur. O, monologu tercih eder. Bu, yazarın<br />

olimpik tavra ne kadar bağlı olduğunun bir göstergesi<br />

olarak kabul edilebilir. Son olarak Sevinç<br />

Çokum’un bu metinlerinde manzum bölümlerin<br />

bulunduğunu da belirterek bakış açısı konusunu<br />

bitirelim.<br />

Hikâyelerdeki zamanın ortak özellikler taşıdığını<br />

söyleyebiliriz. Metinlerin çoğunda yazarın belki<br />

de 10 gün süren gezisi sırasında, bazı günler ikindi<br />

sonrası başlayan ve gün batımına kadar devam<br />

eden birkaç saatlik süre söz konusudur. Bazen<br />

gece de kozmik zaman olarak yer alır. Yazar bu<br />

kısa zaman parçalarında Naime’nin çocukluğuna,<br />

genç kızlığına, evliliğine, iş hayatına ait zamanlara,<br />

iç konuşmalar yoluyla kolaylıkla gider. Geriye<br />

dönüşleri, halihazırdaki zamanı sonsuza doğru aşmak<br />

için başarı ile kullanır. Aynı teknik Aziz’le ilgili<br />

olarak da kullanılır. Bu iki kişinin kapladığı zaman<br />

boyutu yaşadıkları hayat süresi kadardır.<br />

İbrahim Aşir söz konusu olduğunda ise zaman<br />

alabildiğine genişler. Zira o, 500 yıl önce<br />

Endülüs’ten batılıların zulmü sebebiyle göç etmiş<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

bir aileye mensuptur. Okuduğu kitaplar, annesinin<br />

dokuduğu seccade üzerindeki nakışlar ve tarihi<br />

eserler yoluyla, İbrahim Aşir’in zamanı 8. yüzyıla<br />

kadar uzanır. Onun yaşadığı zamanın bir başka<br />

boyutu daha vardır. Hayatını Şah Gül’ü aramaya<br />

adayan bu derviş, bir peygamber âşığı olması bakımından<br />

da asr-ı saadet’e kadar uzanan bir zaman<br />

genişliği içinde ele alınır.<br />

Hikâyelerde dolaşılan tarihî mekânlar da zamanı,<br />

inşa edildikleri tarihe kadar götürürler.<br />

Sevinç Çokum zamanı derinleştirmede medrese,<br />

cami, türbe, eski çarşılar ve sokaklardan çok yararlanır.<br />

Tarihi kişiler de hikâyelerde aynı işlevi<br />

görürler. Fez şehrinde El Karaviyyin Câmii, İdrisi<br />

Hanedanı, Murabıt Hükümdarı Yusuf bin Taşfin’in<br />

türbesi, Attarin Sokağı; Marakeş’te Kutubiye Câmii,<br />

Tecemmu Meydanı, Kapalı Çarşı, Endülüs,<br />

Elhamra, Kurtuba, Gırnata, Sierra Neveda, Sidi<br />

Harezm’in Türbesi, Beşinci Muhammed’e oğlu<br />

Kral II. Hasan’ın yaptırdığı muhteşem türbe vb. tarihi<br />

eserler ve kişiler, zamanı genişleten unsurlar<br />

olarak hikâyelerde yer alırlar.<br />

Hikâyelerdeki Olay Örgüsü<br />

Kitapta bulunan 13 hikâyenin asıl kahramanları<br />

ortaktır. Bunları daha önce Yazar, İbrahim Aşir,<br />

Naime ve Aziz olarak sıralamıştık. Bu kişilere ek<br />

olarak, gereken bölümlerde ve yerlerde Aziz’in<br />

babası Terlikçi Halil, annesi Malika; Naime’nin babası<br />

Raşid, nişanlandığı akraba genç Macid; şehir<br />

çarşılarındaki esnaf, Ekmekçi Kız, Mumcu Zahia,<br />

Endülüs müziğinin önemli ismi Ziryab, Faslı şarkıcı<br />

Sabah Fahri, Kör dilenciler, İbrahim Aşir’in annesi,<br />

Faytoncu ve Türkiye hayranı garson Abdülgaffar<br />

yer yer görünürler.<br />

Aziz’le Naime’nin tanışmasını sağlayan Aziz’in<br />

papağanı, Fez şehrinde Karaviyyin Câmii avlusundaki<br />

zerzur kuşları ve Hz. Peygamberi sembolize<br />

eden gül motifi, halihazırı Endülüs’e bağlayan seccade,<br />

kişilerin ruh dünyalarının yansıtılmasında<br />

hayli etkili unsurlardır.<br />

Sırasıyla hikâyelerin ilerleyiş plânlarını kısaca<br />

şöyle verebiliriz:<br />

328<br />

1. Güle Adanmış Satırlar 3<br />

Bu hikâyede yazarın, Güle Adanmış Satırlar<br />

isimli kitabı bulması ve onu okuması anlatılır.<br />

Yazar, Fas’ta (Rabat) bir kitapçıdadır. Çarşıda,<br />

haşlanmış nohut, kızartma, işkembe, baş, tütsü<br />

kokuları birbirine karışmaktadır. Bunların arasından<br />

bir esans kokusu duyar. Kitapçı esansçının<br />

yanı başındadır. Dükkâna girer, kitaplara bakmaya<br />

başlar. Konuşmaya başlayınca kitapçının bilge bir<br />

kişi olduğunu anlar. Eline Güle Adanmış Satırlar<br />

isimli bir kitap alır, kitabın arasından bir gül düşer.<br />

Gezgin bir dervişin notlarının basılmış hâli olan bu<br />

kitabı okuyana, hediye olarak bir gül verilmektedir.<br />

Derviş yazarın hayalinde “Horasanî sarıklı bir<br />

Yunus Emre” olarak canlanır. Yazar kitabı okumaya<br />

başlar. 4<br />

Derviş kendini güle adamıştır. Gül, Hz. Peygamberi<br />

sembolize eder. Yazar kitabı okumaya koyulur.<br />

Derviş, gülün aşkı ile saman çöpü gibi olan bedenini<br />

diyardan diyara savurur. Nihayet bir sabah<br />

şafakla o gülün dünyasına girer ve varlığını yokluğunu<br />

o güle adar.<br />

Dervişin bu duyguları yazarı da etkisi altına alır.<br />

Kitabı okumaya devam eder. Derviş, tabiatın her<br />

unsurunda “gül destanını” okumaktadır. Gül sevgisi<br />

bütün hayatını, bütün dünyayı doldurur. Yeryüzünde<br />

yazılmış milyonlarca gül şiiri vardır. Âlemin<br />

temeli aşktır. Bütün yaratılmışları, Yaratan’dan<br />

ötürü sevdirir. Derviş, dağlar çöller aşarak o güle<br />

ulaşmaya çalışır.<br />

Gül (Hz. Muhammed) yalnızdır, birkaç arkadaşı<br />

ile yola çıkar, çöl, güneş, hicret, çileden çileye<br />

koşmak onun hayatının birer parçasıdır. Onu tanıdıktan<br />

sonra, onu sevdikten sonra insanın iradesi<br />

elden gider. O güle kavuşmak için diyar diyar<br />

dolaşır. Her zorluğa katlanır. İnsan bulunduğu karanlıktan<br />

sıyrılır, o gülün aydınlığına doğru koşar.<br />

Bir gül vurgunu hâline gelir. Bedenini yele verip,<br />

ruhu ile güle kavuşmak üzere aşkla hararetle güle<br />

gider.<br />

Dervişin yüreğindeki gül, kitabın sayfaları arasından<br />

yazarın avuçlarına doğar. Aynı sevda ya-<br />

3 Beyaz Bir Kıyı, s. 7- 5.<br />

4 Burada Cervantes’i hatırlamalıyız. O da Don Kişot isimli<br />

romanını, Arapça tutulmuş notlardan hareket ederek yazdığını<br />

söyler.


zarı da sarar.<br />

Hikâyede iki adet manzume vardır. Birisi gülün<br />

meziyetlerini anlatır (s. 11). Diğeri Güle hasreti,<br />

gülün çağrışımlarını ele alır (s.14). Hz. Peygamberin<br />

adının Arap harfleri ile yazılışı ise şu cümlelerde<br />

dile gelir.<br />

“ Dolaştım ülke ülke, dağ dağ, deniz deniz aradım.<br />

Çağırdı düşlerime açıp kollarını, çağırdı<br />

‘Gel’lerle. Elif elif dalıyla mimle mühürlenmiş dal<br />

üste gül. Gül’lerle karışmış mimlerle durur ayakta<br />

dal dal gül.” (s. 15)<br />

2. Kalbimde Ziryab 5 ’ın<br />

Şarkıları 6<br />

Hikâyede yazarın Naime ile Rabat’taki tarihi<br />

çarşıyı dolaşması ve çarşıya sinen Endülüs havası<br />

anlatılmaktadır. Bu atmosfer, Endülüslü meşhur<br />

müzik adamı Ziryab’ın şarkıları kullanılarak verilir.<br />

Yazar, akşam vakti Rabat’ta çarşıdadır. Mumcu<br />

kadının ellerinde renk renk mumlar vardır.<br />

Naime, burada hikâyeye girer. Yazara Mağrip<br />

çarşılarını sevdiren odur. Naime de yazarın etkisiyle<br />

İstanbul’u sevmiştir. Yazar, mumcu kadın<br />

Zahia’nın elindeki mumlardan Endülüs’ün portakal<br />

ve yasemin yüklü bahçelerine uzanır. Şimdi<br />

artık hayal olan bahçelerine. Mumcu kadının bilge<br />

bir tarafı vardır. Naime akşama doğru çarşıya çıktığında<br />

ona mutlaka uğrar, avucuna dirhemler boşaltır.<br />

Zahia bu modern hanımla Fransızca birkaç<br />

kelime konuştuktan sonra, ona Arapça hikmetli<br />

sözler söyler. Meselâ “ Li kulli zemanun ricâluhu”<br />

sözü bunlardan biridir. Bu söz, “Her devrin kendine<br />

göre adamları vardır.” anlamına gelir (s. 17).<br />

Akşam birden yağmur bastırır. Ama telaşlan-<br />

5 ZİRYAB (Ebülhasan Ali bin Nafi)- Arap müzikçi (Irak 789-<br />

Kurtuba 857) İshak el-Mavsili’nin (767-850) öğrencisi idi.<br />

Bağdat’tan ayrılarak Müslüman Batı’ya gitti ve Abdurrahman<br />

II’nin hükümdarlığı döneminde (822-852) önce Keyrevan’a,<br />

ardından Kurtuba’ya yerleşti.<br />

Ezgileriyle birlikte on bin şarkıyı ezbere bilecek derecede güçlü<br />

bir hafızası vardı. Müslüman İspanya’nın müzik geleneklerini kurdu<br />

ve çağının sanatını derin bir biçimde etkileyen bir çok reform<br />

yaptı. Özellikle ses sınavına ve eğitim yöntemlerine, andalucia<br />

müzik gösterisinin (nuba) iyi düzenlenmiş dört bölüm biçiminde<br />

saptanmasına, ud yapımıyla ve eski tahta mızrap yerine kartal<br />

teleğinden kesilmiş bir mızrabın geçirilmesiyle ilgili yeniliklere<br />

yönelik eğitbilim uygulamalarına yol açtı. (Büyük Laraousse, C.<br />

24, İstanbul 992)<br />

6 Beyaz Bir Kıyı, s. 6-24.<br />

329<br />

mazlar, yağmuru üstlerine giymeye çalışırlar<br />

(s.17). Yağmur hızlanınca bir gözlemeci veya şebbakiyeci<br />

dükkânına sığınırlar. Tıpkı yazarın çocukluğunda<br />

Fatih’te gittiği dükkâna benzer bunlar.<br />

Kayısılı revani satan mavi küçük dükkâna (s.17).<br />

Kemerli, revaklı çarşıda yürüdükçe, vaktin ilerlemesi<br />

ile beraber satıcıların da ortadan çekildiklerini<br />

görürler. Koşar adımlarla çarşı içinde yürürlerken,<br />

Naime arada bir kaybolur. Bir şeyler satın<br />

alır.<br />

Naime, fakülte mezunu aydın bir kadındır, ama<br />

yakınlarına hediye almak, dilencilere para vermek,<br />

düşkünlere yardım etmek gibi geleneksel<br />

alışkanlıklardan sıyrılamamıştır (s. 18).<br />

Ama Naime’nin göremedikleri de vardır.<br />

Marakeş’te, Ebü’l Abbas Sebtî türbesinin avlusunda<br />

ilahi söyleyen körlerin tekrar ettikleri şu mısraları<br />

hatırlar yazar:<br />

Gözlerimiz ebediyen ışıksız<br />

Ama kalbimiz uyanıktır. (s.18)<br />

Aydın bir kadın olan Naime de Rabat’ta bu sokaklarında<br />

biraz Berberî, biraz Emevî olarak büyümüştür.<br />

Bir ailenin dört çocuğundan biridir. Şehrin<br />

lüks semtleri (Sen Royal) kadar, halkın yaşadığı<br />

Medinelerin (eski şehir) halkını da tanır. Babası<br />

Raşid, bütün çocuklarına, açlıkla-tokluğu, varlıklayokluğu<br />

öğretmiştir. Ülkenin Fransız müstemlekesi<br />

olduğu yıllarda yetişmiştir Naime (s. <strong>19</strong>).<br />

Babası Raşid, bağımsızlık savaşçısıdır. Naime de<br />

bağımsızlık düşüncesine hayrandır.<br />

Çarşıda ekmek satan güzel kız, eski zamanların<br />

sultan sarayına yakışır. Babası Sali (Rabat yakınlarında<br />

bir kıyı şehri) balıkçılarından birisidir bugün.<br />

Bir gece geçtikten sonra, ertesi sabah Naime’nin<br />

evden çıkışı, kocası Aziz’in elindeki sigara ve çökkün<br />

yüzü ile ona pencereden seslenişi tasvir edilir.<br />

Aziz hikâye yazmaktadır. Aziz kırkına varmadan<br />

çökmüş, alkol içen biri hâline gelmiştir. Ama<br />

Naime’yi sever, Naime de onu.<br />

Yazar, Naime ile yağmurlu bir günde çarşıda<br />

gezerken Türkçe sorar: Bu ne tatlısı? Naime<br />

Arapça cevap verir: Brivat (s.21). İkisi de farklı<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

dil konuşmalarına rağmen ne güzel anlaşmışlardır.<br />

Çarşıdan bir çaydanlık alırlar. Eve gidip nane<br />

çayı içerler. İkisi de mutludur. Naime çaydanlığı<br />

yazara hediye eder. Yazar, tekrar yağmurlu güne<br />

geri döner. Çarşıda yürüyüşleri, yağmurun dinişi,<br />

Naime’nin kendi dilencilerini bularak onlara sadaka<br />

verişi anlatılır. Çarşı dilencilerle doludur. Naime<br />

Zahia’dan iki mum alır. Çarşıdaki inanlar Endülüs<br />

yorgunudur. Bir sürgünden artakalan çökük<br />

omuzları takınmışlardır.<br />

Hocası İshak 7 ’ın (İshak el-Mavsili 767-850) hasedi<br />

ile sürgüne gönderilen Ziryab’ın (Ebülhasan Ali<br />

bin Nafi, Arap müzikçi, Irak 789- Kurtuba 857) beş<br />

telli udunun sesini yazar sokaklarda duyar gibidir.<br />

Mekânlar birbirine girer. Rabat’tan okyanus kıyısına<br />

uzanır yazar. Medine boşalır. Cellâbeli insanlar<br />

sokaklarda kapıların ardında kaybolurlar. Şarkılar<br />

susar. Yazar ve birkaç satıcı kalır ortalıkta, güzel<br />

şeyler kaybolunca yazarın gölgesi de solar. O da<br />

sokaklardan ayrılır.<br />

3. Yoksulluğun Güleryüzü 8<br />

Hikâye, yoksul ama mutlu bir hayat yaşayan İbrahim<br />

Aşir’in kişiliği, torunu Aziz ve çevresindekilerle<br />

ilişkileri üzerine kuruludur.<br />

Yazar ve Naime yine yeşil bir faytondadırlar.<br />

Belki Aziz de oradadır. İkindi sonrası şehri dolaşmaktadırlar.<br />

Arabada yaptıkları sohbet yazarı,<br />

Naime’nin ve Aziz’in çocukluğuna götürür. Naime<br />

zengin ailenin kızı, Aziz ise terlikçi Habib’in oğludur.<br />

Ehl-i Sale’den İbrahim Aşir (Aziz’in dedesi)<br />

500 yıl önce Endülüs’ten göç eden bir ailenin çocuğudur.<br />

Sale’de avlularda kedileri besleyen bir<br />

ihtiyardır İbrahim Aşir. Bazen elinde 4 Lu balığı<br />

ile geldiği zaman, oğlunun evine teklifsizce girebilir.<br />

Elinde yiyecek getirmediği zamanlar bu rahat<br />

7 İSHAK el-Mavsili (Arap şarkıcı ve besteci, Rey 767-<br />

Bağdat 850), İbrahim Mavsili’nin oğlu. Çok iyi eğitim gördü.<br />

Babasından sonra üvey kardeşi Zelzal ve Atika binti Şu’be’den<br />

müzik öğrendi. Olağanüstü sesi ve usta işi besteleri ile büyük ün<br />

kazandı. Harunreşit’ten el-Mütevekkil’ e kadar bütün halifelerin<br />

gözdesi idi. El- Memun, onun bir fıkıh bilgini gibi giyinmesine izin<br />

verdi. İbrahim el-Mehdi’nin kuramlarını benimseyen yeni üslupçularla,<br />

Hicaz müziğini savunan gelenekçiler arasındaki çekişmede<br />

ateşli bir biçimde gelenekçileri destekledi ve eski makamları<br />

sistemleştirdi. Geleneğe olan bu coşkulu bağlılığını şiirde de<br />

gösterdi. Şiirlerinde eski temaları ve eski üslubu kullandı. Çok<br />

yolculuk eder ve çok okurdu. Müzik ve müzikçiler üzerine bir çok<br />

kitap yazdı. El- Vesik’in emriyle babasının hazırladığı 00 şarkılık<br />

seçkinin yerine, daha güzellerini koyarak yeni bir seçki hazırladı.<br />

(Büyük Laraousse, C. , İstanbul 992)<br />

8 Beyaz Bir Kıyı, s.25-32.<br />

330<br />

tavrı sergileyemez. Zira gelini Malika (Aziz’in annesi),<br />

kayınpederine karşı biraz soğuktur.<br />

Üç kardeşin en küçüğü olan Aziz’in çocukluğu ve<br />

delikanlılığı, Rabat Kalesi’nin Küdaya Kapısı civarında<br />

geçmiştir. Annesi Malika, çapkın kocasından<br />

çok çekmiş bir kadındır. Evin bütün işi –çarşı dahil-<br />

onun üzerindedir. İbrahim Aşir, kendi devamını<br />

torunu Aziz’de görür. Atalarının içinde Kurtuba<br />

kütüphanelerinde yetişmiş pek çok bilge kişinin<br />

bulunduğunu söyler. Aziz’de bilgelik ışığı gördüğünden,<br />

kitaplarını ona bırakmak ister.<br />

Aziz delikanlılığında Rabat plajında top oynar,<br />

eğlenmeyi sever. Dedesi ona görünmeden yakınından<br />

geçer gider yıllarca. Oysa İbrahim Aşir’in<br />

bilge bir kişi olduğunu herkes bilmektedir. O,<br />

Rabat’la Sale’yi ayıran Selu nehrinin öte yakasında,<br />

yani Sale şehrinde oturur.<br />

Mevlid gecelerinde torununa fener yapar. Mevlid<br />

kandilini kutlarlar. Bu âdetin Fas’a Osmanlılardan<br />

geldiğini bilirler. Sale’de Abdullah bin Hassun, Sidi<br />

bin Aşir’in türbeleri vardır. Mevlid gecelerinde düzenlenen<br />

bu fener alayları İbrahim Aşir’i Endülüs’e<br />

bağlar. İbrahim Aşir’in yükü ağırdır, çünkü sevgiler<br />

taşır. Etrafına şefkat ve sevgi dağıtır, düşkünlere<br />

yardım eder. Torununa evliya menkıbeleri anlatır.<br />

Çöl aslanlarının koruduğu velîlerden söz eder. Ebu<br />

Ya’za Mağribi bunlardan biridir. Aslanlara, kuşlara<br />

hükmeden, onlarla anlaşan bir veli…<br />

Yalnız Aziz’in annesi Malika, bazen İbrahim Aşir’i<br />

sofralara isteksiz çağırır. Babası suskundur. Dedesi<br />

de bu suskunluğa uyar. Ama Aziz’le konuştuğu<br />

zamanlar, bütün bir Endülüs medeniyetini ona<br />

aktarma aşkı ile dolu olduğu görülür. Kurtuba, Elhamra,<br />

İşbiliye bütün güzellikleri ve eserleri ile bu<br />

konuşmaların konusunu oluşturur. Aziz, dedesinin<br />

âdeta 8. asırdan beri yaşayan biri olduğunu düşünmeye<br />

başlar. Bir gün İbrahim Aşir’in Sale’deki<br />

evi, düş ve masal gibi kalır. Aziz’in dedesi ölür.<br />

Aziz artık dedesini rüyalarında görür, kandil gecelerinde<br />

düzenlenen fener alaylarında onun da<br />

bulunduğunu düşünür. Esen rüzgâr, sokaklar hep<br />

İbrahim Aşir’in hayaliyle doludur.<br />

4. Duygu Çağıymış O Çağ 9<br />

Hikâyenin başlığı ile, içeriği arasında bağlantı<br />

9 Beyaz Bir Kıyı, s.33-42.


vardır. Metinde, Naime ile Aziz’in ilk karşılaşmaları<br />

ve birbirlerine âşık oluşları anlatılmaktadır.<br />

Babaları küçük dükkânda terlik işlerken Aziz ve<br />

kardeşi Fazıl dışarıda iplik tutarlar. Aziz bir yandan<br />

da hayal kurmaktadır. Bu sırada terlikçi dükkânına<br />

dadısı ile birlikte genç bir kız gelir.<br />

Bu, Aziz’in Naime’yi ilk görüşüdür. 17 yaşındaki<br />

Aziz içinde bir şeylerin kıpırdandığını hisseder.<br />

Naime bir süre sonra dükkâna tekrar gelir. Aziz’in<br />

bir papağanı vardır, sürekli onun adını tekrar eder.<br />

Naime “nar dizisi gülüşlerle” papağana bakmaktadır.<br />

Papağan sürekli “Aziz… Aziz…” diye seslenmektedir.<br />

Sonunda Naime dayanamayıp sorar:<br />

“-Kim bu Aziz?” Aziz coşku ile cevap verir:<br />

“- Benim.”<br />

Kız dadısının uyarısı üzerine terliklere bakmaya<br />

başlar. Aziz, Naime’ye vurulmuştur.<br />

“Naimeler Rabat’ın Fransız eli değmiş yakasında<br />

bulvarın seslerine açık ak bir apartmanda”<br />

oturmaktadır. Yazın Marakeş’e giderler. Aziz<br />

de onun ardından, Marakeş’te bulunan halasının<br />

evine gider. Naime’nin kaldığı evi arar. Bulamaz.<br />

Gördüğü rüyayı bir rüya tabircisine anlatır (s. 38).<br />

Tabirci Aziz’e, anahtarla kapıyı açacağını söyler.<br />

Aziz onu, dedesi İbrahim Aşir’e benzetir.<br />

Aziz Rabat’a dönünce Naime’yi görür. Naime<br />

de Aziz’e âşıktır. Babası Raşid bunu öğrenince<br />

terlikçi dükkânına gider, durumu inceler. Halkını<br />

sevmektedir ama, söz konusu kızı olunca, onu<br />

Aziz’le evlendirmek istemez. Naime’yi bir başkası<br />

(akrabaları Macid) ile nişanlarlar. Aziz’in ruhu bedeninden<br />

ayrılmış gibidir. Kendini içkiye verir. Bir<br />

gece eve gelmez. Aziz’in annesi, babası kardeşleri<br />

onu ararlar, ama bulamazlar.<br />

En son dedesi İbrahim Aşir, eline Mevlid Kandili<br />

günlerinde yaktıkları feneri alır, Aziz’i aramaya<br />

çıkar. Eski şehri dolaşmaya koyulur. Torunu Aziz<br />

bir torba kemik hâlinde kaldırımda yatmaktadır.<br />

Cellâbesini giydirerek, Aziz’i evine geri getirir.<br />

5. Attarîn Sokağı 10<br />

Hikâye’de akraba gençle nişanlanan Naime’nin<br />

tereddütleri ile Aziz’in yürek yangınları tarihi bir<br />

0 Beyaz Bir Kıyı, s.43-50.<br />

331<br />

dekor içinde anlatılır.<br />

Yazar ve Naime Fez şehrindedirler. Kalabalık,<br />

eskilik ve sanat bu şehirde iç içedir. Naime yazara<br />

öğrencilik günlerini anlatır.<br />

Yazar İkinci Şahıs yöntemi ile Naime’nin talebelik<br />

günlerine gider. Attarin Sokağı, mimari eserlerin<br />

bulunduğu bir mekândır. Fakülte öğrencisi<br />

Naime elinde çizimleri ile bu sokağa gelir, eserleri<br />

inceler. Etrafa tepeden bakar. O genç, güzel ve aydın<br />

bir kızdır.<br />

Şimdiki zamana dönülür. Sokakta, önlerine siyah<br />

bir zerzur kuşu gövdesi düşer. Naime bu gövdeyi<br />

elleri arasına alır, benzini hüzün kaplar (s.<br />

44). Kuş biraz önce uçuyorken yediği zehirli bir gıdanın<br />

etkisi ile ölüvermiştir. Bu ölümden, “kayıp”<br />

düşüncesine geçilir. Kaybedilen her şeyden geriye<br />

bir iz kalır. Fas’ın şehirlerinin, sokaklarının kokusu,<br />

yaşanmışlığı, fener alayları, portakal kokuları,<br />

Endülüs hatıraları, Mumcu Zahia, Faytoncu ve<br />

İbrahim Aşir, yazarın zihninde birbirine karışarak<br />

canlanırlar.<br />

Yazar bu hatıralarda, bu sokaklarda Naime’nin<br />

temiz aşkını buluncaya kadar arayacaktır. Yazar<br />

Naime’yi, zerzur kuşunun ölüsü avuçlarında iken<br />

düşündürür. Babası Raşid’in “eğer Aziz ile evlenirse<br />

kendisini servetinden mahrum bırakacağı”<br />

tehdidi, aşkın bu tehdide dayanacak kuvvette olup<br />

olmadığı ele alınır. Bu tehdide boyun eğen insanın,<br />

o sırada sokaktan geçmekte olan, sürücülerine<br />

tâbi, yüklü merkeplerden ne farkı kalabilir?<br />

İç konuşma biter. Her ikisi de Karaviyyin Camiinin<br />

avlusundadır. Camiin avlusunu, revaklarını,<br />

harimini gezerler. Avludaki görmezler, Hz. Peygamberi<br />

öven ilahiler söylemektedir. Naime de o<br />

görmezler gibi her şeyi bir yana bırakarak, akraba<br />

çocuğu ile nişanlanmıştır.<br />

Camına vuran zerzur kuşu, dedesinin verdiği kitabı<br />

okumakta olan Aziz’e Naime’yi hatırlatır. Sanki<br />

iki sevgili zerzur kuşları ile haberleşmektedir.<br />

Aziz, acılar içinde kıvranmaktadır. Duyduğu her<br />

dümbelek sesi ile yüreği hoplar, Naime’nin düğünü<br />

oluyor sanır.<br />

Naime bir gün Attarin sokağında iken, yoksul ve<br />

soylu görünümlü birinden bir Endülüs ağıtı dinler.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

Konuşurlar.<br />

Adam elinde asası ile ona sokağı gezdirir. Zıtlıkları<br />

gösterir. Paranın, soyluluk, bilgi, sanat ve<br />

itibarı satın aldığını seslendirir. Aradığı kitabı bulmaya<br />

geldiğini, ama bulamadığını söyler. Aramak<br />

için başka yere gidecektir (s. 49). Bu bilge kişi kaybolup<br />

gider. Naime onun kim olduğunu çıkaramaz.<br />

Ama yazar onu tanımıştır. O, İbrahim Aşir’dir.<br />

6. Râyihası Uçmuş O Gülün 11<br />

Hikâyede Naime’nin, düğününün yapılması plânlanan<br />

köşk çerçevesinde, genç kızın içinde yaşadığı<br />

ihtişamlı hayatla, Aziz’in ona verebileceği çok<br />

mütevazı yaşantı arasındaki gelgitleri anlatılır.<br />

“Aşkın olmadığı yerde her şey posadır. Açsa da<br />

râyihası çoktan uçmuştur zamansız açan gülün.”<br />

(s.51)<br />

İlahi aşk güzellemesi olan iki paragraftan sonra<br />

yazar, Naime ile Aziz’in aşklarını anlatmaya<br />

başlar. Yazar arabacı ile şehri (Marakeş) gezer.<br />

Şehrin önemli eser ve meydanlarından geçerek,<br />

Naime’nin düğününün yapılacağı kâşânenin önüne<br />

gelirler. Bu ihtişamlı köşk, Abbasi Halifelerini,<br />

onları ayakta tutan Türk beylerini ve askerlerini,<br />

yazarın hayal dünyasına getirir. Bu köşkün yapımında,<br />

tezyininde ve döşenmesinde görev almış<br />

sanatçılar, zanaatkârlar yazarın zihninde resmi<br />

geçit yaparlar. Ama aşk olmadan açan gül, ne<br />

kadar güzel ve gösterişli olursa olsun râyihadan<br />

mahrumdur. Bu saltanat da öyledir. Naime ya<br />

kendine eş seçilen akraba genç ile evlenerek, bu<br />

ihtişamın ortasında yaşayacaktır ya da sevdiği<br />

Aziz’e gidecek ve fukara hayatına razı olacaktır.<br />

Bu, Naime’nin en çetin sınavıdır. Bu sınava yazar<br />

da ortak olur (s. 56). Naime, İbrahim Ethem gibi<br />

mi davranacaktır acaba?<br />

Naime, ilk gençliğin verdiği cesaretle tercihini<br />

yapar. Aziz’in “yıldızlarla donanmış, dağı taşı servet<br />

edinmiş, gün ışığıyla gece donanımlarıyla süslü,<br />

bedevi duygularla, şiirlerle bezeli dünyasına…”<br />

koşar (s. 57).<br />

7. Bedevî Duygularla 12<br />

Hikâyede, Naime’nin tercih ettiği yerli (bedevi)<br />

Beyaz Bir Kıyı, s.5 -57.<br />

2 Beyaz Bir Kıyı, s.58-65.<br />

332<br />

yaşayışla, modern hayat arasındaki çatışmalar ele<br />

alınır.<br />

Yazar, hikâyenin başında Birinci Şahısta konuşur.<br />

Tebessüm merkezli cümleler kurar. İnsanların<br />

içini aydınlatan bir tebessüm olmak ister. Bütün<br />

insanları sevgiyle kucaklar. Düşlerimizi, inançlarımızı<br />

katlettiğimize hayıflanır. İnsanları, hayvanları,<br />

böcekleri, düş kurmayı sever.<br />

Sonra Naime’nin çocukluğuna, düşleri ile birlikte<br />

büyümesine döner. Naime’nin aşk ve servet<br />

arasındaki debeleniş macerasında, aşkın galibiyetini<br />

yaşadığı zamanı göremediğine üzülür. Bir<br />

bedevi gibi, insanı, tabiatı, hayvanları, böcekleri<br />

kendine yakın bulur.<br />

Naime artık bir iş kadınıdır. En önemli şey işidir.<br />

Aziz zamanla bir sarhoş koca hâline nasıl dönüşmüştür?<br />

Kendilerini birlikte yaşatan, onları hayata<br />

bağlayan hangi duygular kaybolmuştur? Onların<br />

iki çocuğu, anne ve babalarının kavgaları arasında<br />

yıpranmaktadır. Yazar bu ailenin dertlerine ortak<br />

olur. Onları yüreğinde taşır. Kahırlanır.<br />

Onların evinde ipeksi düşlerini görür. Ev ortamının<br />

sıcaklığını, huzurunu, çocuklar ve yaşlıların bir<br />

arada eve getirdiği bereketi yüceltir. Aynalardan<br />

Naime ile Aziz’in düşlerini toplar. Onlarla aynileşir<br />

(s. 62). Yazar hayli düş dünyasında dolaştıktan<br />

sonra gerçek hayata döner.<br />

Birden, batı tarzı bir yaşantı kaplar ortalığı. Mc<br />

Donalds’a gitmeler, hamburgerler, cafcaflı oyuncaklar<br />

arasında büyüyen Naime’nin çocukları<br />

gözünün önüne gelir. Naime artık sadece kendi<br />

çocuklarını düşünmektedir. Yetimleri, yoksulları<br />

değil. Bencilleşmiştir.<br />

Çağ bizi değiştirmektedir. Âdeta kendimize kendimizi<br />

tersyüz ettirmiştir. Sadece dünyanın maddi<br />

tarafına bakar ve o kulvarda ilerlediğimiz ölçüde<br />

kendimizi mutlu sayarız. Çocuklarımıza plâstik<br />

sevgiler sunmaya başlarız. Zahia’nın mumları,<br />

İbrahim Aşir’in mevlit feneri gerilerde kalmıştır.<br />

Zahia maddeye bakmaz, manaya bakar. Onun<br />

mumları kalpleri aydınlatır. Zahia yoksuldur ama,<br />

iç dünyası zengindir.<br />

Naime kırmızı tırnakları, mini eteği, yüksek topuklarıyla<br />

ayrı bir dünyanın insanıdır artık. Mazi-


miz ile bağımız git gide kaybolmaktadır. Ama hâlâ<br />

bir umut var mıdır acaba? Yazar bu duygu ile Naime<br />

ve Aziz’in masalını bu yarı aydınlık, kızartma<br />

kokulu, isli-puslu sokaklarda aramayı sürdürmektedir.<br />

8. Endülüs Kavşağında 13<br />

Bu hikâyede yazar, torunun Aziz’den dinlediği<br />

İbrahim Aşir’i okuyucuya anlatır.<br />

Yazar, akşam günbatımı sırasında Aziz’i dinlemektedir.<br />

Bu dinleme sırasında dünyevi olandan<br />

süzülür ve uhrevi olana geçiş yapar. İbrahim Aşir’in<br />

öncüsü olduğu yoksullar kervanına katılır. Yolculuğu<br />

Şah Gül’e doğrudur İbrahim Aşir’in. Şehrin kirli<br />

sokaklarında gezmesine rağmen, gönlünde aydınlık<br />

bir dünya vardır. O göçebe sevdasını yaşayan<br />

bir bedevidir. Yazar da onunla aynileşir. Yollara<br />

düşer. Sabah Fahri’nin söylediği Endülüs ilahileri<br />

kulaklarında, Medine’yi gezer. Kazandığını yoksullarla<br />

paylaşan İbrahim Aşir’i takip eder. Dürüstlüğü<br />

temsil eder İbrahim Aşir, haysiyeti temsil eder.<br />

Gururdan, kibirden, şöhretten arınmıştır. Onun<br />

soyu, Ortaçağ Endülüs’ünden gelir. Engizisyon işkencelerinden<br />

geçmiştir.<br />

Kadınlar kuskus hazırlarken, Aziz dedesini anlatır<br />

yazara. Onun kılavuzluğu ile sokaklardan kurtuluşunu<br />

anlatır. Dedesi, Endülüs’ü kaplayan haçlı<br />

zulmünden kurtulan insanların soyundandır. O<br />

zulümde iman, ilim, şeref yanmamıştır. Miras olarak<br />

İbrahim Aşir’e kalmıştır. Gırnata’dan, Sierra<br />

Nevada’nın ışıklı eteklerinden gelmiştir onlar. “Erdemlerimizi<br />

kaybetmediysek, hiçbir şeyimizi kaybetmiş<br />

sayılmayız.” demiştir İbrahim Aşir, torunu<br />

Aziz’e… “Feragat göstermeliyiz, yokluk kapısını<br />

beklemeliyiz, servetten kaçmalıyız.” Aziz, sızmış<br />

hâlde dedesinin kendisini bulduğu gece, ilk sınavını<br />

vermiştir. Bu sınavdan bir torba kemik hâlinde<br />

iken galip çıkmıştır (s.72).<br />

9. Âhım 14<br />

“ Âhım”da, yazar üçüncü şahıs anlatım yöntemi<br />

ile konuşarak kendi “âhının” değişik görünüşlerini<br />

ortaya koyar. Metinde “âhım” kelimeleri yerine<br />

“rûhum” veya “gönlüm” kelimeleri de kullanılabilirdi.<br />

Zira bu metin yazarın ruhuyla, gönlüyle ve<br />

3 Beyaz Bir Kıyı, s.66-72.<br />

4 Beyaz Bir Kıyı, s.73-79.<br />

333<br />

kişiliğiyle “âhım” sembolünde bir araya gelişidir.<br />

“GÜL arayışında gül yolunmasıdır, diken ısırmasıdır<br />

âhım. Hicret esintisidir kum yüklü, düşmanı<br />

kumlarla, dostu yıldız yıldız yürür kervansaraylara,<br />

aksak ve sabırsız. Ömürsüz güle kavuşunca<br />

gülün solmasıdır âhım.<br />

Gülün solmasıdır, gülün güze karışmasıdır, gün<br />

çekilir, ay solar, ben solarım, gül ölür yaz ortası;<br />

‘feryâd-ı andelib’e erişir âhım.”(s. 73)<br />

Bu cümleler, Hz. Peygambere âşık bir dervişin<br />

asırlar sonrasından ona ulaşmaya çalışması,<br />

onunla aynîleşme gayretidir. Onun çilelerle dolu<br />

ömründe, çektiği sıkıntılarda, onunla birlikte olmak…<br />

en yakın sahabesi gibi çilelere birlikte katlanmak,<br />

hicrete onunla çıkmak arzuları, bu satırlarda<br />

dile gelir. Ve bir 8 Haziran’da “ O Şah Gül”ün<br />

solması ile birlikte, yazarın âhı, yaz ortasında bülbülün<br />

feryadına karışır.<br />

Metnin hemen girişinden aldığımız bu cümleler,<br />

yoğunlukları ve çağrışımları ile hemen dikkati çekerler.<br />

Gül, gül arayışı, diken ısırması, hicret esintisi,<br />

kum, düşmanın kumlara saplanması, dostun<br />

yıldız yıldız kervansaraylara yürümesi vb. imajların<br />

Hz. Peygamber’in hayatında hep karşılıkları<br />

vardır.<br />

Daha sonraki paragraflarda âhın çeşitli görünüşleri<br />

yer alır. Âh, deniz, dalga, balık, balığın<br />

karnındaki Yunus Peygamber olur. Mermeri çatlatan<br />

sabırdır, aç çocuktur, çocuğun doğmadan<br />

önce annedeki feryadıdır; baharda diriliştir, bülbül<br />

avazıdır. Bazen gök kanatlı bir güvercindir ki<br />

evlerimizin saçaklarında onun “hu hu hu” çağırışı<br />

dalgalanır.<br />

Bazen kertenkele, yılan, bukalemun kılığına<br />

bürünür, yılan yastıklarında uyur gün boyu. Dumandır,<br />

ney sesidir, göçebe kuştur, hüthüttür,<br />

muhabbet ehli bir derviştir. Yoksul dostu buluttur,<br />

yağmurdur, hurma dalıdır.<br />

Hisarları, dağları, zirveleri kuşatan bir korkudur<br />

bazen. Bazen tabiattaki çiçeklerin renklerinde,<br />

kokularında ve güzelliklerinde dolaşan bir ruhtur.<br />

O, kandil çiçeğinde, sarmaşıkta, kaktüste, çarkı felekte,<br />

eğreltide ve yediveren gülünde görünür.<br />

Savaş meydanlarında at kişnemesi, kalkan se-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sidir. Mürekkeptir, geceler boyu divit inlemesidir.<br />

Hakkâktır, her devirde o devrin anlayışına uygun<br />

resimler çizer.<br />

Tarihin asla unutmayan idrakidir bazen.<br />

Endülüs’te, Fas’ta, Gırnata’da, Elhamra’da güzellikler<br />

şeklinde görünür. Engizisyonlarda işkencelere<br />

maruz kalır.<br />

Metnin sona yakın bölümlerinde gelenek-modernlik<br />

çatışması, insan aklının öne çıkışı, duygu<br />

dünyamızın kısırlaşması, batı kültürünün doğuyu<br />

istila ederek benliğinden koparması gibi fikirler,<br />

yine ahenkli bir üslupla ele alınır.<br />

Nihayet yazar tekrar kendi iç dünyasına döner<br />

ve günümüzde yaşadığımız hayal kırıklığını benliğinde<br />

taşıyan, içine kapanık, korumasız, zorluklarla<br />

dolu yollarda ilerlemeye çalışan bir derviş<br />

kılığında karşımıza çıkar. Bazen çölün yıldızlarını<br />

yorgan, kumunu aş bellemiş bir bedevi sayar kendini.<br />

Sürekli atalarının ruhuyla yaşar.<br />

Bu metinde, iç konuşma (monolog), fikirlerin<br />

uçuşması (flight of ideas), zaman tünelinde geriye<br />

gidişler (flash back), zaman tünelinde ileriye<br />

gidişler (tahayyül) gibi teknikler, başarılı şekilde<br />

kullanılmıştır.<br />

10. Uzun Kalan Güneş 15<br />

Hikâyede Naime ile Aziz’in hayatı esas alınarak,<br />

vefa ve sadakat duyguları işlenir.<br />

Nar kırmızı bir gurup vakti, Naime ile akşam<br />

pazarının kıyısından geçmektedirler. Yazar bu bölümde,<br />

vefa ve sadakat duyguları üzerinde yoğunlaşır.<br />

Başlangıçta bu duygular Aziz’le Naime’nin<br />

evinde dokunur. Şehrin sokaklarında yaşayan<br />

kötülüklere inat onların yuvaları vefa ve sadakati<br />

dokumaktadır. Neşeli, saygılı bir yaşantıları vardır.<br />

Evde huzur içinde yenilen yemek, evi saran aile<br />

sıcaklığı öne çıkarılır. Aziz namaza başlamıştır.<br />

Naime çağdaşlık kıyısından biraz dalgın bakmaktadır<br />

bu hayata. Aziz’in kendisine olan sonsuz<br />

güvenini arkasına alarak, iş kadınlığında ilerleyişi,<br />

çağdaş dediği hayata iyice adapte oluşu vurgulanır.<br />

İffet ve sadakat aynı kalabiliyor muydu bu<br />

hayatta? Güvercin kanatlı sevgilerimizden nasıl<br />

uzaklaşıyorduk? Aradaki bağ nasıl kopuyor ve<br />

5 Beyaz Bir Kıyı, s.<strong>80</strong>-87.<br />

334<br />

Aziz’le Naime birbirlerinden nasıl uzaklaşıyorlardı?<br />

Kalplerinin şiirini kim susturmuştu? Naime<br />

Aziz’i tanıyabilmiş miydi? gibi sorular yazarın zihnini<br />

kurcalar. Ardından diğer sorular gelir:<br />

“Naime’nin bedevi yüzü nasıl böyle hercai ve<br />

Avrupalı olabildi? Gerçekten olabildi mi? Bedevi<br />

yüzünü bırakmak zorunda mıydı Naime?”<br />

Kullandığı marka parfümler yerine Naime’ye<br />

gereken ıtır ve yasemindir. Yazar, Kafka’nın tersine<br />

dönmüş hamam böcekleri gibi değiştiğimizi<br />

söyler.<br />

Yazarın iç konuşması şu cümlelerle sürer:<br />

“Naatlerden koptuk, eski çarşılarımızdan ayrıldık.<br />

Sıcak ev ortamımızdan, Sabah Fahri’nin<br />

söylediği ilahilerden koptuk. Sidi Harezm’in türbesinde<br />

kaybettiğimiz neyi arıyorduk? Neyi kaybettiğimizin<br />

farkında mıydık?<br />

Eteğimizin dibinde, soluğumuzun ucundaki<br />

geçmişle yüz yüze gelebilecek miydik? Onu yeniden<br />

duyabilecek miydik? Geçmiş, batmadan<br />

uzun süre kalan güneş gibi soluğumuzun ucunda<br />

durmaktadır”(s. 87).<br />

Bu hikâye, bütünüyle iç konuşma tekniğinde düzenlenmiştir.<br />

11. Aziz’in Seccadesi 16<br />

Hikâyede, bir seccade sembolü etrafında yakın<br />

(İbrahim Aşir, Terlikçi Habib, Karısı Malika ve<br />

Oğulları Aziz’in geçmişleri) ve uzak geçmiş (Endülüs)<br />

irdelenir.<br />

Üzerinde akşam tenhalığını, ikindi güneşini,<br />

Kudüs’ü, Endülüs’ü, Fas’ın şehirlerinin tarihi havasını,<br />

bütün bir hatırayı taşıyan seccade çıkar karşımıza<br />

bu bölümde. Aziz’e, dedesi İbrahim Aşir’in<br />

armağanıdır bu seccade. İbrahim Aşir’in annesi<br />

tarafından dokunmuştur. Gırnata bahçeleri, Elhamra,<br />

Şah Gül sevgisi bu seccade üzerindedir.<br />

Seccade, Aziz’i yirminci yüzyıl sonlarından sekizinci<br />

yüzyıla bağlayan renkli, ıtırlı bir köprüdür.<br />

Dedesi, babası namazlarını bu seccadede kılmışlardır.<br />

Şimdi de Aziz namazlarını bu seccade üzerinde<br />

kılar. Masal dünyalarına bu seccade aracılığı<br />

ile giderler. Bu seccade Aziz’e, bayram sabahları<br />

6 Beyaz Bir Kıyı, s.88-94.


abasının Câmii Kebirden dönüşünü hatırlatır. Annesinin<br />

yalnızlığını, çilesini hatırlatır. Hiç görmediği<br />

büyükannesinin elini, bu seccade ile başında<br />

hisseder Aziz. İbrahim Aşir’in annesinin gençliği<br />

yaşlılığı bu seccade üzerinde geçmiştir. Onları<br />

görür. Seccade onun ailesiyle birlikte yaşadığı<br />

hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Şimdi de Aziz’in<br />

sırdaşıdır bu seccade. Bütün ailenin sırları bu seccadede<br />

gizlidir.<br />

Aziz’i ölüme batma uykusundan uyandıran, sokaklardan<br />

kurtaran, yanlışlarından döndüren, Şah<br />

gül’e yönelten de bu seccadedir.<br />

Bu seccade tarihin, geleneğin, sevginin, vefanın,<br />

aile bağlarının, geçmişe bağlılığın bir sembolüdür.<br />

12. Çarşı ve Satıcı 17<br />

Gezdiği Mağrip şehirlerindeki çarşıların, yazarın<br />

ruhunda bıraktığı izlenimler anlatılır bu hikâyede.<br />

Çarşı, hayatımızın döner aynasıdır. Oradaki her<br />

insanın gerisinde bir hayat, bir masal vardır. Yazar<br />

onları ve çarşıdaki eşyaları, satılan malları yazar.<br />

Kendi de çığırtkan olmayan bir satıcıdır. Çarşının<br />

bir köşesinde durur, etrafı gözlemler ve hikâyesini<br />

yazar. O da yazdıklarını kitaplaştırıp satan bir<br />

satıcıdır.<br />

Gördüğü mezar taşları, akşam vakti gurup eden<br />

güneş, eski medrese revaklarında uçuşan zerzur<br />

kuşları, dükkânlarda ve evlerde çalışan sanatkârlar,<br />

zanaatkârlar, örs ve çekiç sesleri, Beşinci<br />

Muhammed’e oğlu Kral II. Hasan’ın yaptırdığı muhteşem<br />

türbe bir bir geçer yazarın zihninden. Bu<br />

türbeyi ziyaret eden gelinler, yazara İstanbul’daki<br />

Telli Baba türbesini hatırlatır. Bütün bu görünüşler<br />

çarşıyı oluşturur. Çarşı halkın, tarihin ve medeniyetin<br />

aynası demektir. Bu bölümler yazarın çarşı<br />

karşında duygulanışlarını ihtiva eder.<br />

Sonra yazar Ekmekçi Kıza, Mumcu Zahia’ya seslenir<br />

ve onların kendinde uyandırdığı çağrışımları<br />

anlatır.<br />

Çarşıya seslenir. Bütün çalışmamız, güzelliklerimiz,<br />

çirkinliklerimiz, ürettiklerimiz hep çarşı<br />

denilen büyük panayırdadır. Çarşının gün boyunca<br />

değişen görüntüleri, akşamları ortalığı kaplayan<br />

7 Beyaz Bir Kıyı, s.95- 03.<br />

335<br />

sessizlik ve ürkütücü hava hep yazarın gönlüne ve<br />

defterine geçer. Kimseye sezdirmeden alır o izlenimleri.<br />

Bu noktada yazar, kaçak, hırsız gönüllü ve<br />

gözlü bir kişidir (s. 98). Yazar, buranın çarşılarında<br />

çocukluğunu da bulur.<br />

Lokantasında yemek yediği Türkiye hayranı<br />

garson Abdulgaffar’ın ücretsiz ikramları, doğu insanına<br />

has bir özelliktir. Batı insanı karşılıksız bir<br />

şey vermez.<br />

Sonra Naime’nin yazara anlattığı evlilik hikâyesine<br />

geçilir. Naime evliliğinden memnundur, ancak<br />

yükün hep kendi üzerinde olmasından şikayetçidir.<br />

Ama bu, sürdürülmesi gereken bir oyundur.<br />

Yazar (akşam mavisi) ve Naime (gül pembesi)<br />

renkli peçeler takıp Medine’ye çıkarlar. Sadâbâd<br />

güzelleri gibi bahçelerin önünden geçerler. Sokakta<br />

resim yapan bir ressam onları da tuvaline<br />

aktarır.<br />

Çarşı insanlarla anlamlıdır. Yazar Fas’ın bütün<br />

renklerini çarşıda bulmuş ve toplamıştır. “Bir Samanyolu<br />

uğrağı geceleri, ayna kırığı gündüzleri<br />

olan, inanç çıkınından, yokluk tasından aş sunan<br />

bir çarşıdan” yazar çıkınını doldurur, onlarla doyar<br />

ve gönenir ( s. 103).<br />

13. Naime’yle Son Buluşma 18<br />

Bu son hikâyede, yazarın ruhunda yine gezdiği<br />

yerlerin izlenimleri dolaşmaktadır. Naime’yi düşünür,<br />

anlamaya çalışır.<br />

Aziz’i gerçek yönüyle ne zaman görmeye başladığını,<br />

anneliğini ne zaman unuttuğunu sorar<br />

Naime’ye. Naime bir iş kadınıdır ve ne getireceğini<br />

bilmediği bir geleceğe doğru yuvasından gittikçe<br />

uzaklaşmaktadır.<br />

Yazar’ın Naime’ye hediye ettiği Yıldız Porselen<br />

yapımı iki fincan, sözü Türk kahvesine getirir. Yazar<br />

da Naime de sevgiye inanırlar. Onları kırk yılın<br />

acı kahvesi Mağrip şehirlerinde buluşturur. Çarşı<br />

ile büyük otel lobileri birbirine zıt görüntüleri ve<br />

havaları barındırırlar. “Biz kimlerle beraberiz? Avrupalılarla<br />

mı, çarşı ile mi?” diye düşünür yazar.<br />

Aziz onları bir gün türbelere götürmüştür. Çağdaş<br />

bir kadın olan Naime’nin burada ne işi olabi-<br />

8 Beyaz Bir Kıyı, s. 04- .<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

lir? Naime için bu, tekrar edile edile ruhunu, anlamını<br />

kaybetmiş sıradan bir alışkanlıktır. Aziz ise<br />

velileri ve türbeleri, köklerimize açılan birer kapı,<br />

bizi kendimize benzer hâlde koruyan birer kaynak<br />

olarak görür.<br />

Yazar, Aziz’le Naime’nin terlikçi dükkânında<br />

başlayan sevdalarını düşünür. Onların sevdaları<br />

başlangıçta hüsn ile aşk’ın sevdalarına benzemektedir.<br />

Naime yazara gelinlik resimlerini, sonraki<br />

resimlerini göstermiştir. Yazar onun değişimini<br />

resimlerinden de izlemiştir.<br />

Naime’nin İstanbul sevgisini tanımıştır. Dilinde<br />

bir türkü gibi hep İstanbul vardır. İstanbul onlara<br />

yazarın dostluğunu vermiştir. Aziz’in Müslüman<br />

gülümseyişinin şafağını taşıyan yüzü, Naime’nin<br />

yeşil aydınlıkta solan saydamlaşan bedevi yüzü,<br />

hep yazarın gözünün önündedir.<br />

Kaybettiklerimizi tekrar hatırlamak ve aramak<br />

için yokluğu tatmamız gereklidir. “Sıcak aile ortamını,<br />

eşimizi, çocuklarımızı, o ortamı kaybettikten,<br />

yokluğunun farkına vardıktan sonra tekrar aramaya<br />

başlayacağız demek ki” diye düşünür yazar.<br />

Bilgisayarda az önce sildiği iki sayfanın yitip gidişinin<br />

ardından da bu değerlerin kayboluşundan<br />

duyulan acıya benzer bir acı duyar.<br />

Anadolu güneşinden bir demeti Mağribe taşımıştır<br />

yazar. Bu hikâyeleri yazarken de onlarla son<br />

buluşma anını yaşamaktadır. Yazdıkları, Sale’yi<br />

gören Rabat kıyısında bir iri istiridye kabuğunun<br />

içinde saklı bir inci olarak kalacaktır. Dalgalarla<br />

eğleşecek, zamana karışacaktır (s. 111).<br />

***<br />

Hikâyelerdeki hayat kesitlerini gözden geçirdikten<br />

sonra, bunların ileride bir romanın bölümleri<br />

olabileceğini söyleyebiliriz. Hikâyelerde görülen<br />

Naime- Aziz aşkı serüven tarafından çok, kahramanlarının<br />

ruhlarında uyandırdıkları duygular<br />

bakımından ele alınır. Daha önce belirttiğimiz<br />

katmanların da devreye girmesiyle hikâyelerdeki<br />

anlatım gittikçe derinleşir. Yazar usta kalemi ile,<br />

yaptığı bir geziden kalan izlenimleri hikâyeleştirmiştir.<br />

Tabii bu kolay olmamıştır. Son hikâyede<br />

yazarın kurmaca âleme geçiş çabası sırasında yaşadıkları<br />

hakkında ip uçları buluruz:<br />

336<br />

“ İşte bilgisayarda az önce sildiğim iki sayfa hiç<br />

yazılmamışçasına yitip gitti. Verdiğim hükümler,<br />

yaptığım benzetmeler, edebî sanat hamleleri, sizin<br />

yanınıza eklediğim öteki muhayyel kahramanlar…<br />

Tıpkı yaşadıklarımız gibi… işte şimdi ben de<br />

ilhamıma yeni bir gül şavkı, ince bir ay müjdesi<br />

arıyorum dostluğumuzun son satırları için.” (s.<br />

109-110) cümleleri yazarın gerçek hayatı eserine<br />

olduğu gibi yansıtmadığını bir kere daha ortaya<br />

koyar.<br />

Şu satırlar da Sevinç Çokum’da üslup kaygısının<br />

ne kadar güçlü olduğunu gösterir:<br />

“ İşte ben boşluğa yazdım bu satırları. Menevişledim,<br />

menekşeledim canımın altın suyuyla.<br />

Ebruladım gökten seçip tekmil renkleri, sedef<br />

kaktım hakkâkların sabrıyla çevresine. Simkeşlerin<br />

özeniyle haddeden geçirdim söz gümüşlerini.<br />

Yağmurla yıkayıp gül yaprağı ile duruladım. Küfr<br />

kapılarını kitleyip has kelimelerle dokudum.” (s.<br />

110)<br />

Sevinç Çokum’un üslup özelliklerinden birisi<br />

de nesir dilinden çok, şiir diline yakın bir anlatımı<br />

tercih etmesidir. Zaman zaman şiirsel anlatımda<br />

da kalamaz ve manzum bölümler oluştutur. Bu<br />

kitapta da hatırı sayılır miktarda manzum bölüm<br />

vardır. Bunlardan birisi gül övgüsü üzerinedir:<br />

“ Gül ki doğuştur, merhabadır.<br />

Seherde kavuşulan<br />

Bir açılış, bir koklanış…<br />

Bir ürperti, bir dalgalanış<br />

Çiğ damlasıyla gözyaşına garkoluş<br />

Gül ki dâüssıladır, Kâbe eşiği<br />

Kervanların taşıdığı coşku<br />

Bir yöneliş ışığa.<br />

Bir gidiş Dost’a.<br />

İbrahim’in âhından doğma.<br />

Nemrut ateşini söndüren o gül.<br />

Gül ki yürek tomurcuğu<br />

Şafağa sancılı kanayan bir gül<br />

Gül ki doğuştur, merhabadır<br />

Yeryüzünün müjdesi, hayra açan gül” (s. 14)<br />

Kendine has bir üslup oluşturabilmek yazarlığın<br />

en zor yanıdır. Sevinç Çokum hikâyelerinde<br />

ve romanlarında kendi üslubunu bulmuştur. On-


lardan bir pasaj dinleyen okuyucu bu üslubu tanır.<br />

Elbette üslup zamanla olgunlaşır, ancak yazarın<br />

hayatında onu oluşturacak etkenlerin bulunması<br />

da gerekir. Sevinç Çokum, bir konuşmasında üslubunun<br />

kaynakları hakkında şunları söyler:<br />

“ Benim yazarlığımda iç konuşması olan bir<br />

ikinci ben vardır. Bu kişi yüksek perdeden benim<br />

atalarımın, anneannemin düzeninde ve perdesinde<br />

konuşur. Bu noktada samimiyet vardır, mizah<br />

vardır, taşlama, iğneleme, istihza vardır. Bu noktada<br />

safiyet, bildiğini bilmezlikten gelme vardır. Ben<br />

İstanbulluyum, ama benim bir yanım Anadolu’dur.<br />

Ve ben en fazla atalarımın, ninelerimin ses tonunu<br />

bulduğumda iyi şeyler yapabilmişimdir.<br />

Dilimizi annemden gelişi güzel öğrenmediğimi<br />

söylemeliyim. Annem iyi bir anlatıcıydı. Bu özellik<br />

iki ablamda da seçilir. Annemin kelime hazinesi<br />

şaşılacak zenginlikteydi. Yöresinin kelimeleri de<br />

bulunurdu dağarcığında. Benzetmelere, taklide<br />

yönelik bir anlatım tekniği vardı konuşmasında.<br />

Nereden geldiğini düşünüyorum. Anneannem aklıma<br />

geliyor. Deli Zamanlar romanımda anneannem<br />

yer yer karşımıza çıkar. Onun tarzı, seslenişi<br />

başka türlü sarar insanı. Ben çok etkilenmişimdir.<br />

Anneannem tabiat kızıydı, toprak kadınıydı. Anneannemin<br />

dilinde Türkçe bütün görkemiyle mevcuttu.<br />

Biz torunlarına uşacığım diye seslenirdi.” <strong>19</strong><br />

Bu cümleler, onun üslup özelliklerinin anahtarını<br />

verir. Kısaca konularına değindiğimiz hikâyelerde<br />

yazarın “iç konuşması olan ikinci ben”i bütün<br />

ağırlığı ile mevcuttur. Hikâyelerin hatırı sayılır<br />

bölümleri iç konuşmalarla doludur. Yazar kendinin<br />

ve kahramanlarının psikolojik durumlarını, iç<br />

konuşmaları ile verir.<br />

Üslubunun şiirsel yapısı hakkında da aynı konuşmada<br />

söyledikleri vardır. Çokum kendini “keşfedilmemiş<br />

bir şair” olarak niteler. Bu konudaki<br />

cümleleri şöyledir:<br />

“ Ben aslında keşfedilmemiş bir şairim. Benim<br />

bu yapım bazen konuyu bile aşar. Bu hâlimi Beyaz<br />

Bir Kıyı kitabımda küçük bir şiirle şöyle anlattım:<br />

Işır benim yıldızım, üşür<br />

Alçaktan doğar alçaktan batar<br />

Sabahları gün doğarken ölür<br />

9 Türk Edebiyatı, S. 365, Haziran <strong>20</strong>03, s.23.<br />

337<br />

Utariddir, sümbüledir, rengi pembe mor arası<br />

Geceleri elinde ya kalem var ya da sazı<br />

Utariddir o, kâtibidir dünyanın<br />

Söz dizmektir bütün işi hüneri.” <strong>20</strong><br />

***<br />

Sonuç olarak, adını Atlas Okyanusu kıyısındaki<br />

beyaz köpüklü dalgalarla, kıyıdaki şehirlerin sütbeyaz<br />

renkli evlerinden alan Beyaz Bir Kıyı kitabında,<br />

uzunlukları 6-8 sayfa arasında değişen 13<br />

tane hikâye vardır. Kitabın toplam sayfası 112’dir.<br />

Bu hikâyelerin hepsi yazar tarafından teknik ve<br />

üslup olarak usta işi olarak ortaya konulmuştur.<br />

Bizler için sıradan sayılabilecek bir gezi sonunda,<br />

çekirdek kahramanların etrafında oluşan bir aşk<br />

hikâyesini, Peygamber sevgisini, tasavvufî duyarlılığı,<br />

gelenek-modernite çatışmasını, insan- coğrafya<br />

ilişkisini, sokak-çarşı-kültür bütünleşmesini,<br />

millîleşiyoruz derken ortaya çıkan yabancılaşmayı,<br />

ev, aile yuvası sıcaklığını, sadakat ve vefa duygularını,<br />

fedakârlığı, batılılaşmanın alıp götürdüğü<br />

değerlerimizin ardından duyulan acıyı, nesiller<br />

arasındaki bağlılığın önemini, köklerimizi unutmamayı<br />

şiirli bir üslupla bu kitapçığa sığdırabilmeyi<br />

başarmıştır yazar.<br />

Mehmet Kaplan’ın “Sanat daima hakikatten<br />

daha tesirlidir.” sözünden hareketle, yukarıda saydığımız<br />

konulara el atacak fikir yazılarının, okuyucunun<br />

dikkatini çekmek için hayli zorlanacağını,<br />

ama Sevinç Çokum gibi yazarlarımızın sanatkâr<br />

kalemleri ile bu fikirlerin ölümsüzlük kazandığını<br />

belirtelim.<br />

Tebliğimizi Gürsel Aytaç’ın değerlendirmesi ile<br />

bitirelim:<br />

“ Sevinç Çokum, edebiyatımızda sağ kanadın<br />

benimsediği konuları, basma kalıp hazır ifadelere<br />

itibar etmeden, roman ya da öykü tekniğinin<br />

gereklerine uyarak, insanı derinliğine işlemeyi bildiği<br />

için incelenmeye, değerlendirmeye değer bir<br />

yazar(dır).” 21<br />

<strong>20</strong> Türk Edebi yatı, s. 24.<br />

2 Gürsel Aytaç, Edebiyat Yazıları III, Ankara 995.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

KURMACANIN<br />

ÜSTKURMACAYA<br />

DÖNÜŞTÜRÜLMESİNDE<br />

MURAT GÜLSOY<br />

HİKÂYELERİ<br />

Özet: “Anlatılacak bir şeyin kalmadığı” bir dünyada,<br />

edebiyatı anlatmaya başlamak, kurmaca<br />

metinlere yeni açılımlar kazandırır. Gerçeğin ne<br />

olduğu konusunda belirsizliğin egemen olması,<br />

bazı edebiyat çevrelerinde hem biçim, hem de<br />

içerik olarak “salt sanatsal” yaratıcılığı, asıl hedef<br />

hâline getirir. Kısaca, edebî metin somut yaşamı<br />

kurgulamak yerine, kendi kurgusunu anlatmaya<br />

başlar. Bu bağlamda Murat Gülsoy, birçok hikâyesinde<br />

yazma sürecini okurla paylaşarak, onu ikinci<br />

bir düzlemde yeniden kurgular. Hikâyelerinde pek<br />

çok edebî meseleyi irdeler; okuma ve algılama<br />

sorunlarını gündeme getirir. Öykülerinde, okuyucunun<br />

elindeki metni nasıl kurguladığını anlatır.<br />

Böylece, kurmacayı üstkurmaca düzlemine taşır.<br />

Bu bildiride Murat Gülsoy’un Oysa Herkes Kendisiyle<br />

Meşgul(<strong>19</strong>99), Bu Kitabı Çalın(<strong>20</strong>00), Âlemlerin<br />

Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(<strong>20</strong>02), Binbir Gece<br />

Mektupları(<strong>20</strong>03) ve Bu Ân’ı Daha Önce Yaşamıştım(<strong>20</strong>04)<br />

adlı hikâye kitaplarında konuyla ilgili<br />

örnekler irdelenecektir.<br />

Anahtar Kelimeler: Murat Gülsoy, Hikâye, Üstkurmaca,<br />

Süreklilik, Sahicilik<br />

338<br />

Yard. Doç. Dr. Şahmurat ARIK<br />

Karaelmas Üniversitesi / Zonguldak<br />

Stories Of Murat Gulsoy<br />

in the Transformation<br />

of Fiction to<br />

Meta-Fiction<br />

Abstract: To start to talk about literature in<br />

“a world in which there is nothing to talk about”<br />

causes the fictional texts to gain new insights.<br />

The fact that there is an uncertainty about what<br />

the reality is makes the “solely artistic” creativity<br />

the main target in some literary contexts in<br />

terms of both structure and content. In brief, the<br />

literary text starts to tell its own fictional events<br />

instead of fictionalizing the real life. Within this<br />

context, Murat GÜLSOY fictionalizes his readers<br />

again in a second level by sharing the writing process<br />

with them. He handles a lot of literary issues<br />

in his stories, brings up the problems in reading<br />

and perceiving. In his narrations, he explains how<br />

he designs the texts in the hands of his readers.<br />

Thus, he forms the fictionalization process again<br />

as meta-fictionalization process. In this paper, the<br />

examples concerning this issue in the story books<br />

of Murat GÜLSOY named Oysa Herkes Kendisiyle<br />

Meşgul(<strong>19</strong>99), Bu Kitabı Çalın(<strong>20</strong>00), Âlemlerin<br />

Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(<strong>20</strong>02), Binbir Gece<br />

Mektupları(<strong>20</strong>03) and Bu Ân’ı Daha Önce Yaşamıştım(<strong>20</strong>04)<br />

will be handled.<br />

Key Words: Murat Gülsoy, Story, Meta-fictionalization,<br />

Permanence, Authenticity


“Anlatılacak bir şeyin kalmadığı” bir dünyada,<br />

edebiyatı anlatmaya başlamak, kurmaca metinlere<br />

yeni açılımlar kazandırır. Çağa tanıklık eden<br />

zihinlerde gerçeğin ne olduğu konusunda belirsizliğin<br />

karşılık bulması, yazarı; dış dünyayı yeniden<br />

üretmek yerine, farklı bir estetik anlayışa sürükler.<br />

Bundan böyle edebî eserin odağındaki felsefe,<br />

nasıl yaşamalıdan çok, nasıl yazmalıya dönüşür.<br />

Böylece hem biçim, hem de içerik olarak “salt<br />

sanatsal yaratıcılık”, yazarın zihninde asıl hedef<br />

hâline gelir. Kısaca, edebî metin somut yaşamı<br />

kurgulamak yerine, kendi kurgusunu anlatmaya<br />

başlar. Bu bağlamda Murat Gülsoy, birçok hikâyesinde<br />

metni nasıl kurguladığının ipuçlarını vererek,<br />

onu ikinci bir düzlemde yeniden kurgular.<br />

Öykülerinde birçok edebî meseleyi irdeler; yazma<br />

süreci, okuma ve algılama sorunlarını da okurla<br />

paylaşarak, yazma deneyimini okuyucuyla paylaşır.<br />

Böylece, kurmacayı üstkurmaca düzlemine<br />

taşır. Bu bildiride Murat Gülsoy’un Oysa Herkes<br />

Kendisiyle Meşgul(<strong>19</strong>99), Bu Kitabı Çalın(<strong>20</strong>00),<br />

Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler(<strong>20</strong>02), Binbir<br />

Gece Mektupları(<strong>20</strong>03) ve Bu An’ı Daha Önce<br />

Yaşamıştım(<strong>20</strong>04) adlı hikâye kitaplarında konuyla<br />

ilgili örnekler ele alınacaktır.<br />

“Bir Hikâye Nasıl Yazılır?”<br />

Bilindiği gibi üstkurmaca kavramı yeni olmasına<br />

karşın uygulaması ilk romanlara kadar eskiye<br />

dayanmaktadır. Üstkurmaca, en bilinen tanımıyla<br />

roman teorisini roman yazma pratiği içerisinde<br />

gösterme işidir. Farklı bir söyleyişle yazma sürecinin<br />

kurmaca metin içinde kurgulanmasıdır. Diğer<br />

bir deyişle de yazarın kurmacayı oluşturma sırrına,<br />

okuru ortak etmekdir. Bu terim, bütün romanların<br />

esasında bulunan bir fonksiyon; ya da eğilime<br />

işaret etmektedir. Bu noktadan bakıldığında üstkurmacanın<br />

tarihi, roman tarihinin ve tüm kurmacaların<br />

sunuş yapılarını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla<br />

üstkurmacayı irdelemek, esere kimliğini<br />

kazandıran hususların farkına varmaktır. Bundaki<br />

temel amaç ise, kurmaca ve gerçeklik arasındaki<br />

ilişkiye dair soru üretmek ve cevap aramaktır. Yazılan<br />

eser, sistematik olarak okurun dikkatini bu<br />

noktaya çeker. Okuyucu, oluşturulan kurmacanın<br />

içerisinden geçerek, kurgulanmış metindeki yapıyı<br />

339<br />

anlamaya çalışır. Böylece kurmaca metin sadece<br />

kendi oluşumuyla ilgili tartışmalar hazırlamakla<br />

kalmaz, aynı zamanda kurmaca metinlerin dışındaki<br />

dünyanın olabilir kurmacalığına da göndermeler<br />

yapar. 1<br />

Murat Gülsoy, üstkurmacanın yazara araladığı<br />

kapıdan özellikle ikinci hikâye kitabı olan Bu Kitabı<br />

Çalın’la 2 girer. Yazar, öykülerin içerisinde hikâyelerini<br />

nasıl kurguladığı, niçin yazdığı, edebî eserde<br />

gerçeklik vs. konularını ele alır. Âlemlerin Sürekliliği<br />

ve Diğer Hikâyeler’de 3 de aynı eğilimi devam<br />

ettirir. Hikâyenin yazım süreci, kurgu ve gerçeklik,<br />

gerçek hayatın edebiyata taşınıp taşınmaması,<br />

öyküde sahicilik ve samimiyet, okuru metne dâhil<br />

etme vb. gibi birçok edebî mesele, edebî metin<br />

içinde yeniden kurgulanır. Ele alınan bu sorunlar<br />

ve bunlara verilen cevaplar, Gülsoy hikâyelerinin<br />

karakteristik özelliğini ortaya koyar.<br />

Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Kasiyer<br />

adlı öyküyle başlar. Hikâyeye, “İkinci kitabım<br />

yayınlandıktan sonra birçok mektup aldım. Çoğunluğu<br />

beni mutlu eden, okurların hikâyelerimden<br />

büyük keyif aldıklarını belirten övgü dolu<br />

mektuplardı.”(s. 13) cümlesiyle giriş yapılır. Yazar,<br />

bu girişin ardından okuyucularla eleştirmenleri<br />

karşılaştırır ve eleştirmenleri tenkit eder. Eleştirmenlerin<br />

kimi zaman yazarlardan intikam aldığına<br />

inandığını belirtir. Sonra da “Eleştirmenleri<br />

eleştirmek, hem de bir hikâyenin içinde bunu yapmak,<br />

yakışık alır bir tutum değil, bunu bir kalemde<br />

geçmek istiyorum.” diyerek(s. 13), kendisine gönderilen<br />

mektuplara tekrar döner. Bu mektuplarda,<br />

katıldığı imza günü ve söyleşilerde sıkça sorulan,<br />

“Anlatılan hikâyelerin gerçekte yaşanmış olup olmadıklarından<br />

tutun da, hikâye kişilerinin şu anda<br />

ne yaptıklarına dek uzanan, kurmaca ile gerçeklik<br />

arasındaki bulanıklıktan doğan bir dizi soru”(s.<br />

14) vardır. Yazar, bu tür suallere cevap vermekten<br />

büyük zevk alır. Ancak, Gülsoy’a göre cevaplanması<br />

çok daha zor bir soru vardır ve pek çok okur,<br />

farklı cümlelerle bu soruyu ona yöneltmektedir:<br />

“Bir hikâye nasıl yazılır?”(s. 14). Okur, yazma sü-<br />

Yavuz DEMİR, Zaman Zaman İçinde/Roman Roman İçinde:<br />

Müşâhedât, Dergâh Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>02, s. 6- 7<br />

2 Murat GÜLSOY, Bu Kitabı Çalın, Can Yayınları, 3. Baskı, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>02<br />

3 Murat Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, Can<br />

Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, <strong>20</strong>02<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

recinde nelerin olup bittiğini merak etmektedir.<br />

Bu konu yazar için de gizemli bir meseledir ve<br />

bazı yazarlara aynı soruyu kendisi de sormuştur.<br />

Aldığı cevaplar, ilk bakışta benzer gözükse de ayrıntıya<br />

inildiğinde birbirinden çok farklıdır. Gülsoy,<br />

“Her yiğidin bir yoğurt yeme tarzı vardır” diyerek,<br />

yazarların hikâye yazma tarzına saygı duymak<br />

gerektiğini vurgularsa da “okuyucunun yakından<br />

tanıdığı çok başarılı bir yazarın başından geçen<br />

bir olayı” anlatarak, bazen yazarın yazma şekline<br />

saygı duymanın mümkün olmadığını açıklar. Bu<br />

örnekten kastı, “dedikodu yapmak değil” “bir örnek<br />

üzerinde” okurla tartışmaktır(s. 14).<br />

Kasiyer’de hikâyenin başkahramanlarından<br />

Betty, seçkin bir üniversitede drama okuyabilmek<br />

için kasiyerlik yapmaktadır. NYU, İspanyol Dili ve<br />

Edebiyatı’nda kayıtlıdır. Birgün Paul Couller ile tanışır.<br />

Couller, postmodern aşk hikâyeleri yazan ve<br />

“yıldızı parlamakta olan” bir yazardır. Couller, art<br />

niyetli bir yaklaşımla, kıza ilgi gösterir. Betty, aleyhinde<br />

yapılan plandan habersiz bir şeklide, kendisiyle<br />

ilgilenen bu yazara yakınlık duyar. Yazar kısa<br />

zaman sonra genç kızı kendine âşık eder ve onunla<br />

ilişkiye girer. Daha sonra da bu ilişkiyi, Betty’nin<br />

günlüğü ve video kayıtlarından faydalanarak, romana<br />

dönüştürür. Kısaca, genç kızın özel hayatını<br />

yazarlık kariyerine alet eder. Kızın özel hayatı ve<br />

Couller’e duyduğu aşk, çok geçmeden bir roman<br />

olarak piyasaya sürülür. Couller, bu davranışı sebebiyle<br />

bazı eleştiriler alır. Ancak, yazar yaptığının<br />

doğruluğuna inanmaktadır. Ona göre genç kız, bu<br />

roman vasıtasıyla herkesçe tanınmış ve sıradan<br />

biri olmaktan kurtulmuştur(s. 40).<br />

Gülsoy, alt metin olarak Betty ile Couller’in aşk<br />

macerasını işlerken, üst metin olarak hikâyenin<br />

oluşumu, yazarın sorumluluğu, gerçek hayatın<br />

edebiyata taşınıp taşınmaması, hikâyede gerçeklik<br />

sorunu, eleştirmenlerin yazar ve şairlere yaklaşımı,<br />

anlatıcı çeşitleri vs. konularını ele alır.<br />

Yazar, hikâyede ismini değiştirerek okura sunduğu<br />

Couller’ın Amerika’da değil de Türkiye’de<br />

yaşayan meşhur bir roman yazarı olduğunu belirtir.<br />

Betty’nin çalıştığı kitabevi de aynı şekilde<br />

Türkiye’deki meşhur bir kitabevidir. Yazar, gerçeklerin<br />

herkes tarafından bilinmemesi için Couller’in<br />

tersine, isimler ve mekânı değiştirdiğini açıklar.<br />

340<br />

Genç kızın başından geçen olayları, öykü olarak<br />

naklettikten sonra gerçek hayatın edebiyat ortamına<br />

taşınmaması gerektiği üzerinde durur. “Tıpta<br />

olduğu gibi edebiyatta da bir etik değerlendirme<br />

olması gerektiğini düşünüyorum. İnsan üzerinde<br />

deneyler yapmanın bedeli çok ağır olmalı. Ve bence,<br />

hiçbir sanat yapıtı bir insanı mutsuz etmeğe<br />

değmez”(s. 41) diyerek, özel hayatın mahremiyetini<br />

savunur. Böylece edebiyatta otobiyografiye de<br />

mesafeli durduğunu belirtir. Bu bağlamda kasiyer<br />

kız ve yazarın başından geçen olayları, kendi yazdığı<br />

öyküyle -Couller’e aykırı bir tavırla- birtakım<br />

değişiklikler yaparak edebiyat ortamına taşır. Özel<br />

hayatın mahremiyetini ayaklar altına almadan<br />

kurmaca metni oluşturur. Böylece aynı konunun<br />

gerçek hayata gölge düşürmeden de yazılabileceğini<br />

gösterir. Ayrıca, “Nasıl yazılır?” sualini, öykünün<br />

nasıl yazılmaması gerektiği üzerinde durarak<br />

da cevaplamış olur.<br />

Kasiyer hikâyesi, okuru, üstkurmaca metinlerin<br />

belli başlı neticelerinden biri olan metin mi, metin<br />

hakkında mı ikilemine götüren ve bu bağlamda<br />

anlamın yapısını ortaya çıkaran deneysel bir metin<br />

olarak okuyucu karşısına çıkar.<br />

“Neden Yazıyorsun?”<br />

Bu Kitabı Çalın’da eserin ismiyle aynı adı taşıyan<br />

ilk hikâyede, roman kahramanı Cem, yazara “Neden<br />

yazıyorsun?” sorusunu yöneltir. Yazar, bu suale<br />

önce, “büyük yazarlardan” okuduğu cümlelerle<br />

üst perdeden cevap verir: “İnsanlara bir şeyler<br />

aktarmak”, “bir şeyler ifade etmeye çalışmak”(s.<br />

15). Cem, bu cevaptan tatmin olmaz ve ikinci bir<br />

hamle yapar: “Bizden söz ediyor musun hikâyelerinde,<br />

buradan, arkadaşlardan?”(s. 16). Cem, yazarın<br />

hikâyelerinde gerçek hayatın yerini merak<br />

etmektedir. “Yok canım. Hayalimden yazıyorum.<br />

Yaşadıklarımı yazacak olsam günlük tutardım”,<br />

cevabını alması, onu çileden çıkartmaya yeter.<br />

“Yani uyduruyorsun! Yalan söylüyorsun. Yalan, olmamış,<br />

olmayacak şeyler yazıyorsun. Bunu yapma!<br />

Dünyada yeterince yalan var zaten! Yalanları<br />

çoğaltmak için uğraşma.”(s. 16), sözleriyle yazarı,<br />

gerçekçi olmaya davet eder. Cem bu davetle üstkurmaca<br />

metinlerde, kahramanın edebî eserin<br />

şekillenmesinde yazar; ya da diğer kahramanlarla


tartışmasına örnek teşkil eder. Yazar, bu cümleleri<br />

“o zaman için komik” bulur. Metinde, hayalin önemine<br />

inanır. Okurun edebî eserin “sahte-yapma”<br />

olduğuna odaklanmasını sağlamaya çalışır. Ama<br />

sonrasında “gerçek, yalan ve edebiyat” üçlüsünü<br />

düşünmeğe başlar. Edebiyat dünyasında gerçekle<br />

kurmaca arasında bir yol çizer kendine. Cem ise,<br />

“gerçeği; ele geçirme, elle tutulur bir şey hâline<br />

getirme”ye çalışır.<br />

Bu Kitabı Çalın’da “Neden yazıyorsun?” sorusuna,<br />

kalıplaşmış ifadelerle cevap veren yazar, Yazarın<br />

Belleği’nde farklı bir yaklaşımda bulunur. Hiç<br />

tanınmayan insanların yazarı bilmesi, okuması,<br />

macerasına tanık olması ve bunlardan hoşlanması<br />

için: “Belki de, yazarın aklının içinde kurgulanan<br />

gelecekteki okurun ya da okurların hayali, bir<br />

yerinden kırıyor bu yalnızlığı. Öyküler mektuplar<br />

gibi değildir, bunu biliyorum. Yani belli bir kişiye<br />

yazılmıyor. Evet, mutlaka tanıdığı kişiler, eşi, dostu,<br />

okuyacaktır yazdıklarını. Ama asıl olarak, hiç<br />

tanımadığı ve bilmediği birileri için yazıyor. Kim<br />

olduğu belli olmayan bu kişiler maceramı okusun<br />

ve hoşlansın diye yazıyor.”(s. 104).<br />

Aynı öykünün ilerleyen satırlarında Gülsoy, öykülerini<br />

okunup tanınmak için yazdığını açıklar. En<br />

azından yazma gerekçelerinden biri budur. Hiç görülmemiş,<br />

tanınmayan, nelerden hoşlanıp nelerden<br />

sıkılacağı bilinmeyen okur için hikâye yazmak<br />

oldukça zordur. Okuyucunun zevkini, seviyesini,<br />

sabrını vs. kestirmek olası değildir. Sırf bu bilinmezlik<br />

bile yazarı, öykü yazmaya teşvik etmekte,<br />

yaptığı işten zevk almasını sağlamaktadır. İçinde<br />

yaşanan zaman dilimi ve gelecekteki okur kitlesi<br />

hakkında genel geçer bilgiye sahip olmayan yazar,<br />

okuru dikkate almadan; ya da öyleymiş gibi yaparak,<br />

içinden geldiği gibi yazar, öykülerini: “Oysa<br />

yazarın işi daha zor. Çünkü belki de henüz doğmamış,<br />

gelecekte bir yerlerde doğup büyüyecek ve<br />

kitabı eline alıp okumaya başlayacak olan kişinin<br />

neye benzediğini, nelerden hoşlanıp nelerden sıkılacağını<br />

kestirmesi pek de olası değil. Belki sırf bu<br />

bilinmezlik hoşuna gidiyor. Ve yine belirsizlik çok<br />

büyük olduğu için okuru hesaba katmıyor. İçinden<br />

geldiği gibi yazıyor. Ya da öyleymiş gibi yapıyor.”(s.<br />

104-105).<br />

Gülsoy, ‘yazar, edebî metni neden yazar?’<br />

341<br />

sorusuna, kitabın başında olduğu gibi Yazarın<br />

Belleği’nin ilerleyen bölümlerinde de hem kendi;<br />

hem de okuyucu adına cevap arar. “Yazarın belleğinin<br />

dolambaçlı koridorlarında, gerçeklerin ve hayallerin<br />

girdaplı denizinde yazarla eşzamanlı olarak<br />

dolaşan” kahraman; edebî metinde şahısları<br />

vücuda getiren yazarın Tanrı’nın insanı yaratması<br />

gibi, mükemmelliği arayıp bulma peşinde olabileceğini<br />

söyler. Ya da kendi benliğindeki eksikliği<br />

veya boşluğu doldurma gayretidir yazarın yaptığı.<br />

Veyahut da, eserde canlandırdığı karakterde kendini<br />

görme, kendini bilme kastıyla yazmaktadır:<br />

“Varolan biri neden başkalarını var etmeye çalışır<br />

ki? Örneğin yazarımın beni yaratması(Tanrı’nın<br />

insanı yaratması gibi), bir mükemmeliyetin sonucu<br />

mu yoksa bir eksikliği giderme, bir boşluğu<br />

doldurma ihtiyacının bir ürünü mü? Yani bende<br />

kendi yansımasını görmek, kendisini bilmek için<br />

mi yazıyor beni?”(s. 105).<br />

Yazar, kendi zihninde ‘neden yazıyorum?’ sorusunu<br />

sürekli tekrar eder. Muhtemel sebepler peş<br />

peşe sıralanır. Bunlardan biri de gerçek hayatta sıradan<br />

bir insan olmak ve öldükten sonra unutulup<br />

gitmektense, bir öykü kahramanı olarak sonsuza<br />

uzanmaktır. Yazar, belki de bu kaygıdan hareketle<br />

hikâye yazmakta ve öykülerinde kahramanlarını<br />

bu konu üzerine düşündürmektedir: “Gerçi yazarımın<br />

belleğinden süzülüp gelen bilgiler aklımı<br />

karıştırmaya çalışıyor. Örneğin Sherlock Holmes<br />

gibi biri olabilmek: Şöhreti yazarınınkini gölgede<br />

bırakan, birçokları için yazarından daha gerçek bir<br />

kişi olan Holmes. Hatta, yazarının onu öldürmeye<br />

çalışması ve başarısız oluşu… Bunlar etkileyici<br />

tabii. Ama benim kastettiğim, şöhret değil. Ete<br />

kemiğe, yani bir bedene sahip olmak. Tüm sıradanlığına<br />

karşın, razıyım. Biliyorum, istediğim gibi<br />

gerçek bir kişi olsaydım, bunun değerini bilmeyecektim.<br />

Belki bunalacaktım. Sıradan bir insan<br />

olacağıma bir öykü kahramanı olmak daha iyidir,<br />

diye düşünecektim. Belki de bu yüzden yazmaya<br />

başlayacaktım. İşten eve evden işe gidip gelirken<br />

aklımı kaçırmamak için öyküler yazacak, hatta bu<br />

kaygılarımı gizlemek istediğim için bu konu üzerine<br />

düşünen kahramanlar yaratacaktım.”(s. 106).<br />

Alıntıları takip eden satırlarda, yukarıda anılan ihtimal,<br />

“sıradan ve vasat” bir düşünce olarak zikredilir.<br />

Dolayısıyla sorulan suale, hâlâ doyurucu bir<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

cevap bulunamamıştır. Ne var ki, ilerleyen sayfalarda<br />

yukarıdaki gerekçe tekrar gündeme getirilir.<br />

Yazar, Don Kişot’un son bölümlerini tekrar okurken<br />

yazının gücüne yeniden şahit olur. Herhangi<br />

bir hikâye veya romanda ölümsüz bir kahraman<br />

olmayı ister(s. 113).<br />

Yasadışı Öyküler’de Gülsoy, kendi hikâyeleri<br />

üzerine yorumlar yapar. Bu değerlendirmeler<br />

vasıtasıyla esere farklı ve aşırı anlam yükleme<br />

ve okurun algılama sorunlarına değinir. Hikâye<br />

kahramanı Oktay Bey’in soruşturması, bazı edebî<br />

meselelerin yeniden ele alınması sonucunu verir.<br />

Burada yazarın neden yazdığı sorusuna yeni<br />

bir cevap verilir. Sorunlardan kurtulmak: “Zaten<br />

sorunlardan kurtulmanın en kolay yolunun kurgular<br />

yapmak olduğunu çoktandır biliyor ve bilerek<br />

uyguluyordum.”(s. 1<strong>80</strong>). Gülsoy, alıntı yapılan<br />

satırlardan bir paragraf sonra yazma sebebini<br />

tekrar gündeme getirir. Okura ulaşmak, bir tane<br />

de olsa mükemmel okuyucuyu bulmak ve anlaşılmak:<br />

“Yazılıp basılmış bir öykü bir noktadan sonra<br />

başkalarının oluyor. Başkalarının eline geçiyor. Ne<br />

tuhaf, zaten bunun için yazıyorsunuz. Belki de mükemmel<br />

bir tek okur için yazıyorsunuz ve adresi<br />

bilmediğiniz için herkese göndermeye çalışıyorsunuz,<br />

‘o’ budur umuduyla…”(s. 181).<br />

Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de<br />

Hüthüt Kuşu adlı öyküde, on bir yazardan alınmış<br />

alıntı cümlelerin sahibini bulmaya çalışır. Bu<br />

cümleler hakkında yorumlar yapar. İlk cümle Sait<br />

Faik’e aittir: “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra<br />

tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Haritada<br />

Bir Nokta’dan alınan bu cümleye yazar da<br />

katılmakta ve sanki delirmemek için yazmaktadır.<br />

Ancak, kimi zaman tersini de düşünür: “Evet, ben<br />

de böyle hissederim zaman zaman. Fakat bazen<br />

de tersini düşünürüm. Yazmanın insanı yavaş yavaş<br />

delirttiğini.”(s. 51).<br />

Yasadışı Öyküler’de bir tane de olsa mükemmel<br />

okuru bulmak ve anlaşılmak derdiyle yazdığını<br />

açıklayan yazar, benzer cümle kalıplarını Binbir<br />

Gece Mektupları’nda 4 da kullanır: “Hiçbir şeyden<br />

emin olamadığım bir yerde anlatıyorum hikâyelerimi.<br />

Belki de emin olduğum tek şey bunları sana<br />

4 Murat GÜLSOY, Binbir Gece Mektupları, Can Yayınları, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>03<br />

342<br />

anlattığım. Kim olduğunu bilmediğim birine yazdığım<br />

mektuplar…”(s. 174). Bu satırların devamında<br />

yazar, Yazarın Belleği’nde açıkladığı bir sebebi<br />

daha anar. Eserleri ve kahramanları vasıtasıyla<br />

ölümsüz olma isteği: “Her gece ölüm korkusunu<br />

hafifletmek için yazdığım mektuplar… Tüm hikâye<br />

anlatıcılarının Şehrazat’ın torunları olduğunu söylemişti<br />

bir dostum. Haklı galiba. Ertesi günün ilk<br />

ışıklarını görme umudunu taşıyan öyküler yazıyorum.<br />

Bunları sana bir mektup biçiminde gönderiyorum.<br />

Binbir Gece Mektupları…”(s. 174).<br />

Binbir Gece Mektupları, yazar için geleceğe, istikbaldeki<br />

okura gönderilmiş bir mektuptur. Kitap;<br />

dokuz öykü ve dokuz parçadan oluşan bir mektuptan<br />

oluşur. Birbirinden bağımsız gibi görünen dokuz<br />

hikâyeyi okuyup, dokuz küçük mektubu okumaya<br />

başlayınca okuyucu, her bir öyküye yeniden<br />

dönme ve bazılarını yeniden okuma isteğine kapılır.<br />

Yazar bu mektupları, bulur umuduyla bir tane<br />

de olsa mükemmel okur için yazmıştır. Yazmayı<br />

yaşamaya eşitleyen Gülsoy, yazmadığı zamanlarda<br />

kendini ölü gibi hisseder. Yazar yaşayabilmek<br />

için her bir mektupla birlikte bir öykü yazıp zarfa<br />

koyar ve okuyuculara postalar. Yazmak, onun için<br />

hayatı ve toplumu inşa etmektir. İyilerin de var olduğu,<br />

doğruyla yanlışın ayırt edildiği bir toplum:<br />

“Yazmadığım her an ölüyüm. Böyle hissediyorum.<br />

Yazmanın bir alışkanlık olduğunu sanıyordum<br />

başlangıçta. Her yanım defter, kâğıt, cümle, sözcük,<br />

harf oldu zaman içinde. Yazılmayan hiçbir<br />

şeye inancım kalmadı. Yaşarken doğru ile yanlışı<br />

ayırt edemediğini söyleyen arkadaşlarımla yolları<br />

ayırdığımdan beri… sürekli yazıyorum. Yanlışların<br />

doğruları yok etmediği bir dünya kuruyorum. Başrollere<br />

çıkıyorum.”(s. 179).<br />

Binbir Gece Mektupları’nın sekizinci parçasında<br />

yazar, öykünün bir işlevinden söz eder. Korkuları<br />

dışa vurmak. Gülsoy’un yazma sebeplerinden biri<br />

de budur: “Korku yaşananları bozuyor. Her şey olduğundan<br />

farklı görünüyor o zaman. Olduğundan<br />

daha büyük ve ayrıntılı. Öykülerde olduğu gibi.<br />

Belki de korkularımı dışa vurmaktan başka bir işe<br />

yaramıyor yazdıklarım(s. 186).


Hikâyede Sahicilik<br />

Yazarına <strong>20</strong>01 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandıran<br />

Bu Kitabı Çalın, Gülsoy’un “sahicilik” ve<br />

“samimiyet”i aradığı bir eser olarak okur karşısına<br />

çıkar. Kitapta on iki hikâye yer alır. Bu öyküler,<br />

Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’deki 5 hikâyeler<br />

gibi geçmişte münferiden neşredilip sonradan bir<br />

araya getirilmemiştir. Yazar, Bu Kitabı Çalın’daki<br />

hikâyeleri bu eser için kurgusal bütünlüğü sağlayacak<br />

şekilde kaleme almıştır. Eserdeki ilk hikâye,<br />

kitaba ismini veren öyküdür. Yazar burada eserin<br />

tamamından belli bir biçimde söz eder. Son<br />

hikâye olan Yasadışı Öyküler’de ise, kitabın geneli<br />

hakkında yorum yapar. Öyküler hakkındaki bu değerlendirmeler,<br />

üstkurmaca metinlerin en bariz<br />

özelliklerinden biri olan kurmaca ve eleştiri arasında<br />

bir yerde duran “sınır söylem”e işaret eder.<br />

Hikâyeler bu yönüyle eleştiri ile kurmaca arasında<br />

gidip gelir. Farklı bir bakış açısıyla Gülsoy hikâyeleri,<br />

eleştiri ile kurmacanın “birbirine benzemeğe<br />

çalıştığı kesişme noktası”nda 6 ortaya çıkar. Hikâye<br />

içerisinde öyküler hakkındaki yorumlar; Gülsoy<br />

için samimiyet ve sahiciliğin göstergesidir. Okuru<br />

hikâyede anlatılanlara inandırmaya çalışmadan,<br />

eserdeki olayların kurgudan ibaret olduğunu ortaya<br />

koyar. İlk hikâye ve son öykü, okuyucuya iki<br />

farklı okuma önerisi sunar. Gülsoy, son öyküsündeki<br />

yorumlar vasıtasıyla, yazara göre, “edebiyatı<br />

edebiyat yapan temel özelliklerden biri olan sahiciliği”<br />

arkasına alır ve hikâyelerinde kurgu ile sahicilik<br />

arasında bağ kurmaya çabalar. Böylece “salt<br />

akıl ve zekâya hitap eden” ve “edebiyata zarar veren<br />

kurgu”yu, sahiciliğin kıyısına çekmeye çalışır. 7<br />

Bütün bu süreci de bazı hikâyelerinde okuyucuyla<br />

aşama aşama paylaşır.<br />

Gülsoy, Yasadışı Öyküler aracılığıyla değişik<br />

okuma biçimleri, yanlış okumalar ve aşırı yorumlamalar<br />

konusunda âdeta bir örnek metin ortaya<br />

koyar. Hikâyenin başlangıcından sonuna kadar,<br />

eserin gerçek olaylarla örüldüğü, birçok ayrıntının<br />

işlenmesiyle okuyucuya hissettirilir. Hikâye kahramanı,<br />

Basın ve Yayın İzleme ve Değerlendirme<br />

Dairesi’nde şef olarak çalışan Oktay Bey’dir. Ya-<br />

5 Murat GÜLSOY, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, Can Yayınları,<br />

2. Baskı, İstanbul, <strong>20</strong>0<br />

6 DEMİR, A.g.e., s. 7<br />

7 Murat GÜLSOY, “Edebiyat Yapıtlarının, Günümüzde de Eşsiz<br />

Olabilme Şansları Var”, Cumuhuriyet Kitap Eki, <strong>20</strong>02<br />

343<br />

zarın hikâyelerinden olmadık manalar çıkarmış,<br />

bunlarla sahibini suçlamıştır. Gülsoy’un çıkardığı<br />

dergiler, oralarda neşrettiği yazı ve hikâyelerden<br />

örnekler vererek, yazarı köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadır.<br />

Öykünün sonunda ise, durum değişir.<br />

Yazar; Devlet ve Korku Filmleri’nde olduğu gibi bu<br />

hikâyede anlatılanların da bir kurgu ve “oyun”dan<br />

ibaret olduğunu açıklar. Yani iki eser de hayal<br />

mahsulüdür. Böylece eserde anlatılanların gerçek<br />

olduğunu okura kabul ettirmeye uğraşarak “okuru<br />

aldatmak” yerine, eserin nasıl kurgulandığını okuyucuyla<br />

paylaşarak, “samimiyet” ve “sahicilik”i selamlar.<br />

Okur, sanatsever ve eleştirmenleri, yanlış<br />

okuma ve aşırı yorumlamalardan kaçınmaları için<br />

uyarır ve böyle yapılan metinlere “yeniden okuma”<br />

davetinde bulunur: “Mehmet’in odaya kahvelerle<br />

girmesi, gözlerini yalan söyleyen insanlar<br />

gibi kırpıştırması, geçmişte uzun uzun değişik<br />

okuma biçimleri ve yanlış okumalar, aşırı yorumlamalar<br />

üzerine yaptığımız sohbetler, Mehmet’in<br />

tuhaflıklara meraklı eniştesi, hepsi bir araya gelip<br />

bilmecenin çözümünü ortaya çıkardı. Evet hepsi<br />

bir şakaydı. Tam benim tarzımda bir senaryoydu<br />

bu: Devlet ve Korku Filmleri’ndeki acayip teşkilata<br />

benzer bir şey…”(s. 188).<br />

Binbir Gece Mektupları, son cümlesiyle yazarın<br />

hikâye anlayışını ortaya koyar. Hikâyelerde anlatılan<br />

bütün olaylar, yazarın şuuraltının yansımasıdır.<br />

Yazar; hayal ürünü kahraman ve olayları, gerçek<br />

diye okura sunmamış, onu aldatmaya çalışmamıştır.<br />

Hikâyelerini anlatırken, yazma sürecine<br />

okuru da dâhil etmiş, neyi nasıl ve niçin yazdığını<br />

açıklayarak, okuyucuya dürüst davranmıştır.<br />

Bu ise, eserlerine “sahicilik” katmıştır: “Bu son<br />

mektubum. Sana karşı hep dürüst oldum. Aklımın<br />

ve varsa ruhumun tüm kapılarını sonuna kadar<br />

açtım”(s. 188).<br />

Okuru Hikâyeye Dâhil Etme<br />

ve Yazma Deneyimini Okurla<br />

Paylaşma<br />

Üstkurmaca, postmodern edebiyatın ana kurgu<br />

öğesidir. Bu eğilim genel anlamda yazma sürecinin<br />

kurmaca metnin içinde kurgulanması demektir.<br />

Söz konusu durum, yazarın metnini nasıl<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yazdığını o metin içinde anlatması, yazma sorunlarını<br />

metnin ana izleği durumuna getirmesi<br />

ve kimi zaman okuru metnin içine sokarak eseri<br />

nasıl oluşturduğunu onunla paylaşması anlamına<br />

gelmektedir. 8 Ecevit’in vurguladığı okurun edebî<br />

metne ve metnin kurgulanma macerasına ortak<br />

edilmesi, Murat Gülsoy’un “sahicilik” ve “samimiyet”<br />

adına önem verdiği önemli bir izlektir. Bu<br />

Kitabı Çalın, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler,<br />

Binbir Gece Mektupları ve Bu An’ı Daha Önce<br />

Yaşamıştım’da 9 söz konusu ana izlek, üst metin<br />

olarak kimi öykülerde yer alır.<br />

Ömer Lekesiz, Gülsoy hikâyelerinde okuru<br />

metne dâhil etme tercihinin sebepleri üzerinde<br />

dururken dünya üzerindeki büyük siyasî gelişmelere<br />

dikkat çeker. Bu çerçevede Gülsoy’un <strong>19</strong>90<br />

sonrasında meydana gelen Rusya’nın yıkılması,<br />

küreselleşme vb. önemli olaylar neticesinde ideolojiler<br />

devrinin kapandığına hükmettiğini ve Toplumcu<br />

Gerçekliği de dışlayarak, tahkiyeyi bir tür<br />

kurgusal iç yaratım süreci olarak alıp, öykülerinde<br />

dilsel ve kurgusal işçiliği öne çıkardığını belirtir. 10<br />

Yazar bu bağlamda, öykülerinde ana izleklerden<br />

birini eserlerinin yazılma süreci olarak belirler.<br />

Kurmaca metne okuru dâhil eder. Neyi, niçin ve<br />

nasıl yaptığını açıklayarak, yazma deneyimini<br />

okurla paylaşır.<br />

İnci Aral da bu konuda Lekesiz’le aynı paralelde<br />

görüş bildirir. <strong>19</strong>90 sonrası Türk hikâyesini değerlendirirken,<br />

Murat Gülsoy’u da anarak, Türkiye’de<br />

ve dünyada meydana gelen önemli olaylar sonucunda<br />

bazı genç yazarların hem birey hem de toplumsal<br />

aidiyet bakımından kendilerini yeniden tanımlama<br />

gereği duyduğunu açıklar. Bu grupta yer<br />

alan yazarlar; tutarsızlık, görecelik, gerçek ve hayal<br />

gibi kavramlar üzerinde kafa yorar. Daha çok<br />

‘kendi özüne dönük üst kurmaca’ metin üretmeyi<br />

tercih ederler. Yazma deneyimini okurla paylaşır,<br />

edebî eserde metnin oluşum sürecine okuyucuyu<br />

da katarlar. Kendini aşamayan kent insanının yalnızlığı<br />

ve iç dünyasındaki karmaşayı kesit alarak,<br />

duygu ve düşüncelerdeki kırılma ve çözülme sü-<br />

8 Yıldız ECEVİT, Orhan Pamuk’u Okumak, İletişim Yayınları,<br />

İstanbul, <strong>20</strong>04, s. 42<br />

9 Murat GÜLSOY, Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım, Can Yayınları,<br />

2. Baskı, İstanbul, <strong>20</strong>04<br />

0 Ömer LEKESİZ, Kuramdan Yoruma, Selis Kitaplar, İstanbul,<br />

<strong>20</strong>06, s. 98<br />

344<br />

reçlerini konu alan edebî metinler vücuda getirirler.<br />

11 Aral’ın bu teşhisi, aşağıda görüleceği üzere<br />

Gülsoy’un hikâyelerinde kendini açıkça gösterir.<br />

Murat Gülsoy, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler<br />

adlı öykü kitabını, eserin isminin tersine, “Diğer<br />

Hikâyeler” ve “Âlemlerin Sürekliliği” şeklinde<br />

iki bölüm hâlinde kurgular. Kitabın adı, Âlemlerin<br />

Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’dir; ancak eser “Diğer<br />

Hikâyeler”le başlar. Böylece okuyucu, daha ilk başta,<br />

bir “oyun”la karşılaşır. Okuyucu, “Ama kitabın<br />

asıl başlığı bu değildi” şeklinde düşünerek, Binbir<br />

Gece Mektupları’nda olduğu gibi, kitaba sondan<br />

başlama; ya da ilk hikâyeden sona doğru gitme<br />

ikilemi arasında kalır. Yazara göre, bu ikilemin<br />

neticesinde okuyucunun vereceği karar, okurun<br />

algılayış biçimini tamamen etkileyecektir. Yani ilk<br />

önce ikinci bölümü okuyup, sonra birinci bölüme<br />

dönmüş bir okurun algılaması ile kitabı birinci bölümden<br />

okumaya başlayan okurun algılaması aynı<br />

olmayacaktır. 12<br />

Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler, barındırdığı<br />

hikâyelerin takdiminde isminin ters çevrilmesiyle<br />

okuyucuya farklı bir yapı sunar. Yazar<br />

bunu bilinçli olarak kurguladığını, ilk bölümde “Bir<br />

hikâye nasıl yazılır?” sorusu ve bu suale aradığı<br />

cevapla okura hikâyelerinin oluşumu konusunda<br />

farklı bir pencere açtığını, ikinci bölümde de yine<br />

okuyucuyu birinci bölümle ilgili düşüncelerinde<br />

şüpheye düşürecek ipuçları verdiğini belirtir. 13<br />

Bu çerçevede hikâye yazarken hikâyenin doğuşu,<br />

gelişimi, yazar ve okurun gerçeği algılayış<br />

biçimi, gerçekle kurgu arasındaki ilişki, okuma ve<br />

yazma süreci vb. hakkında okuyucuya bilgi vererek,<br />

okuru öyküye ve yazarlık serüvenine dâhil<br />

eder. Böylece edebiyat eseri, “somut ya da soyut<br />

yaşamı anlatmaktan çok, kendini” yansıtmaya<br />

başlar ve “objektifi kendi üstüne” çevirir. Dolayısıyla<br />

Gülsoy’un bu kitabında postmodern hikâye<br />

ve romanları konu alan çalışmalar; ya da teorik<br />

kitaplarda tekrar edilen şu bilgilere uygulamalı<br />

olarak kapı aralanmış olur: “Anlatı metinlerinde<br />

çoğu kez bir yazar anlatıcı, söz konusu metnin<br />

İnci ARAL, “Son Dönem Türk Öykücülüğünde Arayışlar, Yönelişler”,<br />

Cumhuriyet Kitap Eki, 06/ 2/<strong>20</strong>0<br />

2 Murat GÜLSOY, “Kahraman Olmayan Yazarla Bir Röportaj”,<br />

http://www.canyayinlari.com/soylesi.asp?id= 0<br />

3 GÜLSOY, “Edebiyat Yapıtlarının, Günümüzde de Eşsiz Olabilme<br />

Şansları Var”, Cumuhuriyet Kitap Eki, <strong>20</strong>02


nasıl kurgulandığını anlatır okuruna, onunla kurgu<br />

sorunlarını tartışır. Metnin kişileri ise farklı bir<br />

ontolojinin insanlarıdır; onların etten kemikten<br />

çok, dilden oluşmuşlukları vurgulanır; yaşadığımız<br />

dünyada değil, kitap sayfalarında var olurlar.<br />

Postmodern edebiyatın öncüsü Beckett, onlara,<br />

sözcükten adam anlamında, homo logos der” 14<br />

Gülsoy, Ecevit’in ifade ettiği anlayış doğrultusunda<br />

eserde yer alan ilk hikâyeden itibaren üstkurmacanın<br />

yazara verdiği imkânları kullanarak,<br />

kahraman, olay, mekân ve zaman unsurlarıyla<br />

oynamağa başlar. Ecevit, postmodernizmin yazara<br />

sağladığı bu imkânı şöyle ifade eder: “Edebiyatın<br />

konusu, ne gerçekçilerin dış dünyası, ne<br />

de romantikler ve modernistlerin iç dünyalarıdır<br />

artık. Belki de, Beckett’in dediği gibi “anlatılacak<br />

bir şeyin kalmadığı” bir dünyada edebiyat kendini<br />

anlatmak zorunda kalmıştır. Gerçeğin belirsizleştiği,<br />

klişe kalıplarla üretilip tüketime sunulduğu<br />

bir çağın sanatçısı, kendisine sürekli yabancılaşan<br />

bir dünyayı yeniden üretmek yerine, rotayı farklı<br />

bir estetik doğrultuya kaydırmıştır; salt sanatsal<br />

yaratıcılığı, hem biçim hem de içerik/motif düzleminde<br />

odağa almış, onunla oynamaktadır.” 15<br />

Bu Kitabı Çalın’da Yazarın Belleği ismini taşıyan<br />

öykü, bir hikâye kahramanının var olma sürecini<br />

konu alır. Şekillenmekte olan hikâye kahramanı,<br />

yazarın belleğinde dolaşarak, orada canlanan<br />

düşünce, duygu ve hayalleri, açığa vurur. Bu durum,<br />

hem roman kahramanı; hem de okuyucuya<br />

“yazarın belleğinin koridorlarında onunla birlikte,<br />

eşzamanlı olarak gezinebilme ve bir dedektif gibi<br />

ayrıntıları eşeleyebilme özgürlüğü”(s. 99) verir.<br />

Bu sayede okur, yazarla birlikte öykünün şekillenmesini<br />

adım adım takip eder.<br />

Yukarıdaki satırların devamında, metinde şekillenmeye<br />

başlayan kahraman, yazarın zihninden<br />

geçen duygu ve düşünceleri okuyucuya yansıtmaya<br />

devam eder. Yazarın zihinde canlandırmaya<br />

çalıştığı kahraman, orada neler olup bittiğinin<br />

sadece yazar, kendisi ve bir de okur tarafından<br />

bilinebileceğini açıklar. Yazar, belleğini kahraman<br />

vasıtasıyla okura açmıştır ve böylece hikâyenin<br />

nasıl şekillendiği okuyucu tarafından net bir şekil-<br />

4 Yıldız ECEVİT, Türk Romanında Postmodern Açılımlar, İletişim<br />

Yayınları, İstanbul, <strong>20</strong>0 , s. 98<br />

5 A.g.e., s. 99<br />

345<br />

de gözlenebilmektedir: “Gerçi görünüşe bakılırsa<br />

burada yalnızız. Yazar ve benden başka hiç kimse<br />

bu sürece tanık olmuyor. Beni de adamdan sayarsak<br />

tabii. Belki de, yazarın aklının içinde kurgulanan<br />

gelecekteki okurun ya da okurların hayali, bir<br />

yerinden kırıyor bu yalnızlığı. Öyküler mektuplar<br />

gibi değildir, bunu biliyorum. Zaman zaman yazar<br />

ne biliyorsa ben de biliyorum gibi geliyor. Sanırım<br />

bilgi konusunda cimri davranmıyor. Yani belli bir<br />

kişiye yazılmıyor”(s. 104).<br />

Kasiyer’in başkahramanı Betty, Paul’ün hediye<br />

ettiği deftere iç dünyasında kopan fırtınalar ve<br />

kendi çevresiyle ilgili duygu ve düşüncelerini kaydetmeğe<br />

başladığında ev arkadaşı Sarah’nın birgün<br />

bu defteri okuma ihtimali olduğunu düşünür.<br />

Bu ihtimal, Betty’nin deftere geçirdiği duygu ve<br />

düşüncelerini “birazcık çarpıtır”; ancak genç kız<br />

bunun farkında değildir. Gülsoy, Betty’nin günlüğe<br />

yazdıklarından hareketle yazarların söz konusu<br />

durumu sürekli olarak yaşadığından bahseder.<br />

Kimi yazarlar, bu süreci, okuyucuyla bir deneyimi<br />

paylaşma fırsatı olarak görür. Kimileri ise, bu süreçte<br />

okurun duygularını sömürme ve onu aldatma<br />

peşinde koşar. Gülsoy bu bağlamda konuyla<br />

ilgili kendi bakış açısını şöyle açıklar: “Oysa yazarlar<br />

bu durumu hep yaşarlar. Yazdıklarının birgün<br />

okunacağını bilerek yazmak edebiyatı zorlayan,<br />

çekiştiren ve belki de edebiyatı edebiyat yapan<br />

en ilginç mekanizmalardan biridir. Böylesine yalnız<br />

icra edilen başka bir gösteri sanatı yoktur. En<br />

gencinden en yaşlısına, en ustasından en acemisine<br />

tüm yazarlar okurun nefesini zaman zaman<br />

enselerinde hissederler. Bazıları bu durumla kolay<br />

başa çıkarlar, bazılarıysa (Paul gibiler) bunu<br />

sömürürler. Okuru, bir deneyimi paylaşan eşiti<br />

gibi değil de kandırılacak bir cahil olarak gören bu<br />

yazarlardan her zaman uzak kalmaya çalıştım.”(s.<br />

34).<br />

Üstkurmacanın el belirgin özelliklerinden biri,<br />

“roman yapma” konusu ile dolaysız ilgisidir. Üstkurmaca<br />

metinler, “Yeni roman” yazarları gibi,<br />

dolaylı biçimde eski biçimleri eleştirmeden, kurmaca,<br />

gerçeklik ve sanatçı arasında hiçbir dolaylı<br />

söyleyişe gerek duymadan “roman yapma” konusunu<br />

ele alır. Bu anlayış doğrultusunda okur,<br />

her vesileyle metin içinde yer alır. Hatta zaman<br />

zaman okuyucu, sanki yazılmakta olan romanın<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

şekillenmesini kurmaca kahramanlarla tartışır.<br />

Bütün bunlar ise, okuru yazılı olanı “sahte/yapma”<br />

bir sanat olarak algılamaya zorlar; eserin gerçekçi<br />

etkilerini azaltarak, bütün dikkati kendi üzerine<br />

çeker. 16<br />

Verilen bu bilgilere paralel olarak Yazarın<br />

Belleği’nde hikâyenin kahramanı “sevgili okur”u<br />

muhatap kabul eder ve hikâyenin oluşum ve gelişimini<br />

onunla tartışır(s. 98-1<strong>19</strong>). Binbir Gece<br />

Mektupları’nda Gerçekliğe Bir Adım Kala adlı öyküde<br />

de hikâyedeki yazar ile hikâye kahramanları<br />

arasında, öykünün oluşumu tartışılır. Hikâye kahramanı<br />

Enis ve Hikmet, hikâyedeki yazar kahramandan<br />

bir öykü anlatmasını isterler. Hikâyedeki<br />

kahraman da o sırada bir öykü uydurur. Hikâyenin<br />

devamı ve bir olayın sebebi kurmaca kişilerle yazar<br />

arasında tartışılır. Yazar, neyi nasıl yazacağı<br />

konusunda kararsız kalır(s. 66). Hikâyeyi tamamlayamaz.<br />

Hayalî kahramanların kurmacayla gerçeğe<br />

dönüştüğünü düşünür: “Dış dünya arabanın<br />

camlarını yalayıp geçerken Tayfun Abi’nin hayalimde<br />

canlanmış yüzü gözümün önünden gitmiyordu.<br />

Benim laf olsun diye uydurmaya çalıştığım<br />

hikâyenin kahramanı ile hiçbir ilgisi yoktu. Şu<br />

anda, şu saniyede bir yerlerde yaşamını sürdüren<br />

talihsiz bir adamdı o. Hikâyesini bildiğim için gerçekti<br />

artık”(s. 67).<br />

Binbir Gece Mektupları, Gülsoy hikâyelerinin<br />

gerçekle hayal arasında şuuraltından yansıyan<br />

eserler olduğu açıklamasıyla sona erer. Yazar,<br />

hikâyelerinde anlattıklarına okuru inandırmaya<br />

çalışmamış, onu aldatmaya kalkmadan yazdıklarının<br />

gerçekle hayal arasında olduğunu belirtmiştir.<br />

Bu durum, yazar için önemli bir dürüstlük göstergesidir.<br />

Gülsoy, öykünün son paragrafında, -yine<br />

hayalle gerçek arasında- hikâyelerini yazarken<br />

zihninden neler geçtiğini ve hayallerini de okurla<br />

paylaştığını ifade etmiştir: “Bu son mektubum.<br />

Sana karşı hep dürüst oldum. Aklımın ve varsa<br />

ruhumun tüm kapılarını sonuna kadar açtım. Bu<br />

yüzden çıkan rüzgâr birçok tuhaf nesne ve görüntüyü<br />

canlandırdı.”(s. 188). Gülsoy’un hikâyelerinde<br />

buraya kadar anlatılan tercihi, yani hikâyeyi<br />

ve onun öyküsünü okurdan esirgememesi, Füsun<br />

Akatlı’ya göre, yazarın öykülerinden “katmerli<br />

zevk” alınmasını sağlar. Yazar, bu yolla büyük bir<br />

6 DEMİR, A.g.e., s. <strong>20</strong><br />

346<br />

başarı kaydetmiştir. 17<br />

Hikâyede Gerçeklik<br />

Âlemlerin Sürekliliği ve Gerçek Hikâyeler’de,<br />

edebî eserde gerçeklik ve kurmaca, ana izleklerden<br />

birini oluşturur. Yine edebiyatta ve hayatta<br />

süreklilik diğer bir izlek olarak okur karşısına çıkar.<br />

Burada yazar tarafından vurgulanan asıl gerçeklik,<br />

edebiyatta ve hayatta cari olan sürekliliktir.<br />

Kitabın tamamı, bu sürekliliği vermek üzere kurgulanmıştır.<br />

Daha kitabın başında yer alan Kasiyer<br />

adlı öyküde bunun ipuçları verilir. Kasiyer’de “Bir<br />

hikâye nasıl yazılır?” sorusuna cevap aranırken,<br />

öykü kahramanlarından biri yazar olarak seçilir.<br />

Hikâyedeki bu yazar da kendi öyküsü içerisinde<br />

başka bir yazar kahraman vücuda getirir. Gülsoy,<br />

bu süreci, iç içe giren bir ayna olarak düşünür.<br />

Kendisi bir yazar kahraman yaratmış, o kahraman<br />

da başka bir kahraman yazarı ortaya koymuştur.<br />

Bundan maksat sürekliliği sağlamaktır. 18<br />

Gülsoy, hikâyedeki yazar kahramanı vasıtasıyla<br />

soyut ve bütünüyle somut bilgiler içeren edebî<br />

metinden yana olmadığını belirtir. Yazar, bu öyküde<br />

kötü niyetli insanlardan çekinerek, öyküde<br />

bahsedeceği gerçek kahramanların, mekân ve<br />

ülkenin ismini değiştirir. Hikâye, bir kitabevinde<br />

başlar. Okuyucu tabii olarak, hikâyenin geçtiği<br />

mekânı, merak edecektir. Kitabevi nerededir, ismi<br />

nedir, nasıl bir binanın içindedir? Gülsoy, sözü buraya<br />

getirdiğinde, geçmişte kendisinin de tercih<br />

ettiği hikâyede belirsizlik üzerine ne düşündüğünü<br />

açıklar: “Hani bazı hikâyeler vardır, başından<br />

sonuna kadar ne kahramanların ne de mekânların<br />

adı söylenir, her şey üçüncü tekil şahısların bulutsu<br />

belirsizliğine bırakılır, işte o tür metinlerden hiç<br />

zevk almıyorum artık. Zamanında ben de benzer<br />

bir çekingenlikle, tüm kahramanlarının soyut birer<br />

“O” zamiri ile yaşamak zorunda kaldığı hikâyeler<br />

yazdım. Şimdi çoğunu anımsamıyorum bile.”(s.<br />

15). Yazar, örnek vereceği olayda, yazar ve kitabevinin<br />

çok tanındığını bu sebeple bunların ismini<br />

değiştireceğini açıklar. Kişi adlarını değiştirmek<br />

büyük bir meseledir. Yer adları ise, daha da büyük<br />

7 Füsun AKATLI, “Kurmacanın Gerçeğe Çelmesi”, Radikal<br />

Kitap Eki, 3 /05/<strong>20</strong>02<br />

8 GÜLSOY, “Kahraman Olmayan Yazarla Bir Röportaj”,<br />

http://www.canyayinlari.com/soylesi.asp?id= 0


ir sorundur. Burada örnekler vererek, hikâyede<br />

gerçeklik sorununa değinir: “Şimdi Vehbi Kitabevi<br />

desem birçok okuyucu bunun Remzi Kitabevi olduğunu<br />

düşünecektir. Çünkü bazı yazarlar böyle<br />

yaparlar: Benzer seste adlar vererek bir biçimde<br />

yazdıkları hikâyenin gerçekliği hakkında ipuçları<br />

verirler. Tabii tersini yapan yazarlar da yok değil:<br />

Tamamen kurmaca olan bir hikâyeyi inandırıcı kılabilmek<br />

için gerçek mekânlardan sonuna kadar<br />

yararlanmaya çalışanlar… Ben biraz önce saydığım<br />

nedenlerden dolayı ikisini de yapamayacağım.<br />

O yüzden kahramanlarımızı başka bir ülkeye,<br />

bambaşka kimliklerle taşıyacağım. Sakıncası yoksa,<br />

olaylarımız New York’ta geçiyor.”(s. 15-16).<br />

Yazarın Amerika’da kasiyer olarak çalıştığını<br />

söylediği Betty, babasının ölümü üzerine arkadaşı<br />

Sarah ile kalmaya başlar. Gülsoy’a göre, Sarah,<br />

“bambaşka bir hikâyenin konusu”dur ve “Betty’nin<br />

hikâyesinde küçük bir rolü olacaktır”(s. 16-17).<br />

Betty ile Sarah, kısa zamanda dost olamaz. Yazara<br />

göre bunun en önemli sebebi, çağdaş dünya’dır:<br />

“Ne de olsa insanlar birbirlerinin yaşamına çok da<br />

fazla giremiyorlar. Çağdaş dünya, insanlarla aramızda<br />

neredeyse tek bir kapının açık kalmasına<br />

izin veriyor: sevgililik kapısı. Onun dışındaki kapılar<br />

sıkı sıkıya tuğla ile örülmüş…”(s. 17). Yazar;<br />

Betty ile Sarah’dan bahsettiği bu kısımda hikâyenin<br />

“giriş” bölümünü hazırlar. Betty, gerçek yazar<br />

değil de hikâyenin kahraman yazarı ile tanışır.<br />

Böylece o da, hikâyenin kahramanı olur: “Ve bir<br />

gün, Betty’nin bu hikâyenin kahramanı olmasını<br />

sağlayan olay oldu. Paul ile tanıştı.”(s. 17). Gülsoy,<br />

buraya kadar hikâyede anlatılanların gerçek<br />

hayatta yaşandığını bildirir. Ancak, diğer taraftan<br />

da anlatılanların bir hikâye olduğunu ve hikâyenin<br />

nasıl yazıldığına dair “bir örnek üzerinde tartışılmaya”<br />

başlandığını ifade eder. Betty, Couller’i ilk<br />

gördüğünde Couller, yeni kitabının malzemesini<br />

oluşturmak kastıyla genç kızı çoktan gözüne kestirmiştir.<br />

Betty’ye daha önce tanışmadıkları hâlde<br />

onu etkileme ve onunla ilgilendiğini hissettirmek<br />

için ismiyle hitap eder. Farklı zamanlarda onu ziyaret<br />

eder ve genç kızı kendine bağlamağa çalışır.<br />

Gülsoy, iki kahramanın tanışması ve ilk intibaları<br />

okuyucuya aktardıktan sonra hikâyenin yazarı olarak<br />

olayın akışını kasıtlı olarak durdurur ve eserde<br />

347<br />

anlatılanların gerçek hayatta yaşandığını tekrar<br />

vurgular: “Bu noktada bir parantez açmama izin<br />

verin. Biliyorum bu tarz bir anlatım, yani anlatıcının<br />

hikâyeyi bölüp araya girerek birtakım düşüncelerini<br />

öne sürmesi hem eski ve gözden düşmüş<br />

bir üslûba işaret eder hem de modern okurun canını<br />

sıkar. Araya girip ne söylerseniz söyleyin, okur<br />

‘bırak da bunları hikâye kendisi anlatsın, tercümana<br />

ne gerek var’ diye yüzünü buruşturur. Ben samimi<br />

bir edebiyattan yanayım; fakat bunun istismar<br />

edilmesini de hoş karşılamam. Burada araya<br />

girmemin nedeni birtakım veciz düşünceler öne<br />

sürerek okurun dikkatini dağıtmak değil. Başta da<br />

söylediğim gibi bu hikâyede anlattıklarımın hepsi<br />

burada bizim şehrimizde yaşandı ve yaşayan kişileri<br />

ve mekânları başka bir ülkeye taşımaktaki<br />

amacım, kötü niyetli kişilerin hedefi olmaktan<br />

kurtulmaktı. Ve ne yalan söyleyeyim, başlangıçta<br />

bundan biraz da korkmuştum. Ne de olsa kültürel<br />

ve sosyolojik farklılıklar olduğunu düşünüyor ve<br />

bunlar hikâyenin özünü bozabilir endişesi taşıyordum.<br />

Fakat şu âna kadar gerçekten bir milim bile<br />

sapmadık. O öğlen Betty ile Paul gerçekten de pizza<br />

yediler. Yani birçok ayrıntıyı hiç değiştirmeme<br />

gerek kalmadı. Merak edenler için söyleyeyim, tek<br />

yaptığım değişiklik kitabevini biraz büyütmüş olmak.<br />

Gerçek Betty’nin çalıştığı kitabevi tek kattan<br />

oluşuyor ve birkaç masadan ibaret bir kafeteryası<br />

var. Fakat bu hikâyeyi bir on yıl önce anlatmaya<br />

kalksaydım oldukça fazla ayrıntıyı değiştirmek<br />

zorunda kalacaktım. Gerçi, on yıl önce böyle bir<br />

yazar tipi ülkemizde barınamazdı diyebilirsiniz.<br />

Doğrudur, ancak henüz bunu söyleyebilecek kadar<br />

tanımadınız Paul Couller”i.”(s. 22).<br />

Paul, Betty’nin çalışma ve izin saatlerini öğrenerek,<br />

genç kızla ilgilenir. Sonunda onu kendine<br />

bağlar. Betty, Couller’ın sahip olduğu şöhret ve<br />

gücün etrafında hayaller kurmaya başlar. Hikâyenin<br />

kahraman yazarına ait ‘Yitik Cennet’ adlı hikâye<br />

kitabını satın alır. Betty, eserin ilk üç hikâyesini<br />

okur. Bunlardan hareketle Paul’ün zeki ve duyarlı<br />

bir insan olduğu sonucuna ulaşır. Yazar, Betty’nin<br />

hayaller kurarak Yitik Cennet’e sarılıp uyumasını<br />

fırsat bilerek, olayın akışını tekrar keser ve araya<br />

girerek, Paul hakkında yorumlar yapar: “Şimdi<br />

bırakalım Betty ‘Yitik Cennet’e sarılıp uyusun.<br />

Zor bir gün geçirdi ve gelecek günler onun için<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sürprizlerle dolu olacak. Hikâyenin bu noktasına<br />

kadar Paul ile ilgili fazla bir şey söylememeye<br />

çalıştığımı fark eden okurlar bu gözlemlerinde<br />

haklılar. Bunun iki nedeni var. Birincisi tüm olan<br />

biteni Betty’nin tarafından görmeye ve göstermeye<br />

çalışıyorum. İkincisi Paul ve yazdıkları hakkında<br />

bir şeyler söylemek bu hikâyede mümkün değil.<br />

Çünkü başta dediğim gibi tanınmış bir yazar. İstemeden<br />

vereceğim birtakım ipuçları sizi doğrudan<br />

onun gerçek kimliğine götürebilir.”(s. 25).<br />

Devaynasındaki Yazar<br />

Birçok edebî meselenin alt metin üzerinde<br />

tartışıldığı Bu Kitabı Çalın’da diğer bazı hususlar<br />

yanında, olduğundan farklı görünmeye çalışan<br />

yazarlara da gönderme yapılır. Bu grupta yer<br />

alan kişiler; “yaptıkları kurgularla kendilerinin ne<br />

kadar zeki olduğunu sergilemek” ve “anlattıkları<br />

öykülerle ne kadar duyarlı olduklarını gösterebilmek”<br />

için edebî eserleri kendi emellerine alet<br />

etmektedir. Edebiyat yerine, kendi “ben”lerini öne<br />

çıkarmaktadırlar(s. 100-101).<br />

Gülsoy, Kasiyer’deki hikâye yazarını niçin sevmediğini<br />

şöyle açıklar: “Şu kadarını söylememde<br />

bir sakınca yok ama: “Yetmiş yıl önce yapılmış<br />

numaraları kendisi bulmuş gibi sunan, beylik aşk<br />

hikâyelerini muhteşem duygusal fırtınalar gibi<br />

yazan biri Paul. Bir de en kötü tarafı, tüm kahramanlarını<br />

sıra dışı bir duyarlılık ve zekâya sahipmiş<br />

gibi anlatması. Sanki sıradan insanların hikâyeleri<br />

anlatılmaya değmezmiş gibi. Oysa, sıra dışı<br />

insanlar edebiyatın kötü malzemeleridir. İlginçlikleri<br />

hikâyenin, edebiyatın önüne geçer. ‘Peki daha<br />

önce zeki demiştiniz Paul için’ diyen okurlara da<br />

şunu söylemek isterim: Evet zeki bir adam Paul.<br />

Ve kahramanlarını benim sevimsiz bulduğum<br />

şekilde donatırken aslında tüm o kahramanların<br />

kendisi olduğunu ima ediyor. Çünkü amacı, yapıtlarının<br />

üzerine basarak bir yerlere tırmanmak.<br />

Bence edebiyata yapılan en büyük ihanet budur.<br />

Dolayısıyla basit bir kendini yüceltmenin ötesine<br />

gidemiyor yazdıkları.”(s. 26).<br />

Kahraman Hakkında Yorumlar<br />

Gülsoy, üstkurmaca metinlerde sıkça görülen<br />

bir tasarrufla birçok öyküde bazı kahramanları<br />

hakkında yorum yapar. Onların iç dünyası ve ka-<br />

348<br />

rakterleri üzerine değerlendirmelerde bulunur.<br />

Okuyucuyu karşısına alarak söz konusu kahramanlar<br />

üzerine onunla sohbet eder. Bunun en<br />

güzel örneği, Diğer Hikâyeler’de görülür. Bu bölümün<br />

ilk öyküsü Kasiyer’de Betty ile Sarah, zamanla<br />

iyi bir dost olur. Sarah iyi niyetli, samimi<br />

ve dost canlısı biridir. Hikâyedeki yazar, olayın<br />

akışına parantez açar ve bu kahraman hakkında<br />

üstkurmaca metinlere has bir üslûpla onun hakkında<br />

kısaca bilgi verir: “Biliyorum, şu âna kadar<br />

Sarah’yı çok ihmal ettim. Aslında Sarah bu hikâye<br />

içinde Betty’nin başına gelmiş en güzel şey. Zordur<br />

sağlam dostluklar kurmak. Sarah gerçek bir<br />

dost. Gerçi, titiz bir okur, Sarah’ın dost olabilmesi<br />

için karşısındaki insana acıma duygusu beslemesi<br />

gerektiği gözlemini yapıp sert bir yargıya varabilir.<br />

Ama ben öyle düşünmüyorum. Sarah güvenilir<br />

biri. Asla Betty’yi kazıklamayacak, sonuna kadar<br />

ona destek olacak bir dost. Fakat Betty’nin hikâyesini<br />

bırakıp Sarah’dan söz edersem ikisine de<br />

haksızlık olacak. Birincisi, bu Betty’nin hikâyesi,<br />

asıl olarak onu anlatmalıyım, dikkati başka hikâyeler<br />

üzerine çekmemeliyim. İkincisi Sarah iyi ve<br />

önemli bir insan. Hikâyesi Betty’nin hikâyesi içinde<br />

harcanmamalı.”(s. 30).<br />

Yazının Bağlayıcılığı<br />

Diğer Hikâyeler’de Paul, kısa bir kur döneminin<br />

ardından Betty’yi kendine âşık eder. Daha sonra<br />

genç kıza bir hediye alır. Bu bir günlük defteridir.<br />

Genç kız bu deftere duygu ve düşüncelerini yazacaktır.<br />

Paul, ihtirasları uğruna genç kızı önce kendine<br />

âşık etmiş, daha sonra da onun duygularını<br />

kayda geçirmek için ona bir defter almıştır. Kahraman<br />

yazar, bu defteri bir vesika gibi kullanarak bir<br />

aşk romanı yazacaktır. Betty ise, bütün bunlardan<br />

habersizdir. Betty, duygu ve düşüncelerini deftere<br />

kaydetmeğe karar verdiğinde yazar, yazma<br />

sürecinin yazarı tehlikeli bir noktaya taşıdığından<br />

söz eder: “Düşüncelerin ve duyguların kayıt altına<br />

alınması çok tehlikeli olabilir. Hayır, başkalarının<br />

eline geçmesi anlamında söylemiyorum. Bu ikincil<br />

bir sorundur. Daha yaşamsal olan, düşüncelerin<br />

yazıya geçirildikten sonra katılaşıp bu dünyaya ait<br />

cisimlere dönüşmesi tehlikesidir. Çünkü düşünceler<br />

ve duygular zihnin içinde kaldığı sürece akışkandır,<br />

değişkendir, uçucudur. Bu, insana müthiş<br />

bir hareket alanı verir. Tutarsızlığa düşmekten


korkmaksızın, zihnin duruma göre kayıtlarını yeniden<br />

düzenler. Oysa yazı bir özleşme gibi tarafları<br />

bağlar. Söz konusu olan bir günlük olunca taraflardan<br />

biri özgürlüğünü yitirmek istemeyen canlı<br />

zihindir, diğeri ise cisimleşmiş düşüncelerdir. Söze<br />

dönüşmüş duygulardır. Söz bağlar.”(s. 32).<br />

Gerçek Hayatın Edebiyata<br />

Taşın(ma)ması<br />

Kasiyer’de Betty, Paul’e âşık olur. Hatta onunla<br />

yasak ilişkiye girer. Betty, bu safhaları duygu, düşünce<br />

ve hayallerle süsleyerek, bütün ayrıntısıyla<br />

günlüğüne kaydetmiştir. Ayrıca, Paul’e çeşitli vesilelerle<br />

ailesi ve kendisi hakkında ayrıntılı bilgi vermiş,<br />

bazı sırlarını ona açmıştır. Hikâyenin sonuna<br />

gelindiğinde hikâyedeki yazar, olayların sonuna<br />

gelindiğini “Ve geldik hikâyenin sonuna. Mutlu<br />

biten bir aşk hikâyesi okuduğuna inanan okurlar<br />

için kötü bir haberim var, ne yazık ki hikâye böyle<br />

bitmiyor” cümlesiyle haber verir(s. 39).<br />

Paul, genç kızın günlüğünü ve çocukluk günlerini<br />

gösteren video görüntülerini ondan alarak<br />

bunların kopyasını çıkarttırır. Daha sonra da<br />

günlükte kayıt altına alınan aşk duygusunu bir<br />

romana dönüştürür. Roman büyük bir aşkın kayıt<br />

altına alınmasıyla doğmuştur. Kısaca, Paul, genç<br />

kızın duygularıyla oynamış, bir eser yazabilmek<br />

için onu kullanmıştır. Öyküdeki yazar, bunu normal<br />

bir davranış olarak görür. Hatta genç kızın<br />

bu roman vasıtasıyla tarihe geçtiğini ve sıradan<br />

biri olarak yaşayıp unutulmaktan kurtulduğunu<br />

söyler. Üstelik kendine teşekkür borçlu olduğunu<br />

bile söyler. Öykünün yazarı, öyküdeki yazarın bu<br />

davranışını eleştirerek, hikâye ve romanda otobiyografinin<br />

kullanılması ve gerçek hayatın edebiyata<br />

taşınmasına dair etik değerlendirmelerde<br />

bulunur. Neticede bir yazar olarak, gerçekler karşısında<br />

kendisinin benimsediği yaklaşıma işaret<br />

eder: “Hikâyenin başında söylediklerime dönecek<br />

olursak, evet her yazarın bir yoğurt yiyişi vardır.<br />

Ve her yazar kendine göre bir yöntem kullanır<br />

hikâye anlatmak için. Fakat biz bunların hepsine<br />

saygı duyabilir miyiz? Tıpta olduğu gibi edebiyatta<br />

da bir etik değerlendirme olması gerektiğini<br />

düşünüyorum. İnsan üzerinde deneyler yapmanın<br />

bedeli çok ağır olmalı. Ve bence, hiçbir sanat<br />

yapıtı bir insanı mutsuz etmeye değmez. Mutsuz-<br />

349<br />

luk zaten yeterince var. Sanatçının görevi mutsuzluğu<br />

çoğaltmak değildir. Belki de gerçeklerle<br />

baş edemediğim için, gerçek duygular ve gerçek<br />

durumlarla karşılaşmaktan hep kaçtığım için kurmacanın<br />

dünyasında yaşamayı yeğliyorum. Gerçek<br />

acılar ve aşklarla yaşamayı becerebilseydim…<br />

belki de şair olurdum. Kim bilir? Bu soruyu ben<br />

cevaplayamam.”(s. 41-42).<br />

Gülsoy, kitabın başında sorulan “Bir hikâye nasıl<br />

yazılır?” sualine, Kasiyer’le cevap verir. Bu hikâyeye<br />

göre, yazarın yaşadığı bir olay veya gerçek<br />

hayatta şahit olunan bir hadise, hikâyeye dönüştürülebilir.<br />

Bu cevap, ilk bakışta yeterli gibi gözükür.<br />

Ancak okur, kitabın sonunda farklı bir cevapla<br />

daha karşılaşır: Hayatta yaşanan herhangi bir<br />

olay, konuyla ilgisi olmasa da herhangi bir hikâyenin<br />

doğuşuna zemin hazırlayabilir. Yazar, Kasiyer<br />

adlı hikâyenin başında eserde anlatılan olayların<br />

gerçek hayatta yaşandığını, hikâyede geçen şahıs<br />

ve mekânların ismini gerçeğin anlaşılmaması<br />

için değiştirdiğini açıklar. Ancak, kitabın sonunda<br />

Âlemlerin Sürekliliği’nde Odamda Yolculuk adlı kısmı<br />

okurken durumun hiç de öyle olmadığı ortaya<br />

çıkar. Odamda Yolculuk’ta yazar, daha önce kutsal<br />

emanetler hakkında bilgi toplarken kütüphanede<br />

karşılaştığı genç kızı düşünür. Kütüphaneci kıza<br />

ilgi duyar; ama genç kız oralı olmaz. Kızın büyük<br />

ihtimalle bir sevgilisi vardır. Onunla ilgili birçok<br />

hayal kurarsa da kütüphanecinin umursamazlığı<br />

karşısında zihninde büyük bir yenilgi yaşar. Yazar,<br />

bu başarısızlığın hikâye olup olamayacağını düşünürken,<br />

kafasında yeni bir öykü şekillenmeğe<br />

başlar. Sonrasını, şu cümlelerle verir: “Kafamın<br />

içinde, ruj süren kütüphaneci kız, katalogların<br />

önünde onu gözetleyen biri olarak ben, kitaplar,<br />

Vedat Enişte dönüp duruyordu. Uykum kaçmıştı.<br />

Bilgisayarı açıp adını sonradan Kasiyer koyacağım<br />

hikâyeyi yazmaya başladım.”(s. 159-160).<br />

Binbir Gece Mektupları’nda yazar, gerçek hayatın<br />

edebiyata taşınmasına karşı çıkar. Bu sebeple<br />

hikâyelerinde kendi hayatına yer vermez. Ancak,<br />

öykülerini okuyanlar, hikâyelerde anlatılan olayların<br />

Gülsoy’un başından geçtiğini zannedeceklerdir:<br />

“Kendi geçmişimi hiçbir zaman yazmadım.<br />

Okuyanların hep öyle sanmalarına özen gösterdim<br />

ama… Neden böyle davrandığımı bilmiyorum.<br />

Üzerine de düşünmedim. Belki hep içimde kalmış<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

olan bir oyuncu olma isteğinin dışavurumudur.<br />

Tüm sanatların farklı biçimlerde de olsa bir gösteri<br />

olduğunu sanıyorum.” Gülsoy, bu kesin ifadeleri<br />

kullanmakla birlikte, söylediklerinden yine de<br />

emin değildir. Bazı hikâyelerinde tekrar ettiği gibi,<br />

anlattıkları belki de mazide yaşadığı ve şuuraltında<br />

bulunan olayların yansımasıdır: “Hiçbir şeyden<br />

emin olamadığım bir yerde anlatıyorum hikâyelerimi.<br />

Belki de emin olduğum tek şey bunları sana<br />

anlattığım. Kim olduğunu bilmediğim birine yazdığım<br />

mektuplar…”(s. 174).<br />

Hikâyenin Doğuşu, Gerçek ve<br />

Kurgu<br />

Hikâye yazma, öyküde gerçeklik, konu, kurgulama<br />

ve hikâyenin doğuşuyla ilgili bahislerin üst<br />

metin olarak mevzu edildiği Bu Kitabı Çalın adlı<br />

hikâyede, öykü ile bellek arasında paralellik kurulur.<br />

Bellek; kendi gücü ve sınırları elverdiği nispette<br />

dış dünyayı algılayabilmekte, zihindeki değişim<br />

ve dönüşüm buna göre şekillenmektedir. Hikâyeler<br />

de böyledir. Geçmişte yaşanan olaylar, içinde<br />

yaşanan mekânlar veyahut da gerçek hayatta<br />

karşılaşılan insanlar, zamanla unutulmakta ve<br />

bütün bunlar yazarın kurguladığını zannettiği unsurlar<br />

olarak hikâyelerde yer alabilmektedir. Tabii<br />

olarak, tersi durum da söz konusu olmaktadır. Bu<br />

çerçevede, hikâyeler, “büyük bir anımsama”nın<br />

mahsulüdür: “Bellek denilen şey esrarlarla dolu<br />

bir garip lunapark işte. Bazı olaylar bize olduklarından<br />

daha büyük ya da daha küçük ya da daha<br />

renkli görünüyorlar. Hatta bazen hiç olmamış<br />

olayları, hatta insanları anımsadığımızı sanıyoruz.<br />

Belki de uydurduğumu ya da kurguladığımı<br />

sandığım öykülerin birçoğu gerçekte yaşayıp da<br />

unutmuş olduğum şeyler. Ya da tam tersi… Belki<br />

de her şey büyük bir anımsama ânından başka bir<br />

şey değil. Bunu kim bilebilir ki?”(s. 26).<br />

Bu Kitabı Çalın’da öykülerinin çoğunun hayal<br />

ürünü olduğunu açıklayan Gülsoy, hikâyelerindeki<br />

konu ve kurgusal yapının çok farklı kaynaklardan<br />

beslendiğini belirtir. Başkasından işitilen olayların<br />

zihinde uyandırdığı çağrışımlar, peşine düşülen<br />

farklı konular, kütüphanelerde yapılan araştırmalar<br />

vb. yazarın öykülerinde pay sahibi olur: “Yıllar<br />

içerisinde birçok öykü yazdım. Birçok şey anlattım.<br />

Bunların çoğu olmamış olaylardı. Yazdığım<br />

350<br />

öykülerin konuları, içine döküldükleri kurgusal yapılar<br />

hep çok çeşitli kaynaklardan beslenir. Bazen<br />

birisinin anlattığı bir olay zihnimde uzun zamandır<br />

uyuyan bir konuyu dürter, bazen de ben zihnimi<br />

açacak konuların ardına koşarım. Zaman zaman<br />

garip bir önseziyle bir konunun peşinden gider,<br />

araştırmalar yapar, bir tür kütüphane yazarlığına<br />

özenir, sonra da hiçbir yere varmadığımı şaşkınlıkla<br />

fark ederim. Daha doğrusu bir yere varırım<br />

da vardığım yer, başlangıçta hedeflediğim yer hiç<br />

değildir.”(s. 17-18).<br />

Yazarın Belleği’ni açığa çıkaran kahraman, hikâyelerdeki<br />

cümlelerin yazılışı, anlam katmanları<br />

ve cümlelerin tashihi konusunda okura bilgi verir.<br />

Öyküler, türlü duygu ve düşünceyle harf harf kalıba<br />

dökülmekte ve yorucu bir emek sonucu okuyucu<br />

karşısına çıkmaktadır: “Sözcük sözcük, harf<br />

harf oluşmak nasıl bir duygu onu anlatacaktım.<br />

Birincisi, her sözcük başka bir hisle, başka bir hızla<br />

dökülüveriyor. Bazen büyük bir sevinç ve coşkuyla<br />

beliriveriyorlar. Bazen de sıkıntıyla ve kasvetle<br />

çıkıyorlar. Cümleler de çok tuhaf. Her birinde bir<br />

şey başlıyor ve bitiyor benim için. Yazarımın belleğinde<br />

izlediğim düşünce akışı gibi birbirine dolanmış<br />

bir sarmal değil. Daha tek boyutlu, ama daha<br />

kararlı. İkincisi, yazılmış olanın silinip yerine başka<br />

bir şey yazılması lüksü var ki, benim sevgili yazarım<br />

buna –çok şükür bu öykü- pek yüz vermiyor.<br />

Oysa bu, bizim gibi hayal dünyasında yaşayanların<br />

en büyük silahı. Bizi oluşturan cümlelerin düzeltile<br />

düzeltile mükemmele vardığını, dolayısıyla okur<br />

denilen sevgilinin ilgisine layık bir hale geldiğimizi<br />

hissetmek çok güzel bir duygu. Bu, bize gösterilen<br />

önemin ve saygının da bir başka ifadesi. Yarım<br />

yamalak, kırık dökük, düşük cümlelerde yaşamak<br />

istemezdim. İsterdim ki, beni yazan kişi yazı işçiliğinde<br />

büyük bir usta olsun.”(s. 108-109).<br />

Gülsoy; Diğer Hikâyeler’de Kasiyer adlı öyküde<br />

anlatılanların gerçek olaylara dayandığını bildirirse<br />

de Âlemlerin Sürekliliği’nde hikâyede anlatılanların<br />

kurguya dayandığını ifade eder. Sonra<br />

da kurgulamakta olduğu bir hikâyeyi düşünürken<br />

Vedat Enişte’yle tanışmaları ve bu vesileyle ortaya<br />

çıkan Kasiyer’i örnek göstererek, hikâyelerinin<br />

doğuşuyla, dolayısıyla da eserlerini yazma süreciyle<br />

ilgili bir açıklama yapar: “Vedat Enişte’yle<br />

görüşme, bir biçimde aklımı tetiklemiş, eski bir


hikâyeye geri döneyim derken yeni bir hikâyenin<br />

doğmasına neden olmuştu. Hikâyelerin aklıma<br />

geliş şekilleri üzerine hep düşünürüm. Hangi bilinçdışı<br />

gözlemlerden süzülen anların bir araya<br />

geldiklerinin izini sürmeye çalışırım. Akla gelme<br />

ve yazılma süreçlerini inceden inceye gözden geçiririm.<br />

Açıkçası, henüz bir ilinti, bir düzen bulmuş<br />

değilim. Fakat kimi insanların, kimi olayların ve<br />

nesnelerin bir hikâyenin akla gelişinde önemli rol<br />

oynadıklarını biliyordum. Vedat Enişte de böyle<br />

bir rol oynamıştı. O yüzden, özel bir teşekkürü hak<br />

ediyordu.”(s. 162-163).<br />

Gülsoy, hikâyelerinde kurgu ile gerçek arasında<br />

bir yerde, kendi ifadesiyle “araf”ta kalmayı tercih<br />

eder. Binbir Gece Mektupları’nda yer alan Gerçekliğe<br />

Bir Adım’da yazar, Hikmet’in anlattığı olayları<br />

ve bunun kurgulanmasını düşünürken yaptığı tercihi<br />

bir kez daha onaylar. Ona göre gerçek, hikâye<br />

için açık bir tehdit unsurudur: “Gerçek dünyanın,<br />

hikâyenin –ya da benim hikâyemin- düşmanı olduğunu<br />

bir kez daha fark etmiştim.”(s. 66). Yazar,<br />

gerçeğin hikâyede yer almasına karşı çıkarken,<br />

öyküde hayalin zamanla gerçeğe dönüşebileceğini<br />

savunur. Bu cihetten yazıya geçirilmeden evvel<br />

öykünün hayal edilmesi, olayların planlanması<br />

ve kahramanların ortaya konması; hayalin gerçeğe<br />

dönüşmesinde hayalle gerçek arasında bir<br />

tür eşiktir: “Varlığın farkında olmadığımız şeyler<br />

gerçekte var mıdırlar? Kuşkusuz bizler için yokturlar.<br />

O insanların hikâyesini dinleriz ve onlara<br />

birer suret hayal ederiz. Peki, acaba tersi bir durum<br />

söz konusu olabilir mi? Yani önce bir hikâye<br />

hayal etsek, o hikâye kendi gerçeğini yaratabilir<br />

mi? Belki de yaratabilir…Masanın başına oturup<br />

kalemi elime aldığımda, yaratılmak üzere, kollarında<br />

bir kadının cesediyle bekleyen kahramanımı<br />

düşünüyordum. Ne garip, ne ürpertici bir yer<br />

orası: doğum öncesi bir tür araf, birtür gerçeklik<br />

eşiği…”(s. 67).<br />

Binbir Gece Mektupları, hâl ve istikbaldeki okura<br />

yazılıp, gönderilmiştir. Yazar, bu hikâyeyi oluşturan<br />

dokuz parçada şuuraltından yansıyan parçalı olay,<br />

görüntü, söz, duygu ve düşünceyi bir araya getirir.<br />

Şuuraltı, insanoğlunun hayatı boyunca karşılaştığı<br />

tüm olayların, yaşadığını zannettiği; ama gerçekte<br />

var olmayan maceraların, kurduğu bütün hayallerin,<br />

peşinden koştuğu arzu ve isteklerin, kapıldığı<br />

351<br />

korkuların, gördüğü rüyaların, söylemek isteyip<br />

de bir türlü dile getiremediği türlü duygu ve düşüncelerin<br />

vb. deposu gibidir. Yazar bu depoyu, bir<br />

kuyuya benzetir. Binbir Gece Mektupları’nda anlatılan<br />

öyküler, işte bu kuyudan çıkmıştır: “İçimdeki<br />

kuyudan çıkan imgeler yine geldikleri yere dönecekler.<br />

Bunu biliyorsun. Okuyup bitirdiğinde kuyu<br />

kapanmış olacak. Şimdi son kez o kuyuya birlikte<br />

eğilip bakalım.”(s. 188).<br />

Dilin Kullanımı ve “Kılçıklı<br />

Cümle”<br />

Dilin doğru kullanımı hususunda hassas davranmaya<br />

çalışan Gülsoy, Bu Kitabı Çalın’da bu hikâyeyi<br />

nasıl yazdığını anlatır. Öykünün yazılmasına<br />

neden olan olayı okura aktarmadan evvel, zoraki<br />

kurulan, bir şeyleri ispatlamaya çalışan ve sanki<br />

gizli anlamlar ihtiva ediyormuş gibi bir eda taşıyan<br />

cümleler ve tabii ki, bunların sahibi olan yazarları<br />

ironiyle karışık tenkit eder. Yazarlar, kapalı<br />

ve dolambaçlı ifadelerden, daha doğrusu olduklarından<br />

farklı görünmeye çalışmaktan kaçınmalıdır:<br />

“Bu başlık(Bu Kitabı Çalın) kitap korsanlığının<br />

hep gündemde olduğu bir yerde başka bir ironi<br />

de barındırmıyor değil. Her neyse, kitap yayınlandı.<br />

Hiçbir şey olmadı. Yani bu öykünün yazılmasına<br />

neden olan olay oluncaya kadar, bu öykünün<br />

yazılmasına neden olabilecek hiçbir şey olmadı.<br />

Komik değil mi? Bazen kılçıklı, okurken insanın<br />

boğazından geçmeyen cümleleri çok seviyorum.<br />

Kolay lokma olma endişesinin üstesinden gelmek<br />

için insanın daha fazla zamana gereksinimi var<br />

galiba.”(s. <strong>19</strong>).<br />

Hüthüt Kuşu, on bir Türk yazarından seçilmiş<br />

alıntı cümlelerle kurgulanır. Yazar, hikâyede ilk<br />

başta ismi verilmeyen on bir alıntının sahibini<br />

arar, onları açarak ve o konuda kendi fikrini dile<br />

getirerek sanki alıntılar içinde zihnen dolaşır ve<br />

bütün bu sürecin öyküsünü paralel kurguyla okuyucuya<br />

aktarır.<br />

Yazar, Ali’nin kapının altından bıraktığı zarf vesilesiyle<br />

dilin kullanımıyla ilgili küçük bir değerlendirmede<br />

bulunur. Hikâye yazarı, dili doğru yerde<br />

ve doğru biçimde kullanmalıdır. Aksi hâlde garip<br />

anlamlar ortaya çıkacaktır. Hikâyedeki yazar, kapının<br />

altından atılmış zarfı –ki bu zarf etrafında<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

hikâyenin iskeletini kurulacaktır- almış ve masanın<br />

üzerine bırakmıştır. Zarfın üstünde herhangi<br />

bir bilgi yoktur. Yazar, zarfla ilgili tahminlerde bulunur,<br />

hayaller kurar. Bu sırada gözlerini zarftan<br />

âdeta kaçırır. Masaya dönüp tekrar zarfa baktığında<br />

“zarfla burun buruna” gelir. Sonra da bu<br />

deyimin yerinde bir kullanım olmadığını belirtir:<br />

“Ne tuhaf deyimler bunlar? Zarfla burun buruna<br />

gelinir mi? ‘Göz göze geldik’? Olmaz. Zarfın ne<br />

gözü ne de burnu vardır. Ama bu zarfın yine de<br />

tuhaf bir hali vardı. Üzerinde adres ya da en azından<br />

bir isim yazması gereken yerde bir şey olmadığından<br />

mıdır nedir boş bir surat gibi bana bakıyordu.<br />

Bakıyordu? Emin misin?”(s. 45). Gülsoy,<br />

bu açıklamalarla aynı zamanda hikâyenin oluşum<br />

sürecini okuyucuyla paylaşır. Hikâyenin yazarı, öyküde<br />

üstkurmaca metinlerde görülen bir eğilimle<br />

okurla ve kendi kendine konuşur.<br />

Hikâyede Bilginin Güncelliği<br />

Hüthüt Kuşu, on bir yazara ait alıntı cümleler<br />

etrafında şekillenir. Yazar bu hikâyede öykülerindeki<br />

ana izlekler yanında, edebî metinlerde verilen<br />

bazı bilgilerde güncelliğin korunması konusunda<br />

da bir değerlendirme yapar. Hikâyedeki yazar,<br />

komşuları Ali vasıtasıyla kendisine ulaşan alıntıların<br />

kime ait olduğu ve hangi eserde geçtiğini<br />

araştırmaktadır. Söz konusu alıntıları okurken bir<br />

cümleyi hemen tanır: “İntihar etmeyeceksek içelim<br />

bari…” Bir Düğün Gecesi’nden alınan bu söz,<br />

yazar tarafından yıllar evvelinde değiştirilmiştir:<br />

“İntihal etmeyeceksek yazalım hadi!”(s. 49) Gülsoy,<br />

Adalet Ağaoğlu’na ait bu cümleyi teyit etmek<br />

amacıyla kütüphanesinden Bir Düğün Gecesi’ni<br />

alır ve alıntı cümleyi oradan bulur. Kitabın yazardaki<br />

nüshası, <strong>19</strong><strong>80</strong> Temmuz’undaki dördüncü<br />

baskıdır. Arkasında yazılı o zamanki fiyatı 175 liradır.<br />

Gülsoy, bu rakamı komik bulur ve hikâyelerinde<br />

parayla ilgili bilgileri, sırf bu sebeple açıkça<br />

ifade etmediğini belirtir. Hikâyelerde verilen bilgiler,<br />

enflasyon sebebiyle eser ve yazarını güncellikten<br />

düşürmekte ve her ikisinin de inanılırlığını<br />

baltalamaktadır: “Ne komik bir meblağ. Bu para<br />

meselesi hikâye yazarken hep sorun olur zaten.<br />

Yani anlattığınız hikâyenin içinde herhangi bir nedenle<br />

fiyat verirseniz kısa bir süre sonra komik<br />

duruma düşüyorsunuz. Eski filmlerdeki ameliyat<br />

için bulunması gereken elli bin liranın trajikomik<br />

352<br />

bir öğeye dönüşmesi gibi bir durum. Dolarla da<br />

hikâye yazılmaz ki. Ben de hikâyelerimde ticaret<br />

hayatından hep uzak kalmayı yeğlemişimdir. Ne<br />

tuhaf bir cümle! Ciddi bir söyleşide ya da panelde<br />

bunu dile getirdiğimi hayal edip kendime güldüm:<br />

“Sevgili okurlar, hiperenflasyon nedeniyle hikâyeciliğimiz<br />

ticaret hayatını anlatmakta hep zorlanmıştır.<br />

Hikâyelerde hiçbir şeyin fiyatı söylenmez.<br />

Kahramanın cebindeki para, ev sahibine ödeyeceği<br />

kira ve buna benzer yaşamsal öğeler hep bulanık<br />

kalır. Bu durum da ister istemez bir buğulu<br />

gerçeklik yaratır.” Buğulu gerçeklik mi? Ne güzel<br />

bir kavram. Var mıdır acaba böyle bir akım? Kim<br />

bilir?”(s. 50-51).<br />

Mistik Aydınlanma<br />

Diğer Hikâyeler’de yer alan Vazgeç isimli hikâye,<br />

Kafka’dan alınan bir alıntıyla şekillenir. Yazar, alıntı<br />

metni, birtakım değişikliklerle yeniden üretir ve<br />

bunları bir sevgiliden ayrılışın öyküsüyle paralel<br />

kurgular. İkinci tekil şahsın ağzından anlatılan<br />

olaylar, farklı duygularla sekiz defa başkalaştırılır.<br />

Metnin sonunda ikinci tekil kişi, birinci tekil şahsa<br />

dönüşür. Yani “sen”, “ben” olur. Hikâyenin yazarı<br />

ile Kafka, metin boyunca işlenen duygular çerçevesinde<br />

aynı noktada birleşir. O an, geçmişteki<br />

tüm yazarların sanki aynı kişi olduğu, yanılsaması<br />

yaşanır. Yazarlar, tüm insanlığın ortak duygularını<br />

dile getirmektedir. Gülsoy, bir taraftan geçmişte<br />

tüm sözlerin söylendiğini ima ederken, diğer taraftan<br />

da duygu ve düşüncelerin evrenselliğine<br />

dikkat çeker: “Kafka’nın o kısacık hikâyesini tekrar<br />

okudum. Bu metinde kendi paniğimi hissediyorum.<br />

Kendim yazmışım gibi geliyor. Bir an garip<br />

bir yanılsamaya kapılıyorum. Gelmiş geçmiş tüm<br />

yazarların aynı kişi olduğu gibi bir yanılsama. Belki<br />

de mistik bir aydınlanma.”(s. 105).<br />

Edebiyatta ve Hayatın İçinde<br />

Süreklilik<br />

İnsan hayatının tekrardan ibaret olduğunu düşünen<br />

Gülsoy, edebî eserlerin de hayatla ortak kaderi<br />

paylaştığını düşünür. İnsan, kendinden önce<br />

yaşanmış hayatları sanki yeniden yaşamaktadır.<br />

Doğar, büyür, sever, acı çeker, yalnız kalır vs. Bu<br />

bağlamda duygu ve düşünceler, insanlar vasıtasıyla<br />

nesilden nesile aktarılmakta, süreklilik ka-


zanmaktadır. Edebî eserler de daha evvel yaşanmış<br />

ve ifade edilmiş duygu ve düşünceleri tekrar<br />

ederek okuyucuya sunmaktadır. Yazar bu sebeple<br />

öykülerinde kimi konuları bilinçli olarak tekrar<br />

eder. Hikâye kahramanlarını başka öyküleri içinde<br />

yeniden canlandırır. Hikâyelerinde daha önce neşrettiği<br />

öykülere göndermeler yapar. Yine öykülerinde<br />

başka yazarlara ait duygu ve düşünceleri<br />

işler, onlardan alıntı yaparak metni genişletir, yabancı<br />

veya yerli bir yazarın meşhur bir kahramanına<br />

kendi hikâyesi içinde yer verir, başkasına ait<br />

bir öyküyü alarak, eserdeki olayları kendi hikâyesi<br />

içinde devam ettirir. Kurgu olarak da -yine aynı<br />

düşünceyle- özellikle son üç hikâye kitabında benzer<br />

bir şablon kullanır. Bu bağlamda edebiyatta ve<br />

hayatta süreklilik, yazarın ana izleklerinden birini<br />

oluşturur.<br />

Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul, yukarıda sıralanan<br />

gerekçelerle hayatta ve edebiyatta sürekliliği<br />

devam ettirmeye çalışır. Açık Çek’te Blowing<br />

in the Wind(s. <strong>80</strong>), Who by Fire(s. 83) ve Funeral<br />

Music(s. 83) gibi yabancı müzik parçalarına yer<br />

verilir. Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunları’ndan alıntı<br />

yapılır(s. 137). Charlie Chaplin(s. 115)’e ve Orhan<br />

Pamuk’un Kara Kitap ve Sessiz Ev(s. 117)’ine göndermeler<br />

yapılır.<br />

Bu Kitabı Çalın, hayatın ve onun içindekilerin<br />

sürekliliğine vurgu yaparak, bütün bunların hikâyede<br />

devam ettiğini ortaya koyar. Edebiyat da<br />

hayatın içinde devam eden unsurlardan biridir.<br />

Gülsoy’a göre edebiyatta söylenmemiş söz yoktur.<br />

Her şey anlatılmıştır. Benzer duygu ve düşünceler,<br />

edebiyatın içinde yeniden ifade edilmektedir.<br />

Yazar, bu düşünceyle kitabın başından başlayarak,<br />

öykülerinde başka yazarlara ait düşüncelere ve<br />

alıntılara yer verir. Böylece kendi duygu ve düşüncelerinin<br />

daha evvel başka yazarlarca dile getirildiğini<br />

vurgular. Kitapta; Onikiye Bir Var(Haldun Taner),<br />

Delikanlı(Dostoyevski)(s. 9), Saçma Sapan Bir<br />

Öykü(Giovanni Papini), Don Quijote(Cervantes)(s.<br />

98), Borges ve Ben(J.L. Borges) ve Önceki Günün<br />

Adası(Umberto Eco)(s. 148)’dan alıntılar yapılır.<br />

Yine Abbie Hoffman’ın Steal This Book adlı eseri(s.<br />

18), Sherlock Holmes(s. 106), Pinokyo(s. 116), İbn<br />

ül-Arabi, Diyarbakır Efsaneleri, 00 Gece Masalları,<br />

Borges, Poe, Kafka, Lovecraft ve Stephen<br />

King(s. 134)’e gönderme yapılır.<br />

353<br />

Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de Hüthüt<br />

Kuşu adlı öyküde, hikâyedeki yazarın eline on<br />

bir yazara ait alıntı cümlelerin listesi verilir. Yazar<br />

bu cümlelerin sahibini bulacaktır. Bu cümleleri<br />

okur, onlar içinde âdeta seyahat eder, oradaki<br />

duygu ve düşünceler hakkında yorumlar yapar. Bu<br />

cümlelerin kendini anlattığına şahit olur. İlk cümle<br />

Sait Faik’e aittir: “Kalemi yonttum. Yonttuktan<br />

sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”<br />

Haritada Bir Nokta’dan alınan bu cümleye yazar<br />

da katılmakta ve sanki delirmemek için yazmaktadır.<br />

Ancak, kimi zaman tersini de düşünür:<br />

“Evet, ben de böyle hissederim zaman zaman.<br />

Fakat bazen de tersini düşünürüm. Yazmanın<br />

insanı yavaş yavaş delirttiğini.”(s. 51). Alıntı yapılan<br />

diğer eserler ve yazarları ise, şöyledir: Bir<br />

Yaz Gecesi(A. Hamdi Tanpınar), Gene Ağlatmışlar<br />

Kara Gözünden(Tahsin Yücel), Anlat Bana(Tomris<br />

Uyar), İlk Cinayet(Ömer Seyfettin), Unutulan(Oğuz<br />

Atay), Karanlıkta(Ferit Edgü), Gece(Bilge Karasu),<br />

Cellat Fuchs Kent Halkına Nasıl Karıştı?(Sevgi<br />

Soysal), Bir Düğün Gecesi(Adalet Ağaoğlu) ve Kara<br />

Kitap(Orhan Pamuk).<br />

Yazarın ana izleklerinden biri olan edebiyatta ve<br />

hayatta süreklilik bahsi, Diğer Hikâyeler’de Kafka<br />

metniyle okuyucu karşısına çıkar. Kafka’dan yapılan<br />

alıntı, küçük değişikliklerle yeniden üretilir.<br />

Metindeki duygu ve düşünceler, yazarın zihninde<br />

yankılanır ve karşılık bulur. Yazar, iç ürperişlerini<br />

bu küçük hikâyede hisseder. Bir yanılsamayla<br />

bu metnin kendine ait olduğunu ve gelmiş geçmiş<br />

tüm yazarların aynı kişi olduğunu zanneder:<br />

“Kafamdaki sesten kurtulmak için gece boyunca<br />

uğraştığım Kafka’nın o kısacık hikâyesini tekrar<br />

okudum. Bu metinde kendi paniğimi hissediyorum.<br />

Kendim yazmışım gibi geliyor. Bir an garip<br />

bir yanılsamaya kapılıyorum. Gelmiş geçmiş tüm<br />

yazarların aynı kişi olduğu gibi bir yanılsama.”(s.<br />

105).<br />

Âlemlerin Sürekliliği’nde, -kitabın içindekiler<br />

kısmında gösterilmeyen- birbirine bağlı on kısa<br />

hikâye yer alır. Murat Gülsoy, Diğer Hikâyeler’in<br />

sonunda okura, Âlemlerin Sürekliliği’ni sunar.<br />

Başta olduğu gibi burada da kurmaca metinler<br />

üzerinden gerçek hayata göndermeler yapar.<br />

Kurmacanın edebiyattaki, hatta gerçek hayattaki<br />

yeri ve önemini, hayatta yaşanan olaylarla birlikte<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ele alır. Yazar, Âlemlerin Sürekliliği’nde Diğer Hikâyeler,<br />

daha önce yayınladığı bazı hikâye kitapları<br />

ve onlardaki kahramanlara atıfta bulunur, bütün<br />

bunlar hakkında yeni yorumlar yapar, okuyucuyu<br />

önceki hikâyelerle Âlemlerin Sürekliliği arasında<br />

götürüp getirir. Daha önce konu edindiği olay ve<br />

kahramanları, bu bölümde tekrar ele alır. Evvelce<br />

neşrettiği kitaplarında yer verdiği kahramanların<br />

son durumları hakkında, gerçekte yaşıyorlarmış<br />

gibi, açıklamalar yapar. Bu bağlamda Âlemlerin<br />

Sürekliliği, önceki birçok hikâyenin bu eserde<br />

devam ettiği, bu hikâyelerin yazarın zihninde dönüşerek<br />

yeniden şekilleneceği ve gelecek hikâyelerde<br />

yaşamağa devam edeceği intibaını verir. Bu<br />

devamlılık, yazar yanında okurun zihnindeki değişimle<br />

birlikte sürekli dönüşüme uğrayan, yazarı<br />

yenileyen ve onun hakkında bir şeyler fısıldayan<br />

bir devamlılıktır. Bu değerlendirmeler doğrultusunda<br />

gerek Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler;<br />

gerekse evvelki öyküler, okurun zihninde önceki<br />

okumalardan farklı anlamlar çağrıştırır.<br />

Gülsoy, Geçmiş Zaman Elbiseleri adlı öyküsüne,<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aynı adı taşıyan<br />

hikâyesinden alıntı yaparak başlar. Daha sonra<br />

Tanpınar’ın hikâyesindeki kahramanları kendi öyküsüne<br />

misafir ederek, onların kurmaca macerasını<br />

devam ettirir. Tanpınar’ın hikâyesinde kaybolan<br />

esrarengiz kahramanların izini bulmuş; genç<br />

kızla kapı ardından konuşmuş; ancak onları tekrar<br />

kaybetmiştir. Yazar, onları yeniden bulma ümidiyle<br />

yaşar. Öyküsünü, hayatta ve edebiyatta sürekliliğin<br />

varlığına işaret eden “Bir kez olan, bir daha<br />

olabilir. Bir kez yaşanan, tekrar yaşanabilir. Bu<br />

umut olmasaydı, yaşamanın ne anlamı kalırdı?”(s.<br />

139) cümleleriyle bitirir.<br />

Yazar ve okurun zihninde sürekli bir değişim<br />

ve dönüşümle devam eden söz konusu süreklilik,<br />

ebediyete kadar yaşayacak okuyucuyla sonsuzluğu<br />

selamlar. Yazar bunun bilinciyle ölümsüzlüğü<br />

tadar ve okura seslenir: “Doğal olan, hikâyelerin<br />

yazarlarının ölmesidir ve tabii, okurların yaşamaya<br />

devam etmesi… Yazarlar, sonsuza kadar yaşayacak<br />

bir okura seslenirler. Kendilerinin ölümlü<br />

olduğunu bilerek yazarlar.”(s. <strong>19</strong>2). Gerçek hayatta<br />

olduğu gibi edebiyatta da devam eden bu süreklilik,<br />

geçmişin tekrarı gibi birbirinin içine girerek,<br />

yazar ve eserlerini gelecek çağlara taşıyacak,<br />

354<br />

hayatın “büyük hikâyesini” yeniden anlatmaya<br />

devam edecektir: “Yazar değil yazıcı olunmalı. Ancak<br />

her şeyi olduğu gibi yazarsam, bir yazıcı gibi<br />

davranırsam hayatımı ve bir türlü yakalayamadığım<br />

anlamı kavrayabileceğimi hissediyordum.<br />

Edebiyat benim uydurduğum bir şey değildi. Orada<br />

bir yerde vardı ve birbirinden farklı görünen<br />

ama özünde aynı olan bir hikâyeyi anlatan kitaplarda<br />

kendini sürdürüp duruyordu. Bedenim, nasıl<br />

ki hücrelerimdeki genlerin geleceğe taşınmasında<br />

aracılık ediyorsa, kalemim de büyük bir hikâyenin<br />

sürekliliğine hizmet ediyordu. Hem bu anda, hem<br />

de bu ânın dışında var olan o büyük hikâye…”(s.<br />

<strong>20</strong>0).<br />

Yukarıda anılan sebeplerle Binbir Gece<br />

Mektupları’nda Şehrazat, dolayısıyla Binbir Gece<br />

Masalları zikredilir. Şehrazat, masal anlatma görevini<br />

yazara devretmiş, yazar da bir “kader” olarak<br />

hikâye anlatmayı kabul etmiştir. Gülsoy, bundan<br />

böyle geçmiş çağlarda hissedilip yaşanan ve<br />

yazılıp anlatılan duygu ve düşünceleri, öykülerinde<br />

yeniden kaleme alacaktır(s. 185). Yazar, başka<br />

roman; ya da öykülerdeki kahramanları kendi<br />

eserlerinde yeniden canlandırırken, postmodernizmden<br />

ziyade hayatın ve edebiyatın sürekliliğini<br />

esas alır.<br />

Madam Anna’nın Yeniden Ortaya Çıkışı adlı hikâyede<br />

de Gülsoy, yukarıdaki gerekçelere riayet<br />

eder. Öyküde, Jack Lemmon’un “Bazıları Sıcak Sever”<br />

adlı eserindeki bir ifadeyi tekrar eder(s. 15).<br />

Adalet Cimcoz(s. 18) ve Hulusi Kentmen(s. <strong>20</strong>)’in<br />

film sahnelerindeki repliklerine gönderme yapar.<br />

Kahramanlarına isim verirken Sacid ve Raci isimlerini<br />

bilinçli olarak kullanır(s. 27). Trajikomiks adlı<br />

öyküde de benzer uygulamalar görülür. Burada<br />

Asteriks çizgi roman serisi hikâyenin kurgusunda<br />

rol oynar(s. 39). Öykünün sonu, bir Ret Kit sahnesiyle<br />

sona erer(s. 49). Tele-Dedektif’te hikâyenin<br />

giriş kısmında Barth’ın Cuma Kitabı anılır(s. 87).<br />

Günlerden cumadır. Yazar, çok mutludur. Hayattan<br />

büyük bir lezzet almakta ve geleceğe ümitle<br />

bakmaktadır. Bu duygularla hikâyede gerilim ve<br />

hüznün önemine işaret eder. Öyküde mutluluğun<br />

resmedilmesinin oldukça zor olduğunu dile<br />

getirir(s. 87). Ardından da hikâyesini kurmaya<br />

başlar. Kitabın ilerleyen sayfalarında Çarkıfelek’te<br />

ünlü fizikçi Erwin Schöridengir’in yaptığı deneye,


dolayısıyla Alev Alatlı’nın Shrödinger’in Kedisi’ne<br />

gönderme yapılır(s. 132). Asansör’de Prelli lastiklerinin<br />

televizyon reklâmlarında kullandığı bir<br />

ibare, -Kontrol edilmeyen güç, güç değildir- yer<br />

alır. Kadın kahraman, bu sözün lastik reklâmında<br />

geçtiğini söyler ve karşısındakinden başkalarına<br />

ait sözlerle konuşmamasını ister(s. 148). Şato<br />

adlı hikâyede ise, yazar; Kafka’nın aynı adı taşıyan<br />

eserindeki ana izleği takip eder(s. 157-169). Burada<br />

önemli bir nokta, Kafka’nın Şato’suna gönderme<br />

yapılırken, benzer duygu ve düşüncelerin<br />

yazarın benliğinde derinden hissedilmesidir. Geçmiş<br />

yazarların hissedip kaleme aldığı duygular,<br />

bugün de Gülsoy tarafından yazılmaktadır. Yazar,<br />

öykünün sonunda Kafka’nın Şato’sunu eline alır.<br />

Kendi hikâyesinde anlattığı bütün olayların bu<br />

kitapta var olduğunu görür. Okuduklarına hayret<br />

eder. Bir anlık yanılsamayla teknolojinin ilerlediğini,<br />

“okunurken yazılan, yazılırken okunan” kitapların<br />

çıktığını zanneder: “Dalgın dalgın kitabın adını<br />

mırıldanıyorum: Şato. Karmaşık hislere kapılıyorum.<br />

Elimde tuttuğum kitaba dönüyorum. Tüm<br />

anlattıklarımı kitabın sayfalarında basılı olarak<br />

görüyorum. Kitabın adını hiç hatırlamıyorum, bu<br />

çok tuhaf. Daha önce görmediğim, muhtemelen<br />

zihnimin tasarımı bir kitap. Son paragrafı okurken<br />

o kısa aydınlanma anlarından birini yaşıyorum:<br />

‘Tabii ya, teknoloji o kadar ilerledi ki edebiyat da<br />

değişti; okunurken yazılan, yazılırken okunan kitaplar<br />

yapılabiliyor’ diyorum kendi kendime. Son<br />

cümlesi şu an okumakta olduğum cümle olan kitabı<br />

okumayı bitiriyorum(s. 169).<br />

Binbir Gece Mektupları’nın sonuna gelindiğinde<br />

kitaba ismini veren hikâye yer alır. Yazar, bu<br />

hikâyede Bu Kitabı Çalın ve Âlemlerin Sürekliliği<br />

ve Diğer Hikâyeler’de yaptığı gibi parçalı bir bütün<br />

oluşturur. Eserin son öyküsü olan Binbir Gece<br />

Mektupları, birbiriyle ilintili dokuz parçadan oluşur.<br />

Dokuz hikâye hem birbirini tamamlar; hem<br />

de Asansör, Gerçekliğe Bir Adım, Sigarayı Bırakmanın<br />

En iyi Yolu, Elden Ele, Çarkıfelek, Şato vb.<br />

gibi kitabın içindeki diğer öykülere göndermeler<br />

içerir. Burada yazar, kitaptaki diğer hikâyeleri dokuz<br />

parçadan oluşan Binbir Gece Mektupları adlı<br />

öykünün içinde yeniden ele alır. Önceki hikâyeler,<br />

son öykü içerisinde dönüşüme uğrar, bu hikâyenin<br />

bir parçası olur. Bu şekilde, bir taraftan Binbir<br />

355<br />

Gece Masalları’nı hatırlatan öykü içerisinde öykü<br />

anlatma tekniği uygulanırken; diğer taraftan da<br />

yazarın özellikle vurgulamaya çalıştığı edebiyatta<br />

ve zamanda süreklilik izleği işaretlenir.<br />

Gülsoy, Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da Van<br />

Gogh’un Ekici adlı yağlıboya tablosunu da “süreklilik”<br />

izleğinde kullanır. Ekici adlı hikâyede ünlü<br />

ressamın aynı adı taşıyan resmini hikâyenin sayfalarına<br />

taşır ve burada neyin nasıl anlatıldığı konusunda<br />

farklı parçalar yazar(s. 25-32).<br />

Gülsoy’un hikâye kitaplarında ana izleği oluşturan<br />

hayal ve gerçek, bunların bir arada yaşayıp<br />

dışa yansıdığı şuuraltı ve süreklilik; yazarın<br />

ilk eserinden başlayarak son kitabı Bu An’ı Daha<br />

Önce Yaşamıştım’a kadar işlenir. Yazarın son kitabında<br />

önceki öykülerde sıkça karşılaşılan rüyalar,<br />

imgeler, yanılsamalar, tekrarlanan anlar, göz<br />

ve zihin aldanmaları, yaşanan olaylar, tekrar yaşanan<br />

veya yaşandığı sanılan anlar yeniden boy<br />

gösterir. Ayrıca Gazeteci Cem örneğinde olduğu<br />

gibi, yazar; kimi kahramanlarını buraya kadar anlatılmaya<br />

çalışılan gerekçeler ve postmodernizmin<br />

yazara verdiği yetkiye dayanarak, diğer hikâye<br />

ve kitaplarında yaşatmağa devam eder. Cem,<br />

Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’de ortaya çıkar ve<br />

edebî eserlerdeki hayatı Bu Kitabı Çalın, Âlemlerin<br />

Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler ve Bu An’ı Daha Önce<br />

Yaşamıştım’da maceralarını sürdürür. Hikâye kitaplarının<br />

tamamında yer alan yazar kahraman<br />

da Cem’e benzer bir özellik taşır. Hikâye kahramanı<br />

Serap için de benzer cümleler kullanılabilir.<br />

SONUÇ<br />

<strong>19</strong><strong>80</strong> sonrasında hikâyeler yayımlamaya başlayan<br />

Murat Gülsoy, sırasıyla Oysa Herkes Kendisiyle<br />

Meşgul, Bu Kitabı Çalın, Âlemlerin Sürekliliği ve<br />

Diğer Hikâyeler, Binbir Gece Mektupları ve Bu Ân’ı<br />

Daha Önce Yaşamıştım adlı beş hikâye kitabı kaleme<br />

alır. Bu eserlerde yer alan kimi öykülerinde<br />

edebî metnin oluşum sürecini ikinci bir düzlemde<br />

ele alarak, kurmacayı üstkurmacaya dönüştürür.<br />

Edebî meselelerin üstkurmaca metne dönüştürülerek<br />

tartışılması, Gülsoy’un hikâyelerinde ana izleklerden<br />

birini oluşturur. Bu bağlamda öykülerde<br />

gündeme getirilen ve üzerine kafa yorulan edebî<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

sorunlar, yazarın kaleme aldığı öyküleri şekillendirerek,<br />

onları benzerlerinden ayıran önemli bir<br />

göstergeye sahip olur.<br />

Yazarın üzerinde en çok durduğu “süreklilik”<br />

konusu, Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’de üstkurmaca<br />

metin olarak yer alır. Hayatta ve edebiyatta<br />

süreklilik, bu eserde yazarın en önemli izleklerindendir.<br />

İnsanlar, duygu ve düşünce olarak daha<br />

evvel yaşanmış hayatları yeniden yaşamaktadır.<br />

Yine edebiyatta da edebî metinlerde ifade edilmeye<br />

çalışılan duygu ve düşünceler, daha önce birçok<br />

yazar tarafından defalarca ifade edilmiştir. Dolayısıyla<br />

hayat ve edebiyat, öznelliğin peşinde koşulmazsa,<br />

tekrardan ibarettir. Burada önemli olan<br />

nokta, evvelce dile getirilen duygu ve düşüncelerin<br />

öznel bir bakış açısıyla yeniden ifade edilmesi<br />

ve özgün bir şekilde üretilmesidir. Yazarın ana izleklerinin<br />

başında yer alan bu düşünce; Gülsoy’un<br />

hikâyelerinde kimi konuların bilinçli olarak tekrarı,<br />

herhangi bir öyküdeki bir kahramanın başka bir<br />

hikâye içinde yeniden ortaya çıkarılması, bir hikâyede<br />

daha önce neşredilmiş başka bir öyküden söz<br />

edilmesi, bir öykünün diğer bir öykü içinde devam<br />

ettirilmesi, başka yazarlara ait metinlerden alıntı<br />

yapılması, başka yazarların öykülerinin alınarak<br />

onun devamının yazılması veya aynı metnin yeniden<br />

üretilmesi, başka bir yazara ait kahramanın<br />

öykü içinde kullanımı, aynı kurguyla peş peşe kitap<br />

yayınlama vb. şeklinde kendini gösterir. Öykülerde<br />

dikkat çeken alıntılar, meşhur hikâye kahramanlarının<br />

yeni eserlerde tekrar boy göstermesi,<br />

bir öykünün başka bir öykü içinde yer alması veya<br />

devam ettirilmesi; postmodern edebiyatın genel<br />

geçer özellikleri arasında yer alır. Yazar, bu türden<br />

kullanımları, hayatta ve edebiyatta sürekliliği vurgulamak<br />

için özellikle kullanır.<br />

Bu Kitabı Çalın’da hikâyelerin kurgulanma macerası,<br />

yazarın öykü yazma nedeni, yazma şekli,<br />

yazarın öyküde farklı görünme ve kendini büyük<br />

gösterme çabaları, edebî eserde gerçeklik ve kurgu<br />

problemleri, metni okuma ve algılama sorunları,<br />

dilin kullanımı ve okuru aldatma veya okura<br />

karşı dürüst olma tavrı vb. gibi konular, soru ve<br />

cevaplarıyla okura sunulur.<br />

Gülsoy, hikâyeler ve kahramanları hakkında yorumlar<br />

yapar ve öykülerinin kurmaca olduğunu<br />

356<br />

belirtir. Bu yolla üstkurmaca metinlerin kurmaca<br />

ve eleştiri arasındaki konumuna dikkat çeker.<br />

Yazar, Âlemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’de<br />

“Bir hikâye nasıl yazılır?” sorusu etrafında, öyküde<br />

gerçeklik ve kurmacanın sınırları, özel hayatın<br />

edebiyata taşınma(ma)sı, hikâyede sahicilik ve<br />

samimiyet, yazma sebebi, okuyucuya karşı dürüst<br />

olma gibi konuları irdeler. Bu başlıklardan hikâyede<br />

“sahicilik” ve “samimiyet”, yazarın önemli izlekleri<br />

arasında yer alır. Gülsoy, edebî metnin oluşum<br />

sürecinde, yazma deneyimini okurla paylaşmayı,<br />

okuyucuya karşı dürüstlüğün önemli bir göstergesi<br />

olarak kabul eder. Yine Âlemlerin Sürekliliği’nde<br />

yazının bağlayıcılığı, yazıya geçirme eyleminin<br />

duygu ve düşüncelere tesiri, dilin doğru kullanımı,<br />

öyküde verilen bilgilerin güncelliğinin korunması,<br />

hikâyenin doğuşu, şekillenmesi ve yazarın kendini<br />

büyük gösterme çabaları, diğer üstkurmaca metinleri<br />

hazırlar.<br />

Binbir Gece Mektupları’nda öykünün yazar için<br />

işlevi, şuuraltının hikâyedeki önemi, gerçek ve<br />

hayal, özel hayatın edebiyattaki yeri, hikâyenin<br />

doğuşu, gelişimi ve yazma nedeni üzerinde durulur.<br />

Burada tekrar edilen bir izlek de okuru öyküye<br />

dâhil etme ve ona karşı dürüst olmadır. Gülsoy,<br />

bu çerçevede hikâyelerinin ortaya çıkışı hakkında<br />

bilgi verir ve bütün eserlerinin hayalle gerçek arasında<br />

gidip gelen şuuraltından doğduğunu açıklar.<br />

Bu An’ı Daha Önce Yaşamıştım’da okuru hikâyeye<br />

dâhil etmenin önemi, okuyucuyu yazma macerasına<br />

ortak etme, yazma sürecinde karşılaşılan<br />

sorunlar, hikâyede sahicilik ve samimiyet, hayat<br />

ve edebiyatta süreklilik, hikâyede şuuraltının yeri<br />

gibi madde başlıkları, tekrar işlenir. Okuyucunun<br />

kafasında bunlarla ilgili soru işaretleri oluşturulur<br />

ve bu suallere cevap aranır.<br />

Son söz olarak, Murat Gülsoy, yazma süreci ve<br />

bu süreç içinde karşılaşılan sorunları; kurmaca<br />

metin içinde yeniden kurgulayarak, birçok edebî<br />

meseleyi üstkurmaca metnin ana izleği şekline<br />

dönüştürmüş ve metin içinde sorduğu soru ve<br />

bunlara aradığı cevaplarla edebî eserin gelişimine<br />

katkı sağlamayı amaçlamıştır.


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong><br />

HİKÂYESİNDE<br />

ÜSTKURMACA: ALİM<br />

KAHRAMAN’IN KAYIP<br />

HİKÂYECİ ÖRNEĞİ<br />

Postmodernizm; dar bir çevrede, teknik bir<br />

terim olarak daha önceleri de kullanılmakla beraber<br />

olgusal tarafı ve hususiyetleriyle II. Dünya<br />

Savaşı’ndan sonra, bilhassa <strong>19</strong>60’lı yılların nihayetine<br />

doğru etkili bir şekilde gündeme gelmiştir. 1<br />

Savaş sonrası tüm cepheleriyle hızla değişen dünyanın<br />

ontolojik kaygılarıyla yalnız bıraktığı insanın<br />

çıkış arayışı ve toplumsal eğilimlerdeki çoğulculuk<br />

kaygısı, postmodernizmin sebepleri arasında sayılmaktadır.<br />

2 Modernizme alternatif olarak dünyaya<br />

ve hayata yeni bir bakış açısı getirme kaygısından<br />

hareketle Postmodernizm, bu tarihten<br />

sonra felsefe, sosyoloji, mimarî, sinema vb. her<br />

alanda olduğu gibi edebiyatta da kendisini her geçen<br />

gün artan bir kuvvetle hissettirmektedir.<br />

Modern kelimesinin başına getirilen “post” ön<br />

eki ile kavramlaştırılmaya çalışılan postmodernizmin,<br />

ekin “-den sonra” ve “-den kaynaklanan”<br />

anlamlarına da uygun düşercesine bir taraftan<br />

“modernden sonra” yani modernin devamı, daha<br />

yenisi olduğu iddia edilirken diğer taraftan ise<br />

modernden doğan ancak ona karşıt olarak gelişen<br />

bir tavır olduğu ileri sürülmüştür. Gerek postmodernizm<br />

dediğimiz olgunun karakteri gerekse teorisyenlerin<br />

meseleye şahsî bakış açılarıyla yaklaşımlarından<br />

doğan tüm bu kargaşalıklar bir yana<br />

İsmet Emre, Postmodernizm ve Edebiyat, Ankara <strong>20</strong>04,<br />

Anı Yayıncılık, s. 44-45.<br />

2 Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul <strong>20</strong>03, Say<br />

Yayınları, s. 3 7.<br />

357<br />

Arş. Gör. Çilem TERCÜMAN<br />

İstanbul Üniversitesi<br />

edebiyat sahasında artık modern edebiyatın eserlerinden<br />

farklı ürünler ortaya konulmaktadır. 3<br />

<strong>19</strong>. asrın pozitivist sanat ve edebiyat anlayışına<br />

ve sert dayatmalarına karşı, ona en uygun şekliyle<br />

mutlak gerçeğe değil de kendi içine dönen modern<br />

edebiyat anlayışı eserin neyi anlattığı sorusuna<br />

evveline göre çok farklı bir cevap vermiştir.<br />

Modern edebî eserde, mutlak doğrular yoktur.<br />

Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar<br />

adlı kitabında geleneksel-gerçekçi edebiyat<br />

ve modernist edebiyat arasındaki farkı şöyle izah<br />

eder:<br />

“Yeni oluşan modernist estetik Aristo’dan bu<br />

yana süregelen yansıtmacı/mimetik eğilimi ve<br />

etik/ideolojik/psikolojik amaçlara yönelik katharsisci<br />

bakış açısını geride bırakmış, farklı bir anlayışa<br />

doğru yol almaktadır. Artık reel gerçek edebiyatın<br />

başat ögesi değildir. Yazar, bakışını somuttan<br />

soyuta, dıştan içe yöneltmiştir; iç dünyanın düşlerini/özlemlerini/kargaşasını<br />

ve bilinç dışının<br />

labirentlerini kurgu düzlemine taşımanın soyutu<br />

somutlaştırmanın, onu biçimlendirmenin yollarını<br />

aramaktadır.” 4<br />

Yukarıda birkaç cümle ile bir olgu, bir hareket<br />

olarak başlangıç tarihini verdiğimiz postmodernizm<br />

ise ne modern öncesi ne de modern ede-<br />

3 Emre, a.g.e., s. <strong>20</strong>-2 .<br />

4 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />

İstanbul <strong>20</strong>06, İletişim Yayınları, s. 97.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

biyat anlayışına benzer. Artık edebiyat, iç ya da<br />

dış dünya ile değil kendi ile ilgilenmektedir. Yine<br />

Ecevit’in ifadesi ile edebiyat “objektifi kendi üstüne<br />

çevirmiştir.” 5<br />

“<strong>20</strong>. yüzyıl edebiyatının bu yeni doğasında yazar-anlatıcı<br />

yalnızca kurgulamıyor, metni nasıl<br />

kurguladığı konusunu malzeme olarak ele alıp onu<br />

ikinci bir düzlemde yeniden kurguluyordur.” 6<br />

Tahlilî veya teorik pek çok çalışmada dikkat<br />

çekilen postmodern edebiyatın “ne”yi anlatmayı<br />

değil “nasıl” anlatmayı ilke edinişi, metinlerarasılı<br />

kla(intertextual) ile birlikte postmodern edebiyatın<br />

başat ögelerinden üstkurmacayı (metafiction)<br />

karşımıza çıkarır:<br />

“Kurmacanın örtülü veya açıkça bozulup (mesela<br />

figürlerin olay alanını terk edip anlatı çerçevesinde<br />

ortaya çıkarak anlatıcıya ya da yazara<br />

hitap edilmesiyle veya anlatıcının hikâyeyi nasıl<br />

kurguladığını anlatmasıyla) başka bir kurmacaya<br />

yer vermesiyle oluşan ‘kurmaca içinde kurmaca’.”<br />

7<br />

Gürsel Aytaç’ın Genel Edebiyat Bilimi adlı çalışmasının<br />

son kısmı olan “Genel Edebiyat Bilimi<br />

Terimleri Sözlüğü”nden aldığımız bu tanımdaki en<br />

önemli izah, Aytaç’ın da tırnak içinde vurgulayarak<br />

verdiği “kurmaca içinde kurmaca” ifadesidir.<br />

Ecevit, “kurmacanın kurmacası” dediği üstkurmacanın<br />

terim anlamını şöyle izah eder:<br />

“Kendisinin bilincinde olan, kendisine yönelik<br />

kurmaca (self-conscious/self-reflexive/self-referential)<br />

sözcükleriyle tanımlanmaya çalışılan bu<br />

yeni kurgu eğilimi, daha edebiyat terimleri dizgesinde<br />

üstkurmaca(metafiction/surfiction) sözcüğüyle<br />

yerini alır.” 8<br />

Dış dünya ile yarım asırdan bu yana ilgisini kesmiş<br />

olan edebiyat, artık modernistlerin iç dünyası<br />

ile de bağını koparmış, kendisine dönmüş,<br />

kendisini anlatmaktadır. Alıntı ve gönderge, gizli<br />

alıntı-aşırma, anıştırma yani ortakbirliktelik ilişkileri<br />

yahut yansılama, alaycı(gülünç) dönüştürüm,<br />

öykünme yani türev ilişkileri 9 gibi yöntemleri<br />

5 a.e., s. 98<br />

6 a.e.<br />

7 Aytaç, a.g.e., s. 373.<br />

8 Ecevit, a.g.e., s. 98- 99.<br />

9 Kubilây Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, İstanbul <strong>20</strong>07,<br />

Öteki Yayınevi, s. 93- 42.<br />

358<br />

kullanarak diğer edebî eserler ile bağlantı içinde<br />

olmaktan, onları içerisinde barındırmaktan hoşlanan<br />

postmodern eserler kendi kurgulanış hikâyelerini<br />

de keyifle konu edinmektedirler. “Metnin<br />

odağındaki felsefe, nasıl yaşamalıdan çok nasıl<br />

yazmalıya” dönmüştür artık. 10<br />

Önceki edebî anlayışların hedefi, izledikleri yol<br />

farklı da olsa, anlatılan üzerinedir. Halbuki sadece<br />

anlatılana odaklanıldığı zaman asırlardır anlatılmayan<br />

hiçbirşeyin kalmadığı edebiyat âleminde<br />

yazarın yaratıcılığı ikinci plana düşmektedir. Postmodern<br />

anlatının başat ögelerinden üstkurmaca<br />

ile tam da bunun zıttı bir tavır sergilenir. “Üstkurmacada<br />

yazar dolaysız bir biçimde ‘roman yazma’<br />

işini romana özne olarak seçer.” 11<br />

“Bu eğilim genel bağlamda, yazma ediniminin<br />

kurmaca metnin içinde kurgulanması demektir.<br />

Bu, yazarın, metni nasıl yazdığını o metnin içinde<br />

anlatması, yazma sorunlarını metnin ana konusu<br />

durumuna getirmesi ve kimi kez de okurunu<br />

metnin içine sokarak, romanını nasıl oluşturduğunu<br />

onunla paylaşması anlamına gelir; edebiyatın<br />

kendini anlatması, kurgulamasıdır üstkurmaca;<br />

kurmacanın kurmacasıdır.” 12<br />

Dünya edebiyatında pek çok yazar tarafından<br />

kullanılan üstkurmacanın, Türk edebiyatında postmodern<br />

formu ile ilk uygulayıcısı Oğuz Atay’dır.<br />

Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş, Hilmi Yavuz, Pınar<br />

Kür bu alanda akla gelen ilk isimlerdir.<br />

İnceleme konumuz olan ve hikâye yazmakla<br />

birlikte daha ziyade inceleme, araştırma, deneme<br />

ve eleştiri çalışmaları ile tanıdığımız Âlim<br />

Kahraman’ın ilk hikâye kitabı <strong>20</strong>00 yılında neşredilen<br />

Kayıp Hikâyeci’dir. Nehir hikâye adı verilen<br />

teknikle bir araya getirilmiş on iki bölümden oluşan<br />

eserde, postmodern edebiyat anlayışının iki<br />

başat ögesinden biri olan üstkurmacanın temelini<br />

oluşturan gerçekliğin kırılarak “kurmaca içinde<br />

kurmaca” yapması dolayısıyla dikkat çekici bir<br />

hususiyet sergiler.<br />

Üstkurmaca ile ilgili ilk belirlemelerden biri bu<br />

0 Ecevit, a.g.e., s. 00.<br />

Yavuz Demir, Zaman Zaman İçinde Roman Roman İçinde:<br />

Müşâhedât, İstanbul <strong>20</strong>02, Dergâh Yayınları, s. 2 .<br />

2 Yıldız Ecevit, Orhan Pamuk’u Okumak, İstanbul 996, Gerçek<br />

Yayınevi, s. 0.


formun bir “oyun” olduğu yolundadır. “Bir kurgu<br />

metin,…, ‘öykü’ katmanından çok, ‘sentetik yapı’<br />

itibariyle dikkati çekicidir; gerçek anlamıyla bütün<br />

‘eğlence’ orada gizlidir.” 13 Metin içinde oyunun<br />

başlangıcı ise “sistematik ve bilinçli bir şekilde hayali<br />

bu yazıların ‘yapıntı’lığına dikkati çekmek” 14 tir.<br />

Kurgu gerçekliğin kırılması olarak ifade ettiğimiz<br />

bu tavır çeşitli şekillerde metnin içinde karşımıza<br />

çıkar.<br />

Daha ismiyle okura, kahramanlarından birinin<br />

“hikâyeci” olduğunu haber veren yazar, çoğul<br />

bakış açısı denilen (Duppoult Optic) teknikten<br />

faydalanarak 15 “ben” konumundaki anlatıcıyı her<br />

hikâyede değiştirir. Belli bir zaman çizgisi içinde<br />

yürümeyen hikâyeleri araştırmacı, hikâyeci, dergi<br />

yöneticisi, hikâye kişisi, hikâyecinin karısı ve Bilgin<br />

olarak tanıtılan anlatıcılardan dinleriz. Anlatıcının<br />

devamlı değişiyor olması, üstkurmacanın önemli<br />

göstergelerinden birdir. Yazar, bu teknik sayesinde<br />

bir taraftan okurun ilgi ve merakını her hikâyede<br />

aynı seviyede tutmaya çalışırken diğer taraftan<br />

metnin statik yapısını parçalayarak kurmaca<br />

gerçekliği kırmaya çalışır.<br />

Üstkurmaca metinlerde birden fazla anlatıcı olması<br />

ve bu anlatıcıların devamlı değişmesi bir yana<br />

anlatıcıların niteliği de önem taşır. Anlatıcı karakterin<br />

gerçek yazarı hatırlatan birtakım özelliklerle<br />

metinde boy göstermesi gibi. 16 Bu bağlamda<br />

bilhassa hikâyeci karakterinde Âlim Kahraman’ın<br />

özelliklerini gören okur, reel gerçeklikten de bağını<br />

koparamaz. Hikâyecinin “dev bir eserin” hazırlanmakta<br />

olduğu “çizgilerinde geleneksel olandan<br />

izler bulunan” modern bir külliyede çalışması 17<br />

veya diğer bir hikâye kişisi olan eleştirmen ile aslında<br />

aynı kişi olması 18 gibi durumlar okura gerçek<br />

yazarı yani Âlim Kahraman’ı anımsatır. Ayrıca son<br />

hikâyenin anlatıcısı genç “Bilgin” de yine ismiyle<br />

yazara bir göndermedir.<br />

3 Demir, a.g.e., s. 82.<br />

4 a.e., s. 28.<br />

5 Ruhi İnan, “Gökkubbedesöylenmemişhiçbirsözyokturgillerdenbirroman<br />

ya da Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Postmodern<br />

İzdüşümler”, http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/ 63/inan.<br />

htm<br />

6 Semra Saraçoğlu, “Orhan Pamuk’un Kar Adlı Romanında<br />

Metafiction(Üstkurmaca”, http://www.littera.hacettepe.edu.<br />

tr/TURKCE/ 6_cilt/semra.htm<br />

7 Âlim Kahraman, Kayıp Hikâyeci, İstanbul <strong>20</strong>00, İz Yayıncılık,<br />

s. 5.<br />

8 a.e., s. 27.<br />

359<br />

Ancak bu benzerlikler, okunan metnin otobiyografik<br />

bir anlatı olduğu anlamına gelmez. Metnin<br />

bir yazarı olduğu dolaysıyla okunanın bir kurmaca<br />

metin olduğunu vurgulamak adına kurmaca<br />

karaktere isnat edilene gerçek yazarın özellikleri<br />

okuru bu yanılgıya düşürmemelidir. Üstkurmacanın<br />

başat ögelerinden biri olarak yazar da artık<br />

hikâye kişilerinden biridir. “Bütün bunlara/benzerliklere<br />

rağmen, ‘anlatıcı’nın ‘kağıt varlık’ olduğu<br />

unutulmamalıdır.” <strong>19</strong> “Kurmaca anlatıyı dikkate<br />

aldığımızda, kesin olan husus, ‘anlatıcı rolü’nün<br />

kurmacalığıdır.” <strong>20</strong><br />

Edebî eserler, iki dış unsur arasında varolan<br />

alanlardır. Yazar ve okur, anlatıcı vasıtasıyla dile<br />

dökülen bir metinde alıcı ve verici konumundadırlar.<br />

Postmodern anlatılarda okur evvelki edebî<br />

anlayışlara göre daha fazla önem kazanmış, okur<br />

olmadan eserin varlığını tamamlayamayacağı<br />

söylenmiş; hatta okur “bu yeni metin oluşumlarının<br />

en önemli ögesi durumuna gelmiştir.” 21<br />

“Bu tür kurmacaların önemli bir özelliği de<br />

‘okuyucu’ya ayrılan yerdir. Okur da roman içerisinde<br />

her vesile ile kendisine yer verilen bir<br />

noktada görülür. Zaman zaman okurlar sanki yazılmakta<br />

olan romanın oluşumunu kurmaca kişilerle<br />

tartışırlar. Bütün bunlar ‘okur’u yazılı olanı<br />

‘sahte/yapma’ bir sanat olarak algılamaya zorlar;<br />

eserin gerçekçi etkilerini azaltarak, bütün dikkatin<br />

kendi varlığı üzerine yönelmesini sağlar.” 22<br />

Nitekim daha sonraki bölümlerde tekrar karşımıza<br />

çıkacak olan anlatıcılardan biri olan<br />

“Araştırmacı’nın kitap için yazdığı önsöz” “sevgili<br />

okuyucu” hitabıyla başlayarak daha ilk satırda<br />

okuru metnin içine çekerek gerçek yazar gibi onu<br />

da kurduğu yapma dünyanın bir şahsı haline getirir.<br />

“Eski bir letâif kitabına yazılan ‘mukaddime’de,<br />

‘müellif’, kitabının padişah hazretleri Sultan selim<br />

Han oğlu Sultan Süleyman’ın iltifatlı bakışlarının<br />

satıra değmesi, yani okumasıyla –ancak o zaman-<br />

kamil manada tamamlanacağını söylüyordu. Şu<br />

anda ben de aynı şeyleri düşünüyorum. Bizlerin<br />

9 Demir, a.g.e., s. 74.<br />

<strong>20</strong> Demir, a.g.e., s. 75.<br />

2 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />

s. 00.<br />

22 Demir, a.g.e., s. <strong>20</strong>.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

ve anlatılanların gerçeklik kazanması, bu kitabın<br />

hakiki okuyucularına ulaşmasıyla; onların dikkatli,<br />

yüksek bakışlarının satırlara değmesiyle mümkün<br />

olacaktır. Bu kitabı bu şekilde okuyanlar, bir tünelden<br />

geçerek meşhul bir âleme ulaşır gibi, kitabın<br />

içindeki dünyaya dahil olup, oradaki kişilerle beraber,<br />

hatta onlardan biri olacaklardır….<br />

Kitabın gerçek okuyucuları; onlardan her biri,<br />

aynı zamanda onun sahibi de olacaktır. Her türlü<br />

itirazı yapma, istediği yerini istediği gibi değiştirme,<br />

isterse kendine ait yeni bölümler ekleme,<br />

bir başka üslupla, hakim olduğu farklı bir anlatım<br />

tekniğiyle ve kendi kelime kullanma zevkiyle onu<br />

yeniden yazma hakkının sahibi olacaktır.” 23<br />

Araştırmacının kaleminden çıkan bu satırlar,<br />

postmodern anlatının istediği yaratıcı okuru anlatır:<br />

anlatının varlığını tamamlayan ve onu zenginleştiren<br />

aktif bir okurdur bu. Araştırmacının Kayıp<br />

Hikâyeci’nin okurlarına hitap ettiği bu satırlardaki<br />

fikrinin pratikteki yansımasını hikâyelerde görürüz.<br />

“Yolculuk” hikâyesinin anlatıcısı “hikâye kişisi”<br />

“bakışların yazıya değmesiyle varolabilen hikâyeler<br />

dünyasından” biri olarak kendisini tanımlar. 24<br />

Bu, araştırmacının fikrine paralel okuru varolabilmek<br />

için vazgeçilmez bir noktaya koyan bir ifadedir.<br />

Ancak elbette okur, sadece varolmanın şartı<br />

değildir. Merakı, ilgisi, beğenisi ve menfî eleştirisi<br />

vb. ile de yazarı etkilemekte; hatta bu şekilde<br />

hikâyelerde boy göstermektedir.<br />

“Beni merak edenler olduğunu biliyorum: Bana<br />

ulaşmak isteyen bazı okuyucularımın bulunduğunu..<br />

Kimdir bu adam, diye sorduklarını da.” 25<br />

satırlarıyla başlayan, “Size Kendimden Bahsedeyim”<br />

başlıklı hikâyede hikâyecinin kendini<br />

anlatması, “Dergi Yönetmeyi Seviyorum, Ama…”<br />

başlıklı hikâyede dergi yöneticisinin de bahsettiği<br />

meraklı okurların varlığından kaynaklanır.<br />

“Bazı okuyucuların hoşuna gitmiş yazdığı hikâyeler.<br />

Telefon edip yazarı hakkında benden bilgi<br />

istediler. Daha önce gördüğümüzü hatırlamıyoruz,<br />

usta bir hikayecinin müstearı mı bu isim diyorlar.<br />

23 Kahraman, s. 7-8.<br />

24 a.e., s. 3.<br />

25 a.e., s. 22.<br />

360<br />

Bir iki tanesi de kalkmış dergiye kadar gelmiş.<br />

Alışılmış okuyucu profilinin dışında, belki de toplumun<br />

genelini temsil etmeyen insanlar. Tek tek<br />

kendisi olarak duran şahsiyetler. Hikayelerdeki<br />

bazı ayrıntılar hakkında sorular soruyorlar…, onun<br />

hangi günler dergide bulunduğunu anlamaya çalışıyorlar…”<br />

26<br />

“alışılmış okuyucu profili” ifadesinden de anlaşılacağı<br />

üzere bir okur eleştirisi de barındıran bu<br />

satırlarda anlatılan okura diğer hikâyelerde de<br />

değişik şekillerde rastlarız. Yazar bazen hikâyesini<br />

anlatırken parantez içinden okuruna seslenir:<br />

“Sözünü ettiğim saygıdeğer hanımefendi ise,<br />

eşimle bir görüşmelerinde (hikâyelerimin akışında<br />

bir tutarsızlık bulanlar, ilk başta evli olarak<br />

gösterildiğim halde sonrakilerde hikaye kuruluşunun<br />

böyle bir boyut taşımadığını söyleyenler, işte<br />

benim gerçekten evli olduğumu kesin bir şekilde<br />

öğrendiniz burada) ilk hikayelerden birinde, …” 27<br />

Bazen okur, hikâyelerde bahsedilen okurların<br />

varlığını sorgularken hikayeleri eleştirir halde yer<br />

alır anlatıda. “Hikâyecinin Yargılanması” başlıklı<br />

hikâyede bir okur mektubunun bir bölümü aktarılır:<br />

“Hikayelerinizi beğenen üç beş kişiyi merkeze<br />

alarak diğer okuyucuların görüşleri hangi yöndedir<br />

diye bakmadan övüyor da övüyorsunuz kendinizi.<br />

Hiçbir zaman sevemedim bu hikayeleri. Tatsız<br />

tuzsuz, sıradan bir anlatımınız var.” 28<br />

Bunların içinde belki de en dikkat çekici olan<br />

“Sipariş Üzerine Yazılan Hikâye” başlığında bir<br />

hikâye kişisi olarak yer verilen “saygıdeğer bir<br />

hanımefendi”dir.<br />

“Bu satırları yazmaya dikkatli bir okurumun,<br />

saygıdeğer bir hanımefendinin isteği üzerine<br />

oturdum.” 29 cümlesiyle başlayan hikâyenin devamında<br />

bahsedilen hanımefendinin hikâyecinin eşi<br />

ile yaptığı bir görüşmeden hikâyelerinden bahsettiğini,<br />

yanlarında bulunan kızının da daha sonradan<br />

dahil olduğu sohbette “herkese benzeyen<br />

adam” konulu bir hikâyenin akıbetini merak ettiğini<br />

aktarır. Hikâyeci bunun üzerine “Eşim ve kızım<br />

26 a.e., s. 29.<br />

27 a.e., s. 5 .<br />

28 a.e., s. 60.<br />

29 a.e., s. 5 .


durumu bana anlatıca, böyle dikkatli bir okuyucunun<br />

sorularına duyarsız kalamadım.” 30 diyerek<br />

hikâyesinin yazılış sebebini açıklar.<br />

Yazar ve okur, yazar ve okur arasında anlatıcı<br />

karakteri üzerinden yapılan “kurmaca” vurgusu<br />

zaman zaman metin içinde herhangi bir dolaylamaya<br />

gerek duyulmadan açıkça yapılır. Kayıp<br />

Hikâyeci’nin daha ilk sayfasında okur araştırmacının<br />

“Okuyacağınız hikâyelerdeki olaylar tamamen<br />

kurmacadır.” 31 sözleriyle kurmaca bir dünyaya<br />

girmek üzere olduğu hususunda bu uyarılır. Ancak<br />

yazar/anlatıcı ilişkisindeki gerçeklik noktasında<br />

okuru tereddütte bırakma tavrı, burada da söz<br />

konusudur:<br />

“Okuyacağınız hikâyelerdeki olaylar tamamen<br />

kurmacadır. İçindeki kişiler –ben de dahil- gerçek<br />

değil, hayal ürünüdür. Ama bir taraftan da bakılınca<br />

hikayede geçen her şeyin gerçekle doğrudan<br />

veya dolaylı bir bağlantısı vardır.” 32<br />

Hatta Araştırmacı önsözünün sonunda meseleyi<br />

fantastik bir boyuta taşır:<br />

“Bu kitaptaki hikayeleri yazanın kim olduğu<br />

da yeterince açık değil çünkü. Hatta gerçekten<br />

bir yazarı var mı bu hikayelerin; kesin olarak bilemiyorum.<br />

Bazen yazılıp yazılmadıklarından bile<br />

emin olamıyorum çünkü.” 33<br />

Okumak üzere olduğu hikayelerin kurmaca olduğu<br />

kendisine duyurulan okur, diğer taraftan anlatıcının<br />

gerçekle bağı noktasında ikircikli bir halde<br />

bırakılır. Bu tavır devam edecek, hatta daha ilgi<br />

çekici bir hale sokulacaktır. Bir sonraki kısımda,<br />

“Tuhaf Bir Durum” başlıklı hikayede, “hikayeci”nin<br />

yıllardır uğramadığı bir pasajda kendisi “bilmezken”<br />

yayımlanmış olan kitabını bulmasına şahit<br />

oluruz. “Bulunmuş kitaplar” üstkurmacanın vazgeçilmez<br />

bir motifidir. 34<br />

“Sonlara doğru yepyeni bir kitap geldi elime.<br />

(Nereden karışmış bunların arasına bu kadar yeni<br />

bir kitap? Kim koydu onu oraya?) Matbaadan çıkalı<br />

çok az zaman olmuş. Yayım tarihine baktım ina-<br />

30 a.e., s. 52.<br />

3 a.e., s. 7.<br />

32 a.e.<br />

33 a.e., s. 8.<br />

34 Jale Parla, “Türk Romanında Tarih ve Üstkurmaca”, Virgül,<br />

nr. 00, <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>06, s. 7.<br />

361<br />

nılmayacak kadar yeni. Fakat asıl tuhafı bu yeni<br />

basılmış hikaye kitabının üzerinde benim adımın<br />

bulunmasıydı. (Bu nasıl olur ben bilmezken?) Şöyle<br />

bir karıştırdım, bütün o kafamda tasarladığım<br />

hikayeler; aslında yazılmış onlar. Tuhaf dedim, tuhaf<br />

şey.” 35<br />

Kayıp Hikâyeci’deki bir taraftan okurun gerçeklik<br />

algısıyla oynayan diğer taraftan da anlatının<br />

kurmaca olduğunu haber veren bu ve benzerleri<br />

örnekleri çoğaltabiliriz. Eserin başından aldığımız<br />

bu kısımlardaki tavır, diğer hikâyelerde de zaman<br />

zaman görülmektedir. Yazarın bilinçli olarak metnine<br />

yedirdiği bu ifadeler ile okur kuşatılmıştır ve<br />

artık “oyun”un asıl amacına ulaşması sürecinde<br />

anlatıdaki yerini almıştır. “Üstkurmaca(metafi<br />

ction), en bilinen tanımıyla ‘roman teorisini’ roman<br />

yazma pratiği içerisinde gösterme işidir.” 36<br />

ve “hiçbir dolaylı söyleyişe gerek duymaksızın ‘roman<br />

yapma’ konusu ile ilgilidir” 37 Son asrın edebî<br />

türü roman üzerinden yapılan bu üstkurmaca tanımlamaları<br />

diğer bir anlatı türü olan hikâye için<br />

de geçerlidir elbette. Nitekim Kayıp Hikâyeci’de<br />

de hikâyeler boyunca okur, parça parça onların<br />

yaratılış sürecini takip eder.<br />

“Sürekli hikayeler planladım yaşadıklarımdan<br />

çıkarak, günlerce kafamda gezdirdim, bir olgunluğa<br />

eriştirmek için onları. Fakat yazamadım, kelimelere<br />

dönüştüremedim bir türlü. Belki kelimeleri<br />

de var kafamda, kağıda dökemedim.” 38<br />

Hikâyeci kendisini önce bir çekirdek halinde<br />

belirmeye başlayan 39 hikâyelerin “atmosferine<br />

adapte etmeye” çalışır. 40 Bazı hikayelere sürekli<br />

başlangıçlar yapar ama istediği akışı yakalanamadığı<br />

için günlerce müsveddeler halinde çantasında<br />

onunla birlikte dolaşır durur. 41 Bazı hikâyeler ise<br />

bu makûs talihi kırar ve tamamlanırlar, bazısı ise<br />

bizzat hikâye kişileri tarafından tamamlanırlar.<br />

“Bundan bir yıl kadar önce büyük bir hevesle<br />

başlamıştı yazmaya. Bazı dostlarına da bahsediyordu.<br />

Bir gün bir kitapçı dükkanında iki şair ve bir<br />

hattatla otururlarken, şu sıralar kendisinin ne ile<br />

35 Kahraman, a.g.e., s. 2.<br />

36 Demir, a.g.e., s. 6.<br />

37 a.e., s. <strong>20</strong>.<br />

38 Kahraman, a.g.e., s. .<br />

39 a.e., s. 4 .<br />

40 a.e., s. 39.<br />

4 a.e., s. 4 .<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

uğraştığı sorulduğunda, ‘Yolculuk’ adını koyduğu<br />

bir hikaye üzerinde çalıştığını söyledi. Bu, o sırada<br />

çantasında bulunan benim hikayemdi. Bir noktaya<br />

kadar yazılmış duruyordu. Şairlerden birisi, kendisinin<br />

de bir roman üzerinde çalıştığını söyleyen<br />

hanım, konuyu sordu. O an kendimle ilgili yeni<br />

şeyler öğrenme şansını elde ettiğimi sanmıştım.<br />

Fakat aldanmışım: Bitmemiş çalışmaları üzerine<br />

konuşması yazma isteğini kırıyormuş.” 42<br />

Bir süre sonra hikâyecinin kendisinin hikâyesin<br />

yazmasında ümide kesen hikâye kişisi “Ebediyyen<br />

bir müsvedde hikaye kişisi, bir araf adamı olarak<br />

kalma endişesi” ile “olmayacak” bir işe kalkışır ve<br />

kendisine hikâyecinin havasını vererek kendi hikayesini<br />

tamamlar. 43<br />

Burada diğer hikâyelerde de zaman zaman değinilecek<br />

olan önemli bir etkileşimden bahsedilmektedir:<br />

“Bazı yazarlar yazma süreci içinde, bir noktadan<br />

sonra hikaye kişilerinin kendi gönüllerince davranmaya<br />

başladıklarını söylerler. Hikaye kişileri<br />

hikayenin dizginlerini zaman zaman alabilirler mi<br />

yazarın elinden? Bu konuyu tartışmayacağım.” 44<br />

Hikâye kişisi bu konuyu tartışmayacağını söyler<br />

ama “hikayenin dizginlerini” eline almış, “mevcut<br />

plana uygun şekilde” hikâyesini tamamlamıştır.<br />

Bu durum bazen hikâye kişisinin hikâyeci olabileceğini<br />

bize gösterir. Diğer bir söyleyişle hikâye<br />

kişisi de aslında hikayecinin bir parçasıdır. Nitekim<br />

hikâyesinin peşine düştüğü zaman hikâye kişisi,<br />

hikâyecinin okuyabildiği eski yazıyı kendisinin<br />

de çok tabii bir şekilde okuyabildiğini şaşırarak<br />

görür. 45 Bunun sebebini “Beklenmeyen” başlıklı<br />

hikâyede hikâyeciden dinleriz. Hikâye kişisinin<br />

kendisini ziyarete geldiği hikâyeci ona hitaben<br />

“O ilk günlere gidelim, dedim. Fakat ne kadar<br />

geriye doğru gidersek sen, sen olmaktan çıkarsın,<br />

siluetin kaybolmaya, bana ait bir parça haline gelmeye<br />

başlarsın. Hatta ben olursun.” 46<br />

der ve bir hikâye başlangıcını “seninle mi, yoksa<br />

benimle mi ilgili olduğu tam belli olmayan bir me-<br />

42 a.e., s. 3.<br />

43 a.e., s. 4.<br />

44 a.e., s. 4- 5.<br />

45 a.e., s. 8.<br />

46 a.e., s. 4 .<br />

362<br />

tin” şeklinde tanımlar.<br />

Kayıp Hikâyeci’de anlatılan bütün hikâyeler<br />

aslında anlatının baş kahramanı hikâyecinin, bilhassa<br />

kendi baskın kimliği olan eleştirmene karşı<br />

bir hikâyeci olarak varolmaya, kendini kabul ettirebilmeye<br />

uğraşması sorununa bağlanmaktadır.<br />

Bu bağlamda hikâyelerin yaratılma sürecinin yanı<br />

sıra hikâyecinin varolma serüvenini de izlemektedir<br />

okur.<br />

“Ben bir hikayeciyim aslında. Yıllar önce bir dergide<br />

yayımladığım iki hikayeden başka yazmasam<br />

da bir hikayeciyim ben. Bunu insanlara anlatmak<br />

biraz zor. Bu yaşa gelmiş ve henüz bir kitap bile<br />

çıkaramamış olduğuma göre, onlar da haklı inanmamakta.<br />

Yine de ‘ben bir hikayeciyim’ diyorum<br />

size, yabana atmayın bu sözümü. Sürekli hikayeler<br />

planladım yaşadıklarımdan çıkarak, günlerce<br />

kafamda gezdirdim, bir olgunluğa eriştirmek için<br />

onları. Fakat yazamadım, kelimelere dönüştüremedim<br />

bir türlü. Belki kelimeleri de var kafamda,<br />

kağıda dökemedim. Ben hep yaşadım onları. Bu<br />

kadar doluyken hikayeyle ve yıllardır hiç kesintiye<br />

uğramamışken kalkıp da itiraz edilebilir mi hikayeciliğime.<br />

Onlara da hak veririm gerçi ben; iki hikaye<br />

yayımlamakla hikayeci sayılamaz bir kişi.” 47<br />

“Tuhaf Bir Durum Başlıklı” hikayede ilk defa<br />

anlatıcı olarak karşımıza çıkan hikayeci, bu satırlarla<br />

anlatır ve tartışır “hikâyeciliğini”. Hikâyeler<br />

boyunca bilhassa kendini beğenmeyen, önemsemeyen<br />

ve eleştirenlere karşı kendini “hikâyeciliğini”<br />

savunacaktır hikâyeci. Bilhassa kendine karşı,<br />

eleştirmen kimliğine karşı varlığının kabulü için<br />

uğraşacaktır.<br />

İnsanlar, tek bir kimlikle yaşamazlar çoğu kez.<br />

Karılık, kocalık, annelik, babalık, çocukluk, akrabalık<br />

vb. gibi değişik sosyal rollerin yanı sıra bir de<br />

profesyonel kimliklere sahiptirler. Bazen bu profesyonel<br />

kimlikler de birden fazla olabilir. Kayıp<br />

Hikâyeci’de sadece iki hikâyesi yayımlandığı için<br />

kendinin dahi belki bilinçli olmasa da hikâyeciliğinden<br />

tereddüt duyduğu bir hikâyeci tanırız.<br />

“Birkaç arkadaşı, eleştirmenin yeni çıkan deneme<br />

kitabını tebrik etmek için gelmişlerdi eve. Ora-<br />

47 a.e., s. .


da bulunanlardan biri, dikkatli bir edebiyat adamı,<br />

senin yazılarının arkasında, derinlerde, gizlenmiş<br />

bir hikayeci var, dedi ona. Hemen yanıbaşındaydım,<br />

çoğu zaman olduğu gibi eleştirmenin: Varlığına<br />

hiç dikkat edilmeyen, bir yüzü bulunduğu<br />

bile fark edilmeyen birisi olarak. Eleştirmen, pek<br />

memnun olmamış gibiydi bu sözden, üzerinde<br />

fazla durmayarak sözü değiştirdi. Ama ben tam<br />

kalbimden vurulmuş gibi sarsıldım. O zaman iyice<br />

farkına vardım, aslında yıllardır bir yer altı suyu<br />

gibi akmakta olduğunu içimden hikayenin.” 48<br />

Hikâyelerde ayrı ayrı kişiler olarak bahsedilen<br />

eleştirmen ve hikayeci aslında bir kişidir. Eleştirmen,<br />

varlığından rahatsız olduğu hikayeci ile sık<br />

sık karşı karşıya gelir. Eleştirmen hikayeleri vasıtasıyla<br />

devamlı hikayeciye saldırmaktadır. Hatta<br />

hikâyecinin kaldığı vakfa bağlı evden de çıkarılmasını<br />

ister. “Hikâyecinin Yargılanması” başlıklı<br />

hikayede evin yöneticisinin başkanlık yaptığı bir<br />

toplantıda bu mesele değişik katılımcılarla tartışılır.<br />

“Beni de şaşırtan bir gidişi var bu hikayelerin.<br />

Aktıkça kendi yatağını oluşturan bir nehir gibi.<br />

Dokunduğu her şeyi bünyesine alan, her yeni katılımla<br />

büyüyen ve gelişen bir akış bu. Bazan, iş<br />

çığırından çıkmaya doğru mu gidiyor acaba, diye<br />

sormaktan alamıyorum kendimi: Ürpererek, bu<br />

akışa hakim olamamaktan, onun bir gün beni de<br />

tamamen içine alarak ayağımı yerden kesmesinden;<br />

bir parçası haline dönüştürmesinden korkuyorum.”<br />

49<br />

Hikâyeci, edebî esere malzeme edilen her unsurun<br />

artık metin durduğu sürece varlığını sürdüreceğinden<br />

emindir. Hatta bir şairin şiirine kendi<br />

“fotoğrafı”nı yerleştirdiğini düşünüp bundan rahatsızlık<br />

duymaktadır. 50<br />

Çalışmamızın en başında <strong>20</strong>. yüzyılın ontolojik<br />

kaygılarıyla baş başa bıraktığı yalnız insandan<br />

bahsetmiştik. Hikâyecinin varoluş problemi ve<br />

kendini bir hikâyeci olarak kabul ettirme çabaları<br />

düzleminde geçen tüm ifadeler bir taraftan okuru<br />

anlatının gerçeklikle bağı meselesi üzerinde tekrar<br />

düşünmeye zorlarken diğer taraftan tüm bu<br />

48 a.e., s. 27.<br />

49 a.e., s. 47.<br />

50 a.e., s. 49.<br />

363<br />

hikâyelerin neden ve nasıl yazıldığı sorularının da<br />

cevaplanması noktasında ipuçları vermektedir.<br />

Üstkurmaca ile ilgili önemli belirlemelerden birinin<br />

onun bir “oyun” olduğu yolunda yapıldığını<br />

daha evvel söylemiştik. Ancak bu formun “eğlence”<br />

niteliği eserin içinde birtakım fikrî göndermeler<br />

taşımayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim<br />

“medeniyetleri savunacak güç, varoluşlarına<br />

dahil olarak kendi içlerinde mevcut zaten.” 51 gibi<br />

bazı mühim saptamalar hikâyelerin bünyesine<br />

ustalıkla yedirilerek anlatının fikrî yönünü gösterir.<br />

Ancak üstkurmacanın ana eğilimlerinden biri<br />

daha ziyade “sanat tartışmalarının yaşandığı modernist<br />

boyutu da içinde barındır”masıdır. 52<br />

Buraya kadar üstkurmacanın ana göstergeleri<br />

olarak değerlendirmeye çalıştığımız pek çok hususa<br />

bir başka açıyla bakarsak onların edebî eser<br />

ve ilgili unsurları üzerine birtakım hükümler taşıdığını<br />

da görürüz.<br />

“Üstkurmaca ile ilgili ilk belirleme, onun kurmaca<br />

ve eleştiri arasında bir yere yerleştirilmiş<br />

‘sınır söylem’ olarak tanımlanabileceğidir…. Okurun<br />

dikkat etmesi gereken husus, teorik kurmaca<br />

ya da metafiction olarak adlandırılan bu formun,<br />

‘eleştiri ve kurmaca’ arası bir yerde bulunuyor olmasıdır.”<br />

53<br />

Yukarıda farklı bir yönü ile aldığımız “okur”la<br />

ilgili söylenenler, hikâyecinin kendinden bahsederken<br />

hikâyeciliği dolayısıyla hikâyecilik ile ilgili<br />

yapmış olduğu yorum veya hikâyecinin evinden<br />

çıkarılması görüşülürken bir katılımcının meselenin<br />

“…sübjektif bir yönünün olabileceği her zaman<br />

ihtimal dahilinde bulunan bir alana, yani eleştiriye…”<br />

54 bağlanmasından duyduğu rahatsızlık bu<br />

anlamda ilgi çekicidir. Yine “Mihâil” başlıklı hikâyede<br />

bir şiire malzeme olmaktan yakınan hikâyeci<br />

ve muhatabı olan şair arkadaşı arasında geçen<br />

diyalog önemlidir:<br />

“Şimdi ben de hatırladım o şiiri, dedi, arkadaşım:<br />

Fakat seninle birleştirmek hiç aklıma gelme-<br />

5 a.e., s. 46.<br />

52 Yıldız Ecevit, Türk Romanında Postmodernist Açılımlar,<br />

s. 43.<br />

53 Demir, a.g.e., s. 7.<br />

54 Kahraman, a.g.e., s. 63.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

mişti o görüntüyü. Sen söyleyince farkına varıyorum<br />

işin bu bireysel tarafının. Lakin, burada bir<br />

çelişkiye düşmüyor musun, sen; eserin kendi dili<br />

içinde, her okuyucunun kendine göre yeniden kuracağı,<br />

farklı farklı içsel tasarlamaların malzemesi<br />

olmaktadır o görüntü de. Burada onu bireyselleştirerek,<br />

kendini asıl sen teşhir etmiş olmuyor<br />

musun, dedi. Yalnız unuttuğun önemli bir öğe var,<br />

dedim: Şairin kendisi! O, baktığında, kendi şiirini<br />

her okuyuşunda, bu şiiri yazdığı atmosfere, o<br />

günkü tabloya dönecek, bütün tazeliğiyle yeniden<br />

yaşayacak eski bir duyguyu. İzliyorsundur herhalde,<br />

bir başka şair, gazetede, haftalık yazılar yazdığı<br />

köşesinde bu konuyu tartışıyor, son zamanlarında:<br />

hayatın sahici unsurlarından doğan bir<br />

şiirin duygu bazında şairdeki karşılığı zamanla ilk<br />

günkü sıcaklığını kaybetse bile, tamamen anlamsızlaşmayacaktır,<br />

diyor. Şaire acı veren niteliğini<br />

koruyacağını belirtiyor. Bu konuyu tartıştıktan<br />

sonra kanatımca şu üzerinde düşünülmesi gereken<br />

sonucu çıkarıyor: Bence bunun tek sebebi şair<br />

için her şiirinin biricik oluşudur, diyor. İşte şu anda<br />

benim üzerinde durduğum nokta da bu: İki kişinin<br />

zihnen yaşadığı bir durumdan sözediyorum. Yani<br />

şair ve ben. Bir tek kişinin iç dünyasında bile olsa,<br />

o imgenin kaynağı bensem ve bir azap durumu<br />

mevcutsa eğer, bu devam etmez mi? Soruyorum<br />

sana; beni teselli edebilir mi, bütün diğer okuyucuların<br />

o imgeden bana ulaşmayacak, ulaşamayacak<br />

olmaları? Sonra o bir tek kişinin diğer tüm<br />

okuyucularla karşılaştırıldığında, tek başına belki<br />

onlardan daha fazla bir ağırlığı bulunduğunu nasıl<br />

görmezden gelebilirim? İkinci yönü daha var bu<br />

işin; iki ucuda sivri bir kılıç gibi bu konu. Şairin<br />

kendisi için de savunmasız birine karşı açık bir<br />

haksızlık yaptığından dolayı, bir azap haline dönüşebilir<br />

bu dizeler.” 55<br />

Modern edebiyatın içe kapanık dünyasının yoruma<br />

açık unsuru “imge”den şiir ve şair ilişkisine<br />

ilerleyen bir düzlemde fikirlerin serdedildiği bu<br />

satırlar da üstkurmacanın “nasıl” yazılır obsesyonunun<br />

bir ürünüdür.<br />

Bu misallerin yanı sıra bilhassa “Hikâyecinin<br />

Yargılanması” başlıklı hikâyede, hikâyecinin okurlarından<br />

ve daha evvel bazı hikâyelerde adı geçen<br />

bir hattattan gelen birtakım eleştirileri okuruz.<br />

55 a.e., s. 49-50.<br />

364<br />

Bunlar hikâyecinin kızı için seçtiği kitapların eskiliği<br />

hususunda yahut kullandığı “bedenli kağıt” veya<br />

“büyük dev” gibi ifadelere yöneliktir. 56 Eleştirmenin<br />

toplantıda hazır bulunanlara aktardığı bu ve<br />

benzeri “eleştiri”ler bir yana hikâyelerle ilgili son<br />

değerlendirmesi dikkat çekicidir:<br />

“Bu tür örneklerden sonra içeriğe ilişkin olarak<br />

da şu değerlendirmeyi yaptı eleştirmen: Kendisinden<br />

önceki birçok büyük eserin bir halitası bu<br />

hikayeler, dedi. Bir buluş, bir orjinallik koymuyor<br />

ortaya, aslında. Burada birkaç ip ucu vereyim<br />

size. … Mesela “araf adamı”, “hikaye cehennemi”<br />

gibi kullanımlar bu hikayelerdeki Dante etkilerini<br />

açıkça ortaya koyduğu gibi, bir buluş olarak<br />

görünen hikaye kahramanının hikayeciyle karşı<br />

karşıya getirilmesi de doğrudan doğruya M. de<br />

Unamuno’nun Sis romanında geliyor. Bu isimlere<br />

Batı ve Türk edebiyatlarından birçok başka ismin<br />

eklenebileceğini söyledi: Mesela L. Pirandello (Altı<br />

Kişi Yazarını Arıyor), Falih Rıfkı Atay (Roman), Necip<br />

Fazıl Kısakürek (Bir Adam Yaratmak), Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar (Abdullah Efendi’nin Rüyaları),<br />

Tahsin Yücel (Aykırı Öyküler), hatta Emre Kongar<br />

(Hoca Efendinin Sandukası) gibi.” 57<br />

Eleştirmen’in bu sözlerine toplantıda bulunan<br />

Puşkin’in torunu da “büyük dede”sinin “Türkçe’ye<br />

Mısır Geceleri adıyla çevrilen” bir hikâyesinin de<br />

anılması gerektiğini “klasik Rus romanı etkisinin<br />

bu hikayelerdeki olumlu yansımasından söz etmek”<br />

gerektiğini söyler.<br />

Yargılanma esnasında hikayecinin okurlarının<br />

gerçekliği veya kullanmış olduğu birtakım ifadeler<br />

noktasından da eleştirildiği söylemiş ancak<br />

bilhassa eleştirmenin hikâyelerin içeriğine ilişkin<br />

yaptığı kritik üzerinde durduk. Çünkü burada üstkurmacanın<br />

çekirdeğinden bahsedilmektedir. Nitekim<br />

hikâyeci de bu suçlamaya cevap verir:<br />

“Eleştimenin söylediğine göre, bu hikayeler,<br />

kimi büyük yazarlarca daha önce ortaya konulmuş<br />

bazı eserlerden etkilenilerek yazılmıştır; onların<br />

bir karışımıdır. Bunu iddia ediyor kendisi. O zaman<br />

56 a.e., s. 6 .<br />

57 a.e., s. 6 -62.


u mantığı aynı doğrultuda biraz daha ilerletelim.<br />

Diyelim ki bugün burada olanları da hikaye etmeyi<br />

düşündüm ve ben bir form içinde gerçekleştirdim<br />

bunu: O zaman da, yazmayı düşündüğüm o hikayeyi<br />

Haldun Taner’in Ay Işığında Çalışkur adlı hikayesine<br />

veyahut ne bileyim Necip Fazıl’ın Edebiyat<br />

Mahkemelerine mi bağlayacak acaba kendisi…<br />

Şunu demek istiyorum; eleştirmenin sözlerinden<br />

hareket ettiğimizde, kendi bakışımızı onun<br />

bakışına ayarladığımızda iki ihtimal çıkıyor karşımıza:<br />

Birincisi, bu hikayelerin bazı eserlerden,<br />

yani kurmaca dünyadan etkilenerek yazılmış olması.<br />

İkincisi ise, doğrudan doğruya yaşananların<br />

yazılmasıyla ortaya çıkmış olması onların. Eğer iddia<br />

edildiği gibi kendini kabul ettirmiş mevcut bazı<br />

eserlerin bir halitasıysa bunlar, her şey daha önce<br />

yazıyla ifadesini bulmuş bir alana aitse, bir kurmacadan<br />

ibaretse, hayatta olanlarla hikayedekileri<br />

niçin birbirine karıştırıyor kafasında eleştirmen?<br />

Yani, nasıl aynı boyut içinde bir araya getirebiliyor<br />

bu iki düzlemi. Yok eğer yaşananlardan ibaretse<br />

bütün bu yazılanlar, o zaman da nasıl iddia edebiliyor<br />

benim bazı büyük yazarların eserlerinden<br />

birşeyler aldığımı? İçinden çıkamayacağımız bir<br />

ikileme sürüklüyor eleştirmen bizi: Hayatın gerçekliği<br />

mi yoksa kurmacanın gerçekliği mi?” 58<br />

Hikâyenin içinde eleştirmenin sebep olduğu<br />

ikilemi, hikâyeler boyunca yazar başarıyla yaşatmıştır<br />

okura. Üstkurmacanın da kırdığı gerçeklikle<br />

diğer taraftan oynadığı bir oyundur bu aslında.<br />

Aynı şekilde hikâyelere ustalıkla yerleştirilmiş imgeden<br />

metinlerarasılığa kadar edebî meseleler de<br />

alt düzlemde konu edilip tartışılmaktadır ki bu da<br />

sadece üstkurmacanın değil, postmodern anlatıların<br />

genel bir göstergesidir.<br />

***<br />

58 a.e., s. 65-66.<br />

365<br />

Üstkurmaca, bu ad ile anılıp postmodern formu<br />

ve hususiyetleri ortaya konulmadan evvel de gerek<br />

dünya gerekse Türk edebiyatında kullanılan bir<br />

tekniktir. Ancak postmodern edebiyatın kuramsal<br />

mânâda tartışılıp şeklinin çizilmeye başlandığı dönemde<br />

bu anlayışın önemli bir göstergesi olarak<br />

kabul edilmiştir ve bu minvalde tanımları yapılmaya<br />

başlanmıştır.<br />

Âlim Kahraman, Kayıp Hikâyeci isimli kitabında<br />

yer alan hikâyeleri üstkurmaca tekniği ile kaleme<br />

almış, ve birbirine paralel giden hikâyecinin<br />

“ben”ini arayışı ile “hikâyeci” kimliğini etrafına<br />

kabul ettirme sürecinde bir araya getirmiştir. İncelememiz<br />

boyunca öne çıkan misalleriyle üstkurmacanın<br />

bu esere yansıyan göstergelerini işaret<br />

etmeye, dolayısıyla <strong>80</strong> sonrası Türk hikâyesinde<br />

kullanılan bir teknik olarak bu formu Kayıp Hikâyeci<br />

örneğinde göstermeye çalıştık.<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

KAPANIŞ<br />

Değerlendirme Oturumu ve Kapanış<br />

366


KAPANIŞ KONUŞMASI<br />

Sayın Başkanım, değerli milletvekilim, çok değerli<br />

arkadaşlarım, değerli bilim insanları, öğretim<br />

üyesi arkadaşlarım, sevgili genç kardeşlerim,<br />

hepinizi sevgiyle, saygıyla selâmlıyorum;<br />

Gerçekten Türkiye’de iyi şeyler olduğuna inanıyorum.<br />

Bugün buraya az önce Üsküdar Belediyemizin<br />

bir çalışmasından koşar adım geldik. Orada,<br />

Üsküdar Belediyemizin bir kültür mekânında, <strong>20</strong>.<br />

yüzyılın çok saygıdeğer insanlarından birisinin vefatının<br />

4. yıldönümü nedeniyle değerli basın mensuplarının,<br />

yazarların, akademisyenlerin katıldığı<br />

bir anma toplantısı, sevgili ve rahmetli Aliya İzzet<br />

Begoviç’in 4. vefat yıldönümü nedeniyle düzenlenen<br />

bir toplantı vardı, oradan geldim. Belediyemiz,<br />

Belediye Başkanımız, bütün arkadaşlarımız<br />

orada hazırdılar, şimdi buraya bir başka güzelliğe<br />

geldim. Bana program aktarıldığında, gerçekten<br />

kıvanmıştım, bugün burada, bu masayı gördüğüm<br />

zaman iftihar ettim, şuradaki listeyi gördüğüm<br />

zaman, programı gördüğüm zaman iftihar ettim.<br />

Kent kültürü böyle oluşur diye düşünüyorum. Yani<br />

insanlar doğdukları yerden kopup, doydukları yere<br />

gelmişlerse, bu sadece bir doyma çabası olmaktan<br />

çıkıp, insanca yaşama, kendini geliştirme, hayata<br />

katılma ve bulunduğu mekânı kavrayıp onu geliştirme<br />

çabasına böyle dönüşebilir. Tarihî değerleri<br />

bilerek, sanatı bilerek, kültürü bilerek ve bütün<br />

bunlara bilgiyle sahip çıkarak hepimiz İstanbullu<br />

367<br />

Ertuğrul GÜNAY<br />

Kültür ve Turizm Bakanı<br />

olabiliriz, Türkiyeli olabiliriz, dünyalı olabiliriz, hayatımız<br />

güzelleşebilir diye düşünüyorum.<br />

Ümraniye Belediyemizin bu çalışması gerçekten<br />

göğsümü kabarttı. Bu çalışmayı sürdüren<br />

arkadaşlarımıza, Sayın Hasan Can başta olmak<br />

üzere, minnetlerimi sunuyorum. Bu çalışmaya<br />

Anadolu’nun değişik üniversitelerinden zaman<br />

ayırıp gelen değerli bilim insanlarına yürekten<br />

teşekkür ediyorum. Çok sağolunuz. Bu masaya<br />

baktığım zaman zaten bu çalışmanın akademik<br />

içeriği gözüküyor. Son oturum galiba bu ve son<br />

oturumda dört ayrı üniversitenin ismini okudum<br />

ben orada. Bu güzel bir şey. Belki üniversitelerimizin<br />

de yapması gereken bir şey. Aslında belki<br />

üniversitelerimizin de bu tür sempozyumlar aracılığıyla<br />

bilgiyi hayatın içinde, insanlarla paylaşarak,<br />

üniversite mensubu olmayanlarla da paylaşarak,<br />

hayatı bütünüyle eğitmeye, eğitimi bütün<br />

hayata yaymaya çalışarak, daha yararlı olmaları<br />

konusunda ışık tutucu bir toplantı olabilir diye düşünüyorum.<br />

“Güzel şeyler oluyor.” dedim ülkemizde. Buradan<br />

döndükten sonra, önümüzdeki hafta içinde de<br />

yine bir başka belediyemizin yaptığı bir başka çalışmaya,<br />

Anadolu’nun uzak bir ilinde katılacağım.<br />

Yıllardan beri Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları diye<br />

bir çalışma düzenleniyor ve belli periyotlarla o dönem<br />

Türkiye’nin, dünyanın saygıdeğer bir edebi-<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

yatçısı adına özel bir çalışma yapılıyor. Geçen yıllarda<br />

Azerbaycan’da doğmuş, Türkiye’de yaşamış<br />

bir önemli mücadele şairinin, bir istiklâl şairinin<br />

anma yıldönümü yapılmıştı Elazığ’da. Birkaç hafta<br />

önce ben onun mukabil toplantısına katılmak<br />

için Baku’ya gittim. Elmas Yıldırım anısına yapılmış<br />

bulunan bir toplantıya. Ve gerçekten Elazığ’ın<br />

bir değere sahip çıkmak ve o değeri alıp kendi<br />

topraklarından başka, asıl sahip olduğu ülkeye<br />

tanıtmak konusundaki gayretini çok göğsüm kabararak<br />

izledim. Şimdi bu hafta inşaallah Perşembe<br />

akşamı galiba, Elazığ’da olacağız ve Elazığ’da,<br />

Anadolu’nun bir kentinde, belediyenin katılımıyla,<br />

tabiî üniversitenin de katılımıyla, bütün oradaki<br />

kamu ve sivil kanaat önderlerin katılımıyla bir başka<br />

büyük dünya değerini, Türk kültüründen çıkmış<br />

bir büyük dünya değerini, Cengiz Aytmatov’u hep<br />

beraber alkışlayacağız. Bunu bir belediyenin yapmış<br />

olması, bir Anadolu kentinin yapmış olması,<br />

Ümraniye’nin yaptıklarıyla birlikte düşündüğümüz<br />

zaman, Türkiye’nin dört bir tarafında, bir medeniyet<br />

çoban ateşinin, bir aydınlanma ateşinin<br />

yandığını gösteriyor. Ve bizim hayata iyimser bakmamızı<br />

teşvik ediyor. Bu gayreti gösteren bütün<br />

arkadaşlarıma gerçekten minnettarım.<br />

Biz de bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı olarak, bütün bu yapılan<br />

çalışmaların kadrini bilmeye, bütün bunlarla<br />

ilgimizi yakından sürdürmeye, bütün bunlara<br />

maddî ve manevî ne destek vermemiz gerekiyorsa<br />

vermeye çalışacağız. Elbette bunlar bizim aslî görevlerimizdir<br />

ama ne kadar çok paylaşan olursa,<br />

ne kadar çok sahiplenen olursa, hem kamuda hem<br />

sivil kesimde, hep beraber o kadar fazla görevimizi<br />

yapabiliriz diye düşünüyorum. Sanat etkinliklerini<br />

Ankara’nın, İstanbul’un seçkin semtlerinden,<br />

artık, o hizmetleri, o sanat etkinliklerini hak eden<br />

başka mekânlara da taşıyalım diye düşünüyorum.<br />

Çok üzüntüyle gördüm, örneğin işte ben henüz iki<br />

aydır Kültür Bakanıyım Türkiye Cumhuriyeti’nin,<br />

ama çok üzüntüyle gördüm, Türkiye Cumhuriyeti<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı “anlı şanlı”<br />

Devlet Tiyatrolarının, şu koca İstanbul’un 11 ilçeden<br />

oluşan Anadolu yakasında bir tek sahnesi yok.<br />

Bu kabul edilebilir bir şey değil. Ben sanat etkinliklerinin<br />

sadece Ankara’nın, İstanbul’un seçkin<br />

mekânlarında oturanların hakkı değil, Türkiye’nin<br />

368<br />

her tarafında oturanların hakkı olduğuna yürekten<br />

inanıyorum. Ve çok yakın bir gelecekte Sayın<br />

Başkanımızın da katkılarıyla Ümraniye’de Devlet<br />

Tiyatroları sahnelerini açacak. Bunu sizinle<br />

paylaşmak istiyorum. Ümraniye’de, Beykoz’da,<br />

Pendik’te, Kartal’da... Muhtemelen bu yıl içinde.<br />

Çok azimli ve çok kararlıyım. Arkadaşlarımla da<br />

paylaşmak istiyorum. Anadolu yakasında, en az<br />

üç ilçemizde devlet tiyatroları sahnelerini açacak.<br />

Biraz bu işi gönüllülükle yapmamız gerekiyor. Biraz<br />

bu işi halkla paylaşarak yapmamız gerekiyor.<br />

Biraz bu işi hevesle, aşkla, şevkle yapmamız gerekiyor.<br />

Ve öyle yaptığımız takdirde yaşam kalitemiz<br />

topyekûn artacaktır diye düşünüyorum. Zaten siyasetin<br />

derdi de halkın yaşam kalitesini artırmak<br />

olmalıdır. Topyekûn, bütün halkın ayrımsız, sınırsız,<br />

hiçbir fark gözetmeksizin, coğrafî fark gözetmeksizin,<br />

etnik fark gözetmeksizin, inanç farkı<br />

gözetmeksizin, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının,<br />

biz Türkiye için düşünüyorsak, yurttaşlarının<br />

bütününün yaşam kalitesini yükseltmeye çalışmaktır.<br />

Türkiye’nin yaşam kalitesini yükseltmeye<br />

çalışmaktır ve dünyanın yaşam kalitesine bu çerçevede<br />

katkı yapmaya çalışmaktır diye düşünüyorum.<br />

Ve önümüzdeki süreçte böyle çalışacağız.<br />

Fazla uzatmak istemiyorum, burada herhalde<br />

değerlendirme toplantısı yapılacak ve ben ne yazık<br />

ki, bağışlayın, böyle şeyleri hiç sevmem ama<br />

maalesef, Bakanlık galiba böyle bir şey; işin başında<br />

bulunup sonrasını telefonla takip etmek gibi<br />

bir şey. Yarım yarım katılıyorum toplantılara. Ben<br />

eskiden şiirle ilgili günleri, tıpkı buradaki gençlerin<br />

oturup iki gün boyunca izlediği gibi, tiyatroyla<br />

ilgili çalışmaları, yani “Böyle bir şey olsa da baştan<br />

sona izlesem” diye birinci günün sabahından, ikinci<br />

günün kapanış toplantısına kadar izleyip sonunda<br />

da üç cümle söylemeye hayatı boyunca çalışmış<br />

insanlardan birisiyim. Ama şimdi bu toplantıların<br />

bir bölümüne katılıp ayrılmak zorunda kalıyorum,<br />

çünkü bunun arkasından katılmaya çalışacağım<br />

bir başka toplantı daha var. O yüzden, birazdan<br />

değerlendirme konuşması yapacak arkadaşlarımdan<br />

burada bir saat daha kalamadığım için özür<br />

diliyorum. Çünkü ülkenin ekonomisine katkısı<br />

olacağını umduğum bir başka alanın, turizm yatırımcılarının<br />

da değerlendirmelerini paylaşmak<br />

için buradan, önceden söz verilmiş bir başka ça-


lışmaya gideceğim.<br />

Ama şu kadarını söylemek istiyorum, ben<br />

de edebiyatçı değilim, lütfen beni değerli bilim<br />

adamları bağışlasınlar, biz tarihimizi biraz zaten<br />

hikâye aracılığıyla öğrendik. Yani hikâye olmadan<br />

toplumun kendi geçmişini, kendi bugününü, kendi<br />

geleceğini çok da anlaması mümkün değildir.<br />

Kuru bir tarih kitabından anlayacağınızdan daha<br />

duygulu, daha dramatik biçimde, tarihinizi, geçmişinizi<br />

hikâye aracılığıyla içselleştiriyorsunuz.<br />

Ömer Seyfettin meselâ, bizim o, hem yenileşme,<br />

hem çöküş dönemimizi, hepimizin aklında kalacak<br />

öykülerle hafızamıza nakşetmiştir diye düşünüyorum.<br />

Ben kendi kişisel tarihime baktığım zaman,<br />

Ömer Seyfettin’i okumadan, Refik Halid’i okumadan,<br />

Haldun Taner’i okumadan Türkiye’nin bu fikrî<br />

gelişim sürecini, fikrî ıstıraplarını, gelişmelerini,<br />

sıkıntılarını, sancılarını anlamak mümkün değildir<br />

diye düşünüyorum. O yüzden hikâyenin, bir<br />

toplumun kendisini tanıması açısından son derece<br />

önemli olduğuna inanıyorum. Ve Belediyenin,<br />

Ümraniye gibi İstanbul’un yeni gelişen ama iyi<br />

gelişen merkezlerinden birisinin hikâye konusunu<br />

özel bir dert edinmiş olması, bu konuda bir yarışma<br />

açmış olması, bu konudaki çalışmaları teşvik<br />

etmiş olması, burada yaşayanlara veya burayla<br />

ilgilenenlere “Hayatı anlayın!” konusunda bir kapı<br />

açması, bir pencere açmasıdır diye düşünüyorum.<br />

Bunun çok, çok doğru bir seçim olduğuna yürekten<br />

inanıyorum.<br />

Bu inancımla, bu çalışmayı düzenleyen herkese,<br />

bu çalışmaya katılan herkese, bilimsel gayretleri,<br />

üniversite gayretleri içinde zaman ayırıp buraya<br />

gelen değerli hocalarımız başta olmak üzere,<br />

burada bulunan genç-yaşlı herkese yürekten teşekkürlerimi<br />

sunuyorum. Hepinizin çabası kutlu<br />

olsun. Buna emek veren bütün arkadaşlarıma<br />

minnetlerimi sunuyorum, hepinizi saygıyla selâmlıyorum.<br />

369<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

KAPANIŞ KONUŞMASI<br />

Sayın bakanım, sayın milletvekilim, çok değerli<br />

hâzirûn,<br />

Herkesi saygı ve sevgiyle selâmlıyorum.<br />

Burada Ümraniye Belediyemizin çatısı altında,<br />

iki günden beri devam eden çok güzel bir etkinliği<br />

ve çok güzel bir ilmî çalışmayı tamamlamış bulunuyoruz.<br />

Dün açılış konuşmasında, Sayın Kültür ve<br />

Turizm Bakanımız Ertuğrul Günay Beyefendi’nin<br />

bugün sempozyumumuzun kapanış oturumuna<br />

iştirak edeceğini ifade etmiştim. Kendileri teşrif<br />

etiler. Ben önce şahsım, sonra Ümraniye halkı<br />

adına ve sizler adına kendilerine hoş geldiniz diyorum.<br />

Sayın Bakanım, Ümraniye Belediyemiz,<br />

İstanbul’un en büyük iki ilçesinden birisidir. Ama<br />

bugüne kadar sosyal ve kültürel etkinliklerle buluşamamış<br />

kocaman bir kasaba... İstedik ki bu<br />

kocaman kasabayı artık kent yapalım, şehir yapalım,<br />

edebiyatla, kültürle, sanatla buluşturalım.<br />

Hele hele İstanbul gibi dünyanın incisi bir dünya<br />

şehrinin, <strong>20</strong>10 yılında da Avrupa’nın kültür başkenti<br />

olacak İstanbul’un en büyük ilçesi Ümraniye,<br />

kültürden, sanattan, edebiyattan ve sosyal aktivitelerden<br />

yoksun olamazdı. Bir taraftan ilçeyi<br />

modern çağın imkânlarıyla, kent görünümüne kavuşturabilmek<br />

ve fizikî imkânlarını geliştirebilmek<br />

adına çalışmalar yaparken, diğer taraftan mağdur<br />

370<br />

Hasan CAN<br />

Ümraniye Belediye Başkanı<br />

kesimin de imkânlarını genişletme ve onları da<br />

koruma altında tutma gayreti içerisinde olurken,<br />

öte taraftan da ruh dünyalarına hitap etmememiz<br />

mümkün değildi. Ve işte içinde bulunduğumuz bu<br />

ilçeyi İstanbullaştırmak için, İstanbul’un bir parçası,<br />

kültürle, sanatla buluşan bir birim, insanını<br />

mutlu ve huzurlu bir topluluk hâline getirebilmek<br />

ve İstanbullu yapabilmek adına Ümraniyemizde<br />

üç yıldan bu yana çok ciddî kültürel ve sosyal<br />

faaliyetler, programlar icra ettik. Bununla da yetinmeyip<br />

bu kültürel aktiviteleri icra edeceğimiz<br />

mekânlar ve müesseseler oluşturmaya çalıştık.<br />

Üç yıldan beri devam edegelen, Türkiye çapında<br />

artık ses getirmeye başlamış ve onun da ötesinde<br />

Türk Cumhuriyetlerinden de iştirakçilerin yoğun<br />

şekilde ilgi gösterdiği yarışmalarımız var. Bunlardan<br />

birisi hikâye yarışması, bir diğeri şiir yarışması,<br />

bir diğeri yağlı boya resim yarışması.<br />

Ben edebiyatı seven, sosyal aktiviteyi ve sosyal<br />

hareketliliği seven bir insanım. Ama akademisyen<br />

değilim, edebiyatçı değilim. Ama edebiyatçılar,<br />

akademisyen arkadaşlarım, birçok kere kendilerinden<br />

dinledim, bize iltifat olsun diye ifade etmiyorlarsa,<br />

Ümraniye Belediyesi’nin hikâye yarışmalarının<br />

artık Türkiye çapında bir marka olduğunu<br />

çok açık bir şekilde ifade ediyorlar. Biz de zaten<br />

neticeleri itibariyle bunları görüyoruz. Ve her sene<br />

ortaya çıkan eserleri kitap hâline getirmek sure-


tiyle edebiyat dünyamızın bunlardan yararlanmasını<br />

sağlamaya çalışıyoruz. Bu iki gün süren sempozyumumuzda<br />

üç yıldan beri yaptığımız hikâye<br />

yarışmalarında hem geldiğimiz noktayı tespit açısından<br />

hem de Türk hikâyeciliğinin geldiği durumu<br />

tespit açısından bir ilmî çalışma yapmak istedik.<br />

Hocalarımızla, başta Prof. Fatih Andı Hocamız<br />

olmak üzere, irtibata geçerek, onun marifetiyle de<br />

Türkiyemizin 13 vilâyetinden, 18 üniversitesinden<br />

30’u aşkın hocamızla, edebiyatçımızla, ilim adamımızla,<br />

yazarımızla irtibata geçerek, 5-6 aylık<br />

bir çalışmayı Düzenleme Kurulu’ndaki arkadaşlarımla<br />

birlikte gerçekleştirdik. Ve dün ve bugün de,<br />

burada bu 5-6 aylık çalışmalarını hem sundular,<br />

hem de müzakere ettiler. Elbette ki bu müzakereler<br />

ilmî müzakereler, bir ses sanatçısının konseri<br />

gibi on binleri, yirmi binleri, yüz binleri toplamaz,<br />

bunlar bilimsel çalışmalardır. Sevdalıları belki<br />

azsa da sesi fazla çıkar. Ama en önemlisi burada,<br />

dün açılıştan, bugün kapanıştaki son cümleye<br />

kadar, konuşulan her şeyi tesbit ediyoruz ve bu<br />

sempozyumun bildirilerini edebiyat dünyamıza,<br />

bilim dünyamıza, inşaallah bir kitap hâlinde, bir<br />

hizmet olarak sunacağız. Bütün üniversitelerimize,<br />

edebiyat fakültelerimize ve ilgili mercilere de<br />

inşaallah bu eseri takdim edeceğiz.<br />

Böyle bir çalışmayı gerçekleştirmeyi nasib ettiği<br />

için Mevlâ’ya şükrediyorum. Hocalarıma bu katkılarından<br />

dolayı çok teşekkür ediyorum, her birine<br />

ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Yine bu sempozyum<br />

esnasında iki ünlü edebiyatçımız Rasim Özdenören<br />

ve Ferit Edgü Bey’ler söyleşileriyle iştirak ettiler.<br />

Ben iştirak eden, isimlerini zikrettiğim, edemediğim<br />

bütün zevata, bütün akademisyenlerimize,<br />

hikâyecilerimize ve edebiyatçılarımızateşekkür<br />

ediyorum. Bu arada özellikle de Ümraniyemizde<br />

eğitim camiamızın bundan istifadesi noktasında<br />

Millî Eğitim Müdürümüzden bu noktada katkı sağlamasını<br />

istedik. O noktadaki katkılarından dolayı<br />

yine Millî Eğitim Müdürümüze de teşekkür ederim.<br />

Ayrıca başta yardımcı arkadaşlarım ve ilgili<br />

müdür arkadaşlarım olmak üzere emeği geçen,<br />

bu güzelliklere katkı sağlayan herkese şükranlarımı<br />

arz ediyorum. Ve bir kez daha zat-ı âlinize,<br />

Ümraniye’yi teşrifinizden dolayı teşekkür ediyorum.<br />

Tekrar hoş geldiniz diyor ve sizi mikrofona<br />

almak istiyorum efendim.<br />

371<br />

ÜMRANİYE BELEDİYESİ


<strong>80</strong> <strong>SONRASI</strong> <strong>TÜRK</strong> <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>SEMPOZYUMU</strong><br />

HİKÂYENİN BUGÜNÜ<br />

BUGÜNÜN <strong>HİKAYESİ</strong><br />

<strong>19</strong>-<strong>20</strong> <strong>Ekim</strong> <strong>20</strong>07<br />

DÜZENLEME KURULU<br />

ADINA KAPANIŞ<br />

KONUŞMASI<br />

Sayın milletvekilim, sayın başkanım, başkan<br />

yardımcılarım, kıymetli meslektaşlarım ve değerli<br />

konuklar,<br />

İstanbul’un önemli ilçelerinden birinde iki<br />

gündür bir bilgi şöleni yaşanıyor. Her dem taze,<br />

alabildiğine genç ama bir o kadar da köklerine<br />

bağlı bir edebî tür olarak gördüğümüz hikâye,<br />

yine kendisi gibi geçmişinden güç alarak geleceğe<br />

yürüyen genç bir İstanbul ilçesinde iki gündür<br />

baş tacı ediliyor. İzmir’den Van’a, Bartın’dan<br />

Konya’ya, Kayseri’ye, Balıkesir’den Gaziantep’e<br />

çok farklı illerden ve üniversitelerden gelen katılımcı<br />

bilim adamlarımız Türk hikâyesinin <strong>80</strong> sonrası<br />

serencamını hem teorik, hem metodik, hem<br />

de tematik açıdan enikonu tartışıyorlar. Yazdıkları<br />

hikâyelerle bizi yıllardır büyüleyen değerli hikâyecilerimiz,<br />

hikâyenin mutfağından, kâğıt üzerinde<br />

bulmamız hemen hemen imkânsız, sıcak bilgi ve<br />

haberleri okurlarıyla paylaşıyorlar. Hikâyenin Bugünü-Bugünün<br />

Hikâyesi <strong>80</strong> Sonrası Türk Hikâyesi<br />

Sempozyumu’nun, yalnızca katılımcı bilim adamları<br />

için değil, her yaştan burayı teşrif ederek bildirileri<br />

dinleme zahmetinde bulunan dinleyicilere<br />

de yararlı olduğunu umuyoruz.<br />

Sempozyum ve benzeri akademik faaliyetlerin<br />

ne yazık ki bir ya da birkaç gün içerisinde başlayıp<br />

bittiğini hepimiz biliyoruz. Fakat bu birkaç günlük<br />

organizasyonun gerçekleşmesi için uzun vadeli<br />

372<br />

Doç. Dr. Ömür CEYLAN<br />

bir hazırlık ve daha da önemlisi, altını çizerek söylüyorum,<br />

“bir rüyayı beraber gören” bir ekibe ihtiyaç<br />

vardır. Bizler, Akademik Kurul ve Düzenleme<br />

Kurulu üyeleri olarak, yaklaşık altı aydır bizlerle<br />

aynı rüyayı gören özverili bir ekiple çalışıyoruz.<br />

Başta Ümraniye Belediyesi’nin sayın başkanı Hasan<br />

Can Beyefendi ve onun pek kıymetli yardımcıları<br />

Mahmut Eminmollaoğlu Beyefendiye teşekkür<br />

etmemiz kadirbilirlik gereğidir. Çok teşekkür<br />

ediyoruz kendilerine. Yine sempozyumun tasarı<br />

aşamasından şu âna dek, kapanış oturumuna,<br />

değerlendirme oturumuna dek, karşılaştığımız<br />

her sorunu büyük bir ustalıkla çözen sevgili dost,<br />

değerli kültür adamı Ümraniye Belediyesi Basın-<br />

Yayın ve Halka İlişkiler Müdürü Sayın Faysal Şansi<br />

ve çalışma arkadaşları da her türlü övgüye lâyıklar.<br />

Sağolsunlar, var olsunlar. Türkiye’nin dört bir<br />

yanından gelerek teşrifleriyle bizleri taltif eden<br />

değerli meslektaşlarımız ve izleyicilerimize de en<br />

kalbî, en samimî şükranlarımızı sunuyorum. Şükürler<br />

olsun ki bu salonda bizleri buluşturan ortak<br />

bir bilinç vurgumuz var. Kanaatimce o da “Hayat<br />

bir öyküdür ve öykü hayat.” Son iki gündür hayatı<br />

bizlerle paylaşan tüm değerli konuklarımıza teşekkür<br />

ediyor, Düzenleme Kurulu adına saygılarımı<br />

sunuyorum.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!