PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ<br />
SAĞLIK EĞİTİM FAKÜLTESİ YAYINLARI<br />
No: 4<br />
TIBBÎ BİYOLOJİ VE GENETİK<br />
DERS KİTABI<br />
PROF. DR. FULYA TEKŞEN<br />
2. Baskı<br />
ANKARA - 2006
Bu kitap A.Ü. Yayın Komisyonunun 27 Nisan 1999 tarih ve 26/181 sayılı<br />
kararı, Üniversite Yönetim Kurulunun 4 Mayıs 1999 tarih ve kararı,<br />
510/7661 nolu kararı gereğince A.Ü. yayını olarak onaylanmıştır.<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Sağlık Eğitim Fakültesi Yayınları No:4<br />
2. Baskı tarihi: 2006<br />
Baskı adedi: 300<br />
<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Basımevi - ANKARA<br />
ISBN: 975 - 482 - 478 - 9<br />
Tüm haklar saklıdır. Yayın Komisyonundan yazılı izin alınmaksızın bu<br />
yayının tamamı veya bir kısmı elektronik, mekanik, fotokopi veya diğer<br />
yollarla kopya edilip yayınlanamaz.
ONSOZ<br />
Moleküler Biyoloji ve Genetik alanında son yıllarda hızla gelişen<br />
teknoloji, bu konulardaki bilgi birikiminin artmasının yanı sıra uygulama<br />
alanlarının genişlemesini de beraberinde getirmiştir.<br />
Bu noktadan hareketle ülkemizde yayınlanmış olan Türkçe kitap<br />
sayısının oldukça az olması da göz önüne alınarak 1999 yılında kitabın<br />
ilk baskısı yapılmıştır. Sağlık alanında eğitim - öğretim yapan<br />
öğrencilerin yararlanabileceği bir kaynak oluşturması amacıyla<br />
hazırlanan bu kitap, Tıbbi Biyoloji ve Genetik alanındaki temel<br />
kavramları içermektedir. O nedenle ilgili konularda bilgi sahibi olmak<br />
isteyen kişiler için de referans kitap olma özelliği taşımaktadır.<br />
Konular; canlının oluşumu ve özellikleri ile başlamakta, hücrenin<br />
morfolojik, biyokimyasal, fizyolojik özellikleri ile devam etmekte ve<br />
kalıtsal materyalin yapısı, önemi^ ve irdelenmesi ile başlıca genetik terim<br />
ve ilkelerin tanımlanması, bu bağlamda kalıtsal hastalıklar ve nihayet<br />
prenatal tanı ve genetik danışma kavramlarının açıklanması ile<br />
tamamlanmaktadır.<br />
İkinci baskının tüm okuyuculara yararlı olması dileği ile kitabın<br />
hazırlanmasında ve basılmasında tüm emeği geçenlere şükranlarımı arz<br />
ederim.<br />
Saygılarımla.<br />
2006, <strong>Ankara</strong>
V Un 113 ^<br />
C/î ^ a t t a i^iM-
SEVGİLİ AİLEME
İÇİNDEKİLER<br />
Sayfa No<br />
BÖLÜM 1 CANLI VE CANLI BİLİMİ 1<br />
BÖLÜM 2 HÜCRE 7<br />
BÖLÜM 3 HÜCRENİN KİMYASAL BİLEŞİMİ 23<br />
BÖLÜM 4 KALITSAL MATERYALİN YAPISI 29<br />
BÖLÜM 5 HÜCRENİN ENERJİ METABOLİZMASI 43<br />
BÖLÜM 6 CANLILARIN OLUŞUMU VE HAYATIN 47<br />
DEVAMI<br />
BÖLÜM 7 ÖKARYOTİK DNA'NIN ORGANİZASYONU.... 55<br />
BÖLÜM 8 MENDEL GENETİĞİ 61<br />
BÖLÜM 9 KALITSAL HASTALIKLAR 69<br />
BÖLÜM 10 PRENATAL TANI 81<br />
BÖLÜM 11 GENETİK DANIŞMA 87<br />
KAYNAKLAR 90<br />
VII
BOLUM 1<br />
1.1 GİRİŞ<br />
CANLI VE CANLI BİLİMİ<br />
CANLI; yaşama, gelişme ve üremesi için ileri derecede organize olmuş,<br />
kendi kendini yöneten, çevresindeki madde ve enerjiden yararlanabilecek<br />
yetenekte olan, fiziksel ve kimyasal karmaşık bir sistemdir.<br />
Canlıları cansız varlıklardan ayıran birtakım özellikler vardır;<br />
ÜREME: Büyüme sürecini tamamlayan her olgun birey, kalıtsal<br />
materyalini sonraki kuşaklara aktararak yeni bireyler meydana getirir.<br />
GELİŞME: Canlı, kendi türüne özgü boyutlara ulaşıncaya kadar<br />
büyümesini sürdürür. Büyüme çeşitli evrelerde farklılıklar gösterir.<br />
Örneğin gelişme döneminde metabolizma hızlı çalışırken, yaşın<br />
ilerlemesi ile gittikçe yavaşlar.<br />
UYARILABİLME (İRRİTABİLİTE): Canlı, çevreden gelen her<br />
uyarıya (stimulus) cevap verir.<br />
HAREKET: Canlı, yer değiştirir. Bitkilerde olduğu gibi bu hareket,<br />
bulunduğu yerde de olabilir.<br />
BESLENME: Canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için besin almak<br />
zorundadırlar.<br />
UYUM (ADAPTASYON): Canlı çevrede meydana gelen değişikliklere<br />
uyum sağlayabilmektedir.<br />
METABOLİZMA: Canlı çevresinden gelen maddeleri alır, enerji<br />
kaynağı olarak kullanır, yeni yapısal elementler oluşturur ve oluşan artık<br />
maddeleri dışarı atar.<br />
1
Metabolizma iki grupta incelenir;<br />
a. Anabolizma: Hücrelerin büyük moleküllü bileşenlerinin (protein,<br />
lipit, nükleik asit, polisakkarit) küçük öncül moleküllerden enzimatik<br />
olarak sentezlenmesidir.<br />
b. Katabolizma: Organizmaların gereksinim duydukları enerjiyi<br />
sağlamak amacıyla protein, yağ, karbohidrat gibi makromolekülleri<br />
yıkma olaylarına denir.<br />
Canlının yapısını ve fonksiyonlarını inceleyen bilimlerden bazıları;<br />
BİYOLOJİ: Bütün canlıların oluşmalarını, her çeşit aktivitelerinin,<br />
birbirleriyle ve doğa ile ilişkilerinin nedenlerini, nasıllarını inceleyen ve<br />
temel ilkelerini saptayan bir bilim dalıdır.<br />
TIBBİ BİYOLOJİ: İnsan varlığı ve sağlığı ile ilişkili biyoloji<br />
bilgileridir.<br />
GENETİK: Organizmadaki kalıtsal karakterlerin kuşaktan kuşağa<br />
kalıtım prensiplerini ve genetik hastalıkları inceler.<br />
1.2 EVREN VE DÜNYANIN OLUŞUMU<br />
Evrenin oluşumu ve yaşı hakkındaki bilgilerimiz kesin olmamakla<br />
birlikte bu konuda, fiziksel ve kimyasal olaylar ile çeşitli gözlemlere<br />
dayanarak birtakım varsayımlar ileri sürülmektedir. Günümüzde geçerli<br />
olan 'Evrenin evolusyonu' hipotezine göre evren, yaklaşık 10 milyar yıl<br />
önce çok yoğun halde bulunan primordial maddenin (başlangıç maddesi)<br />
patlamasıyla oluşmaya başlamıştır. Primordial madde içerisinde yoğun<br />
halde bulunan nötronların patlama ve soğuma sırasında ayrıştığı ve daha<br />
sonra proton ve nötronların çevrelerindeki elektronları tutarak çeşitli<br />
atomları ve böylece de elementleri oluşturduğu kabul edilmektedir.<br />
İlk oluşan elementler büyük oranda hidrojen ve daha az olarak helium<br />
gazlarını içermekte idi. Primordial maddeden kopan dünyanın kütlesi<br />
gaz yoğunluğunun artması ile genişlemeye devam etmiştir.<br />
Yoğunlaşma ya da büzülmekte olan tüm cisimlerde oluşan yüksek basınç<br />
ve sürtünme nedeniyle özellikle merkezde sıcaklık artmış ve dünyamız<br />
2
kendi etrafında dönmeye başlamıştır. Zamanla yanardağların faaliyetleri<br />
sonucu bu kütle soğumuş ağır metaller merkeze çökmüş, daha hafif<br />
olanlar ise yeryüzünün dış kısmını oluşturmuştur.<br />
Yerküre soğudukça sıvı haldeki dış tabaka katı hale dönüşmüş, volkanik<br />
püskürtmelerle merkezdeki sıvı kütleler yeryüzüne çıkarak yerkürenin<br />
kabuğunu oluşturmuştur. Bu sırada yoğunlaşan su buharı su formuna<br />
geçerek büyük çukurları doldurmuş, bugünkü okyanusları meydana<br />
getirmiştir.<br />
Yerçekiminin etkisini göstermesi ile, su buharı (H2O), siyan (CN),<br />
hidrojen (H2), amonyak (NH3) ve metan (CH4) dan oluşan ilk atmosfer<br />
meydana gelmiştir. Görüldüğü gibi ilk atmosfer, bugünkü atmosferden<br />
oldukça farklı gazlar içeriyordu.<br />
Çeşitli izotopların yarılanma ömrü kullanılarak yapılan hesaplamalar<br />
sonucunda dünyanın 5.5-6.5 milyar yıl önce meydana geldiği kabul<br />
edilmektedir.<br />
1.3 İLK CANLININ OLUŞUMU<br />
Yeryüzünde canlılığın başlangıcı ile ilgili birçok kuramlar öne<br />
sürülmüştür.<br />
M.Ö 2000 yıllarında Aristo tarafından öne sürülen ABİYOGENEZ<br />
hipotezinde (Kendiliğinden oluşum) canlıların kendiliğinden, bazı cansız<br />
maddelerden ve canlı artıklardan meydana geldiği öne sürülmüştür. Bir<br />
süre geçerliliğini sürdüren bu görüş 17. Yüzyılda Redi ve daha sonra<br />
Pasteur adlı araştırıcılar tarafından yapılan deneylerle geçerliliğini<br />
yitirmiştir. Aynı araştırıcılar bir canlınm, ancak kendinden önce yaşamış<br />
olan başka bir canlıdan meydana gelebileceğini göstermişler ve halen<br />
geçerli olan bu görüşe BİYOGENEZ adını vermişlerdir.<br />
Günümüzde kabul edilen bilimsel açıklamalar ışığında, ilk hayatın<br />
milyarlarca yıl süren evrim sonucunda cansız maddelerden meydana<br />
geldiği benimsenmektedir.<br />
İlk organik molekül güney Afrika'da incir ağacı kalıntılarından elde<br />
edilmiş olup, canlı yaşamının 3-3.5 milyar yıl önce başladığı kabul<br />
3
edilmektedir. Muhtemelen, ilk canlı hücreler de kimyasal dengenin<br />
olmadığı ortamlarda moleküller arasında spontan olarak meydana gelen<br />
reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkmışlardır.<br />
O halde yeryüzü oluşumunu tamamladıktan sonra canlının ortaya çıkması<br />
için gerekli olan ve milyarlarca yıl süren evrimsel gelişim 2 basamakta<br />
olmuştur;<br />
a. KİMYASAL EVRİM: Atom ve moleküllerin meydana geldiği<br />
dönemdir. Yaklaşık olarak süresinin 2 ila 15 milyar yıl olduğu<br />
tahmin edilmektedir.<br />
b. BİYOLOJİK EVRİM: 3-4 milyar yılda gerçekleştiği kabul<br />
edilmekte olup ilkel hücrelerden mutasyonlar sonucu ortaya çıkan<br />
tek hücreli organizma, çok hücreli organizma, yüksek organizasyonlu<br />
canlı ve en son basamakta insanın gelişimini açıklar.<br />
Çevremizde çok sayıda canlı çeşidinin bulunduğunu görüyoruz. İşte<br />
canlıların bugünkü ve geçmişteki yapılarını karşılaştırmalı olarak<br />
inceleyerek fiziki, fizyolojik ve biyokimyasal benzerliklerini ve<br />
farklılıklarını ortaya koyarak belli kurallara varılması EVRİM bilimi<br />
kapsamında açıklanabilmektedir.<br />
Evren sürekli bir değişim içerisindedir. Canlıların evrimi de (evolusyon)<br />
çok yavaş olarak halen devam etmektedir.<br />
Bugün biliyoruz ki, bir türün evolusyonu hem varyasyon ve mutasyonları<br />
hem de seleksiyonu kapsamaktadır.<br />
Mutasyon, kalıtsal materyalde meydana gelen ve kalıcı olan<br />
değişikliklerdir (Bölüm 5 ).<br />
Varyasyon ise; mutasyon, beslenme ve çevre faktörlerinin etkileşimi<br />
sonucunda aynı türün bireyleri arasında farklılıkların ortaya çıkmasıdır.<br />
1859 yılında Charles Danvin'in 'Çevre koşullarına en iyi uyum<br />
sağlayabilen canlı hayatta kalır.' şeklinde özetlenebilen doğal seleksiyon<br />
kuramı günümüzde de geçerlidir. Nitekim laboratuvar çalışmaları, ilk<br />
canlıda var olduğu kabul edilen RNA'nm (ribonükleik asit) replikasyon<br />
birimlerinin doğal seleksiyona uğradığını ve ortam koşullarına uygun<br />
olan nükleotid dizilerinin zamanla yaygınlaştığını göstermiştir.<br />
4
İlk canlıdaki organik molekülde bulunması gereken iki önemli özellikten<br />
birisi; canlının sahip olduğu genetik bilgiyi kendisinden sonra meydana<br />
gelecek olan yeni bireylere aktarabilmesi, diğeri de ortamdaki örneğin<br />
aminoasitler gibi hazır yapıtaşlarının reaksiyona girebilmesi için gerekli<br />
katalizör (otokatalizör) fonksiyonunu yerine getirmesidir. O dönemde<br />
RNA nm her iki özelliği de taşıdığını, bugün ise genetik bilgi aktarım<br />
görevini DNA'nın, katalizörlük işlevini ise proteinlerin üstlendiğini<br />
görüyoruz.<br />
1920 yılında Oparin adlı araştırıcı okyanusları içerisinde çok yoğun halde<br />
inorganik madde bulunan 'sıcak bir çorba' ya benzetmiş ve ilk canlıların<br />
bu ortamda meydana geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim organik<br />
biyomoleküllerin inorganik moleküllerden meydana geldiği 1953 yılında<br />
Urey ve Miller adlı araştırıcılar tarafından deneysel olarak ispatlanmıştır.<br />
Araştırıcılar H2, CH4, NH3, CO2 ve su buharından oluşan gaz karışımını<br />
özel bir sisteme koyarak 8 gün süre ile kuvvetli elektrik akımı geçirmişler<br />
ve bu koşullarda amino asit ve diğer organik bileşiklerin<br />
sentezlenebileceğini göstermişlerdir.<br />
İlk meydana gelen organik moleküller, lipoid bir zar ile çevrilmek<br />
suretiyle etraflarında su moleküllerini de tutarak KOASERVAT adı<br />
verilen yapıları oluşturmuştur. Bu yapılar besinlerini heterotrof yolla<br />
içinde bulundukları denizlerden sağlamaktadır zira henüz ortamda<br />
oksijen yoktur. Çevreden hazır besin alarak beslenen canlılara<br />
HETEROTROF, ilk canlının bu yolla beslendiğini kabul eden hipoteze<br />
de HETEROTROF HİPOTEZİ denir.<br />
İlk olarak prokaryot organizmalardan olan siyanobakteriler, bazı<br />
pigmentleri taşımaları sayesinde sudaki karbondioksidi kullanarak<br />
fotosentez yapabilmişler ve kendileri için gerekli organik maddeleri<br />
sentezlemelerinin yanısıra ortamda oksijenin birikmesini sağlamışlardır.<br />
Böylece oksijen kullanan yeni organizmalar meydana gelmiş ve bunlar<br />
hızla gelişmelerini sürdürerek evrime yeni bir yön kazandırmışlardır.<br />
Kendi besinini kendi yapma yeteneği olan organizmaya OTOTROF, ilk<br />
canlının ototrof olduğu görüşünü savunan hipoteze de OTOTROF<br />
HİPOTEZİ adı verilir.<br />
Günümüzde heterotrof hipotezinin geçerliliği kabul edilmektedir.<br />
5
BOLUM 2<br />
2.1 GİRİŞ<br />
HÜCRE<br />
İlk olarak 1665 de Robert Hook tarafından mantar kesitinde tanımlanan<br />
hücre, ışık mikroskobunun geliştirilmesi ve sonradan da elektron<br />
mikroskobunun keşfiyle (1950-1956) daha detaylı olarak incelenmiştir.<br />
Hücrenin yapısını ve fonksiyonlarını sitoloji bilim dalı inceler. Hücre<br />
hakkında sürekli olarak elde edilen yeni bilgiler birçok fizyolojik olayın<br />
mekanizmasını aydınlatmaya devam etmektedir.<br />
HÜCRE, canlının en küçük yapısal ve fonksiyonel birimi olup burada<br />
tüm biyokimyasal ve fizyolojik olaylar bağımsız olarak cereyan<br />
etmektedir. Tek hücreden ibaret olan Protozoa buna en iyi örnektir. Çok<br />
hücreli organizmalarda (metazoa) ise belli bir fonksiyonu yerine getirmek<br />
üzere hücreler bir araya gelerek dokuları, dokular organları, organlar<br />
organ sistemlerini, organlar da organizmayı oluştururlar (Şekil 2.1).<br />
HÜCRE<br />
Y<br />
DOKU<br />
T<br />
ORGAN<br />
T<br />
ORGAN SİSTEMLERİ<br />
T<br />
ORGANİZMA<br />
Şekil 2.1 Organizmanın oluşumu<br />
7
HÜCRE TEORİSİ: 19. Yüzyılda Shleiden ve Schwann adlı iki biyolog<br />
tarafından ortaya konulan bu teoriye göre; bir hücreli organizmalardan<br />
insanlara kadar bütün canlılar hücrelerden oluşmuşlardır, hücreler<br />
bağımsız üniteler oldukları halde birlikte işlev görürler ve hücre yalnız<br />
daha önce var olan bir başka canlı hücreden meydana gelebilir.<br />
2.2 HÜCRELERİN GENEL ÖZELLİKLERİ<br />
Hücreler organizmada bulundukları yer ve fonksiyonla ilişkili olarak<br />
değişik şekil, büyüklük, renk ve viskoziteye sahiptirler. Örneğin, çok<br />
hareketli olan sperm hücresi oval ve kamçılı iken, fazla harekete ihtiyacı<br />
olmayan yumurta hücresi yuvarlaktır. Yine, kan hücrelerinden olan<br />
lökositler sıvı ortamda küremsi oldukları halde, bu ortamdan damarlara<br />
geçerken oval biçim alırlar. Hücreler genellikle yassı, kübik, prizmatik,<br />
piramidal, oval, yuvarlak, mekik veya yıldız şeklindedirler.<br />
Hücrelerin büyüklüğü 15-20 mikron arasında değişmektedir. Bazı<br />
hücreler bu boyutların çok dışında olabilir. Örneğin insan ovum hücresi<br />
200 mikron çapında, sinir hücresi ise 100-150 cm uzunluğundadır. Bir<br />
canlının hücrelerinin büyüklüğü ile vücut büyüklüğü arasında ilişki<br />
yoktur. Canlıların vücut büyüklüğü, kapsadıkları hücre sayısının fazlalığı<br />
ile ortaya çıkar.<br />
Hücreler çoğunlukla renksizdir fakat bazı hücreler sitoplazmalarında<br />
bulunan pigment çeşidine göre yeşil, kahverengi, siyah gibi renklerde<br />
görülürler.<br />
Hücrenin viskozitesi (kıvamı) de hücrenin çeşidine göre değişmekte olup<br />
bu kolloidal ortam, su ile çözünen organik madde ve inorganik madde<br />
miktarına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.<br />
Normal koşullarda erişkin bireylerin organ sistemlerindeki hücre sayısı<br />
belli sınırlar içerisindedir. Yaşlanan hücre programlı bir biçimde ölür,<br />
(apoptozis) ve yerine yeni hücreler meydana gelir. Kontrolsüz hücre<br />
bölünmesi sonucu bir dokuda normal sayının çok üzerinde hücrenin<br />
bulunması dengenin bozulmasına ve tümör oluşumuna yol açmaktadır<br />
(Kanser).<br />
8
Hücreler PROKARYOT VE ÖKARYOT olmak üzere başlıca iki sınıfa<br />
ayrılırlar;<br />
a- PROKARYOT hücreler 3 milyar yıl önce ortaya çıktığı kabul edilen<br />
en ilkel canlılarda bulunan hücre tipidir. Bu tip hücrelerde genetik<br />
materyal etrafında membran bulunmaz. Ayrıca mitokondri,<br />
endoplazmik retikulum ve golgi gibi gelişmiş organelleri yoktur.<br />
Bakteri ve virüsler bu tip hücrelerden oluşan canlılardır.<br />
b- ÖKARYOT hücrelerin prokaryot hücrelerden yaklaşık 1 milyar yıl<br />
sonra ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu hücreler prokaryotlara göre<br />
daha büyük ve kompleks yapıda olup, çeşitlilik ve farklılaşma<br />
gösterirler. Örneğin insan hücreleri bu tiptendir. Genetik materyal<br />
(DNA) iki katlı membran tarafından sarılmış nukleus içerisinde yer<br />
alır ve bu membran ile sitoplazmadan ayrılır.<br />
2.3 HÜCRENİN YAPISI<br />
Hücrenin canlı kısımlarına organel, cansız kısımlarına ise inklüzyon<br />
adı verilir.<br />
Hücre üç kısımdan meydana gelmektedir; (Şekil 2.2 )<br />
A-Hücre zarı<br />
B-Sitoplazma<br />
C-Nukleus<br />
Şekil 2.2 Hücrenin kısımları<br />
9
A- HÜCRE ZARI<br />
Tüm hücrelerin etrafını saran ve hücre bütünlüğünü koruyan 75-100<br />
Angstrom kalınlığında az çok esnek, üzerinde fizyolojik olayların yer<br />
aldığı dinamik bir zardır. Hücre içerisinde ise, endoplazmik retikulum,<br />
Golgi cihazı, mitokondri ve ökaryotik hücrelerde bulunan diğer<br />
membran ile çevrili organellerin sitoplazma ile organel içeriklerinin<br />
karekteristik farklılıklarının sürdürülmesinde kritik rol oynar. Zar, sıvı<br />
mozaik yapısında olup bu yapı lipit ve protein moleküllerinin adeta<br />
mozaik bir yapı oluşturacak tarzda düzenlenmesiyle ortaya çıkmıştır.<br />
Şöyle ki; 45 Angstrom kalınlığında çift katlı fosfolipit tabakasının<br />
arasında, arada yer yer 80-85 Angstrom kalınlığında protein bölgeleri ve<br />
şeker ucu zarın dış yüzüne bakan glikoprotein bölgeleri bulunur.<br />
Hücre zarında yer alan proteinler globuler ve alfa heliks şeklinde ipliksi<br />
proteinler olup, membran içi (integral) ve yüzeysel (periferik) olarak<br />
bulunurlar. İntegral proteinler ya zarı boydan boya kateder veya üst ya da<br />
alt tabakaya gömülmüş olarak bulunurlar. Periferik proteinler ise iki<br />
tabakalı lipitlerin yüzeyinde serbestçe hareket etmektedirler. Proteinler;<br />
özgül reseptörler, enzimler ve transport proteinler olarak hücre<br />
membranının fonksiyonunu yerine getirmesinde önemli rol oynarlar.<br />
Membran yapısında yer alan lipitler şunlardır;<br />
a- Fosfolipit<br />
b -Glikolipit<br />
c- Kolesterol<br />
Bunlardan en fazla bulunan tip fosfolipitdir. Fosfolipitler amfipatik<br />
moleküllerdir yani hem hidrofobik (suyu sevmeyen) hem de hidrofilik<br />
(suyu seven) kısımları vardır. Hidrofilik olan ve fosfat taşıyan polar uçlar<br />
membranm iç ve dış yüzüne, hidrofobik olan ve yağ asitlerinden oluşan<br />
apolar uçları ise merkeze yönelik halde dizilirler. İşte membranın bu<br />
yapısı sayesinde lipitde çözünebilen maddelerin membrandan rahatlıkla<br />
geçmeleri sağlanır.<br />
Kolesterol molekülleri de fosfolipitlerin arasına girerek zarın<br />
dayanıklılığını ve sıvılık derecesini düzenler.<br />
Membran karbohidratları hücre zarının dış yüzünde ya lipitlere<br />
(glikolipit) ya da proteinlere (glikoprotein) bağlanarak glikokaliksi<br />
oluştururlar.<br />
10
Glikokaliksin işlevleri;<br />
a- Hücre zarına antijen özelliği verir,<br />
b- Virüs reseptörü olarak fonksiyon görür<br />
c- Hücrelerin birbirini tanımasını sağlar,<br />
d- Hücreye asimetri özelliği verir.<br />
İki hücre birbirine bitişik olmayıp, arada 80-200 Angstromluk bir<br />
interselüler aralık (hücrelerarası aralık) vardır ve bu alan<br />
hücrelerarası sıvı ile doludur.<br />
Hücre zarının fonksiyonları;<br />
a. Zarın protein bileşeni hücreye ıslanabilme ve esneme özelliği verir.<br />
b. Protein moleküllerinin yağ molekülleri arasına uzanması porların<br />
oluşumuna ve bazı maddelerin porlardan geçişine yardımcı olur.<br />
Böylece membran seçici geçirgenlik özelliğini kazanır.<br />
c. Membrandaki lipit ve proteinler hareket ederek çevredeki bileşenlerle<br />
etkileşimde bulunurlar.<br />
d. Hücre membranı diğer hücre içi membranlar ile ilişkilidir. Hücrenin<br />
içerisine endoplazmik retikulum olarak devam eder ve nukleusun<br />
etrafını sarar. Golgi cisimciği, lizozom ve mitokondri gibi<br />
organellerin zar yapısını oluşturur.<br />
e. Belli oranda kendini tamir etme yeteneği vardır.<br />
f. Hücreye besin ve enerji kaynaklarının alınmasını, zararlı maddelerin<br />
dışarı atılımını sağlar.<br />
g. Çeşitli uyaranları alan reseptörleri taşır.<br />
h. Hücrenin çoğalmasında rol oynar.<br />
HÜCRE ZARINDA TRANSPORT<br />
Hücre için gerekli olan maddelerin hücre içerisine alınması, gereksiz<br />
olan artık maddelerin ise uzaklaştırılması çeşitli şekillerde<br />
gerçekleştirilir.<br />
11
Moleküllerin veya iri partiküllerin hücre içerisine alınmasına endositoz,<br />
hücrede oluşan bazı salgı veya artık maddelerin veziküller halinde hücre<br />
dışına atılmasına eksositoz adı verilir.<br />
Endositoz 2 şekilde gerçekleşir;<br />
a- FAGOSİTOZ: Bakteri, hücre kalıntıları gibi büyük partiküllerin<br />
hücre içerisine alınmasıdır. Örneğin makrofaj ve nötrofıl gibi kan<br />
hücreleri, zararlı yapıları ve yabancı cisimleri bu yolla yok ederler.<br />
b- PİNOSİTOZ: îyon ve küçük molekülleri taşıyan sıvıların, hücre<br />
zarının kesecik veya ince kanalcıklar halinde içeriye çökmesi<br />
suretiyle alınmasıdır.<br />
DİFÜZYON<br />
Gaz ve sıvı moleküllerin yoğun olarak bulundukları ortamdan daha az<br />
yoğun oldukları ortama sahip oldukları kinetik enerji ile geçmelerine<br />
difüzyon adı verilir.<br />
Difüzyon hızı; sıcaklık, moleküllerin geçeceği membranın çapı, yoğunluk<br />
farkının büyüklüğü ve moleküllerin küçüklüğü ile doğru orantılıdır.<br />
Hücre içi ve dışındaki sıvıların konsantrasyon farkının korunması<br />
(homeostasis) hücre canlılığının korunması açısından çok önemlidir. Bu<br />
dengenin bozulması canlılığın yitirilmesi ile sonuçlanır.<br />
Lipoprotein yapısındaki hücre zarından maddelerin geçişi ya lipitde<br />
eriyerek ya da porlardan geçerek olmaktadır. Lipitde eriyerek geçen<br />
moleküller arasında yağ asitleri, karbondioksit ve oksijen gibi gazlar<br />
sayılabilir. Su molekülleri ve suda eriyen birçok iyon ise, por veya<br />
kanallardan geçerek hücre içerisine alınırlar. Porlardan geçiş ; molekül<br />
çapı ve elektrik yüküne de bağlıdır.<br />
Kolaylaştırılmış difüzyon; lipitde erimeyen maddelerin bir taşıyıcı<br />
protein ile birleşerek hücre zarından geçmesidir, enerjiye gerek yoktur.<br />
Örneğin glukoz ve aminoasitler bu şekilde hücre zarından geçerler.<br />
Madde transportunda rol alan iki tip protein vardır,<br />
a- Taşıyıcı proteinler<br />
b- Kanal proteinleri<br />
12
Basit difüzyon ile kolaylaştırılmış difuzyonda taşıyıcı ve kanal proteinleri<br />
birlikte fonksiyon yaparlar.<br />
Aktif transport ta ise; moleküller seyrek olarak bulundukları yerden,<br />
daha yoğun oldukları bölgeye eneıji kullanılarak geçerler. Örneğin,<br />
sodyum (Na) iyonlarının hücre dışına atılması, potasyum (K) iyonlarının<br />
hücre içine alınması Na-K pompası ile gerçekleşir. Bu olayda eneıji<br />
olarak ATP kullanılır. Aktif transportta fonksiyon yapan proteinler sadece<br />
taşıyıcı proteinlerdir.<br />
Osmoz: Semipermeabl (yan geçirgen) bir zardan suyun difüzyonuna<br />
osmoz adı verilir.<br />
B- SİTOPLAZMA<br />
Sitoplazma nukleus ile birlikte protoplazma adını alır. Sitoplazma,<br />
kolloid yapıda olup jölemsi matriks içerisinde çeşitli organellerin ve<br />
maddelerin uygun aralıklarla ve birbirleriyle düzenli ilişkiler içinde<br />
yerleştikleri bir sistemdir. Sitoplazmanm viskozitesi az çok sulu (sol)<br />
veya daha koyu kıvamlı (jel) durumu arasında değişiklik gösterebilir.<br />
İçeriğinde su, karbohidrat, protein, lipit, elektrolitler ve hücre<br />
inklüzyonlarını bulunur.<br />
Sitoplazmanm su oranı genelde % 70 civarında olmakla birlikte hücrenin<br />
tipine ve bulunduğu yere göre değişiklik gösterir. Örneğin beyin<br />
hücrelerinde bu oran % 85-90 iken, tohumlarda % 5-10 a kadar<br />
düşmektedir.<br />
Sitoplazmada bulunan organeller,<br />
a- Endoplazmik retikulum<br />
b- Mitokondri<br />
c- Ribozom<br />
d- Golgi cihazı<br />
e- Sentrioller<br />
f- Plastidler<br />
g- Lizozom<br />
h- Peroksizom<br />
i- Vakuol<br />
j- Mikrotübüller<br />
k- Mikrofılamentler<br />
13
Şekil 2.3 Hücrenin yapısı<br />
ENDOPLAZMİK RETİKULUM<br />
Granülsiiz ER<br />
Vakuol<br />
Ribozom<br />
Scntriol<br />
- Granüllü ER<br />
- Nukleus membranı<br />
Golgi cihazı<br />
Mitokondri<br />
Lizozom<br />
Plazma membranı<br />
Memeli eritrositleri, trombositler ve bakteriler hariç hemen hemen tüm<br />
hayvan hücrelerinde bulunur. Endoplazmik Retikulum (E.R.) hücre<br />
zarından itibaren nukleus dış zarına kadar devam eden kanalcık ve<br />
keseciklerden oluşan bir zar sistemi olup içi endoplazmik matriks sıvısı<br />
ile doludur.<br />
Fonksiyonu, hücreye desteklik yaparak asidik veya bazik tepkimelerin<br />
yürütülmesini sağlamak ve hücrede sentezlenen maddeler, kanalcıklar<br />
yardımı ile hücrenin gerekli bölgelerine ya da hücre dışına taşımaktır.<br />
Hücrelerde iki tip endoplazmik retikulum vardır;<br />
a- Granüllü E.R<br />
Üzerinde düzenli aralıklarla dizilmiş 150-200 A° çapında ribozomlar<br />
bulunur. Tanecikler halinde bulunan ribozomlar endoplazmik retikuluma<br />
14
granüllü görünüm verdiğinden E.R bu şekilde adlandırılmıştır.<br />
Ribozomlarda protein sentezi gerçekleşir. O nedenle yoğun olarak protein<br />
sentezi yapılan karaciğer, pankreas ve plazma hücrelerinde bol miktarda<br />
bulunurlar. Ribozomlarda sentezlenen proteinler daha sonra E.R kanal ve<br />
keseciklerine geçerler. Salgı granülleri halinde olan proteinler ise bir<br />
yerde toplanıp şekillendikten sonra zarla çevrilerek golgi cisimciklerini<br />
oluştururlar.<br />
b- Granülsüz E.R (agranüler,düz)<br />
Sitoplazmada sık, ince ağ şeklinde olan ve ribozom taşımayan E.R<br />
tipidir. Üzerinde bulundurduğu 40 tan fazla enzim ile birçok önemli<br />
fonksiyonu gerçekleştirir.<br />
Bunlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır;<br />
a. Testis, ovaryum ve böbrek üstü bezinde steroid hormon sentezi<br />
b. Karaciğerde safra, kolesterol yapımı, detoksifıkasyon ve glikojen<br />
değişimi<br />
c. Bağırsak epitelinde lipitlerin iletimi<br />
d. Çizgili kas hücrelerinde kasılma ve gevşemenin gerçekleştirilmesi<br />
e. Midede asit salgılanması ve mide hücrelerinden klorun<br />
uzaklaştırılması.<br />
MİTOKONDRİ<br />
Memeli eritrositi, bakteri ve mavi-yeşil alglerin dışında tüm bitki ve<br />
hayvan hücrelerinde bulunan 0.2-5 mikron boyunda ve 0.5-1 mikron<br />
çapında çubuk, oval, yuvarlak veya silindir biçiminde yapılardır. Sayı ve<br />
şekilleri hücre tipi ve fonksiyonuna göre değişiklik gösterir. Örneğin<br />
sperm ve maya hücrelerinde birkaç tane iken ovum, kalp kası ve<br />
karaciğer hücrelerinde binlerce mitokondri bulunmaktadır.<br />
Mitokondrinin dış kısmı, 70-80 Angstrom kalınlığında çift katlı zar ile<br />
çevrilidir. Dış zar düzdür. İç zar da ise krista adı verilen girintiler<br />
matriksi çevreler. Dış zar ile iç zar arasında intermembran aralık bulunur.<br />
Elektron mikroskobu ile yapılan çalışmalar zarların belli birleşme<br />
noktalarında biraraya gelerek maddelerin geçişine olanak sağladıklarını<br />
15
göstermiştir. Organel, hücrenin eneıji yani ATP (Adenozin trifosfat )<br />
sentezinin yapıldığı ve depo edildiği yerdir.<br />
Mitokondrinin yapısında protein, lipit, DNA ve RNA bulunur. Diğer<br />
organellerden farklı olarak taşıdıkları DNA nedeniyle nukleustan<br />
bağımsız olarak çoğalabilirler ve bu nedenle de mitokondriyel kalıtım söz<br />
konusudur (Bölüm 9).<br />
Mitokondride bulunan proteinlerin çoğu enzim şeklindedir. Bunlardan<br />
Krebs döngüsü enzimleri matrikste, oksidatif fosforilasyon enzimleri ise<br />
iç zarda yer alırlar.<br />
RİBOZOMLAR<br />
Sitoplazmada serbest veya endoplazmik retikuluma bağlı olarak bulunan<br />
120-200 Angstrom çapındaki protein sentez merkezleridir.<br />
Bileşimlerinin % 60'ı rRNA, % 40'ı proteindir. Ribozomlar tek tek ya<br />
da gruplar halinde bulunurlar. Bir arada bulundukları zaman polizom<br />
veya poliribozom adını alırlar.<br />
Prokaryotlarda 30 S ve 50 S alt birimlerinden oluşan (S:Svedberg<br />
ünitesi) 70 S, ökaryotlarda ise 40 S ve 60 S alt birimlerinden oluşan 80 S<br />
ribozomlar bulunur.<br />
GOLGİ CİHAZI (AYGITI, CİSİMCİĞİ)<br />
1898 yılında Golgi tarafından bulunmuştur. Olgun sperm ve eritrositlerde<br />
yoktur. Elektron mikroskobunda yapısı incelendiğinde uçları yuvarlak,<br />
birbirine paralel 6-8 (5-30 arası) yassı sarnıçtan (kanalcık, sisterna)<br />
meydana geldiği görülmektedir. Golgi cihazı, salgı fonksiyonu fazla olan<br />
hücrelerde çok sayıda bulunmaktadır.<br />
Fonksiyonları;<br />
a. Granüllü endoplazmik retikulumda sentezlenen maddeler Golgi'de<br />
yoğunlaşır ve çeşitli değişimlere uğratılır, salgı (sekresyon)<br />
vezikülleri içerisine alınarak sitoplazmaya geçerler.<br />
b. Spermatid spermatozoaya dönüşürken spermanın uç kısmında<br />
toplanarak akrozomu oluşturur.<br />
16
c. Glikoprotein, mukopolisakkarit, kıkırdak ile bağ doku bileşenleri,<br />
lipoprotein ve selülozlu madde sentezi yapılır.<br />
d. Yağların sindirilmesinde rol oynar.<br />
SENTRİOLLER<br />
Bazı protozoalar, olgun ovum, çizgili kas hücresi, nöron ve yüksek bitki<br />
hücrelerinde bulunmaz. Elektron mikroskobunda 3000-5000 Angstrom<br />
uzunluğunda ve 1500-2000 Angstrom çapında içleri yoğun bir sıvı ile<br />
dolu birbirlerine dik iki silindir şeklinde görülürler. Sentriol çifti, etrafını<br />
saran sentroplazma ile birlikte sentrozom adını alır. Her sentriol enine<br />
kesitte 9 fıbrilden, her fıbril 3 subfıbrilden (mikrotubulus) oluşur.<br />
Hücre bölünmesinde görev alan sentrioller bölünme sırasında çoğalarak<br />
birer çift halinde kutuplara giderler ve bu sırada aster (iğ) adı verilen<br />
iplikçiklerin oluşumunu ve sentromerleri aracılığıyla bu iplikçiklere<br />
tutunan kromozomların hücrenin kutuplarına çekilmelerini sağlarlar.<br />
PLASTİDLER<br />
Bitkilerde besin maddelerinin sentezi ve depolanmasında görev yapan<br />
organellerdir. Protoplastid adı verilen öncül yapılar ya kromatofor<br />
denilen ve pigment taşıyan plastidlere dönüşürler ya da lökoplast adı<br />
verilen ve pigment taşımayan forma geçerler.<br />
Kromatoforlar iki tiptir,<br />
a. Kloroplast: Klorofil a ve b pigmentleri bulunur.<br />
b. Kromoplast: Karotin, Ksantofıl gibi pigmentlerdir.<br />
Kloroplastın kimyasal bileşiminde lipit, protein, pigment maddesi,<br />
DNA, RNA ve enzimler bulunur. DNA bulundurması nedeniyle hücre<br />
bölünmesinden bağımsız olarak çoğalabilir.<br />
LİZOZOM<br />
0.2-0.6 mikron çapında içerisinde hidrolitik enzimler bulunan, tek<br />
membran ile çevrili kese biçiminde organellerdir. Eritrosit dışında tüm<br />
17
hayvansal hücrelerde bulunurlar. Özellikle lökosit ve makrofaj gibi<br />
fagositoz yapan hücrelerde sayıları fazladır.<br />
Lizozomlardaki hidrolitik enzimlerden bazıları şunlardır,<br />
• Nukleazlar (nükleik asitleri parçalar)<br />
• Proteazlar (proteinleri parçalar)<br />
• Glukozidazlar (karbohidratları parçalar)<br />
• Lipazlar (lipitleri parçalar)<br />
• Fosfatazlar (fosfatları parçalar)<br />
Bu enzimler granüllü endoplazmik retikulumda sentezlendikten sonra<br />
Golgi keseciklerinde depolanır ve daha sonra sitoplazmaya verilir.<br />
Bunlara primer lizozom denir. Fagositlerde hücre içerisine alınan<br />
yabancı maddeler birim zarla çevrilerek fagozom adını alırlar, daha sonra<br />
fagozom primer lizozom ile birleşir ve sekonder lizozom adını alır.<br />
Lizozom enzimleri, organel içinde inaktiftir ancak substratları ile<br />
karşılaşınca aktif hale geçerler.<br />
Lizozomların fonksiyonları,<br />
• Hücre için zararlı maddeler sindirilerek uzaklaştırılır.<br />
• Hücrede bulunan yüksek molekül ağırlıklı maddeler parçalanarak<br />
kullanıma hazır hale getirilir.<br />
• Hücre organellerinin yenilenmesi sağlanır.<br />
• Fazla miktarda sentezlenen salgı granülleri fagosite edilerek<br />
sekresyon düzenlenir.<br />
PEROKSİZOM (MİKROCİSİM)<br />
0.3-1.5 mikron çapında yuvarlak, tek katlı membran ile çevrili ve<br />
içerisinde hidrojen peroksit (H2O2) metabolizması ile ilgili enzimleri<br />
içeren bir organeldir. Peroksizomlar ayrıca, karbohidratlardaki yağların<br />
değişiminde ve nükleik asitlerin pürin bazlarının parçalanmasında<br />
fonksiyon yaparlar.<br />
Peroksizomlarda bulunan başlıca enzimler,<br />
• Ürat oksidaz<br />
• Katalaz<br />
• D-aminoasit oksidaz<br />
• Hidroksi asit oksidaz<br />
18
Peroksizomlar metabolik aktivitesi fazla olan karaciğer, kalp kası ve<br />
böbrek hücrelerinde çok sayıda bulunurlar. Bazı bitki hücrelerinde de<br />
görülmektedirler. Bu organellerin endoplazmik retikulumdan meydana<br />
geldikleri düşünülmektedir.<br />
MİKROTÜBÜLLER<br />
Yaklaşık 200 Angstrom çapında ve birkaç mikron uzunluğunda olup<br />
demetler halinde bulunan ince borucuklardır.<br />
Fonksiyonları,<br />
• Hücreye desteklik yaparlar.<br />
• Hücre içi madde iletiminde rol alırlar.<br />
• Hücre bölünmesinde kromozomların kutuplara çekilmesini sağlarlar.<br />
• Sentriollerin, bazal cisimciklerin, sil ve flagellatların yapısında<br />
bulunurlar.<br />
MİKROFİLAMENTLER<br />
Hücre içinde ince, uzun ipliksi protein moleküllerinden oluşan yapılardır.<br />
Hücrenin hareketinden ve sitoplazma akıntılarından sorumludurlar.<br />
Ayrıca kasılma-gevşeme olayında, uyan ve madde iletiminde görev<br />
alırlar.<br />
Mikrofılamentler, miyofıbriller (kas telcikleri) ve nörofıbriller (sinir<br />
telcikleri) olmak üzere iki tiptir.<br />
VAKUOL<br />
İçi sıvı dolu, unit membran ile çevrili organellerdir. Genellikle bitki<br />
hücrelerinde bulunurlar. Besin ve kontraktil vakuol olmak üzere iki tiptir.<br />
Besin vakuolu sindirimde, kontraktil vakuol ise su dengesinin<br />
ayarlanmasında fonksiyoneldir.<br />
Vakuollerin, hücre zarının içeri kıvrılmasıyla, endoplazmik retikulumdan,<br />
Golgi cisimciklerini oluşturan yassı keseciklerden ya da nukleus zarından<br />
meydana geldiği kabul edilmektedir.<br />
19
HÜCRE İSKELETİ (CYTOSKELETON)<br />
Ökaryotik hücrelerin çeşitli şekillere dönüşmesi ve hareketlerinin<br />
koordineli olarak yönlendirilmesi, sitoplazma içerisinde yaygın halde<br />
bulunan kompleks bir protein ağı tarafından sağlanmaktadır. İşte bu ağ<br />
hücre iskeleti adını alır. Kemiklerden oluşan vücut iskeletinden farklı<br />
olarak, hücrenin şeklinin değişmesi, bölünmesi ve çevre uyaranlarına<br />
cevap vermesi ile yeniden organize olabilen oldukça dinamik bir yapıdır.<br />
Hücre iskeletinin yapısında 3 tip protein fılamenti bulunur.<br />
a- Aktin filamentler: Mikrofılament olarak da tanımlanır. Alt ünitesi<br />
aktin proteinidir. Özellikle yüzeysel hareket olmak üzere hücrenin<br />
hareketi için gereklidir.<br />
b- Mikrotübüller: Aktinden daha dayanıklı olan tubulin proteininden<br />
oluşan uzun, silindirik yapılardır. Genellikle bir uçları sentrozoma<br />
bağlıdır diğer uçları sitoplazmada serbest olarak bulunur.<br />
Mikrotübüller oldukça dinamik yapılar olup, rahatlıkla kısalıp<br />
uzayabilirler. Mikrotübüllerin hizasında hareket eden motor<br />
proteinler ile ökaryotlardaki membran ile çevrili organellerin hücre<br />
içi lokalizasyonu sağlanır.<br />
c- Ara filamentler: Vimentin veya lamin gibi proteinleri de içeren<br />
heterojen proteinlerden oluşmaktadır, hücrenin mekanik<br />
dayanıklılığını temin eder.<br />
C- NUKLEUS<br />
İlk olarak Robert Brown (1831) tarafından keşfedilen nukleus, hücrede<br />
geçen kimyasal reaksiyonları, hücre çoğalmasını ve onarımını yöneten<br />
kontrol merkezidir.<br />
Büyüklüğü çeşitli türlerde farklı olup yaklaşık olarak total hücre<br />
hacminin % 10 unu kapsar. Genelde her hücrede bir nukleus bulunur.<br />
Karaciğer, kas ve testisteki Leydig hücrelerinde sayıları iki veya daha<br />
fazladır hatta kemik hücrelerinde bu sayı 5 ila 10 a kadar çıkabilir. Bazı<br />
patolojik durumlarda da nukleus sayısı artabilir. Yaklaşık 120 günde<br />
yenilenen insan eritrositlerinde ise gelişimin başlangıcında olduğu halde<br />
olgun dönemde nukleus bulunmaz. Modern prokaryotlar gibi, ilk<br />
20
ökaryotlarda da nukleus görülmemektedir. Gelişim açısından neden ayrı<br />
bir nukleus kompartmanının varlığına gereksinim duyulduğu hakkında<br />
birtakım görüşler ileri sürülmekte ve iki nedenle nukleusun<br />
sitoplazmadan ayrılması gerekliliği açıklanmaktadır;<br />
1. Hücre iskeletini oluşturan protein ipliklerinin hareketleri sırasında<br />
meydana gelen mekanik etkiden nukleus içeriğini korumak,<br />
2. RNA moleküllerinin proteine dönüşmeden önce geçirdikleri kesilme<br />
(splicing) işleminin gerçekleşebilmesi için uygun ortam sağlamak.<br />
(Bölüm 5 )<br />
înterfaz halindeki nukleusta dört bölge ayırd edilir;<br />
a- Nukleus zarı<br />
b- Nukleus plazması<br />
c- Kromatin<br />
d- Nukleolus<br />
a- NUKLEUS ZARI (Karyoteka, Karyolemma, Nukleomembran)<br />
Nukleus zarının, her biri unit membran niteliğinde iki zardan oluştuğu ve<br />
endoplazmik retikulumun devamı olarak meydana geldiği<br />
düşünülmektedir. Nükleomembran, iki tip ara filament ağı ile<br />
desteklenmektedir. Bunlardan biri hemen iç zarın altında bulunan ince<br />
kabuk halindeki nuklear lamına, diğeri ise dış membranı çevreleyen<br />
daha düzensiz ara filament ağıdır. İç ve dış zarlar arasında 400-700<br />
Angstrom kalınlığında perinüklear aralık adı verilen bir aralık bulunur.<br />
İç zar düz, dış zar ise ribozom taşıdığından granüllü görünümdedir.<br />
Çekirdek zarında, zarların birbirine temas ettiği bölgelerde 400-1000<br />
Angstrom çapında annulus adı verilen porlar meydana gelmiştir. Böylece<br />
nukleus membranı aracılığı ile nukleoplazma ve sitoplazma sürekli ilişki<br />
halinde olup bu porlardan RNA molekülleri, polipeptidler, tuzlar,<br />
enzimler, koenzimler, ATP ve şekerler rahatlıkla geçebilirler.<br />
Sitoplazmada bulunan birçok organel ve çekirdek zarı mikrotübülüsler<br />
aracılığı ile sürekli bağlantı halindedir. Nukleus membranı, mitoz<br />
bölünmenin profaz evresi sonunda kaybolur, bölünmenin<br />
tamamlanmasından sonra yeniden oluşur.<br />
21
- NUKLEUS PLAZMASI<br />
Kromatin ağı ve nukleolusu kuşatan homojen görünümlü kolloidal bir<br />
sıvı olup, sitoplazmadan daha yoğundur. Yapısında RNA, protein, lipit ve<br />
inorganik tuzlar bulunur.<br />
c- KROMATİN<br />
Hemotoksilen, metilen mavisi, metil yeşili gibi bazik boyalarla boyanan<br />
uzun, ağ şeklinde iplikçik ve taneciklerden oluşmuş yumak şeklindeki<br />
kalıtsal materyaldir.<br />
Koyu boyanan kısımları inaktif bölgeler olup heterokromatin adını alır,<br />
açık boyanan kısımların ise aktif gen bölgelerini içerdiği kabul edilir ve<br />
ökromatin olarak tanımlanır.<br />
Kromatinin yapısını oluşturan biyomoleküller şunlardır;<br />
-DNA<br />
- Histonlar (H1,H2A,H2B,H3,H4): Bazik proteinlerdir.<br />
- Histon olmayan proteinler : Transkripsiyonda ve gen etkinliğinde rolü<br />
olan asidik proteinlerdir.<br />
-RNA<br />
d- NUKLEOLUS (Çekirdekçik)<br />
Nukleus içerisinde daha viskoz yapıda, zar içermeyen bir veya birkaç<br />
adet nukleolus bulunur.<br />
Fonksiyonu rRNA sentezlenmesidir. Nükleoluslar, hücre bölünmesi<br />
sırasında kaybolup, bölünme sırasında tekrar meydana gelirler.<br />
Yapılarında RNA dışında protein ve enzimler bulunur. Büyüklükleri 10-<br />
15 mikron kadardır ve oluşumları akrosentrik kromozomların kısa kolları<br />
tarafından kontrol edilir.<br />
Nukleolus iki ayrı yapı özelliği gösterir.<br />
a- Nukleolonema: Ağ biçiminde olan ve RNA partiküllerini içeren<br />
koyu renkli bölgedir.<br />
b- Pars amorfa: Homojen ve açık renk görünümlü protein kısmıdır.<br />
22
BOLUM 3<br />
3.1 GİRİŞ<br />
HÜCRENİN KİMYASAL BİLEŞİMİ<br />
Genel olarak hücrelerin % 80 i su, % 12 si protein, % 5 i lipit, % 2 si<br />
nükleik asit, % 1 i karbohidrat, steroid ve diğer maddelerden oluşur.<br />
Hücrenin yapısında bulunan maddelerin miktar ve dağılımları hücrenin<br />
türüne ve fonksiyonuna göre farklılık gösterir.<br />
Biyomoleküller başlıca iki grupta toplanır,<br />
a- İNORGANİK MADDELER<br />
i- Su<br />
ii-Elektrolitler<br />
b-ORGANİK MADDELER<br />
i- Karbohidratlar<br />
ii- Proteinler<br />
iii-Lipitler<br />
iv-Nükleik asitler<br />
a-İNORGANİK MADDELER<br />
i-SU (H20)<br />
Organizmalardaki suyun % 70 i hücre içi sıvısı (intraselüler sıvı), geriye<br />
kalan % 30 u ise hücre dışı sıvıdır (ekstraselüler sıvı ).<br />
Ekstraselüler sıvı da iki şekilde görülmektedir;<br />
a-İnterstitiel sıvı: Hücrelerin arasında bulunur.<br />
b-İntravasküler sıvı: Damar içinde bulunur.<br />
23
Hayatın okyanuslarda başladığı hatırlanacak olursa suyun canlı için<br />
önemi bir kez daha ortaya çıkar. Suyun önemi, sahip olduğu polar özellik<br />
ve diğer organik maddelerle hidrojen bağı yapabilmesinden kaynaklanır.<br />
Su molekülü bir oksijen atomuna iki hidrojenin kovalent bağ ile<br />
bağlanmasından oluşmuştur ve genelde eşit sayıda proton ve elektron<br />
taşıdığından nötrdür ancak elektronların asimetrik olarak dağılmaları<br />
moleküle polar özellik kazandırır. Şöyle ki, oksijen, hidrojenin<br />
çekirdeğindeki elektronları kendisine doğru çekerek hafifçe negatif olur,<br />
hidrojen de hafif pozitif hale geçer. İşte bu polar yapısı sayesinde diğer<br />
polar moleküller ve iyonlar ile bir araya gelebilmektedir. Yine polarize<br />
olabilmeleri nedeniyle diğer su molekülleri ile hidrojen bağı yaparak<br />
birleşir ve bu sayede yüksek yüzey gerilimi, özgül ısı gibi özellikler<br />
kazanır.<br />
Hücre açısından hayati önem taşıyan suyun fonksiyonları şöylece<br />
sıralanabilir,<br />
Bilinen en iyi çözücüdür.<br />
Vücut ısısını düzenler<br />
Metabolizma sonucu oluşan üre, ürik asit gibi maddeler su<br />
aracılığıyla idrar ve ter olarak atılır.<br />
Kimyasal reaksiyonlar sulu ortamda meydana gelir.<br />
ii- ELEKTROLİTLER<br />
C, H, O, N, K, Ca, Mg, Fe, S, P gibi temel ve Zn, Cu, Se gibi eser<br />
elementler, hücredeki bileşiklerin yapısına girerler ve hücre<br />
fonksiyonlarının yürütülmesini sağlarlar.<br />
Fonksiyonlarının bazıları şunlardır;<br />
- Sinir ve kaslarda impuls iletimi<br />
- Osmotik basıncın sağlanması<br />
- Asit-baz dengesinin ayarlanması (pH)<br />
- Enzimlerin aktif olarak çalışması<br />
- Salgılama<br />
- Bazı vitaminlerin bileşimine girerek<br />
- Zarlardan taşınma<br />
24
Hücredeki inorganik maddeler, asit, baz ve tuzlar hücre sıvısında<br />
iyonlaşmış halde bulunurlar. Nötr olmalarına karşın serbest iyon<br />
taşıdıklarından elektrik akımını geçirirler ve elektrolit sıvı adını alırlar.<br />
b - ORGANİK MADDELER<br />
i-KARBOHİDRATLAR<br />
(CH20)n formülü ile gösterilen basit şekerlerden meydana gelir, C,H ve<br />
O atomlarından oluşurlar. Çok sayıda karboksil grubu taşıyan ve kısa<br />
karbon zincirine bir aldehit (RHC=0) veya keto ( R1R2CK) ) grubunun<br />
eklenmesi ile ortaya çıkan bileşiklerdir.<br />
Görevleri;<br />
Parçalanmalarından meydana gelen kimyasal enerji, çeşitli hücre<br />
fonksiyonlarında kullanılır.<br />
Nükleik asitlerin yapısına girerler.<br />
Lipit ve protein biyosentezinde kullanılırlar.<br />
Canlı veya cansız her türlü hücre materyalinin yapısına girerler.<br />
Selüloz ve kitin gibi koruyucu destek maddelerinin yapımında<br />
kullanılırlar.<br />
Karbohidratlar hayvanlarda glikojen, bitkilerde ise nişasta formunda<br />
depo edilirler.<br />
Karbohidratlar 3 grupta toplanır.<br />
i-Monosakkaritler: Tek şeker grubu içeren karbohidratlardır. Riboz veya<br />
deoksiriboz gibi 5 karbon içerirler ise pentoz, glukoz, fruktoz, galaktoz<br />
gibi 6 karbon içerirler ise heksoz adını alırlar.<br />
ii-Oligosakkaritler: 2 veya daha fazla sayıda monosakkaritlerden<br />
oluşmuşlardır. İki monosakkaritten oluşan dissakkaritler çok önemli<br />
biyolojik molekülleri içerirler.<br />
En önemlilerinden bazıları şunlardır;<br />
S akkaroz=Glukoz-Fruktoz<br />
Laktoz= Glukoz-Galaktoz<br />
Maltoz= Glukoz-Glukoz<br />
25
iii-Polisakkaritler: 10 dan fazla monosakkaridin biraraya gelmesi ile<br />
meydana gelirler. En önemli polisakkaritlerden glikojen, hayvan<br />
hücrelerinin depo maddesidir ve çok sayıda glukoz molekülünün<br />
birleşmesinden meydana gelir. Diğer bir polisakkarit olan nişasta da<br />
bitkilerdeki depo maddesidir.<br />
İİ- PROTEİNLER<br />
Proteinler, aminoasitlerin peptid bağlar ile birleşmeleri sonucu ortaya<br />
çıkan ve canlı için çok önemli olan organik bileşiklerdir. C,H,0,N,S ve P<br />
içerirler.<br />
Başlıca fonksiyonları;<br />
Enzim formunda katalizör görevi yaparlar.<br />
Taşınma (hemoglobin) ve depolamada (Fe-demir) rol alırlar.<br />
Hareketi sağlarlar (aktin ve miyozin)<br />
Mekanik destek olurlar.<br />
İmmun sistemde rol alırlar.<br />
Sinir uyarılarının iletiminde (reseptör proteinler) fonksiyon yaparlar.<br />
Proteinler yapılarına göre 2 ye ayrılırlar;<br />
a- Basit proteinler: Albumin, globulin, histon<br />
b- Bileşik proteinler: Fosfoprotein, lipoprotein, metalloprotein,<br />
glikoprotein<br />
İİİ- LİPİTLER<br />
Suda çözünmeyen ancak eter, kloroform gibi organik çözücülerde<br />
çözünen biyomoleküllerdir. Yağ asitlerinin alkollerle esterleşmesi ile<br />
meydana gelirler.<br />
Fonksiyonları;<br />
Hücre membranının yapısını oluşturmada,<br />
Metabolik olaylarda hücre üretiminde,<br />
Enerji gerektiren taşınma olaylarında,<br />
Hücre zarmdaki glikokaliks oluşumunda ve böylece hücrelerin<br />
birbirini tanımasında,<br />
Canlı organizma dışında koruyucu kılıf oluşturmada rol oynarlar.<br />
Lipitler, nötral yağlar ve mumlar gibi basit formda olabilecekleri gibi<br />
fosfolipit, glikolipit, lipoprotein gibi bileşik lipitler halinde de olabilirler.<br />
26
İV- NÜKLEİK ASİTLER<br />
Pürin (Adenin, Guanin) ve Pirimidin (Sitozin, Timin, Urasil) bazlarının<br />
(5 Karbonlu şeker ve fosfat ile) fosfodiester bağıyla eklenmeleriyle<br />
meydana gelen nükleotid polimerleridir. DNA (Deoksiribonükleik asit)<br />
ve RNA (Ribonükleik asit) olmak üzere iki tiptir.<br />
Canlıların kalıtsal özelliklerinin sonraki kuşaklara aktarılması ve protein<br />
sentezinde önemli rol oynarlar. (Bölüm 4)<br />
27
BOLUM 4<br />
4.1 GİRİŞ<br />
NÜKLEİK ASİTLER<br />
KALITSAL MATERYALİN YAPISI<br />
Tüm organizmaların ve bu organizmaları oluşturan hücrelerin tek bir<br />
ortak hücreden köken alarak doğal seleksiyon ile evrimleştikleri<br />
düşünülmektir.<br />
Günümüzde en gelişmiş canlı olan insan vücudunda 10 14 hücrenin<br />
bulunduğunu göz önüne alırsak genetik bilginin ileri kuşaklara ne kadar<br />
büyük bir duyarlılık ve doğrulukla aktarılması gereği ortaya çıkar.<br />
Nitekim canlıların üreme, gelişme, adaptasyon, protein sentezi ve diğer<br />
hücresel yapılarının yapımı gibi dinamik özelliklerinin sürdürülmesinde<br />
genetik bilginin gerek organizma içerisinde gerekse organizmadan<br />
organizmaya son derece hassas bir mekanizma ile iletildiğini görüyoruz.<br />
İlk kez 1869 yılında Friedrich Miescher tarafından irindeki akyuvarlarda<br />
genetik materyalin varlığı saptanmıştır. Daha sonra 1944 yılında Avery<br />
ve arkadaşları, oluşturdukları koloni morfolojisine göre S tipi (Smoothdüzgün<br />
kenarlı koloni oluşturan) pnömokoklardan izole ettikleri<br />
deoksiribonükleik asidi (DNA), R tipi ( rough-kenarı düzgün olmayan<br />
koloni oluşturan) bakterilerle inkübe ettiklerinde yeni oluşan<br />
pnömokokların hepsinin S tipi koloni oluşturduklarını görmüşler ve<br />
böylece DNA nın kalıtımdan sorumlu molekül olduğunu bildirmişlerdir.<br />
Nitekim 1953 yılında Watson ve Crick adlı araştırıcıların çift sarmallı<br />
DNA yapısını ortaya koymaları bu konuda önemli bir dönüm noktası<br />
olmuştur.<br />
Son 40 yıl içerisinde canlı sistemlerde bilgi aktarımı fonksiyonu yapan<br />
makromoleküllerin anlaşılmasında hızlı gelişmeler kaydedilmiştir ve<br />
29
ugün biliyoruz ki bazı viruslar dışında tüm canlılardaki kalıtsal bilgi<br />
deoksiribonükleik asit (DNA) tarafından taşınmaktadır.<br />
Nükleik asitler, tüm hücrelerin nukleus ve sitoplazmalarmda (mitokondri<br />
ve kloroplast) bulunurlar ve;<br />
- DNA (Deoksiribonükleik asit)<br />
- RNA (Ribonükleik asit)<br />
olmak üzere iki tiptedirler.<br />
Her iki nükleik asit de nükleotidlerin polimerize olması ile meydana<br />
gelir ve yapılarında;<br />
• Şeker<br />
• Fosfat<br />
• Baz<br />
ünitelerini bulundururlar. (Şekil 4.1)<br />
Fosfat Baz<br />
Şeker<br />
Şekil 4.1 Nükleotidin genel yapısı<br />
4.2 DNA ( DEOKSİRİBONÜKLEİK ASİT)<br />
DNA da 5 karbonlu şekerlerden (pentoz) deoksiriboz bulunur.<br />
Deoksiribozun 1. Karbonuna glikozid bağ ile tutunmuş bazlar pürin ve<br />
pirimidin olmak üzere iki tiptir. Pürin bazları adenin (A) ve guanin<br />
(G), Pirimidin bazları ise sitozin (C ) ve timin (T) dir. (Şekil 4.2 ).<br />
DNA da bulunan bazlar kantitatif olarak Edwin Chargaff tarafından<br />
incelenmiş olup adenin miktarının timine, guanin miktarının ise sitozine<br />
eşit olduğu görülmüştür. Chargaff kuralı olarak bilinen bu kural; kısaca<br />
A=T ve G=C olarak özetlenebilir. Adenin ile timin arasında iki, guanin<br />
ile sitozin arasında üç adet hidrojen (H) bağı bulunur.<br />
30
NH,<br />
N<br />
H<br />
Sitozin<br />
H2N -N<br />
HN -CH, HN<br />
Timin<br />
Guanin Adenin<br />
Şekil 4.2 Pürin ve Pirimidin bazları<br />
Şekil 4.3 DNA Yapısı<br />
o<br />
5' Ucu<br />
P O CH2<br />
o— p=o<br />
CH<br />
\Şeker/|<br />
3 OH 3' Ucu<br />
31<br />
N<br />
H<br />
Urasil<br />
H PURIN<br />
PIRIM İDİN
Deoksiribonükleik asidin çift iplikli yapısına Watson-Crick sarmalı<br />
(double-heliks) adı verilmektedir. 20 Angstrom çapındaki sarmalda<br />
bazlar 3.4 Angstrom aralıklarla sıralanmıştır ve sarmal her 10 bazda bir<br />
dönüş yapar. Sarmaldaki iplikler antiparalel olup bir iplik 5 ! —>3', diğer<br />
iplik ise 3'—>5' yönündedir. Şeker ve fosfat omurgasından oluşan iplikler<br />
birbirlerine hidrojen bağları ile zayıf olarak bağlanmışlardır. Omurga<br />
oluşturulurken şekerin 5 numaralı karbonuna bağlı fosfat grubunun<br />
hidroksili ile diğer nükleotiddeki şekerin 3' karbon atomuna bağlı<br />
hidroksil grubu arasında bir fosfodiester bağı oluşur (Şekil 4.3).<br />
Normal fizyolojik koşullarda DNA yapısını korur ancak yüksek sıcaklık<br />
ve aşırı pH derecelerinde hidrojen bağlarının çözülmeleri sonucu heliks<br />
açılarak tek iplik haline geçer. Bu olaya denatürasyon adı verilir. Ancak<br />
şeker ve fosfat arasında bulunan fosfodiester bağları etkilenmediği sürece<br />
şartlar eski haline dönüştürülürse tek iplikli DNA, hidrojen bağları<br />
kurarak tekrar eski formunu alır, bu olaya da renatürasyon denir.<br />
4.3 DNA REPLİKASYONU ( KENDİNİ EŞLEMESİ)<br />
DNA molekülü çoğalabilmek için kendi yapısını kalıp olarak kullanır. Bu<br />
amaçla replikasyon olacağı zaman DNA iplikçiklerini birarada tutan<br />
bazlar arasındaki hidrojen bağlan kopar ve iplikçikler birbirinden ayrılır.<br />
Bu işlem DNA helikaz enzimi tarafından gerçekleştirilir. Birbirinden<br />
ayrılan DNA iplikçikleri yeni oluşacak ipliklere kalıp oluştururlar ve her<br />
ikisinin karşısına komplementer yeni DNA iplikçikleri sentezlenmiş olur.<br />
Yeni oluşan DNA çift sarmallarının ikisi de atasal heliksten birer kopya<br />
taşıdıkları için bu modele yarı tutucu (semi konservatif ) replikasyon<br />
adı verilir.<br />
DNA sentezini sağlayan DNA polimeraz enzimlerinin sentezi<br />
5' —> 3' yönündedir. Çift sarmal ipliklerin yönleri anti-paralel olduğu için<br />
sentezin bir ilpikçikte 5'—>3', diğerinde 3'—>5' yönünde olacağı<br />
düşünülmekte ise de gerçekte böyle olmamaktadır. DNA sentezinin<br />
5'—>3' yönünde devam ettiği ipliğe kesintisiz iplik (leading strand)<br />
denir. Diğer iplik sentezini kesintili olarak sürdürür ve kesintili iplik<br />
(lagging strand ) olarak tanımlanır. Bu iplikte doğru yönde sentez<br />
yapılabilmesi için DNA sentez öncülleri deokribonükleotid trifosfatlar<br />
100-200 nükleotid uzunluğunda polimerize edilir. DNA primerlerinin<br />
sentezi RNA polimeraz enzimi tarafından yapılır. Sentezin, Okazaki adlı<br />
32
ir araştırıcı tarafından gösterilmesi nedeniyle ayrı ayrı sentezlenen bu<br />
parçacıklara Okazaki parçacıkları adı verilmiştir. Daha sonra söz<br />
konusu parçacıklar DNA ligaz enzimi tarafından birleştirilirler. Adeta bir<br />
çatal görünümünü andıran şekil, replikasyon çatalı adını alır.<br />
Prokaryotlarda DNA polimeraz 1, DNA polimeraz 2 ve DNA polimeraz<br />
3 olmak üzere 3 tip DNA polimeraz vardır.<br />
Ökaryotlarda ise DNA polimeraz enzimi alfa, beta, lamda ve epsilon<br />
olmak üzere 4 tiptir.<br />
4.4 DNA TİPLERİ<br />
İnsan genomundaki DNA nın organizasyonu oldukça komplekstir.<br />
Ökaryotik bir genom incelendiğinde DNA nın bazı kesimlerinin<br />
kodlandığını yani proteine dönüştüğünü, büyük bir bölümünün ise<br />
kodlanmadığını görmekteyiz.<br />
Bugünkü bilgilerimize göre insan genomunda 3 tip DNA ayırd<br />
edilmektedir.<br />
1. TEK KOPYA ( UNIQUE) DNA; Genomun % 75 ini oluşturur;<br />
50000 ila 100000 gen içerir ve dolayısıyla kodlama yaparlar. Tüm<br />
genom boyunca lokalize olmuşlardır.<br />
2. TEKRARLAYAN DAĞINIK DNA DİZİLERİ; Genomun % 15<br />
inde bulunurlar. Belirli nükleotid dizileri aynen veya birtakım<br />
varyasyonlarla yüzlerce hatta milyonlarca kez tekrarlanır. Kodlama<br />
yapmazlar, DNA nın yapısının korunmasında rol oynarlar. Tüm<br />
genom boyunca genler ve tek-kopya dizileri arasında dağınık olarak<br />
bulunurlar. Alu ve L1 en iyi bilinen iki majör familyadır.<br />
3. SATELLİT DNA; Oldukça sık tekrarlayan dizilerdir. Genomun<br />
% 10 unda bulunurlar. Sentromer ve telomer gibi spesifik bölgelerde<br />
lokalize olmuşlardır.<br />
4.5 MUTASYON<br />
Kalıtsal materyal olan DNA da meydana gelen kalıcı değişikliklere<br />
mutasyon adı verilir. Mutasyon DNA daki nükleotid dizisinde veya<br />
DNA nın düzenlenmesi sırasında ortaya çıkabilir.<br />
33
Meydana geliş mekanizmasına göre 3 gruba ayrılmaktadır ;<br />
1. Genom mutasyonları; Kromozomların bölünme sırasında doğru<br />
olarak ayrılmaması sonucu ortaya çıkar. Sıklığı 10" 2 /hücre<br />
bölünmesidir. Ör. Anöploidi<br />
2. Kromozom mutasyonları; Kromozomların düzenlenmesi sırasında<br />
meydana gelir. Sıklığı 6x10 4 / hücre bölünmesidir.<br />
Ör. Translokasyonlar<br />
3. Gen mutasyonları; DNA yı oluşturan baz çiftlerinde meydana gelen<br />
mutasyonlardır.<br />
Bu tip mutasyonlar iki şekilde ortaya çıkar;<br />
a- DNA nın replikasyonu sırasında<br />
b- Herhangi bir mutajen tarafından indüklenerek.<br />
(Ör. Nokta mutasyonları)<br />
MUTAJEN; spontan mutasyon hızını arttırarak DNA nın yapısında<br />
kalıcı değişikliklere yol açan ajanlara denir. Çeşitli kimyasal maddeler,<br />
iyonize radyasyon ve ultraviyole ışınlar mutaj enler arasında sayılabilir.<br />
DNA replikasyonu sırasında meydana gelen baz hataları spesifik tamir<br />
enzimleri tarafından düzeltilmektedir. Ancak bu enzimlerin fonksiyon<br />
yapamadığı durumlarda, örneğin; xeroderma pigmentosum, ataxia<br />
telangiectasia, Fanconi anemisi, Bloom sendromu gibi otozomal resesif<br />
genetik hastalıklarda söz konusu tamir mekanizmaları çalışmamaktadır.<br />
Nitekim bu kişiler kanser olmaya yatkın (predispoze ) kişilerdir.<br />
4.6 RNA (RİBONÜKLEİK ASİT)<br />
Genetik bilgi taşıyan diğer bir nükleik asit ise RNA (Ribonükleik asit)<br />
dir. DNA ve RNA molekülleri birçok bakımdan birbirlerine<br />
benzemektedirler. Ancak bazı noktalarda farklılıklar vardır.<br />
Bu farklılıkları şöylece sıralayabiliriz;<br />
1. DNA nın yapısında 5 karbonlu şekerlerden deoksiriboz bulunurken,<br />
RNA nın yapısında yine 5 karbonlu başka bir şeker olan riboz yer<br />
alır.<br />
2. DNA da pirimidin bazlarından timin bulunurken, RNA da bu bazın<br />
yerine urasil bulunur.<br />
34
3. Bazı virüsler dışında DNA daima çift sarmaldır, RNA ise tek zincir<br />
halindedir ancak tRNA nın bazı kısımlarında katlanarak çift sarmal<br />
halinde bulunur.<br />
4. DNA kalıtsal bilgiyi taşıyan moleküldür. RNA ise bazı viruslar<br />
dışında kalıtsal bilgiyi taşımaz, yapısal fonksiyon görür ya da protein<br />
sentezinde genetik bilginin DNA dan proteine aktarılmasında<br />
kalıplık yaparak aracı rol oynar.<br />
5. DNA da adenin sayısı timine, guanin sayısı sitozine eşit iken, RNA<br />
daki bazlar arasında böyle bir oran söz konusu değildir.<br />
6. RNA molekülleri genellikle DNA moleküllerinden daha kısadır.<br />
4.7 RNA TİPLERİ<br />
Prokaryotik hücrelerde 3 tür RNA bulunur. Ökaryotik hücrelerde ise<br />
RNA, 5 tipte görülmektedir.<br />
1-Messenger RNA (mRNA, ulak RNA, elçi RNA )<br />
DNA da saklı olan genetik bilginin protein yapısına aktarılmasında<br />
kalıplık yapan RNA tipidir. Nukleus ve sitoplazmada bulunur. Tek bir<br />
ökaryotik hücre yaklaşık 10 000 farklı mRNA molekülü içermektedir.<br />
RNA nukleusta ve RNA polimeraz enzimi yardımıyla çift dallı DNA nın<br />
yalnız bir dalından, primere gereksinim duymaksızın sentezlenir. Bu dal<br />
üzerinde bulunan bazların karşısına komplementer (tamamlayıcı) bazların<br />
gelmesi ile DNA üzerindeki şifre mRNA ya iletilerek protein sentezinin<br />
yapılacağı ribozomlara aktarılmış olur. Sentez 5'=>3' yönündedir.<br />
Bakterilerde mRNA ların yarı ömrü oldukça kısa olup, birkaç saniye ile 2<br />
dakika arasında değişir. Memelilerde ise bu süre birkaç saat ila 1 güne<br />
kadar uzamaktadır. Prokaryot ve ökaryot mRNA lan arasındaki bir diğer<br />
önemli farklılık, tüm ökaryotik mRNA larm monosistronik; yani tek bir<br />
polipeptidi kodlayıcı özellikte olması, buna karşın prokaryotların<br />
polisistronik; yani birden fazla proteini kodlama özelliğinde olmasıdır.<br />
2- Transfer RNA (tRNA, taşıyıcı RNA )<br />
Sitoplazmada yer alır ve hücresel RNA nın %10 kadarını oluşturur.<br />
Görevi; sitoplazmada bulunan aminoasitlerin seçilerek ribozomlara<br />
taşınmasıdır. Transfer RNA tek zincirli yapıya sahiptir ancak yer yer<br />
kıvrılmalar gösterir ve böylece yonca yaprağı şeklindeki üç boyutlu<br />
35
yapısında çift sarmallı kısımlar bulunur. Doğada yer alan 20 aminoasidin<br />
herbiri için ayrı tRNA bulunur. tRNA 1ar üç bazdan oluşan ve<br />
antikodon adı verilen uçları ile mRNA üzerinde bulunan ve yine üçlü<br />
bazdan oluşan kodon bölgesine geçici olarak bağlanarak sitoplazmada<br />
bulunan amino asitlerin, ribozomda yer almış olan mRNA üzerindeki<br />
şifreye uygun olarak dizilmelerini sağlarlar (Şekil 4.4 ).<br />
Şekil 4.4 tRNA yapısı<br />
3-Ribozomal RNA (r RNA)<br />
Ribozomların yapısal elementi olup, ağırlıklarının % 60-65 ini<br />
oluştururlar. Ribozomların geriye kalan % 40-45 lik bölümü ise<br />
proteinden ibarettir. Prokaryotik hücrelerde 23 S, 16 S ve 5 S olmak üzere<br />
3 tip rRNA, ökaryotik hücrelerde ise 28 S, 18 S,7 S ve 5 S olmak üzere 4<br />
tip rRNA vardır. (S:Svedberg ünitesi)<br />
4- Heterojen nüklear RNA (hnRNA)<br />
Amino asit ucu<br />
Antikodon<br />
Ökaryotik hücrelerde sentezlenen öncül mRNA molekülleridir. Bu<br />
moleküller sentezlendikten sonra modifikasyon geçirirler. Önce mRNA<br />
nın 3' ucuna poly A (poliadenilik asit) kuyrukları eklenir. 5' ucuna ise kep<br />
(cap) yapısı olarak bilinen 7-metil guanozin adlı molekül eklenir. Daha<br />
sonra mRNA nm kodlama yapmayan intron kısımları kesilip atılır,<br />
geriye sadece kodlama yapan ekzon kısımları bırakılır. Bu işleme de<br />
RNA nm kesilmesi (splicing) adı verilir.<br />
36
5- Küçük nüklear RNA (snRNA)<br />
Öncül mRNA moleküllerinin işlenmesi sırasında ortaya çıkarlar. İşlevleri<br />
kesin olarak bilinmemekle birlikte intronlarm uzaklaştırılmasında<br />
yardımcı oldukları sanılmaktadır.<br />
4.8 PROTEİN SENTEZİ<br />
Protein sentezi, ribozom adı verilen ve sitoplazmada yer alan<br />
organellerde gerçekleşmektedir. Nükleustaki kalıtsal bilginin RNA 1ar<br />
aracılığı ile sitoplazmaya aktarılması ve buradaki ribozomlarda proteine<br />
çevrilmesi işlemine SANTRAL DOĞMA adı verilir.<br />
Revers transkriptaz enzimi taşıyan virüsler dışındaki canlılarda sistem<br />
tek yönlü işler, RNA dan DNA sentezi görülmez.<br />
DNA dan RNA tiplerinin sentezlenmesine transkripsiyon, RNA dan<br />
proteinin sentezlenmesine de translasyon denilmektedir (Şekil 4.5).<br />
DNA- RNA- -•PROTEİN SENTEZİ<br />
Transkripsiyon Translasyon<br />
Şekil 4.5 Santral Doğma<br />
Protein Sentezi 4 aşamada gerçekleşir ;<br />
1 -AMİNO ASİT AKTİVASYONU<br />
Sitoplazmada serbest halde bulunan aminoasitlerin mRNA da bulunan<br />
uygun kodonlara göre taşınmaları tRNA 1ar tarafından sağlanır.<br />
Aminoasitlerin tRNA ya bağlanması için ATP (Adenozin trifosfat)<br />
kullanılarak her aminoasit için özgül olan aminoaçil t-RNA sentetaz<br />
enzimi ile aktive edilmeleri gerekmektedir.<br />
37
Aktivasyon aşağıdaki kademelerle gerçekleşir;<br />
Enzim + aa + ATP ^Enzim (aminoaçil-AMP) + PPi<br />
RNA+enzim(aminoaçil-AMP) ^ Aminoaçil tRNA + Enzim+ AMP<br />
2- SENTEZİN BAŞLAMASI (INITIATION)<br />
Protein sentezi AUG (methionin) başlama kodonu ile başlatılır.<br />
Prokaryotlarda bu kodona formil methionin tRNA, ökaryotlarda ise<br />
methionin tRNA bağlanır.<br />
Prokaryotlarda protein sentezinin başlayabilmesi için;<br />
Protein yapısındaki başlama faktörleri (IF 1,IF 2,IF 3)<br />
16 SrRNA içeren ribozomun 30 S ünitesi<br />
- mRNA<br />
N-formil methionil-tRNA<br />
GTP (Guanozin trifosfat)<br />
gereklidir.<br />
Sentezi başlatma kompleksinin oluşabilmesi için önce IF 3, başlama<br />
faktörü 30 S subünitesi ile birleşir. Daha sonra bu yapıya IF 1 katılır ve<br />
en son olarak 30 S subünitesine sentezi yapılacak olan mRNA bağlanır.<br />
Bir sonraki aşamada ribozomun 50 S ünitesi, GTP hidrolizi ile bu<br />
komplekse eklenir ve böylece ilk tRNA nın P (peptidil tRNA) bölgesine<br />
yerleşmesi tamamlanmış olur. Ökaryotlardaki başlama faktörleri elFl,<br />
elF 2, elF 3,eIF 4, elF 5 dir.<br />
3- UZAMA (ELONGATION)<br />
Bu evrede de protein yapısındaki uzama faktörleri fonksiyon<br />
yapmaktadır. Prokaryotlardaki uzama faktörleri EF-Tu, EF-Ts ve EF-G,<br />
ökaryotlardakiler ise EFİ ve EF - (3 dir.<br />
Sentez sırasında kodondaki şifreye uygun olan yeni bir aminoaçil sentetaz<br />
70 S ribozomunun (Aminoaçil) bölgesine bağlanır, daha sonra, önceden<br />
P (Peptidil) bölgesine bağlanmış olan tRNA daki amino asit ile A<br />
bölgesine yeni bağlanan aminoaçil tRNA arasında peptid bağ meydana<br />
gelir ve A bölgesindeki peptidil tRNA P bölgesine transloke olur, mRNA<br />
bir kodon kayar, A bölgesi yeni gelecek tRNA için boşaltılır. Bu sırada 1<br />
molekül GTP harcanır. Aynı işlem her tRNA için tekrarlanır.<br />
38
4- SONLANMA (TERMINATION)<br />
Polipeptid zincirin uzama evresi, mRNA da belirlenen sıraya göre devam<br />
eder. UAA,UGA veya UAG dur kodonlarından birine gelindiği zaman<br />
özel sonlanma faktörleri olan RF1, RF 2 ve S faktörlerinin salınmasıyla<br />
sentezi tamamlanan protein kendisini taşıyan tRNA molekülünden ve<br />
ribozomdan ayrılır.<br />
Sentezi tamamlanan polipeptid daha sonra üç boyutlu yapısını kazanarak<br />
fonksiyonel protein işlevini yerine getirir.<br />
39
4. 9 PROTEİN SENTEZİNİN DÜZENLENMESİ<br />
Canlılar sahip oldukları enerjiyi mümkün olan en ekonomik biçimde<br />
kullanma eğilimindedirler, bu nedenle de protein sentezinin kontrolü<br />
oldukça hassas ve aynı zamanda karmaşık bir biçimde gerçekleşir.<br />
Yüksek yapılı organizmalarda, örneğin insanda her hücre yaklaşık<br />
100000 kadar gen içerdiği halde bunların hepsi aynı zamanda fonksiyonel<br />
olarak işlev görmemekte, ancak gerekli olduğu dönemlerde genlerden<br />
sadece bir kısmı çalışmaktadır.<br />
Herhangi bir genin aktif olarak çalışabilmesi için üç önemli basamağın<br />
gerçekleşmesi gerekir;<br />
a- Kromatin yapısının açılması<br />
b- Ortamda transkripsiyon faktörlerinin bulunması<br />
c- Transkripsiyon faktörlerinin kromatin ağının açılmasıyla ortaya çıkan<br />
özgül DNA kesimlerine bağlanması ve başlama kompleksinin<br />
oluşması.<br />
Genin regülasyonunu sağlayan transkripsiyon faktörleri protein yapısında<br />
elemanlardır. Bugüne kadar çeşitli organizmalarda yüzlerce gen<br />
düzenleyici protein tanımlanmıştır.<br />
Genler, fonksiyonel ve yapısal olmak üzere iki tiptir.<br />
FONKSİYONEL GENLER;<br />
a- Regülatör (R-Düzenleyici) Genler: Baskılayıcı maddeleri<br />
sentezleyen genlerdir.<br />
b- Promotor (P- İlerletici) Genler: RNA polimeraz enziminin<br />
bağlandığı genlerdir. Enzimin bağlanmasından sonra DNA çift<br />
heliksi açılır ve RNA sentezlenmeye başlar.<br />
c- Operatör (O) Genler: Yapısal genlerin sentez aktivitesini kontrol<br />
ederler.<br />
YAPISAL GENLER, herhangi bir proteine gereksinim duyulduğu<br />
zaman ilgili DNA molekülünü sentezleyen genlerdir.<br />
Promotor ve operator genler ile yapısal genlerin oluşturdukları birime<br />
OPERON adı verilir.<br />
40
Tek bir çembersel DNA ya sahip olan E.coli adlı bakteri, genetik<br />
çalışmaların yapılabilmesi için uygun bir modeldir ve genlerin işleyişi ile<br />
elde edilen bulguların çoğu da bu organizmalardan elde edilmiştir.<br />
Örneğin E.coli'nin gelişimi için gerekli olan triptofan amino asidi<br />
ortamda var ise organizma bu maddeyi sentezleyemez eğer yok ise,<br />
genler aktive olur ve aminoasidin sentezi yapılır. Sentez şöyle<br />
gerçekleşir; E.coli'de triptofan aminoasidinin sentezini sağlayan 5<br />
enzimin genleri kromozomda yan yana dizilmişlerdir ve tek bir promotor<br />
bölgeden transkribe edilirler. Promotor genlerin ortasında triptofan<br />
reseptörünün bağlandığı operator genler bulunur. Hücredeki triptofan<br />
düzeyi düştüğü zaman RNA Polimeraz enzimi promotora bağlanır ve<br />
triptofan operonunun 5 genini çalıştırır. Triptofan konsantrasyonu<br />
yükseldiği zaman triptofan reseptörü aktive olarak operatore bağlanır ve<br />
RNA Polimerazm promotora bağlanmasını engeller.<br />
Ökaryotlarda RNA Polimeraz 1, 2, 3 olmak üzere üç tiptir ve bunların<br />
çalışması farklı regülatör bölgeler ve transkripsiyon faktörleri (TF)<br />
tarafından kontrol edilir. Enzimin, sentez başlama bölgesinin hemen<br />
üzerinde bulunan TATA adlı DNA dizisine ve transkripsiyon<br />
faktörlerinin belli bir sıra ile promotor bölgeye bağlanmaları ile<br />
transkripsiyonun başlaması kontrol edilir.<br />
Prokaryotlarda bir genin regülasyonu 1 veya 2 gen düzenleyici protein<br />
tarafından yapılırken, ökaryotlarda gen regülasyonu çok daha kompleks<br />
olmaktadır.<br />
41
BOLUM 5<br />
5.1 GİRİŞ<br />
Metabolik Yollar<br />
HÜCRENİN ENERJİ METABOLİZMASI<br />
Canlılar çeşitli yollarla aldıkları besinleri kullanarak enerji elde ederler.<br />
Katabolizmada ; polisakkarit, lipit ve proteinlerin birbirini izleyen<br />
reaksiyonlar ile 3 evrede parçalandıkları görülmektedir (Şekil 5.1).<br />
I. Evrede büyük moleküller kendilerini oluşturan başlıca yapıtaşlarına<br />
parçalanırlar. Şöyle ki; polisakkaritler heksoz ve pentozlara, lipitler yağ<br />
asidi ve gliserole, proteinler de aminoasitlere ayrışırlar.<br />
II. Evrede, ilk evrede farklı bileşiklerden elde edilen ürünler toplanarak<br />
basit arabileşiklere dönüşür. Örneğin heksoz ve pentoz 3 karbonlu<br />
arabileşik olan piruvata ve asetil-Ko A ya dönüşür. Benzer olarak çeşitli<br />
yağ asitleri de asetil-Ko A ya dönüşürler.<br />
m. Evrede ise asetil Ko-A, ortak katabolik yol ile CO2 ve H2O ya okside<br />
olur.<br />
Anabolizma yani küçük yapıtaşlanndan canlı için gerekli olan yeni<br />
maddelerin sentezi (Biyosentez) de 3 evrede gerçekleşir, ancak metabolik<br />
olaylar III. Evreden başlayarak tersine cereyan eder ve bu kez eneıji<br />
kullanılır.<br />
-43 -
PROTEİN POLISAKKARIT LİPİT<br />
Aminoasit<br />
NH2<br />
i<br />
Heksoz-Pentoz<br />
PIRUVAT<br />
Yağ asidi-Gliserol<br />
SETIL KO-A'<br />
Krebs siklusu<br />
i<br />
,ETS (Elektron transport sistemi)<br />
i<br />
H20<br />
Şekil 5.1 Katabolizmanın 3 evresi<br />
5.2 OKSİJENLİ SOLUNUM<br />
EVRE I<br />
EVRE II<br />
EVRE m<br />
CO2 ATP+ISI= ENERJİ<br />
H20<br />
Canlılarda bulunan yağ, protein ve karbohidrat gibi besin maddelerinin<br />
hücrelerin yapılarını oluşturmalarının yanısıra organizmaya eneıji<br />
sağlamak üzere parçalandıklarını görmüştük. Açığa çıkan enerjinin bir<br />
kısmı ile ATP sentezlenir, geriye kalan kısım ise ısı enerjisine dönüşür.<br />
Besin maddelerinin oksijen kullanılarak yıkılmalarına aerobik<br />
(Oksijenli) solunum, oksijen kullanılmadan parçalanmalarına ise<br />
anaerobik (Oksijensiz) solunum adı verilir.<br />
Enerji elde etmek üzere en fazla kullanılan karbohidrat, 6 karbonlu<br />
monosakkarit olan glukozdur. İnsanlarda glikojen formunda karaciğerde<br />
depo edilir ve enerji gerektiği zaman önce glukoza dönüşür ve daha<br />
sonra yıkılır.<br />
-44-
Glukozun oksidasyonu aşağıdaki aşamalardan geçerek gerçekleşir.<br />
Glikoliz; Hücre sitoplazmasında meydana gelir. Glukoz, birtakım ara<br />
basamaklardan geçerek pirüvik asit molekülüne parçalanır sonuçta net 2<br />
ATP elde edilir.<br />
Krebs evresi; Mitokondrinin matriks bölümünde meydana gelir. Bir<br />
önceki evrede meydana gelmiş olan pirüvik asitten oluşan asetil Ko-A<br />
sitrata dönüşür ve Krebs döngüsü başlar. Döngüde, birçok reaksiyon ve<br />
meydana gelen ara bileşikler sonucunda toplam 24 Hidrojen elde edilir.<br />
Elektron transport sistemi (ETS) ; Mitokondrinin iç zarında NAD,<br />
FAD, CoQ, Sitokrom b, sitokrom c, sitokrom a ve sitokrom a3 den<br />
oluşan elektron taşıma sistemi enzimleri yer almaktadır. Krebs<br />
döngüsünden elde edilen 24 Hidrojene ait elektronlar bu sistemden<br />
oksijene iletilirken, H2O nun yanısıra her bir elektron çifti için 3 er tane<br />
olmak üzere toplam 12X3 =36 ATP sentez edilmiş olur. Sonuç olarak,<br />
glikoliz evresinde elde edilen 2 ATP ile birlikte, Oksijenli solunumda 1<br />
mol glukozdan net 38 ATP elde edilir.<br />
Karbohidratların dışında; yağlar, yağ asidi ve gliserole, proteinler de<br />
aminoasitlere parçalandıktan sonra glikoliz ve Krebs döngüsünün çeşitli<br />
aşamalarında reaksiyona katılarak enerji verirler.<br />
ANAEROBİK SOLUNUM<br />
Oksijenin bulunmadığı ortamlarda meydana gelen ve daha az enerji elde<br />
edilen solunum şeklidir. İnsan ve hayvan hücrelerinde egzersiz sırasında<br />
acil enerji gerektiren durumlarda anaerobik solunum meydana gelir ve<br />
son ürün olarak kaslarda laktik asit birikimi olur. Mikroorganizmalar gibi<br />
basit canlılar da besin maddelerini oksijen kullanmadan parçalayarak<br />
fermentasyonu (mayalanma) gerçekleştirirler. Bu sayede kendileri için<br />
gerekli enerjiyi sağlamalarının yanısıra alkol, sirke, turşu vs. gibi<br />
maddelerin oluşumunu da sağlarlar. Aerobik ve anaerobik solunumda<br />
glukozun piruvata kadar yıkımı olan glikoliz evresi ortaktır. Anaerobik<br />
solunum meydana geliyor ise oluşan piruvat tan hayvan hücrelerinde<br />
laktat, mikroorganizmalarda ise etanol oluşurken elde edilen net enerji<br />
2 ATP dır.<br />
-45-
BOLUM 6<br />
6.1 GİRİŞ<br />
CANLILARIN OLUŞUMU VE HAYATIN DEVAMI<br />
Yerkürenin yaşının 5-7 milyar yıl olduğu tahmin edilir. Canlılığın<br />
başlangıcının ise 2-2.5 milyar yıl önce olduğu, aradaki zaman diliminde<br />
kimyasal evrimin yaşandığı kabul edilmektedir. Kimyasal evrimi<br />
biyolojik evrim izlemiş ve günümüzde prokaryot adını verdiğimiz basit<br />
canlılardan gelişen ökaryotik canlılar ortaya çıkmıştır.<br />
Canlıların en önemli özelliklerinden biri olgunlaşma evresini<br />
tamamladıktan sonra kendilerine benzeyen yeni bireyleri dünyaya<br />
getirmek yani üremektir. Yeni bireyler meydana gelirken, anneden gelen<br />
ovum ile babadan gelen sperm bir araya gelerek zigotu oluşturur.<br />
Böylece her iki ebeveynin kalıtsal materyali birleşmiş olur ancak bu<br />
sırada sadece anneye ya da babaya benzeyen yavruların değil, genetik<br />
varyasyon (değişiklik) gösteren yeni kombinasyonların ortaya çıkması<br />
sağlanır.<br />
6.2 HÜCRE BÖLÜNMESİ<br />
2 tip hücre bölünmesi vardır.<br />
1-Mitoz bölünme<br />
2-Mayoz bölünme<br />
MİTOZ<br />
Zigot oluştuktan sonra başlayan hücre bölünmesidir. Canlılar büyümeleri<br />
için hücre sayılarını arttırmak zorundadırlar, o nedenle tüm vücut (soma)<br />
hücrelerinde mitoz görülür. Bazı hücrelerde bölünme, organizma belli bir<br />
büyüklüğe ulaşıncaya kadar sürerken, örneğin kan dokusunda olduğu gibi<br />
kimi hücrelerde de yaşam boyunca devam eder. Hücredeki bölünme<br />
olayları DNA'nm replikasyonu ve böylece iki katına çıkan<br />
-47-
genetik materyalin eşit miktarlarda yavru hücrelere bölünmesi ile<br />
gerçekleşir. Bu olguların tümü hücre siklusunu (döngü) meydana getirir.<br />
Bir başka ifade ile hücre döngüsü, iki mitoz bölünme arasındaki<br />
dönemdir.<br />
MİTOZ<br />
G2<br />
Şekil 6.1 Hücre döngüsü<br />
Hücre siklusu birbirini izleyen 3 evreyi içerir (Şekil 6.1).<br />
1. G 1 (G=Gap, aralık) EVRESİ: Post mitotik evre olarak da bilinir.<br />
Mitoz geçiren hücrelerde RNA ve protein sentezinin yapıldığı<br />
evredir. Henüz DNA sentezi yoktur. Bu dönemde kendilerini DNA<br />
sentezine hazır görmeyen hücreler Go adı verilen dinlenme<br />
dönemine girerler ve bu şekilde proliferasyona girmeden günler,<br />
haftalar hatta yıllar boyunca bekleyebilirler.<br />
2. S (Sentez) EVRESİ: Bu evrede DNA sentezi yapılır. Hücre DNA sı<br />
iki katma çıkar, RNA ve protein sentezi devam eder.<br />
3. G 2 EVRESİ: DNA sentezinin bitmesi ile mitozun başlaması<br />
arasında kalan evredir. RNA ve protein sentezi diğer evrelerdeki<br />
düzeyde sürer.<br />
Mitoz bölünmede birbirini izleyen 4 evre görülür.<br />
1. PROF AZ: Kromatin iplikleri kısalıp kalınlaşarak, belirginleşir ve<br />
mikroskopta rahatlıkla gözlenebilen kromozomlar meydana gelir.<br />
Kromozomlar kendilerini eşleyerek herbiri KROMATİD adını alan<br />
bir çift oluştururlar. Sentrioller de kendilerini eşleyerek 2 çift haline<br />
geçerler ve çiftler birbirlerinden ayrılarak hücrenin kutuplarına doğru<br />
hareket ederler. Bu sırada plazmada aster iplikleri (iğ iplikçikleri)<br />
adı verilen protein iplikler oluşur. Nukleus zarı ve nukleolus profaz<br />
sonunda tamamen kaybolur.<br />
-48-
2. METAFAZ: İkişer kromatidler halinde bulunan kromozomlar<br />
sentromerlerinden tutulu halde, iki kutup arasındaki ekvatoriyel<br />
düzleme sıralanırlar. Kromozomların net olarak görülmesi açısından<br />
dokulardan kromozom elde etmek için en uygun ortam metafaz<br />
evresidir.<br />
3. ANAFAZ: Sentromerleri (kinetokor) ile iğ iplikçiklerine tutunmuş<br />
olan kromozomlar sentromer önde, kromozom kolları arkada olmak<br />
üzere kutuplara doğru çekilirler. Kardeş kromozomlar kutuplara<br />
ulaştığı anda anafaz biter.<br />
4. TELOFAZ: Kardeş kromozomların kutuplara ulaşması ile telofaz<br />
başlar. Kromozomlar tekrar uzar, incelir ve kromatin iplikleri haline<br />
dönüşür. Endoplazmik retikulum tarafından nukleus zarı, akrosentrik<br />
kromozomlar tarafından da nukleolus yeniden oluşturulur, iğ<br />
iplikçikleri kaybolur. Böylece Karyokinez adı verilen nukleus<br />
bölünmesi tamamlanmış olur. Daha sonra ekvatoriyel düzlemde bir<br />
boğumlanma meydana gelir ve sitoplazma da bölünmesini tamamlar<br />
(Sitokinez) ve mitoz sona erer.<br />
Mitoz bölünme sonucunda tek bir hücreden birbirine eşit miktarda<br />
genetik yapıya sahip olan 2 yeni yavru hücre meydana gelir.<br />
MA YOZ BÖLÜNME<br />
Seksüel üreme görülen canlılarda eşey hücreleri (gametler) mayoz<br />
bölünme ile meydana gelir. Erkeklerdeki eşey hücrelerine spermium,<br />
dişilerde ise ovum adı verilir. Mayoz bölünmenin en önemli özelliği<br />
hücrelerdeki kromozom sayısının bölünme sonunda yarıya inmesidir, bu<br />
nedenle indirgenme bölünmesi olarak ta bilinir. Şöyle ki, insan vücut<br />
hücrelerinde 46, cinsiyet hücrelerinde ise 23 kromozom bulunur. Eğer<br />
mitoz bölünme gerçekleşmese idi, erkek ve dişi gametlerin birleşmesi<br />
sonucu meydana gelen zigotta normal bireylerde bulunması gerekenin iki<br />
katı kadar kromozom bulunacaktı. Bu bölünmede mitozdan farklı olarak<br />
ard arda iki farklı hücre bölünmesi meydana gelir.<br />
Mitoz ve mayoz bölünme arasındaki bir başka farklılık, mayoz<br />
bölünmenin 1. Profazmda anne ve babadan gelen homolog<br />
kromozomların karşılıklı gelerek gen alışverişinde bulunmalarıdır,<br />
(krosing över). Böylece yeni meydana gelen bireylerin ebeveynlerden<br />
birisine aynen benzemesi yerine, her ikisinden de ayrı ayrı alacağı<br />
-49-
genlerle farklı bir görünüme sahip olmaları sağlanmaktadır. Mitoz<br />
bölünme sonucunda ise kromozomların sayısı gibi yapısı da değişmeden<br />
kalır.<br />
Mitoz bölünme sonrasında iki yeni hücre, mayoz sonrasında ise dört yeni<br />
hücre oluşur.<br />
Mayoz bölünme aslında birbirini izleyen 2 ayrı bölünmedir.<br />
1-MAYOZ bölünmede;<br />
PROF AZ 1 'in başında kromatin iplikleri kendilerini eşlerler ve kısalıp<br />
kalınlaşmaya başlarlar. Mitoz bölünmeden yine farklı olarak Profaz<br />
1 evresi oldukça uzundur ve 5 alt evreye ayrılır;<br />
a- Leptoten: Kromozomlar ince uzun iplikçikler halinde belirginleşmeye<br />
başlar. Kromomer adı verilen kalınlaşmış bölgeler, her kromozom<br />
için karekteristiktir. Bir önceki S (Sentez) fazında kromozomlar<br />
replike olmalarına karşın, kardeş kromatidler gözlenmez.<br />
b- Zigoten: Anne ve babadan gelen homolog kromozomlar yan yana<br />
gelerek eşleşirler ve belli noktalarda birleşerek sinapsis oluştururlar.<br />
c- Pakiten: îyice kısalıp kalınlaşan ve eşleşmelerini tamamlayan<br />
kromozomlar 4 kromatidden oluştukları için tetrad adını alırlar. Bu<br />
evrede homolog olmayan kromatidler arasındaki gen alışverişi olarak<br />
tanımlanan krossing-over olayı gerçekleşir.<br />
d- Diploten: Bivalent haldeki kromozomlar birbirlerinden ayrılmaya<br />
başlarlar ancak kromatidler kiazma adı verilen birkaç noktada hala<br />
birbirlerine tutunmaya devam ederler ki bu noktaların krossing-over<br />
bölgelerini oluşturduğu düşünülmektedir.<br />
e- Diakinez: Homolog kromozomlar birbirlerinden tamamen ayrılırlar,<br />
en kısa ve kalın hallerine gelirler. Nukleolus parçalanır, nukleus zarı<br />
erimeye başlar ve 1. Profaz sona erer.<br />
MET AF AZ 1: Nukleus zarının tamamen kaybolması ile 1. Metafaz<br />
başlar. Sentriol çiftleri kutuplara çekilerek iğ (aster) ipliklerini<br />
oluştururlar. İkişer kromatidli homolog kromozomlar sentromerlerinden<br />
ekvatoriyel düzleme sıralanırlar.<br />
-50-
ANAFAZ 1: Her bivalentteki homolog kromozomlar sentromerleri önde<br />
olmak üzere kutuplara doğru çekilirler.<br />
TELOFAZ 1: Haploid (n) sayıda kromozom içeren kalıtsal materyel<br />
kutuplarda toplanır, sitokinezin de gerçekleşmesi ile l.Mayoz<br />
tamamlanmış olur ve 2 yavru hücre meydana gelir.<br />
Daha sonra interkinez adı verilen interfaz evresi başlar. Mitozdaki<br />
interfazdan farklı olarak bu dönemde DNA sentezi yoktur.<br />
2. MA YOZ bölünme prensip olarak mitoz bölünme gibidir.<br />
PROFAZ 2: İğ iplikleri tekrar oluşur, nukleus zarı oluşmuş ise<br />
parçalanmaya başlar.<br />
METAFAZ 2 : Kardeş kromatidler ekvatoriyel düzlemde sıralanırlar.<br />
ANAFAZ 2: Kardeş kromatidler birbirlerinden ayrılarak sentromerleri<br />
önde olmak üzere kutuplara çekilirler.<br />
TELOFAZ 2: Haploid (n) sayıdaki kromozomlar kutuplara ulaşınca,<br />
uzun ipliksi formlarına dönerler. Nukleus zan ve nukleolus yeniden<br />
meydana gelir.<br />
Sitokinezin de tamamlanması ile 4 yavru hücre meydana gelir (Şekil 6.2).<br />
-51 -
Anafaz 1 Metafaz 1<br />
I RekombinantK 1<br />
Rekombinant Olmayan K.<br />
Şekil 6.2 Mayoz Bölünme<br />
-52-
6.3 GAMETOGENEZİZ<br />
Erkek ve dişi gonadlarda gametlerin (eşey veya cinsiyet hücreleri)<br />
oluşmasına gametogeneziz denir.<br />
Erkek cinsiyet hücre olan sperm gelişimine SPERMATOGENEZ, dişi<br />
hücre ovumun gelişimine ise OOGENEZ adı verilmektedir.<br />
SPERMATOGENEZ; seksüel olgunlaşmanın tamamlanması ile<br />
testislerdeki seminifer tübüllerde meydana gelir. Primordial germ<br />
hücresinin çok sayıda mitoz geçirmelerini takiben farklı gelişim<br />
evrelerindeki SPERMATOGONİUM adı verilen diploid (2n) kromozom<br />
sayısına sahip hücreler seminifer tübüllere dizilirler ve gelişim<br />
süreçlerinin son evresinde de PRİMER SPERMATOSİT haline geçerler.<br />
Bu hücreler daha sonra 1. Mayoza girerek haploid (n) sayıda kromozom<br />
içeren SEKONDER SPERMATOSİTLERÎ oluştururlar.<br />
Sekonder spermatositler hızla 2. Mayoza girerler ve SPERMATÎDLERİ<br />
meydana getirirler. Bundan sonraki aşama spermatidlerin<br />
olgunlaşmasıdır. Bölünme sonunda tek bir primordial hücreden 4 tane<br />
olgun sperm meydana gelmiş olur.<br />
Spermatogonium => Primer spermatosit => Sekonder spermatosit =><br />
Spermatit =» S PERM ATOZO A<br />
OOGENEZ: Spermatogenezden oldukça farklı olarak oogenez doğumda<br />
büyük ölçüde tamamlanmış durumdadır. Şöyle ki; över korteksinde<br />
primordial germ hücresinden yaklaşık 30 mitoz geçirerek gelişen<br />
oogonium, prenatal gelişmenin 3. ayında PRİMER OOSİTLERİ<br />
oluşturmaya başlar. Yeni doğanda 2.5 milyon oosit var iken zamanla<br />
bunların çoğu dejenere olur ve sadece 400 kadarı olgunlaşır. Doğumda<br />
primer oositler profaz l'in diktiyoten evresine ulaşmış durumdadır ve bu<br />
şekilde yıllarca kalır. Kadın seksüel olgunluğa ulaştığı zaman her folikül<br />
olgunlaşarak ovulasyon meydana gelir ve oositler hızla 1. Mayozu<br />
tamamlarlar. İçlerinden en fazla sitoplazma, dolayısıyla organel içeren bir<br />
tanesi sekonder oosit haline geçer, diğerleri ise 1. Polar cisimciği<br />
meydana getirirler. Daha sonra hemen 2. Mayoz başlar ve ovulasyon<br />
sırasında metafaza geçer. Bundan sonraki aşamalar fertilizasyon<br />
-53-
gerçekleşir ise devam eder, döllenme olmaz ise ovum 48 saat içerisinde<br />
ölür.<br />
Oogonium Primer oosit Sekonder oosit ve Kutup cisimcikleri<br />
=> Ootid => OVUM<br />
Görüldüğü üzere överdeki tek bir primordial germ hücresinden sadece<br />
bir tane olgun ovum meydana gelmektedir.<br />
-54-
BOLUM 7<br />
7.1 GİRİŞ<br />
ÖKARYOTİK DNA'NIN ORGANİZASYONU<br />
GEN VE KROMOZOM<br />
Polipeptid veya fonksiyonel RNA molekülü gibi bir ürünün<br />
sentezlenmesinden sorumlu olan kromozomal DNA dizisine GEN adı<br />
verilir.<br />
înterfaz evresinde nukleusta bulunan genetik materyale KROMATİN<br />
denildiğini biliyoruz. Yapısı incelendiğinde kromatinin; DNA dışında<br />
çok az miktarda RNA ve proteinden oluştuğu görülmüştür.<br />
Bu proteinler 2 tiptir;<br />
1. Histon (Bazik) (H1 ,H2a,H2b,H3,H4)<br />
2. Histon olmayan asidik proteinler<br />
H1 dışındaki histonlardan 2 şer tanesinin (oktomer) üzerine yaklaşık iki<br />
kez DNA'nın sarılması ile nükleozom adı verilen boncuk veya disk<br />
benzeri yapılar meydana gelir. Nükleozomlar birbirine bağlaç (linker)<br />
DNA ile bağlanırlar, H1 histonu bu aşamada bağlanarak nükleozomların<br />
paketlenmesini sağlar. Kromatinin temel yapısal elementi olan<br />
nükleozomlar daha sonra oldukça yoğun şekilde kıvrılarak bobin<br />
benzeri bir solenoid model oluştururlar. Solenoidin her dönüşü 6<br />
nükleozom içerir. Sonraki aşamada solenoidler 10 ila 100 kilobazlık<br />
aralıklarla histon olmayan proteinlere (skafold) bağlanırlar ve loop<br />
(domain) ya da ilmekler oluşturarak kromozomu meydana getirirler.<br />
Görüldüğü üzere canlı hücrelerde bulunan kromozomlar aslında<br />
mikroskoptaki preparatlarda veya fotoğraflarda görüldüğü gibi sabit<br />
olmayıp, akıcı ve dinamik yapılardır.<br />
-55-
7.2 KROMOZOMLARIN MORFOLOJİK ÖZELLİKLERİ<br />
Kroma (color) ve soma (vücut) kelimelerinden oluşan kromozomlar<br />
bölünme esnasında nuklear materyelin kondanse olması ile ortaya çıkan<br />
çubuk şeklindeki yapılardır.<br />
Her türün kromozom sayısı sabittir ve cinsiyet hücreleri dışında o türün<br />
bütün hücrelerinde aynıdır. Örneğin insanda 46, Drosofılada (meyve<br />
sineği) 8, bezelyede 14 kromozom bulunur.<br />
İnsanlardaki 46 kromozomun 44 tanesi vücut hücrelerine ait olup otozom<br />
adını alır, diğer iki tanesi ise cinsiyet hücrelerine ait kromozomlardır ve<br />
cinsiyet veya da seks kromozomları olarak adlandırılırlar. Kadınlarda<br />
cinsiyet kromozomları XX, erkeklerde ise XY dir. Bu kromozomlar<br />
üzerinde cinsiyeti belirleyen genler bulunmaktadır. Mitozun metafaz veya<br />
prometafaz (ya da geç profaz) evreleri kromozomların mikroskop altında<br />
incelenebildikleri en uygun dönemlerdir. Metafaz plağı adı verilen ve<br />
bir hücredeki tüm kromozomları içeren bu gruptaki kromozomlann<br />
sayıları ve morfolojik özellikleri saptanabilmektedir.<br />
Şekil 7.1 de görüldüğü üzere bir kromozomun yapısı incelendiğinde<br />
aşağıdaki kısımlar görülür;<br />
> Telomer<br />
><br />
> Kısa Kol (p)<br />
-> Kromatid<br />
^ Sentromer<br />
• Uzun Kol (q)<br />
-•Telamer<br />
KROMATİD: Kromozomu oluşturan ve sentromerde birleşen iki yavru<br />
daldan herbiridir.<br />
-56-
SATELLİT: İnsan akrosentrik kromozomları olan 13,14,15,21 ve 22<br />
No'lu kromozomların kısa kollarına ince saplarla bağlanan nüklear<br />
materyeldir.<br />
SEKONDER BOĞUM (Darlık): 1,3,9 ve 16 numaralı kromozomlarda<br />
görülen ikinci bir darlıktır, açık boyanır.<br />
HETEROKROMATİN: İnterfaz sırasında çözülmeden kalan, daha<br />
koyu boyanan ve inaktif genleri içeren kesimdir.<br />
ÖKROMATİN: İnterfaz sırasında çözülen, açık boyanan ve aktif<br />
genlerin bulunduğu genetik materyaldir.<br />
SENTROMER (Primer büzüntü, darlık): Kromozomların bölünme<br />
sırasında iğ iplikçiklerine tutundukları ve kromatidlerin birleştiği<br />
kısımdır. Sentromer aynı zamanda kromozomu kısa kol (p) ve uzun kol<br />
olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.<br />
Sentromerin lokalizasyonu ve p,q kollarının uzunluklarına göre<br />
kromozomlar 4 gruptur;<br />
1. Metasentrik: Sentromer ortadadır, kısa ve uzun kollar eşit<br />
uzunluktadır.<br />
2. Submetsentrik: Sentromer merkezden uzaktır ve iki kolu birbirine<br />
eşit değildir.<br />
3. Akrosentrik: Sentromeri kromozomun bir ucuna çok yakın olan<br />
kromozomlardır.<br />
4. Telosentrik: Sentromer tek uçtadır ve tek kromozom kolu vardır.<br />
İnsanlarda bu tip kromozomlar bulunmaz.<br />
TELOMER: Kromozomların uç kısımları olup, sık tekrarlayan<br />
karekteristik DNA dizilerini içerirler.<br />
7.3 KROMOZOMLARIN SINIFLANDIRILMASI<br />
1956 yılında Tijo ve Levan adlı araştırıcılar tarafından insanlarda 46<br />
kromozomun olduğu gösterilmiştir. Bir süre sonra kromozomların<br />
rahatlıkla incelenebilmesi için gruplandırma gereksinimi ortaya çıkmış<br />
ve bu amaçla; kromozomların boyları, sentromer pozisyonları, sekonder<br />
darlığın bulunup bulunmaması, bant ve otoradyografık özellikleri dikkate<br />
alınarak geliştirilen bir sınıflandırma sistemi uygulamaya konmuştur.<br />
-57-
Bu sisteme göre insan kromozomları; A,B,C,D,E,F,G ve cinsiyet<br />
kromozomları olarak gruplandırılırlar.<br />
A grubu: 1,2,3 No'lu boyları en büyük olan grubu oluşturur. 1 ve 3 No'lu<br />
kromozomlar metasentrik, 2 No'lu kromozom ise submetasentriktir.<br />
B grubu: 4 ve 5 No'lu kromozomları içerir. Her ikisi de<br />
submetasentriktir.<br />
C grubu: 6-12 No'lu kromozomları içerir, oldukça heterojen bir gruptur<br />
ancak bantlama yapılarak ayırd edilebilirler. Hepsi submetasentriktir.<br />
D grubu: 13-15 No'lu büyük akrosentrik kromozomları içerir.<br />
E grubu: 16-18 No'lu submetasentrik kromozomlardır. 16 No'lu<br />
kromozom metasentriğe daha yakın görünür.<br />
F grubu: 19 ve 20 numaralı metasentrik kromozomlardır.<br />
G grubu : 21 ve 22 numaralı küçük akrosentrik kromozomlardır.<br />
X kromozomu: C grubu kromozomlardan 6 numaralı kromozoma benzer,<br />
bantlama yapılarak ayrılır.<br />
Y kromozomu: Büyüklük olarak G grubu kromozomlara benzer ancak<br />
satellitleri yoktur, uzun kolları birbirine paraleldir ve daha koyu boyanır.<br />
7.4 KROMOZOM ELDE ETME VE İNCELEME<br />
YÖNTEMLERİ<br />
Periferik kan lenfositleri başta olmak üzere kemik iliği, deri<br />
fıbroblastları, amniyon sıvısı, koryon villus hücreleri ve kanser<br />
dokusundan kromozom elde etmek mümkündür.<br />
En sık olarak kullanılan periferik kan kültürü; aşağıdaki basamaklarda<br />
anlatıldığı şekilde uygulanır.<br />
İlk aşamada steril olarak ve pıhtılaşmayı önlemek üzere heparin<br />
kullanılarak alınan kan, önceden hazırlanmış olan kültür (vasat)<br />
ortamına ekilir. Kültürde; M 199, RPMI 1640, Mc Coy's, Ham's F10,<br />
MEM (Minimal essential medium) gibi besiyerlerinden herhangi birisi<br />
tercih edilerek kullanılır.<br />
Kültür ortamında ayrıca kontaminasyonu (mikrobik bulaşma) önlemek<br />
amacıyla antibiyotik, mitozu uyaran fîtohemaglutinin ve L-glutamin<br />
bulunur.<br />
-58-
Genel olarak 5 ml'lik kültür ortamına 0.4 ml erişkin kanı eklenir ve<br />
37 C° lik etüvde 72 saat inkübe edilir. Kültür süresinin son ikinci<br />
saatinde (70. saat) mitozu özellikle metafaz evresinde durduran kolşisin<br />
adlı madde eklenir. Süre sonunda kültür içeriği santrifüj edilerek üstte<br />
kalan supernatan kısmı atılır. Dipte çökelmiş olan hücrelerin üzerine<br />
hipotonik bir solüsyon (KC1- Potasyum klorür) koyularak hücrelerin<br />
patlatılması ve kromozomların açığa çıkarılması sağlanır. Daha sonra 3:1<br />
oranında hazırlanan metanol, asetik asit karışımı (fîksatif) kullanılarak<br />
kromozomlar fıkse edilir ve lam üzerine yayılarak kurutulur ve preparat<br />
haline getirilir.<br />
1972 yılına kadar kromozomlar sadece boyanarak incelenirken,<br />
günümüzde kromozomların tek tek tanımlanabilmesi ve yapılarının<br />
detaylı olarak incelenebilmesi için bantlama yöntemleri geliştirilmiştir.<br />
Bantlama yöntemlerinden en yaygın olarak kullanılan G (Giemsa)<br />
bandıdır. Diğer bantlardan bazıları R bandı,C bandı,Q bandı ve NOR<br />
(Nüklear organizer region) dur. G bandı uygulanarak elde edilen karyotip<br />
örneği Şekil 7.2 de görülmektedir.<br />
Son yıllarda kromozomların incelenmesinde kullanılan FISH (Floresans in<br />
situ hibridizasyon), PCR ve Flow sitometri yöntemleri de oldukça<br />
güvenilir sonuçlar vermektedir.<br />
-59-
»<br />
11 il n n<br />
41 tt W<br />
i İ<br />
11<br />
U-<br />
* W<br />
ir H-<br />
*t «I<br />
Tİ n c<br />
Şekil 7.2 Normal insan karyotipi<br />
«w-»<br />
-60-<br />
k ••»•ı<br />
/«fa<br />
*r<br />
*<br />
3<br />
IV<br />
t<br />
İ f<br />
ut.**<br />
/<br />
I %<br />
i
BOLUM 8<br />
8.1 GİRİŞ<br />
MENDEL İLKELERİ<br />
Kalıtsal özelliklerin sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığı ilk kez Gregor<br />
Mendel tarafından 1866 yılında ortaya konmuştur. Mendel, bezelye<br />
(Pisum sativum) bitkisi üzerinde 7 ayrı özelliği ele alarak yaptığı<br />
gözlemlerini matematiksel yöntemlerle açıklamış ve Genetik biliminin<br />
temellerini atmıştır. Mendel'in o dönemde kalıtsal birim olarak ifade<br />
ettiği kavram, bugün GEN olarak tanımlanmaktadır.<br />
Mendel'in ilkelerini daha iyi anlayabilmek için bazı kavramların<br />
açıklanmasında yarar vardır.<br />
Canlıların çeşitli özelliklerini kontrol eden genler çiftler halinde<br />
bulunmakta olup, aynı genin alternatif formlarına ALEL adı verilir.<br />
Bir özelliği belirleyen aleller homolog kromozomlar üzerinde LOKUS<br />
olarak tanımlanan karşılıklı bölgelerde bulunurlar. Farklı özellikleri<br />
etkileyen genler birbirinin aleli değildir.<br />
Bir organizmanın kalıtsal bilgisini kapsayan tüm genlerine GENOTİP<br />
denir.<br />
Bir bireyin genetik yapısı olan genotip ve çevre ile tayin edilen<br />
gözlenebilir fizyolojik, morfolojik ve biyokimyasal özellikleri ise o<br />
bireyin FENOTİP' ini oluşturur.<br />
Homolog kromozomların belli bir lokusunda bulunan aleler identik yani<br />
birbirinin aynı ise birey bu özellik için HOMOZİGOT'tur. Örneğin AA<br />
veya aa.<br />
HETEROZİGOT: Bir çift homolog kromozom üzerinde belli bir<br />
lokusta iki farklı alel taşıyan birey veya genotiptir. Ör. Aa<br />
-61 -
OTOZOMAL: Cinsiyet kromozomları dışındaki kromozomlardır.<br />
DOMİNANT: Heterozigotlarda fenotipik olarak gözlenebilen<br />
özelliklerdir. Büyük harf ile gösterilir. Ör. A<br />
RESESİF: Homozigot veya hemizigot gözlenen (eksprese olan) gen<br />
veya özelliklerdir. Küçük harf ile gösterilir. Ör.a<br />
Örneğin ; insan vücudunda pigment bulunmaması albinizm adı verilen<br />
otozomal resesif bir hastalıktır ve aa olarak ifade edilir.<br />
A: Dominant normal alel<br />
a: resesif mutant (albino) alel<br />
GENOTIP FENOTIP<br />
AA Homozigot dominant<br />
Aa Heterozigot<br />
aa Homozigot resesif<br />
Normal(Pigment var)<br />
Normal pigmentli (taşıyıcı)<br />
Albino (Pigment yok)<br />
HEMİZİGOT: İki yerine sadece bir kromozom veya kromozom<br />
segmenti bulunan bireylerdir. Bu durum ya X'linked genler için söz<br />
konusudur, homolog kromozomlardan birinin delesyona uğradığı<br />
kromozomlarda ortaya çıkar.<br />
TAŞIYICI: Eğer heterozigot bir kişi fenotipik etkisi zararlı, gizlenmiş<br />
resesif bir alel ile normal dominant aleli birlikte bulunduruyor ise bu<br />
bireylere taşıyıcı denir. Mutant gen işaretlenir.<br />
Ör. Bb* (b= mutant gen)<br />
YABANIL TİP: Toplumda normal aleli taşıyan bireylerdir. (+) ile<br />
gösterilir.<br />
ÜSTÜN DOMİNANTLIK (ÖVER DOMİNANS): Bazen gen ayrıcalığı<br />
nedeniyle heterozigot her iki homozigotun fenotipik ölçülerini aşabilir,<br />
bu duruma üstün dominantlık denir.<br />
EKSİK (KISMİ) DOMİNANTLIK: Aa genotipi, fenotipik olarak aa<br />
özelliklerini gösteriyor ise bu duruma eksik veya kısmi dominantlık<br />
denir.<br />
-62-
TAM DOMİNANTLIK: Aa genotipine sahip birey kendisinden<br />
beklenen Aa genotipini gösteriyor ise o zaman dominantlık tamdır<br />
şeklinde ifade edilir.<br />
* *<br />
aa fenotipi Aa fenotipi AA fenotipi<br />
tl fi 1t<br />
Aa burada ise tam üstün<br />
eksik dominantlık dominantlık dominantlık<br />
ORTAKLAŞA DOMİNANTLIK (KODOMİNANS)<br />
Heterozigot durumda iken her iki alelin de kendini ifade etmesidir.<br />
Örneğin; X maddesi AA ve Y maddesi de aa tarafından sentezleniyor<br />
ise, heterozigot Aa hem X, hem de Y maddelerini sentezleyebilecektir.<br />
Kodominansın en iyi bilinen örneği insanlardaki MN kan grubunu<br />
oluşturan alellerdir.<br />
MULTIPL ALELLER: Aynı kromozom lokusunda bir gen lokusunda<br />
bulunan iki veya daha fazla alel grubuna çoklu veya multipl aleller denir.<br />
Örnek olarak, bir diğer kan grubu sistemi olan ABO kan gruplarını<br />
verebiliriz. Diploid canlılarda bu alellerden sadece ikisi bulunur. Nitekim<br />
insanlar A0,AA,B0,BB,00 ve AB kan gruplarından birine sahiptirler.<br />
EPİSTASİZ: Belli bir lokustaki genin bir başka lokustaki genin etkisini<br />
örtmesi veya baskı altına almasına epistazis, baskı altında kalınmaya da<br />
hipostazis denir.<br />
PENETRANS: Bir geni taşıyan ve o gene ait özelliği gösteren kişilerin<br />
sıklığıdır. Aşağıdaki formül ile gösterilir;<br />
P;<br />
n (geni eksprese edenler)<br />
n (geni taşıyanlar)<br />
Penetrans 0 ila 100 arasında değişir. Eğer bir genotipin sıklığı % 100<br />
den az ise azalmış penetrans vardır.<br />
-63-
Örneğin; herhangi bir genin penetransı % 70 ise, söz konusu geni taşıyan<br />
kişilerin ancak % 70' i bu özelliği gösteriyor demektir.<br />
NON-PENETRANS: Mutant alel kalıtılır, ancak eksprese edilmez ise<br />
penetrans göstermiyor, anlamına gelen bu ifade kullanılır.<br />
LETAL (ÖLDÜRÜCÜ) GENLER: Bazı genlerin fenotipik olarak<br />
belirmesi, prenatal veya postnatal dönemde kişinin ölümüne neden olur.<br />
Homozigot veye heterozigot durumda etkilerini gösteren bu genlere letal<br />
genler denir.<br />
EKSPRESİVİTE: Kişilerde belli bir alelin nasıl ve/veya hangi derecede<br />
ifade edildiğini gösterir.<br />
Değişken ekspresivite olabilir ancak birey o geni taşıyor ise tamamen<br />
eksprese edilememe durumu söz konusu değildir.<br />
8.2 MENDEL İLKELERİ<br />
1- AYRIŞIM İLKESİ: Mendel tarafından, yavruya anne veya babanın<br />
genlerinin yalnız bir alelinin aktarıldığı gösterilmiştir. Bugün de biliyoruz<br />
ki belli karekterleri oluşturan genler ayrıdır, birbirleriyle karışmazlar ve<br />
birbirlerini etkilemezler. Böylece hem genler, hem de genin alternatif<br />
formları olan aleller bağımsız olarak birbirlerinden ayrılarak<br />
(segregasyon) gametlere geçerler ve farklı yavru bireylere ulaşırlar. Bu<br />
kurala 1. Mendel ilkesi denir. Örneğin ; bir gen; al ve a 2 alellerinden<br />
oluşuyor ise bunlardan yalnızca biri gametler aracılığı ile yavrulara<br />
aktarılacaktır.<br />
Tek bir özellik söz konusu ise bir gen, dolayısıyla bir çift alel söz<br />
konusudur ve monohibrid (tekil melez) çaprazlama meydana gelir.<br />
Mendel, yaptığı çaprazlamalarda kırmızı ve beyaz renkli çiçek açan<br />
bezelyeleri kullanmıştır. Melezlemenin başladığı ilk kuşağa parentel<br />
kuşak (P) adı verilir. Parentel kuşakta kırmızı renkte çiçek açan<br />
homozigot dominant (KK) bezelyeler ile beyaz renkte çiçek açan<br />
homozigot resesif (kk) bezelyeler çaprazlanmıştır.<br />
KK bireyler sadece K gametlerini, kk bireyler de sadece k gametlerini<br />
vereceğinden 1. Kuşağı meydana getiren Fİ (fılial) bireylerin hepsi<br />
heterozigot, Kk genotipinde olacaktır. Beyaz çiçeklilik resesif<br />
-64-
olduğundan (k), bu bireyler genotiplerinde aleli taşıdıkları halde fenotip<br />
olarak hepsi kırmızı çiçekli görünürler.<br />
Bu bireyler kendi aralarında tekrar çaprazlanacak olursa ikinci yavru<br />
kuşak (F2) meydana gelir. Çaprazlamanın yapıldığı bireylerden bu kez<br />
hem K hem de k gametleri geleceğinden F2 kuşağında üç genotip ortaya<br />
çıkar; KK,Kk ve kk. Fenotipik olarak da 3:1 oranında kırmızı ve beyaz<br />
çiçekli bezelyeler gözlenir.<br />
Birinci kuşakta (F 1) kaybolmuş gibi gözüken (k) nin, ikinci kuşakta<br />
(F 2) tekrar gözlenmesi bu özelliğin aslında kaybolmadığını, resesif ve<br />
dominant genlerin birbirlerinden bağımsız olarak ayrılarak yeni kuşaklara<br />
geçtiğini gösterir. Eksik dominantlık, ortaklaşa dominantlık ve letal<br />
genlerin etkilerinin söz konusu olduğu durumlarda 3:1 fenotipik<br />
oranından sapmalar görülür.<br />
Şekil 8.1 de yukarıda sözü edilen monohibrid çaprazlama örneği<br />
gösterilmektedir.<br />
Parentel kuşak KK kk<br />
(Pl) Kırmızı çiçekli Beyaz çiçekli<br />
Gametler K k<br />
1. Kuşak (F 1) Kk (Hepsi kırmızı)<br />
Kk X Kk<br />
2.Kuşak (F 2) KK Kk Kk kk<br />
(Kırmızı) 3 1 (Beyaz)<br />
Şekil 8.1 Monohibrid çaprazlama<br />
-65-
2- BAĞIMSIZ AÇILIM İLKESİ (DÜZENLENME)<br />
İki karekteri oluşturan ve farklı kromozomlarda bulunan gen çiftleri<br />
yavrulara geçebilmek için önce birbirlerinden ayrılırlar ve homolog<br />
kromozomlar arasında meydana gelen kros-over sonrasında<br />
rekombinant kromozomlar haline geçerek bir sonraki kuşağa aktarılırlar.<br />
Bu kurala bağımsız düzenlenme ilkesi denir.<br />
Bağımsız düzenlenme ilkesine ilişkin çaprazlama yapılırken anne ve<br />
babanın, yani atasal kuşak bireylerin fenotiplerine bakılarak genotipleri<br />
belirlenir ve daha sonra bu bireylerin vereceği gamet tip ve sayıları<br />
saptanır. Aynı kromozom üzerinde bulunan iki farklı genin bu kurala<br />
uymayacağı burada bir kez daha hatırlanmalıdır.<br />
P UU KK X uu kk<br />
ı ;<br />
Uzun-Kırmızı X kısa-beyaz<br />
Gametler UK X uk<br />
i<br />
F 1 UuKk X UuKk<br />
Gametler<br />
UK<br />
i<br />
UK Uk uK uk<br />
UUKK<br />
UUKk<br />
UuKK<br />
UuKk<br />
UUKk<br />
UUkk<br />
UuKk<br />
Uukk<br />
UuKK<br />
UuKk<br />
uuKK<br />
uuKk<br />
UuKk<br />
Uukk<br />
uuKk<br />
uukk<br />
Şekil 8.2 İki gen çiftinin bağımsız düzenlenme ilkesine göre dağılımları.<br />
-66-
Şekil 8.2 de görüldüğü üzere ebeveynlerden gelen gametler Punnet<br />
karesi adı verilen sisteme yerleştirilerek çaprazlama yapılır ve yeni<br />
meydana gelen bireylerin genotipleri ve fenotipleri bulunur. Örneğimizde<br />
elde edilen fenotip oranları şöyle bulunmuştur;<br />
9 Uzun- Kırmızı ATASAL<br />
3 Uzun-Beyaz REKOMBİNANT<br />
3 Kısa-Kırmızı REKOMBİNANT<br />
1 Kısa-Beyaz ATASAL<br />
Yukarıda uygulandığı gibi eğer çaprazlamada iki çift gen var ise bu<br />
dihibrid çaprazlamadır. Bireyin taşıdığı özellik sayısı arttıkça<br />
verebileceği gamet sayısı da artar. Şöyle ki, bireyin taşıdığı özellik sayısı<br />
'n' ile gösterilir ise gözlenen gamet sayısı 2 " olacaktır.<br />
KONTROL ÇİFTLEŞMESİ (TEST ÇİFTLEŞMESİ)<br />
Mendel yaptığı deneylerin doğruluk derecesini ölçmek üzere kontrol<br />
çiftleşmesi adını verdiği yöntemi uygulamıştır. Test, F 1 de elde edilen<br />
bireylerin homozigot ebeveynlerle çiftleştirilmesi suretiyle yapılır.<br />
Örneğin, F 1 de, Aa heterozigot bir birey elde edildi ise test çifleşmesi<br />
şu şekilde yapılır;<br />
Aa X aa<br />
Gametler A a a<br />
Aa aa<br />
1:1<br />
-67-
Görüldüğü gibi F 1 deki heterozigot birey A ve a olmak üzere 2 tip<br />
gamet vermiştir. Çaprazlama yapılan homozigot resesif birey ise tek tip '<br />
a 'gameti verdiğinden, sonuçta 1:1 oranında bireyler elde edilmiştir.<br />
Oysa, Fİ deki birey heterozigot değil de homozigot ise; hepsi aynı<br />
fenotipe sahip bireyler ortaya çıkar.<br />
AA X aa<br />
Gametler A a<br />
Aa Tümü aynı<br />
O halde bireyin herhangi bir özellik bakımından homozigot yada<br />
heterozigot mu olduğunu anlamak için bu bireyin söz konusu özellik<br />
açısından homozigot resesif bir bireyle çaprazlanması yeterli olacaktır.<br />
Monohibrid çaprazlamada olduğu gibi di,tri ve polihibrid<br />
çaprazlamalarda da kontrol çaprazlaması kullanılır. Örneğin dihibrid bir<br />
çaprazlamada F 2 bireyi geri çaprazlandığı zaman meydana gelen<br />
bireylerin oranı 1:1:1:1 şeklinde ise bu birey heterozigottur.<br />
Mendel'in ayrışım ve bağımsız düzenlenme ilkeleri uyarınca davranış<br />
gösteren özellik ya da niteliklere Mendeliyen özellik (nitelik), bunların<br />
kalıtımına da Mendeliyen kalıtım (inheritance) adı verilir.<br />
-68-
BÖLÜM 9<br />
9.1 GİRİŞ<br />
KALITSAL HASTALIKLAR<br />
Canlılar tek hücreli zigot formlarından, yaşamlarının sonuna değin hem<br />
kalıtsal hem de çevresel faktörlerin etkileri altındadır. Hastalıkların<br />
ortaya çıkmasında bu faktörler değişik oranlarda etkin olurlar. Örneğin,<br />
brakidaktili (kısa parmaklılık) olgusunda kalıtsal, veba hastalığında<br />
çevresel, diabette ise hem kalıtsal hem de çevresel etmenler söz<br />
konusudur.<br />
Kalıtsal hastalıklar etyolojilerindeki faktörün türüne göre 3 gruba<br />
ayrılırlar.<br />
a-Kromozomal hastalıklar<br />
b-Gen düzeyindeki hastalıklar<br />
c-Multifaktoriyel hastalıklarlar<br />
9.2 A-KROMOZOMAL HASTALIKLAR<br />
Genetik materyaldeki mutasyonlar bazen kromozomun çok geniş bir<br />
bölgesini kapsayabilir. Bu düzensizlik ışık mikroskobunda<br />
gözlenebilecek kadar büyük ise kromozomal düzensizlik olarak<br />
tanımlanır.<br />
Tanımlanan gebeliklerin % 15 i erken düşüklerle (spontan abortus)<br />
sonuçlanır ve bunların % 50 sinden fazlasında kromozom bozukluğu<br />
vardır. Dolayısıyla tanımlanan gebeliklerin % 5 inde kromozom<br />
anomalisi vardır denilebilir. Yeni doğanlarda ise bu sıklık % 0.7<br />
civarındadır.<br />
Kromozomal düzensizlikler iki türlüdür,<br />
a. SAYISAL<br />
b. YAPISAL<br />
-69-
a-SAYISAL: Hücrelerdeki kromozom sayısının o türe özgü kromozom<br />
sayısından az ya da çok olmasıdır.<br />
İki şekilde görülür;<br />
i-Poliploidi: Hücrelerdeki kromozom sayısının haploid sayının tam<br />
katları kadar artmasıdır.<br />
Haploid kromozom sayısı 'n' olarak ifade edilir ve gamet hücrelerindeki<br />
sayıya eşittir. Örneğin, insan haploid kromozom sayısı 23 dür.<br />
Fertilizasyon sonucu insan hücrelerinde ulaşılan kromozom sayısına<br />
diploid denir ve 2n olarak gösterilir. İnsanlar diploid canlılar oldukları<br />
için gamet hücreleri dışındaki tüm hücreler diploiddir ve 2n = 46 olarak<br />
ifade edilir.<br />
Triplodi ( 3n = 69 ) : Temel kromozom sayısının üç katı kadar<br />
artmasıdır.<br />
Tetraploidi ( 4n = 92 ) : Haploid kromozom sayısının dört katı kadar<br />
artmasıdır.<br />
Teorik olarak diğer ploidiler de olabileceği halde henüz insanlarda<br />
gösterilmemiştir.<br />
Poliploidinin ortaya çıkış nedenleri çeşitlidir;<br />
Endomitoz : Hücre bölünmesine hazırlık olarak kromozomlar katları<br />
kadar çoğalır, profaz ve metafaz gerçekleşir ancak anafaz, telofaz ile<br />
hücre ve sitoplazma bölünmeleri gerçekleşmez. Buna bağlı olarak<br />
kromozom sayıları her bölünmede nukleustaki sayının (n) katları kadar<br />
artar, endomitoz meydana gelir.<br />
Tetraploidi, iki zigotik bölünmenin tamamlanamamasmdan kaynaklanır.<br />
Triploidi: Genellikle fertilizasyon sırasında bir spermium yerine iki<br />
spermiumun aynı ovumu döllemesi (dispermi) ya da ovum veya<br />
spermiumda olgunlaşma bölünmelerinden birinin olmaması sonucunda<br />
normal haploid gametin yerine diploid gametin oluşması ile ortaya çıkar.<br />
-70-
Endoredublikasyon: Kromozomlar bölünme sırasında normal olarak<br />
kendilerini dublike ederek katları kadar artar, ancak hemen ardından<br />
hücre bölünmesi gerçekleşmez ise, hücrede sentromerlerinden<br />
birbirlerine tutunmuş çok sayıda kromatidden oluşan kromozomlar ortaya<br />
çıkar. Bu olaya endoredublikasyon denir.<br />
ii-Anöploidi: Temel kromozom sayısının katları kadar olmayan artma ya<br />
da eksilmelere denir.<br />
Anöploidi tipleri;<br />
TRİZOMİ: Herhangi bir kromozomdan hücrede iki tane bulunması<br />
gerekirken üç tane olmasıdır. Trizomi, otozomal kromozomlarda<br />
görüldüğü gibi cinsiyet kromozomlarında da görülür.<br />
Otozomal kromozomlarda en sık görülen tipleri; Trizomi 21 (Down<br />
sendromu), Trizomi 18 (Edwards sendromu), Trizomi 13 (Pateu<br />
sendromu) dür. Cinsiyet kromozomlarında ise; en fazla 47,XXY<br />
(Klinefelter), 47,XYY ve 47,XXX olgularına rastlanır.<br />
Down Sendromunun insidansı 1/800 canlı doğum olup 30 yaşın<br />
üzerindeki annelerde bu insidans daha da artmaktadır. Hipotoni,<br />
karekteristik dismorfik yüz özellikleri, ellerde Simian çizgisi ve diğer<br />
dermatoglifik özellikler, 1/3'ünde konjenital kalp hastalıkları ve özellikle<br />
mental retardasyon ile tanımlanır. Trizomi 21'in yanısıra Robertsonian<br />
translokasyonu ve parsiyel trizomi 21 sonucunda da Down Sendromu<br />
görülür.<br />
MONOZOMİ: Belli bir kromozomdan normalde iki adet bulunması<br />
gerekir iken bir tane bulunmasıdır. Otozomal monozomiler letaldir, ölü<br />
doğumlarda ya da erken spontan düşüklerde görülmemiştir. En sık<br />
rastlanan monozomi, X kromozomu monozomisi olan Turner<br />
sendromudur (45,X).<br />
Spontan düşüklerde bu derece sık görülmesine karşın, Turner Sendromlu<br />
bireyler doğarlar ve yaşamlarını sürdürürler. Bu kişilerde tek bir<br />
X kromozomu bulunur. Normalde isekadınlarda bulunan iki<br />
X kromozomundan sadece birinin aktif olup, diğerinin inaktif olduğunun<br />
kabul edilmesine karşın (Lyon hipotezi) Turner sendromu olan kişilerde<br />
birtakım bozukluklar ortaya çıkmaktadır.<br />
-71 -
Sendromlann bazılarında mozaisizm söz konusudur (Bölüm 9.3). Mozaik<br />
bireylerde mutasyona uğramış hücre oranına göre sendromun ciddiyeti<br />
değişir.<br />
Anöploidinin meydana geliş nedenleri;<br />
a-Ayrılamama (Non-disjunction)<br />
Bölünmenin anafaz evresinde kromozomların sentromerlerinden<br />
uzunlaması yerine, meydana gelen hata sonucu enine ikiye bölünmeleri<br />
ile hücrenin bir kutbuna iki kromozom birlikte giderken diğer kutba aynı<br />
kromozomdan hiç parça gitmez. Sonuçta oluşan yavru hücrelerden bir<br />
bölümü bu kromozomlardan üç tane içerirken (trizomik), diğer<br />
bölümünde ilgili kromozomdan hiç bulunmaz (monozomik). Bu olaya<br />
ayrılamama denir. Olgunun ortaya çıkmasındaki etmenler kesin olarak<br />
bilinmemekle beraber ileri anne yaşı, maternal hipotiroidizm, radyasyon<br />
veya viral enfeksiyona bağlı olarak görülme sıklığında artış olduğu<br />
bildirilmektedir.<br />
b-Anafaz gecikmesi (Anafaz lagging)<br />
Normalde uzunlamasına bölünerek kutuplara çekilmekte olan<br />
kromozomlardan biri anafaz sırasında geri kalır. Hareket etmekte<br />
geciktiği için geri kalan bu kromozom ya diğer kromatidinin bulunduğu<br />
kromozom grubuna katılır ya da bölünme sırasında ortadan kaybolur. İlk<br />
olasılıkta söz konusu kromozomdan hücrede bir tane olması gerekirken<br />
iki tane bulunur ve bu hücre normal bir tane kromatid içeren hücre ile<br />
birleşirse toplam üç adet kromozom içeren, yani trizomik hücre ortaya<br />
çıkar. İkinci olasılık ortaya çıkar ve kromozom kaybolur ise o<br />
kromozomdan hiç bulundurmayan hücre ile yine normal bir adet<br />
kromozom taşıyan hücre birleşir ve monozomik hücre meydana gelir.<br />
b-YAPISAL KROMOZOM ANOMALİLERİ<br />
Kromozomların yapılarında meydana gelen düzensizliklerdir. Birçoğu<br />
mikroskopta saptanabilir.<br />
i-Translokasyon:Bir kromozomdan kopan parçanın başka bir<br />
kromozoma yerleşmesidir. Eğer translokasyon sırasında kromozom<br />
parçası yani genetik materyal kaybı yok ise dengeli, aksine gen kaybı var<br />
ise dengesiz translokasyon söz konusudur.<br />
-72-
Uç tip translokasyon vardır;<br />
Karşılıklı (Resiprokal) : Bir kırılma sonucu homolog veya homolog<br />
olmayan kromozomlardan kopan parçaların karşılıklı yer değiştirmesidir.<br />
Sentrik füzyon (Robertsonian) : Akrosentrik kromozomların kısa<br />
kollarının kaybolması, uzun kollarının birleşmesi sonucu meydana gelir.<br />
Transpozisyon : Homolog olmayan iki kromozomdan birinde iki<br />
noktada, diğerinde ise bir noktada kırılma olur. Daha sonra birinciden<br />
kopan parça ikincinin arasına girer ve kaynaşırsa transpozisyon meydana<br />
gelir.<br />
ii-Delesyon: Kromozomdan bir parçanın kopup kaybolmasıdır. Eğer<br />
kırılma kromozomun uç kısmında ise terminal delesyon ortaya çıkar.<br />
İki darbe sonucu kopan parça aradan çıktıktan sonra geriye kalan kısımlar<br />
yeniden kaynaşırsa interstitiel delesyon dan söz edilir.<br />
iii-Duplikasyon (Artma) : İki kromozomdan birinde çift taraftan kopan<br />
parça, diğerinde tek bölgeden kopan aralığa girerek kaynaşırsa<br />
duplikasyon ortaya çıkar.<br />
iv-İnversiyon : Kromozomda iki noktada kopma olması ve hemen<br />
ardından kopan parçanın kendi ekseni etrafında dönerek kopmanın<br />
meydana geldiği noktalardan tekrar yapışmasıdır. Ters dönen kromozom<br />
parçası sentromeri içeriyor ise perisentrik, sentromerin dışında ise<br />
parasentrik olarak tanımlanır.<br />
v- Ring (Yüzük) kromozom : Kromozomun her iki kolunun uçlarında<br />
kopma meydana gelirse bu bölgeler yapışkan hale geçerek birleşirler.<br />
Görünüm yuvarlak bir şekil aldığı için kromozoma yüzük adı<br />
verilmektedir.<br />
vi- İzokromozom : Sentromerlerin boyuna yerine enine bölünmesi<br />
sonucu meydana gelen kromozomlardır. Bu hatalı bölünme sonucunda ya<br />
sadece kısa kolları ya da uzun kolları içeren kromozomlar meydana gelir.<br />
-73 -
9.3 B-GEN DÜZEYİNDEKİ HASTALIKLAR<br />
Kromozomlar üzerinde lokalize olan genlerde meydana gelen<br />
mutasyonlar sonucunda ortaya çıkan hastalıklardır. Mendel yasalarına<br />
uygun olarak kalıtılırlar ve belli kalıtım kalıpları gösterirler. Bilindiği<br />
üzere insanlardaki 46 kromozomdan 44 tanesi otozomdur ve üzerlerinde<br />
otozomal genler taşırlar, geriye kalan 2 kromozom ise cinsiyet<br />
kromozomudur ve cinsiyeti belirleyen genler taşırlar.<br />
Gen düzeyindeki hastalıkların incelenmesinde en sık uygulanan yöntem<br />
pedigri-aile yöntemidir. Pedigride tüm aile fertleri bir şema üzerinde<br />
gösterilir, probandm diğer kişiler ile olan yakınlığı ve tüm bireylerin belli<br />
bir kalıtsal özelliğe göre durumları belirtilir. Hastalık ve aile hakkında<br />
fikir vermesi açısından çok önemlidir. Uzman kişiler tarafından yeterli<br />
zaman ayrılarak ve mümkün olan en fazla sayıda aile ferdi ile görüşülerek<br />
hazırlanmalıdır.<br />
Pedigride kullanılan bazı semboller Şekil 9.1 de gösterilmektedir.<br />
• Erkek<br />
ı<br />
Düşük<br />
o Kadın •—o Evlilik<br />
• Proband •=o Akraba Evliliği<br />
0 Taşıyıcı DjO Çocuksuz Evlilik<br />
jzr<br />
Ölü birey<br />
Prenatal ölüm<br />
A<br />
| Otozomal özellikler için heterozigot<br />
Şekil 9.1 Pedigride kullanılan bazı semboller<br />
-74-<br />
Monozigotik ikizler
Kalıtım kalıpları 2 grupta toplanır;<br />
a-OTOZOMAL<br />
i-Otozomal dominant<br />
ii-Otozomal resesif<br />
b-GONOZOMAL (CİNSİYETE BAĞLI)<br />
i-X'e bağlı dominant<br />
ii-X'e bağlı resesif<br />
iii- Y kromozomal<br />
i-Otozomal dominant kalıtım: Otozomal kromozomlar üzerinde taşman<br />
dominant nitelikli genlerle olan kalıtıma denir.<br />
Özellikleri;<br />
- Hastalık kuşak atlamaz ve dikey kalıtımlıdır. Bir başka ifade ile her<br />
kuşakta görülür.<br />
- Hasta kişinin ya annesi ya babası, ya da her ikisi birden hastadır.<br />
Hastalık kız ve erkek çocuklarda aynı oranda görülür.<br />
- Eşlerden birisi hasta, (heterozigot) diğeri normal ise doğacak<br />
çocukların yarısı (%50) hasta olur.<br />
- Hem anne hem baba hasta (heterozigot) ise çocukların % 75'i hasta<br />
olur.<br />
- İlgili genin penetransı tam olmaz ise hastalık kuşak atlıyor gibi<br />
görünür.<br />
- Hastalık sporadik vak'a olarak ortaya çıkmış ise hasta kişinin anne ve<br />
babası normaldir.<br />
- Anne ya da babadan birinin gonadlarmda bir mutasyon olmuş ise<br />
kendileri normal oldukları halde birden fazla çocukları hasta olabilir<br />
(Şekil 9.2 ).<br />
Otozomal dominant hastalıklardan bazıları; Akondroplazi, Huntington<br />
Koresi, Polikistik böbrek sendromudur.<br />
- 75 -
m<br />
n<br />
o-<br />
1<br />
J T<br />
1 2 3<br />
r ^ r<br />
Şekil 9.2 Otozomal dominant kalıtım<br />
ii-Otozomal resesif kalıtım<br />
o-r-m<br />
4<br />
Mutant gen, homolog kromozomların her ikisi üzerinde birden<br />
bulunduğu zaman yani homozigot olduğu zaman etkisini gösteriyor ve<br />
hastalık oluşuyor ise hastalık, otozomal resesif olarak tanımlanır. Bu<br />
durumda hasta kişiler hem annelerinden hem de babalarından birer tane<br />
mutant gen alırlar. Bir mutant gen için anne ve babaları heterozigot olan<br />
çocukların her birinin % 25 olasılıkla homozigot mutant, dolayısıyla<br />
hasta olma riskleri vardır.. Eğer herhangi bir ailede bu tip hastalık var ise<br />
ailenin birçok bireyi heterozigot taşıyıcı olabilir. Bu nedenle akraba<br />
evlilikleri ciddi sakıncalar yaratmaktadır (Bölüm 11 ).<br />
Özellikleri;<br />
- Hastalık genellikle tek kuşakta görülür, geçiş yatay tiptedir.<br />
- Hasta çocuğun kardeşleri cinsiyet farkı olmaksızın 1/4 olasılıkla<br />
hasta, 3/4 olasılıkla sağlıklı olurlar.<br />
- Hasta çocuğun anne ve babası normal görünümlü ve taşıyıcıdır.<br />
- Hasta kişi normal bir birey ile evlenirse çocuklarının hepsi normal<br />
fakat taşıyıcı olur.<br />
- Akraba evlilikleri hastalık riskini arttırır.<br />
- Hasta kişi heterozigot olarak aynı mutant geni taşıyan bir bireyle<br />
evlendiği zaman çocuklarının yarısı heterozigot normal, yarısı hasta<br />
olur.<br />
- Küçük ailelerde olgular familyal olmaktan çok sporadiktir.<br />
-76-<br />
o
Otozomal resesif hastalıklardan bazıları, Adrenogenital sendrom,<br />
Albinizm ve Fenilketonüri olarak sayılabilir.<br />
Şekil 9.3 Tipik otozomal resesif kalıtım gösteren bir ailenin pedigrisi<br />
b-GONOZOMAL KALITIM<br />
i-X'e bağlı dominant kalıtım<br />
X kromozomu üzerindeki genler dominant veya ressesif olabilir, ancak<br />
kadınlarda iki X olduğu için kalıtım biçimleri farklı olmaktadır. Bu tip bir<br />
hastalığı olan kadın, hastalığı hem kız hem de erkek çocuklarının yarısına<br />
verir, fakat baba erkek çocuklarına X kromozomu veremeyeceği için<br />
erkek çocuklar normal olurlar.<br />
Özellikleri;<br />
-Hasta erkeğin kız çocukları hasta, erkek çocukları ise normal olur.<br />
-Hasta kadının kız ve erkek çocuklarının yansı hasta olur.<br />
-Hastalık erkekten erkeğe geçmez.<br />
Örneğin hipofosfatemik raşitizm hastalığı bu şekilde kalıtılır. (Şekil 9.4 ).<br />
-77-
I<br />
1 2<br />
n<br />
n 2 3<br />
•<br />
o 4<br />
III 3<br />
2<br />
IV<br />
Şekil 9.4 X'e bağlı dominant kalıtım<br />
ii-X'e bağlı resesif kalıtım<br />
•a<br />
4<br />
t Ö<br />
2 3<br />
Kadınlarda iki X kromozomu olduğundan resesif etkili mutant gen ya<br />
homozigot ya da heterozigot durumda olacaktır. Oysa erkekte tek X<br />
kromozomu olduğundan bu kromozom üzerindeki genin Y kromozomu<br />
üzerinde alleli bulunmamaktadır (hemizigot). Bu nedenle X kromozomu<br />
üzerindeki gen ister resesif, ister dominant etkili olsun etkisini<br />
gösterecektir. Mutant genler çoğunlukla hasta olmayan taşıyıcı kadınlar<br />
tarafından aktarılarak erkeklerde hastalık meydana getirir.<br />
Özellikleri;<br />
- Hastalık erkeklerde görülür ve bunların anneleri normal, ancak ilgili<br />
gen için taşıyıcıdır.<br />
- Hastalık babadan oğula geçmez.<br />
- Hasta erkek sağlıklı kadınla evlenirse, kız çocuklarının tümü taşıyıcı,<br />
erkeklerin tümü sağlam olur.<br />
- Taşıyıcı kadın sağlıklı erkekle evlenirse kızların yarısı normal, yarısı<br />
taşıyıcı, erkek çocukların ise yarısı sağlıklı, yarısı hasta olacaktır.<br />
- Hasta erkek taşıyıcı kadınla evlenirse kızların yarısı hasta, yarısı<br />
taşıyıcı, erkeklerin yansı sağlıklı diğer yansı ise hasta olacaktır.<br />
Örneğin; Hemofili, Ducnenne tipi kas distrofisi, Testiküler feminizasyon<br />
gibi hastalıklar bu tip kalıtım gösteren hastalıklardan bazılarıdır.<br />
(Şekil 9.5)<br />
-78-
I OrO<br />
1 2<br />
n D ö<br />
1 2 3 4<br />
m 2 3<br />
Şekil 9.5 X'e bağlı resesif kalıtım<br />
iii- Y kromozomal kalıtım<br />
Y kromozomu üzerinde erkekliği belirleyen genlerin (SRY gibi) dışında<br />
fazla gen bulunmadığı düşünülmektedir. Bu şekilde kalıtıldığı düşünülen<br />
herhangi bir hastalıkta henüz tanımlanmamıştır.<br />
Tek gen hastalıklarının geçişini etkileyen Mendeliyen kalıtım kalıplarının<br />
dışında, klasik olmayan transmisyon şekilleri vardır.<br />
MİTOKONDRİYEL KALITIM<br />
Kendine özgü DNA içeren mitokondri basit füzyon ile bölünmek<br />
suretiyle çoğalır. Bölünme sırasında eğer mutasyona uğramış DNA var<br />
ise bu DNA nın tümü bir hücreye, normal olan DNA diğer hücreye veya<br />
her iki DNA da tek bir hücreye geçebilir. Bu durumda mutant geni alan<br />
hücrede aktarılan mutant gen miktarına bağlı olarak hastalık ortaya çıkar.<br />
Ovumda bol miktarda mitokondri bulunur oysa spermiumda çok az<br />
sayıdadır ve bunlar yavrulara geçmez. Bu nedenle mitokondriyel<br />
hastalıklar sadece anneden çocuklara geçer, babadan geçiş olmaz. Bazı<br />
mitokondriyel hastalıklar MELAS, MERRF ve Leber'in optik atrofısi dir.<br />
MOZAİSİZM<br />
Tek bir zigottan gelişen bireyde veya dokuda iki veya daha fazla genetik<br />
yapıya sahip hücrelerin bulunmasıdır. Somatik veya germline (cinsiyet<br />
hücreleri) hücrelerde meydana gelebilir. Kromozomal düzensizliklerde<br />
görülür, ortaya çıkmasındaki başlıca nedenin somatik mutasyon olduğu<br />
kabul edilmektedir.<br />
-79-
GENOMİKIMPRINTING<br />
Bazı genetik düzensizliklerde hastalık fenotipinin görünümü<br />
(ekspresyonu) otozomal genin anneden veya babadan kalıtılmasına göre<br />
değişiklik gösterir, bu olguya genomik imprinting denir.<br />
Örneğin 15 numaralı kromozomda (15 qllql3) meydana gelen delesyon<br />
çocuklara anneden aktarılırsa Angelman sendromu, babadan aktanlırsa<br />
Prader-Willi sendromu görülür. Her iki sendrom, birbirinden tamamen<br />
farklı klinik bulgular ile seyreden ayrı hastalıklardır.<br />
UNİPARENTAL DİZOMİ<br />
Bir kromozomun homologlarının, anne veya baba olmak üzere<br />
ebeveynlerden sadece birinden çocuklara aktarılmasıdır. Yukarıda<br />
anlatılan Prader-Willi sendromunda 15. Kromozomda delesyon olmadığı<br />
halde her iki homologun da anneden kalıtıldığı, babadan hiç<br />
kromozomun alınmadığı vak'alarda hastalığın yine ortaya çıktığı<br />
görülmüştür.<br />
O halde özetle denebilir ki; normal gelişim için genlerin yavrulara her iki<br />
ebeveynden de aktarılması gerekmektedir.<br />
C- MULTİFAKTÖRİYEL HASTALIKLAR (POLİJENİK)<br />
Multifaktöriyel kalıtım ile geçen hastalıklar iki ya da daha fazla mutant<br />
gen ile çevresel etkenlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan hastalıklardır.<br />
Hesaplanması zor olmakla birlikte tekrarlama riskinin birinci derece<br />
akrabalarda % 2 ila 10 olarak değiştiği kabul edilmektedir. Nöral tüp<br />
defektleri, yank dudak, yarık damak, konjenital kalp anomalileri bu tip<br />
hastalıklara örnek olarak verilebilir.<br />
-80-
BOLUM 10<br />
10.1 GİRİŞ<br />
PRENATAL TANI<br />
(DOĞUM ÖNCESİ TANI)<br />
Son yıllarda geliştirilen yöntemlerle fetüs henüz anne karnında iken bazı<br />
kalıtsal hastalıkların tanılarının konması mümkün hale gelmiştir. Böylece<br />
anomalili bebek sahibi olma riski olan ailelere fetüsün durumu hakkında<br />
bilgi verilerek, kendilerine prenatal girişimden, eğer yaşamla<br />
bağdaşmayan bir hastalık söz konusu ise gebeliği sonlandırmaya kadar<br />
varan geniş spektrumda birtakım seçenekler sunulmuş olur. Hatta bazı<br />
endişelerle gebe kalma korkusu olan kişiler de bu tip testlerin olması<br />
güvencesi ile yeni gebelik karan alabilirler.<br />
Doğum öncesi tanı yapılmasını gerektiren durumlar (endikasyonlar)<br />
şunlardır;<br />
a. Kromozom anomalisi açısından yüksek risk taşıyan çiftler;<br />
b. Anne yaşının 35 in üzerinde veya 16 dan küçük olması<br />
c. Eşlerden birinin translokasyon taşıyıcısı veya kromozomal anomaliye<br />
sahip olması<br />
d- Çiftin daha önce kromozom anomalili bebek sahibi olması<br />
e- Patolojik ultrason bulgusu<br />
f- Ailede anomalili doğum, 2 den fazla nedeni bilinmeyen ölü doğum<br />
ve/veya mental retardasyon hikayesinin bulunması<br />
g. Ailede Mendeliyen genetik hastalıkların bulunması<br />
h. Maternal patoloji olması, (örneğin epilepsi veya insüline bağlı diabeti<br />
olan kişilerde anomalili doğum riski artar.)<br />
i. 16.-18. Haftalarda ölçülen ve fetüsün durumu hakkında bilgi veren<br />
alfa-fetoprotein, serbest östriol ve beta human koryonik gonadotropin<br />
hormon düzeylerindeki değişikliklere bağlı olarak riskli üçlü test<br />
sonucu elde edilmesi<br />
-81 -
j. X'e bağlı genetik hastalık taşıyanlarda eğer hastalık için spesifik bir<br />
tanı yöntemi uygulanmıyor ise cinsiyetin saptanması<br />
k. Gebelik sırasında enfeksiyon veya teratojene maruz kalma<br />
Prenatal tanı yöntemleri vazif ve invazif olmak üzere 2 gruba ayrılır;<br />
tnvazif yöntemler, fetüse ait hücrelerin direkt olarak alınarak incelendiği<br />
yöntemlerdir. Bu hücreler alındıktan sonra üzerlerinde incelenecek<br />
hastalığın tipine göre sitogenetik, biyokimyasal (enzim) ve moleküler<br />
genetik (DNA) çalışmalar yapılır. Gerçek endikasyonu olan kişilere<br />
uygulanmalıdır zira testin tipine göre değişen ölçüde anneye zarar verme<br />
riski taşımaktadır.<br />
İnvazif yöntemlerden bazıları şunlardır;<br />
1- KORYON VİLLUS BİYOPSİSİ<br />
(CVS- CHORIONIC VİLLUS SAMPLING)<br />
Gebeliğin 11. Haftasından başlayarak 2. ve 3. Trimestre boyunca<br />
uygulanabilen bir yöntemdir. Fetus ile aynı genetik yapıya sahip olan ve<br />
ileride plasentayı oluşturacak olan koryon villus dokusunun incelenmesi<br />
esasına dayanır.<br />
Koryon villus dokusu 3 kısımdır;<br />
- Sitotrofoblast hücreleri<br />
- Sinsisyotrofoblastlar<br />
- Villus stroması<br />
Sitotrofoblastlar mitotik aktivitesi çok yüksek olan hücrelerdir, bu<br />
nedenle direkt preparasyon ya da kısa süreli kültürde (3 ila 56 saat<br />
arasında değişen sürelerde) kullanılırlar.<br />
Sinsisyotrofoblastlann bölünme özelliği yoktur, hormon ölçümlerinde<br />
kullanılırlar.<br />
Villus stroması ise fetal damar ve bağ dokusu hücrelerinden (mezenşim,<br />
fıbroblast, retikulum h.) oluşur. Uzun süreli kültürde üreyen hücreler bu<br />
hücrelerdir.<br />
-82-
Plasentanın pozisyonu ve gebelik haftasına bağlı olarak koryon villus<br />
dokusu kadın hastalıkları ve doğum uzmanı tarafından transabdominal<br />
veya transservikal olarak alınır.<br />
Alman materyal içerisinde anneye ait dokuların olmaması için doku,<br />
inverted (ters bakışlı) mikroskop altında uzman bir kişi tarafından iyice<br />
temizlenmelidir.<br />
Koryon villus almımı (aspirasyonu) sırasında anneye ait desidua hücreleri<br />
de villus dokusu ile birlikte alınabilir. O zaman maternal hücre<br />
kontaminasyonu ortaya çıkar ve elde edilen kromozomlar hem anneye<br />
hem fetusa ait olacağından yanıltıcı sonuçlar verir. Bu nedenle ortaya<br />
çıkması olası yalancı negatif ve yalancı pozitif sonuçları engellemek<br />
amacıyla CVS yöntemi uygulanacak ise hem direkt hem de uzun süreli<br />
kültür yöntemi birlikte çalışılmalıdır.<br />
Yalancı negatif sonuç, fetus anomalili iken sonucun normal<br />
bulunmasıdır. Tam tersi olarak fetus normal olduğu halde patolojik<br />
sonucun bulunması ise yalancı pozitif bulgudur.<br />
CVS, erken dönemde uygulanabilen bir prenatal tanı yöntemidir ve işlem<br />
sonrası düşük riski oranının 2 ila 10 arasında olduğu bildirilmektedir.<br />
Bazı merkezler bu oranın diğer yöntemlere göre yüksek olduğunu kabul<br />
ederken diğer merkezler herhangi bir farklılık olmadığını<br />
savunmaktadırlar.<br />
2- AMNİYOSENTEZ<br />
İlk kez 1966 yılında Steel ve Breg adlı araştırıcılar tarafından uygulanan<br />
yöntem günümüzde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Gebeliğin 16 ila<br />
20. haftaları arasında fetusun içerisinde bulunduğu amniyon sıvısından<br />
2-20 ml kadar ultrason eşliğinde alınarak 2 ila 3 hafta arasında kültüre<br />
edilir ve elde edilen kromozomlarda sitogenetik inceleme yapılır. Kalıtsal<br />
hastalıkların tanısını koyabilmek için, amniyon sıvısında direkt olarak,<br />
enzim tayini, DNA analizi ve diğer biyokimyasal analizler de<br />
yapılmaktadır.<br />
Sitogenetik inceleme sırasında mozaik sonuçlar elde edilirse mutlaka<br />
daha ileri incelemeler örneğin kordosentez yapılmalıdır. İşleme bağlı fetal<br />
kayıp oranı % 0.5 ile %1 arasında değişir. Rh uyuşmazlığı olan çiftlerde<br />
işlem sonrasında anneye Rh immunglobulin verilmektedir.<br />
-83-
3- KORDOSENTEZ<br />
Gebeliğin 24. haftasından başlayarak 3. Trimestre sonuna kadar<br />
uygulanabilen bir yöntemdir. Ultrason eşliğinde fetal umblikal korda<br />
girilerek 1-4 ml kadar fetal kan alınır. Kanın gerçekten fetusa ait olup<br />
olmadğı APT testi ile kontrol edilir.<br />
Kordosentez, fetal kanda hemoglobinopatilerin saptanmasında, fetal<br />
enfeksiyonların tanısında, 3. Trimestrede ultrasonda malformasyon<br />
saptandığında, geç dönemde (3. Trimestre) başvuran riskli gebeliklerde<br />
ve CVS ya da amniyosentezde şüpheli sonuçlar elde edildiğinde<br />
kullanılan bir yöntemdir. İşleme bağlı fetal kayıp oranı % 1 olarak<br />
bildirilmektedir. Geç dönemde uygulanması dezavantaj olmakla birlikte<br />
çabuk sonuç alınması (yaklaşık 3-4 gün) ve hemoglobinopatilerde<br />
kullanılması avantaj olarak kabul edilir.<br />
' Daha ender olarak kullanılan invazif yöntemler;<br />
- Fetal deri biyopsisi<br />
- Fetal karaciğer biyopsisi<br />
- İntrauterin kas biyopsisidir.<br />
İnvazif olmayan yöntemler; hasta açısından herhangi bir risk<br />
oluşturmazlar.<br />
En yaygın olarak kullanılanlar şunlardır;<br />
1- ULTRASONOGRAFİ<br />
Fetusun anne karnında görüntülenmesidir. Günümüzde çok yaygın olarak<br />
kullanılmakta, özellikle morfolojik bozuklukların saptanmasında çok<br />
önemli rol oynamaktadır.<br />
2- ÜÇLÜ TEST<br />
Anne karnında meydana gelen birtakım biyokimyasal değişiklikler<br />
fetusun sağlıklı olup olmadığına dair fikir vermektedir. Örneğin Down<br />
sendromlu fetusların karaciğerlerinde alfa feto protein (AFP) sentezi<br />
yetersiz olmaktadır, buna bağlı olarak anne kanında ölçülen maternal<br />
serum AFP düzeyi de normalden düşük olur. Aynı şekilde human<br />
-84-
koryonik gonadotropin ((3 hCG) ve serbest östriol (uE3) değerlerinin de<br />
normalden düşük olduğu görülmüştür. Nöral tüp defektleri, trizomı 18,<br />
trizomi 13 gibi patolojik olgularda da üçlü test sonuçlan fikir<br />
vermektedir, ancak sonuç kesin değildir. Şüpheli üçlü test sonucu elde<br />
edildiğinde, invazif prenatal tanı yöntemlerinden biri (genellikle<br />
amniyosentez) mutlaka uygulanarak kesin sonuç elde edilmelidir.<br />
-85-
diğer bireylerin de incelenmesi gerekebilir. Hastalığın türü kesin olarak<br />
belirlendikten sonra danışmanlık verilir.<br />
Danışma verilirken olgunun tüm özellikleri, tedavi olanakları ve<br />
tekrarlama riski aileye detayları ile anlatılmalı ve konuşma sırasındaki<br />
ifadeler ailenin eğitim düzeyine göre seçilmelidir. Konuşma kesinlikle<br />
suçlayıcı, yargılayıcı veya yönlendirici tarzda olmamalı ve ailenin<br />
psikolojik durumu göz önünde tutulmalıdır. Bazı aileler için birden fazla<br />
görüşme gerekebilir, görüşmeden sonra ailede yeni meydana gelecek<br />
değişikliklerin bildirilmesi istenir ve haberleşme sürdürülür.<br />
Genetik danışmaya başvurulması gereken durumlar (endikasyonlar);<br />
a- İlerlemiş anne yaşı (>35): Anne yaşının ilerlemesi ile örneğin Down<br />
sendromu gibi bazı kromozomal hastalıkların görülme sıklığı<br />
artmaktadır. Bu nedenle ileri yaş gebeliklerinde mutlaka genetik<br />
danışma verilerek ailelere prenatal tanı uygulanması önerilmelidir.<br />
b- Ailede bilinen veya şüphelenilen kalıtsal bozukluk: Kromozomal<br />
bozukluklar için yine prenatal tanı önerilir, gen düzeyindeki<br />
bozukluklarda Mendeliyen kalıtım kalıplarına uygun risk hesapları<br />
yapılır ve bazılarında moleküler biyolojik teknikler uygulanarak tanı<br />
koymak ve yine prenatal dönemde tanı koymak mümkün<br />
olabilmektedir.<br />
c- Tek veya multipl malformasyonlu fetus veya bebek doğumu: Bu tip<br />
olgularda fetus veya bebeğin karyotipi incelenmeli, sonuç normal bile<br />
olsa daha sonraki gebeliklerde mutlaka prenatal tanı önerilmelidir.<br />
d- Mental retardasvon : Ailede zihinsel özürlü birey var ise bu kişinin<br />
kromozom analizi yapılmalıdır. Mental retarde bireylerin gen<br />
düzeyinde de bozukluk olabilir veya hem kromozom hem gen<br />
düzeyindeki çalışmalar normal sonuç verebilir. O nedenle hangi<br />
nedenle ortaya çıktığına bakılmaksızın ailedeki indeks vak'a<br />
incelenmeli ve sonuçlara göre aileye danışmanlık verilmelidir.<br />
e- Teratojen etkisi : Gebelik döneminde mutasyona yol açan ajanlara<br />
maruz kalan kişilerin bebeklerinin etkilenip etkilenmediklerinin<br />
araştırılması gerekmektedir. Burada önemli olan teratojen ile<br />
karşılaşılan dönem, teratojenin cinsi, etki süresi ve miktarıdır.
f- Tekrarlayan düşükler: Birinci trimestre düşüklerin (spontan abortus)<br />
yaklaşık % 50 sinde kromozom bozukluğu saptanmıştır. İkiden fazla<br />
düşüğü olan kadınlarda uterus anomalisi, hormonlar, immünolojik<br />
faktörler gibi nedenler öncelikle incelendikten sonra hala olayın<br />
nedeni açıklanamayabilir. O zaman eşlerden periferik kan alınarak<br />
kromozom analizi yapılması önerilmektedir zira habitüel abortus<br />
gözlenen çiftlerin % 3-5 kadarında dengeli translokasyon taşıyıcılığı<br />
bildirilmektedir.<br />
g- Akrabalık : Gelişmiş ülkelerdeki akraba evlilikleri % 0.05<br />
civarındadır, hatta Amerika Birleşik Devletlerinin bir bölümü ve<br />
Afrika'nın bazı ülkelerinde birinci derece akraba evlilikleri<br />
yasaklanmıştır. Ülkemizde ise akraba evliliklerinin sıklığı oldukça<br />
yüksek olup % 20 ila 25 arasında değişir ve bölgesel farklılıklar<br />
gösterir. Akraba evliliklerinin sakıncası, otozomal resesif<br />
hastalıkların ortaya çıkma olasılığının artması nedeni ile ortaya<br />
çıkar. Karşılaşılan bir başka problem de eğer ailede belli bir otozomal<br />
resesif hastalık tanımlanmıyor ise bu ailelere prenatal tanı testleri<br />
uygulanmasının hiçbir yarar sağlamamasıdır. Ancak ailede bilinen<br />
bir genetik hastalık var ise ve bu hastalığa neden olan gen<br />
tanımlanmış ve spesifik inceleme yöntemi var ise prenatal tanı<br />
uygulanabilir.<br />
-89-
KAYNAKLAR<br />
1- Conn E.E., Stumpe P.K., Bruening G.,Doi R.H: Outlines of<br />
Biochemistry, First Edition, John Wiley & Sons Inc., <strong>Ankara</strong>, 1987.<br />
2- Murray R.K., Granner D.K., Mayes P.A., Rodwell V.W: Harper's<br />
Biochemistry, Tvventy- first Edition, Appleton & Lange,U.S.A., 1988.<br />
3- Thompson M.W., Mclnnes R.R., Willard F.H: Genetics in Medicine,<br />
Fifth Edition, W.B. Saunders Company, U.S.A., 1991.<br />
4- Aktan F: Medikal Biyoloji, Sanem Matbaası, <strong>Ankara</strong>, 1980.<br />
5- Alberts B., Bray D., Lewis J., Raff M., Roberts K., Watson J.D:<br />
Molecular Biology Of The Celi, Third Edition, Garland Publishing, Inc.,<br />
U.S.A., 1994.<br />
6- Mathews C.K., Holde K.E: Biochemistry, The Benjamin / Cummings<br />
Publishing Company, Canada, 1990.<br />
7- Özgüç M: Nükleik Asit-Protein İlişkisi, Türk Tabipleri Birliği Yayınları,<br />
<strong>Ankara</strong>, 1992.<br />
8- Başaran N: Tıbbi Genetik, Altıncı Baskı, Bilim ve Teknik Yayınevi,<br />
Eskişehir, 1996.<br />
9- Çolak A., Pınarbaşı E: Tıbbi Biyoloji Ders Kitabı, İkinci Baskı,<br />
Cumhuriyet <strong>Üniversitesi</strong> Rektörlük Basımevi, Sivas, 1994.<br />
10-Batat İ., Bahçeci Z: Genetik Ders Notları, Atatürk <strong>Üniversitesi</strong> Fen-<br />
Edebiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum, 1993.<br />
11- Günalp A., Ayter Ş., Lüleci G., Kart A., Sakızlı M: Tıbbi Biyoloji Ders<br />
Kitabı, <strong>Ankara</strong>, 1986.<br />
12-Demirtaş H: Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ders Notları, Erciyes <strong>Üniversitesi</strong><br />
Matbaası, Kayseri, 1993.<br />
13-Kasap H., Kasap M., Matur A: Tıbbi Biyoloji I, Çukurova <strong>Üniversitesi</strong><br />
Tıp Fakültesi Yayınları, Adana, 1995.<br />
14-Başaran A: Tıbbi Biyoloji Ders Kitabı, Üçüncü Baskı, Bilim Teknik<br />
Yayınevi, Eskişehir, 1992.<br />
-90-
15- Lehninger A.T: Biochemistry, Second Edition, Worth Publishers Inc.Nevv<br />
York, 1975.<br />
16- Simpson J.L., Golbus M.S: Genetics In Obstetrics & Gynecology, Second<br />
Edition, W.B Saunders Company, Mexico, 1992.<br />
17- Aydınlı K: Prenatal Tanı ve Tedavi, Perspektiv, İstanbul, 1992.<br />
18- Emery A.E.H: Principles and Practice of Medical Genetics, Second<br />
Edition, Churchill Livingstone, Edinburg, London, Melbourne and New<br />
York, 1990.<br />
19-Şaylı B.S:Teorik ve Klinik Sitogenetik, Dördüncü baskı, <strong>Ankara</strong><br />
<strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Basımevi, <strong>Ankara</strong>, 1979.<br />
20- Şaylı B.S: Temel Medikal Genetik, Üçüncü baskı, <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />
Basımevi, <strong>Ankara</strong>, 1976.<br />
-91 -
Kapak: Hakan Büyükçaylı<br />
Baskı: <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Basımevi»2006