19.02.2013 Views

PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı

PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı

PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ<br />

SAĞLIK EĞİTİM FAKÜLTESİ YAYINLARI<br />

No: 4<br />

TIBBÎ BİYOLOJİ VE GENETİK<br />

DERS KİTABI<br />

PROF. DR. FULYA TEKŞEN<br />

2. Baskı<br />

ANKARA - 2006


Bu kitap A.Ü. Yayın Komisyonunun 27 Nisan 1999 tarih ve 26/181 sayılı<br />

kararı, Üniversite Yönetim Kurulunun 4 Mayıs 1999 tarih ve kararı,<br />

510/7661 nolu kararı gereğince A.Ü. yayını olarak onaylanmıştır.<br />

<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Sağlık Eğitim Fakültesi Yayınları No:4<br />

2. Baskı tarihi: 2006<br />

Baskı adedi: 300<br />

<strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Basımevi - ANKARA<br />

ISBN: 975 - 482 - 478 - 9<br />

Tüm haklar saklıdır. Yayın Komisyonundan yazılı izin alınmaksızın bu<br />

yayının tamamı veya bir kısmı elektronik, mekanik, fotokopi veya diğer<br />

yollarla kopya edilip yayınlanamaz.


ONSOZ<br />

Moleküler Biyoloji ve Genetik alanında son yıllarda hızla gelişen<br />

teknoloji, bu konulardaki bilgi birikiminin artmasının yanı sıra uygulama<br />

alanlarının genişlemesini de beraberinde getirmiştir.<br />

Bu noktadan hareketle ülkemizde yayınlanmış olan Türkçe kitap<br />

sayısının oldukça az olması da göz önüne alınarak 1999 yılında kitabın<br />

ilk baskısı yapılmıştır. Sağlık alanında eğitim - öğretim yapan<br />

öğrencilerin yararlanabileceği bir kaynak oluşturması amacıyla<br />

hazırlanan bu kitap, Tıbbi Biyoloji ve Genetik alanındaki temel<br />

kavramları içermektedir. O nedenle ilgili konularda bilgi sahibi olmak<br />

isteyen kişiler için de referans kitap olma özelliği taşımaktadır.<br />

Konular; canlının oluşumu ve özellikleri ile başlamakta, hücrenin<br />

morfolojik, biyokimyasal, fizyolojik özellikleri ile devam etmekte ve<br />

kalıtsal materyalin yapısı, önemi^ ve irdelenmesi ile başlıca genetik terim<br />

ve ilkelerin tanımlanması, bu bağlamda kalıtsal hastalıklar ve nihayet<br />

prenatal tanı ve genetik danışma kavramlarının açıklanması ile<br />

tamamlanmaktadır.<br />

İkinci baskının tüm okuyuculara yararlı olması dileği ile kitabın<br />

hazırlanmasında ve basılmasında tüm emeği geçenlere şükranlarımı arz<br />

ederim.<br />

Saygılarımla.<br />

2006, <strong>Ankara</strong>


V Un 113 ^<br />

C/î ^ a t t a i^iM-


SEVGİLİ AİLEME


İÇİNDEKİLER<br />

Sayfa No<br />

BÖLÜM 1 CANLI VE CANLI BİLİMİ 1<br />

BÖLÜM 2 HÜCRE 7<br />

BÖLÜM 3 HÜCRENİN KİMYASAL BİLEŞİMİ 23<br />

BÖLÜM 4 KALITSAL MATERYALİN YAPISI 29<br />

BÖLÜM 5 HÜCRENİN ENERJİ METABOLİZMASI 43<br />

BÖLÜM 6 CANLILARIN OLUŞUMU VE HAYATIN 47<br />

DEVAMI<br />

BÖLÜM 7 ÖKARYOTİK DNA'NIN ORGANİZASYONU.... 55<br />

BÖLÜM 8 MENDEL GENETİĞİ 61<br />

BÖLÜM 9 KALITSAL HASTALIKLAR 69<br />

BÖLÜM 10 PRENATAL TANI 81<br />

BÖLÜM 11 GENETİK DANIŞMA 87<br />

KAYNAKLAR 90<br />

VII


BOLUM 1<br />

1.1 GİRİŞ<br />

CANLI VE CANLI BİLİMİ<br />

CANLI; yaşama, gelişme ve üremesi için ileri derecede organize olmuş,<br />

kendi kendini yöneten, çevresindeki madde ve enerjiden yararlanabilecek<br />

yetenekte olan, fiziksel ve kimyasal karmaşık bir sistemdir.<br />

Canlıları cansız varlıklardan ayıran birtakım özellikler vardır;<br />

ÜREME: Büyüme sürecini tamamlayan her olgun birey, kalıtsal<br />

materyalini sonraki kuşaklara aktararak yeni bireyler meydana getirir.<br />

GELİŞME: Canlı, kendi türüne özgü boyutlara ulaşıncaya kadar<br />

büyümesini sürdürür. Büyüme çeşitli evrelerde farklılıklar gösterir.<br />

Örneğin gelişme döneminde metabolizma hızlı çalışırken, yaşın<br />

ilerlemesi ile gittikçe yavaşlar.<br />

UYARILABİLME (İRRİTABİLİTE): Canlı, çevreden gelen her<br />

uyarıya (stimulus) cevap verir.<br />

HAREKET: Canlı, yer değiştirir. Bitkilerde olduğu gibi bu hareket,<br />

bulunduğu yerde de olabilir.<br />

BESLENME: Canlılar yaşamlarını sürdürebilmek için besin almak<br />

zorundadırlar.<br />

UYUM (ADAPTASYON): Canlı çevrede meydana gelen değişikliklere<br />

uyum sağlayabilmektedir.<br />

METABOLİZMA: Canlı çevresinden gelen maddeleri alır, enerji<br />

kaynağı olarak kullanır, yeni yapısal elementler oluşturur ve oluşan artık<br />

maddeleri dışarı atar.<br />

1


Metabolizma iki grupta incelenir;<br />

a. Anabolizma: Hücrelerin büyük moleküllü bileşenlerinin (protein,<br />

lipit, nükleik asit, polisakkarit) küçük öncül moleküllerden enzimatik<br />

olarak sentezlenmesidir.<br />

b. Katabolizma: Organizmaların gereksinim duydukları enerjiyi<br />

sağlamak amacıyla protein, yağ, karbohidrat gibi makromolekülleri<br />

yıkma olaylarına denir.<br />

Canlının yapısını ve fonksiyonlarını inceleyen bilimlerden bazıları;<br />

BİYOLOJİ: Bütün canlıların oluşmalarını, her çeşit aktivitelerinin,<br />

birbirleriyle ve doğa ile ilişkilerinin nedenlerini, nasıllarını inceleyen ve<br />

temel ilkelerini saptayan bir bilim dalıdır.<br />

TIBBİ BİYOLOJİ: İnsan varlığı ve sağlığı ile ilişkili biyoloji<br />

bilgileridir.<br />

GENETİK: Organizmadaki kalıtsal karakterlerin kuşaktan kuşağa<br />

kalıtım prensiplerini ve genetik hastalıkları inceler.<br />

1.2 EVREN VE DÜNYANIN OLUŞUMU<br />

Evrenin oluşumu ve yaşı hakkındaki bilgilerimiz kesin olmamakla<br />

birlikte bu konuda, fiziksel ve kimyasal olaylar ile çeşitli gözlemlere<br />

dayanarak birtakım varsayımlar ileri sürülmektedir. Günümüzde geçerli<br />

olan 'Evrenin evolusyonu' hipotezine göre evren, yaklaşık 10 milyar yıl<br />

önce çok yoğun halde bulunan primordial maddenin (başlangıç maddesi)<br />

patlamasıyla oluşmaya başlamıştır. Primordial madde içerisinde yoğun<br />

halde bulunan nötronların patlama ve soğuma sırasında ayrıştığı ve daha<br />

sonra proton ve nötronların çevrelerindeki elektronları tutarak çeşitli<br />

atomları ve böylece de elementleri oluşturduğu kabul edilmektedir.<br />

İlk oluşan elementler büyük oranda hidrojen ve daha az olarak helium<br />

gazlarını içermekte idi. Primordial maddeden kopan dünyanın kütlesi<br />

gaz yoğunluğunun artması ile genişlemeye devam etmiştir.<br />

Yoğunlaşma ya da büzülmekte olan tüm cisimlerde oluşan yüksek basınç<br />

ve sürtünme nedeniyle özellikle merkezde sıcaklık artmış ve dünyamız<br />

2


kendi etrafında dönmeye başlamıştır. Zamanla yanardağların faaliyetleri<br />

sonucu bu kütle soğumuş ağır metaller merkeze çökmüş, daha hafif<br />

olanlar ise yeryüzünün dış kısmını oluşturmuştur.<br />

Yerküre soğudukça sıvı haldeki dış tabaka katı hale dönüşmüş, volkanik<br />

püskürtmelerle merkezdeki sıvı kütleler yeryüzüne çıkarak yerkürenin<br />

kabuğunu oluşturmuştur. Bu sırada yoğunlaşan su buharı su formuna<br />

geçerek büyük çukurları doldurmuş, bugünkü okyanusları meydana<br />

getirmiştir.<br />

Yerçekiminin etkisini göstermesi ile, su buharı (H2O), siyan (CN),<br />

hidrojen (H2), amonyak (NH3) ve metan (CH4) dan oluşan ilk atmosfer<br />

meydana gelmiştir. Görüldüğü gibi ilk atmosfer, bugünkü atmosferden<br />

oldukça farklı gazlar içeriyordu.<br />

Çeşitli izotopların yarılanma ömrü kullanılarak yapılan hesaplamalar<br />

sonucunda dünyanın 5.5-6.5 milyar yıl önce meydana geldiği kabul<br />

edilmektedir.<br />

1.3 İLK CANLININ OLUŞUMU<br />

Yeryüzünde canlılığın başlangıcı ile ilgili birçok kuramlar öne<br />

sürülmüştür.<br />

M.Ö 2000 yıllarında Aristo tarafından öne sürülen ABİYOGENEZ<br />

hipotezinde (Kendiliğinden oluşum) canlıların kendiliğinden, bazı cansız<br />

maddelerden ve canlı artıklardan meydana geldiği öne sürülmüştür. Bir<br />

süre geçerliliğini sürdüren bu görüş 17. Yüzyılda Redi ve daha sonra<br />

Pasteur adlı araştırıcılar tarafından yapılan deneylerle geçerliliğini<br />

yitirmiştir. Aynı araştırıcılar bir canlınm, ancak kendinden önce yaşamış<br />

olan başka bir canlıdan meydana gelebileceğini göstermişler ve halen<br />

geçerli olan bu görüşe BİYOGENEZ adını vermişlerdir.<br />

Günümüzde kabul edilen bilimsel açıklamalar ışığında, ilk hayatın<br />

milyarlarca yıl süren evrim sonucunda cansız maddelerden meydana<br />

geldiği benimsenmektedir.<br />

İlk organik molekül güney Afrika'da incir ağacı kalıntılarından elde<br />

edilmiş olup, canlı yaşamının 3-3.5 milyar yıl önce başladığı kabul<br />

3


edilmektedir. Muhtemelen, ilk canlı hücreler de kimyasal dengenin<br />

olmadığı ortamlarda moleküller arasında spontan olarak meydana gelen<br />

reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkmışlardır.<br />

O halde yeryüzü oluşumunu tamamladıktan sonra canlının ortaya çıkması<br />

için gerekli olan ve milyarlarca yıl süren evrimsel gelişim 2 basamakta<br />

olmuştur;<br />

a. KİMYASAL EVRİM: Atom ve moleküllerin meydana geldiği<br />

dönemdir. Yaklaşık olarak süresinin 2 ila 15 milyar yıl olduğu<br />

tahmin edilmektedir.<br />

b. BİYOLOJİK EVRİM: 3-4 milyar yılda gerçekleştiği kabul<br />

edilmekte olup ilkel hücrelerden mutasyonlar sonucu ortaya çıkan<br />

tek hücreli organizma, çok hücreli organizma, yüksek organizasyonlu<br />

canlı ve en son basamakta insanın gelişimini açıklar.<br />

Çevremizde çok sayıda canlı çeşidinin bulunduğunu görüyoruz. İşte<br />

canlıların bugünkü ve geçmişteki yapılarını karşılaştırmalı olarak<br />

inceleyerek fiziki, fizyolojik ve biyokimyasal benzerliklerini ve<br />

farklılıklarını ortaya koyarak belli kurallara varılması EVRİM bilimi<br />

kapsamında açıklanabilmektedir.<br />

Evren sürekli bir değişim içerisindedir. Canlıların evrimi de (evolusyon)<br />

çok yavaş olarak halen devam etmektedir.<br />

Bugün biliyoruz ki, bir türün evolusyonu hem varyasyon ve mutasyonları<br />

hem de seleksiyonu kapsamaktadır.<br />

Mutasyon, kalıtsal materyalde meydana gelen ve kalıcı olan<br />

değişikliklerdir (Bölüm 5 ).<br />

Varyasyon ise; mutasyon, beslenme ve çevre faktörlerinin etkileşimi<br />

sonucunda aynı türün bireyleri arasında farklılıkların ortaya çıkmasıdır.<br />

1859 yılında Charles Danvin'in 'Çevre koşullarına en iyi uyum<br />

sağlayabilen canlı hayatta kalır.' şeklinde özetlenebilen doğal seleksiyon<br />

kuramı günümüzde de geçerlidir. Nitekim laboratuvar çalışmaları, ilk<br />

canlıda var olduğu kabul edilen RNA'nm (ribonükleik asit) replikasyon<br />

birimlerinin doğal seleksiyona uğradığını ve ortam koşullarına uygun<br />

olan nükleotid dizilerinin zamanla yaygınlaştığını göstermiştir.<br />

4


İlk canlıdaki organik molekülde bulunması gereken iki önemli özellikten<br />

birisi; canlının sahip olduğu genetik bilgiyi kendisinden sonra meydana<br />

gelecek olan yeni bireylere aktarabilmesi, diğeri de ortamdaki örneğin<br />

aminoasitler gibi hazır yapıtaşlarının reaksiyona girebilmesi için gerekli<br />

katalizör (otokatalizör) fonksiyonunu yerine getirmesidir. O dönemde<br />

RNA nm her iki özelliği de taşıdığını, bugün ise genetik bilgi aktarım<br />

görevini DNA'nın, katalizörlük işlevini ise proteinlerin üstlendiğini<br />

görüyoruz.<br />

1920 yılında Oparin adlı araştırıcı okyanusları içerisinde çok yoğun halde<br />

inorganik madde bulunan 'sıcak bir çorba' ya benzetmiş ve ilk canlıların<br />

bu ortamda meydana geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim organik<br />

biyomoleküllerin inorganik moleküllerden meydana geldiği 1953 yılında<br />

Urey ve Miller adlı araştırıcılar tarafından deneysel olarak ispatlanmıştır.<br />

Araştırıcılar H2, CH4, NH3, CO2 ve su buharından oluşan gaz karışımını<br />

özel bir sisteme koyarak 8 gün süre ile kuvvetli elektrik akımı geçirmişler<br />

ve bu koşullarda amino asit ve diğer organik bileşiklerin<br />

sentezlenebileceğini göstermişlerdir.<br />

İlk meydana gelen organik moleküller, lipoid bir zar ile çevrilmek<br />

suretiyle etraflarında su moleküllerini de tutarak KOASERVAT adı<br />

verilen yapıları oluşturmuştur. Bu yapılar besinlerini heterotrof yolla<br />

içinde bulundukları denizlerden sağlamaktadır zira henüz ortamda<br />

oksijen yoktur. Çevreden hazır besin alarak beslenen canlılara<br />

HETEROTROF, ilk canlının bu yolla beslendiğini kabul eden hipoteze<br />

de HETEROTROF HİPOTEZİ denir.<br />

İlk olarak prokaryot organizmalardan olan siyanobakteriler, bazı<br />

pigmentleri taşımaları sayesinde sudaki karbondioksidi kullanarak<br />

fotosentez yapabilmişler ve kendileri için gerekli organik maddeleri<br />

sentezlemelerinin yanısıra ortamda oksijenin birikmesini sağlamışlardır.<br />

Böylece oksijen kullanan yeni organizmalar meydana gelmiş ve bunlar<br />

hızla gelişmelerini sürdürerek evrime yeni bir yön kazandırmışlardır.<br />

Kendi besinini kendi yapma yeteneği olan organizmaya OTOTROF, ilk<br />

canlının ototrof olduğu görüşünü savunan hipoteze de OTOTROF<br />

HİPOTEZİ adı verilir.<br />

Günümüzde heterotrof hipotezinin geçerliliği kabul edilmektedir.<br />

5


BOLUM 2<br />

2.1 GİRİŞ<br />

HÜCRE<br />

İlk olarak 1665 de Robert Hook tarafından mantar kesitinde tanımlanan<br />

hücre, ışık mikroskobunun geliştirilmesi ve sonradan da elektron<br />

mikroskobunun keşfiyle (1950-1956) daha detaylı olarak incelenmiştir.<br />

Hücrenin yapısını ve fonksiyonlarını sitoloji bilim dalı inceler. Hücre<br />

hakkında sürekli olarak elde edilen yeni bilgiler birçok fizyolojik olayın<br />

mekanizmasını aydınlatmaya devam etmektedir.<br />

HÜCRE, canlının en küçük yapısal ve fonksiyonel birimi olup burada<br />

tüm biyokimyasal ve fizyolojik olaylar bağımsız olarak cereyan<br />

etmektedir. Tek hücreden ibaret olan Protozoa buna en iyi örnektir. Çok<br />

hücreli organizmalarda (metazoa) ise belli bir fonksiyonu yerine getirmek<br />

üzere hücreler bir araya gelerek dokuları, dokular organları, organlar<br />

organ sistemlerini, organlar da organizmayı oluştururlar (Şekil 2.1).<br />

HÜCRE<br />

Y<br />

DOKU<br />

T<br />

ORGAN<br />

T<br />

ORGAN SİSTEMLERİ<br />

T<br />

ORGANİZMA<br />

Şekil 2.1 Organizmanın oluşumu<br />

7


HÜCRE TEORİSİ: 19. Yüzyılda Shleiden ve Schwann adlı iki biyolog<br />

tarafından ortaya konulan bu teoriye göre; bir hücreli organizmalardan<br />

insanlara kadar bütün canlılar hücrelerden oluşmuşlardır, hücreler<br />

bağımsız üniteler oldukları halde birlikte işlev görürler ve hücre yalnız<br />

daha önce var olan bir başka canlı hücreden meydana gelebilir.<br />

2.2 HÜCRELERİN GENEL ÖZELLİKLERİ<br />

Hücreler organizmada bulundukları yer ve fonksiyonla ilişkili olarak<br />

değişik şekil, büyüklük, renk ve viskoziteye sahiptirler. Örneğin, çok<br />

hareketli olan sperm hücresi oval ve kamçılı iken, fazla harekete ihtiyacı<br />

olmayan yumurta hücresi yuvarlaktır. Yine, kan hücrelerinden olan<br />

lökositler sıvı ortamda küremsi oldukları halde, bu ortamdan damarlara<br />

geçerken oval biçim alırlar. Hücreler genellikle yassı, kübik, prizmatik,<br />

piramidal, oval, yuvarlak, mekik veya yıldız şeklindedirler.<br />

Hücrelerin büyüklüğü 15-20 mikron arasında değişmektedir. Bazı<br />

hücreler bu boyutların çok dışında olabilir. Örneğin insan ovum hücresi<br />

200 mikron çapında, sinir hücresi ise 100-150 cm uzunluğundadır. Bir<br />

canlının hücrelerinin büyüklüğü ile vücut büyüklüğü arasında ilişki<br />

yoktur. Canlıların vücut büyüklüğü, kapsadıkları hücre sayısının fazlalığı<br />

ile ortaya çıkar.<br />

Hücreler çoğunlukla renksizdir fakat bazı hücreler sitoplazmalarında<br />

bulunan pigment çeşidine göre yeşil, kahverengi, siyah gibi renklerde<br />

görülürler.<br />

Hücrenin viskozitesi (kıvamı) de hücrenin çeşidine göre değişmekte olup<br />

bu kolloidal ortam, su ile çözünen organik madde ve inorganik madde<br />

miktarına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.<br />

Normal koşullarda erişkin bireylerin organ sistemlerindeki hücre sayısı<br />

belli sınırlar içerisindedir. Yaşlanan hücre programlı bir biçimde ölür,<br />

(apoptozis) ve yerine yeni hücreler meydana gelir. Kontrolsüz hücre<br />

bölünmesi sonucu bir dokuda normal sayının çok üzerinde hücrenin<br />

bulunması dengenin bozulmasına ve tümör oluşumuna yol açmaktadır<br />

(Kanser).<br />

8


Hücreler PROKARYOT VE ÖKARYOT olmak üzere başlıca iki sınıfa<br />

ayrılırlar;<br />

a- PROKARYOT hücreler 3 milyar yıl önce ortaya çıktığı kabul edilen<br />

en ilkel canlılarda bulunan hücre tipidir. Bu tip hücrelerde genetik<br />

materyal etrafında membran bulunmaz. Ayrıca mitokondri,<br />

endoplazmik retikulum ve golgi gibi gelişmiş organelleri yoktur.<br />

Bakteri ve virüsler bu tip hücrelerden oluşan canlılardır.<br />

b- ÖKARYOT hücrelerin prokaryot hücrelerden yaklaşık 1 milyar yıl<br />

sonra ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu hücreler prokaryotlara göre<br />

daha büyük ve kompleks yapıda olup, çeşitlilik ve farklılaşma<br />

gösterirler. Örneğin insan hücreleri bu tiptendir. Genetik materyal<br />

(DNA) iki katlı membran tarafından sarılmış nukleus içerisinde yer<br />

alır ve bu membran ile sitoplazmadan ayrılır.<br />

2.3 HÜCRENİN YAPISI<br />

Hücrenin canlı kısımlarına organel, cansız kısımlarına ise inklüzyon<br />

adı verilir.<br />

Hücre üç kısımdan meydana gelmektedir; (Şekil 2.2 )<br />

A-Hücre zarı<br />

B-Sitoplazma<br />

C-Nukleus<br />

Şekil 2.2 Hücrenin kısımları<br />

9


A- HÜCRE ZARI<br />

Tüm hücrelerin etrafını saran ve hücre bütünlüğünü koruyan 75-100<br />

Angstrom kalınlığında az çok esnek, üzerinde fizyolojik olayların yer<br />

aldığı dinamik bir zardır. Hücre içerisinde ise, endoplazmik retikulum,<br />

Golgi cihazı, mitokondri ve ökaryotik hücrelerde bulunan diğer<br />

membran ile çevrili organellerin sitoplazma ile organel içeriklerinin<br />

karekteristik farklılıklarının sürdürülmesinde kritik rol oynar. Zar, sıvı<br />

mozaik yapısında olup bu yapı lipit ve protein moleküllerinin adeta<br />

mozaik bir yapı oluşturacak tarzda düzenlenmesiyle ortaya çıkmıştır.<br />

Şöyle ki; 45 Angstrom kalınlığında çift katlı fosfolipit tabakasının<br />

arasında, arada yer yer 80-85 Angstrom kalınlığında protein bölgeleri ve<br />

şeker ucu zarın dış yüzüne bakan glikoprotein bölgeleri bulunur.<br />

Hücre zarında yer alan proteinler globuler ve alfa heliks şeklinde ipliksi<br />

proteinler olup, membran içi (integral) ve yüzeysel (periferik) olarak<br />

bulunurlar. İntegral proteinler ya zarı boydan boya kateder veya üst ya da<br />

alt tabakaya gömülmüş olarak bulunurlar. Periferik proteinler ise iki<br />

tabakalı lipitlerin yüzeyinde serbestçe hareket etmektedirler. Proteinler;<br />

özgül reseptörler, enzimler ve transport proteinler olarak hücre<br />

membranının fonksiyonunu yerine getirmesinde önemli rol oynarlar.<br />

Membran yapısında yer alan lipitler şunlardır;<br />

a- Fosfolipit<br />

b -Glikolipit<br />

c- Kolesterol<br />

Bunlardan en fazla bulunan tip fosfolipitdir. Fosfolipitler amfipatik<br />

moleküllerdir yani hem hidrofobik (suyu sevmeyen) hem de hidrofilik<br />

(suyu seven) kısımları vardır. Hidrofilik olan ve fosfat taşıyan polar uçlar<br />

membranm iç ve dış yüzüne, hidrofobik olan ve yağ asitlerinden oluşan<br />

apolar uçları ise merkeze yönelik halde dizilirler. İşte membranın bu<br />

yapısı sayesinde lipitde çözünebilen maddelerin membrandan rahatlıkla<br />

geçmeleri sağlanır.<br />

Kolesterol molekülleri de fosfolipitlerin arasına girerek zarın<br />

dayanıklılığını ve sıvılık derecesini düzenler.<br />

Membran karbohidratları hücre zarının dış yüzünde ya lipitlere<br />

(glikolipit) ya da proteinlere (glikoprotein) bağlanarak glikokaliksi<br />

oluştururlar.<br />

10


Glikokaliksin işlevleri;<br />

a- Hücre zarına antijen özelliği verir,<br />

b- Virüs reseptörü olarak fonksiyon görür<br />

c- Hücrelerin birbirini tanımasını sağlar,<br />

d- Hücreye asimetri özelliği verir.<br />

İki hücre birbirine bitişik olmayıp, arada 80-200 Angstromluk bir<br />

interselüler aralık (hücrelerarası aralık) vardır ve bu alan<br />

hücrelerarası sıvı ile doludur.<br />

Hücre zarının fonksiyonları;<br />

a. Zarın protein bileşeni hücreye ıslanabilme ve esneme özelliği verir.<br />

b. Protein moleküllerinin yağ molekülleri arasına uzanması porların<br />

oluşumuna ve bazı maddelerin porlardan geçişine yardımcı olur.<br />

Böylece membran seçici geçirgenlik özelliğini kazanır.<br />

c. Membrandaki lipit ve proteinler hareket ederek çevredeki bileşenlerle<br />

etkileşimde bulunurlar.<br />

d. Hücre membranı diğer hücre içi membranlar ile ilişkilidir. Hücrenin<br />

içerisine endoplazmik retikulum olarak devam eder ve nukleusun<br />

etrafını sarar. Golgi cisimciği, lizozom ve mitokondri gibi<br />

organellerin zar yapısını oluşturur.<br />

e. Belli oranda kendini tamir etme yeteneği vardır.<br />

f. Hücreye besin ve enerji kaynaklarının alınmasını, zararlı maddelerin<br />

dışarı atılımını sağlar.<br />

g. Çeşitli uyaranları alan reseptörleri taşır.<br />

h. Hücrenin çoğalmasında rol oynar.<br />

HÜCRE ZARINDA TRANSPORT<br />

Hücre için gerekli olan maddelerin hücre içerisine alınması, gereksiz<br />

olan artık maddelerin ise uzaklaştırılması çeşitli şekillerde<br />

gerçekleştirilir.<br />

11


Moleküllerin veya iri partiküllerin hücre içerisine alınmasına endositoz,<br />

hücrede oluşan bazı salgı veya artık maddelerin veziküller halinde hücre<br />

dışına atılmasına eksositoz adı verilir.<br />

Endositoz 2 şekilde gerçekleşir;<br />

a- FAGOSİTOZ: Bakteri, hücre kalıntıları gibi büyük partiküllerin<br />

hücre içerisine alınmasıdır. Örneğin makrofaj ve nötrofıl gibi kan<br />

hücreleri, zararlı yapıları ve yabancı cisimleri bu yolla yok ederler.<br />

b- PİNOSİTOZ: îyon ve küçük molekülleri taşıyan sıvıların, hücre<br />

zarının kesecik veya ince kanalcıklar halinde içeriye çökmesi<br />

suretiyle alınmasıdır.<br />

DİFÜZYON<br />

Gaz ve sıvı moleküllerin yoğun olarak bulundukları ortamdan daha az<br />

yoğun oldukları ortama sahip oldukları kinetik enerji ile geçmelerine<br />

difüzyon adı verilir.<br />

Difüzyon hızı; sıcaklık, moleküllerin geçeceği membranın çapı, yoğunluk<br />

farkının büyüklüğü ve moleküllerin küçüklüğü ile doğru orantılıdır.<br />

Hücre içi ve dışındaki sıvıların konsantrasyon farkının korunması<br />

(homeostasis) hücre canlılığının korunması açısından çok önemlidir. Bu<br />

dengenin bozulması canlılığın yitirilmesi ile sonuçlanır.<br />

Lipoprotein yapısındaki hücre zarından maddelerin geçişi ya lipitde<br />

eriyerek ya da porlardan geçerek olmaktadır. Lipitde eriyerek geçen<br />

moleküller arasında yağ asitleri, karbondioksit ve oksijen gibi gazlar<br />

sayılabilir. Su molekülleri ve suda eriyen birçok iyon ise, por veya<br />

kanallardan geçerek hücre içerisine alınırlar. Porlardan geçiş ; molekül<br />

çapı ve elektrik yüküne de bağlıdır.<br />

Kolaylaştırılmış difüzyon; lipitde erimeyen maddelerin bir taşıyıcı<br />

protein ile birleşerek hücre zarından geçmesidir, enerjiye gerek yoktur.<br />

Örneğin glukoz ve aminoasitler bu şekilde hücre zarından geçerler.<br />

Madde transportunda rol alan iki tip protein vardır,<br />

a- Taşıyıcı proteinler<br />

b- Kanal proteinleri<br />

12


Basit difüzyon ile kolaylaştırılmış difuzyonda taşıyıcı ve kanal proteinleri<br />

birlikte fonksiyon yaparlar.<br />

Aktif transport ta ise; moleküller seyrek olarak bulundukları yerden,<br />

daha yoğun oldukları bölgeye eneıji kullanılarak geçerler. Örneğin,<br />

sodyum (Na) iyonlarının hücre dışına atılması, potasyum (K) iyonlarının<br />

hücre içine alınması Na-K pompası ile gerçekleşir. Bu olayda eneıji<br />

olarak ATP kullanılır. Aktif transportta fonksiyon yapan proteinler sadece<br />

taşıyıcı proteinlerdir.<br />

Osmoz: Semipermeabl (yan geçirgen) bir zardan suyun difüzyonuna<br />

osmoz adı verilir.<br />

B- SİTOPLAZMA<br />

Sitoplazma nukleus ile birlikte protoplazma adını alır. Sitoplazma,<br />

kolloid yapıda olup jölemsi matriks içerisinde çeşitli organellerin ve<br />

maddelerin uygun aralıklarla ve birbirleriyle düzenli ilişkiler içinde<br />

yerleştikleri bir sistemdir. Sitoplazmanm viskozitesi az çok sulu (sol)<br />

veya daha koyu kıvamlı (jel) durumu arasında değişiklik gösterebilir.<br />

İçeriğinde su, karbohidrat, protein, lipit, elektrolitler ve hücre<br />

inklüzyonlarını bulunur.<br />

Sitoplazmanm su oranı genelde % 70 civarında olmakla birlikte hücrenin<br />

tipine ve bulunduğu yere göre değişiklik gösterir. Örneğin beyin<br />

hücrelerinde bu oran % 85-90 iken, tohumlarda % 5-10 a kadar<br />

düşmektedir.<br />

Sitoplazmada bulunan organeller,<br />

a- Endoplazmik retikulum<br />

b- Mitokondri<br />

c- Ribozom<br />

d- Golgi cihazı<br />

e- Sentrioller<br />

f- Plastidler<br />

g- Lizozom<br />

h- Peroksizom<br />

i- Vakuol<br />

j- Mikrotübüller<br />

k- Mikrofılamentler<br />

13


Şekil 2.3 Hücrenin yapısı<br />

ENDOPLAZMİK RETİKULUM<br />

Granülsiiz ER<br />

Vakuol<br />

Ribozom<br />

Scntriol<br />

- Granüllü ER<br />

- Nukleus membranı<br />

Golgi cihazı<br />

Mitokondri<br />

Lizozom<br />

Plazma membranı<br />

Memeli eritrositleri, trombositler ve bakteriler hariç hemen hemen tüm<br />

hayvan hücrelerinde bulunur. Endoplazmik Retikulum (E.R.) hücre<br />

zarından itibaren nukleus dış zarına kadar devam eden kanalcık ve<br />

keseciklerden oluşan bir zar sistemi olup içi endoplazmik matriks sıvısı<br />

ile doludur.<br />

Fonksiyonu, hücreye desteklik yaparak asidik veya bazik tepkimelerin<br />

yürütülmesini sağlamak ve hücrede sentezlenen maddeler, kanalcıklar<br />

yardımı ile hücrenin gerekli bölgelerine ya da hücre dışına taşımaktır.<br />

Hücrelerde iki tip endoplazmik retikulum vardır;<br />

a- Granüllü E.R<br />

Üzerinde düzenli aralıklarla dizilmiş 150-200 A° çapında ribozomlar<br />

bulunur. Tanecikler halinde bulunan ribozomlar endoplazmik retikuluma<br />

14


granüllü görünüm verdiğinden E.R bu şekilde adlandırılmıştır.<br />

Ribozomlarda protein sentezi gerçekleşir. O nedenle yoğun olarak protein<br />

sentezi yapılan karaciğer, pankreas ve plazma hücrelerinde bol miktarda<br />

bulunurlar. Ribozomlarda sentezlenen proteinler daha sonra E.R kanal ve<br />

keseciklerine geçerler. Salgı granülleri halinde olan proteinler ise bir<br />

yerde toplanıp şekillendikten sonra zarla çevrilerek golgi cisimciklerini<br />

oluştururlar.<br />

b- Granülsüz E.R (agranüler,düz)<br />

Sitoplazmada sık, ince ağ şeklinde olan ve ribozom taşımayan E.R<br />

tipidir. Üzerinde bulundurduğu 40 tan fazla enzim ile birçok önemli<br />

fonksiyonu gerçekleştirir.<br />

Bunlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır;<br />

a. Testis, ovaryum ve böbrek üstü bezinde steroid hormon sentezi<br />

b. Karaciğerde safra, kolesterol yapımı, detoksifıkasyon ve glikojen<br />

değişimi<br />

c. Bağırsak epitelinde lipitlerin iletimi<br />

d. Çizgili kas hücrelerinde kasılma ve gevşemenin gerçekleştirilmesi<br />

e. Midede asit salgılanması ve mide hücrelerinden klorun<br />

uzaklaştırılması.<br />

MİTOKONDRİ<br />

Memeli eritrositi, bakteri ve mavi-yeşil alglerin dışında tüm bitki ve<br />

hayvan hücrelerinde bulunan 0.2-5 mikron boyunda ve 0.5-1 mikron<br />

çapında çubuk, oval, yuvarlak veya silindir biçiminde yapılardır. Sayı ve<br />

şekilleri hücre tipi ve fonksiyonuna göre değişiklik gösterir. Örneğin<br />

sperm ve maya hücrelerinde birkaç tane iken ovum, kalp kası ve<br />

karaciğer hücrelerinde binlerce mitokondri bulunmaktadır.<br />

Mitokondrinin dış kısmı, 70-80 Angstrom kalınlığında çift katlı zar ile<br />

çevrilidir. Dış zar düzdür. İç zar da ise krista adı verilen girintiler<br />

matriksi çevreler. Dış zar ile iç zar arasında intermembran aralık bulunur.<br />

Elektron mikroskobu ile yapılan çalışmalar zarların belli birleşme<br />

noktalarında biraraya gelerek maddelerin geçişine olanak sağladıklarını<br />

15


göstermiştir. Organel, hücrenin eneıji yani ATP (Adenozin trifosfat )<br />

sentezinin yapıldığı ve depo edildiği yerdir.<br />

Mitokondrinin yapısında protein, lipit, DNA ve RNA bulunur. Diğer<br />

organellerden farklı olarak taşıdıkları DNA nedeniyle nukleustan<br />

bağımsız olarak çoğalabilirler ve bu nedenle de mitokondriyel kalıtım söz<br />

konusudur (Bölüm 9).<br />

Mitokondride bulunan proteinlerin çoğu enzim şeklindedir. Bunlardan<br />

Krebs döngüsü enzimleri matrikste, oksidatif fosforilasyon enzimleri ise<br />

iç zarda yer alırlar.<br />

RİBOZOMLAR<br />

Sitoplazmada serbest veya endoplazmik retikuluma bağlı olarak bulunan<br />

120-200 Angstrom çapındaki protein sentez merkezleridir.<br />

Bileşimlerinin % 60'ı rRNA, % 40'ı proteindir. Ribozomlar tek tek ya<br />

da gruplar halinde bulunurlar. Bir arada bulundukları zaman polizom<br />

veya poliribozom adını alırlar.<br />

Prokaryotlarda 30 S ve 50 S alt birimlerinden oluşan (S:Svedberg<br />

ünitesi) 70 S, ökaryotlarda ise 40 S ve 60 S alt birimlerinden oluşan 80 S<br />

ribozomlar bulunur.<br />

GOLGİ CİHAZI (AYGITI, CİSİMCİĞİ)<br />

1898 yılında Golgi tarafından bulunmuştur. Olgun sperm ve eritrositlerde<br />

yoktur. Elektron mikroskobunda yapısı incelendiğinde uçları yuvarlak,<br />

birbirine paralel 6-8 (5-30 arası) yassı sarnıçtan (kanalcık, sisterna)<br />

meydana geldiği görülmektedir. Golgi cihazı, salgı fonksiyonu fazla olan<br />

hücrelerde çok sayıda bulunmaktadır.<br />

Fonksiyonları;<br />

a. Granüllü endoplazmik retikulumda sentezlenen maddeler Golgi'de<br />

yoğunlaşır ve çeşitli değişimlere uğratılır, salgı (sekresyon)<br />

vezikülleri içerisine alınarak sitoplazmaya geçerler.<br />

b. Spermatid spermatozoaya dönüşürken spermanın uç kısmında<br />

toplanarak akrozomu oluşturur.<br />

16


c. Glikoprotein, mukopolisakkarit, kıkırdak ile bağ doku bileşenleri,<br />

lipoprotein ve selülozlu madde sentezi yapılır.<br />

d. Yağların sindirilmesinde rol oynar.<br />

SENTRİOLLER<br />

Bazı protozoalar, olgun ovum, çizgili kas hücresi, nöron ve yüksek bitki<br />

hücrelerinde bulunmaz. Elektron mikroskobunda 3000-5000 Angstrom<br />

uzunluğunda ve 1500-2000 Angstrom çapında içleri yoğun bir sıvı ile<br />

dolu birbirlerine dik iki silindir şeklinde görülürler. Sentriol çifti, etrafını<br />

saran sentroplazma ile birlikte sentrozom adını alır. Her sentriol enine<br />

kesitte 9 fıbrilden, her fıbril 3 subfıbrilden (mikrotubulus) oluşur.<br />

Hücre bölünmesinde görev alan sentrioller bölünme sırasında çoğalarak<br />

birer çift halinde kutuplara giderler ve bu sırada aster (iğ) adı verilen<br />

iplikçiklerin oluşumunu ve sentromerleri aracılığıyla bu iplikçiklere<br />

tutunan kromozomların hücrenin kutuplarına çekilmelerini sağlarlar.<br />

PLASTİDLER<br />

Bitkilerde besin maddelerinin sentezi ve depolanmasında görev yapan<br />

organellerdir. Protoplastid adı verilen öncül yapılar ya kromatofor<br />

denilen ve pigment taşıyan plastidlere dönüşürler ya da lökoplast adı<br />

verilen ve pigment taşımayan forma geçerler.<br />

Kromatoforlar iki tiptir,<br />

a. Kloroplast: Klorofil a ve b pigmentleri bulunur.<br />

b. Kromoplast: Karotin, Ksantofıl gibi pigmentlerdir.<br />

Kloroplastın kimyasal bileşiminde lipit, protein, pigment maddesi,<br />

DNA, RNA ve enzimler bulunur. DNA bulundurması nedeniyle hücre<br />

bölünmesinden bağımsız olarak çoğalabilir.<br />

LİZOZOM<br />

0.2-0.6 mikron çapında içerisinde hidrolitik enzimler bulunan, tek<br />

membran ile çevrili kese biçiminde organellerdir. Eritrosit dışında tüm<br />

17


hayvansal hücrelerde bulunurlar. Özellikle lökosit ve makrofaj gibi<br />

fagositoz yapan hücrelerde sayıları fazladır.<br />

Lizozomlardaki hidrolitik enzimlerden bazıları şunlardır,<br />

• Nukleazlar (nükleik asitleri parçalar)<br />

• Proteazlar (proteinleri parçalar)<br />

• Glukozidazlar (karbohidratları parçalar)<br />

• Lipazlar (lipitleri parçalar)<br />

• Fosfatazlar (fosfatları parçalar)<br />

Bu enzimler granüllü endoplazmik retikulumda sentezlendikten sonra<br />

Golgi keseciklerinde depolanır ve daha sonra sitoplazmaya verilir.<br />

Bunlara primer lizozom denir. Fagositlerde hücre içerisine alınan<br />

yabancı maddeler birim zarla çevrilerek fagozom adını alırlar, daha sonra<br />

fagozom primer lizozom ile birleşir ve sekonder lizozom adını alır.<br />

Lizozom enzimleri, organel içinde inaktiftir ancak substratları ile<br />

karşılaşınca aktif hale geçerler.<br />

Lizozomların fonksiyonları,<br />

• Hücre için zararlı maddeler sindirilerek uzaklaştırılır.<br />

• Hücrede bulunan yüksek molekül ağırlıklı maddeler parçalanarak<br />

kullanıma hazır hale getirilir.<br />

• Hücre organellerinin yenilenmesi sağlanır.<br />

• Fazla miktarda sentezlenen salgı granülleri fagosite edilerek<br />

sekresyon düzenlenir.<br />

PEROKSİZOM (MİKROCİSİM)<br />

0.3-1.5 mikron çapında yuvarlak, tek katlı membran ile çevrili ve<br />

içerisinde hidrojen peroksit (H2O2) metabolizması ile ilgili enzimleri<br />

içeren bir organeldir. Peroksizomlar ayrıca, karbohidratlardaki yağların<br />

değişiminde ve nükleik asitlerin pürin bazlarının parçalanmasında<br />

fonksiyon yaparlar.<br />

Peroksizomlarda bulunan başlıca enzimler,<br />

• Ürat oksidaz<br />

• Katalaz<br />

• D-aminoasit oksidaz<br />

• Hidroksi asit oksidaz<br />

18


Peroksizomlar metabolik aktivitesi fazla olan karaciğer, kalp kası ve<br />

böbrek hücrelerinde çok sayıda bulunurlar. Bazı bitki hücrelerinde de<br />

görülmektedirler. Bu organellerin endoplazmik retikulumdan meydana<br />

geldikleri düşünülmektedir.<br />

MİKROTÜBÜLLER<br />

Yaklaşık 200 Angstrom çapında ve birkaç mikron uzunluğunda olup<br />

demetler halinde bulunan ince borucuklardır.<br />

Fonksiyonları,<br />

• Hücreye desteklik yaparlar.<br />

• Hücre içi madde iletiminde rol alırlar.<br />

• Hücre bölünmesinde kromozomların kutuplara çekilmesini sağlarlar.<br />

• Sentriollerin, bazal cisimciklerin, sil ve flagellatların yapısında<br />

bulunurlar.<br />

MİKROFİLAMENTLER<br />

Hücre içinde ince, uzun ipliksi protein moleküllerinden oluşan yapılardır.<br />

Hücrenin hareketinden ve sitoplazma akıntılarından sorumludurlar.<br />

Ayrıca kasılma-gevşeme olayında, uyan ve madde iletiminde görev<br />

alırlar.<br />

Mikrofılamentler, miyofıbriller (kas telcikleri) ve nörofıbriller (sinir<br />

telcikleri) olmak üzere iki tiptir.<br />

VAKUOL<br />

İçi sıvı dolu, unit membran ile çevrili organellerdir. Genellikle bitki<br />

hücrelerinde bulunurlar. Besin ve kontraktil vakuol olmak üzere iki tiptir.<br />

Besin vakuolu sindirimde, kontraktil vakuol ise su dengesinin<br />

ayarlanmasında fonksiyoneldir.<br />

Vakuollerin, hücre zarının içeri kıvrılmasıyla, endoplazmik retikulumdan,<br />

Golgi cisimciklerini oluşturan yassı keseciklerden ya da nukleus zarından<br />

meydana geldiği kabul edilmektedir.<br />

19


HÜCRE İSKELETİ (CYTOSKELETON)<br />

Ökaryotik hücrelerin çeşitli şekillere dönüşmesi ve hareketlerinin<br />

koordineli olarak yönlendirilmesi, sitoplazma içerisinde yaygın halde<br />

bulunan kompleks bir protein ağı tarafından sağlanmaktadır. İşte bu ağ<br />

hücre iskeleti adını alır. Kemiklerden oluşan vücut iskeletinden farklı<br />

olarak, hücrenin şeklinin değişmesi, bölünmesi ve çevre uyaranlarına<br />

cevap vermesi ile yeniden organize olabilen oldukça dinamik bir yapıdır.<br />

Hücre iskeletinin yapısında 3 tip protein fılamenti bulunur.<br />

a- Aktin filamentler: Mikrofılament olarak da tanımlanır. Alt ünitesi<br />

aktin proteinidir. Özellikle yüzeysel hareket olmak üzere hücrenin<br />

hareketi için gereklidir.<br />

b- Mikrotübüller: Aktinden daha dayanıklı olan tubulin proteininden<br />

oluşan uzun, silindirik yapılardır. Genellikle bir uçları sentrozoma<br />

bağlıdır diğer uçları sitoplazmada serbest olarak bulunur.<br />

Mikrotübüller oldukça dinamik yapılar olup, rahatlıkla kısalıp<br />

uzayabilirler. Mikrotübüllerin hizasında hareket eden motor<br />

proteinler ile ökaryotlardaki membran ile çevrili organellerin hücre<br />

içi lokalizasyonu sağlanır.<br />

c- Ara filamentler: Vimentin veya lamin gibi proteinleri de içeren<br />

heterojen proteinlerden oluşmaktadır, hücrenin mekanik<br />

dayanıklılığını temin eder.<br />

C- NUKLEUS<br />

İlk olarak Robert Brown (1831) tarafından keşfedilen nukleus, hücrede<br />

geçen kimyasal reaksiyonları, hücre çoğalmasını ve onarımını yöneten<br />

kontrol merkezidir.<br />

Büyüklüğü çeşitli türlerde farklı olup yaklaşık olarak total hücre<br />

hacminin % 10 unu kapsar. Genelde her hücrede bir nukleus bulunur.<br />

Karaciğer, kas ve testisteki Leydig hücrelerinde sayıları iki veya daha<br />

fazladır hatta kemik hücrelerinde bu sayı 5 ila 10 a kadar çıkabilir. Bazı<br />

patolojik durumlarda da nukleus sayısı artabilir. Yaklaşık 120 günde<br />

yenilenen insan eritrositlerinde ise gelişimin başlangıcında olduğu halde<br />

olgun dönemde nukleus bulunmaz. Modern prokaryotlar gibi, ilk<br />

20


ökaryotlarda da nukleus görülmemektedir. Gelişim açısından neden ayrı<br />

bir nukleus kompartmanının varlığına gereksinim duyulduğu hakkında<br />

birtakım görüşler ileri sürülmekte ve iki nedenle nukleusun<br />

sitoplazmadan ayrılması gerekliliği açıklanmaktadır;<br />

1. Hücre iskeletini oluşturan protein ipliklerinin hareketleri sırasında<br />

meydana gelen mekanik etkiden nukleus içeriğini korumak,<br />

2. RNA moleküllerinin proteine dönüşmeden önce geçirdikleri kesilme<br />

(splicing) işleminin gerçekleşebilmesi için uygun ortam sağlamak.<br />

(Bölüm 5 )<br />

înterfaz halindeki nukleusta dört bölge ayırd edilir;<br />

a- Nukleus zarı<br />

b- Nukleus plazması<br />

c- Kromatin<br />

d- Nukleolus<br />

a- NUKLEUS ZARI (Karyoteka, Karyolemma, Nukleomembran)<br />

Nukleus zarının, her biri unit membran niteliğinde iki zardan oluştuğu ve<br />

endoplazmik retikulumun devamı olarak meydana geldiği<br />

düşünülmektedir. Nükleomembran, iki tip ara filament ağı ile<br />

desteklenmektedir. Bunlardan biri hemen iç zarın altında bulunan ince<br />

kabuk halindeki nuklear lamına, diğeri ise dış membranı çevreleyen<br />

daha düzensiz ara filament ağıdır. İç ve dış zarlar arasında 400-700<br />

Angstrom kalınlığında perinüklear aralık adı verilen bir aralık bulunur.<br />

İç zar düz, dış zar ise ribozom taşıdığından granüllü görünümdedir.<br />

Çekirdek zarında, zarların birbirine temas ettiği bölgelerde 400-1000<br />

Angstrom çapında annulus adı verilen porlar meydana gelmiştir. Böylece<br />

nukleus membranı aracılığı ile nukleoplazma ve sitoplazma sürekli ilişki<br />

halinde olup bu porlardan RNA molekülleri, polipeptidler, tuzlar,<br />

enzimler, koenzimler, ATP ve şekerler rahatlıkla geçebilirler.<br />

Sitoplazmada bulunan birçok organel ve çekirdek zarı mikrotübülüsler<br />

aracılığı ile sürekli bağlantı halindedir. Nukleus membranı, mitoz<br />

bölünmenin profaz evresi sonunda kaybolur, bölünmenin<br />

tamamlanmasından sonra yeniden oluşur.<br />

21


- NUKLEUS PLAZMASI<br />

Kromatin ağı ve nukleolusu kuşatan homojen görünümlü kolloidal bir<br />

sıvı olup, sitoplazmadan daha yoğundur. Yapısında RNA, protein, lipit ve<br />

inorganik tuzlar bulunur.<br />

c- KROMATİN<br />

Hemotoksilen, metilen mavisi, metil yeşili gibi bazik boyalarla boyanan<br />

uzun, ağ şeklinde iplikçik ve taneciklerden oluşmuş yumak şeklindeki<br />

kalıtsal materyaldir.<br />

Koyu boyanan kısımları inaktif bölgeler olup heterokromatin adını alır,<br />

açık boyanan kısımların ise aktif gen bölgelerini içerdiği kabul edilir ve<br />

ökromatin olarak tanımlanır.<br />

Kromatinin yapısını oluşturan biyomoleküller şunlardır;<br />

-DNA<br />

- Histonlar (H1,H2A,H2B,H3,H4): Bazik proteinlerdir.<br />

- Histon olmayan proteinler : Transkripsiyonda ve gen etkinliğinde rolü<br />

olan asidik proteinlerdir.<br />

-RNA<br />

d- NUKLEOLUS (Çekirdekçik)<br />

Nukleus içerisinde daha viskoz yapıda, zar içermeyen bir veya birkaç<br />

adet nukleolus bulunur.<br />

Fonksiyonu rRNA sentezlenmesidir. Nükleoluslar, hücre bölünmesi<br />

sırasında kaybolup, bölünme sırasında tekrar meydana gelirler.<br />

Yapılarında RNA dışında protein ve enzimler bulunur. Büyüklükleri 10-<br />

15 mikron kadardır ve oluşumları akrosentrik kromozomların kısa kolları<br />

tarafından kontrol edilir.<br />

Nukleolus iki ayrı yapı özelliği gösterir.<br />

a- Nukleolonema: Ağ biçiminde olan ve RNA partiküllerini içeren<br />

koyu renkli bölgedir.<br />

b- Pars amorfa: Homojen ve açık renk görünümlü protein kısmıdır.<br />

22


BOLUM 3<br />

3.1 GİRİŞ<br />

HÜCRENİN KİMYASAL BİLEŞİMİ<br />

Genel olarak hücrelerin % 80 i su, % 12 si protein, % 5 i lipit, % 2 si<br />

nükleik asit, % 1 i karbohidrat, steroid ve diğer maddelerden oluşur.<br />

Hücrenin yapısında bulunan maddelerin miktar ve dağılımları hücrenin<br />

türüne ve fonksiyonuna göre farklılık gösterir.<br />

Biyomoleküller başlıca iki grupta toplanır,<br />

a- İNORGANİK MADDELER<br />

i- Su<br />

ii-Elektrolitler<br />

b-ORGANİK MADDELER<br />

i- Karbohidratlar<br />

ii- Proteinler<br />

iii-Lipitler<br />

iv-Nükleik asitler<br />

a-İNORGANİK MADDELER<br />

i-SU (H20)<br />

Organizmalardaki suyun % 70 i hücre içi sıvısı (intraselüler sıvı), geriye<br />

kalan % 30 u ise hücre dışı sıvıdır (ekstraselüler sıvı ).<br />

Ekstraselüler sıvı da iki şekilde görülmektedir;<br />

a-İnterstitiel sıvı: Hücrelerin arasında bulunur.<br />

b-İntravasküler sıvı: Damar içinde bulunur.<br />

23


Hayatın okyanuslarda başladığı hatırlanacak olursa suyun canlı için<br />

önemi bir kez daha ortaya çıkar. Suyun önemi, sahip olduğu polar özellik<br />

ve diğer organik maddelerle hidrojen bağı yapabilmesinden kaynaklanır.<br />

Su molekülü bir oksijen atomuna iki hidrojenin kovalent bağ ile<br />

bağlanmasından oluşmuştur ve genelde eşit sayıda proton ve elektron<br />

taşıdığından nötrdür ancak elektronların asimetrik olarak dağılmaları<br />

moleküle polar özellik kazandırır. Şöyle ki, oksijen, hidrojenin<br />

çekirdeğindeki elektronları kendisine doğru çekerek hafifçe negatif olur,<br />

hidrojen de hafif pozitif hale geçer. İşte bu polar yapısı sayesinde diğer<br />

polar moleküller ve iyonlar ile bir araya gelebilmektedir. Yine polarize<br />

olabilmeleri nedeniyle diğer su molekülleri ile hidrojen bağı yaparak<br />

birleşir ve bu sayede yüksek yüzey gerilimi, özgül ısı gibi özellikler<br />

kazanır.<br />

Hücre açısından hayati önem taşıyan suyun fonksiyonları şöylece<br />

sıralanabilir,<br />

Bilinen en iyi çözücüdür.<br />

Vücut ısısını düzenler<br />

Metabolizma sonucu oluşan üre, ürik asit gibi maddeler su<br />

aracılığıyla idrar ve ter olarak atılır.<br />

Kimyasal reaksiyonlar sulu ortamda meydana gelir.<br />

ii- ELEKTROLİTLER<br />

C, H, O, N, K, Ca, Mg, Fe, S, P gibi temel ve Zn, Cu, Se gibi eser<br />

elementler, hücredeki bileşiklerin yapısına girerler ve hücre<br />

fonksiyonlarının yürütülmesini sağlarlar.<br />

Fonksiyonlarının bazıları şunlardır;<br />

- Sinir ve kaslarda impuls iletimi<br />

- Osmotik basıncın sağlanması<br />

- Asit-baz dengesinin ayarlanması (pH)<br />

- Enzimlerin aktif olarak çalışması<br />

- Salgılama<br />

- Bazı vitaminlerin bileşimine girerek<br />

- Zarlardan taşınma<br />

24


Hücredeki inorganik maddeler, asit, baz ve tuzlar hücre sıvısında<br />

iyonlaşmış halde bulunurlar. Nötr olmalarına karşın serbest iyon<br />

taşıdıklarından elektrik akımını geçirirler ve elektrolit sıvı adını alırlar.<br />

b - ORGANİK MADDELER<br />

i-KARBOHİDRATLAR<br />

(CH20)n formülü ile gösterilen basit şekerlerden meydana gelir, C,H ve<br />

O atomlarından oluşurlar. Çok sayıda karboksil grubu taşıyan ve kısa<br />

karbon zincirine bir aldehit (RHC=0) veya keto ( R1R2CK) ) grubunun<br />

eklenmesi ile ortaya çıkan bileşiklerdir.<br />

Görevleri;<br />

Parçalanmalarından meydana gelen kimyasal enerji, çeşitli hücre<br />

fonksiyonlarında kullanılır.<br />

Nükleik asitlerin yapısına girerler.<br />

Lipit ve protein biyosentezinde kullanılırlar.<br />

Canlı veya cansız her türlü hücre materyalinin yapısına girerler.<br />

Selüloz ve kitin gibi koruyucu destek maddelerinin yapımında<br />

kullanılırlar.<br />

Karbohidratlar hayvanlarda glikojen, bitkilerde ise nişasta formunda<br />

depo edilirler.<br />

Karbohidratlar 3 grupta toplanır.<br />

i-Monosakkaritler: Tek şeker grubu içeren karbohidratlardır. Riboz veya<br />

deoksiriboz gibi 5 karbon içerirler ise pentoz, glukoz, fruktoz, galaktoz<br />

gibi 6 karbon içerirler ise heksoz adını alırlar.<br />

ii-Oligosakkaritler: 2 veya daha fazla sayıda monosakkaritlerden<br />

oluşmuşlardır. İki monosakkaritten oluşan dissakkaritler çok önemli<br />

biyolojik molekülleri içerirler.<br />

En önemlilerinden bazıları şunlardır;<br />

S akkaroz=Glukoz-Fruktoz<br />

Laktoz= Glukoz-Galaktoz<br />

Maltoz= Glukoz-Glukoz<br />

25


iii-Polisakkaritler: 10 dan fazla monosakkaridin biraraya gelmesi ile<br />

meydana gelirler. En önemli polisakkaritlerden glikojen, hayvan<br />

hücrelerinin depo maddesidir ve çok sayıda glukoz molekülünün<br />

birleşmesinden meydana gelir. Diğer bir polisakkarit olan nişasta da<br />

bitkilerdeki depo maddesidir.<br />

İİ- PROTEİNLER<br />

Proteinler, aminoasitlerin peptid bağlar ile birleşmeleri sonucu ortaya<br />

çıkan ve canlı için çok önemli olan organik bileşiklerdir. C,H,0,N,S ve P<br />

içerirler.<br />

Başlıca fonksiyonları;<br />

Enzim formunda katalizör görevi yaparlar.<br />

Taşınma (hemoglobin) ve depolamada (Fe-demir) rol alırlar.<br />

Hareketi sağlarlar (aktin ve miyozin)<br />

Mekanik destek olurlar.<br />

İmmun sistemde rol alırlar.<br />

Sinir uyarılarının iletiminde (reseptör proteinler) fonksiyon yaparlar.<br />

Proteinler yapılarına göre 2 ye ayrılırlar;<br />

a- Basit proteinler: Albumin, globulin, histon<br />

b- Bileşik proteinler: Fosfoprotein, lipoprotein, metalloprotein,<br />

glikoprotein<br />

İİİ- LİPİTLER<br />

Suda çözünmeyen ancak eter, kloroform gibi organik çözücülerde<br />

çözünen biyomoleküllerdir. Yağ asitlerinin alkollerle esterleşmesi ile<br />

meydana gelirler.<br />

Fonksiyonları;<br />

Hücre membranının yapısını oluşturmada,<br />

Metabolik olaylarda hücre üretiminde,<br />

Enerji gerektiren taşınma olaylarında,<br />

Hücre zarmdaki glikokaliks oluşumunda ve böylece hücrelerin<br />

birbirini tanımasında,<br />

Canlı organizma dışında koruyucu kılıf oluşturmada rol oynarlar.<br />

Lipitler, nötral yağlar ve mumlar gibi basit formda olabilecekleri gibi<br />

fosfolipit, glikolipit, lipoprotein gibi bileşik lipitler halinde de olabilirler.<br />

26


İV- NÜKLEİK ASİTLER<br />

Pürin (Adenin, Guanin) ve Pirimidin (Sitozin, Timin, Urasil) bazlarının<br />

(5 Karbonlu şeker ve fosfat ile) fosfodiester bağıyla eklenmeleriyle<br />

meydana gelen nükleotid polimerleridir. DNA (Deoksiribonükleik asit)<br />

ve RNA (Ribonükleik asit) olmak üzere iki tiptir.<br />

Canlıların kalıtsal özelliklerinin sonraki kuşaklara aktarılması ve protein<br />

sentezinde önemli rol oynarlar. (Bölüm 4)<br />

27


BOLUM 4<br />

4.1 GİRİŞ<br />

NÜKLEİK ASİTLER<br />

KALITSAL MATERYALİN YAPISI<br />

Tüm organizmaların ve bu organizmaları oluşturan hücrelerin tek bir<br />

ortak hücreden köken alarak doğal seleksiyon ile evrimleştikleri<br />

düşünülmektir.<br />

Günümüzde en gelişmiş canlı olan insan vücudunda 10 14 hücrenin<br />

bulunduğunu göz önüne alırsak genetik bilginin ileri kuşaklara ne kadar<br />

büyük bir duyarlılık ve doğrulukla aktarılması gereği ortaya çıkar.<br />

Nitekim canlıların üreme, gelişme, adaptasyon, protein sentezi ve diğer<br />

hücresel yapılarının yapımı gibi dinamik özelliklerinin sürdürülmesinde<br />

genetik bilginin gerek organizma içerisinde gerekse organizmadan<br />

organizmaya son derece hassas bir mekanizma ile iletildiğini görüyoruz.<br />

İlk kez 1869 yılında Friedrich Miescher tarafından irindeki akyuvarlarda<br />

genetik materyalin varlığı saptanmıştır. Daha sonra 1944 yılında Avery<br />

ve arkadaşları, oluşturdukları koloni morfolojisine göre S tipi (Smoothdüzgün<br />

kenarlı koloni oluşturan) pnömokoklardan izole ettikleri<br />

deoksiribonükleik asidi (DNA), R tipi ( rough-kenarı düzgün olmayan<br />

koloni oluşturan) bakterilerle inkübe ettiklerinde yeni oluşan<br />

pnömokokların hepsinin S tipi koloni oluşturduklarını görmüşler ve<br />

böylece DNA nın kalıtımdan sorumlu molekül olduğunu bildirmişlerdir.<br />

Nitekim 1953 yılında Watson ve Crick adlı araştırıcıların çift sarmallı<br />

DNA yapısını ortaya koymaları bu konuda önemli bir dönüm noktası<br />

olmuştur.<br />

Son 40 yıl içerisinde canlı sistemlerde bilgi aktarımı fonksiyonu yapan<br />

makromoleküllerin anlaşılmasında hızlı gelişmeler kaydedilmiştir ve<br />

29


ugün biliyoruz ki bazı viruslar dışında tüm canlılardaki kalıtsal bilgi<br />

deoksiribonükleik asit (DNA) tarafından taşınmaktadır.<br />

Nükleik asitler, tüm hücrelerin nukleus ve sitoplazmalarmda (mitokondri<br />

ve kloroplast) bulunurlar ve;<br />

- DNA (Deoksiribonükleik asit)<br />

- RNA (Ribonükleik asit)<br />

olmak üzere iki tiptedirler.<br />

Her iki nükleik asit de nükleotidlerin polimerize olması ile meydana<br />

gelir ve yapılarında;<br />

• Şeker<br />

• Fosfat<br />

• Baz<br />

ünitelerini bulundururlar. (Şekil 4.1)<br />

Fosfat Baz<br />

Şeker<br />

Şekil 4.1 Nükleotidin genel yapısı<br />

4.2 DNA ( DEOKSİRİBONÜKLEİK ASİT)<br />

DNA da 5 karbonlu şekerlerden (pentoz) deoksiriboz bulunur.<br />

Deoksiribozun 1. Karbonuna glikozid bağ ile tutunmuş bazlar pürin ve<br />

pirimidin olmak üzere iki tiptir. Pürin bazları adenin (A) ve guanin<br />

(G), Pirimidin bazları ise sitozin (C ) ve timin (T) dir. (Şekil 4.2 ).<br />

DNA da bulunan bazlar kantitatif olarak Edwin Chargaff tarafından<br />

incelenmiş olup adenin miktarının timine, guanin miktarının ise sitozine<br />

eşit olduğu görülmüştür. Chargaff kuralı olarak bilinen bu kural; kısaca<br />

A=T ve G=C olarak özetlenebilir. Adenin ile timin arasında iki, guanin<br />

ile sitozin arasında üç adet hidrojen (H) bağı bulunur.<br />

30


NH,<br />

N<br />

H<br />

Sitozin<br />

H2N -N<br />

HN -CH, HN<br />

Timin<br />

Guanin Adenin<br />

Şekil 4.2 Pürin ve Pirimidin bazları<br />

Şekil 4.3 DNA Yapısı<br />

o<br />

5' Ucu<br />

P O CH2<br />

o— p=o<br />

CH<br />

\Şeker/|<br />

3 OH 3' Ucu<br />

31<br />

N<br />

H<br />

Urasil<br />

H PURIN<br />

PIRIM İDİN


Deoksiribonükleik asidin çift iplikli yapısına Watson-Crick sarmalı<br />

(double-heliks) adı verilmektedir. 20 Angstrom çapındaki sarmalda<br />

bazlar 3.4 Angstrom aralıklarla sıralanmıştır ve sarmal her 10 bazda bir<br />

dönüş yapar. Sarmaldaki iplikler antiparalel olup bir iplik 5 ! —>3', diğer<br />

iplik ise 3'—>5' yönündedir. Şeker ve fosfat omurgasından oluşan iplikler<br />

birbirlerine hidrojen bağları ile zayıf olarak bağlanmışlardır. Omurga<br />

oluşturulurken şekerin 5 numaralı karbonuna bağlı fosfat grubunun<br />

hidroksili ile diğer nükleotiddeki şekerin 3' karbon atomuna bağlı<br />

hidroksil grubu arasında bir fosfodiester bağı oluşur (Şekil 4.3).<br />

Normal fizyolojik koşullarda DNA yapısını korur ancak yüksek sıcaklık<br />

ve aşırı pH derecelerinde hidrojen bağlarının çözülmeleri sonucu heliks<br />

açılarak tek iplik haline geçer. Bu olaya denatürasyon adı verilir. Ancak<br />

şeker ve fosfat arasında bulunan fosfodiester bağları etkilenmediği sürece<br />

şartlar eski haline dönüştürülürse tek iplikli DNA, hidrojen bağları<br />

kurarak tekrar eski formunu alır, bu olaya da renatürasyon denir.<br />

4.3 DNA REPLİKASYONU ( KENDİNİ EŞLEMESİ)<br />

DNA molekülü çoğalabilmek için kendi yapısını kalıp olarak kullanır. Bu<br />

amaçla replikasyon olacağı zaman DNA iplikçiklerini birarada tutan<br />

bazlar arasındaki hidrojen bağlan kopar ve iplikçikler birbirinden ayrılır.<br />

Bu işlem DNA helikaz enzimi tarafından gerçekleştirilir. Birbirinden<br />

ayrılan DNA iplikçikleri yeni oluşacak ipliklere kalıp oluştururlar ve her<br />

ikisinin karşısına komplementer yeni DNA iplikçikleri sentezlenmiş olur.<br />

Yeni oluşan DNA çift sarmallarının ikisi de atasal heliksten birer kopya<br />

taşıdıkları için bu modele yarı tutucu (semi konservatif ) replikasyon<br />

adı verilir.<br />

DNA sentezini sağlayan DNA polimeraz enzimlerinin sentezi<br />

5' —> 3' yönündedir. Çift sarmal ipliklerin yönleri anti-paralel olduğu için<br />

sentezin bir ilpikçikte 5'—>3', diğerinde 3'—>5' yönünde olacağı<br />

düşünülmekte ise de gerçekte böyle olmamaktadır. DNA sentezinin<br />

5'—>3' yönünde devam ettiği ipliğe kesintisiz iplik (leading strand)<br />

denir. Diğer iplik sentezini kesintili olarak sürdürür ve kesintili iplik<br />

(lagging strand ) olarak tanımlanır. Bu iplikte doğru yönde sentez<br />

yapılabilmesi için DNA sentez öncülleri deokribonükleotid trifosfatlar<br />

100-200 nükleotid uzunluğunda polimerize edilir. DNA primerlerinin<br />

sentezi RNA polimeraz enzimi tarafından yapılır. Sentezin, Okazaki adlı<br />

32


ir araştırıcı tarafından gösterilmesi nedeniyle ayrı ayrı sentezlenen bu<br />

parçacıklara Okazaki parçacıkları adı verilmiştir. Daha sonra söz<br />

konusu parçacıklar DNA ligaz enzimi tarafından birleştirilirler. Adeta bir<br />

çatal görünümünü andıran şekil, replikasyon çatalı adını alır.<br />

Prokaryotlarda DNA polimeraz 1, DNA polimeraz 2 ve DNA polimeraz<br />

3 olmak üzere 3 tip DNA polimeraz vardır.<br />

Ökaryotlarda ise DNA polimeraz enzimi alfa, beta, lamda ve epsilon<br />

olmak üzere 4 tiptir.<br />

4.4 DNA TİPLERİ<br />

İnsan genomundaki DNA nın organizasyonu oldukça komplekstir.<br />

Ökaryotik bir genom incelendiğinde DNA nın bazı kesimlerinin<br />

kodlandığını yani proteine dönüştüğünü, büyük bir bölümünün ise<br />

kodlanmadığını görmekteyiz.<br />

Bugünkü bilgilerimize göre insan genomunda 3 tip DNA ayırd<br />

edilmektedir.<br />

1. TEK KOPYA ( UNIQUE) DNA; Genomun % 75 ini oluşturur;<br />

50000 ila 100000 gen içerir ve dolayısıyla kodlama yaparlar. Tüm<br />

genom boyunca lokalize olmuşlardır.<br />

2. TEKRARLAYAN DAĞINIK DNA DİZİLERİ; Genomun % 15<br />

inde bulunurlar. Belirli nükleotid dizileri aynen veya birtakım<br />

varyasyonlarla yüzlerce hatta milyonlarca kez tekrarlanır. Kodlama<br />

yapmazlar, DNA nın yapısının korunmasında rol oynarlar. Tüm<br />

genom boyunca genler ve tek-kopya dizileri arasında dağınık olarak<br />

bulunurlar. Alu ve L1 en iyi bilinen iki majör familyadır.<br />

3. SATELLİT DNA; Oldukça sık tekrarlayan dizilerdir. Genomun<br />

% 10 unda bulunurlar. Sentromer ve telomer gibi spesifik bölgelerde<br />

lokalize olmuşlardır.<br />

4.5 MUTASYON<br />

Kalıtsal materyal olan DNA da meydana gelen kalıcı değişikliklere<br />

mutasyon adı verilir. Mutasyon DNA daki nükleotid dizisinde veya<br />

DNA nın düzenlenmesi sırasında ortaya çıkabilir.<br />

33


Meydana geliş mekanizmasına göre 3 gruba ayrılmaktadır ;<br />

1. Genom mutasyonları; Kromozomların bölünme sırasında doğru<br />

olarak ayrılmaması sonucu ortaya çıkar. Sıklığı 10" 2 /hücre<br />

bölünmesidir. Ör. Anöploidi<br />

2. Kromozom mutasyonları; Kromozomların düzenlenmesi sırasında<br />

meydana gelir. Sıklığı 6x10 4 / hücre bölünmesidir.<br />

Ör. Translokasyonlar<br />

3. Gen mutasyonları; DNA yı oluşturan baz çiftlerinde meydana gelen<br />

mutasyonlardır.<br />

Bu tip mutasyonlar iki şekilde ortaya çıkar;<br />

a- DNA nın replikasyonu sırasında<br />

b- Herhangi bir mutajen tarafından indüklenerek.<br />

(Ör. Nokta mutasyonları)<br />

MUTAJEN; spontan mutasyon hızını arttırarak DNA nın yapısında<br />

kalıcı değişikliklere yol açan ajanlara denir. Çeşitli kimyasal maddeler,<br />

iyonize radyasyon ve ultraviyole ışınlar mutaj enler arasında sayılabilir.<br />

DNA replikasyonu sırasında meydana gelen baz hataları spesifik tamir<br />

enzimleri tarafından düzeltilmektedir. Ancak bu enzimlerin fonksiyon<br />

yapamadığı durumlarda, örneğin; xeroderma pigmentosum, ataxia<br />

telangiectasia, Fanconi anemisi, Bloom sendromu gibi otozomal resesif<br />

genetik hastalıklarda söz konusu tamir mekanizmaları çalışmamaktadır.<br />

Nitekim bu kişiler kanser olmaya yatkın (predispoze ) kişilerdir.<br />

4.6 RNA (RİBONÜKLEİK ASİT)<br />

Genetik bilgi taşıyan diğer bir nükleik asit ise RNA (Ribonükleik asit)<br />

dir. DNA ve RNA molekülleri birçok bakımdan birbirlerine<br />

benzemektedirler. Ancak bazı noktalarda farklılıklar vardır.<br />

Bu farklılıkları şöylece sıralayabiliriz;<br />

1. DNA nın yapısında 5 karbonlu şekerlerden deoksiriboz bulunurken,<br />

RNA nın yapısında yine 5 karbonlu başka bir şeker olan riboz yer<br />

alır.<br />

2. DNA da pirimidin bazlarından timin bulunurken, RNA da bu bazın<br />

yerine urasil bulunur.<br />

34


3. Bazı virüsler dışında DNA daima çift sarmaldır, RNA ise tek zincir<br />

halindedir ancak tRNA nın bazı kısımlarında katlanarak çift sarmal<br />

halinde bulunur.<br />

4. DNA kalıtsal bilgiyi taşıyan moleküldür. RNA ise bazı viruslar<br />

dışında kalıtsal bilgiyi taşımaz, yapısal fonksiyon görür ya da protein<br />

sentezinde genetik bilginin DNA dan proteine aktarılmasında<br />

kalıplık yaparak aracı rol oynar.<br />

5. DNA da adenin sayısı timine, guanin sayısı sitozine eşit iken, RNA<br />

daki bazlar arasında böyle bir oran söz konusu değildir.<br />

6. RNA molekülleri genellikle DNA moleküllerinden daha kısadır.<br />

4.7 RNA TİPLERİ<br />

Prokaryotik hücrelerde 3 tür RNA bulunur. Ökaryotik hücrelerde ise<br />

RNA, 5 tipte görülmektedir.<br />

1-Messenger RNA (mRNA, ulak RNA, elçi RNA )<br />

DNA da saklı olan genetik bilginin protein yapısına aktarılmasında<br />

kalıplık yapan RNA tipidir. Nukleus ve sitoplazmada bulunur. Tek bir<br />

ökaryotik hücre yaklaşık 10 000 farklı mRNA molekülü içermektedir.<br />

RNA nukleusta ve RNA polimeraz enzimi yardımıyla çift dallı DNA nın<br />

yalnız bir dalından, primere gereksinim duymaksızın sentezlenir. Bu dal<br />

üzerinde bulunan bazların karşısına komplementer (tamamlayıcı) bazların<br />

gelmesi ile DNA üzerindeki şifre mRNA ya iletilerek protein sentezinin<br />

yapılacağı ribozomlara aktarılmış olur. Sentez 5'=>3' yönündedir.<br />

Bakterilerde mRNA ların yarı ömrü oldukça kısa olup, birkaç saniye ile 2<br />

dakika arasında değişir. Memelilerde ise bu süre birkaç saat ila 1 güne<br />

kadar uzamaktadır. Prokaryot ve ökaryot mRNA lan arasındaki bir diğer<br />

önemli farklılık, tüm ökaryotik mRNA larm monosistronik; yani tek bir<br />

polipeptidi kodlayıcı özellikte olması, buna karşın prokaryotların<br />

polisistronik; yani birden fazla proteini kodlama özelliğinde olmasıdır.<br />

2- Transfer RNA (tRNA, taşıyıcı RNA )<br />

Sitoplazmada yer alır ve hücresel RNA nın %10 kadarını oluşturur.<br />

Görevi; sitoplazmada bulunan aminoasitlerin seçilerek ribozomlara<br />

taşınmasıdır. Transfer RNA tek zincirli yapıya sahiptir ancak yer yer<br />

kıvrılmalar gösterir ve böylece yonca yaprağı şeklindeki üç boyutlu<br />

35


yapısında çift sarmallı kısımlar bulunur. Doğada yer alan 20 aminoasidin<br />

herbiri için ayrı tRNA bulunur. tRNA 1ar üç bazdan oluşan ve<br />

antikodon adı verilen uçları ile mRNA üzerinde bulunan ve yine üçlü<br />

bazdan oluşan kodon bölgesine geçici olarak bağlanarak sitoplazmada<br />

bulunan amino asitlerin, ribozomda yer almış olan mRNA üzerindeki<br />

şifreye uygun olarak dizilmelerini sağlarlar (Şekil 4.4 ).<br />

Şekil 4.4 tRNA yapısı<br />

3-Ribozomal RNA (r RNA)<br />

Ribozomların yapısal elementi olup, ağırlıklarının % 60-65 ini<br />

oluştururlar. Ribozomların geriye kalan % 40-45 lik bölümü ise<br />

proteinden ibarettir. Prokaryotik hücrelerde 23 S, 16 S ve 5 S olmak üzere<br />

3 tip rRNA, ökaryotik hücrelerde ise 28 S, 18 S,7 S ve 5 S olmak üzere 4<br />

tip rRNA vardır. (S:Svedberg ünitesi)<br />

4- Heterojen nüklear RNA (hnRNA)<br />

Amino asit ucu<br />

Antikodon<br />

Ökaryotik hücrelerde sentezlenen öncül mRNA molekülleridir. Bu<br />

moleküller sentezlendikten sonra modifikasyon geçirirler. Önce mRNA<br />

nın 3' ucuna poly A (poliadenilik asit) kuyrukları eklenir. 5' ucuna ise kep<br />

(cap) yapısı olarak bilinen 7-metil guanozin adlı molekül eklenir. Daha<br />

sonra mRNA nm kodlama yapmayan intron kısımları kesilip atılır,<br />

geriye sadece kodlama yapan ekzon kısımları bırakılır. Bu işleme de<br />

RNA nm kesilmesi (splicing) adı verilir.<br />

36


5- Küçük nüklear RNA (snRNA)<br />

Öncül mRNA moleküllerinin işlenmesi sırasında ortaya çıkarlar. İşlevleri<br />

kesin olarak bilinmemekle birlikte intronlarm uzaklaştırılmasında<br />

yardımcı oldukları sanılmaktadır.<br />

4.8 PROTEİN SENTEZİ<br />

Protein sentezi, ribozom adı verilen ve sitoplazmada yer alan<br />

organellerde gerçekleşmektedir. Nükleustaki kalıtsal bilginin RNA 1ar<br />

aracılığı ile sitoplazmaya aktarılması ve buradaki ribozomlarda proteine<br />

çevrilmesi işlemine SANTRAL DOĞMA adı verilir.<br />

Revers transkriptaz enzimi taşıyan virüsler dışındaki canlılarda sistem<br />

tek yönlü işler, RNA dan DNA sentezi görülmez.<br />

DNA dan RNA tiplerinin sentezlenmesine transkripsiyon, RNA dan<br />

proteinin sentezlenmesine de translasyon denilmektedir (Şekil 4.5).<br />

DNA- RNA- -•PROTEİN SENTEZİ<br />

Transkripsiyon Translasyon<br />

Şekil 4.5 Santral Doğma<br />

Protein Sentezi 4 aşamada gerçekleşir ;<br />

1 -AMİNO ASİT AKTİVASYONU<br />

Sitoplazmada serbest halde bulunan aminoasitlerin mRNA da bulunan<br />

uygun kodonlara göre taşınmaları tRNA 1ar tarafından sağlanır.<br />

Aminoasitlerin tRNA ya bağlanması için ATP (Adenozin trifosfat)<br />

kullanılarak her aminoasit için özgül olan aminoaçil t-RNA sentetaz<br />

enzimi ile aktive edilmeleri gerekmektedir.<br />

37


Aktivasyon aşağıdaki kademelerle gerçekleşir;<br />

Enzim + aa + ATP ^Enzim (aminoaçil-AMP) + PPi<br />

RNA+enzim(aminoaçil-AMP) ^ Aminoaçil tRNA + Enzim+ AMP<br />

2- SENTEZİN BAŞLAMASI (INITIATION)<br />

Protein sentezi AUG (methionin) başlama kodonu ile başlatılır.<br />

Prokaryotlarda bu kodona formil methionin tRNA, ökaryotlarda ise<br />

methionin tRNA bağlanır.<br />

Prokaryotlarda protein sentezinin başlayabilmesi için;<br />

Protein yapısındaki başlama faktörleri (IF 1,IF 2,IF 3)<br />

16 SrRNA içeren ribozomun 30 S ünitesi<br />

- mRNA<br />

N-formil methionil-tRNA<br />

GTP (Guanozin trifosfat)<br />

gereklidir.<br />

Sentezi başlatma kompleksinin oluşabilmesi için önce IF 3, başlama<br />

faktörü 30 S subünitesi ile birleşir. Daha sonra bu yapıya IF 1 katılır ve<br />

en son olarak 30 S subünitesine sentezi yapılacak olan mRNA bağlanır.<br />

Bir sonraki aşamada ribozomun 50 S ünitesi, GTP hidrolizi ile bu<br />

komplekse eklenir ve böylece ilk tRNA nın P (peptidil tRNA) bölgesine<br />

yerleşmesi tamamlanmış olur. Ökaryotlardaki başlama faktörleri elFl,<br />

elF 2, elF 3,eIF 4, elF 5 dir.<br />

3- UZAMA (ELONGATION)<br />

Bu evrede de protein yapısındaki uzama faktörleri fonksiyon<br />

yapmaktadır. Prokaryotlardaki uzama faktörleri EF-Tu, EF-Ts ve EF-G,<br />

ökaryotlardakiler ise EFİ ve EF - (3 dir.<br />

Sentez sırasında kodondaki şifreye uygun olan yeni bir aminoaçil sentetaz<br />

70 S ribozomunun (Aminoaçil) bölgesine bağlanır, daha sonra, önceden<br />

P (Peptidil) bölgesine bağlanmış olan tRNA daki amino asit ile A<br />

bölgesine yeni bağlanan aminoaçil tRNA arasında peptid bağ meydana<br />

gelir ve A bölgesindeki peptidil tRNA P bölgesine transloke olur, mRNA<br />

bir kodon kayar, A bölgesi yeni gelecek tRNA için boşaltılır. Bu sırada 1<br />

molekül GTP harcanır. Aynı işlem her tRNA için tekrarlanır.<br />

38


4- SONLANMA (TERMINATION)<br />

Polipeptid zincirin uzama evresi, mRNA da belirlenen sıraya göre devam<br />

eder. UAA,UGA veya UAG dur kodonlarından birine gelindiği zaman<br />

özel sonlanma faktörleri olan RF1, RF 2 ve S faktörlerinin salınmasıyla<br />

sentezi tamamlanan protein kendisini taşıyan tRNA molekülünden ve<br />

ribozomdan ayrılır.<br />

Sentezi tamamlanan polipeptid daha sonra üç boyutlu yapısını kazanarak<br />

fonksiyonel protein işlevini yerine getirir.<br />

39


4. 9 PROTEİN SENTEZİNİN DÜZENLENMESİ<br />

Canlılar sahip oldukları enerjiyi mümkün olan en ekonomik biçimde<br />

kullanma eğilimindedirler, bu nedenle de protein sentezinin kontrolü<br />

oldukça hassas ve aynı zamanda karmaşık bir biçimde gerçekleşir.<br />

Yüksek yapılı organizmalarda, örneğin insanda her hücre yaklaşık<br />

100000 kadar gen içerdiği halde bunların hepsi aynı zamanda fonksiyonel<br />

olarak işlev görmemekte, ancak gerekli olduğu dönemlerde genlerden<br />

sadece bir kısmı çalışmaktadır.<br />

Herhangi bir genin aktif olarak çalışabilmesi için üç önemli basamağın<br />

gerçekleşmesi gerekir;<br />

a- Kromatin yapısının açılması<br />

b- Ortamda transkripsiyon faktörlerinin bulunması<br />

c- Transkripsiyon faktörlerinin kromatin ağının açılmasıyla ortaya çıkan<br />

özgül DNA kesimlerine bağlanması ve başlama kompleksinin<br />

oluşması.<br />

Genin regülasyonunu sağlayan transkripsiyon faktörleri protein yapısında<br />

elemanlardır. Bugüne kadar çeşitli organizmalarda yüzlerce gen<br />

düzenleyici protein tanımlanmıştır.<br />

Genler, fonksiyonel ve yapısal olmak üzere iki tiptir.<br />

FONKSİYONEL GENLER;<br />

a- Regülatör (R-Düzenleyici) Genler: Baskılayıcı maddeleri<br />

sentezleyen genlerdir.<br />

b- Promotor (P- İlerletici) Genler: RNA polimeraz enziminin<br />

bağlandığı genlerdir. Enzimin bağlanmasından sonra DNA çift<br />

heliksi açılır ve RNA sentezlenmeye başlar.<br />

c- Operatör (O) Genler: Yapısal genlerin sentez aktivitesini kontrol<br />

ederler.<br />

YAPISAL GENLER, herhangi bir proteine gereksinim duyulduğu<br />

zaman ilgili DNA molekülünü sentezleyen genlerdir.<br />

Promotor ve operator genler ile yapısal genlerin oluşturdukları birime<br />

OPERON adı verilir.<br />

40


Tek bir çembersel DNA ya sahip olan E.coli adlı bakteri, genetik<br />

çalışmaların yapılabilmesi için uygun bir modeldir ve genlerin işleyişi ile<br />

elde edilen bulguların çoğu da bu organizmalardan elde edilmiştir.<br />

Örneğin E.coli'nin gelişimi için gerekli olan triptofan amino asidi<br />

ortamda var ise organizma bu maddeyi sentezleyemez eğer yok ise,<br />

genler aktive olur ve aminoasidin sentezi yapılır. Sentez şöyle<br />

gerçekleşir; E.coli'de triptofan aminoasidinin sentezini sağlayan 5<br />

enzimin genleri kromozomda yan yana dizilmişlerdir ve tek bir promotor<br />

bölgeden transkribe edilirler. Promotor genlerin ortasında triptofan<br />

reseptörünün bağlandığı operator genler bulunur. Hücredeki triptofan<br />

düzeyi düştüğü zaman RNA Polimeraz enzimi promotora bağlanır ve<br />

triptofan operonunun 5 genini çalıştırır. Triptofan konsantrasyonu<br />

yükseldiği zaman triptofan reseptörü aktive olarak operatore bağlanır ve<br />

RNA Polimerazm promotora bağlanmasını engeller.<br />

Ökaryotlarda RNA Polimeraz 1, 2, 3 olmak üzere üç tiptir ve bunların<br />

çalışması farklı regülatör bölgeler ve transkripsiyon faktörleri (TF)<br />

tarafından kontrol edilir. Enzimin, sentez başlama bölgesinin hemen<br />

üzerinde bulunan TATA adlı DNA dizisine ve transkripsiyon<br />

faktörlerinin belli bir sıra ile promotor bölgeye bağlanmaları ile<br />

transkripsiyonun başlaması kontrol edilir.<br />

Prokaryotlarda bir genin regülasyonu 1 veya 2 gen düzenleyici protein<br />

tarafından yapılırken, ökaryotlarda gen regülasyonu çok daha kompleks<br />

olmaktadır.<br />

41


BOLUM 5<br />

5.1 GİRİŞ<br />

Metabolik Yollar<br />

HÜCRENİN ENERJİ METABOLİZMASI<br />

Canlılar çeşitli yollarla aldıkları besinleri kullanarak enerji elde ederler.<br />

Katabolizmada ; polisakkarit, lipit ve proteinlerin birbirini izleyen<br />

reaksiyonlar ile 3 evrede parçalandıkları görülmektedir (Şekil 5.1).<br />

I. Evrede büyük moleküller kendilerini oluşturan başlıca yapıtaşlarına<br />

parçalanırlar. Şöyle ki; polisakkaritler heksoz ve pentozlara, lipitler yağ<br />

asidi ve gliserole, proteinler de aminoasitlere ayrışırlar.<br />

II. Evrede, ilk evrede farklı bileşiklerden elde edilen ürünler toplanarak<br />

basit arabileşiklere dönüşür. Örneğin heksoz ve pentoz 3 karbonlu<br />

arabileşik olan piruvata ve asetil-Ko A ya dönüşür. Benzer olarak çeşitli<br />

yağ asitleri de asetil-Ko A ya dönüşürler.<br />

m. Evrede ise asetil Ko-A, ortak katabolik yol ile CO2 ve H2O ya okside<br />

olur.<br />

Anabolizma yani küçük yapıtaşlanndan canlı için gerekli olan yeni<br />

maddelerin sentezi (Biyosentez) de 3 evrede gerçekleşir, ancak metabolik<br />

olaylar III. Evreden başlayarak tersine cereyan eder ve bu kez eneıji<br />

kullanılır.<br />

-43 -


PROTEİN POLISAKKARIT LİPİT<br />

Aminoasit<br />

NH2<br />

i<br />

Heksoz-Pentoz<br />

PIRUVAT<br />

Yağ asidi-Gliserol<br />

SETIL KO-A'<br />

Krebs siklusu<br />

i<br />

,ETS (Elektron transport sistemi)<br />

i<br />

H20<br />

Şekil 5.1 Katabolizmanın 3 evresi<br />

5.2 OKSİJENLİ SOLUNUM<br />

EVRE I<br />

EVRE II<br />

EVRE m<br />

CO2 ATP+ISI= ENERJİ<br />

H20<br />

Canlılarda bulunan yağ, protein ve karbohidrat gibi besin maddelerinin<br />

hücrelerin yapılarını oluşturmalarının yanısıra organizmaya eneıji<br />

sağlamak üzere parçalandıklarını görmüştük. Açığa çıkan enerjinin bir<br />

kısmı ile ATP sentezlenir, geriye kalan kısım ise ısı enerjisine dönüşür.<br />

Besin maddelerinin oksijen kullanılarak yıkılmalarına aerobik<br />

(Oksijenli) solunum, oksijen kullanılmadan parçalanmalarına ise<br />

anaerobik (Oksijensiz) solunum adı verilir.<br />

Enerji elde etmek üzere en fazla kullanılan karbohidrat, 6 karbonlu<br />

monosakkarit olan glukozdur. İnsanlarda glikojen formunda karaciğerde<br />

depo edilir ve enerji gerektiği zaman önce glukoza dönüşür ve daha<br />

sonra yıkılır.<br />

-44-


Glukozun oksidasyonu aşağıdaki aşamalardan geçerek gerçekleşir.<br />

Glikoliz; Hücre sitoplazmasında meydana gelir. Glukoz, birtakım ara<br />

basamaklardan geçerek pirüvik asit molekülüne parçalanır sonuçta net 2<br />

ATP elde edilir.<br />

Krebs evresi; Mitokondrinin matriks bölümünde meydana gelir. Bir<br />

önceki evrede meydana gelmiş olan pirüvik asitten oluşan asetil Ko-A<br />

sitrata dönüşür ve Krebs döngüsü başlar. Döngüde, birçok reaksiyon ve<br />

meydana gelen ara bileşikler sonucunda toplam 24 Hidrojen elde edilir.<br />

Elektron transport sistemi (ETS) ; Mitokondrinin iç zarında NAD,<br />

FAD, CoQ, Sitokrom b, sitokrom c, sitokrom a ve sitokrom a3 den<br />

oluşan elektron taşıma sistemi enzimleri yer almaktadır. Krebs<br />

döngüsünden elde edilen 24 Hidrojene ait elektronlar bu sistemden<br />

oksijene iletilirken, H2O nun yanısıra her bir elektron çifti için 3 er tane<br />

olmak üzere toplam 12X3 =36 ATP sentez edilmiş olur. Sonuç olarak,<br />

glikoliz evresinde elde edilen 2 ATP ile birlikte, Oksijenli solunumda 1<br />

mol glukozdan net 38 ATP elde edilir.<br />

Karbohidratların dışında; yağlar, yağ asidi ve gliserole, proteinler de<br />

aminoasitlere parçalandıktan sonra glikoliz ve Krebs döngüsünün çeşitli<br />

aşamalarında reaksiyona katılarak enerji verirler.<br />

ANAEROBİK SOLUNUM<br />

Oksijenin bulunmadığı ortamlarda meydana gelen ve daha az enerji elde<br />

edilen solunum şeklidir. İnsan ve hayvan hücrelerinde egzersiz sırasında<br />

acil enerji gerektiren durumlarda anaerobik solunum meydana gelir ve<br />

son ürün olarak kaslarda laktik asit birikimi olur. Mikroorganizmalar gibi<br />

basit canlılar da besin maddelerini oksijen kullanmadan parçalayarak<br />

fermentasyonu (mayalanma) gerçekleştirirler. Bu sayede kendileri için<br />

gerekli enerjiyi sağlamalarının yanısıra alkol, sirke, turşu vs. gibi<br />

maddelerin oluşumunu da sağlarlar. Aerobik ve anaerobik solunumda<br />

glukozun piruvata kadar yıkımı olan glikoliz evresi ortaktır. Anaerobik<br />

solunum meydana geliyor ise oluşan piruvat tan hayvan hücrelerinde<br />

laktat, mikroorganizmalarda ise etanol oluşurken elde edilen net enerji<br />

2 ATP dır.<br />

-45-


BOLUM 6<br />

6.1 GİRİŞ<br />

CANLILARIN OLUŞUMU VE HAYATIN DEVAMI<br />

Yerkürenin yaşının 5-7 milyar yıl olduğu tahmin edilir. Canlılığın<br />

başlangıcının ise 2-2.5 milyar yıl önce olduğu, aradaki zaman diliminde<br />

kimyasal evrimin yaşandığı kabul edilmektedir. Kimyasal evrimi<br />

biyolojik evrim izlemiş ve günümüzde prokaryot adını verdiğimiz basit<br />

canlılardan gelişen ökaryotik canlılar ortaya çıkmıştır.<br />

Canlıların en önemli özelliklerinden biri olgunlaşma evresini<br />

tamamladıktan sonra kendilerine benzeyen yeni bireyleri dünyaya<br />

getirmek yani üremektir. Yeni bireyler meydana gelirken, anneden gelen<br />

ovum ile babadan gelen sperm bir araya gelerek zigotu oluşturur.<br />

Böylece her iki ebeveynin kalıtsal materyali birleşmiş olur ancak bu<br />

sırada sadece anneye ya da babaya benzeyen yavruların değil, genetik<br />

varyasyon (değişiklik) gösteren yeni kombinasyonların ortaya çıkması<br />

sağlanır.<br />

6.2 HÜCRE BÖLÜNMESİ<br />

2 tip hücre bölünmesi vardır.<br />

1-Mitoz bölünme<br />

2-Mayoz bölünme<br />

MİTOZ<br />

Zigot oluştuktan sonra başlayan hücre bölünmesidir. Canlılar büyümeleri<br />

için hücre sayılarını arttırmak zorundadırlar, o nedenle tüm vücut (soma)<br />

hücrelerinde mitoz görülür. Bazı hücrelerde bölünme, organizma belli bir<br />

büyüklüğe ulaşıncaya kadar sürerken, örneğin kan dokusunda olduğu gibi<br />

kimi hücrelerde de yaşam boyunca devam eder. Hücredeki bölünme<br />

olayları DNA'nm replikasyonu ve böylece iki katına çıkan<br />

-47-


genetik materyalin eşit miktarlarda yavru hücrelere bölünmesi ile<br />

gerçekleşir. Bu olguların tümü hücre siklusunu (döngü) meydana getirir.<br />

Bir başka ifade ile hücre döngüsü, iki mitoz bölünme arasındaki<br />

dönemdir.<br />

MİTOZ<br />

G2<br />

Şekil 6.1 Hücre döngüsü<br />

Hücre siklusu birbirini izleyen 3 evreyi içerir (Şekil 6.1).<br />

1. G 1 (G=Gap, aralık) EVRESİ: Post mitotik evre olarak da bilinir.<br />

Mitoz geçiren hücrelerde RNA ve protein sentezinin yapıldığı<br />

evredir. Henüz DNA sentezi yoktur. Bu dönemde kendilerini DNA<br />

sentezine hazır görmeyen hücreler Go adı verilen dinlenme<br />

dönemine girerler ve bu şekilde proliferasyona girmeden günler,<br />

haftalar hatta yıllar boyunca bekleyebilirler.<br />

2. S (Sentez) EVRESİ: Bu evrede DNA sentezi yapılır. Hücre DNA sı<br />

iki katma çıkar, RNA ve protein sentezi devam eder.<br />

3. G 2 EVRESİ: DNA sentezinin bitmesi ile mitozun başlaması<br />

arasında kalan evredir. RNA ve protein sentezi diğer evrelerdeki<br />

düzeyde sürer.<br />

Mitoz bölünmede birbirini izleyen 4 evre görülür.<br />

1. PROF AZ: Kromatin iplikleri kısalıp kalınlaşarak, belirginleşir ve<br />

mikroskopta rahatlıkla gözlenebilen kromozomlar meydana gelir.<br />

Kromozomlar kendilerini eşleyerek herbiri KROMATİD adını alan<br />

bir çift oluştururlar. Sentrioller de kendilerini eşleyerek 2 çift haline<br />

geçerler ve çiftler birbirlerinden ayrılarak hücrenin kutuplarına doğru<br />

hareket ederler. Bu sırada plazmada aster iplikleri (iğ iplikçikleri)<br />

adı verilen protein iplikler oluşur. Nukleus zarı ve nukleolus profaz<br />

sonunda tamamen kaybolur.<br />

-48-


2. METAFAZ: İkişer kromatidler halinde bulunan kromozomlar<br />

sentromerlerinden tutulu halde, iki kutup arasındaki ekvatoriyel<br />

düzleme sıralanırlar. Kromozomların net olarak görülmesi açısından<br />

dokulardan kromozom elde etmek için en uygun ortam metafaz<br />

evresidir.<br />

3. ANAFAZ: Sentromerleri (kinetokor) ile iğ iplikçiklerine tutunmuş<br />

olan kromozomlar sentromer önde, kromozom kolları arkada olmak<br />

üzere kutuplara doğru çekilirler. Kardeş kromozomlar kutuplara<br />

ulaştığı anda anafaz biter.<br />

4. TELOFAZ: Kardeş kromozomların kutuplara ulaşması ile telofaz<br />

başlar. Kromozomlar tekrar uzar, incelir ve kromatin iplikleri haline<br />

dönüşür. Endoplazmik retikulum tarafından nukleus zarı, akrosentrik<br />

kromozomlar tarafından da nukleolus yeniden oluşturulur, iğ<br />

iplikçikleri kaybolur. Böylece Karyokinez adı verilen nukleus<br />

bölünmesi tamamlanmış olur. Daha sonra ekvatoriyel düzlemde bir<br />

boğumlanma meydana gelir ve sitoplazma da bölünmesini tamamlar<br />

(Sitokinez) ve mitoz sona erer.<br />

Mitoz bölünme sonucunda tek bir hücreden birbirine eşit miktarda<br />

genetik yapıya sahip olan 2 yeni yavru hücre meydana gelir.<br />

MA YOZ BÖLÜNME<br />

Seksüel üreme görülen canlılarda eşey hücreleri (gametler) mayoz<br />

bölünme ile meydana gelir. Erkeklerdeki eşey hücrelerine spermium,<br />

dişilerde ise ovum adı verilir. Mayoz bölünmenin en önemli özelliği<br />

hücrelerdeki kromozom sayısının bölünme sonunda yarıya inmesidir, bu<br />

nedenle indirgenme bölünmesi olarak ta bilinir. Şöyle ki, insan vücut<br />

hücrelerinde 46, cinsiyet hücrelerinde ise 23 kromozom bulunur. Eğer<br />

mitoz bölünme gerçekleşmese idi, erkek ve dişi gametlerin birleşmesi<br />

sonucu meydana gelen zigotta normal bireylerde bulunması gerekenin iki<br />

katı kadar kromozom bulunacaktı. Bu bölünmede mitozdan farklı olarak<br />

ard arda iki farklı hücre bölünmesi meydana gelir.<br />

Mitoz ve mayoz bölünme arasındaki bir başka farklılık, mayoz<br />

bölünmenin 1. Profazmda anne ve babadan gelen homolog<br />

kromozomların karşılıklı gelerek gen alışverişinde bulunmalarıdır,<br />

(krosing över). Böylece yeni meydana gelen bireylerin ebeveynlerden<br />

birisine aynen benzemesi yerine, her ikisinden de ayrı ayrı alacağı<br />

-49-


genlerle farklı bir görünüme sahip olmaları sağlanmaktadır. Mitoz<br />

bölünme sonucunda ise kromozomların sayısı gibi yapısı da değişmeden<br />

kalır.<br />

Mitoz bölünme sonrasında iki yeni hücre, mayoz sonrasında ise dört yeni<br />

hücre oluşur.<br />

Mayoz bölünme aslında birbirini izleyen 2 ayrı bölünmedir.<br />

1-MAYOZ bölünmede;<br />

PROF AZ 1 'in başında kromatin iplikleri kendilerini eşlerler ve kısalıp<br />

kalınlaşmaya başlarlar. Mitoz bölünmeden yine farklı olarak Profaz<br />

1 evresi oldukça uzundur ve 5 alt evreye ayrılır;<br />

a- Leptoten: Kromozomlar ince uzun iplikçikler halinde belirginleşmeye<br />

başlar. Kromomer adı verilen kalınlaşmış bölgeler, her kromozom<br />

için karekteristiktir. Bir önceki S (Sentez) fazında kromozomlar<br />

replike olmalarına karşın, kardeş kromatidler gözlenmez.<br />

b- Zigoten: Anne ve babadan gelen homolog kromozomlar yan yana<br />

gelerek eşleşirler ve belli noktalarda birleşerek sinapsis oluştururlar.<br />

c- Pakiten: îyice kısalıp kalınlaşan ve eşleşmelerini tamamlayan<br />

kromozomlar 4 kromatidden oluştukları için tetrad adını alırlar. Bu<br />

evrede homolog olmayan kromatidler arasındaki gen alışverişi olarak<br />

tanımlanan krossing-over olayı gerçekleşir.<br />

d- Diploten: Bivalent haldeki kromozomlar birbirlerinden ayrılmaya<br />

başlarlar ancak kromatidler kiazma adı verilen birkaç noktada hala<br />

birbirlerine tutunmaya devam ederler ki bu noktaların krossing-over<br />

bölgelerini oluşturduğu düşünülmektedir.<br />

e- Diakinez: Homolog kromozomlar birbirlerinden tamamen ayrılırlar,<br />

en kısa ve kalın hallerine gelirler. Nukleolus parçalanır, nukleus zarı<br />

erimeye başlar ve 1. Profaz sona erer.<br />

MET AF AZ 1: Nukleus zarının tamamen kaybolması ile 1. Metafaz<br />

başlar. Sentriol çiftleri kutuplara çekilerek iğ (aster) ipliklerini<br />

oluştururlar. İkişer kromatidli homolog kromozomlar sentromerlerinden<br />

ekvatoriyel düzleme sıralanırlar.<br />

-50-


ANAFAZ 1: Her bivalentteki homolog kromozomlar sentromerleri önde<br />

olmak üzere kutuplara doğru çekilirler.<br />

TELOFAZ 1: Haploid (n) sayıda kromozom içeren kalıtsal materyel<br />

kutuplarda toplanır, sitokinezin de gerçekleşmesi ile l.Mayoz<br />

tamamlanmış olur ve 2 yavru hücre meydana gelir.<br />

Daha sonra interkinez adı verilen interfaz evresi başlar. Mitozdaki<br />

interfazdan farklı olarak bu dönemde DNA sentezi yoktur.<br />

2. MA YOZ bölünme prensip olarak mitoz bölünme gibidir.<br />

PROFAZ 2: İğ iplikleri tekrar oluşur, nukleus zarı oluşmuş ise<br />

parçalanmaya başlar.<br />

METAFAZ 2 : Kardeş kromatidler ekvatoriyel düzlemde sıralanırlar.<br />

ANAFAZ 2: Kardeş kromatidler birbirlerinden ayrılarak sentromerleri<br />

önde olmak üzere kutuplara çekilirler.<br />

TELOFAZ 2: Haploid (n) sayıdaki kromozomlar kutuplara ulaşınca,<br />

uzun ipliksi formlarına dönerler. Nukleus zan ve nukleolus yeniden<br />

meydana gelir.<br />

Sitokinezin de tamamlanması ile 4 yavru hücre meydana gelir (Şekil 6.2).<br />

-51 -


Anafaz 1 Metafaz 1<br />

I RekombinantK 1<br />

Rekombinant Olmayan K.<br />

Şekil 6.2 Mayoz Bölünme<br />

-52-


6.3 GAMETOGENEZİZ<br />

Erkek ve dişi gonadlarda gametlerin (eşey veya cinsiyet hücreleri)<br />

oluşmasına gametogeneziz denir.<br />

Erkek cinsiyet hücre olan sperm gelişimine SPERMATOGENEZ, dişi<br />

hücre ovumun gelişimine ise OOGENEZ adı verilmektedir.<br />

SPERMATOGENEZ; seksüel olgunlaşmanın tamamlanması ile<br />

testislerdeki seminifer tübüllerde meydana gelir. Primordial germ<br />

hücresinin çok sayıda mitoz geçirmelerini takiben farklı gelişim<br />

evrelerindeki SPERMATOGONİUM adı verilen diploid (2n) kromozom<br />

sayısına sahip hücreler seminifer tübüllere dizilirler ve gelişim<br />

süreçlerinin son evresinde de PRİMER SPERMATOSİT haline geçerler.<br />

Bu hücreler daha sonra 1. Mayoza girerek haploid (n) sayıda kromozom<br />

içeren SEKONDER SPERMATOSİTLERÎ oluştururlar.<br />

Sekonder spermatositler hızla 2. Mayoza girerler ve SPERMATÎDLERİ<br />

meydana getirirler. Bundan sonraki aşama spermatidlerin<br />

olgunlaşmasıdır. Bölünme sonunda tek bir primordial hücreden 4 tane<br />

olgun sperm meydana gelmiş olur.<br />

Spermatogonium => Primer spermatosit => Sekonder spermatosit =><br />

Spermatit =» S PERM ATOZO A<br />

OOGENEZ: Spermatogenezden oldukça farklı olarak oogenez doğumda<br />

büyük ölçüde tamamlanmış durumdadır. Şöyle ki; över korteksinde<br />

primordial germ hücresinden yaklaşık 30 mitoz geçirerek gelişen<br />

oogonium, prenatal gelişmenin 3. ayında PRİMER OOSİTLERİ<br />

oluşturmaya başlar. Yeni doğanda 2.5 milyon oosit var iken zamanla<br />

bunların çoğu dejenere olur ve sadece 400 kadarı olgunlaşır. Doğumda<br />

primer oositler profaz l'in diktiyoten evresine ulaşmış durumdadır ve bu<br />

şekilde yıllarca kalır. Kadın seksüel olgunluğa ulaştığı zaman her folikül<br />

olgunlaşarak ovulasyon meydana gelir ve oositler hızla 1. Mayozu<br />

tamamlarlar. İçlerinden en fazla sitoplazma, dolayısıyla organel içeren bir<br />

tanesi sekonder oosit haline geçer, diğerleri ise 1. Polar cisimciği<br />

meydana getirirler. Daha sonra hemen 2. Mayoz başlar ve ovulasyon<br />

sırasında metafaza geçer. Bundan sonraki aşamalar fertilizasyon<br />

-53-


gerçekleşir ise devam eder, döllenme olmaz ise ovum 48 saat içerisinde<br />

ölür.<br />

Oogonium Primer oosit Sekonder oosit ve Kutup cisimcikleri<br />

=> Ootid => OVUM<br />

Görüldüğü üzere överdeki tek bir primordial germ hücresinden sadece<br />

bir tane olgun ovum meydana gelmektedir.<br />

-54-


BOLUM 7<br />

7.1 GİRİŞ<br />

ÖKARYOTİK DNA'NIN ORGANİZASYONU<br />

GEN VE KROMOZOM<br />

Polipeptid veya fonksiyonel RNA molekülü gibi bir ürünün<br />

sentezlenmesinden sorumlu olan kromozomal DNA dizisine GEN adı<br />

verilir.<br />

înterfaz evresinde nukleusta bulunan genetik materyale KROMATİN<br />

denildiğini biliyoruz. Yapısı incelendiğinde kromatinin; DNA dışında<br />

çok az miktarda RNA ve proteinden oluştuğu görülmüştür.<br />

Bu proteinler 2 tiptir;<br />

1. Histon (Bazik) (H1 ,H2a,H2b,H3,H4)<br />

2. Histon olmayan asidik proteinler<br />

H1 dışındaki histonlardan 2 şer tanesinin (oktomer) üzerine yaklaşık iki<br />

kez DNA'nın sarılması ile nükleozom adı verilen boncuk veya disk<br />

benzeri yapılar meydana gelir. Nükleozomlar birbirine bağlaç (linker)<br />

DNA ile bağlanırlar, H1 histonu bu aşamada bağlanarak nükleozomların<br />

paketlenmesini sağlar. Kromatinin temel yapısal elementi olan<br />

nükleozomlar daha sonra oldukça yoğun şekilde kıvrılarak bobin<br />

benzeri bir solenoid model oluştururlar. Solenoidin her dönüşü 6<br />

nükleozom içerir. Sonraki aşamada solenoidler 10 ila 100 kilobazlık<br />

aralıklarla histon olmayan proteinlere (skafold) bağlanırlar ve loop<br />

(domain) ya da ilmekler oluşturarak kromozomu meydana getirirler.<br />

Görüldüğü üzere canlı hücrelerde bulunan kromozomlar aslında<br />

mikroskoptaki preparatlarda veya fotoğraflarda görüldüğü gibi sabit<br />

olmayıp, akıcı ve dinamik yapılardır.<br />

-55-


7.2 KROMOZOMLARIN MORFOLOJİK ÖZELLİKLERİ<br />

Kroma (color) ve soma (vücut) kelimelerinden oluşan kromozomlar<br />

bölünme esnasında nuklear materyelin kondanse olması ile ortaya çıkan<br />

çubuk şeklindeki yapılardır.<br />

Her türün kromozom sayısı sabittir ve cinsiyet hücreleri dışında o türün<br />

bütün hücrelerinde aynıdır. Örneğin insanda 46, Drosofılada (meyve<br />

sineği) 8, bezelyede 14 kromozom bulunur.<br />

İnsanlardaki 46 kromozomun 44 tanesi vücut hücrelerine ait olup otozom<br />

adını alır, diğer iki tanesi ise cinsiyet hücrelerine ait kromozomlardır ve<br />

cinsiyet veya da seks kromozomları olarak adlandırılırlar. Kadınlarda<br />

cinsiyet kromozomları XX, erkeklerde ise XY dir. Bu kromozomlar<br />

üzerinde cinsiyeti belirleyen genler bulunmaktadır. Mitozun metafaz veya<br />

prometafaz (ya da geç profaz) evreleri kromozomların mikroskop altında<br />

incelenebildikleri en uygun dönemlerdir. Metafaz plağı adı verilen ve<br />

bir hücredeki tüm kromozomları içeren bu gruptaki kromozomlann<br />

sayıları ve morfolojik özellikleri saptanabilmektedir.<br />

Şekil 7.1 de görüldüğü üzere bir kromozomun yapısı incelendiğinde<br />

aşağıdaki kısımlar görülür;<br />

> Telomer<br />

><br />

> Kısa Kol (p)<br />

-> Kromatid<br />

^ Sentromer<br />

• Uzun Kol (q)<br />

-•Telamer<br />

KROMATİD: Kromozomu oluşturan ve sentromerde birleşen iki yavru<br />

daldan herbiridir.<br />

-56-


SATELLİT: İnsan akrosentrik kromozomları olan 13,14,15,21 ve 22<br />

No'lu kromozomların kısa kollarına ince saplarla bağlanan nüklear<br />

materyeldir.<br />

SEKONDER BOĞUM (Darlık): 1,3,9 ve 16 numaralı kromozomlarda<br />

görülen ikinci bir darlıktır, açık boyanır.<br />

HETEROKROMATİN: İnterfaz sırasında çözülmeden kalan, daha<br />

koyu boyanan ve inaktif genleri içeren kesimdir.<br />

ÖKROMATİN: İnterfaz sırasında çözülen, açık boyanan ve aktif<br />

genlerin bulunduğu genetik materyaldir.<br />

SENTROMER (Primer büzüntü, darlık): Kromozomların bölünme<br />

sırasında iğ iplikçiklerine tutundukları ve kromatidlerin birleştiği<br />

kısımdır. Sentromer aynı zamanda kromozomu kısa kol (p) ve uzun kol<br />

olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.<br />

Sentromerin lokalizasyonu ve p,q kollarının uzunluklarına göre<br />

kromozomlar 4 gruptur;<br />

1. Metasentrik: Sentromer ortadadır, kısa ve uzun kollar eşit<br />

uzunluktadır.<br />

2. Submetsentrik: Sentromer merkezden uzaktır ve iki kolu birbirine<br />

eşit değildir.<br />

3. Akrosentrik: Sentromeri kromozomun bir ucuna çok yakın olan<br />

kromozomlardır.<br />

4. Telosentrik: Sentromer tek uçtadır ve tek kromozom kolu vardır.<br />

İnsanlarda bu tip kromozomlar bulunmaz.<br />

TELOMER: Kromozomların uç kısımları olup, sık tekrarlayan<br />

karekteristik DNA dizilerini içerirler.<br />

7.3 KROMOZOMLARIN SINIFLANDIRILMASI<br />

1956 yılında Tijo ve Levan adlı araştırıcılar tarafından insanlarda 46<br />

kromozomun olduğu gösterilmiştir. Bir süre sonra kromozomların<br />

rahatlıkla incelenebilmesi için gruplandırma gereksinimi ortaya çıkmış<br />

ve bu amaçla; kromozomların boyları, sentromer pozisyonları, sekonder<br />

darlığın bulunup bulunmaması, bant ve otoradyografık özellikleri dikkate<br />

alınarak geliştirilen bir sınıflandırma sistemi uygulamaya konmuştur.<br />

-57-


Bu sisteme göre insan kromozomları; A,B,C,D,E,F,G ve cinsiyet<br />

kromozomları olarak gruplandırılırlar.<br />

A grubu: 1,2,3 No'lu boyları en büyük olan grubu oluşturur. 1 ve 3 No'lu<br />

kromozomlar metasentrik, 2 No'lu kromozom ise submetasentriktir.<br />

B grubu: 4 ve 5 No'lu kromozomları içerir. Her ikisi de<br />

submetasentriktir.<br />

C grubu: 6-12 No'lu kromozomları içerir, oldukça heterojen bir gruptur<br />

ancak bantlama yapılarak ayırd edilebilirler. Hepsi submetasentriktir.<br />

D grubu: 13-15 No'lu büyük akrosentrik kromozomları içerir.<br />

E grubu: 16-18 No'lu submetasentrik kromozomlardır. 16 No'lu<br />

kromozom metasentriğe daha yakın görünür.<br />

F grubu: 19 ve 20 numaralı metasentrik kromozomlardır.<br />

G grubu : 21 ve 22 numaralı küçük akrosentrik kromozomlardır.<br />

X kromozomu: C grubu kromozomlardan 6 numaralı kromozoma benzer,<br />

bantlama yapılarak ayrılır.<br />

Y kromozomu: Büyüklük olarak G grubu kromozomlara benzer ancak<br />

satellitleri yoktur, uzun kolları birbirine paraleldir ve daha koyu boyanır.<br />

7.4 KROMOZOM ELDE ETME VE İNCELEME<br />

YÖNTEMLERİ<br />

Periferik kan lenfositleri başta olmak üzere kemik iliği, deri<br />

fıbroblastları, amniyon sıvısı, koryon villus hücreleri ve kanser<br />

dokusundan kromozom elde etmek mümkündür.<br />

En sık olarak kullanılan periferik kan kültürü; aşağıdaki basamaklarda<br />

anlatıldığı şekilde uygulanır.<br />

İlk aşamada steril olarak ve pıhtılaşmayı önlemek üzere heparin<br />

kullanılarak alınan kan, önceden hazırlanmış olan kültür (vasat)<br />

ortamına ekilir. Kültürde; M 199, RPMI 1640, Mc Coy's, Ham's F10,<br />

MEM (Minimal essential medium) gibi besiyerlerinden herhangi birisi<br />

tercih edilerek kullanılır.<br />

Kültür ortamında ayrıca kontaminasyonu (mikrobik bulaşma) önlemek<br />

amacıyla antibiyotik, mitozu uyaran fîtohemaglutinin ve L-glutamin<br />

bulunur.<br />

-58-


Genel olarak 5 ml'lik kültür ortamına 0.4 ml erişkin kanı eklenir ve<br />

37 C° lik etüvde 72 saat inkübe edilir. Kültür süresinin son ikinci<br />

saatinde (70. saat) mitozu özellikle metafaz evresinde durduran kolşisin<br />

adlı madde eklenir. Süre sonunda kültür içeriği santrifüj edilerek üstte<br />

kalan supernatan kısmı atılır. Dipte çökelmiş olan hücrelerin üzerine<br />

hipotonik bir solüsyon (KC1- Potasyum klorür) koyularak hücrelerin<br />

patlatılması ve kromozomların açığa çıkarılması sağlanır. Daha sonra 3:1<br />

oranında hazırlanan metanol, asetik asit karışımı (fîksatif) kullanılarak<br />

kromozomlar fıkse edilir ve lam üzerine yayılarak kurutulur ve preparat<br />

haline getirilir.<br />

1972 yılına kadar kromozomlar sadece boyanarak incelenirken,<br />

günümüzde kromozomların tek tek tanımlanabilmesi ve yapılarının<br />

detaylı olarak incelenebilmesi için bantlama yöntemleri geliştirilmiştir.<br />

Bantlama yöntemlerinden en yaygın olarak kullanılan G (Giemsa)<br />

bandıdır. Diğer bantlardan bazıları R bandı,C bandı,Q bandı ve NOR<br />

(Nüklear organizer region) dur. G bandı uygulanarak elde edilen karyotip<br />

örneği Şekil 7.2 de görülmektedir.<br />

Son yıllarda kromozomların incelenmesinde kullanılan FISH (Floresans in<br />

situ hibridizasyon), PCR ve Flow sitometri yöntemleri de oldukça<br />

güvenilir sonuçlar vermektedir.<br />

-59-


»<br />

11 il n n<br />

41 tt W<br />

i İ<br />

11<br />

U-<br />

* W<br />

ir H-<br />

*t «I<br />

Tİ n c<br />

Şekil 7.2 Normal insan karyotipi<br />

«w-»<br />

-60-<br />

k ••»•ı<br />

/«fa<br />

*r<br />

*<br />

3<br />

IV<br />

t<br />

İ f<br />

ut.**<br />

/<br />

I %<br />

i


BOLUM 8<br />

8.1 GİRİŞ<br />

MENDEL İLKELERİ<br />

Kalıtsal özelliklerin sonraki kuşaklara nasıl aktarıldığı ilk kez Gregor<br />

Mendel tarafından 1866 yılında ortaya konmuştur. Mendel, bezelye<br />

(Pisum sativum) bitkisi üzerinde 7 ayrı özelliği ele alarak yaptığı<br />

gözlemlerini matematiksel yöntemlerle açıklamış ve Genetik biliminin<br />

temellerini atmıştır. Mendel'in o dönemde kalıtsal birim olarak ifade<br />

ettiği kavram, bugün GEN olarak tanımlanmaktadır.<br />

Mendel'in ilkelerini daha iyi anlayabilmek için bazı kavramların<br />

açıklanmasında yarar vardır.<br />

Canlıların çeşitli özelliklerini kontrol eden genler çiftler halinde<br />

bulunmakta olup, aynı genin alternatif formlarına ALEL adı verilir.<br />

Bir özelliği belirleyen aleller homolog kromozomlar üzerinde LOKUS<br />

olarak tanımlanan karşılıklı bölgelerde bulunurlar. Farklı özellikleri<br />

etkileyen genler birbirinin aleli değildir.<br />

Bir organizmanın kalıtsal bilgisini kapsayan tüm genlerine GENOTİP<br />

denir.<br />

Bir bireyin genetik yapısı olan genotip ve çevre ile tayin edilen<br />

gözlenebilir fizyolojik, morfolojik ve biyokimyasal özellikleri ise o<br />

bireyin FENOTİP' ini oluşturur.<br />

Homolog kromozomların belli bir lokusunda bulunan aleler identik yani<br />

birbirinin aynı ise birey bu özellik için HOMOZİGOT'tur. Örneğin AA<br />

veya aa.<br />

HETEROZİGOT: Bir çift homolog kromozom üzerinde belli bir<br />

lokusta iki farklı alel taşıyan birey veya genotiptir. Ör. Aa<br />

-61 -


OTOZOMAL: Cinsiyet kromozomları dışındaki kromozomlardır.<br />

DOMİNANT: Heterozigotlarda fenotipik olarak gözlenebilen<br />

özelliklerdir. Büyük harf ile gösterilir. Ör. A<br />

RESESİF: Homozigot veya hemizigot gözlenen (eksprese olan) gen<br />

veya özelliklerdir. Küçük harf ile gösterilir. Ör.a<br />

Örneğin ; insan vücudunda pigment bulunmaması albinizm adı verilen<br />

otozomal resesif bir hastalıktır ve aa olarak ifade edilir.<br />

A: Dominant normal alel<br />

a: resesif mutant (albino) alel<br />

GENOTIP FENOTIP<br />

AA Homozigot dominant<br />

Aa Heterozigot<br />

aa Homozigot resesif<br />

Normal(Pigment var)<br />

Normal pigmentli (taşıyıcı)<br />

Albino (Pigment yok)<br />

HEMİZİGOT: İki yerine sadece bir kromozom veya kromozom<br />

segmenti bulunan bireylerdir. Bu durum ya X'linked genler için söz<br />

konusudur, homolog kromozomlardan birinin delesyona uğradığı<br />

kromozomlarda ortaya çıkar.<br />

TAŞIYICI: Eğer heterozigot bir kişi fenotipik etkisi zararlı, gizlenmiş<br />

resesif bir alel ile normal dominant aleli birlikte bulunduruyor ise bu<br />

bireylere taşıyıcı denir. Mutant gen işaretlenir.<br />

Ör. Bb* (b= mutant gen)<br />

YABANIL TİP: Toplumda normal aleli taşıyan bireylerdir. (+) ile<br />

gösterilir.<br />

ÜSTÜN DOMİNANTLIK (ÖVER DOMİNANS): Bazen gen ayrıcalığı<br />

nedeniyle heterozigot her iki homozigotun fenotipik ölçülerini aşabilir,<br />

bu duruma üstün dominantlık denir.<br />

EKSİK (KISMİ) DOMİNANTLIK: Aa genotipi, fenotipik olarak aa<br />

özelliklerini gösteriyor ise bu duruma eksik veya kısmi dominantlık<br />

denir.<br />

-62-


TAM DOMİNANTLIK: Aa genotipine sahip birey kendisinden<br />

beklenen Aa genotipini gösteriyor ise o zaman dominantlık tamdır<br />

şeklinde ifade edilir.<br />

* *<br />

aa fenotipi Aa fenotipi AA fenotipi<br />

tl fi 1t<br />

Aa burada ise tam üstün<br />

eksik dominantlık dominantlık dominantlık<br />

ORTAKLAŞA DOMİNANTLIK (KODOMİNANS)<br />

Heterozigot durumda iken her iki alelin de kendini ifade etmesidir.<br />

Örneğin; X maddesi AA ve Y maddesi de aa tarafından sentezleniyor<br />

ise, heterozigot Aa hem X, hem de Y maddelerini sentezleyebilecektir.<br />

Kodominansın en iyi bilinen örneği insanlardaki MN kan grubunu<br />

oluşturan alellerdir.<br />

MULTIPL ALELLER: Aynı kromozom lokusunda bir gen lokusunda<br />

bulunan iki veya daha fazla alel grubuna çoklu veya multipl aleller denir.<br />

Örnek olarak, bir diğer kan grubu sistemi olan ABO kan gruplarını<br />

verebiliriz. Diploid canlılarda bu alellerden sadece ikisi bulunur. Nitekim<br />

insanlar A0,AA,B0,BB,00 ve AB kan gruplarından birine sahiptirler.<br />

EPİSTASİZ: Belli bir lokustaki genin bir başka lokustaki genin etkisini<br />

örtmesi veya baskı altına almasına epistazis, baskı altında kalınmaya da<br />

hipostazis denir.<br />

PENETRANS: Bir geni taşıyan ve o gene ait özelliği gösteren kişilerin<br />

sıklığıdır. Aşağıdaki formül ile gösterilir;<br />

P;<br />

n (geni eksprese edenler)<br />

n (geni taşıyanlar)<br />

Penetrans 0 ila 100 arasında değişir. Eğer bir genotipin sıklığı % 100<br />

den az ise azalmış penetrans vardır.<br />

-63-


Örneğin; herhangi bir genin penetransı % 70 ise, söz konusu geni taşıyan<br />

kişilerin ancak % 70' i bu özelliği gösteriyor demektir.<br />

NON-PENETRANS: Mutant alel kalıtılır, ancak eksprese edilmez ise<br />

penetrans göstermiyor, anlamına gelen bu ifade kullanılır.<br />

LETAL (ÖLDÜRÜCÜ) GENLER: Bazı genlerin fenotipik olarak<br />

belirmesi, prenatal veya postnatal dönemde kişinin ölümüne neden olur.<br />

Homozigot veye heterozigot durumda etkilerini gösteren bu genlere letal<br />

genler denir.<br />

EKSPRESİVİTE: Kişilerde belli bir alelin nasıl ve/veya hangi derecede<br />

ifade edildiğini gösterir.<br />

Değişken ekspresivite olabilir ancak birey o geni taşıyor ise tamamen<br />

eksprese edilememe durumu söz konusu değildir.<br />

8.2 MENDEL İLKELERİ<br />

1- AYRIŞIM İLKESİ: Mendel tarafından, yavruya anne veya babanın<br />

genlerinin yalnız bir alelinin aktarıldığı gösterilmiştir. Bugün de biliyoruz<br />

ki belli karekterleri oluşturan genler ayrıdır, birbirleriyle karışmazlar ve<br />

birbirlerini etkilemezler. Böylece hem genler, hem de genin alternatif<br />

formları olan aleller bağımsız olarak birbirlerinden ayrılarak<br />

(segregasyon) gametlere geçerler ve farklı yavru bireylere ulaşırlar. Bu<br />

kurala 1. Mendel ilkesi denir. Örneğin ; bir gen; al ve a 2 alellerinden<br />

oluşuyor ise bunlardan yalnızca biri gametler aracılığı ile yavrulara<br />

aktarılacaktır.<br />

Tek bir özellik söz konusu ise bir gen, dolayısıyla bir çift alel söz<br />

konusudur ve monohibrid (tekil melez) çaprazlama meydana gelir.<br />

Mendel, yaptığı çaprazlamalarda kırmızı ve beyaz renkli çiçek açan<br />

bezelyeleri kullanmıştır. Melezlemenin başladığı ilk kuşağa parentel<br />

kuşak (P) adı verilir. Parentel kuşakta kırmızı renkte çiçek açan<br />

homozigot dominant (KK) bezelyeler ile beyaz renkte çiçek açan<br />

homozigot resesif (kk) bezelyeler çaprazlanmıştır.<br />

KK bireyler sadece K gametlerini, kk bireyler de sadece k gametlerini<br />

vereceğinden 1. Kuşağı meydana getiren Fİ (fılial) bireylerin hepsi<br />

heterozigot, Kk genotipinde olacaktır. Beyaz çiçeklilik resesif<br />

-64-


olduğundan (k), bu bireyler genotiplerinde aleli taşıdıkları halde fenotip<br />

olarak hepsi kırmızı çiçekli görünürler.<br />

Bu bireyler kendi aralarında tekrar çaprazlanacak olursa ikinci yavru<br />

kuşak (F2) meydana gelir. Çaprazlamanın yapıldığı bireylerden bu kez<br />

hem K hem de k gametleri geleceğinden F2 kuşağında üç genotip ortaya<br />

çıkar; KK,Kk ve kk. Fenotipik olarak da 3:1 oranında kırmızı ve beyaz<br />

çiçekli bezelyeler gözlenir.<br />

Birinci kuşakta (F 1) kaybolmuş gibi gözüken (k) nin, ikinci kuşakta<br />

(F 2) tekrar gözlenmesi bu özelliğin aslında kaybolmadığını, resesif ve<br />

dominant genlerin birbirlerinden bağımsız olarak ayrılarak yeni kuşaklara<br />

geçtiğini gösterir. Eksik dominantlık, ortaklaşa dominantlık ve letal<br />

genlerin etkilerinin söz konusu olduğu durumlarda 3:1 fenotipik<br />

oranından sapmalar görülür.<br />

Şekil 8.1 de yukarıda sözü edilen monohibrid çaprazlama örneği<br />

gösterilmektedir.<br />

Parentel kuşak KK kk<br />

(Pl) Kırmızı çiçekli Beyaz çiçekli<br />

Gametler K k<br />

1. Kuşak (F 1) Kk (Hepsi kırmızı)<br />

Kk X Kk<br />

2.Kuşak (F 2) KK Kk Kk kk<br />

(Kırmızı) 3 1 (Beyaz)<br />

Şekil 8.1 Monohibrid çaprazlama<br />

-65-


2- BAĞIMSIZ AÇILIM İLKESİ (DÜZENLENME)<br />

İki karekteri oluşturan ve farklı kromozomlarda bulunan gen çiftleri<br />

yavrulara geçebilmek için önce birbirlerinden ayrılırlar ve homolog<br />

kromozomlar arasında meydana gelen kros-over sonrasında<br />

rekombinant kromozomlar haline geçerek bir sonraki kuşağa aktarılırlar.<br />

Bu kurala bağımsız düzenlenme ilkesi denir.<br />

Bağımsız düzenlenme ilkesine ilişkin çaprazlama yapılırken anne ve<br />

babanın, yani atasal kuşak bireylerin fenotiplerine bakılarak genotipleri<br />

belirlenir ve daha sonra bu bireylerin vereceği gamet tip ve sayıları<br />

saptanır. Aynı kromozom üzerinde bulunan iki farklı genin bu kurala<br />

uymayacağı burada bir kez daha hatırlanmalıdır.<br />

P UU KK X uu kk<br />

ı ;<br />

Uzun-Kırmızı X kısa-beyaz<br />

Gametler UK X uk<br />

i<br />

F 1 UuKk X UuKk<br />

Gametler<br />

UK<br />

i<br />

UK Uk uK uk<br />

UUKK<br />

UUKk<br />

UuKK<br />

UuKk<br />

UUKk<br />

UUkk<br />

UuKk<br />

Uukk<br />

UuKK<br />

UuKk<br />

uuKK<br />

uuKk<br />

UuKk<br />

Uukk<br />

uuKk<br />

uukk<br />

Şekil 8.2 İki gen çiftinin bağımsız düzenlenme ilkesine göre dağılımları.<br />

-66-


Şekil 8.2 de görüldüğü üzere ebeveynlerden gelen gametler Punnet<br />

karesi adı verilen sisteme yerleştirilerek çaprazlama yapılır ve yeni<br />

meydana gelen bireylerin genotipleri ve fenotipleri bulunur. Örneğimizde<br />

elde edilen fenotip oranları şöyle bulunmuştur;<br />

9 Uzun- Kırmızı ATASAL<br />

3 Uzun-Beyaz REKOMBİNANT<br />

3 Kısa-Kırmızı REKOMBİNANT<br />

1 Kısa-Beyaz ATASAL<br />

Yukarıda uygulandığı gibi eğer çaprazlamada iki çift gen var ise bu<br />

dihibrid çaprazlamadır. Bireyin taşıdığı özellik sayısı arttıkça<br />

verebileceği gamet sayısı da artar. Şöyle ki, bireyin taşıdığı özellik sayısı<br />

'n' ile gösterilir ise gözlenen gamet sayısı 2 " olacaktır.<br />

KONTROL ÇİFTLEŞMESİ (TEST ÇİFTLEŞMESİ)<br />

Mendel yaptığı deneylerin doğruluk derecesini ölçmek üzere kontrol<br />

çiftleşmesi adını verdiği yöntemi uygulamıştır. Test, F 1 de elde edilen<br />

bireylerin homozigot ebeveynlerle çiftleştirilmesi suretiyle yapılır.<br />

Örneğin, F 1 de, Aa heterozigot bir birey elde edildi ise test çifleşmesi<br />

şu şekilde yapılır;<br />

Aa X aa<br />

Gametler A a a<br />

Aa aa<br />

1:1<br />

-67-


Görüldüğü gibi F 1 deki heterozigot birey A ve a olmak üzere 2 tip<br />

gamet vermiştir. Çaprazlama yapılan homozigot resesif birey ise tek tip '<br />

a 'gameti verdiğinden, sonuçta 1:1 oranında bireyler elde edilmiştir.<br />

Oysa, Fİ deki birey heterozigot değil de homozigot ise; hepsi aynı<br />

fenotipe sahip bireyler ortaya çıkar.<br />

AA X aa<br />

Gametler A a<br />

Aa Tümü aynı<br />

O halde bireyin herhangi bir özellik bakımından homozigot yada<br />

heterozigot mu olduğunu anlamak için bu bireyin söz konusu özellik<br />

açısından homozigot resesif bir bireyle çaprazlanması yeterli olacaktır.<br />

Monohibrid çaprazlamada olduğu gibi di,tri ve polihibrid<br />

çaprazlamalarda da kontrol çaprazlaması kullanılır. Örneğin dihibrid bir<br />

çaprazlamada F 2 bireyi geri çaprazlandığı zaman meydana gelen<br />

bireylerin oranı 1:1:1:1 şeklinde ise bu birey heterozigottur.<br />

Mendel'in ayrışım ve bağımsız düzenlenme ilkeleri uyarınca davranış<br />

gösteren özellik ya da niteliklere Mendeliyen özellik (nitelik), bunların<br />

kalıtımına da Mendeliyen kalıtım (inheritance) adı verilir.<br />

-68-


BÖLÜM 9<br />

9.1 GİRİŞ<br />

KALITSAL HASTALIKLAR<br />

Canlılar tek hücreli zigot formlarından, yaşamlarının sonuna değin hem<br />

kalıtsal hem de çevresel faktörlerin etkileri altındadır. Hastalıkların<br />

ortaya çıkmasında bu faktörler değişik oranlarda etkin olurlar. Örneğin,<br />

brakidaktili (kısa parmaklılık) olgusunda kalıtsal, veba hastalığında<br />

çevresel, diabette ise hem kalıtsal hem de çevresel etmenler söz<br />

konusudur.<br />

Kalıtsal hastalıklar etyolojilerindeki faktörün türüne göre 3 gruba<br />

ayrılırlar.<br />

a-Kromozomal hastalıklar<br />

b-Gen düzeyindeki hastalıklar<br />

c-Multifaktoriyel hastalıklarlar<br />

9.2 A-KROMOZOMAL HASTALIKLAR<br />

Genetik materyaldeki mutasyonlar bazen kromozomun çok geniş bir<br />

bölgesini kapsayabilir. Bu düzensizlik ışık mikroskobunda<br />

gözlenebilecek kadar büyük ise kromozomal düzensizlik olarak<br />

tanımlanır.<br />

Tanımlanan gebeliklerin % 15 i erken düşüklerle (spontan abortus)<br />

sonuçlanır ve bunların % 50 sinden fazlasında kromozom bozukluğu<br />

vardır. Dolayısıyla tanımlanan gebeliklerin % 5 inde kromozom<br />

anomalisi vardır denilebilir. Yeni doğanlarda ise bu sıklık % 0.7<br />

civarındadır.<br />

Kromozomal düzensizlikler iki türlüdür,<br />

a. SAYISAL<br />

b. YAPISAL<br />

-69-


a-SAYISAL: Hücrelerdeki kromozom sayısının o türe özgü kromozom<br />

sayısından az ya da çok olmasıdır.<br />

İki şekilde görülür;<br />

i-Poliploidi: Hücrelerdeki kromozom sayısının haploid sayının tam<br />

katları kadar artmasıdır.<br />

Haploid kromozom sayısı 'n' olarak ifade edilir ve gamet hücrelerindeki<br />

sayıya eşittir. Örneğin, insan haploid kromozom sayısı 23 dür.<br />

Fertilizasyon sonucu insan hücrelerinde ulaşılan kromozom sayısına<br />

diploid denir ve 2n olarak gösterilir. İnsanlar diploid canlılar oldukları<br />

için gamet hücreleri dışındaki tüm hücreler diploiddir ve 2n = 46 olarak<br />

ifade edilir.<br />

Triplodi ( 3n = 69 ) : Temel kromozom sayısının üç katı kadar<br />

artmasıdır.<br />

Tetraploidi ( 4n = 92 ) : Haploid kromozom sayısının dört katı kadar<br />

artmasıdır.<br />

Teorik olarak diğer ploidiler de olabileceği halde henüz insanlarda<br />

gösterilmemiştir.<br />

Poliploidinin ortaya çıkış nedenleri çeşitlidir;<br />

Endomitoz : Hücre bölünmesine hazırlık olarak kromozomlar katları<br />

kadar çoğalır, profaz ve metafaz gerçekleşir ancak anafaz, telofaz ile<br />

hücre ve sitoplazma bölünmeleri gerçekleşmez. Buna bağlı olarak<br />

kromozom sayıları her bölünmede nukleustaki sayının (n) katları kadar<br />

artar, endomitoz meydana gelir.<br />

Tetraploidi, iki zigotik bölünmenin tamamlanamamasmdan kaynaklanır.<br />

Triploidi: Genellikle fertilizasyon sırasında bir spermium yerine iki<br />

spermiumun aynı ovumu döllemesi (dispermi) ya da ovum veya<br />

spermiumda olgunlaşma bölünmelerinden birinin olmaması sonucunda<br />

normal haploid gametin yerine diploid gametin oluşması ile ortaya çıkar.<br />

-70-


Endoredublikasyon: Kromozomlar bölünme sırasında normal olarak<br />

kendilerini dublike ederek katları kadar artar, ancak hemen ardından<br />

hücre bölünmesi gerçekleşmez ise, hücrede sentromerlerinden<br />

birbirlerine tutunmuş çok sayıda kromatidden oluşan kromozomlar ortaya<br />

çıkar. Bu olaya endoredublikasyon denir.<br />

ii-Anöploidi: Temel kromozom sayısının katları kadar olmayan artma ya<br />

da eksilmelere denir.<br />

Anöploidi tipleri;<br />

TRİZOMİ: Herhangi bir kromozomdan hücrede iki tane bulunması<br />

gerekirken üç tane olmasıdır. Trizomi, otozomal kromozomlarda<br />

görüldüğü gibi cinsiyet kromozomlarında da görülür.<br />

Otozomal kromozomlarda en sık görülen tipleri; Trizomi 21 (Down<br />

sendromu), Trizomi 18 (Edwards sendromu), Trizomi 13 (Pateu<br />

sendromu) dür. Cinsiyet kromozomlarında ise; en fazla 47,XXY<br />

(Klinefelter), 47,XYY ve 47,XXX olgularına rastlanır.<br />

Down Sendromunun insidansı 1/800 canlı doğum olup 30 yaşın<br />

üzerindeki annelerde bu insidans daha da artmaktadır. Hipotoni,<br />

karekteristik dismorfik yüz özellikleri, ellerde Simian çizgisi ve diğer<br />

dermatoglifik özellikler, 1/3'ünde konjenital kalp hastalıkları ve özellikle<br />

mental retardasyon ile tanımlanır. Trizomi 21'in yanısıra Robertsonian<br />

translokasyonu ve parsiyel trizomi 21 sonucunda da Down Sendromu<br />

görülür.<br />

MONOZOMİ: Belli bir kromozomdan normalde iki adet bulunması<br />

gerekir iken bir tane bulunmasıdır. Otozomal monozomiler letaldir, ölü<br />

doğumlarda ya da erken spontan düşüklerde görülmemiştir. En sık<br />

rastlanan monozomi, X kromozomu monozomisi olan Turner<br />

sendromudur (45,X).<br />

Spontan düşüklerde bu derece sık görülmesine karşın, Turner Sendromlu<br />

bireyler doğarlar ve yaşamlarını sürdürürler. Bu kişilerde tek bir<br />

X kromozomu bulunur. Normalde isekadınlarda bulunan iki<br />

X kromozomundan sadece birinin aktif olup, diğerinin inaktif olduğunun<br />

kabul edilmesine karşın (Lyon hipotezi) Turner sendromu olan kişilerde<br />

birtakım bozukluklar ortaya çıkmaktadır.<br />

-71 -


Sendromlann bazılarında mozaisizm söz konusudur (Bölüm 9.3). Mozaik<br />

bireylerde mutasyona uğramış hücre oranına göre sendromun ciddiyeti<br />

değişir.<br />

Anöploidinin meydana geliş nedenleri;<br />

a-Ayrılamama (Non-disjunction)<br />

Bölünmenin anafaz evresinde kromozomların sentromerlerinden<br />

uzunlaması yerine, meydana gelen hata sonucu enine ikiye bölünmeleri<br />

ile hücrenin bir kutbuna iki kromozom birlikte giderken diğer kutba aynı<br />

kromozomdan hiç parça gitmez. Sonuçta oluşan yavru hücrelerden bir<br />

bölümü bu kromozomlardan üç tane içerirken (trizomik), diğer<br />

bölümünde ilgili kromozomdan hiç bulunmaz (monozomik). Bu olaya<br />

ayrılamama denir. Olgunun ortaya çıkmasındaki etmenler kesin olarak<br />

bilinmemekle beraber ileri anne yaşı, maternal hipotiroidizm, radyasyon<br />

veya viral enfeksiyona bağlı olarak görülme sıklığında artış olduğu<br />

bildirilmektedir.<br />

b-Anafaz gecikmesi (Anafaz lagging)<br />

Normalde uzunlamasına bölünerek kutuplara çekilmekte olan<br />

kromozomlardan biri anafaz sırasında geri kalır. Hareket etmekte<br />

geciktiği için geri kalan bu kromozom ya diğer kromatidinin bulunduğu<br />

kromozom grubuna katılır ya da bölünme sırasında ortadan kaybolur. İlk<br />

olasılıkta söz konusu kromozomdan hücrede bir tane olması gerekirken<br />

iki tane bulunur ve bu hücre normal bir tane kromatid içeren hücre ile<br />

birleşirse toplam üç adet kromozom içeren, yani trizomik hücre ortaya<br />

çıkar. İkinci olasılık ortaya çıkar ve kromozom kaybolur ise o<br />

kromozomdan hiç bulundurmayan hücre ile yine normal bir adet<br />

kromozom taşıyan hücre birleşir ve monozomik hücre meydana gelir.<br />

b-YAPISAL KROMOZOM ANOMALİLERİ<br />

Kromozomların yapılarında meydana gelen düzensizliklerdir. Birçoğu<br />

mikroskopta saptanabilir.<br />

i-Translokasyon:Bir kromozomdan kopan parçanın başka bir<br />

kromozoma yerleşmesidir. Eğer translokasyon sırasında kromozom<br />

parçası yani genetik materyal kaybı yok ise dengeli, aksine gen kaybı var<br />

ise dengesiz translokasyon söz konusudur.<br />

-72-


Uç tip translokasyon vardır;<br />

Karşılıklı (Resiprokal) : Bir kırılma sonucu homolog veya homolog<br />

olmayan kromozomlardan kopan parçaların karşılıklı yer değiştirmesidir.<br />

Sentrik füzyon (Robertsonian) : Akrosentrik kromozomların kısa<br />

kollarının kaybolması, uzun kollarının birleşmesi sonucu meydana gelir.<br />

Transpozisyon : Homolog olmayan iki kromozomdan birinde iki<br />

noktada, diğerinde ise bir noktada kırılma olur. Daha sonra birinciden<br />

kopan parça ikincinin arasına girer ve kaynaşırsa transpozisyon meydana<br />

gelir.<br />

ii-Delesyon: Kromozomdan bir parçanın kopup kaybolmasıdır. Eğer<br />

kırılma kromozomun uç kısmında ise terminal delesyon ortaya çıkar.<br />

İki darbe sonucu kopan parça aradan çıktıktan sonra geriye kalan kısımlar<br />

yeniden kaynaşırsa interstitiel delesyon dan söz edilir.<br />

iii-Duplikasyon (Artma) : İki kromozomdan birinde çift taraftan kopan<br />

parça, diğerinde tek bölgeden kopan aralığa girerek kaynaşırsa<br />

duplikasyon ortaya çıkar.<br />

iv-İnversiyon : Kromozomda iki noktada kopma olması ve hemen<br />

ardından kopan parçanın kendi ekseni etrafında dönerek kopmanın<br />

meydana geldiği noktalardan tekrar yapışmasıdır. Ters dönen kromozom<br />

parçası sentromeri içeriyor ise perisentrik, sentromerin dışında ise<br />

parasentrik olarak tanımlanır.<br />

v- Ring (Yüzük) kromozom : Kromozomun her iki kolunun uçlarında<br />

kopma meydana gelirse bu bölgeler yapışkan hale geçerek birleşirler.<br />

Görünüm yuvarlak bir şekil aldığı için kromozoma yüzük adı<br />

verilmektedir.<br />

vi- İzokromozom : Sentromerlerin boyuna yerine enine bölünmesi<br />

sonucu meydana gelen kromozomlardır. Bu hatalı bölünme sonucunda ya<br />

sadece kısa kolları ya da uzun kolları içeren kromozomlar meydana gelir.<br />

-73 -


9.3 B-GEN DÜZEYİNDEKİ HASTALIKLAR<br />

Kromozomlar üzerinde lokalize olan genlerde meydana gelen<br />

mutasyonlar sonucunda ortaya çıkan hastalıklardır. Mendel yasalarına<br />

uygun olarak kalıtılırlar ve belli kalıtım kalıpları gösterirler. Bilindiği<br />

üzere insanlardaki 46 kromozomdan 44 tanesi otozomdur ve üzerlerinde<br />

otozomal genler taşırlar, geriye kalan 2 kromozom ise cinsiyet<br />

kromozomudur ve cinsiyeti belirleyen genler taşırlar.<br />

Gen düzeyindeki hastalıkların incelenmesinde en sık uygulanan yöntem<br />

pedigri-aile yöntemidir. Pedigride tüm aile fertleri bir şema üzerinde<br />

gösterilir, probandm diğer kişiler ile olan yakınlığı ve tüm bireylerin belli<br />

bir kalıtsal özelliğe göre durumları belirtilir. Hastalık ve aile hakkında<br />

fikir vermesi açısından çok önemlidir. Uzman kişiler tarafından yeterli<br />

zaman ayrılarak ve mümkün olan en fazla sayıda aile ferdi ile görüşülerek<br />

hazırlanmalıdır.<br />

Pedigride kullanılan bazı semboller Şekil 9.1 de gösterilmektedir.<br />

• Erkek<br />

ı<br />

Düşük<br />

o Kadın •—o Evlilik<br />

• Proband •=o Akraba Evliliği<br />

0 Taşıyıcı DjO Çocuksuz Evlilik<br />

jzr<br />

Ölü birey<br />

Prenatal ölüm<br />

A<br />

| Otozomal özellikler için heterozigot<br />

Şekil 9.1 Pedigride kullanılan bazı semboller<br />

-74-<br />

Monozigotik ikizler


Kalıtım kalıpları 2 grupta toplanır;<br />

a-OTOZOMAL<br />

i-Otozomal dominant<br />

ii-Otozomal resesif<br />

b-GONOZOMAL (CİNSİYETE BAĞLI)<br />

i-X'e bağlı dominant<br />

ii-X'e bağlı resesif<br />

iii- Y kromozomal<br />

i-Otozomal dominant kalıtım: Otozomal kromozomlar üzerinde taşman<br />

dominant nitelikli genlerle olan kalıtıma denir.<br />

Özellikleri;<br />

- Hastalık kuşak atlamaz ve dikey kalıtımlıdır. Bir başka ifade ile her<br />

kuşakta görülür.<br />

- Hasta kişinin ya annesi ya babası, ya da her ikisi birden hastadır.<br />

Hastalık kız ve erkek çocuklarda aynı oranda görülür.<br />

- Eşlerden birisi hasta, (heterozigot) diğeri normal ise doğacak<br />

çocukların yarısı (%50) hasta olur.<br />

- Hem anne hem baba hasta (heterozigot) ise çocukların % 75'i hasta<br />

olur.<br />

- İlgili genin penetransı tam olmaz ise hastalık kuşak atlıyor gibi<br />

görünür.<br />

- Hastalık sporadik vak'a olarak ortaya çıkmış ise hasta kişinin anne ve<br />

babası normaldir.<br />

- Anne ya da babadan birinin gonadlarmda bir mutasyon olmuş ise<br />

kendileri normal oldukları halde birden fazla çocukları hasta olabilir<br />

(Şekil 9.2 ).<br />

Otozomal dominant hastalıklardan bazıları; Akondroplazi, Huntington<br />

Koresi, Polikistik böbrek sendromudur.<br />

- 75 -


m<br />

n<br />

o-<br />

1<br />

J T<br />

1 2 3<br />

r ^ r<br />

Şekil 9.2 Otozomal dominant kalıtım<br />

ii-Otozomal resesif kalıtım<br />

o-r-m<br />

4<br />

Mutant gen, homolog kromozomların her ikisi üzerinde birden<br />

bulunduğu zaman yani homozigot olduğu zaman etkisini gösteriyor ve<br />

hastalık oluşuyor ise hastalık, otozomal resesif olarak tanımlanır. Bu<br />

durumda hasta kişiler hem annelerinden hem de babalarından birer tane<br />

mutant gen alırlar. Bir mutant gen için anne ve babaları heterozigot olan<br />

çocukların her birinin % 25 olasılıkla homozigot mutant, dolayısıyla<br />

hasta olma riskleri vardır.. Eğer herhangi bir ailede bu tip hastalık var ise<br />

ailenin birçok bireyi heterozigot taşıyıcı olabilir. Bu nedenle akraba<br />

evlilikleri ciddi sakıncalar yaratmaktadır (Bölüm 11 ).<br />

Özellikleri;<br />

- Hastalık genellikle tek kuşakta görülür, geçiş yatay tiptedir.<br />

- Hasta çocuğun kardeşleri cinsiyet farkı olmaksızın 1/4 olasılıkla<br />

hasta, 3/4 olasılıkla sağlıklı olurlar.<br />

- Hasta çocuğun anne ve babası normal görünümlü ve taşıyıcıdır.<br />

- Hasta kişi normal bir birey ile evlenirse çocuklarının hepsi normal<br />

fakat taşıyıcı olur.<br />

- Akraba evlilikleri hastalık riskini arttırır.<br />

- Hasta kişi heterozigot olarak aynı mutant geni taşıyan bir bireyle<br />

evlendiği zaman çocuklarının yarısı heterozigot normal, yarısı hasta<br />

olur.<br />

- Küçük ailelerde olgular familyal olmaktan çok sporadiktir.<br />

-76-<br />

o


Otozomal resesif hastalıklardan bazıları, Adrenogenital sendrom,<br />

Albinizm ve Fenilketonüri olarak sayılabilir.<br />

Şekil 9.3 Tipik otozomal resesif kalıtım gösteren bir ailenin pedigrisi<br />

b-GONOZOMAL KALITIM<br />

i-X'e bağlı dominant kalıtım<br />

X kromozomu üzerindeki genler dominant veya ressesif olabilir, ancak<br />

kadınlarda iki X olduğu için kalıtım biçimleri farklı olmaktadır. Bu tip bir<br />

hastalığı olan kadın, hastalığı hem kız hem de erkek çocuklarının yarısına<br />

verir, fakat baba erkek çocuklarına X kromozomu veremeyeceği için<br />

erkek çocuklar normal olurlar.<br />

Özellikleri;<br />

-Hasta erkeğin kız çocukları hasta, erkek çocukları ise normal olur.<br />

-Hasta kadının kız ve erkek çocuklarının yansı hasta olur.<br />

-Hastalık erkekten erkeğe geçmez.<br />

Örneğin hipofosfatemik raşitizm hastalığı bu şekilde kalıtılır. (Şekil 9.4 ).<br />

-77-


I<br />

1 2<br />

n<br />

n 2 3<br />

•<br />

o 4<br />

III 3<br />

2<br />

IV<br />

Şekil 9.4 X'e bağlı dominant kalıtım<br />

ii-X'e bağlı resesif kalıtım<br />

•a<br />

4<br />

t Ö<br />

2 3<br />

Kadınlarda iki X kromozomu olduğundan resesif etkili mutant gen ya<br />

homozigot ya da heterozigot durumda olacaktır. Oysa erkekte tek X<br />

kromozomu olduğundan bu kromozom üzerindeki genin Y kromozomu<br />

üzerinde alleli bulunmamaktadır (hemizigot). Bu nedenle X kromozomu<br />

üzerindeki gen ister resesif, ister dominant etkili olsun etkisini<br />

gösterecektir. Mutant genler çoğunlukla hasta olmayan taşıyıcı kadınlar<br />

tarafından aktarılarak erkeklerde hastalık meydana getirir.<br />

Özellikleri;<br />

- Hastalık erkeklerde görülür ve bunların anneleri normal, ancak ilgili<br />

gen için taşıyıcıdır.<br />

- Hastalık babadan oğula geçmez.<br />

- Hasta erkek sağlıklı kadınla evlenirse, kız çocuklarının tümü taşıyıcı,<br />

erkeklerin tümü sağlam olur.<br />

- Taşıyıcı kadın sağlıklı erkekle evlenirse kızların yarısı normal, yarısı<br />

taşıyıcı, erkek çocukların ise yarısı sağlıklı, yarısı hasta olacaktır.<br />

- Hasta erkek taşıyıcı kadınla evlenirse kızların yarısı hasta, yarısı<br />

taşıyıcı, erkeklerin yansı sağlıklı diğer yansı ise hasta olacaktır.<br />

Örneğin; Hemofili, Ducnenne tipi kas distrofisi, Testiküler feminizasyon<br />

gibi hastalıklar bu tip kalıtım gösteren hastalıklardan bazılarıdır.<br />

(Şekil 9.5)<br />

-78-


I OrO<br />

1 2<br />

n D ö<br />

1 2 3 4<br />

m 2 3<br />

Şekil 9.5 X'e bağlı resesif kalıtım<br />

iii- Y kromozomal kalıtım<br />

Y kromozomu üzerinde erkekliği belirleyen genlerin (SRY gibi) dışında<br />

fazla gen bulunmadığı düşünülmektedir. Bu şekilde kalıtıldığı düşünülen<br />

herhangi bir hastalıkta henüz tanımlanmamıştır.<br />

Tek gen hastalıklarının geçişini etkileyen Mendeliyen kalıtım kalıplarının<br />

dışında, klasik olmayan transmisyon şekilleri vardır.<br />

MİTOKONDRİYEL KALITIM<br />

Kendine özgü DNA içeren mitokondri basit füzyon ile bölünmek<br />

suretiyle çoğalır. Bölünme sırasında eğer mutasyona uğramış DNA var<br />

ise bu DNA nın tümü bir hücreye, normal olan DNA diğer hücreye veya<br />

her iki DNA da tek bir hücreye geçebilir. Bu durumda mutant geni alan<br />

hücrede aktarılan mutant gen miktarına bağlı olarak hastalık ortaya çıkar.<br />

Ovumda bol miktarda mitokondri bulunur oysa spermiumda çok az<br />

sayıdadır ve bunlar yavrulara geçmez. Bu nedenle mitokondriyel<br />

hastalıklar sadece anneden çocuklara geçer, babadan geçiş olmaz. Bazı<br />

mitokondriyel hastalıklar MELAS, MERRF ve Leber'in optik atrofısi dir.<br />

MOZAİSİZM<br />

Tek bir zigottan gelişen bireyde veya dokuda iki veya daha fazla genetik<br />

yapıya sahip hücrelerin bulunmasıdır. Somatik veya germline (cinsiyet<br />

hücreleri) hücrelerde meydana gelebilir. Kromozomal düzensizliklerde<br />

görülür, ortaya çıkmasındaki başlıca nedenin somatik mutasyon olduğu<br />

kabul edilmektedir.<br />

-79-


GENOMİKIMPRINTING<br />

Bazı genetik düzensizliklerde hastalık fenotipinin görünümü<br />

(ekspresyonu) otozomal genin anneden veya babadan kalıtılmasına göre<br />

değişiklik gösterir, bu olguya genomik imprinting denir.<br />

Örneğin 15 numaralı kromozomda (15 qllql3) meydana gelen delesyon<br />

çocuklara anneden aktarılırsa Angelman sendromu, babadan aktanlırsa<br />

Prader-Willi sendromu görülür. Her iki sendrom, birbirinden tamamen<br />

farklı klinik bulgular ile seyreden ayrı hastalıklardır.<br />

UNİPARENTAL DİZOMİ<br />

Bir kromozomun homologlarının, anne veya baba olmak üzere<br />

ebeveynlerden sadece birinden çocuklara aktarılmasıdır. Yukarıda<br />

anlatılan Prader-Willi sendromunda 15. Kromozomda delesyon olmadığı<br />

halde her iki homologun da anneden kalıtıldığı, babadan hiç<br />

kromozomun alınmadığı vak'alarda hastalığın yine ortaya çıktığı<br />

görülmüştür.<br />

O halde özetle denebilir ki; normal gelişim için genlerin yavrulara her iki<br />

ebeveynden de aktarılması gerekmektedir.<br />

C- MULTİFAKTÖRİYEL HASTALIKLAR (POLİJENİK)<br />

Multifaktöriyel kalıtım ile geçen hastalıklar iki ya da daha fazla mutant<br />

gen ile çevresel etkenlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan hastalıklardır.<br />

Hesaplanması zor olmakla birlikte tekrarlama riskinin birinci derece<br />

akrabalarda % 2 ila 10 olarak değiştiği kabul edilmektedir. Nöral tüp<br />

defektleri, yank dudak, yarık damak, konjenital kalp anomalileri bu tip<br />

hastalıklara örnek olarak verilebilir.<br />

-80-


BOLUM 10<br />

10.1 GİRİŞ<br />

PRENATAL TANI<br />

(DOĞUM ÖNCESİ TANI)<br />

Son yıllarda geliştirilen yöntemlerle fetüs henüz anne karnında iken bazı<br />

kalıtsal hastalıkların tanılarının konması mümkün hale gelmiştir. Böylece<br />

anomalili bebek sahibi olma riski olan ailelere fetüsün durumu hakkında<br />

bilgi verilerek, kendilerine prenatal girişimden, eğer yaşamla<br />

bağdaşmayan bir hastalık söz konusu ise gebeliği sonlandırmaya kadar<br />

varan geniş spektrumda birtakım seçenekler sunulmuş olur. Hatta bazı<br />

endişelerle gebe kalma korkusu olan kişiler de bu tip testlerin olması<br />

güvencesi ile yeni gebelik karan alabilirler.<br />

Doğum öncesi tanı yapılmasını gerektiren durumlar (endikasyonlar)<br />

şunlardır;<br />

a. Kromozom anomalisi açısından yüksek risk taşıyan çiftler;<br />

b. Anne yaşının 35 in üzerinde veya 16 dan küçük olması<br />

c. Eşlerden birinin translokasyon taşıyıcısı veya kromozomal anomaliye<br />

sahip olması<br />

d- Çiftin daha önce kromozom anomalili bebek sahibi olması<br />

e- Patolojik ultrason bulgusu<br />

f- Ailede anomalili doğum, 2 den fazla nedeni bilinmeyen ölü doğum<br />

ve/veya mental retardasyon hikayesinin bulunması<br />

g. Ailede Mendeliyen genetik hastalıkların bulunması<br />

h. Maternal patoloji olması, (örneğin epilepsi veya insüline bağlı diabeti<br />

olan kişilerde anomalili doğum riski artar.)<br />

i. 16.-18. Haftalarda ölçülen ve fetüsün durumu hakkında bilgi veren<br />

alfa-fetoprotein, serbest östriol ve beta human koryonik gonadotropin<br />

hormon düzeylerindeki değişikliklere bağlı olarak riskli üçlü test<br />

sonucu elde edilmesi<br />

-81 -


j. X'e bağlı genetik hastalık taşıyanlarda eğer hastalık için spesifik bir<br />

tanı yöntemi uygulanmıyor ise cinsiyetin saptanması<br />

k. Gebelik sırasında enfeksiyon veya teratojene maruz kalma<br />

Prenatal tanı yöntemleri vazif ve invazif olmak üzere 2 gruba ayrılır;<br />

tnvazif yöntemler, fetüse ait hücrelerin direkt olarak alınarak incelendiği<br />

yöntemlerdir. Bu hücreler alındıktan sonra üzerlerinde incelenecek<br />

hastalığın tipine göre sitogenetik, biyokimyasal (enzim) ve moleküler<br />

genetik (DNA) çalışmalar yapılır. Gerçek endikasyonu olan kişilere<br />

uygulanmalıdır zira testin tipine göre değişen ölçüde anneye zarar verme<br />

riski taşımaktadır.<br />

İnvazif yöntemlerden bazıları şunlardır;<br />

1- KORYON VİLLUS BİYOPSİSİ<br />

(CVS- CHORIONIC VİLLUS SAMPLING)<br />

Gebeliğin 11. Haftasından başlayarak 2. ve 3. Trimestre boyunca<br />

uygulanabilen bir yöntemdir. Fetus ile aynı genetik yapıya sahip olan ve<br />

ileride plasentayı oluşturacak olan koryon villus dokusunun incelenmesi<br />

esasına dayanır.<br />

Koryon villus dokusu 3 kısımdır;<br />

- Sitotrofoblast hücreleri<br />

- Sinsisyotrofoblastlar<br />

- Villus stroması<br />

Sitotrofoblastlar mitotik aktivitesi çok yüksek olan hücrelerdir, bu<br />

nedenle direkt preparasyon ya da kısa süreli kültürde (3 ila 56 saat<br />

arasında değişen sürelerde) kullanılırlar.<br />

Sinsisyotrofoblastlann bölünme özelliği yoktur, hormon ölçümlerinde<br />

kullanılırlar.<br />

Villus stroması ise fetal damar ve bağ dokusu hücrelerinden (mezenşim,<br />

fıbroblast, retikulum h.) oluşur. Uzun süreli kültürde üreyen hücreler bu<br />

hücrelerdir.<br />

-82-


Plasentanın pozisyonu ve gebelik haftasına bağlı olarak koryon villus<br />

dokusu kadın hastalıkları ve doğum uzmanı tarafından transabdominal<br />

veya transservikal olarak alınır.<br />

Alman materyal içerisinde anneye ait dokuların olmaması için doku,<br />

inverted (ters bakışlı) mikroskop altında uzman bir kişi tarafından iyice<br />

temizlenmelidir.<br />

Koryon villus almımı (aspirasyonu) sırasında anneye ait desidua hücreleri<br />

de villus dokusu ile birlikte alınabilir. O zaman maternal hücre<br />

kontaminasyonu ortaya çıkar ve elde edilen kromozomlar hem anneye<br />

hem fetusa ait olacağından yanıltıcı sonuçlar verir. Bu nedenle ortaya<br />

çıkması olası yalancı negatif ve yalancı pozitif sonuçları engellemek<br />

amacıyla CVS yöntemi uygulanacak ise hem direkt hem de uzun süreli<br />

kültür yöntemi birlikte çalışılmalıdır.<br />

Yalancı negatif sonuç, fetus anomalili iken sonucun normal<br />

bulunmasıdır. Tam tersi olarak fetus normal olduğu halde patolojik<br />

sonucun bulunması ise yalancı pozitif bulgudur.<br />

CVS, erken dönemde uygulanabilen bir prenatal tanı yöntemidir ve işlem<br />

sonrası düşük riski oranının 2 ila 10 arasında olduğu bildirilmektedir.<br />

Bazı merkezler bu oranın diğer yöntemlere göre yüksek olduğunu kabul<br />

ederken diğer merkezler herhangi bir farklılık olmadığını<br />

savunmaktadırlar.<br />

2- AMNİYOSENTEZ<br />

İlk kez 1966 yılında Steel ve Breg adlı araştırıcılar tarafından uygulanan<br />

yöntem günümüzde de yaygın olarak kullanılmaktadır. Gebeliğin 16 ila<br />

20. haftaları arasında fetusun içerisinde bulunduğu amniyon sıvısından<br />

2-20 ml kadar ultrason eşliğinde alınarak 2 ila 3 hafta arasında kültüre<br />

edilir ve elde edilen kromozomlarda sitogenetik inceleme yapılır. Kalıtsal<br />

hastalıkların tanısını koyabilmek için, amniyon sıvısında direkt olarak,<br />

enzim tayini, DNA analizi ve diğer biyokimyasal analizler de<br />

yapılmaktadır.<br />

Sitogenetik inceleme sırasında mozaik sonuçlar elde edilirse mutlaka<br />

daha ileri incelemeler örneğin kordosentez yapılmalıdır. İşleme bağlı fetal<br />

kayıp oranı % 0.5 ile %1 arasında değişir. Rh uyuşmazlığı olan çiftlerde<br />

işlem sonrasında anneye Rh immunglobulin verilmektedir.<br />

-83-


3- KORDOSENTEZ<br />

Gebeliğin 24. haftasından başlayarak 3. Trimestre sonuna kadar<br />

uygulanabilen bir yöntemdir. Ultrason eşliğinde fetal umblikal korda<br />

girilerek 1-4 ml kadar fetal kan alınır. Kanın gerçekten fetusa ait olup<br />

olmadğı APT testi ile kontrol edilir.<br />

Kordosentez, fetal kanda hemoglobinopatilerin saptanmasında, fetal<br />

enfeksiyonların tanısında, 3. Trimestrede ultrasonda malformasyon<br />

saptandığında, geç dönemde (3. Trimestre) başvuran riskli gebeliklerde<br />

ve CVS ya da amniyosentezde şüpheli sonuçlar elde edildiğinde<br />

kullanılan bir yöntemdir. İşleme bağlı fetal kayıp oranı % 1 olarak<br />

bildirilmektedir. Geç dönemde uygulanması dezavantaj olmakla birlikte<br />

çabuk sonuç alınması (yaklaşık 3-4 gün) ve hemoglobinopatilerde<br />

kullanılması avantaj olarak kabul edilir.<br />

' Daha ender olarak kullanılan invazif yöntemler;<br />

- Fetal deri biyopsisi<br />

- Fetal karaciğer biyopsisi<br />

- İntrauterin kas biyopsisidir.<br />

İnvazif olmayan yöntemler; hasta açısından herhangi bir risk<br />

oluşturmazlar.<br />

En yaygın olarak kullanılanlar şunlardır;<br />

1- ULTRASONOGRAFİ<br />

Fetusun anne karnında görüntülenmesidir. Günümüzde çok yaygın olarak<br />

kullanılmakta, özellikle morfolojik bozuklukların saptanmasında çok<br />

önemli rol oynamaktadır.<br />

2- ÜÇLÜ TEST<br />

Anne karnında meydana gelen birtakım biyokimyasal değişiklikler<br />

fetusun sağlıklı olup olmadığına dair fikir vermektedir. Örneğin Down<br />

sendromlu fetusların karaciğerlerinde alfa feto protein (AFP) sentezi<br />

yetersiz olmaktadır, buna bağlı olarak anne kanında ölçülen maternal<br />

serum AFP düzeyi de normalden düşük olur. Aynı şekilde human<br />

-84-


koryonik gonadotropin ((3 hCG) ve serbest östriol (uE3) değerlerinin de<br />

normalden düşük olduğu görülmüştür. Nöral tüp defektleri, trizomı 18,<br />

trizomi 13 gibi patolojik olgularda da üçlü test sonuçlan fikir<br />

vermektedir, ancak sonuç kesin değildir. Şüpheli üçlü test sonucu elde<br />

edildiğinde, invazif prenatal tanı yöntemlerinden biri (genellikle<br />

amniyosentez) mutlaka uygulanarak kesin sonuç elde edilmelidir.<br />

-85-


diğer bireylerin de incelenmesi gerekebilir. Hastalığın türü kesin olarak<br />

belirlendikten sonra danışmanlık verilir.<br />

Danışma verilirken olgunun tüm özellikleri, tedavi olanakları ve<br />

tekrarlama riski aileye detayları ile anlatılmalı ve konuşma sırasındaki<br />

ifadeler ailenin eğitim düzeyine göre seçilmelidir. Konuşma kesinlikle<br />

suçlayıcı, yargılayıcı veya yönlendirici tarzda olmamalı ve ailenin<br />

psikolojik durumu göz önünde tutulmalıdır. Bazı aileler için birden fazla<br />

görüşme gerekebilir, görüşmeden sonra ailede yeni meydana gelecek<br />

değişikliklerin bildirilmesi istenir ve haberleşme sürdürülür.<br />

Genetik danışmaya başvurulması gereken durumlar (endikasyonlar);<br />

a- İlerlemiş anne yaşı (>35): Anne yaşının ilerlemesi ile örneğin Down<br />

sendromu gibi bazı kromozomal hastalıkların görülme sıklığı<br />

artmaktadır. Bu nedenle ileri yaş gebeliklerinde mutlaka genetik<br />

danışma verilerek ailelere prenatal tanı uygulanması önerilmelidir.<br />

b- Ailede bilinen veya şüphelenilen kalıtsal bozukluk: Kromozomal<br />

bozukluklar için yine prenatal tanı önerilir, gen düzeyindeki<br />

bozukluklarda Mendeliyen kalıtım kalıplarına uygun risk hesapları<br />

yapılır ve bazılarında moleküler biyolojik teknikler uygulanarak tanı<br />

koymak ve yine prenatal dönemde tanı koymak mümkün<br />

olabilmektedir.<br />

c- Tek veya multipl malformasyonlu fetus veya bebek doğumu: Bu tip<br />

olgularda fetus veya bebeğin karyotipi incelenmeli, sonuç normal bile<br />

olsa daha sonraki gebeliklerde mutlaka prenatal tanı önerilmelidir.<br />

d- Mental retardasvon : Ailede zihinsel özürlü birey var ise bu kişinin<br />

kromozom analizi yapılmalıdır. Mental retarde bireylerin gen<br />

düzeyinde de bozukluk olabilir veya hem kromozom hem gen<br />

düzeyindeki çalışmalar normal sonuç verebilir. O nedenle hangi<br />

nedenle ortaya çıktığına bakılmaksızın ailedeki indeks vak'a<br />

incelenmeli ve sonuçlara göre aileye danışmanlık verilmelidir.<br />

e- Teratojen etkisi : Gebelik döneminde mutasyona yol açan ajanlara<br />

maruz kalan kişilerin bebeklerinin etkilenip etkilenmediklerinin<br />

araştırılması gerekmektedir. Burada önemli olan teratojen ile<br />

karşılaşılan dönem, teratojenin cinsi, etki süresi ve miktarıdır.


f- Tekrarlayan düşükler: Birinci trimestre düşüklerin (spontan abortus)<br />

yaklaşık % 50 sinde kromozom bozukluğu saptanmıştır. İkiden fazla<br />

düşüğü olan kadınlarda uterus anomalisi, hormonlar, immünolojik<br />

faktörler gibi nedenler öncelikle incelendikten sonra hala olayın<br />

nedeni açıklanamayabilir. O zaman eşlerden periferik kan alınarak<br />

kromozom analizi yapılması önerilmektedir zira habitüel abortus<br />

gözlenen çiftlerin % 3-5 kadarında dengeli translokasyon taşıyıcılığı<br />

bildirilmektedir.<br />

g- Akrabalık : Gelişmiş ülkelerdeki akraba evlilikleri % 0.05<br />

civarındadır, hatta Amerika Birleşik Devletlerinin bir bölümü ve<br />

Afrika'nın bazı ülkelerinde birinci derece akraba evlilikleri<br />

yasaklanmıştır. Ülkemizde ise akraba evliliklerinin sıklığı oldukça<br />

yüksek olup % 20 ila 25 arasında değişir ve bölgesel farklılıklar<br />

gösterir. Akraba evliliklerinin sakıncası, otozomal resesif<br />

hastalıkların ortaya çıkma olasılığının artması nedeni ile ortaya<br />

çıkar. Karşılaşılan bir başka problem de eğer ailede belli bir otozomal<br />

resesif hastalık tanımlanmıyor ise bu ailelere prenatal tanı testleri<br />

uygulanmasının hiçbir yarar sağlamamasıdır. Ancak ailede bilinen<br />

bir genetik hastalık var ise ve bu hastalığa neden olan gen<br />

tanımlanmış ve spesifik inceleme yöntemi var ise prenatal tanı<br />

uygulanabilir.<br />

-89-


KAYNAKLAR<br />

1- Conn E.E., Stumpe P.K., Bruening G.,Doi R.H: Outlines of<br />

Biochemistry, First Edition, John Wiley & Sons Inc., <strong>Ankara</strong>, 1987.<br />

2- Murray R.K., Granner D.K., Mayes P.A., Rodwell V.W: Harper's<br />

Biochemistry, Tvventy- first Edition, Appleton & Lange,U.S.A., 1988.<br />

3- Thompson M.W., Mclnnes R.R., Willard F.H: Genetics in Medicine,<br />

Fifth Edition, W.B. Saunders Company, U.S.A., 1991.<br />

4- Aktan F: Medikal Biyoloji, Sanem Matbaası, <strong>Ankara</strong>, 1980.<br />

5- Alberts B., Bray D., Lewis J., Raff M., Roberts K., Watson J.D:<br />

Molecular Biology Of The Celi, Third Edition, Garland Publishing, Inc.,<br />

U.S.A., 1994.<br />

6- Mathews C.K., Holde K.E: Biochemistry, The Benjamin / Cummings<br />

Publishing Company, Canada, 1990.<br />

7- Özgüç M: Nükleik Asit-Protein İlişkisi, Türk Tabipleri Birliği Yayınları,<br />

<strong>Ankara</strong>, 1992.<br />

8- Başaran N: Tıbbi Genetik, Altıncı Baskı, Bilim ve Teknik Yayınevi,<br />

Eskişehir, 1996.<br />

9- Çolak A., Pınarbaşı E: Tıbbi Biyoloji Ders Kitabı, İkinci Baskı,<br />

Cumhuriyet <strong>Üniversitesi</strong> Rektörlük Basımevi, Sivas, 1994.<br />

10-Batat İ., Bahçeci Z: Genetik Ders Notları, Atatürk <strong>Üniversitesi</strong> Fen-<br />

Edebiyat Fakültesi Yayınları, Erzurum, 1993.<br />

11- Günalp A., Ayter Ş., Lüleci G., Kart A., Sakızlı M: Tıbbi Biyoloji Ders<br />

Kitabı, <strong>Ankara</strong>, 1986.<br />

12-Demirtaş H: Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ders Notları, Erciyes <strong>Üniversitesi</strong><br />

Matbaası, Kayseri, 1993.<br />

13-Kasap H., Kasap M., Matur A: Tıbbi Biyoloji I, Çukurova <strong>Üniversitesi</strong><br />

Tıp Fakültesi Yayınları, Adana, 1995.<br />

14-Başaran A: Tıbbi Biyoloji Ders Kitabı, Üçüncü Baskı, Bilim Teknik<br />

Yayınevi, Eskişehir, 1992.<br />

-90-


15- Lehninger A.T: Biochemistry, Second Edition, Worth Publishers Inc.Nevv<br />

York, 1975.<br />

16- Simpson J.L., Golbus M.S: Genetics In Obstetrics & Gynecology, Second<br />

Edition, W.B Saunders Company, Mexico, 1992.<br />

17- Aydınlı K: Prenatal Tanı ve Tedavi, Perspektiv, İstanbul, 1992.<br />

18- Emery A.E.H: Principles and Practice of Medical Genetics, Second<br />

Edition, Churchill Livingstone, Edinburg, London, Melbourne and New<br />

York, 1990.<br />

19-Şaylı B.S:Teorik ve Klinik Sitogenetik, Dördüncü baskı, <strong>Ankara</strong><br />

<strong>Üniversitesi</strong> Tıp Fakültesi Basımevi, <strong>Ankara</strong>, 1979.<br />

20- Şaylı B.S: Temel Medikal Genetik, Üçüncü baskı, <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong><br />

Basımevi, <strong>Ankara</strong>, 1976.<br />

-91 -


Kapak: Hakan Büyükçaylı<br />

Baskı: <strong>Ankara</strong> <strong>Üniversitesi</strong> Basımevi»2006

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!