21.01.2023 Views

Zümrütname (A. M. Celal Şengör)

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

A. M. CELÂL ŞENGÖR

zümrüt

name

A



ZÜMRÜTN ÂME

A li M ehm et C elâl Şengör, 24 M art 1955'te İstanbul'da d o ğ ­

du. 1973'te Robert A cadem y'yi bitirdi. 1978'de A lbany'deki

State University of N e w York'tan suntrtta cunı laude derecesiyle

jeolog olarak m e zun oldu. 1979'da aynı üniversiteden

master diplom ası, 1982'de de doktor u n v a n ı aldı. 1981'de

ITU M aden Fakültesi, Genel Jeoloji kürsüsüne asistan olarak

atandı. 1984 yılında “T ürkiye'nin ve D o ğ u A kd e niz'in tektonik

gelişim inin incelenmesine yaptığı katkılardan ö tü rü "

Londra Jeoloji C em iyeti'nin "Başkanlık O d ü lü " n ü aldı.

1986'da TÜBİTAK'ın Bilim Ö d ü lü 'y le ödüllendirilen Şengör,

aynı yıl İTÜ M aden Fakültesi Genel Jeoloji A n a b ilim Dalı'nda

doçent oldu. 1988 yılında dağ kuşaklarının incelenmesine

yaptığı katkıların kalitesi ve kapsam ı nedeniyle kendisine İsviçre'deki

Neuchâtel Üniversitesi Fen Fakültesi tarafından

şeref b ilim doktoru payesi verildi, 1988-1989 akadem ik yılında

Royal Society'nin davetli araştırmacısı olarak Oxford

Üniversitesi Yerbilimleri B ö lüm ü'n d e çalışan Şengör, 1990"-

da Academ ia Europaea'ya ilk Türk üye olarak seçildi. A ynı

yıl Avusturya Jeoloji Servisi m u h abir üyeliğine seçildi.

1991'de Avusturya Jeoloji Derneği şeref üyesi oldu. Aynı yıl

K ültür B akanlığı'nm Bilgi Ç ağı Ö d ü lü 'n ü kazandı. 1992'de

İTÜ M aden Fakültesi Genel Jeoloji A nabilim D alı'nda profesörlüğe

yükseltildi. 1993'te Türkiye Bilimler A kadem isi kurucu

üyesi oldu, A kadem i Konseyi'ne ve aynı yıl TÜBİTAK

Bilim K u ru lu üyeliğine seçildi. Şengör, 1997'de de Fransız

Bilimler A kadem isi tarafından yerbilimleri dalında büyük

ö d ü l olan Lutaud Ö d ü lü 'n e layık g ö rüldü. 28 M ayıs 1998'de

College de France'm geleneksel m adalyası takdim edildi.

1999'da Londra Jeoloji Cem iyeti Şengör'ü Bigsby M adalyası

ile ödüllendirildi.

146 araştırma makalesi yazm ış olan ŞengöKün üçu İngilizce

biri de Çince olarak yayım lanm ış dört kitabı ve 1990'dan beri

50 kadar popüler bilim makalesi bulunuyor. Hasan-Âli Yücel

ve Türk Aydınlanmasının M etabılinısel Temelleri adlı kitabı

] 998'de Yükseköğretim K urulu'nca yayımlanmıştır.



A. M. CELÂL ŞENGÖR

ZÜMRÜTN ÂME


Yapı K ie d i Y a y ın ları 1279

C o g itc 88

Z ü m r iit n â m e / A M C e lâ l Ş e n g ö r

K ita p E d itö r ü : V e d a t Ç o r lu

D ü z e lti: A le v Ö z g ü n e r

1. B askı: İs ta n b u l, A r a lık 1999

1ÇPN] 975-08 0156-3

K a p a k T a s a rım ı N a h id e D ik e l

H asla A lla n M a tb a a c ılık L fd Şti.

Y a p ı K re d i K ü lt ü r S a n a t Y a y ın c ılık T icaret v e S a n a y i A Ş- 1999

Yapı K ie d i K ü lt ü r S a n a t Y a y ın c ılık T icaret v e S a n a y i A Ş.

Y apı K re d i K ü lt ü r M e r k e z i

is tik la l C a d d e s i N o . 285 B e y o ğ lu 80050 İs ta n b u l

T elefon: (0 21 2) 252 4 7 00 (p b x ) Faks: (0 21 2) 293 07 23

h t t p : / / w w w .y k y k u lt u r .c o m tr

h t t p : / / w w w .s lio p .s u p e r o n lin e .c o m / y k y

e-posta: y k k u lt u ı@ y k y k u lt u r .c o m .t r


i ç i n d e k i l e r

Önsöz (Orhan Bursalı) • 11

Zümrütten Aksedenler «15

I-Bilim Yalnız Bilmediğini Değil,

Bilemeyeceğini de Bilmektir. • 25

II-Çakıltaşları ve Konglomera • 28

III-Aklın Vekili • 33

IV-Cahit'in Vasiyeti • 34

V-Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? • 38

Vl-Ustünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları •

VII-Newton/ Goethe ve Sosyal BilinileK • \5

VIII-Hasan-Âli Yücel Yılı Bitmesin! • 48

IX-Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi • 51

X-Tiyatronun Hegel'i • 55

XI-Zümrütten Akis Konusu • 58

XII-Ortak ve Gerçek • 61

XIII-Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe • 64

XIV-Tartışamamak: Neden ve Sonuçları • 67

XV-Bilim Adamları ve Profesörler • 71

XVI-Masal Deyip Geçme! • 74

XVII-"Nihaî Gerçek" Meselesi • 78

XVIII-Klasiklerin Tercümesi • 81


XIX-17 Nisan! • 85

XX-Çocuk ve Bilim • 88

XXI-Çocuğunu Yiyen Satürn • 91

XXII-Doğu ve Batı • 95

XX[II-BılimseI Bir Kitapta Kendini Gösteren Bilimsel Kafa • 98

XXIV-Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl • 101

XXV-Türkiye'nin Kültür Sorunları • 104

XXVI-Yerbilimlerinin Geleceği • 107

XXVlI-Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya • 110

XXVIM-Collegc de France: Karşılıklı güven ve saygı ürünü

yüce bir gelenek «114

XXlX-Bilimler Akademisi (Paris) • 117

XXX- Ve Paris... • 120

XXXl-Deprem Kimi Vurur? • 124

XXXII Güncelcilik mi, Tekdüzecilik mi, Geçmişçilik mi? «128

XXXIII " İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates «131

XXXlV-Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark »134

XXXV-Uygarlık Nedir? • 137

XXXVI-Af erin İsviçre! »140

XXXVII-Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine • 143

XXXVIII-Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe »145

XXXIX-Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak • 148

XL-Hata ve Evrim • 151

XLI-''Osman Bey" ve Ekibi • 154

X! .11-Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak • 158

XLIII-Yalan, Bilim ve Yalancılar »161

XLIV-Les Alpes • 164

XLV-Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak

Görmek «167

X1.V!-İstanbvıl'da Depreme Karşı ^ivil Örgütlenme!?!? • 170


XLVII-Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,

Yerine Ne Koyacağız? • 173

XLVni-Onu Katlettiğimiz G ün • 176

XL1X-Bilimsel Dehâ • 175

L-Tiirk Aydınlanmasının Meşalelerinden Dostum

H âm it Nâfiz Pamir • 183

LI-C.BTvde İki Yazı, Evrim ve Tarih • 186

LH-Santa Barbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararlan • 189

LlIJ-Her Dağa Tırman • 192

LJV- 101. Yaşında Türk Aydınlanmasının İkinci Mimarı

Hasan-Âli Yücel • 195

LV-Eleştiri ve Suçlama • 198

Notlar • 201

Dizin • 209



Bu küçük kitap,

yaşamını halkının refah ve uygarlık düzeyini

yükseltmek için geçirmiş olan

Kâzım Taşkent'in

aziz hatırasına ithaf edilmiştir.


Ci sueno de ,a ra, , , produce m o n M , (A k hn ^

ıavarltir yaratır), Fm n c*co d e Goya y Lucim tcs, l?97- ı 798


Önsöz

Bu kitabın kısa öyküsü, her cumartesi günü Cumhuriyet gazetesiyle

birlikte okurlara iletilen Cumhuriyet Bilim Teknik'i

(CBT), 10. yayın hayatında yenileme projesiyle başlar.

Proje, CBT'yi daha kapsamlı, daha zengin içerikli, dünya

bilim ini daha çok kucaklayan ve Türkiye'de bilim i, her yönüyle

gelişmesi için daha çok destekleyen bir yayın organına dönüştürmeyi

hedefliyordu.

Ç ünkü bilim , genç Türkiye Cum huriyetim izin üzerinde

kurulduğu sacayaklardan, Türkiye aydınlanma hareketinin, aydınlanm

a düşüncesinin dayandığı temellerden biriydi.

Cum huriyet'in kurucusu Mustafa Kemal, bizlere, bizden

sonraki nesillere gerçekten de sadece bilimsel düşünm eyi, eleştirel

aklı miras bırakmıştır. Mustafa Kemal, evrenin 15 milyar,

yeryüzünün 4 milyar yıllık devinimiyle uyum lu ve insanlığın

bütün gündelik yaşamına, bütün kuramlarına meydan okuyan,

doğanın geçerli tek devinim ini içeren şu sözleri, laf olsun diye

söylemedi:

"Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş

ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasını ilim

ve akıldır."

* * *

CBT'yi geliştirme projesi, ülkede en çok ihtiyacım duyduğum

uz bilim in, bilimsel düşünm enin, eleştirel akim yaygınlaşmasına

yönelirken, bu ilkeler ışığında Dünya ve Türkiye'deki

bilimsel gelişmeleri yoğuracak, yorumlayacak; tartışmalar aça­


12 Zümrümâme

cak, yeni bakışlara ve düşüncelere kapılar aralayacak; evreni ve

insan yaşamını bilimsel düşüncenin imbiğinden geçirerek damıtacak,

okurlara sunacak yeni yazarlara da yer verilmesini öngörüyordu.

Oluşturulacak köşelerde, bilimin ön cephesinde duran değerli

bilim insanlarımızın dönüşümlü olarak yazmaları planlanmıştı.

Celâl Şengör'e ise her hafta yazma önerisinde bulundum.

Bir A4 sayfasının hacmini üç parmak kadar aşan yazılar yazacaktı.

Önce duraladı ve "yazamam" dedi.

Güldüm. Tabiî ki yazardı.

Celâl, uzun yazan bir insan. Bir düşünceyi, bir savı, bir

olayı, hak ettiği ölçülerde, hak ettiği derinlikte, üzerinde yapılan

bütün tartışmalar ve olayın ilk çıkış kaynaklarıyla birlikte,

bulabildiği bütün referanslarıyla ve dipnotlarıyla zenginleştirerek

yazar. Böyle yazmazsa rahat da edemez, tatmin de olamaz.

Bilimsel çalışmanın disiplini de ona böyle davranmasını

emreder. CBT de yayımlanan Pirî Reis gibi araştırma yazılan,

bu tutumun çok iyi örnekleridir. Ayrıca, tabiî ki, bilimsel dergilerde

yayımlanan meslekî bilimsel makalelerini de yine bu disiplin

içinde yazmak zorundadır. Üzerinde düşüneceğiniz ve

yazacağınız konunun dününü ve bütününü iyi bilmezseniz,

düşüncelerinizi, tezlerinizi sağlam bir temel üzerinde yükseltemezsiniz.

Hem eksik kalırsınız, hem de geçmişe haksızlık yaparsınız.

"Yazamam" derken, Celâl'in duyduğu sıkıntının nedeni

buydu.

İkinci bir görüşmemizde, köşe yazısıyla, geniş araştırma

yazısının farklılıkları üzerinde konuştuk.

Bir köşe yazısındaki düşüncenin ardında da, geniş bir araştırma

arka fonu vardı ve olmalıydı. Köşe yazısında düşünceler

biraz sıkıştırılmış' tı.

Ama, Celâl'in köşe yazılarının, araştırmaya dayalı bilimsel

bir altyapısı zaten olacaktı. O, araştıran, okuyan ve okuduklarını

da, zengin bilgi birikimiyle ve deneyimiyle yoğur-


Önsöz 13

duktan sonra büyük bir heyecanla dışa vurmaya can atan bir

insandır.

O yazamayacaktı da kim yazacaktı!

Yerbilimlerinde, kendi alanında dünyanın en usta az sayıda

bilim insanları arasında yer alır. Önde gelen bütün yerbilimcileriyle

tam bir bilimsel ilişki içindedir. Dünyanın en zengin

yerbilimleri yazılı kaynaklarına sahiptir. Amerikalı bilim insanları

bile gelirler ve onun evini bir kütüphane gibi kullanırlar.

Kendi alanını çok iyi izler. Yerbilimleri tarihini, bütün çevre bilimleriyle

birlikte çok iyi bilir. Mesleki dergilerde yayımlanan

verilere bakar, onları yeniden yorumlayarak değerlendirir ve

yeni bilimsel sonuçlara vararak makaleler çıkartır.

Celâl, merakının peşinde koşar.

Bakmışsınız, Hasan-ÂIi Yücel'e dalmış. Yücel üzerine ne

yayımlanmışsa toplamış, evine kapanmış onları okuyor.

Veya Mustafa Kemal'e dalmış.

Veya, hiç okumadığı, ancak ideolojik olarak sinirlendiği

Kari Marx'ın Kapital'i ve diğer kitaplarıyla odasına kapanmış.

Bir gün gazetede sohbet ederken, çeşitli konular arasında

daldan dala sıçramalarına söz dokundurdum ve "Kendi dalından

çok fazla uzaklara gitme" dedim. Niyetim, bazen beni sinirlendiren

yorum ve değerlendirmelerine taş atmaktı.

"Bilim adamı, neye ihtiyaç duyarsa onun peşinden gider'

dedi.

Haklıydı. Uzun zaman uzmanlık alanının sınırları içine zorunlu

olarak kapanıp kalan ve bunun semeresini de, Nature gibi,

dünyada makalesini yayımlayabilmek için herkesin can attığı

bir dergide kapak konusu olabilecek araştırmalara imza atmakla

toplayan Celâl Şengör, bu süre içinde uzak kaldığı konulara

aç kurtlar gibi saldırmış, son iiç-beş yıl içinde Türkiye

Cumhuriyeti'ni, Mustafa Kemal'i, bugünün Türkiyesi'nin gerçeklerini,

politikayı -bu konuda hâlâ emekleme aşamasında!-

vb. keşfetmeye girişmişti!

Sözü uzatmadan bitirmeliyim. Çünkü bu sadece bir önsöz,

bir Celâl Şengör biyografisi değil.

Celâl, kendisine emanet edilen köşeyi, ortak amaçlar doğ­


14 Zümrütnâme

rultusunda hakkıyla değerlendiriyor. Bu kitapta yer alan yazıları

bunun kanıtı.

Belki son bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor: Yazarken

duyduğu heyecan, satır aralarında değil, yer yer yazılarının

bütününden dışarı fışkırıyor. Bu heyecan da yazılarını daha

büyük bir keyifle okunur kılıyor.

Orhan Bursalı


Zümrütten Aksedenler

Bu kitapta toplanan makaleler, 1997 Aralık ayıyla 1998 yılı

içerisinde Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekinin 5. sahifesin-

deki "Züm rütten Akisler" başlıklı köşemde yayımladıklarımdır.

Bu köşe, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinin 560. sayısından itibaren

edindiği yeni çehrenin, ekin yayın yönetmeni Orhan Bursalı'nın

daveti üzerine oluşturulan bir parçasıdır. Bu kitaba ricam üzerine

yazmak inceliğini gösterdiği önsözünde Orhan, bu köşenin

hangi düşünce ve amaçlarla oluşturulduğunu anlatıyor. O nun

bana verdiği görevi, bilimsel düşüncenin temelini teşkil eden

eleştirel aklın, bilim in ve gündelik yaşamın her cephesinden

okurlara anlatılması şeklinde algıladım. Bu kitabı oluşturan denem

e/ fıkra arası makalelerin hemen hepsinin temelinde eleştirel

aklın tanıtılması, çerçevesinin çizilmesi ve insan yaşamının tüm

cephelerinde ve tüm safhalarında öneminin vurgulanması yatmaktadır.

Aydınlanma Çağı'nın büyük filozof ressamı Francisco

de Goya y Lucientes'in "Aklın uykusu canavarlar yaratır" sözü,

bu kitabın ana temasını çok güzel vurguladığından kitaba vecize

olarak seçilmiştir. Konuların yalnızca "zümrütten aksettikleri"

şekilde ele alınabilmiş olmasının nedenlerini bu kitabın XI. bölüm

ünde anlattım. Kitabın adı ise Erhan Karaesmen'in "Z üm rütten

Akisler" köşesindeki yazılarıma koyduğu addır.1 Ben de

onun bulduğu ve çok hoşuma giden bu adı kitabıma koydum.

Yazıların bir kısmı okuduğum herhangi bir eserin veya sözün,

yahut seyrettiğim bir film in veya televizyon programının

bana verdiği bir ilhamın, diğerleri gündelik olayların, gezilerin

bende çağrıştırdıklarının, bazıları da belirli tarihlerin akla getirdiklerinin

ürünleridir. Bazısı kalemimden d ök üld üğü gibi ba­


16 Züm rütnâme

silmiş, bazıları meslektaşlarımla, dostlarımla tartışılıp elden geçirildikten

sonra Orhan'a teslim edilmiş, bu kitapta bulamayacağınız

bazıları da ya ben tatmin olmadığım, ya da Orhan uygun

bulmadığı için hiç basılmamışlardır. Yazılarda verilen bilgiler

elden geldiğince kaynaklara başvurularak kontrol edilmiş,

geliştirilen argümanlar en az bir kişiye daha okutularak mantıksal

bir zayıflığın gözden kaçmamasına çalışılmıştır. Ayrıca

Orhan her makaleyi tek tek okuyarak kontrol etmiş, belirsizlik

gösteren her nokta için benimle temasa geçerek belirsizliğin ortadan

kaldırılmasını temin etmiştir.

Yazıları yazarken önümdeki büyük ve tarafımdan erişilmesi

imkânsız örnekler, A. Adnan Adıvar2, Ekrem Akurgal3, M. Fuad

Köprülü4 ve Hasan-Âli Yücel'in5 deneme/fıkra mahiyetinde

yazdıkları yazılarıdır. Birincisi eşine ender rastlanan bir filozof/bilim

adamı/devlet adamı sentezi, ondan sonra gelen ikisi

büyük birer bilim ve kültür adamı, dördüncüsü de büyük bir felsefeci/filozof/kültür

ve devlet adamı ve eğitimci olan yazarların

makalelerini hom bilgi edinmek, hem düşünce ilhamı alm a k ,

hem de keyiflenmek için, hatta bazı bedbinlik anlarında tekrar

cesaret bulmak ümidiyle, çok değişik yer ve zamanda, tekrar

tekrar okumuşumdur ve okumaya da devam etmekteyim.

Yazılarımın dili, gündelik konuşma dilimdir. Bu dil aynı

zamanda İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü'nde on sekiz yıl"

dır verdiğim derslerde kullandığım dildir. Ben, hâlâ, İstanbul

lehçesinin Türkçenin en zengin, en esnek, en akıcı, en kullanışlı

lehçesi olduğu ve Türkiye'de Türkçe öğretimine temel alınması

gerektiği görüşünün savunucularındanım. Hem ailemden hem

de okulda ben bu lehçeyi öğrendim. Dil nihayet bir düşünce ve

iletişim aracı olduğundan, onun zenginliğini, elastikiyetini, akıcılığını

ve bilhassa kullanışlılığını zedeleyecek gereksiz özleştirmelere,

sözde sadeleştirmelere, kasıtlı fakirleştirmelere, nedeni

ve kaynağı ne olursa olsun, karşıyım6. Bu tür değişimler, hele

sık aralıklarla ve dil dışı maksatlı programlar çerçevesinde yapılırlarsa,

dilin en önemli fonksiyonlarından biri olan iletişim

imkânsız hale gelir. Meselâ ben Atatürk'ün 1927 yılında basılmış

olan Nııtuk'ımu zorlanmadan, elde bir Osmanlıca sözlük

bulundurmadan okuyamazken, İngilizce, Fransızca ve Alman-


Zümrütnn Aksedenler 17

Zümrüt'ten akisler

a m c oı

Uygarlık nedir?

44 I L.y.. | , ^

jı»*»ı4»t* w ıi t-Iü«i mo*

« M # flj»V r««* j U « İ M

* U . W . ^ ^ < İ -*

• i ' — « * • * . ı •

yfiN K «/*•<

P H / ‘ rf-> - t t t ^

< M m V (ı/9hKl|<^N4uıw< >J jih

« " » * * W « ) • * j h * / “ *> •* J N a rw^<M

f « . W « lifi'* «la l« > - • - « «r ,

> • * ' I *" « ■ *. ı t ı a l ^ g ^

t * » -- h i i A l r i « ı M M İİM W - i ,

A l AutLkU <JfLhW • ->jj t * » ım * r*i)e Ig H

*Tr«lffHIWJ»aW«İM ^ , , 1^ , ,

/•«* <».> HN« ——Jn*tf * .

««imımon alfrttiÇ ^ r** p ( u)ı<m /««a --‘ I*

4»rwı **> l-ı■

f*i)IW' I 1 1’tfi tOtf‘1+0* m ■ıMJİ J(w|at W*>*

ıy«u /i.fi., ha Vj ü»V3<>i «Miiıı^ul !«<■■ dM d ||rm...t -,

■V < * W |K>»lH t» luJltJi a « « . M »

* <ıuı •* mi • Aana •*■*••! -•*■ •<». *«■%»! ı >■ ~ m .

■ Ji 1,4 ü fDI1 A. -%ı&l/OOT ı^JıM , ■ ■ * , İ- T J O I 4.

■Jti i.■• 4 - • I r * r t ‘ ' ■ «■> »■■■ ■ «■» «ta • •■ >. » .

fa. (-_ J Iia A M ■ .. . -- 1 , t ı L

‘ *01 lA O M l UJ ■* *■“ * * ! «A <‘k-4*> i| ia i t *«<tl • M J ti v * -J -

«•A » * • • M \ 1~~jM *tıfr«'r » « O <■ M M .

■«• * « ( * « • » » • *

^ - « « I> iIm .t u n J» Lu

<*!*■*• « V H İ ıd 1 w - M M I ■«*•!<*••» 1^ . - „

•«Ijıı t,*«j< İI0II

I • gaııifr- v •# »’fiKw

— m r * •> ■ 4 * u . r ^ iw kfw a . - «W *

»1 li I M « « M i » y « ( « < A lıt'U ıi ' --- - j - t

■*• *.' » w « « u m I»* 1

•*■^ V «i

* -!•*•

'•'I*

’*â

MMfl#*ni|WU

4 J ImIA— ■

»-1 «■ x^iırt «<i« ı

•* i s a *4*< * ^ a » ■-am* l><«wı «^«r«ı>ıu

• »•■. ■•«ngiıM(l(>A y*

« * n ^ ( U>U |*< M r ı M ■< ıDİK » # ^ f . « . . w « V M »

^ / a 4 i • » t

« I »«<•* 1 ■>» «J ı ^ A . « T ^ i « m > h

l> 1 « » ıl ^ u - ^ n k « <

i *1d ıilo #» »ıı*nıii<ı^»>ıtt» »■» t*

» M fr- W W I . — M »H * » * 1 » t M « « M * » * » ,

nınlw|a»M.«lJlAM «*W^ IM<rt» >»<Vl r<i-*^ıü«

İM. 4IİM dUl

hMİ«m»>M<flİMIİw

# U . I I » W w > ■! M M «— *U H ^ I4 «|l

-1-'- -yV -1f > *>-ı-ı- ■*- ■•|- ^ ^ — -- ^ ^ - » — .İM O'Mfctftfti

k > ♦ >» t> Iiffc ff<n1 t t M İ

üU^ kl gH jl | m İJk M L<^l

I . M M L ».T» /• • •* A â ı j ı ^ « M]

* • » »*— * ^ M * Ö <

«#%** .. >4»< H^'J1m| (Jrmât~*ı «ufm ^ u «

« A M ■»>«» • » - J M M I j g j — i W ı M * < •

/ « A M * *

*«»| (« WfM»»t> • • Jl IM/^J İIİMİMf Ok

m ^ Aftrfo *0 p M «n#<aı •mİ* « w ta

«« *****■»■ b b tu m i\ a A «■< ta /a n

X tm iüâMArui İMİ •<!« rf>< ı n a » < M )

•■ « > > * —h»%U ,**<-*»*- f % f *

— » » » ıy « » r » » » <»*ww

i Jİ1UİM (kJıı«ı^, M IBM4M

VI tf«MW|İMNaU |U İW

M usl^

Ş e k il I. A rsl.m K ^ynurd.^'m T/îT >nyı 5^-1

(HAğustos 1V9») te y.tyıml.ın.ıı\ Uyg-ırl'k

Ih'iiif?" b.ışlıklı y.ızjlll (bk? bu kil.ıp X X X V

Inılutnj u/i'rm J*1y.ıpli|*ı Turbç»- ^ik^lırın tjliTi

A rb l.ııı Dı y brnıın kııl tandırı m kvliu1^,l4.’li•

hı*m»?n bul.ıbıldijp O /iurkçt1k.ırfilıkl.ın

y.ı/m ı>( b.ı/ı deyim, t^mt.ım.ı vb içinde gt^r**

ve K 'lk ı d*.1bur.iti.ı^ı içerikk*kı kar^ılıkUifilliH

»e gereklisinden l.ım cinin ülnı.ıdıj*!

"rski“ ki'lıııu'İL'iı du **ını ıj.ifelıylt* guslerlT>l>.

Tek bir yerde bir kı'lın vyı geu*k:i/ bulmuş, btr

di)*ı*r yerde de b ulduğu k.ır^tlıkl.ıtı l.ım eıviın

o!m.ıdi)*ını j^ırvl rd rn bir sıin ı •»*rx ’•ı'k)enn>

v'uk.ujd;» »>.ır\*« elliğim >jıbı. beınnı A n i,w

Hey'in nıh'tlırın elcrlııe eu kııçuk bir ılır.uım

yokiur A ıu .ık mıun .ık.ıdcm ık bir ekilim

-ojiiulu lervib i'dcgıldigı kelimeler, benm

günlük dilim de k ııllıin n u .ılışk^nlı^ım

ülın.ıy.ın kelimelerdir Aı^l.ın Eky felsefeci

kimlimi ile dılı ^ iırc ie ır ve inceleyen biı

j’ nıî'un iıyebidır Hl ii ive dili, tı/ırıııd e çıık

f ı/l.l lıiıiliu n e d e n ktıll.ıının kütlenin bir leın

-* Mim Denım k.ın.ı.ıhm, lıcııı A r^Lııı Dey'ııı

buı.ıy.ı ı^.ırırl e»lt£ı yom. l^em de benim kul

l.ıııdığTm cr.ki kelimelerin ku ll.ın ih ıı dilıını/de

k.ılnı.ı^nm . Iürkmeyi ^en^mlt’şhrece^idır

1.ı»<fıy»‘Ci zılım yel dili p< rij.ın etmekle k.ılıı\.ı/,

m-Hİleı ve biliseler .ır.iMitd.ıki ilelı^m i d r b.ıl

Lıl.-r (kı Im nur böyle olduğunu ben o ^ e n o

lenm Ve n^lnın u^enndı •mekii K<ıjiuy<ıniınl


18 Zümrütnâme

cada 17. hatta 16. yüzyılda basılmış kitapları rahatlıkla -göz bir

kere yer yer g ünüm üzdekinden farklılıklar gi>steren imlaya

alıştıktan sonra- okuyabiliyorum .

Ancak, yukarıda söylenenler benim kullandığım dilin eleştirilcmeyecek

bir m ükem m ellikte olduğu iddiasını içermez. Şekil

l'd e k i tıpkıbasım, sayın dostum felsefeci ve sahaf Arslan

Kaynardağ Beyefendi'nin "Uygarlık nedir?" başlıklı yazım'

üzerinde yapmış olduğu düzeltmeleri göstermektedir. Bunlar

arasında benim kabul edemeyeceğim tek bir düzeltme dahi

yoktur. Bu sayfa, Arslan Bey'in benim yazılarımın pek çoğu

üzerinde büyük bir dikkat ve özveriyle yaptığı düzeltmelerden

yalnızca biridir. Ben Arslan Bey'in düzeltmelerinden pek çok

şey öğrendim . Fakat belki de öğrendiğim en önemli şey, yaş1

benden bir hayli büyük olan Arslan Bey ile aramızda kelime

hâzinesi kullanım ındaki farklılıklardır. Arslan Bey benim kullandığım

kelimelerin tüm ünü tabiî ki biliyor, ama daha sonra

yaratılmış olan öztürkçe veya öyle olduğu iddia edilen kelimeleri

tercih ediyor. Bu bir eğitim in sonucudur —Arslan Bey'in beni

hayrette bırakan bir kişisel disiplin sonucu çoğunu uzun yıl"

lar boyunca kendi kendine verdiği bir eğitimin! Ben ise evimde

ve okulum da öğrendiğim Türkçeyi hiç zorlam adan, tüm zenginlik

ve elastikiyetiyle kullanm ayı yeğliyorum. Arslan Bey felsefeci

ve edebiyatçıdır. Dil, onun esas meşgalelerindendir. Ben

ise doğabilimciyim. Dil benim için yalnızca bir araçtır.

Ben, üstelik 14 yaşımdan beri bildiğim ve en az 25 yıld>r

profesyonel olarak kullandığım İngilizcenin m uazzam gücünün

önemli bir kısmını, kelime hâzinesini kaynağına hiç mi hiç aldırmadan,

hatta yerli dillerinden bile kelime devşirerek, genişletmesinden

aldığını gördüm. Amerikalı şair ve filozof Ralph Wal"

do Emerson ne diyor? "İngiliz dili gökyüzünün kapladığı her cihetten

gelen nehirlerin boşaldığı bir um m andır"8 Ben işte u m ­

mana akan nehirlerin hiçbiri üzerine baraj çekmemek taraftarıyım.

Mesela küçük yaşımdan beri bildiğim Almanca aynı liberal

tutum u sergileyememiştir. Hele Fransızca, kelime hâzinesi açısından

İngilizceyle kıyaslanırsa iyice fakirdir.

Ancak söylediklerimden üstü kapalı bir şekilde Osmanhcayı

savunduğum izlenimi asla edinilmemelidir. Osmanhca bir


Zümrütten Aksedenler 19

um m an değil, bir bataklıktır. Yapısı yeknesak olm adığı gibi, bazen

bir kesiminin diğerleriyle ilişkisi zamanda ve/veya m ekânda

tamamen kesilir. Ne Sinan'ın Sâi Çelebi'nin kaleminden bize

ulaşan Osmanlıcası Nedim 'inkine, ne N edim 'inki Kâtip Çele-

bi'ninkine, ne Çelebi'ninki Şemsettin Sâmi'ninkiııe, ne de onunki

Fikret'inkine benzer. Bunların hepsi ayrı kelime hâzineleri,

hatta ayrı yapıları olan dillerdir. Bunun nedeni, tabiî ki O sm anlI'nın

kendi içinde bir arı kovanı gibi işleyen muhtar bir aydınlar

kütlesinin, onu besleyen geleneksel okullarının ve bunların

kullandıkları bir basın/yayın ürün kaynağının olmamasıdır. Osmanlıca

kendine akan nehirlerin rejimlerini ve çığırlarını düzensiz

aralıklarla değiştiren depremlerle ve yer kaymalarıyla ikide

bir sarsılan duraysız bir toprak parçası üzerindeki bir, hatta bir-

biriyle ancak arada bir temas eden birkaç su kütlesi gibidir. Ne

kendi yapısı, ne de su rejimi düzenli olabildiğinden burada

meydana gelen su birikintisi de işte ancak bataklık olur. Atatürk'ün

dil devrimi, bataklığı, düzenli bir okyanus teknesi haline

getirmeyi amaçlıyordu, onu besleyen nehirleri kurutm ayı değil.

Bir tek Hasan-Âli Yücel dışında, Atatürk'ten sonra gelen dil

devrimi tutkunlan, bataklığı unutup nehirlere saldırdılar, H a­

san-Âli Yiicel'in bazen sabrının taşıp feveran ettiği gibi Türkçe

değil, mesela "Ataçça" konuşmaya ve yazmaya başladılar. Bunun

pek feci etkileri, Türkiye'de örneğin jeolojide merhum Enver

Altınlı'nın yazılarında görülür. A ltm lı'nm Türk jeoloji çevrelerinde

bazen "Enverce" diye betimlenen yayınları ve ders notları

nesiller boyu Türk jeologların önemli bir kesiminin ne birbirlerini

ne de uluslararası fikir akımlarını anlayamamaları sonucunu

doğurmuştur. Ben bu tür yolları izlemedim. İstanbul'da

öğrendiğim Türkçemden fedakârlık etmeden yazdım.

Okurlarım dan gelen genel tepki de olum lu oldu. Pek çoğu,

yazılarımın akıcı ve anlaşılır bir dille kaleme alınm ış o lduğunu

söylediler. Gelen birkaç olum suz eleştiri, benim dil devrim ini

tam izlem ediğim gibi ideolojik bir çizgide yoğunlaşmıştır. Bu

eleştiriyi yapanlara verebileceğim tek cevap G. L. Levvis'in

1936'dan sonra A tatürk'ün de kelime hâzinesinde bir ara ciddiyetle

uyguladığı tasfiyecilikten vazgeçerek, eskiden kullandığı

pek çok Arapça ve Farsça kökenli kelimeyi, Öztürkçe karşılıkla­


2 0

Z ü m rü rn âm e

rı bulunm uş veya icat edilm iş o lduğu halde, tekrar konuşma ve

yazılarına aldığını belgeleyen çalışmasına bakmalarıdır.9 Ben

de dil devrimini Atatürk ve Hasan-Âli Yücel kadar izlemek

yanlışıyım. Ne daha az, ne de daha fazla.10

Yazılara bir-iki yer hariç dipnot koym adım . Pek çoğu dipnotlarla

zenginleştirilebilirdi. Ancak yazıların yazılış amaçları

--Orhan'ın önsözünde belirttiği gibi- okuru bir sürü kaynağa

götürmek veya bir yazı içinde çeşitli düşünceleri vuvalandırmak

değildi. Bu kitaptaki makaleler, bilimsel dergilerdeki makaleler

gibi "mini-kitaplar" değildirler. Burada her makale tek bir

fikri veya tek bir tanıtımı konu edinmiştir. Amaç, bir cumartesi

sabahı okuru, belki kahvesini yudum larken, bir fikir, bir olay

veya bir kişi etrafında düşünm eye teşviktir. Makale yalnızca bir

araç olduğundan hızla okunarak aradan çekilmeli, dürünce ile

düşünürü karşı karşıya bırakmalıdır. Orasından burasından

dipnotlar sarkan bir makale aradan kolay sıyrılamaz, ya düşüncenin

ya da düşünenin bir tarafına takılır. Bu, belki fikirler ve

verilerle yüklü bilimsel bir kitapta veya makalede arzulanır bir

hal olabilirse de deneme/fıkra türünde m inik makaleler okurun

defterinde veya kartlarında değil, beyninde işlenmelidir.

Dipnotların ender verilmesine tek istisna, her makaleye eklediğim

ilk yazılış ve yayımlanış tarihleri ve yerleridir. Her makalenin

altındaki ilk (veya, genellikle o lduğu gibi, tek) dipnott.ı

önce yazılış tarihi; bir kesir işareti (/) ile bundan ayrılan yayımlanış

tarihi; nerede yayım landığı (CBT=Cunıhuriyet Bilim Teknik);

sayı ve sayfa numarası bulunur. CBT kısaltmasının her defasında

verilmiş olması, kitabın kimi nüshalarının parçalanarak

bazı makalelerin tek başlarına dosyalanma olasılığı k a rşısın d a

kaynak kaydının kaybolmaması için düşünülm üş bir tedbirdir.

İlk yazılış tarihleri diye verdiğim tarihler aslında bilgisayarımın

kaydettiği son düzeltme tarihleridir. Nadir istisnalar dışında

bu tarih, makalenin ilk yazılış tarihinden ancak bir veya iki

gün uzaktır. İlk yazılış tarihlerinin verilmesindeki ısrarın sebebi,

yazıların ilham kaynakları ile ilgilenebilecek okura bir dayanak

noktası sunmaktır.

Bu kitapta derlenen yazıların bazıları kim i yayın organlarında

iktibas edildi. Ben bunların hepsine ulaşam ad.ğım dan


Zümrütten Aksedenler 21

beni çok m utlu etmiş olan bu iktibasların burada bir listesini

veremiyorum. Ayrıca yazılarım daki fikirler çeşitli yayın organlarında

m uhtelif yazarlar tarafından eleştirildi, geliştirildi. Bu

tabiî ki bir yazar için çok hoşa giden bir durum dur, insanın

boşluğa seslenmemiş o lduğunu gösterir. Bir ara bu yazıları da

yazarlarından izin alarak, bazılarına vermiş o lduğum yayım ­

lanmış cevaplarla birlikte bu kitaba katmayı düşündüm . Bu d ü ­

şüncemden vazgeçmiş olm am ın iki temel nedeni var: Birincisi,

yazıların uzunluk ve takdim şekilleri açısından büyük farklılıklar

göstermeleri. Kimileri birkaç paragraflık; kimileri birkaç

sayfalık, resimlerle ve dipnotlarla zenginleştirilmiş; kimileri ise

yalnızca şahsıma yazılmış mektuplar şeklinde. İkincisi, bazı

eleştirilerin polemik şeklinde, bazılarının daha mesafeli, bazı

katkıların benim söylediklerimi geliştiren yazılar olmaları, bu

nedenle kitabın yeknesak havasını ve dolayısıyla okurun okuyuş

tem posunu ve düşünce akışını belki de yalpalatabilecek

farklılıklar sunmaları. Bu yazıların haberdar olabildiklerim in

kaynaklarını detaylı bir şekilde ilgili m akalenin bir dipnotunda

göstererek bunları mutlaka okum ak isteyen okura kılavuz olmakla

yetinmeyi tercih ettim sonunda.

Bu kitapta derlenen fikirlerin herhangi bir kıymeti varsa, bu

benim son derece verimli bir ortam içinde çalışma fırsatını bulabilen

ender şanslı insanlardan biri olm am dan kaynaklanmaktadır.

1981'den beri araştırıcılık ve öğretmenlik yaptığım İTÜ M a­

den Fakültesi Jeoloji Bölüm ü içindeki çalışma arkadaşlarımla

burada yazdıklarım hakkında çok sık konuşmuş, tartışmışımdır.

Her biri başarılı birer bilim adam ı olan dostlarımla pek ender

olarak tamamen aynı fikirde olmuşuzdur. Bu farklılıkların yarattığı

tartışma ortamı, kıyasıya yapılan fikir mücadeleleri, bu m ü ­

cadelelerden türeyen bilgi derleme ihtiyacı, benim en önemli teşvik

kaynaklarım arasındadır. Bu çerçevede bilhassa m erhum hocam,

büyük bilim adamı ve bilgin İhsan Ketin'i, ülkemizdeki

tüm yerbilimcilerin şu andaki duayeni hocam ve aziz dostum

Sırrı Erinç'i, Türkiye'nin günüm üzde en önde gelen yerbilimcileri

olan sevgili çalışma arkadaşlarım Naci Görür, Aral Okay ve

Yücel Yılm az'ı anmak isterim. Aynı gruptan N üzhet Dalfes'in,

insan bilgisinin bütünlüğünü ve yerbilimlerinin ancak bu bütün­


2 2 Z ü m rütnâm e

lük içinde birşey ifade edebileceğini unutm am a 1973 yılından

beri izin vermemesi nedeniyle, ayrı bir yeri vardır. Aykut Barka

ve Mehmet Sakınç'la yapılan pek çok sohbet ve tartışmaların da

bu kitapta yansımaları bulunur. Benzer şekilde, yerbilimleri

dünyasının dışından hocalarım m erhum Kâzım Çeçen, M. Cengiz

Dökmeci, Y. Doğan Kuban, M. N im et Ö zdaş ve Erdoğan S.

Şuhubi bana hem pek çok bilgi vermiş, hem de pok çok fikri ilham

etmişlerdir. Türkiye'ye geldiğim den beri Gürol Irzık felsefe

konusundaki en önemli danışm anım ve tartışma ortağım olmuşsa

da, benim felsefî fikirlerimde kendisinin -otuz yıla varan

dostluğum uza rağmen- en ufak bir günahının olm adığını burada

bilhassa vurgulamak isterim. A nabilim dalım ızın araştırm a

görevlilerinden Cenk Yaltırak bitip tükenmeyen enerjisiyle Türkiye'de

Atatürk'ün düşünceleri hakkındaki fikirleri ve yayınları

izleyebilmemde bana son yıllarda çok yardımcı olmuştur

N am ık Kemal Pak pek çok konuda tartışma ortaklığı yapmakla

kalmamış, benim bilhassa Hasan-Âli Yücel konusuna

bulaşm am da en önemli rolü oynamıştır. B üyük dâhinin hamarat,

cömert ve bilgili kızı Canan Yücel Eronat da babasının yaşamı

ve çalışmaları konusundaki eğitim im i üstlenerek elindeki

m uazzam ve m untazam arşivi bana bıkıp usanm adan tanıtmış»

bu hâzineden rahatça faydalanabilm em i temin etmiştir.

Burada Kemal Gürüz'e bu kitapla ilgili olarak çeşitli yönlerden

ve büyük oranda minnet borcumun olduğunu vurgulayarak

belirtmeliyim. TÜBİTAK başkanı olduğu andan itibaren Kemal

benim ve arkadaşlarımın çalışmalarına içten bir ilgi göstermiş, biz*

leri her yönden desteklemiştir. Beni, Türkiye'de başka türlü tanıma

şansımın pek olamayacağı geniş bir çevreye takdim etmiş, eğitim

ile ilgili bazı projelere almış, buralarda bilimin, sesini kısmen

de olsa benim ağzımdan duyurmasını m üm kün kılmıştır. YÖK

başkanı olduktan sonra bu ilgisi azalmamış, yardım elini her sıkıntımızda

daha ben ve arkadaşlarım istemeden uzatmıştır Ayrıca

özellikle bilim politikası ve eğitim konularında Kemal her zam an

keyifli ve yararlı bir tartışma ortağı olmuştur. Bu kitaptaki pek çok

makalede onunla yapılan tartışmaların, sohbetlerin izleri vardır

Ailem in katkısını da burada şükranla anm alıyım . Annem le

babam yalnızca büyük m addî ve m anevî katkılarla benim her


Z ü m r ü t te n A ksedenler 2 3

tiirlü entelektüel çab am ı desteklem ekle k a lm a m ışlar, bilhassa

C u m h u riy e t ta rih in in şahit o lm a k b a h tiy a rlığ ın a eriştikleri geniş

kesidini b e n im le paylaşm ışlar, bana pek çok k a p ın ın a ç ılm a ­

sını sağlam ışlardır. Fedakâr h ayat a rk adaşım O y a 'n ın e ngin

sabrı, b itip tükenm e k bilm eyen iyi niyeti, sadece g ü ç lü bir zekân

ın besleyebileceği b ü y ü k ve şefkatli sevgisi ve b ilim d ış ın d a

bana hem en h içbir s o ru m lu lu k b ıra k m a y a n h a m a ra tlığ ı o lm a ­

saydı, ben b u ra d a tartıştığım ko n u lara kafa y o ra m a z, o nları d ü ­

şünecek rahat ve s ü k û n u b u la m a z d ım . O y a ayrıca z a m a n zam

an y azılarım ı o k u y u p eleştirecek vakti bile b u lab ilm iştir.

K itabın hatırasına ithaf e d ild iğ i K âzım Taşkent'in b e n im yetişm

em de dolaylı ve dolaysız hayatî katkıları olm uştu r. A n n e a n ­

nem in teyzesinin ço cuğu olan K âzım A ğabey (ailede kendisine

anneannem hariç herkes böyle h itap ederdi; anneannem ve b a­

zen dedem yalnızca A ğabey derdi), R u m e li'd e n her şeyini arkada

bırakarak gelen ailenin o tu zlu yıllarda servet ve to p lu m d a bir

yer kazanm asının en ö n e m li â m ili olm uştur. Ben b u servetten

faydalanarak o k u y u p yetiştim . Ayrıca K â z ım A ğ abey b ize belirli

aralıklarla Yapı ve K re d i'n in , Doğan Kardeş'in, Hayat'ın vs. y a y ın ­

larını yollardı. B ü y ü k karton k u tu la r içinde gelen b u kita p lar ben

im ilk o k u m a tem elim i o luşturm uşlar, bana ilk coğrafya, tarih

ve doğa b ilim i zevkini tattırm ışlardır. A n n e a n n e m i ve d e d e m i

görm eye g e ld iğ in d e ben çok k ü ç ü k o ld u ğ u m d a n çok nadire n

sohbeti d in le y e b ilm işim d ir. A m a d in le y e b ild iğ im her seferinde

K âzım A ğ abey'in söyledikleri bana m ü th iş keyif verm iştir. O n u

en son an n em le b a b a m ın evinde g ö rd ü m . K ız kardeşi Rabia

(A tagan) A b la ile birlikte annem e ailenin b a zı fo toğraflarını ve

galiba en son kitabını verm eye gelm işti. O ziyarette K a fk asy a'd a­

ki Birinci D ü n y a Savaşı h atıralarından sonra A ta tü rk 'le bir anısını

anlattı: "E skişehir Şeker F abrikası'nın inşaatı esnasında A tatürk

g e ld i" dedi. Şantiyeyi gezerken h e n ü z tem ellerinden y ü k ­

selm em iş olan fab rik anın ne zam a n biteceğini so rm u ş K â z ım

Ağabey'e. "İlk m a h s u lü işleriz Paşam , d e d im . A ta tü rk y a n ın d a ­

kilere dönerek, 'Bu çocuk delidir' d e d iy d i. A m a ben ne d e d iğ im i

b iliy o rd um . Fakat G ü le rc iğ im " diye annem e dönerek d e v a m etti

"bir taraftan da tabancam ı h azırla m ıştım ." K â z ım A ğ abey g ittik ­

ten sonra a n n e m in söy le d iği sözleri hiç u n u ta m ıy o ru m : "B ana


24 Züm rütnâm e

bak, bu var ya, hakikaten dediğini yapardı ha! O fabrika ilk mahsulü

işleyemeseydi, Kâzım gitmişti!"

Orhan Bursalı'ya olan şükran borcum ise çok özeldir. Kendisi

bu yazıların yazılmasına sebep olan köşenin yaratılmasını istediği

gibi, yazılarımın vücut bulması esnasında da benim için en güvenilir

eleştirmen, en faydalı danışman da olmuştur. Orhan'ın bilimin

halka sunulması konusundaki çabalan burada anlatılamayacak

kadar bol, ülkemizde bugüne değin yapılamadığı kadar yüksek

düzeyli ve bütün dünyada ender rastlanılacak kadar fedakarcadır.

Beni popüler bilime eğilmeye zorlayan Orhan olmuştur.

Sosyal bilim, hele politika bilimi kökenli olması, geniş gazetecilik

tecrübesi ve doğa bilimlerine olan hayranlığı ve hakimiyeti, Orhan'ın

çeşitli konulara alışılmışın dışında geniş bir perspektiften

bakmasını sağlamış, beni sosyal tecrübesizliğim ve politik safdilliğim

nedeniyle bazı çukurlara düşmekten kurtarmıştır. Sosyal bilimle

politikanın o sisli ve sarp engebeli sınır bölgesinde Orhan ın

emin kılavuzluğu olmasaydı bir gazete eki köşesinin rahatlığ*

içinde bilim dışına sapıvermek işten bile değildi. Hele bir doğnbilimci

için nice tuzaklarla dolu bu bölgeye her yaklaştığımda Orhan

bana büyük bilgin Fuad Köprülü'nün o sınırın ötesine geçtiğinde

başına gelenleri hatırlatır, kendisine İsrail cum hurbaşkanlığı

teklif edildiğinde "Yapamam, çünkü objektif düşünmeye çok

alıştım" cevabını veren Einstein'ın izinden ayrılmamamı tavsiye

ederdi. Bu kitap, bir yerde benim kadar onun da çabalarının ve

katkısının sonucudur (ama bu onu benim fikirlerimden sorumlu

kılmaz). Orhan ayrıca bu kitaba bir önsöz yazmak nezaketini göstermekle

beni bir defa daha kendisine borçlu bırakmıştır.

Nihayet bu kitabı Yapı Kredi Yayınları arasına büyük bir

hızla kabul eden Enis Batur'a da en içten hislerle teşekkür etmek

isterim. O nun bilgi düzeyinde bir entelektüelin ve onun

tecrübesine sahip bir yayımcının kitabımı yayıma değer bulması

benim için çok ciddî bir taltif olmuştur.

A. M. C. Şengör

A n a d o lu h isarı, 8 Nisan 1999


I

Bilim Yalnız Bilmediğini D eğil,

Bilemeyeceğini de Bilmektir. 1

Akla mağrur olma Eflâtun-i vakt olsan eğer.

Bir edib-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol.

NeH

Bilim, bilmeyi gerektirmez mi? Türkçede bilim bilmek sözcüğünden

türer ve I. Z. Eyuboğlu'nun etimoloji sözlüğüne göre

'bilinen, bellekte iz bırakan" anlamına gelir. Batı dillerinin pek

çoğunda kullanılan scierıce terimi bir Hint-Avrupa dil kökü olan

ve "ayırabilmek, fark etmek" anlamlarına gelen skei-'den türemiştir.

Latince scientia Yunanca episteme’nin karşılığıdır ki, bu

kelime "anlayış, bilgi, bilim " anlamlarına gelir ve "bir şeyin

önünde durm ak, bir şeyle yüz yüze gelmek" anlam ında bir

kökten türemiştir. Arapça 'ilm kelimesi bilmeyi belirttiği gibi,

Çince "bilim " anlamına gelen xueshıı (şueşu okunur!) aynı zamanda

"bilgi, öğrenim " anlam ındadır ve "öğrenmek, incelemek"

anlamındaki xue'den üretilmiştir. Bu kısa listede görülen,

tüm büyük kültür dillerinde "bilim " yerine kullanılan kelimenin

olum lu bir anlamı olduğu ve bilmeyi simgelediğidir.

Ancak bilim tarihine bir göz attığımızda, bunun belki daha

doğru olarak bir yanılgılar tarihi olarak betimlenebileceğini görürüz.

Bugün, ne eski Yunan'ın görkemli doğa kuramları, ne

Ortaçağ'ın mütevazı keşifleri, ne de bize çok daha yakın olan


2 6

Z ü m rü cn â m e

R önesans, A k ıl Ç a ğ ı, hatta 19. y ü zy ılın bilim sel teorileri, ilk ortaya

çık tıkları şekilde ders kitaplarım ızda yer almaktadır. Pek

çok b ilim d a lın d a , örn e ğin benim ihtisas d a lım olan jeolojide,

b u g ü n o k u tu la n temel teorilerin pek ço ğ u n u n yaşı kırkı geçmem

ektedir. Kısacası, b ilim sürekli bir yanılgılar silsilesi içinden

geçerek g ü n ü m ü z e gelmiştir. A ncak, g ü n ü m ü z d e kendimiz,

çevrem iz, d ü n y a m ız , hatta evrenim iz h akkında bildiklerimiz

a ta la rım ızın b ild ik le rin d e n o kadar çoktur ki, g ü n ü m ü zd e tüm

insan bilgisi en çok her bir y ıld a bir ikiye katlanm aktadır! Bu

h ız, daha geçen y ü zy ılın ortasında her y ü z yılda birdi. Şim di şu

soru karşım ıza çıkm aktadır: T ü m geçm işi bir yanılgılar tarihinden

ibaret o lan bir faaliyet nasıl oluyor da bu kadar o lum lu işler

y apabiliy o r, bu kadar çok bilgi üretebiliyor? Bu soruya cev

a p verebilm ek için b ilg in in nasıl e d in ild iğ in i tartışm am ız gerekir.

Bu d a bizlere, insan u y g a rlığın ın , bizleri diğer canlılardan

çok farklı y apan insan olm a öze lliğ in in de ö z ü n ü gösterecektir.

Tekil nesneleri d o ğ ru d a n d u y u la rım ızla bilebiliriz. Bu d u ­

y u la rın sık sık y anılm ası, tekil nesnelerin "bilinebilm esinde" tek

ilin d ışın a çıkan genel kavram ların k u lla n ılm a zoru nlu luğu

(ö rn e ğ in cam bir bardağı "b ile b ilm e k " d u y u la rım ızla algıladığ

ım ız ın da ötesinde cam ve bardak kavram larının bilinm esini

gerektirir) g üçlü k le r çıkarır, am a bu g üçlükler kolay aşılabilir.

A ncak genel kavram ları onları o luşturan tekil nesnelerden hareketle

bilem eyiz, zira b u n ların hepsini gözlem eye ö m rü m ü z

ve im k â n la r ım ız yetm ez (bilim sel bir problem olarak tüm evren

in e v rim in i d ü ş ü n ü n !). Ö rn e ğ in yerçekim i kanunlarını, dağ

o lu ş u m u n u n nedenlerini, canlıların evrim süreçlerini ancak

kendi uydurduğum uz kuram larla açıklayabiliriz. Bu kuramlar,

u y d u r u ld u k ta n sonra eldeki gözlem lerle sınanırlar. Sınavı geçem

eyen k u ra m la r derhal terk edilir, sınavı şim d ilik geçenler bilim

c in in bir âleti olarak k u lla n ım d a kalırlar; ta ki ters bir g özlem

, o n u da geçersiz kılana kadar. O zam an bilim ci, yanlışlanan

k u ra m ın açık ladığı tü m gözlem leri ve açıklayam adığı gözlem i

d e açıklayacak yeni bir k u ram uydurm aya çalışır. Bu şekilde

yeni u y d u r u la n k u ram lar giderek kendilerinden öncekilerden

d a h a ze n g in g özle m dem etlerini açıklayan zengin zekâ ürü n le ­

ri ve aynı z a m a n d a evren yorum ları olarak insan bilgisini zen­


B ilim Y alnız B ilm e d iğ in i D e ğ il, Bilem eyeceğini de B ilm e k tir 2 7

ginleştirmeye devam ederler. Ancak bilim ci, bilim in başdöndürticü

başarılarına rağm en incelediği nesneler karşısında kendi

aczini bildiğinden, hiçbir zam an son gerçeğe ulaştığını iddia

edemez; hatta buna tesadüfen ulaşm ış olsa bile b u n u fark edemeyeceğini

bilir. Bilim i, insan bilgisine katkı yaptığını iddia

eden ve içinde kesinlik iddiaları bulunan tüm inanç sistemlerinden

ayıran ve onların hepsinden daha başarılı kılan işte bu

haddini bilirlik ve aynı zam anda inatçı sorgulam acılık/eleştiricilik

özelliğidir. İnsan, ilk günlerinden beri halk arasında "deneme-yanılma

yöntem i" de denilen bu yöntem le bilgisini genişletmiş,

kesin ve tartışılm az bilgiye ulaştığını iddia eden hiçbir

otoriteyi ciddiye alm ayan, ancak her g ö rd ü ğ ü n ü ve d u y d u ­

ğunu sürekli sorgulayıp eleştiren toplum lar tarihte uygar ve

müreffeh olabilmişlerdir.


II

Çakıltaşları ve Konglomera12

16 A ralık 1995 tarihi tü m Türk ve d ün y a jeologlarının büy

ük bir acıyla hatırlayacakları bir tarihtir. 16 Aralık 1995 Cumartesi

g ü n ü sabaha karşı saat ikiye doğru yirm inci yüzyıl en

ö n d e gelen jeologlarından birini, Türkiye b ü y ü k bir evlâdını,

insanlık da b a ş d ö n d ü rü c ü başarıyla engin tevazuu bir bedende

birleştirebilen n adir centilm enlerinden birini, ITÜ jeoloji profesörü

İhsan K etin'i kaybetti. İhsan Hoca ö lü m süz olalı iki koca

yıl geçti. İki küsur asırlık İTÜ, bu iki yılda iki devini daha yitirdi:

K etin'in kendilerine b ü y ü k bir sevgi ve saygıyla bağlı olduğ

u meslektaşları, dostları, b ü y ü k bilim adam ları K âzım Çeçen

ve R atip Berker de her İT Ü 'lü nün son durağı olan Taşkışla dan

dost ve öğrencilerinin elleri üzerinde ebedî istirahatgahlarına

uğurlandılar.

R atip H o ca'n ın cenazesine yurt dışında görevli o ld u ğ u m ­

d an katıla m a d ım , am a yolda göreve giderken hep o n u ve yoldaşlarını

d ü ş ü n d ü m : Bir R atip Berker, bir Bekir D izio ğ lu , bir

M ustafa İnan, bir E m in O nat, bir İhsan Ketin, bir K âzım Çeçen;

dah a gerilere gidelim : bir Kari von Terzaghi, bir P hilipp

Forchheimer, bir H üseyin Tevfik Paşa; daha da geriye gidelim

bir H oca İshak E fe n d i ve daha niceleri. Her biri, z a m a n ın d a

T ürk iy e'n in en bilgili, en zeki insanları arasında. Hele hele Ratipler,

Bekirler, M ustafalar, Eminler, İhsanlar, K âzım lar, kendilerine

d ü n y a d a saygı d u y u la n adlar. B ugün IT Ü 'de hatta daha

iyileri bile var: O n la rın öğrencileri, ITÜ'ye mirasları, Y Ö K başkanı

Prof. K em al G ü r ü z 'ü n saygıyla "IT Ü 'n ü n vırtüozları" de-


Çakıltaşları ve Konglomera 29

cc

LU

UJ

ı/y

LU

—t

0Q

Kaya parçaları J ’

Mineral parçaları

Doğal

çimento

/

KONGLOMERA (=ÇAKILTAŞI)

Ş e k il 2.A. Bir kttnglomera ııın olucum u. Kayaç kırıntıları ve minemi parçaları ("çakıllar") kum,

kil voy.ı kireçtaşındnn uluşnn doğal bir çim ento ile tutturuluraa ortaya çık a n yeni kayaca k o n ­

glom era (Latince coıı, rım ı'dan birlikte ve ghıııııs=top haline g elin i; iplik, sözcüklerinden, "bir

likte bir top lıaline gelm ek" anlam ında) adı verilir. Türkçe'de buna çakıltaşı da denm ektedir

<rakıltaşları, dolayısıyla, çakılların doğnl bir çim entoyla tulturulınalarından oluşan taştır.


30 Zümrücııâm c

d iğ i, tüm T ürk üniversitelerinin g ıp ta o d a k la rı o canlı abideler!

G elgelelim İTÜ, T ürkiye'nin o her gencin yüreğinde çarpan,

başbakanlar, cum h u rb aşk anları d o ğ u ra n , bence ü n iv e rsite

olarak en iyi k u ru m laşa b ilm iş 225 y ıllık d e v müessesesi, vasat

bir Batı üniversitesi bile değil. İçindeki v ir tü o z la n n ın muadille-

Şekil 2. B. N orveç'ten (akılları çuk çeşitli kayaç türlerinden

oluşan ("p olijcııik") bir konglomera örneği (ölçek 1 /2).

Burada dikkati çakılların çektiği, onları b ir arada tutan çim entonun

ise belirgin hiçbir özelliğinin bulunm adığı görü lm ektedir.

Ancak o "silik" görünüm lü çim ento olm asa, "gösterişli"

çakılları birarada tutup konglomerayı yapm ak m üm kün

olma/.. İnsan toplum larında dn durum boyledir. Birkaç p arlak

kişilik tüm dikkatleri üzerlerine toplar. D üşünülm ez ki, o

kişilikleri bir arada tut.ın toplum çim entosu olm asa on lar o

parlak konum larını oluşturam azlar Başarılı toplum lara

dışarıdan bakanlar, dikkat etm ezlerse sanırlar ki o toplum lar

başarılarım yalnızca göze çarpan birkaç parlak kişility-

borçludurlar. H albuki hiçbir toplum da birey tek baf ın« bır»ı-y

yapam az A m a o parlak birey de olm azsa, toplum g- »tcrıyvU

bir kum taşı kütlesi gibi sıradanlaşır. D olayısıyla hem çim ento

hem de çakıllar tam b ir konglom era için gereklidir.


Çakılcaşları ve Konglomera 31

rinin ancak dünyanın en öndeki üniversitelerinde bulunabilmesine

karşılık, kendisi vasat bir üniversite bile olamamış. Bu

nasıl mümkündür?

Makedonya'ya otomobille giderken, yolda gözümün önünde

Ratip Berker'in o asil ve kıymetli başı, hep bu muammayı

düşündüm. Düşünürken, birden yolda gözüme bir konglomera

takıldı. İri çakıl tanelerinin doğal bir çimento ile tutturulmasıyla

oluşan bir kayaç. Ah! dedim birden: İTÜ'de konglomerayı

yapacak çakıl taneleri var da, aradaki çimentoyu oluşturacak

kum, siit, çakıl, su yok! Ender bulunan, zor olan var da, kolay

olan, sıradan olan yok! Ratip'i Mustafa'ya, Mustafa'yı Kâzım'a,

Kâzım'ı İhsan'a bağlayacak öğrenci yok, kütüphane yok, teknisyen

yok, insanları bilim düşünmekten alıkoyan fakirliği bertaraf

edecek ciddî bir maaş yok. Türkiye ha babam nadide çakıl

toplayıp bunları boş bir kovaya atıyor, sonra neden konglomera

oluşmuyor diye hayıflanıyor. Çakıllar tek başlarına bir araya

gelerek konglomera yapamazlar. Çok çok, çarpışarak birbirlerini

kırar, ufalar, kum ve kil ederler, ortada çakıl kalmaz. Konglomera

yapacaksak, çakılları destekleyecek ara çimentoyu oluşturmamız

şarttır.

Zaman zaman tüm devleti çöküntüden kurtaranlar arasında

yerini almış olan 225 yıllık ITÜ'ye, bu en eski üniversitesine,

Türk devleti bu sürede vasat bir üniversite olabilmesi için gereken

basit şartlan bile temin edememişse, Avrupalılar acaba bizi

aralarına neden istemezler diye daha uzun uzun sormamıza

gerek yoktur sanırım.


Şekil 3. Kanımca Atatürk'ün Türkiye'ye vermek istediği

yönü en iyi anlayan ve anladıklarını en içtenlikle tatbik

eden kişi, gelmiş geçmiş en başarılı ve en büyük Millî

Eğitim Bakanımız olduğunda hemen herkesin fikir birliği

ettiği Hasan-Âli Yücel'di. Bu resimde A tatürk'ü en iyi

anlayanla en iyi anlatanı yanyana görüyoruz. 1945 yılında

devrin M aarif Vekili Hasan-Âli Yücel Londra Halkevi'nde

o zam an Londra Büyükelçimiz olan Ruşen Eşref

Ünaydın'la (Yücel, H.-Â., 1958, Ingiltere Mektupları, İş

Bankası K ültür Cep Kitapları, 8, Ankara, 105. sayfadan

önceki fotoğraf levhasından alınmıştır.). Daha sonra, Yücel

bakanlıktan, Ünaydın da elçilikten ayrıldıktan sonra, ikisi

bir araya gelerek Atatürk'ün felsefî görüşlerini

anlam am ızda önemli rolleri olan Nutuk'tan önceki

kitaplannı yayımlayacaklardır.


III

Aklın Vekili13

Bundan 2500 yıl önce Anadolu'nun batı kıyılan bugünkünden

daha da girintili-çıkıntılıydı. Bugün artık olmayan girintilerden

birini güneyden çeviren bir burnun ucundaki ufak ama

hür şehirde yaşayan iki insan aklın ve duyuların -tüm eksiklik

ve yanıltıcıhklarına rağmen- kendimiz ve içinde yaşadığımız

evren hakkında bize en güvenilir bilgileri sağladığını keşfettiler.

Bu keşifleri önce doğa bilimlerini, hemen arkasından da doğa

bilimlerine dayanan insan uygarlığını doğurdu. Uygarlık giderek

büyüdü ve uygarlaşamamış olan kültürleri bir bir yuttu.

Ne Mısır'ın eskiliği, ne Hint'in zenginliği, ne de Çin'in inzivası

uygarlığı durdurabildi. Uygarlığa direnirim sananlar tarihin

sayfalarından bir bir döküldüler.

Osman'ın o muhteşem mirası uygarlıkla hep iç içeydi, ama

onu yüzyıllar boyunca yok saydı. Ona muhtaç olduğunu fark

ettiğinde artık iş işten geçmişti; tek dişli zannettiği canavarın

marifetli bir pehlivan olduğunu gördüğünde sırtı çoktan yerdeydi.

Osman'ın mirasçılarından sarı saçlı bir adam pehlivanın

oyunlarını o talihsiz güreş olurken gözlemişti: Osman'ın dev

mirası yerde bitkin yatarken o ufak tefek adam doğruldu, iri

pehlivanı yeni bir güreşe davet etti ve galip geldi. Pehlivanla el

sıkıştılar, sarı saçlı adam pehlivana oyunlarını nereden öğrendiğini

sordu. Pehlivan döndü, Osman'ın ülkesindeki yeşiJ bir sahil

ovasını işaret etti: "Bak!" dedi, sarı saçlı adama, "benim bildiklerimi

öğretenler bir zamanlar orada yaşıyorlardı. Ben onla-


34 Zümrütnâme

rın kitaplarını okudum. Senin ataların oraları hep fethettiydi.

Siz onları okumadınız mı?"

Sarı saçlı adam o kitapları Osman'ın mirasçılarının da okumaları

gerektiğini anladı. Ancak ömrü yeşil ovaya varmaya

yetmedi. Arkasından gelenlerden iri kaşlı güzel gözlü bir genç,

sarı saçlı liderin arayışını sürdürdü. Eskiden deniz olan yeşil

ovada yaşamış bilgelerin kitaplarını arattırdı, bulabildiklerini

Osman'ın mirasçılarının diline çevirttirdi. Onlara o kitapları

okuyabilecekleri okullar, üniversiteler, öğrendiklerini uygulayabilecekleri

enstitüler, konservatuarlar yaptırdı, bunları anlatıp

tartışabilecekleri kongreler düzenledi, öğrendiklerini ve bulduklarını

başkalarına yazabilecekleri dergiler, ansiklopediler

bastırdı. Böylece Osman'ın mirasçıları, sarı saçlı adamın hayal

ettiği gibi pehlivanlar olmaya başladılar.

Ancak yüzü batıdaki yeşil ovaya dönük heyecanla çalışan

iri kaşlı ve güzel gözlü adam, doğudan gelen tehlikeyi göremedi.

Sırtındaki hançerin sızısını hissettiği zaman iş işten çoktan

geçmişti. Cansız vücudu yüzükoyun sarı saçlı liderin mezarının

dibine düştü. Hançeri tutan pençe, onun atölyesini de dağıtmaya

yeltendi, bir kısmını yok etti. Ancak hepsini yok edemeden

sarı saçlı adamın pehlivanları yetiştiler, onu gırtlağından

yakaladılar, çirkin salyaları o kutsal mezarların üzerine

damlayamadan kenara fırlatıp attılar. Genç pehlivanlar niteliklerini

tam anlayamasalar bile, eserlerin kıymetini biliyorlardı.

Ancak en gençleri sarı saçlı liderin dışındaki mezarda kimin

yattığını bilmiyordu - kendisine öğretmemişlerdi.

O gece rüyasında, eskiden deniz olan zümrüt ovayı eski

haliyle gördü. Denizin kenarındaki küçük şehirden iki bilge

çıktı, onun elinden tuttular, içinde kimin olduğunu bilmediği

mezarın başına getirdiler. "Burada" dediler, "akim vekili yatıyor.

Senin neslinin uygar insanlardan oluşabilmesi için o bir

ömür tüketti. Sarı saçlı lideri en iyi anlayan oydu. Sen iyi bir

pehlivan olmak istiyorsan, onun yolunu ara, bul. Çünkü senin

ülkende ondan beri bizi artık kimse tanımıyor."


IV

Cahit'in Vasiyeti14

Cahit Arf ölmüş! Akşam eşim annesiyle telefonda konuşur-

■en birden dudaklarından bu kelimeler döküldü. Üstad epey

*>ır zamandır rahatsızdı. O velût, yaratıcı beyni adeta istirahat

etmek istiyormuşçasına giderek güçten düşen vücutla arasına

mesafe koymaya başlamıştı. Türk matematikçilerinin duayeni,

urk bilim dünyasının karanlık semasına ışık saçan o birkaç

muhteşem yıldızın en parlaklarından biri Cahit Arf, son yıllarında

sırlarına nüfuz etmek istediği tabiat ile başka bir güreşe

tutuşmuştu. Süresi belli olmasa bile bu dengesiz mücadelenin

sonu herkesçe malumdu. Fakat Cahit Arf m yalnızca varlığı bile

pek çok bilim tutkununa cesaret veriyordu. O yüzden onun

ölmüş olduğunu duymak beni birden yerime mıhladı, ebeveynini

kaybetmiş bir çocuk dehşetiyle kendimi birden pek yalnız

hissettim. Nasıl etmeyeyim ki? Dört aydan az bir zaman içinde

Türk bilim dünyası iki büyük istinat kolonunu, iki devini kaybetti:

Ratip Berker ve Cahit Arf. Her ikisinin de etkisi kendi

alanlarının çok dışına taşmış olan bu iki büyük insan, Türkiye

de bilimsel düşüncenin, bilimin hâkim kılınması için ömürlerini

tüketmişlerdir.

Cahit Arf m bilime bakışı tavizsizdi. Bilim, bilmek için, öğrenmek,

keşfetmek, icat etmek zevklerini tatmak için yapılırdı

ona göre. Zeki bakışlarını çevirdiği her köşede Cahit Hoca mutlaka

çözüm bekleyen bir problem bulur, bunu ancak çocuklarda

görülebilen bir heyecanla etrafındakilere anlatmaktan zevk

alırdı. Bilimsel faaliyetin etrafım sarmış olan tüm kurumlar, ku-


36 Zümriirnâme

rumların içinde dal budak veren bürokrasi, bu bürokrasiyi te1'

lara ayıran akademik hiyerarşi, onun gözünde en iyisinden ka<

lanılması belki gerekli olan çıbanlardı. İstanbul Üniversite'

i'nden istifa ederken rektörün, kendisine "Cahit, sem ordinaryüs

yaptık, daha ne istiyorsun?" şeklindeki sorusuna Işı»1 0

yüzden gidiyorum" cevabını verdiğini zevkle anlatırdı.

CaHıt Arf m bilimin önceliklıği konusunda en küçük bir

kuşkusu yoktu Kendisini en son gördüğümde de bizlere bu

konuda çok açık bir mesaj daha verdi. Bu mesaj to p lu m u m u Z '

da bilim dünyası dışında bulunanlar kadar ne yazık ki bilimcilerimi/m

de pek çoğu tarafından tekrar tekrar işitilmesi gerekli

bir cağndır. Bu nedenle bu haftaki yazımı yalnızca o çağrıya

ayırmayı uygun buldum.

Türkiye Bilimler Akademisinin (TÜBA) İstanbul grubunun

toplantılarından bırındeydi. ITÜ'nün Maçka'daki sosyal

tesislerinde toplanmıştık. Yemekten once toplanan akademisyenler

ar ısında heyecanlı bir tartışma başladı. Konu, sosyal bilimlerle

doea bilimleri arasında bilimsel üretimin kişisel bazda

Ş ckil4.c> rd l‘ro< Ur A ı! <1910, Selanik -1997, İstanbul). TÜ BİTA K /lifim t>r

ıcKiıık dorgısı c 31 (1998), no. ile v ıtılcn Cahit Ari Anıtına b.r-lıklı ek t cm.


Cahit’in Vasiyeti 37

karşılaştırılmasının nasıl yapılması gerektiği idi. Akademi'ye

uye seçerken hem konseyin hem de genel kurulun başına sil.

sık dert olan bu konu doğal olarak herkesin ilgisini çekiyordu.

Tartışmanın heyecanlı bir noktasında, daha once konuşmalara

hiç katılmamış olan Cahit Hoca' nın gür sesi birden bizleri kendimize

getirdi: "Yahu, burada biraz da bilim konuşalım!" Cahit

Hoca, bilim yapmak için kurulmuş Akademi'nın bilimsel problem

çözümünden çok kendi iç organizasyonu halkındaki konulara

vakit ayırmasına tahammül edememişti. Daha once dr

enzer davranışları nedeniyle onun "realist olmamat la", "ço

cuk gibi davranmakla", "ayakları yere basmamakla" suçlandığını

duymuştum. Ancak Türk bilimi eğer bir gün gerçektc'iı

■unya çapında saygınlığa ulaşacaksa, bilimcilik oyunu olmak

tan 8erçekten bilim olacaksa, Cahit Arf gibi realist olmayan,

Çocuk gibi davranan, ayaklan yere basmayan, bilim için

as as bağıran tutkunlara ihtiyacı olacaktır.

En r^a'1U k'raz da bilim konuşalım!" Konuşacağız aziz Cahit!

cuk Wln^ an kazı^arımız konuşacağız! Konuştukça da senin o ço

Rün ^arteımızru^unuŞad edeceğiz. Belki, kim bilir, belki bir

İece *T ^ 1I7!I ve ilimcileri sana olan şükran borçlarını boy-

ruIT)0, ey0bİ,eceklerdir! Sana rahat uyuyabilirsin demek istiyo-

/ ama, bilmem ki, seni inandırabilir miyim?


V

Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi?'*

Bugün birisine "Büyük Coğrafî Keşifler" hangileridir diye

sorarsanız pek değişik cevaplar alabilirsiniz. İyi ve Avrupa

tarzı klasik bir eğitim görmüş bir insan bunları 15. yüzyıl sonu

ile 16. yüzyılda yapılan ve Afrika, Amerika ve Uzak Doğu'yu

AvrupalIlara tanıtan keşifler diye betimleyebilir. Profesyonel

bir coğrafyacı size büyük coğrafî keşiflerin halk arasında

yukarıda anlatılan şekilde bilinen keşifler olduğunu,

ancak bunlara eski çağda yapılmış olanlarla, daha sonra 18.

yüzyıla kadar yapılanların da eklenmesi gerektiğini söyler-

Eğer Amerikan eğitimi görmüş sol politika sempatizanı birisine

çatarsanız o da size coğrafî keşif kavramının zırva olduğunu,

sözde keşfedilen Afrika, Uzak Doğu ve Amerika gibi ycr"

lerin de keşfedildikleri" tarihlerde meskûn olduklarını ve bu

"keşif" masalının sömürgeci ekonomik düzenin bir u y d u r m a ­

sı olduğunu söyleyebilir. Ben bu yazımda büyük coğrafî keşifleri

profesyonel bir coğrafyacının anladığı şekilde ele alacağım.

Büyük coğrafî keşiflerin ne zaman başladığını bilmek doğal

olarak mümkün değildir. Alman tarihçisi Richard Hennig

Bilinmeyen Yerler adlı büyük eserinde ilk belgelenmiş c o ğ ra fî

keşif gezisi olarak Mısır Kraliçesi Haçepsut'un M.Ö. 1493/2

yıllarında efsanevi Punt ülkesine (bugünkü Somali) yaptığ1

geziyi anlatır. İlkçağ da coğrafî keşiflerde kuşkusuz Akdeniz


Büyük Coğrafî Keşifler B itti m i? 39

halkları en ön saftaydılar. Ortaçağ'da coğrafyanın liderliğini

Arapiar ve onlarla birlikte M üslüman kültür to p lu lu ğuna katılan

halklar üstlenmişler, bu şekilde Sibirya sınırına kadar

Asya, Afrika'nın kıyı bölgelerinin tamamı, H int O kyanusu'-

nun tamamı büyük bir hassasiyetle haritalanabilmiştir. Bu b ilgilerin

Bizans, Sicilya ve İspanya kanalıyla 11. yüzyıldan itibaren

tedricen batı Avrupa'ya geçmesi yaklaşık dört y ü z yıllık

bir "kuluçka" döneminden sonra, Ceneviz ve Venedik gibi

Italyan cumhuriyetlerinin Doğu ile yapılan baharat alışverişi

tekelleri sayesinde hızla zenginleşmelerinin yarattığı bir refah

dönemiyle birleşince burada bir coğrafî bilgi patlamasına yol

açmıştır. Bunlara ilâveten, hüm anizm in dirilttiği eski Yunan

bilgilen, fakat daha da önemlisi eski Yunan araştırıcı ruhu,

1ilgili bazı İtalyan denizcilerin, denizaşırı ülkelerde ze n g in lik

arayan İspanya ve Portekiz gibi ülkelerin hizm etine girerek

bilinmeyenlere uzanmalarına neden olmuştur. B unların en

Meşhuru kuşkusuz insanlığa belgelenmiş ilk okyanus aşırı ke-

Şif gezisini hediye eden denizci/bilim ci Kristof K o lo m b 'd u r.

Kolomb, zamanının tüm coğrafya bilgilerini gözden geçirerek

sürekli batıya gidildiği takdirde kısa bir zam anda A sy a'n ın

r^°gu kıyılarına varılabileceği tezim geliştirmişti. Bu varsayımını

sınamak için İspanya kralı ve kraliçesi kendisine pek k ı­

sıtlı bir imkân verdiler. Kum kapı'da eskiden çalışan k u m takalarından

daha küçük üç gemicıkle Atlas O kyanusu n u ge-

Çen bu bilgili ve kahraman adam insanlığa o zam ana kadar

hiçbir zaman hissedemediği bir kendine güven hissi verdi:

Yalnızca bilime güvenerek kendini bilinm eyenin içine atan

Kolomb, varsayımının yanlış olduğunu öğrenem eden ö ld ü ,

ama yeni bir dünya keşfederek büyük bir zafer kazanm ıştı ve

peşinden sayısız kâşifi ve bilimciyi sürükledi. O n u n izin d e n

gidenler yeni yöntemler de geliştirerek üç yüzyıl gibi kısa bir

zamanda kutuplar hariç dünyanın tü m denizlerini haritaladılar,

tüm kıtalarını birbirlerine bağladılar, kendi ülkelerini z e n ­

ginliklere boğdular ve sık sık iddia edilenin tersine, gittikleri

yerlerdeki halklara da uygarlık götürerek tü m insanlığın b ile i

ve refalı düzeyini yükselttiler.

o


40 Zümrücnfıme

Büyük coğrafî keşiflerin günümüzde sona erdiği, dünyada

keşfedilecek yer kalmadığı bugün yaygın bir kanıdır. Ancak

büyük coğrafî keşiflerin günümüzdeki en önemli hedefi

Güneş Sistemi içindeki gezegenlerdir. İnsanlık bu yeni cephede

kendi geleceğini aramakta, Güneş Sistemi'nin iskânını düşlemektedir.

Bu müstakbel sömürgelerde dünyayı zenginleştirecek

kaynakların olduğu kesindir. Bugün bilimin insanlığı felakete

sürüklediğini iddia eden bilgisiz ve düşüncesiz kişiler,

coğrafî keşiflerin uzandığı bu yeni âlemin insanlığın müstakbel

yuvası olacağının farkında değildirler. Kristof Kolomb'un

12 Ekim 1492 sabahı (.uanalıanı adasına çıkışı nasıl insanlığa

yepyeni bir gelişme basamağı sunduysa, Neil A r m s t r o n g 'u n

'I 'emmuz 1969 günü Aydaki Sükûnetler Denizi'ne ayak

basması da benzer bir gelişme sıçramasının müjdecisiydi. Bir-

Şcl.ıl i A 12 Ekim 1-192. Kristof Kulomb ymundakileıle birlikte yerlilerin Cu.ıııalıani ndııu

verdıl 'on ad<ıy<ı ayak basarak yalnızca yeni bir kara parçası keşfetmiş olmakla kalmıyor, son

buzul çagmın sona ermesinden ı* y hemen 10.000 yıldır birbiri eriyle hiç teması olm am ış

iki ınsaıı topluluğunu «i ı 1 "■■■un ■ l'i Kültürel farklılıklar ve çevre koşullarının

yaşam üzerine y«ıpiigi etki 1onu I bilgisizlik bu ilk temasın çok acı bazı sonuçlar

« ıırm.v.nı.ı neden tltıı.ıl l.« beraber, uygarlık buyiik coğrafî keşifler sayesinde tum insanlığın

m.ılı «ılı m i-*,

her köşesine uzanabılmiştir.


Büyük Coğrafî Keşifler Bitti mi? 41

Şekil 5. B. 21 Temmuz 1969.

Amerika Birleşik Devletleri bayrağı

yanında Apollo 11 astronotu, Bu an

astronotun yaptığı, kendisinden 477

yıl önce Kolom b'un yaptığından hiç

farklı değildir. Her ikisi de uygar

dünya için o ana kadar bilinmeyen

bir diyara, uygar dünyada yaşayanların

çabalarının ortak sonucu

olarak -ellerinde kim in bayrağı

olursa olsun- gene uygar dünya

adına ilk adımları atmışlardır. Ay'a

ilk ayak basan Neil Armstrong da,

kendisiyle Ay'a inişten sonra

konuşan devrin AB D Başkanı

Richard Nixon da bu ilk Dünya-Ay

konuşmasında bunun böyle

olduğunun altını çizmişlerdir. Nasıl

ki Kolom b'un zaferinde Yunan,

Roma ve Arap coğrafyacılarının,

Venedikli Marco Polo'nun,

Floransalı Toscanelli'nin,

CompiĞgneli Pierre d 'A illy 'nin payı

varsa, Armstrong'unki de Ingiliz

Nevvton, Am erikalı Goddard,

Alm an Oberth ve von Braun ve

daha niceleri tarafından

paylaşılıyordu. Bugün insan

uygarlığı büyük bir heyecan ve

şevkle uzayın sonsuz derinliklerine

uzanmakta, bügisini ve o bilgiye

dayanan güvenini geliştirmeye

çalışmaktadır (bkz. Şekil 6).


^ Zümrütnâme

birinden neredeyse 500 yıl uzak bu her iki olayda da, ne acıdır

ki, çocuklarına ne o zaman ne de şimdi doğru dürüst bir coğrafya

eğitimi ve anlayışı verebilen Türkiye'nin katkısı veya

herhangi bir şekilde katılımı yoktu!

.uDnıtf.» »U* 1°°°

AOOMEHHDPBOOBAM

ŞeUil f NASA Danışma

K o n s e y i t a r a f ın d a n 1986

y ılın d a y a y ım la r m ı ş b ir

ra p o r: 2oon Yılı ve öteni

İçii»ı Gezegen Keşifleri

R a p o r , çekirdek p r o g r a m

vg ö z e li ile g e n iş le tilm iş

b ir p r o g r a m d a n o lu ş m a k

ta d ır B u r a p o r d a te k lif

edilenlerin bir kısmı

g e rç e k le ş m iş , b ir k ıs m ı da

g e rç e k le ş m e k ü z e r e d ir


VI

Üstünlük Merkezleri ve Araştırma Grupları16

I urkiye boyutlarında ve nüfusunda bir ülke eğer uzun bir

bilim geleneği geçmişine sahip değilse, bilimde üstün başarıya

ulaşması son derece zordur. Bilimde üstün başarı her şeyden önce

üstün nitelikli bir altyapı ister: Zengin koleksiyonlara sahip ve

dünya ile bağlantıları güçlü kütüphaneler, günün ihtiyaçlarına

uygun araştırma mekânları, araç ve gereç, bunları gelişen gereksinimlere

göre hızla yenileyebilecek bürokratik yapı ve bütçeler,

dünya ile kolay entegre olmayı sağlayacak seyahat, telefon,

elektronik posta, elektronik konferans imkânları, bilimcileri ve

kütüphaneleri besleyecek uzman kitapçılar, bilimsel âlet edevat

satanlar ve bunların işlerini kolaylaştıracak gümrük mevzuatı ve

nihayet fikirlerin kolayca doğup pişeceği bir ortamın oluşabilmesi

için yeter sayıda birbiri ile sürekli temasta ve iyi beslenen bir

bilimciler nüfusu. Türkiye'nin bunu 70 küsur üniversitesinin ve

diğer bazı resmî ve özel araştırma kurumunun hepsinde derhal

gerçekleştirmesini beklemek hayalin de ötesinde, düpedüz akılsızlıktır.

Bunun görünen bir istikbâlde olabileceğini söyleyen ya

ahmak ya yalancıdır. Bunu dünyanın en zengin devleti ABD bile

gerçekleştirememektedir. O halde Türkiye ne yapmalıdır?

Bilimsel araştırma ve bunun yönetimi işinden bir nebze anlayan

pek çok bilgili ve akıllı kişinin bugüne kadar defaatla

yazdığı ve söylediği gibi, Türkiye, olan azıcık bilimsel gücünü

mümkün olduğu kadar az yere teksif etmelidir. Bu yerler, olabildiğince,

pek çok altyapı sorununu zaten halletmiş, diğer so-


4 4 Z ü m r ü tn â m e

ru n la rı d a m in im u m a in d ir m iş yerler o lm alıd ır. Kısacası, Anglosakson

â le m in d e centres o f excellenct (ü s tü n lü k merkezleri) diye

b ilin e n , ancak A lm a n la r ın çok d a h a önce Einstein'ı da kadro

su n d a b a rın d ırm ış o la n K aiser VVilhelm Enstitüleri ile modelin

i ortaya k o y d u k la rı yerler gerekm ektedir Türkiye'ye. Buraların

nerelerde o labile ceğin i bir başka y a zım a bırakacağım . Burad

a ü s tü n lü k m e rk e zle rin in bir deza v a n tajın a d ik k at çekerek bu

d e za v a n tajın nasıl bertaraf e dilebile ceğin i a n latm a k istiyorum.

Ü s tü n lü k m erkezleri (üniversiteler, enstitüler, araştırma

m erkezleri veya b irim le ri) araştırm a g ru p la rın d a n oluşurlar.

A raştırm a g ru p la rı bir k o n u n u n d e ğ il, bir p ro b le m in etrafında

o p ro b le m i çözm e k için çalışan b ilim c ile rd e n oluşur. Bu kişiler

genellikle çok d e ğ işik a la n la rd a u z m a n la ş m ış , çok değişik karakterde

bireylerdir. Y aygın o larak en kaliteli araştırm a grupları,

üyeleri b irb irin d e n en farklı kişilerden oluşanlardır. A n c a k

b u çeşitliliğin bir so nucu, araştırm a g ru p la rın ın kısa ö m ü rlü olm

asıdır. G enellikle ü s tü n d e çalışılan p ro b le m çözü lü n ce, hatta

b u n d a n bile önce, iş belli bir safhaya g eldi m i g ru p dağılır, en

azın d a n bazı üyeler g ru p ta n ayrılırlar.

Ü stünlük m erkezi eğer katı b ir iç yapıya sahipse, erupların

u akıcılığına izin veremez ve zam anla iç sürtüşm eler, gereksiz

mücadeleler, çekişmeler başlar ve çok kısa bir zam anda merkez

?a ışarnaz hale gelir. T ürk üniversitelerinin güncel p ro b le m le rin ­

i n n dur. Araştırm a g ruplarının öm ü rle rin in ortalam a biran

en ' on-onbeş yıl olabileceği hesaplanarak kurulan

ım k S. y;?,P n i nU V k ° nuc*an Ç°k problem e d ö n ü k çalışmaya

nin İci„iU»en If

kahcl idarî bölüm lerden çok bilirncib

C t t îS S îî

T “nbir ştma' knk>mk>~ bölünmu*

a n s tın n .l~ m , 1/:ln vermeyecek bir torba bütçe,

veren (nnXw f T iy‘ * rte9t,rm eyen, profesyonel idarecilere yer

eren (ancak fazla otorite tanım ayan) ve idari k adro nun her

adım da danışm ak zorunda olacağı bilim ciler arasındaki rütbelenmeyı

yalnızca ve yalnızca b ilim d e faziletin t a y in ettiği bir h iy e r a r ­

şi, sanırım Türkiye'deki bilim sel bir üstü n lük m erkezi için en ideal

şartları oluşturm anın başlangıç koşulları olarak alınabilir B u

merkezin tü m çalışanlarının şim diki devlet m em uru k a n u n u n u n

dışında tutulm ası, merkezin başarısı için vazgeçilm ez bir şarttır


VII

Neırtorı, Goethe ve Sosyal Bilimler17

1 -edenlerde bir toplantı için Zürih'teyken, toplantı aralıklarında

mutadım olduğu üzere sahhaf dükkânlarını dolaştım. Bu

dükk-'mların birinde meşhur fizikçi VVerner Heisenberg'in

Wandl imgen m den Grundlagen der Natunvissenschaft (Doğa Biliminin

Temellerindeki Değişimler) adlı eserinin 8. baskısını buldum

lîır haftalık bir seyahatte kolayca okunabilecek boyutta

ol ,n 1u eseri satın aldım ve İstanbul'a gelmeden okudum.

1 n*l ■üzerimde büyük bir etki yaptı. Heisenberg bu kitaba

aldığı birçok makalesinde doğa bilimlerinin giderek soyutlaşan

'»'■-İliğine dikkat çekiyor, "Doğayı daha iyi anlamak için çabaladıkça

onun somut yanlarından da hızla kopmak zorunda ka-

!■>■uz diyordu. Genelin anlaşılması, özel bilgiden feragat etmekle

mümkün olabiliyordu Heisenberg'e göre. Özel bilgi ise

el tek toplandığı sürece kendi başına genel bir bilgiye götürmüyordu

insanı.

Heisenberg bu ikiliğe örnek olarak Goethe'nin Nevvton'un

optik teorisine karşı geliştirdiği renk teorisini veriyordu. Bilindiği

gibi Nevvton beyaz ışığın değişik dalgaboylarına sahip yedi

renkten oluştuğunu iddia etmişti. Goethe'ye göre ise bu, doğaya

bir aletle (cam prizma) müdahale sonucu elde edilen sunî

bir sonuçtu. Goethe beyaz ışığın insanın algıladığı şekilde incelenmesi

ve temel olay (Urphanomen) kabul edilmesi gerektiği

fikrindeydi. Goethe ışığı "anlamak" iddiasındaydı, Nevvton ise

ışığın tüm özelliklerinin önceden kestirilebilecek olaylara bölii-


4 6 Z ü m rü tn âm e

Ş e k il 7. Sir Isaac N e w to n (1642-1727).

C h a rle s Je rv as'ın tu v a l ü ze rin e

y a ğ lıb o y a tablosu. 1717 y ılın d a Sir

Isaac ta ra fın d a n 1703'ten beri

b a ş k a n lığ ın ı y a p m a k ta o ld u ğ u R o y al

S o ciety 'ye h e d iy e e d ilm iştir.

n e r e k

in s a n la r c a k u l l a n ı l a b i l i r b ir n e s n e o lm a s ın ı s a ğ la '

m ış t r B u G o e t h e 'y e g ö r e , d ü r ü s t b ir y a k l a ş ı m d e ğ ild i . Iş ık , ışık

o la r a k a n l a ş ı l m a l ıy d ı.

KI . ^ e^ e n ^ er8' k ita b ın d a k i bir m a k ale sin d e , "İn s a n Goethe'ye

,•..

,L|,Ki için değil, itirazını sonuna kadar götürtand-in

k >n^ " G o e th e , N e w t o n 'u n t ü m t e o r ile r in in ş e y '

t a n d a n t ü r e d iğ in i s ö y le m e liy d i" d iy o r .

Dilthev'ın ° ~ X n H 'e ; ^ antik tanhçilerm, özellikle Wilhelm

ran,, a k h m , K-l,„ r!, bU'a" V" s“ h‘ " (anlamak) k e ­

çiler bir olay, "olduüu*»bl~ von.Rankf den beri sosyal tanhsarabilmek

^çin tariht.- rol I Z “e^ .a s ,n d ,d ,rU r Bunu barektiğıni

iHH,n w l,.rı. , a , yan klŞIler'n 'anlaşılması" gem

ılfb n " r, l- j u aynen Goethe gibi bu "anlaşıl"

maktan neyin kastedildiğini, bizlerden önce meydana eelmiş

olan ve izlerim ancak bölük pörçük bulabildiğim iz o la y la rd a

rol almış kişileri, onların somut izlerini belirli bir soyut m o d e l

çerçevesinde incelemeden nasıl anlayabileceğimizi bir türlü

söylemezler. Tarihçilik adeta sihirli bir iş olup çıkar.

I3u durum un yarattığı çaresizliktir ki, kanaatimce, tarihte


Newton, Goethe ve Sosyal Bilimler 47

Şekil 8. Johann VVolfgang von

Goethe (1749-1832). George Dawe

tarafından 1819'da yapılan bu

yağlıboya tablo VVeimer'daki Goethe

Ulusal Müzesi'ndedir.

-el üretmeyi tasvip edilmeyen bir iş haline getirerek mikro-

^ 1 m°dasıyla tarih bilimini bir veri tufanına boğdurmak üze-

--lr-I lalbuki sosyal bilimleri yalnızca deney imkânının kısıtlı

n,ası doğa bilimlerinden ayırır. Bunun dışında, herhangi bir

lr>celemede doğa bilimlerinin akılcı yolunu terk etmek, insanın

1 aşılmasına doğanın diğer öğelerinin anlaşılmasına gidenden

alla başka bir yol olduğunu sanmak, sosyal bilimleri Goetle

nın renk teorisinin uğradığı hezimete mahkûm eder.

Tek tek özellerin birikmesi bilim değil, bilgi yığını oluşturur.

Bilgi yığınından bilim in kendiliğinden çıktığı ise görülm e­

miştir.


V III

Hasan-Âli Yücel Yılı BitmesinZ18

U N E S C O 1997 yılını büyük Türk aydını ve eğitimcisi Hasan-Âli

Y ücel'i anm a yılı olarak ilan etmişti. Geçen yıl hepimiz

T ürk aydınlan m asının Atatürk'ten sonraki bu en büyük mimarın

ı bir defa daha andık ve gördük ki, bugünkü karanlık semam

ız d a n Ata nınkinden sonra sızan en güçlü ve ferahlatıcı ışıl*

o n u n k id ir. Aşağıya bu ışığın birkaç ışınını aldım: Ümit ederim

ki I lasan-Âli Yücel yılı bitmesin, onu bir daha unutmayalım,

o n u n b ü y ü k Atatürk'ünkilere paralel uzanan ve bizleri uygar

insanlığa davet eden ışık huzmelerini artık milletçe izlemeye

başlayalım :

C um huriyet, lâiklik ilkesiyle milletimizin ana meselelerini

ta* ıat üstü görüşten alıp tabiat içi anlayışa getirerek cem iyet

h ayatım ızda kesin, verimli bir değişme yaptı... Bugün artık ne

1 1 iy ° rsak' m usPet bilgiden ne istiyorsak, deneyli teknikten çiğniyoruz.

Bilim in ve tekniğin sustuğu yerden sonradır ki, fixi~

g m ötesine aşıyoruz. Ancak bu alan, tek insanla, tek tanrının

Jir eştiği yerdir. Tek için, kendi varlığında her türlü inanış ve

anlayış, bu birleşmede tam serbesttir."

"H ususî itikatlar bir vicdan meselesi olduğuna göre hayatın

yaratıcılığı içinde serbest ve tabiî bir tarzda olgunlaşan ferd

in vicdanını muayyen bir dinî inanç şekline uydurmak devletin

işi değildir."

"H er ilerleme, hiç kimse tereddüt etmemelidir ki, pozitif

b ilim in ışıkları altında olmaktadır. Tarih içinde, Avrupa Röne-


H asan-Âli Y ücel Y ılı B itm e sin ! 4 9

sansı'ndan sonraki asırlarda ilerleyen m illetlere ayak u y d u rm a ­

da zaman kaybetmiş bir m illet olarak biz, aradaki açığı k a p atmaya

mecburuz."

"Medeni bir kütle olarak geçmiş yakın devirlerim izde gördüğüm

üz en fena alışkanlık yalnız zekâya güvenm ek, y alnız

sağduyularla yeterlenmek ve denem e esasını kabule y anaşm a­

yan vehimlerle m illet hayatında gölge oyunları oynatm aktır.

Pozitif bilim , g ü n lü k hayata girm edikçe, cem iyetin işleri, o işleri

bilenlerin toplu fikirlerine dayanm adıkça, hayat, fakir realiteler

halinde kalm aya m ahk ûm d ur. O n u n için, insan zekâsına en

geniş uçma ve yükselm e im kânını veren p o zitif b ilim , m em leketimizin

hayat desteklerinden biri olacaktır."

"Hakikat, ideal sayılm aya değer en n u rlu bir amaçtır. Saadetinizi,

ona yaklaşm akta b u lu n u z, genç arkadaşlarım ."

"C um huriyet devrinde orta tahsil m üesseselerim izin hedef

Ş < ? k i l 9 H asan-Â li Y ü c e l (Ön p la n d a en s a ğ d a , b n d e rr b ıy ık lı) H ü s e y in R a h m i G ü r p ın a r 'ın k o lu ­

na g irm iş, O d a P e y am i S a fa 'n ııı e lin d e n tu tm u ş , 6 Şub«ıt 1943'te, ilk im z a s ın ı e n a z e lli y ıl once

Iıirfe b a s ın ın a v e rm iş u la n y a z a r la r için M illî E ğ itim B a k a n lığ ı'n e n d ü z e n le n e n " M u h a r r ir le r

Jü b ile s i"n e g iderlerken. O g iin b a k a n o la n H asan - Â li Y ü c e l, to p la n tıy a g e le n p e k ço k y aşlı

y azarı b iz z a t k arşıla m ış, o n la ra iltifa t etm işti


50 Ziimrütnâme

bildiği ana prensiplerden biri de müspet ilimdir. Hâdiseleri old

u ğ u gibi görmek, onlara hiçbir mistik ve metafizik mülâhaza

karıştırmaksızın kanunlara yükselmek, öğretimde esaslı gayelerimizden

biridir. Bununla gençler, tecrübe ve müşahadeye

alıştırılıyor ve boylere dünyevi bir terbiye ve telâkki ile kâinata

bakabilmek melekesini kazanmış oluyorlar. Denemeden inanmak,

indî mütealarla hayat ve dünyayı görmek sakim usulünden

kurtuluyorlar Böylece yarınki Cumhuriyet eliti, hem vatansever,

hem insaniyet dostu, hem ilim sahibi olmuş bir şekilde

yetişecektir. Yeni programlar ve onun esas hedefleri hulâsa

olarak ^unlardır."

"Y üzü geriye dönük olanlar elbette rahatsızlık duyacaklardır

Hayvanına ters binmiş bir yolcu gibi bunların başı döner,

genden uzaklaştıkça eşyayı küçülmeye başlar görürler; sıkıntıdadırlar,

ıstıraptadırlar ve bazen bunda samimidirler de ... Yüzü

istikbale dönükler, uzakta küçücük gördükleri ideallerim

ona yaklaşmak için sarf ettik’eri emekle her zaman büyümekte

görürler; onu, daima daha aydın, daha canlı bulurlar. Onun

için iyimserdirler, bahtiyardırlar, hayatları daima verimli olur.

Yürürler ve beraberlerinde başkalarını da yürütürler. Yeni inanlar,

kendi yarattıkları tanrıların insanlarıdırlar. Bu türlü ideallerin

doğduğunu duyanlaradır ki, kahraman diyoruz. Onlar

yeni hayata acıkmış yoldaşlarına göğüslerini yarıp kendi elleriyle

ılık kanlan dolu yüreklerini yiyecek diye verebilenlerdir.

Fedakâr olmadıkça, özgeci olmadıkça bu sırra ermeye, bu mertebeye

yücelmeye yol yoktur "


IX

Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi19

Bilimle dinin işbirliği, hiçbir yer ve dönemde 17. yüzyılda

Çin'de Cizvit tarikatının misyonlarında olduğu kadar içten ve verimli

olmamıştır. Güney Çin'de Guangdong eyaletinin o zamanki

başkenti Zhaoqing'de 1582 yılında ilk defa küçük bir kilise ile işe

başlayan Peder Matteo Ricci (1552-1610) uzun, yorucu ve tehlikeli

uğraşlar sonucu 1601 yılında nihayet Ming Hanedanı'nın 14. imparatoru

olan VVanli imparatoruna (1563-1620) hediyeler sunarak

Pekin'de Cizvit misyonuna kalıcı bir konak sağlayabildi. Daha

Zhaoqing'deyken Ricci, kültürlerinin eskiliği ve ihtişamıyla mağrur

olan Çinlileri Batı uygarlığının bilimiyle etkilemeyi kafasına

koymuştu. Orada kendilerine türlü güçlükler çıkaran mandarine

meşhur kartograf Abraham Ortelius'un (1527-1598) dünya haritasını

gösterdi. Böyle bir haritayı hayatında ilk defa gören Çinli memur,

Ricci'ye niçin Merkezi Ülke'nin (Çin'in Çince adı: Zhonghua)

dünyanın ortasında olmadığını sordu. Ricci haritanın bir küre yüzeyinin

düzlem üzerindeki projeksiyonu olduğunu anlattı. Çinli

bu haritadan bir tane kendisine Çin karakterleri ile yapmasını istedi.

Ricci mandarinin ricasını yerine getirdi, ama bu sefer orta

meridiyeni Çin'den seçerek Çin'i haritanın ortasına yerleştirdi.

İmparatora giden hediyeler arasında dinsel eşya yanında

Ortelius'un Theatrum Orbis Terrarunı adlı atlası, muhtelif saatler,

iki cam prizma, sekiz ayna ve çeşitli boyutlarda şişeler de vardı.

Hediyeler, hele Çin'de daha önce görülmemiş saatler ve atlas

imparatoru pek memnun etmişti. Ricci Pekin'de kendisine


5 2 Züm rütnâm e

verilen m e k â n d a derhal faaliyete başladı: din propagandası ve

b ilim e ğ itim i kol kola g id iy o rd u . Ricci'nin Ç in'de yazdığı 19 kitab

ın d o k u z u m ate m atik , coğrafya ve astronom i üzerineydi.

R icci'den sonra Pekin'e gelen Peder Johann Adam Schall

v o n Bell (1592-166fS) hatırı sayılır bir astronom ve m atem atikçiy

d i. Ç in li yöneticilere Ç in 'd e k i Budist ve M üslüm an astron

o m la rın y ön te m le rin in batalı o ld u ğ u n u ispat ederek büyük

otorite k a zan d ı, Ç in 'in Astronomi Bitrosu'nun (chin tien chien)

ü y e liğ in e kabul e d ild i, hanedan değişikliğine rağmen mandarın

rütbesine k adar yükseldi, bir yabancının hayal dahi edemeyeceği

b ü y ü k nişan ve rütbelerle donatıldı. Schall'in halefi Belçikalı

Peder F erdinand Verbiest (1623-1688) im paratorun otoritesini

tem sil eden ta k v im in yanlış hesaplandığına işaret etti ve

ta k v im in to p latılm asını sağlayarak Ç in 'd e o güne kadar görülm

e m iş b ir otorite kazan dı. Q in g hanedanından aydın Kang Xi

im p a ra to r u n u n (1654-1722) desteği ile ilk defa modern yöntemlerle

Ç in in jeodezisi y ap ıld ı, m eşhur C izvit Atlası y a y ı m l a n d ı

(1 737) y

M ItJ. <,.11 ılı<kı (.t/.vıl d e n e y in in b .ıyııuıınırl.trı; w>lıi.ın ■, - Pcclcr M .ıiivo R ic ıı (6 Ekim

12. M .K i n l . ı ll.tly.t H W->yı 1610,1*^1 m «di l.ı M a lou). Pcd rr Johann A danı

S c h a ll v o ıı B ell (1 M a yıs 1592, K ü ln , A lm a n İm p arato rlu ğu 15 A ğu sto s 1666. P o k ın .Ç in ; Ç ince

ad ı T 'a n g Jo -W ang), P eder Ferd in a n d Verbiest (9 Ekim 1623, Pitthem , İspanyol H ollandası.

ş im d i B e lçika 23 O c a k 1688, Pekin , Ç in ; Ç in c e adı N a n Huai-Jen). Peder J B. D\ı H .ılde»n

i 7 36'clii y a y ım la n a n Ut eri}flimi Gcugraphujııe, HistarUjuc, ChronoIogiqttc, Pulitûjuc. et I,/ıy.n|Hı‘ ıfc

J fcnifiirc tie İn Clıine ct ılc İn Ttirfnrie Chiııaise a d lı dört ciltlik b ü y ü k eserinin 3 cildinden (Çin ce

ç c v ir iy a z ı VVade-Giles sistem in e fcöre).


Bilim ve Din: Çin'de Cizvit Deneyi 53

Bütün bu bilimsel faaliyet yanında Hıristiyanlık propagandası

da yavaş fakat emin adımlarla ilerliyordu. Bizznt imparator

ailesinden dine kazanılanlar vardı. Ancak tam Cizvitler

Çin'de zafere ulaşacakken, birden yıllardır gizli gizli Papalık ile

sürdürülen savaş su üstüne çıktı: Dominikan ve Fransikan misyonerleri,

Cizvitleri Çinlilerin putperest âdetlerine göz yummak,

hatta bunları Hıristiyan tapınımıyia karıştırmaya izin vermek

suçuyla, yani küfre hoşgörü ile itham ediyorlardı Cizvit

misyonerleri ise, Çinlilerin kendi atalarına ve Konfüçyüs'e duy-

Şekil 11. Kang Xi im paratoru (1645 1722). Bu resim Peder D u H alde'ın Şekil 10 da bahsedilen

eserirıin T. çildir d endir

dukları saygının bir tapınma değil, bir anmadan ibaret olduğunu

savunuyorlardı. Aslında Cizvitler de yaptıklarının tam doğru

olmadığını biliyorlardı. Bu yüzden dinden çok bilim yoluyla

gönülleri fethe yeltenmişlerdi. Ümitleri Hıristiyanlığın, bilimin

peşinden kendini hissettirmeden Çin'e sızmasıydı. Ama Papalık,

dine akıldan sonra yer veren bu yöntemi tasdik edemezdi.

Cizvitler birkaç defa sertçe uyarıldılar. Ama iki yüzyıldır ektikleri

hasadı almadan toprağı çevirmeye Cizvitlerin gönülleri el

vermedi. Sonuçta, Cizvit Cemiyeti 1773'te kapatıldı ve yasaklandı.

Çin'deki büyük başarı vaat eden misyon parça parça oldu

ve Hıristiyanlık Çin'e bir daha giremedi. Cizvitlerin, her gördüğünü

sorgulayan, her doğruyu edinen ve her adımda yeni görüş

üreten bilimle, kendi dışındaki doğrulara ve yanlışlara bak-


54 Zümriirnâme

madan önceden saptanmış belirJi kalıplar içinde kalmak zorunda

olan dini harmanlayarak din ve kültür propagandasında ve

eğitiminde kullanma deneyleri, tüm bilimsel ihtişamına rağmen,

geçmişteki pek çok benzen gibi, hem savunulan din, hem

bilim, hem de uluslararası ilişkiler açısından feci bir trajediyle

noktalandı.


X

Tiyatro'nurı Hegel'i20

Bu başlık benim değil. Edebiyat uzmanı olmadığım için,

20. yüzyılın en çok tartışılan, kendisi hakkındaki görüşlerin ona

adeta tapanlarla ondan nefret edenler arasında kutuplaştığı Alman

şairi ve tiyatro yazarı Eugen Berthold Friedrich Brecht'in

(Bertolt veya Bert Brecht) doğumunun 100. yılı nedeniyle yazacağım

eleştirel bir yazının başlığını kendim atmaya cesaret edemedim

Buna karşılık bir Brecht uzmanının, T. Hürlimann'ın,

kendi amacıma en uygun bulduğum bir başlığını aldım21. Hegel

ve Brecht! Bu iki ismi bir köşede tartışıp karşılaştırmak ne

mümkün? Onun için derhal sadede gelmeliyim.

Bilindiği gibi Brecht, bilhassa Kari Korsch'un yanındaki

etütlerinden sonra tiyatroda politik bir tutuma yönelmiş, "bilimsel

çağın tiyatrosu"nun temsilcisi olarak giderek artan dozda,

ilk şekli daha 1918'de kaleme alınan Baal'de bile karşımıza

Çıkan "soğuk", bir yoruma göre "nesnel" eserler vermiş bir

edebiyatçı, bir toplum eleştirmeni olarak görülmüştür. Şiirlerinde

dahi lirizmi adeta yeniden tanımlamış, kahramanlara ve öznel

öğelere değil, nesnel düşüncelerle toplumsal, gerçekçi mesajlara

yer vermiş bir şair olarak betimlenegelmiştir. Ancak son

yıllarda giderek artan Brecht eleştirisi, felsefede Hegel'inkine

benzer bir çizgi boyunca, onun ne sanıldığı kadar nesnel, ne de

iddia edildiği gibi bilimsel çağın temel öğesi olan bilimin gerçekten

etkisinde olduğunu belgelemeye başlamıştır.

Benim Brecht ile karşılaşmam Robert Kolej yıllarıma rast-


56

£ iim riiınâm e

S e k il 12 E u g e n B e rth o ld

Friedrich B ıc c ^ l in

1£Î56) 1<33 1 y ılın d a B e rlin 'd e

P aul H a m a n n tn raf«n dan

ç e k ilm iş b ir resm i.

lar. O yıllarda tiyatro k u lü b ü Brecht'in Galile'sini sahneye koymuş,

büyük bilim ciyi daha sonra şöhretli bir tarihçi olan Cemal

Kafadar oynamıştı. Galile'yi okurken ben o zam anlar ister istem

ez Brecht'in piyesinde alaya aldığı G alile'nin karşıtlarına da

—kendi tüm eğilim lerim e rağm en- sempati duym aktan kendimi

alam am ıştım . Bu d u ru m u n Brecht tarafından planlanm ış o ld u ­

ğu n u çok sonradan öğrendim . Galile yazılırken H iroşim a'ya atılan

ilk atom bombası Brecht'i korkutm uş, bilim e kuşkuyla bakmasına

neden olm uştu. Brecht'in bu tutum u daha sonra aralarında

bilim düşm anı felsefeci, bir zam anların tiyatrocusu Pauî

Feyerabend de olan pek çoklarını etkiledi. Brecht m erakım beni

onun diğer eserlerini de okum aya ve seyretmeye itince,

Brecht in gerçeği eleştirel bir tutum la arayan toplum sal bir gözlemci

değil, inancını eleştiriye taham m ülsüz bir tutum la haykıran

bir yazar o ld u ğunu gördüm . 1930'da yazdığı Önlem adlı

eserinde Brecht, partiye kendi eleştirel süzgecini ortadan kaldıracak

derecede inanm ayan genci ölüm e m ahkûm etmeyi savunacak

kadar bağnaz; Stalin'in katliam larını bilm esine rağmen,

edıtoru Klaus-Detlef M ülleKin yakınlarda vurguladığı gibi,

Sovyetler Birliği'nin "tarihsel m isyonu" nedeniyle "B üy ük Ö n ­

d e r e sadakat gösterilmesi gerektiğini 1950'lerde iddia edecek

derecede de imanlıdır. Bu tutum da adeta Prusya m utlakiyetini

yasallaştırmak için felsefe yapan Hegel'in yansımasını görürüz.

Ancak aynı "inançlı" Brecht, eserlerinde John Fuegi'nin geçen

yıl yayım lanan kitabında22 belgelediği gibi Elisabeth Hauptm

ann, Margarete Steffins, Ruth Berlau ve daha pek çok sev­


Tiyacro’nun Hegel’i 57

gilisinin ürünlerini onların adlarını anmadan veya telif haklarından

onlara tek kuruş vermeden kullanacak kadar da dürüstlükten

taviz verebilmektedir.

Bütün bunlardan benim yıllardır varlığından şüphelendiğim

bambaşka bir Brecht manzarası çıkmaktadır tamamen öznel,

içe dönük nedenlerle oluşturulmuş eleştiriye kapalı inançların

güdümünde, bir zamanlar Hegel'in dediği gibi kendi yarattığının

"kendisini nesnel olarak yaratan bir nihaî amacı" olduğu

konusunda tereddütü olmayan, "amaç aracı belirler" eğiliminde

bir politik düşünür ve kişisel reklamına düşkün bir yazar.

Bu özelliklere sahip bir insan, ne olursa olsun, ne bilimin,

ne de onu temel alan bilim çağının yazarı, şairi veya tiyatrocusu

olabilir. Gerçeği aramak yerine ona sahip olduğu imanında

olan kişiler, doğal olarak "gerçeğin" her tutum ve davranışı

haklı çıkaracağı kanısında olurlar. Halbuki evrensel gerçeğin

veya gerçeklerin keşfedilmiş olduğu iddiası gayri bilimseldir.

Bilimsel düşünen insanlar, jeolog Charles Lyell veya fizikçi Richard

Feynman gibi edebiyat yaptıkları zaman da, biyolog Jacques

Monod veya matematikçi Henri Poincare gibi felsefe yaptıkları

zaman da, ne nesnellikten ne de dürüstlükten ayrılabilmişlerdir.

Bilimsel düşünce, yalnız bilim için değil, tüm yaşam

ve uygarlık için asla vazgeçilmemesi gereken bir temeldir. Ama

Brecht'in 1923'te dediği gibi "şairler hep insanın kafasında canlandırdığından

başkadırlar."


XI

Zümrütten Akis Konusu

Bu köşe CBTde yayımlanmaya başladığından beri "Zümrütten

Akisler" ibaresinin nereden geldiği konusunda birçok

soru ile karşılaştım. Hatta bir meslektaşım "bunu İslamcı bir

işaret sanan bile var" dedi! Bu merakları tatmin için ben de

zümrütten akisleri niçin köşeme isim olarak seçtiğimi anlatm a ­

ya karar verdim.

Önce bu köşenin oluşturulmasını benden isteyen Orhan

Bursalı'nın bana verdiği görevi söyleyeyim: "Bu köşede bilimin

her konusunda ilginç ve öğretici bulduğun şeyleri okur ile paylaşmak!"

Görev bu şekilde yöneltilince, ben de Orhan'a bütün

bilim tayfma birden bakmanın gözlerimi kamaştıracağını, bunun

benim yetenek ve bilgimi çok aşan bir iş olduğu gerekçesiyle

itiraz ettim. Orhan her zamanki inanç ve cömertliği ile:

"Sen yaparsın" dedi; "ama önce köşene bir ad bul." Ben de "Peki"

dedim. "O zaman tüm bilim tayfını bir zümrüt ayna iç i n d e

seyretmek zorundayım ki, ışık zenginliği benim ancak belirli

bir ışık gücüne dayanabilecek olan gözlerimi rahatsız etmesin.'

Orhan, bu zümrüt ayna lafının nereden çıktığını sordu. Ben de

anlattım.

Konu M.S. 1. yüzyılda meşhur Doğa Tarihi (Historia Natııralis;

bu adı belki de historia kelimesinin orijinal anlamına göre

Doğu Araştırmaları olarak tercüme etmek daha doğru olacaktır)

kitabını yazan Romalı bilgin devlet adam ı Gaius Plinius Securıdus'un

("yaşlı Plinius": M.S. 23 veya 24-79) XXXVII. kitabının


Zümrütten Akis Konusu

i' İT îbpkapı SarayıH azine Dairesi'nde sergilenmekte olan amorf zümrütler. Roma

impaı morlarının kullandıkları züm rüt aynalar muhtemelen b u tür züm rütlerden yapılıyordu

’ paragrafının son cümlesi olan "Nero princeps gladiatorum

pugnas speetabat in smaragdo" cümlesinden çıkmaktadır. Bu

cümle genellikle ekseri elyazmalarında görüldüğü gibi in edatı

I onulmadan "İmparator Neron gladyatörler arasındaki dövüşü

zümrütte seyrederdi" şeklinde tercüme edilmekteydi. Ancak

Bristol Üniversitesi Klasikler doçenti D. E. Eichholz, bunu en

eski elyazması olan 10. yüzyıldan kalma Codex Banıbergensis'te

görüldüğü gibi in edatıyla "İmparator Neron gladyatörler arasındaki

dövüşü yansıtan bir zümrütte İtam karşılığı ‘zümrüt

üstünde'] seyrederdi" şeklinde düzelterek, zümrütün genellikle

sanıldığı gibi bir mercek rolünde değil, fakat bir ayna olarak

kullanıldığını iddia etmiştir. Aynı paragrafta Plinius'un "Gözlerimiz

bir başka nesneye bakarak yoruldukları zaman onları bir

zümrüte bakarak dinlendirebiliriz. Plaka şekilli zümrütler düz

yatırıldıkları zaman ışığı ayna gibi aksettirirler" cümleleri de

Eichholz'un okuyuşunun haklı olduğunu göstermektedir. Gerçekten

de arenada beyaz kum (arena=kum) üzerinde dövüşen

gladyatörlere sürekli ve dikkatli bakışın gözleri kamaştıracağı


60 Zümrıitnâme

muhakkaktır. Bu kuvvetli yansımadan gözü korumanın bir yolu,

gözü dinlendirdiği muhakkak olan yeşil renkli zümrüt aynalar

kullanmaktır. Zümrüt ayna üzerinde seyredilen akisler

gozu korudukları gibi, bakılan nesne üzerinde dikkatin daha

kolayca teksif edilmesini de sağlarlar. Plinius'un bu paragrafında,

Eichholz'un da benim de anlamakta güçlük çektiğimiz söz

"zümrütler doğal olarak mııkavvestirler ve dolayısıyla îjiğ1

teksif ederler" cümlesidir. Belki de Neron gladyatör akislerim

büyütmek için içbükey zümrüt aynalar kullanıyordu. Ancak

bunun .-umrütün doğal bulunuşuyla olan ilgisi açık değil- Bel^1

de Plinius kristalden değil de Topkapı Sarayı'nda da teşhir edilenler

gibi amorf zümrütlerden bahsediyordu. Ama bunların

benim bugüne kadar gördüğüm örneklerinde yüzeyler içbükey

değil, dışbükeydir.

Zümrütten akis, doğal olarak hiçbir zaman doğrudan gözlem

kadar güvenilir bilgi veremez; en azından renkler yeşil,e"

mel tarafından değiştirilir, zümrüt üzerindeki çatlaklar görüntüyü

kırar. Ben /ümrıit ayna mecazını, bilimin göz kamaştın^

parlaklığı ile bonim tüm bilim tayfına bakışımda eksiklik ve bozuklukların

kaçınılmaz olacağım bir arada v u r g u l a y a b i l m e k

için seçtim.


XII

Ortak ve Gerçek24

Bir zamanlar Efes'te kral sülâlesinden gelen ve dolayısıyla

krallık unvanını taşıması gereken bir adam, bu şerefi ve ayrıcalığı

kardeşine terk ederek daha önemli gördüğü bir işle uğraşmaya

karar vermişti. Herakleitos, doğanın gizemleriyle ve insanoğlunun

bu gizemleri anlamak için gösterdiği çabayla ilgiliydi.

M.Ö. 500 gibi bir tarihte, filozofluğu krallığa bu yüzden

tercih etmişti. Fakat ne çağdaşları, ne de ondan sonra gelenlerin

büyük bir çoğunluğu bu garip Efesliyi anlayabildiler. Herakleitos

çağdaşlan olan Efeslilere o kadar kızmıştı ki "Hepsini

aşmalı" diyordu. “Doğa Üzerine" olduğu rivayet edilen kitabını

yayımlatacak yerde bu yüzden gitti Artemis tapınağına sakladı.

Kendinden sonra gelenler, hele meşhur Alman filozofu Hegel'in

öğrencileri, Herakleitos'un öğretilerinde diyalektiği bulduklarını

sandılar; büyük Efesliyi Hegel'in, Marx'ın, hatta Hitler’in

öncüsü sayanlar bile oldu - ta ki Herakleitos'un bir gerçek

meslektaşı, bir büyük doğabilimcisi onu ele alana kadar.

Kuantum fiziğinin babası Ervvin Schrödinger, 1954 yılında

Londra'da University College'da verdiği Shearman konferanslarında

Herakleitos'un derdini kısmen de olsa anlayabildiğini

gösterdi: Herakleitos duyularımızın gerçeğin anlaşılmasında

yeteri kadar güvenli olmadıklarını görmüştü. Dış dünya ile duyularımız

dışında da bir temasımız olmadığına göre, gerçeğe

nasıl ulaşabilecektik?


6 2 Zümrücnâme

Herakleitos duyularımızın —ne kadar eksik olurlarsa olsunlar-

doğarım ufacık da olsa bir kısmını doğru olarak yansıttıklarını

kabul ediyordu. Üstelik, her birey doğayı kendi açısından,

yani değişik bir başvuru sistemi çerçevesinde tasvir ediyordu.

Kanımca Herakleitos'un en büyük keşfi bu başvuru sistemlerinin

önemini kavraması olmuştur. Pek çok açıdan görü-

Ş e k il 1 d R essam ve "ko zm o gra fyacı" (R önesans term i-

ııcılojisindc "harita y a p a n " ) D o n a ta B ram an tc'n in (1444

15 14] M i l a n o 'd a b u lu n a n P anigarola Evi'n d e yaptığı

m eşh u r adam fresklerinden b iri o lan " D e ın o k rilo s ve

H erakleitos" a d lı hu m eşh u r resim , evde b it k a p ı n ı n

ü zerinde hu lıı n iti a ktad ır C u rad a H erakle itos ilk defa

Soneca'nm bocası olan Sotion tarafından b etim len d iği

şekliyle "ağlayım filo zof" Dennokrilos ise C ice ro ve

H o ra tiu s tarafından ta n ıtıld ığ ı gibi "gülen filo zo f" olarak

ka rcım ıza çık m a k la d ır Gir başka ifade ile freskte, bir

R önesans san atçısın ın elin d en , ilkçağın iki b ü y ü k d â h isin

don b iri in sa n lığ ın ap ta llığ ın a ağlaya rak, b iri d c gülerek

lopki verm ektedir


Ortak ve Gerçek 63

l ir nesnenin doğruya en yakın bir şekilde algılanabilmesi

için. p'-'V , »1 gözlemcinin gözlemlerini anlatması, bunların ortak

van! irinin birleştirilerek doğruya en yakın olduğu şimdilik

kabul edilebilecek bir ifadenin elde edilmesi Herakleitos'a göre

en akılcı yöntemdi. İşte üzerinde herkesin anlaştığı bu "gerçeğe

en y.'.kın" ifadeye Herakleitos "ortak" adını vermişti. Ancak

Herakleitos "tartışılamaz gerçeğe" ulaşılamayacağı kanaatindeydi

1 ı •. uV Kfesli gerçeğe ulaşılamayacağı için mi "ortak" bir fikir

bir r.nriı peşmdeydi? Herakleitos'a bugünlerde pek moda

olan ve halk kütlelerinin ortak kararlarının en doğru karar olması

gerektiği görüşünü temsil eden bir rölativizmi atfetmek

büyük bir haksızlık olur. Herakleitos'un, bizden bağımsız bir

dıınya, bir gerçek evren olduğu ve bu gerçeğin fikir ve düşiin-

•• rımız hakkmdaki en son hakem olması gerektiği konusunda

en ufak bir şüphesi yoktu. Ortak ve gerçek aynı şeyler değildi.

■er gerçeğe ancak deneme-yamlma yöntemiyle ve tüm deneyimlerimizi

birleştirerek yaklaşabilmekteydik. Ancak bir adam,

'e> başma bazı fikirlerin yanlış olduğunu ispat edebilirdi.

Herakleitos'un, fikirlerin tartılmasında insan kütlelerine

asla itimadı yoktu. İnsan kütlelerinin faydası, gerçeğin pek çok

oşesini bir anda görerek onun hakikate olabildiğince yakın bir

resmim ortaya çıkarmaktı. Bu resmin gerçekle çelişen tek bir

köşesini görmek için tek bir insan yeterdi. Ortakla gerçeğin aynı

olmadığını gösteren ve bu şekilde bilimle demokrasinin ara

kesidini 2500 yıl önce çırılçıplak ortaya koyan büyük Efesli bu

yüzden antidemokratlıkla suçlandı, kendisine sosyalistlikten

faşistliğe kadar her türlü felsefe yakıştırıldı. Halbuki o, doğa bilimlerinden

hareketle, demokrasinin bir güruh sloganı olmaması

gerektiğini, olursa doğanın gerçeklerine çarparak parçalanabileceğim

vatandaşlarına anlatmak istiyordu.

O gün olduğu gibi bugün de Herakleitos'un çığlığı insanlığın

çoğunluğunun sağır kulaklarına çarpıp boşlukta kaybolmaktadır.


XIII

Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe2

Tüm uygar ülkelerde, jeoloji ve jeofizik bölüm leri yerbilimlerinde

altmışlı yıllarda başlayan ve levha tektoniği devriminın

ilk haberciliğini yaptığı baş d öndürücü gelişmeler karşısında

birleşmek ihtiyacını duydular. A dları "yerbilimi bölüm ü" veya

"jeobilimler b ö lü m ü " şekillerini aldı. Daha sonra uzaydaki keşif

gezileriyle bunların bazıları -ve en gelişmiş olanları- "yer ve

gezegen bilimleri b ö lü m ü " diye anılm aya başladılar. Daha sonra,

yerbilimlerinin atmosfer bilim lerinden ayrılamayacağı, buzullaşma,

paleoklimatoloji (eski iklim bilgisi), paleoseanografi

(eski okyanus bilgisi) gibi en klasik bazı sorunların çözümüyle

beraber t ü m eksojen (dış) jeodinam iğin anahtarının a t m o s f e r

bilim lerinde yattığı görüldü. Bu sefer yine bazı bölüm lerin adları

değişti: "yer, atmosfer ve gezegen bilim leri b ölüm ü" oldu-

Bu gittikçe uzayan bölüm adlarına Fransız yerbilimcileri nihayet

bir çare buldular: "kâinat bilim leri" (Sciences de l'Univers)-

Buna bugünlerde çevre bilim leri de, insan boyutunu kazandırmak

işleviyle, katılmak üzeredir.

Sonunda, değişik bir ad altında karşımıza, 19. yüzyılın büyük

doğabilimcisi ve "son evrensel d â h i" kabul edilen Alexander

von H um boldt'un ölüm süz eseri Kosnıos'ia bizlere s u n d u ğ u

"tüm kâinat bilim inin" çıktığını görüyoruz. Ama d a h a o zaman

dünya, von H um boldt'un bilim ine bir ad yakıştırmıştı. İlk çağın

büyük evrensel dâhisi Eratostenes'in en önemli kitabına uygun

gördüğü bir isim: Coğrafya. Doğal o rtam ı, içinde yaşayan


Coğrafya: Sürgündeki Kraliçe 6 5

etk'*eyen insanla birlikte k u c a k la y a n co ğra fy a , 2500 yıl

dı ^k * te yaPllan ^ bilim sel s p e k ü la s y o n la rın d a komısııy-

J, . .r diğer deyişle ilk b ilim d i.

nı 11111u bin yıllık bir aradan sonra insanlık ttk ra r coğrafya-

°ja "j0 ve sosyal bilim leri bir sentez içinde k u c a k la m a k

sonu' ,ea^n<^e birleşti. Coğrafya artık hem en her d o ğ a b ilim c in in

nQa ulaşmayı hayal ettiği bir "N irv a n a " m ertebesine g eldi.

**k|*ıs. Mı.-* T . ,

KctS'lı, (!,jp s , e n Bu z U,1 (1875-1950) f ır ç a s ın d a n S e y d î A li

yılında . ” " j İ0 k u Z k ild lr sas'ylî> A r a p D e n iz i'n d e 1554

T u fâ n ı F îl ( H ü s n ü T e n g ü z, 1995, O s m a n lt

^ahriv

Komut

^ ’ ,n ' 'sı Resim A lb ü m ü : D e n iz K u v v e tle r i

■skondcTP^|' KUİ,Ur Y n y m la r l. S a n a t D iz is i, N o . 3, H a z ır la y a n

eotirj

O s m ü l ■

/ . * * h l7> 05111311,1 d o n a n m a s ın ı b ir e n k a z h a lin e

S ahi,lerine V uran b u felaket, c o ğ r a fy a c a h ili

Jls in L>' 111n dU n yil ln lp a ra to r lu ğ u id d ia s ın ı f iz ik o la r a k ken-

terkrt ° ^ daH a 8ÜÇSÜZ a m a c o 8 ra fy a b ilg in i ü lk e le re

fi m e s m ın h a z in a d ım la r ın d a n b irid ir. N e M ıs ır K a p ta n ı

•'y ru d d in H ız ır B e y 'in 1568 y ılm d a k u z e y S u m a t r a 'd a k i

ǻn

u ltn m A lâ ü d d m ın y a r d ım ç a ğ ır ış ın a c e v a b e n 22 g e m i

* BM ışi. n e de M u r a t R e is 'in 17. y ü z y ıld a ta İz la n d a 'y a ve

■"<-‘W lo u n d la n d 'a k a d a r y a p tığ ı d e n iz a k ın la n O s m a n lI'n ın

Kalıcı b ilg i h â z in e s in e tek b ir d a m la ilâ v e e d e b ilm iş tir . S o n

o k y an u saşırı O s m a n lı seferi d e M u r a t R eis v e g e m ile r in in

■İ2H .le N e v v fo u n d la n d d ö n ü ş ü b ir fırtın a y a tu tu la r a k k a y ­

b o lm a la rıy la n o k ta la n m ış tı.


6 6 Züm rütnâm e

Tıp gibi, hukuk gibi, uygar ülkelerde dört yıllık bir eğitimin kendisine

yetmediği, ancak temel kavramlarının daha ilkokul, ortaokul

sıralarında çocuklara en iyi bir şekilde verilmesi gereken bir

"süper-bilim", bir "yaşam kılavuzu", hatta "ya^am felsefesi" oldu

Ne yazık ki Türkiye'de bilimlerin bu kraliçesi, bu ilk temsilcisi,

uygarlıkların ve imparatorlukların bu besin kaynağı

şim dilik sürgüne gönderilmiştir. Ne üniversitelerimizin herhangi

birinde ona lâyık tek bir bölüm, ne de ilk ve ortaöğretimde

ona lâyık bir eğitim kalmıştır. Bazı başbakanlar, bırakın coğrafyanın

modern kavramlarını anlamayı, kendi ülkelerinin şehirlerinin

yerini unutacak kadar coğrafya bilmez olmuşlardır-

Her gün karşımıza çıkan ve binlerce vatandaşımızın hayatına

mal olan heyelan, sel, çığ gibi doğal afetler, Kardak kayalıkları

krizinde karşılaştığımız temel kartografya eksiklikleri, şu anda

pislikten ölmekte olan ve üzerindeki ilk çalışma geçen yüzyılda

büyük Rus jeologu Andrusov tarafından Sultan II. Abdülham ıt

tarafından tahsis edilen Selanik adlı gemide yapılan Marmara

Denizi hakkında süregelen bilgisizliğimiz ve umursamazlığı'

mız, bizlere coğrafya bilgisizliğinin ne kadar pahalıya patlayabileceğini

her gün gösteren canlı örneklerdir.

Bunun muhakkak ticaretimizde de benim bilemediğim

yansımaları vardır. Doğan Kuban'm büyük şehirler için geliştirdiği

ve İstanbul'a uyguladığı "âni çöküş" kuramının temel tetiği

coğrafya cehaletidir.26 T üm uygar dünyanın, insanlığın ük'

çağdan beri ideali olan bütün kâinatın bilimsel kavranmasını

kendine konu edinmiş olan coğrafyayı -değişik adlar altında

olsa bile- tekrar ilgi odağı yaptığı şu günlerde Türkiye'nin her

düzeyde coğrafya eğitimini çok ciddî olarak gözden geçirmesinin

zamanı gelmiştir ve ne yazık ki hızla da geçmektedir.


XIV

Tartışamamak: Neden ve Sonuçları27

Geçenlerde ABD'den sekiz meslektaşımız bir "beyin fırtınası"

kapsamında bir bilimsel sorunu detaylı bir şekilde tartışmak

amacıyla İTÜ Jeoloji Bölümü'nde bizim grubu ziyarete

geldi. Bir iş haftası süren bu ziyaret esnasında benim ITÜ'deki

140 nı 'lik odam kelimenin tam anlamıyla bir arı kovanına döndü.

Amerika'dan ve Güney Afrika'dan tecrübeli yerbilimciler

1 urkıye'nin en önde gelen yerbilimcileriyle haritalar, kitaplar,

sismik profiller, ve beyaz tahtalar önünde kıyasıya tartışıyorlardı.

Hafta bittiğinde, her birimiz sorunumuz hakkında en azından

ortak bir dil konuşur olmuş, ana problemlerin neler olduğunda

anlaşmaya varmıştık.

Hafta sonunda eldeki doyurucu sonuca bakınca, aklım şöyle

bir hafta içine doğru geri gitti: Bu verimli beyin fırtınasında en

Çok ne yaptık diye düşündüm. Bulduğum cevap tartışma idi; kıyasıya,

kıran kırana tartışma! Bu tartışma, odamda sabahın dokuzundan

akşamın yedisine kadar çalışan grubun orada bulunma

sebebi ve tek çimentosuydu. Odamda hafta içinde gördüğüm

manzara ise, ne yazık ki, Türkiye'de kendine bilimsel adını yakıştıran

çevrelerde bile pek ender görmeye alıştığım bir manzaraydı.

Hafta sonu, haftalık bilimsel çalışmalarımızın yanı sıra, bu

üzücü gözlemimi de kafamda dolandırdım durdum. Biz milletçe

niçin verimli bir şekilde tartışamıyoruz? Mesela, milletvekillerimiz

niye verimli bir şekilde tartışmak yerine ikide bir -hem de

milletin gözü önünde- sille tokat birbirlerine giriyorlar?


£ « ı.ı ıl ı ti 'Ş t n g o ı 'ü n o d a s ın d a 5 - 9 O c a k 1998 ta rih le ri a ra sın d a y a p ıla n , A m erikalı ve Rus

y e r b i l i m c i l e r i n 1 i ı l d ı ğ ı ta r t ış m a to p la n tıs ın d a n b ir sa h n e A j t G re en yere uzanm ış, kendisin*

H in le y e n le r * » U ^ riL ı ü y j-r in d c iz a h a t v r rîy n r Y ü cel Y ılm a z d a sak alıy la oynayan C elâlŞengoı7*

A r f ı n a n l a t t ı k l a r ı n ı y o r u m lu y o r

T ü r k i y e 'd e y e tiş e n in s a n la r ın o rta la m a tartışına b e c e r is in in

d ü ş ü k o l m a s ı n ı n b a ş lıc a sebebi, k a n ım c a , b ize pek küçükten itib

a r e n a ş ı l a n a n n ih a î b ir gerçeğin o ld u ğu ve onun insanlar tarafın'

elan b ilin e b ile c e ğ i in a n c ıd ır . N ih a î gerçek —her ne konuda olursa

o l s u n in s a n l a r t a r a f ın d a n b ilin e b iliy o r s a , kim se o n u bilememe

k ü ç ü k l ü ğ ü n ü k e n d in e y a k ış tır a m a z . Ya o gerçeği gerçekten bil"

d i ğ i n i s a n a r v e y a e n a z ın d a n b ild iğ i n u m a ra s ın ı yapar. B ir laf'

t ış m a e s n a s ın d a , k a r ş ıs ın d a k i b ild iğ in i id d ia ettiği g e r ç e ğ in

d o ğ r u o l m a d ı ğ ı n ı is p a t e d e c e k g ib iy se , oto rite kaybını ö n l e m e k

i ç i n t a r t ış m a y ı o v e y a b u ş e k ild e k e sm e k z o ru n lu lu ğ u hasıl

o lu r . B u y a S e n n e a n la r s ın ? " ş e k lin d e b ir k ü çüm sem e veya

" O n u b e n b i l i r i m " ş e k lin d e b ir o to rite id d ia s ı veya " S e n .... 'dan

i y i m i b ile c e k s in " d iy e b ir ü s t o to rite y e m ü ra c a a t h alin de ortay

a ç ık a r . B u ş e k ild e k e s ile n ta rtış m a la rla h e rh an g i bir sonuca

v a r ı l a m a y a c a ğ ı g ib i, ta r tış a n k iş ile r a ra s ın d a d iy a lo g da geçici

o l a r a k v e y a s ık s ık t a m a m e n k o p a r. Y ani in s a n ın en ön e m li vasf

ı o l a n a k ılc ı m u h a v e r e s o n b u lu r .


Tartışamamak: N eden ve Sonuçları

6 9

> ckıl 17. 1.ırt şiTtj I f ta s ım ı so n u: re sim d e g ö r ü le n e k ip T ürk , A m e rik a lı, G ü n e y A fr ik a lı v«

Kus jeologlardan o lu şu y o r K ara g ö z lü k le r, re sm in o rta s ın d a ak saçlarıyla d u r a n Y iicel Y ıtıı.« v 'ı

b aba" ro lü n d e m-ete riyor (N o rm a l o larak o r o lü ü s tle n e n N a c i G ö r ü r b u e s n ada d e k a n o ld ııftıı

•çln resim Çfl.i*lrk-.-n k im b ilir lıa n g i çok c id d î k o m is y o n v e y a y ö n e tim k ıır u lu toplan tısın* laydı!)

Ilıı şekilde bir diyalog kaybı her şeyden evvel çalışma

erııj rının kurulam am ası sonucunu doğurur, her iş ve atılım

tekil kışııer tarafından yapılm ak ve onların im kân ve becerileriyle

sınırlı olmak zorunda kalır. G rupların kurulam am ası bu

yV ilde tartışamayanların oluşturduğu bir toplum da kişinin be

cerilerini aşan büyük projelerin planlanıp icra edilmesini im ­

ansız kılar. Ayrıca, işler kişilerle sınırlı olm ak zorunda olacağından

genellikle kişinin öm rünü de aşamaz ve bu şekilde zaman

içinde sürekli işler yapılam az. Büyük projelerin oluşam a­

ması ve bu tür işlerin bir an için oluşsalar bile sürekliliklerinin

olamaması, kurum laşm ayı olanaksız kılar. Toplum kendini çimentolayacak

ve aynı zam anda sürekli kılacak akılcı kontrol

m ekanizm asından yoksun kaldığı gibi, içinde yetişen bireysel

yeteneklerin de etkileri hem m ekânda hem de zam anda sınırlı

olur.

Kanımca, sırf nihaî bir gerçeğin olduğu ve onun insanlar

tarafından bilinebileceği inancı. Türkive'nin ve 1 ürkive eibi se-


7 0 Z ü m r ü tn â m e

ri k a lm ış tü m to p lu m la r ın n iç in geri k a ld ığ ın ı açıklayan sihirli

b ir a n a h ta r o la ra k k a rş ım ız a çık m aktadır. E ğitim , bu inancın

d o ğ r u o lm a d ığ ın ı, y a n i n ih a î gerçeklerin —o lduklarına inansak

b ile — k e sin b ilin m e le r in in hiçbir şekilde m ü m k ü n olmadığını,

b u n la r a a n c a k tartışarak yaklaşabileceğimizi anlatabilecek şekilde

d ü z e n le n ir s e , uaııı bilimsel olursa, tartışa m am a hastalığından ve

o n u n la b e ra b e r şu a n d a b e lim iz i b ü k e n pek çok sosyal h a s ta lık ­

ta n k u r tu la b ile c e ğ im iz b ü y ü k b ir ih tim a ld ir.


XV

Bilim Adamları ve Profesörler28

«sında ve televizyonda sık sık toplumun çeşitli kesimlerinden

en alttan en üste kadar- pek çok kimsenin "bilim adamından''

bahsederken tüm üniversite öğretmenlerini kastettiğini

'oruyoruz !>ıı yanlış, çıg gibi artan üniversitelerimizin sayılarının

pek çok katı bir hızla artan üniversite öğretmenlerinin

:>urel !j şişen adedine bakarak ülkemizin bilim adamlarınca da

hızla zenginleşmekte olduğu izlenimini vermekte olduğundan

•anımca son derece zararlı olmaktadır. ITÜ'nün efsanevî hocasından

Prof. Dr. Mustafa İnan, bir gün âlimlik taslayan, ancak

bi|ım adamlığı ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir meslektaşına

sinirlenerek kendine has Adana şivesi ile, "Bah garda-

Şim demiş, "Einstein de adının önüne Prof. Dr. yazıyordu, sen

de. Sanmayasın ki ikisi aynı şeydir." Rahmetli Mustafa Hoca

nın çok çarpıcı bir şekilde dile getirdiği, bazen aynı unvan

altına gizlenen iki kavram arasındaki fark aslında çok önemlidir

ve gerçek üniversiteler ile üniversite müsveddelerini birbirinden

ayırmaya yarar.

Bilim adamı, veya bugünlerde artık "bilimci" dediğimiz kişi

bilgi üreten kişidir. Bilgi üretimi büyük ölçüde yaratıcı bir iştir,

yani önceden olmayanı yaratmaktır. İnsan bilgi üretmek için

çeşitli yollara başvurabilir. Örneğin, doğrudan bilgi edinmek istediği

nesneyi gözleyebilir ve gözlemlerini kaydedebilir. Veya,

bilgi edinmek istediği nesne hakkında bugüne kadar yapılanları

gözden geçirerek, bunlarda yanlış veya tutarsızlıklar olup ol-


72 Zümrütnâme

madiğim inceleyebilir veya bugüne kadar yapılan incelemeleri

dayanarak incelenen nesne veya süreçlerin yeni özellikleri mİ

keşfedebilir. Bu şekilde ya tasvirî ya da kuramsal olmak üzere

iki değişik tür bilgi üretilebilir.

Tasvirî bilgi, incelenen nesnenin gerçeğe mümkün olduğu

kadar yakın bir betimlenmesi diye tanımlansa bile, her betim le

me mutlaka bazı genel kavramlar gerektirdiğinden (örn. blı

bardağı betimlerken cam ve bardak genel kavramlarının gerek

mesi gibi) ve gözlem işlevi bazı yaratıcı unsurlar içermek /o

runda olduğundan (örn. bir portre ressamının yaratıcılığı gibi)

sanıldığı kadar sıradan bir iş değildir. Bu şekilde üretilen tasviri

veya kuramsal bilgi bilimsel yayınlarla dünyanın bilgisine ve

sınamasına sunulur. Bu şekilde bilgi ve değeri onu ürettiğini

iddia edenin şahsından menkul olmaktan kurtulur, herkesin

değerlendirmesine açılmış olur ve bu şekilde bilim âleminin

malı durumuna gelir.

______ t/V/ /"'tCZY^-T\nnNJ .. ıı. .. ı. ı ... . ■----- -O M t n l l l l l l j r ^

İ

-BU NE CEHALET YAHU; PROFESÖR MÜSÜN YOKSA SEN?..

Şekil 18. Turhan Selçuk'un Milliyet gazetesinde doksanlı yılların başında yayımlanmış !>!»

karikatürü. Her profesörün mutlaka bilim adam ı ve/veya bilgin olmayacağının en g ü /fl

ifadelerinden biri.


Bilim Adamları ve Profesörler 73

Sürekli sınanmayan, yenilenmeyen, yenisi yaratılmayan

l'll)’,ı olduğu gibi kalmaz. Kişiden kişiye geçerken iletişimdeki

I ıi'.ımlmaz eksiklikler nedeniyle aşınmaya uğrar ve pek kısa

ıim.mda yozlaşır. İlk- ve ortaöğretimde yapılamayan bilgi üre-

IMilini üniversite dengeler, buralarda yozlaşmayı önler. Bu ne-

, lı ııle üniversitede "nakl-i ilim" olamaz.

lîilgi üretmeyen kişi, unvanı ne olursa olsun, bilim adamı

"lı 1 1,1ilığı gibi, bilgi üretmeyi öğretemeyeceğinden üniversite

İnn .ılığına da lâyık değildir. Üniversite öğrencileri hocalarını,

i MilIIikacılar üniversite profesörlerini, halk da karşısına muhtelıl

ortamlarda, hatta siyasî partilerde bile, çıkan "akademik unvuıılllım"

bilgi üretip üretmediği sorusuyla tartmalı, bunun için

,lı nrtlk ulaşması pek kolay olan muhtelif uluslararası atıf en-

• I*I '.Icrine mutlaka göz atmalıdır. Orada adı olmayanın üniver-

1 1 1 1' hocalığında da yeri yoktur.


XVI

Masal Deyip Geçme! 29

Bugün, iki hafta önce yayımlammış (14 Mart 1998; CBT no.

573) bir yazıma30 CBT yayın yönetiminin eklediği bir öz cümlede

yapılan bir yanlışı31 tartışmak niyetindeydim. Eyvah ki

mümkün değilmiş! Eyvah ki 17 Mart Salı sabahı gazetelerde

halkbilimlerindeki büyük bilginimiz Pertev Naili Boratav'ın

ölüm haberini okudum! O Boratav ki, insanoğlunun bilimsel

yöntem kullanmadan veya, en azından, bunu bilinçli bir biçimde

yapmadan ürettiği akıl ve el ürünlerininin bulunması, toplanması,

sınıflanması ve yorumlanmasına bir omur vermiş bir

insanoğluydu. O Boratav ki, insanoğlunun fikir ve zevk zenginliğinin

ortaya dökülmesi için taban tepmiş, dirsek çürütmüştü.

O Boratav ki, Atatürk'ün zindandan çıkardığı halkının

unutulmuş akıl ve el emeklerini bilimin korumacılığına almak

için didinmişti. O Boratav ki, Atatürk ve Hasan-Âli Yücel aydınlığından

sonra ülkemize çöken o meş'um gecenin ikiz zebanileri

aptallık ve cahillik tarafından yerinden, yurdundan, kürsüsünden

edildiği halde, elleri tuttukça, gözleri gördükçe, kulakları

duydukça, insanın yarattıklarının peşinden koşmaktan

geri kalmamıştı - yetişemediği, sokulmadığı yerlere sadık hayat

arkadaşıyla ulaşmıştı. O Boratav ki, insan olma onurunun

insana saygı duymakla başladığını anlatmak için nefes tüketmişti.

Az Gittik Uz Gittik'in yazarı, Zaman Zaman içinde çalışan

Boratav'a kuşkusuz pek çok gerçek ağıt, pek çok da tekerleme

d üzülecektir. Ben ne birini ne de diğerini yapabilirim. Kaldı ki


Ş e k il 19. B ü y ü k fo lk lo r b ilg in im iz P ertev N a ili

B o ratav (1907 16 M a r t 1998). C u m h u r iy e t

G a z e te s i A r ş iv i.

onun ilk izcilerinden o ld u ğ u , insan bilgisini genişlettiği alanın

ben doğru dürüst ne dinleyicisi ne de o kuru olabildim . D enebilir

ki zaten bir jeologun masal âlem iyle ne işi vardır?

Benim m asal âlem inde ço cukluğum d an sonra yapm aya

başladığım ikinci gezinti Asya kıtasının jeolojik yapısı hakkındaki

fikirlerin tarihçesini incelerken karşım a çıkan Kaşgarlı

M a h m u d 'u n Divân-ı L ûgat-it-T ürk'ündeki bir dünya haritasıyla

başlamıştı. 1077 yılında Bağdat'ta yapıldığı sanılan bu haritada

Belhî ekolü denilen A rap beşerî coğrafyacılarının inkar edilemez

bir etkisi vardır. Dairesel şekil, bilhassa Asya yı çevreleyen

dünyanın neredeyse şematik denilebilecek çizim i, deniz, nehir,

göl, şehir sembolleri hep insana Belhî, al-İştahri, Ibn f av a ve

M aksidi gibi b ü y ü k coğrafyacıları içeren b u ekolun ürünlerim

hatırlatır. A ncak iş A sya'nın iç kısım larını çizm eye gelince, Kaşgarlı'nm

kullanm ış o ld u ğ u açıkça g ö r ü l e n bilgileri hiçbir A rap

coğrafyacısında bulam ıyoruz. H atta al-Harizm î n in .»«raf a t

(D ünyanın Resmi) adlı kitabında verilen koordinatlardan 1rot.


7 6 Züm rütnâm e

Fuat S e zg in 'in baştan

k u ra b ild iğ i 9. y ü z y ılın

m e ş h u r M a'm un h a rita ­

sın da bile b u bilg ile r

yoktur. K a şg arlı'n ın h a ­

ritası O rta ve K u ze y A s ­

ya h a k k ın d a şaşılacak

derecede d o ğ ru b ilg ile r­

le d o lu d u r. Bu bilgileri

insan Ç in k a y n a k la rın ­

da da b u la m a z . Kaşgarlı,

D iv â ıı'd a ne y azık ki

bu h a rita n ın k a y n a k la n

h a k k ın d a h içbir şey

y azm am ıştır. Kaşgarlı'n

ın k a y n a k la n O rta

A sy a'd a 11. y ü z y ıld a

—ve hiç k u ş k u s u z b u n ­

d a n önce de- c id d î bir

coğrafî b ilg i h a v u z u ­

n u n v a rlığ ın ı gösterm

ektedir. Bu ta h m in ,

pek kabaca da olsa,

o n u n m em leketlisi ve

çağdaşı Y u suf H as Hac

ib 'in Kııtııdgu Bilik'ince d e d o ğ ru la n m a k ta d ır. Elde başka y.ızılı

k a y n a k o lm a d ığ ın a göre b u coğrafî hâzineye nasıl ulaşılacaktır?

İşte b u rada m asallar im d a d ım ız a yetişm ektedir. Boratav'ııı

söy le y ip y a z m a k ta n u s a n m a d ığ ı gibi, m asallar k â ğ ıd a d ö k ü l­

m e m iş h alk b ilg is in in en ze ngin a n o n im arşividir. Bu nedenle

b ü y ü k b ilg in y ay ın la rın d a "H e m genel olarak m asal o k u ru n u n ,

hem de h a lk b ilim i incelem elerinde T ürk m a salın ın som u t, yeri

y u rd u belirli belgelerine b aşv u rm ak isteyeceklerin yararlanab

ilm e le rini sağlam ak a m a c ın ı" g ü tm ü ştür. Bu yeri y u rd u belli

m asallar, bizlere dağlar, ovalar, nehir ve göller gibi yerci coğrafya,

hatta v o lk a n iz m a , sel, d ep re m gibi jeoloji v e rile rinin halk

b ilin cine geçm iş şekillerini sunm akta, artık k aynakları kaybol-


Masal Deyip Geçme!

77

\

\

muş eski haritaların

hangi bilgi dağarcığının

eseri olduklarını,

hatta bazen bu

bilgilerin nasıl toplanmış

olduklarını

öğretmektedir.

Boratav bize bilimciyle

halkın birbirlerine

el uzattıkları o

henüz keşfedilmemiş,

haritalanmamış

âlemde kılavuzluk

eden bilgelerden biriydi.

Onun kıymetini

bilmek eserini

yaşatmak ve sürdürmekle

mümkün olacaktır.

Acaba onu

yapabilecek kadar

akıllandık mı?

*

Şekil 20. K a ra r lı M.ıhınutl un 1077 yjlımlo Bağdat tn bitirild

i sanılan Uiufiıt-t Lügat-it Türk’ü ım n dünyada bilinen tek

yazma nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesi tidedir ve Ar

4189 num arada kayıtlıdır. Bu tek nüshanın 22. ve 23.

Varaklarında bulunan dünya haritası bir Iü rk üıı yaptığını

sandığım ız en eski harita olmakla kalmayıp, Orta ve Kuzey

Asya'nın da yer şekillerini yerel bilgiye dayanarak gösteren en

eski haritadır. Ne yazık ki Kaşgarlı, Lügat'ta bu haritanın kay

na kİ arım -kendisinin Türk illerinde çok gezdiğini söylemek

dışında-belirtmemiştir. Eldeki yazılı Ç in ve Arap

kaynaklarına ilâveten Orta Asya'nın masal ve destanlarından

bize ulaşan sözlü coğrafya bilgisi, ancak Pertev N aili Doratav

gibi bilginlerin çok büyük bir sabır ve sebat gerektiren

çalışmaları sayesinde gün ışığına çıkabilmektedir. Buradaki

resim K ültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında yayımlanan

Lügat'm bir tıpkıbasım ından alınmıştır.

i


XVII

"Nihaî Gerçek" Meselesi32

Üç hafta önce (14 Mart 1998; CBT no. 573; bu kitapta s. 65)

"Züm rüt'ten Akisler" köşemde yayım lanan 'T a r t ış a m a m a k :

Neden ve Sonuçları" başlıklı yazım için CBT yayın yönetiminin

koyduğu öz cümle '"N ihaî gerçeklerin olm adığını ve gerçeklere

sadece tartışarak yaklaşabileceğimizi öğrenmeliyiz" şeklindeydi

(27. dipnota bkz.). Bu köşedeki öz cümlelerin yazar dışında koyulm

asının bir faydası, yazarın meram ını tam anlatamadığı durumlarda

bunun pek çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmasıdır, iki

hafta önce de böyle olmuş. Ö z cümle -aslında kendi içinde çelişkili

olmasının yanı sıra- benim anlatmak istediğimin yalnız ya'

rısını doğru ifade ediyor. Doğru ifade ettiği yarı, öz cümlenin

ikinci kısmı: gerçeklere yalnız tartışarak yaklaşabileceğimizi ög'

renmeliyiz (tabiî bu da aslında "gözlem sonuçları ışığında tartışarak"

olmalı). Yanlış olan kısmı ise "nihaî gerçeklerin olm ad1'

ğı" iması. Eğer nihaî gerçeğin peşindeysek, onun olm adığını önceden

iddia etmek, olduğunu iddia etmek kadar yanlış bir davranıştır.

Nihaî gerçeğin olup olm adığını bilmiyoruz. Üstelik, kâinat

içinde sonsuz olgu bulunduğuna, en azından bizim gözleyebileceğimizden

çok fazlası olduğuna göre, kâinatın t a m a m ı n ı

içermek zorunda olan nihaî gerçeği bilebilmemiz de ihtimal dışıdır

(benim 13 Aralık 1997, CBT no. 560'taki " B ile m e y e c e ğ in i

Bilmek" başlıklı köşe yazıma bkz.; bu kitabın I. bölüm ü).

Bu durum da iki hareket tarzından biri seçilebilir: Ya nihaî

gerçeği nasılsa bilemeyeceğiz deyip, kâinatın sırlarını aramaktan

vazgeçmek - ki bu daha rahat, daha emin, daha verimli, da-


'Nihaî Gerçek’’ Meselesi 7 9

ha zevkli bir yaşam arayışından vazgeçmekle aynı anlam a gelir

ve insan doğasına, hatta biyolojik evrim in y ön üne aykırıdır. Veya,

nihaî gerçeğin olduğu inancı istikam etinde o n u n peşine d ü ­

şülür. Ancak bu ikinci seçim birincisinden çok daha tuzaklı bir

yol içerir. Üzerindeki tuzakların en b ü y ü ğ ü de bir noktada o

veya şu şekilde nihaî gerçeğin "b u lu n d u ğ u " zannının edinilmesidir.

Bu zanna düşen kimse iki hafta önce açıklam aya çalıştığım

şekliyle şüphe yeteneğini kaybeder ve b u ld u ğ u n u —veya

bir başkası tarafından bulunarak kendisine tebliğ edild iğim

sandığı nihaî gerçeğin de ötesinde bir gerçeğin bulunabileceği

ihtimaline karşı duyularını kapam ış olur. İşte bu akıl haline eski

tabirle "nasçılık", bugünlerde de "d ogm acılık" veya dogm

atizm " diyoruz.

N ihaî bir gerçeğe inancın dogm atik inançtan şu farkı vardır:

Dogm atik olm adan nihaî gerçeğe d u y u la n inanç p a m u k ip ­

liğine bağlıdır. Kendisine karşı sağlam gözlem e dayanan bir fikir

geldiği an o iplik kopabilir. Peki bu kadar zayıf bir inancın

ne faydası var diye bir soru gelebilir akla. O nce inancın zayıfının

g üçlüsün ün o lm adığını söylemek isterim, inanç, yeter ı ne

den olm adan bir şeyin o ld u ğ u n u kabul etmektir, «eterlı nes.en

olarak yapılan kabuller bilgiyi oluşturur. Yeterli net en o ma

dan bir şeyin o ld u ğ u n u kabul etm enin güçlusu zayıfı olm az

(bu az veya çok ham ile olm ak gibi bir şeydir! insan ya ham ile

d»r ya değildir, b u n u n azı çoğu olm az). N ih a î gerçege inanm ak,

aslında bfzim dışım ızda gerçek bir âlem o ld u ğ u n a y a n m a k la ,

yani realist olm akla aynı şeydir. Böyle bir alem old u ğ u n a in an ­

m adan, tabiî ki o âlem i incelemeye kalkışam ayız A le m in b .z.m

dışım ızda ve bizden bağım sız varlığına in anm ak ise bize gelem

yapm a im kânının olabileceğim bildirir. Bu da b izim dışı

m ızdaki âlem ile temas edebileceğim iz, dolayısıyla onu öğrenerek

kendi am açlarım ıza u y g u n kullanabileceğim iz anlam ına

gelir: Uygarlığın temeli de bu değil m idir?

Bizim dışım ızda bir âlem in o ld u ğ u inancı ise kendi içinde

yanlışlanabilir bir öneri değildir. Bir diğer ifade ile, realizm me

tafizik bir inançtan ibarettir. D iğer inançlara tercih edilm esi gereğinin

nedeni de hem kuram sal olarak gelişm e ve ilerlemeye

açık bir yaşam program ına (yani bilim e) im k ân vermesi, hem


8 0 Zümrücnâmc

de b u gelişme kuramının tarihten bildiklerimiz tarafından yanlışlanmamasıdır.

Tüm diğer dogmatik inanç türlerinin ise sonları,

tarihten bilebildiğimiz kadarıyla, hep hüsran olmuştur. Bu

nedenle, nihaî gerçeğe inanmak, ancak b u inançta dogmatik olmamak

v e nihaî gerçeğe tesadüfen ulaşmış olsak bile, kâinattaki

olguların sonsuzluğu nedeniyle bunu asla b ile m e y e c e ğ im iz i

bilmek bizleri sağlıklı, emin, rahat, verimli ve zevkli yaşam a

götürecek en emin y o ld u r Bu yolun aracı da gözlem ışığında

akılcı, eleştiıel tartışmadır.


XVIII

Klasiklerin Tercümesi

1Aralık 1935'te İzmir milletvekili Hasan-Âli Yücel "Okullarımızda

ileri memleketler edebiyatını gençlerimize tanıtmak,

büyük eserlerin tercemelerini yaparak geniş ölçüde eser neşretmek,

seçme ve kritik etme kabiliyetini kazanmış bir okuyucu

kütlesi yapacak, yazıcılarımız da bu kütleyi doyurmak için itinalı

çalışmaya mecbur kalacaklardır" diye yazmıştı. Türk Aydınlanmasının

Atatürk'ten sonraki bu en büyük lideri ve baş

mimarı, tercüme faaliyetinin amacını "seçme ve eleştirme yeteneğini

edinmiş bir okuyucu kütlesi yaratmak" olarak belirliyor.

Rir okur kütlesinin bilgi ve fikir kalitesi doğal olarak okumak

için ele geçirebildiği malzemenin düzeyinin bir fonksiyonudur.

( imanlı döneminde Türkçeye yapılan tercümelere bir göz attığımızda,

bunların uygarlığın bilgi ve görüş zenginliğini yansıtmaktan

çok uzak eserlerden oluştuğu dikkatimizi çekiyor. Kendi

ihtisas dalım olan jeolojiden bir örnek vermek gerekirse, 1853

yılında Meclis-i Maarif üyesi Rusçuk'lu Mehmet Ali Fethi Efendi

tarafından Arapça'dan (Al-Aqwâl al-Murdiya f i cîlm Bunyat al-

Kura al Ardiyya: Kahire H1257/M1841-42) Türkçeye çevrilmiş

olan İlm-i Tabakatü-l Arz başlıklı bir eserin orijinali 1832 yılında

Paris'te yayımlanmış Geologie Elementaire Applicfuee â l'Agriculture

et a l'Industrie avec un Dictionnaire des Termes Geologiques, ou

Manııel de Geologie'dir. Bu minik popüler bilim kitabı, Paris'te bir

mineral ve fosil dükkânı sahibi olan amatör jeolog ve lise öğretmeni

Neree Boubee tarafından yazılmış ve derhal Almancaya,

İngilizceye, İtalyancaya ve Arapçaya çevrilmiştir. Ali Fethi Bey

bu eseri çevirmeye, seçildiği Meclis-i Maarife lâyık olabilmek


8 2

Züm rütnâm e

i J r & O J L O G Î S

l*OI>l I. VlKi;

' ' ' '"/»/< . r*. , (/

\ı*r1.1<>ı 11

i l ! -i\g '?'!3'fil li'CUt &• I İv i Ifcicbu S İT İ t

:NJ!*j !I^.:İ!Î!||| Üi-O'l rıBJöjlC.

&

F A R I M.

H tı ir tııı 'lı. Aonv<!:ııı Ihill<im i

N illlll'u llr İt «■«* iilll llt C«MI'I v

ı< rlı*t İt. |. w , I —

Ş e k i I 21. A P aris'te b ir m in e m i vtî fosil d ü k k a n ı s jlu b ı nln n iim .ılor jeolog ve lis«? ogreHtı*’111

N e re e U c u b e e 'n in Genlogie Ulementatre Applûftıee n İ Agricultıııv ut tı 11 m ilisineautıc un

rfc’s Terme* Geolu^itjıu’ft, ou M nnııel tte Geolngie' iid lı eserinin 1. baskısı

için karar verdiğini söylüyor. Eser yayımlanınca baş kısm ında

d o k u z adet de takriz (övgü) yazısı çıkmıştır. Bu övgü yazılarının

yazarlarının sosyal konum ları, kitaba verilen değerin en çarpıt

ifadesidir: 1) Eski Sadrazam Âli Paşa, 2) Serasker Mehmet i aş<>/

1) V idiıı Valisi Sami Paşa, 4) Meclis-ü âlâ üyelerinden Yusuf 1a

m il Paşa, 5) Meclis i M aarif üyesi Rüştü Efendi, 6 ) Hariciye Nâzırı

M ehm et Fuat Efendi, 7) Mekâtib-i Umumiye Nazırı Kemal

Efendi, S) Meclis-i Maarif üyesi Subhi Beyefendi ve 9) Encümeni

D âniş (O sm aıılı Akademisi!) üyesi Ahmet Cevdet Efendi! Etkileyici,

am a devrindeki bilim in cephesinin yerini ve tabiatını ifadeden

uzak küçük bir popüler eserin tercümesi, Osmanlı toplum

u n d a adeta dev bir bilim klasiği çevrilmişçesıne m em nunluk

ve takdir hisleri uyandırmıştır. Bıınun açık nedeni, hiç kuşkusuz,

O sm anlı toplum unun 19. yüzyıl ortasında bilimin gerçek

'


K lasiklerin Tercümesi

83

'* • #

/ V r •* tp<>

*J lJ.1 M-

t * . <, t . î - Î

»A» Y * t

. -p C\ .4

r / . 4 j . w

J j- t ' f s« , . -j»

• - * ( •-âl'1 * .U . -

* 1

• J 1 J ■ ^ * u

• • j - , * i » . r ' " 1'-- .

> r

t u . , > - . . » p » *

«4*4 f S j l . » J ' l ■ .: ü

w* £.» • .1

.=» i 1 ' i m I V

*. , . •* . • ‘r

y*-. - j-

1

s > * <* *

P i/P V a S - M V i’ SCtf" J J i f * : *

* * ( ■ - r— < ) •

j'ui '1-î u) .

j/ 1 ,* 1 , *.J j ■»*-

/n i • ^ M# —

jLt-'sl tcjl^î u »jTH J» * - y - ’y - jU S 'Jİ

İJİ -*Jl-j a» - • *. . . .

«1.1«İM - L . D * . J1

- • * ' *

i

JWi .

ftÎIL îIi r N e T / ° UbeC' njİ” kİtablnln İlk b a s k ls ll’ ın Kahirr-dc /II A , , al M u r d iy a f î'U m

Bunyat al Kura al Ardıyya, a d . a ltın d a 1841 ^ 2 y .lm d n y a p ,la n A r a p ç a tercüm esi.

yüzünden tamamen habersiz olmasıdır. İlginç olan 1852 yılının

aynı zam anda Fransız jeologu Elie de B eaum ont'un Notice sur

les Systemes des Montagnes (Dağ Sistemleri Üzerine) adlı klasik

eserinin yayım landığı yıl olmasıdır. Gene aynı yıl bir jeoloji kitabı

çevirmeye kalkacak kişinin çevirebileceği m uhtelif boyutta o

kadar çok önemli, kaliteli, güncel ve m uhtelif seviyelerde kitap

vardı ki, bunlardan herhangi birinin Türkçeye kazandırılm ası,

Türkiye'de yerbilimlerinin talihini çok köklü bir biçim de etkileyebilirdi.

A m a bu yapılm adı. O sm anlı toplum u pek m ütevazı

ve o zam anki jeoloji hakkında genel fakat yüzeysel bilgileri verebilecek

bir eserin ikinci elden çevirisiyle yetinmeyi tercih etti.

Bugün de uygar kültürlerden çeviri, özellikle bilimsel eserlerin

çevirisi güncel bir sorunum uzdur. TÜBİTAK'ın yürütmekte

olduğu popüler bilim kitapları çeviri serisi her ne kadar takdire

şayansa da, bunlar ortaeğitim düzeyinde bilime heveslendirme

ve üniversite düzeyinde de ihtisas dışı genel kültür arttırması

konusunda faydalıdırlar. Bunlara paralel bir bilim klasikleri çevi­


84 Zümrütnâme

risi serisi acil bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Modern

bilimin ilk öncüleri olan eski İyonyalı "fizikçilerden", Arşimed'den,

Strabon'dan, Plinius'tan modern bilimin yaratıcıları Galile,

Descartes, Hooke, Newton, Linneaus, Euler gibilerin eserlerinden,

Ortaçağ'ın devleri Al-Khwarizmi, Al-Biruni, Al-Haitham,

Ömer Hayyam, Roger Bacon, aydınlanma çağından ondokuzuncu

yüzyılın bilim ortamına uzanan Lavoisier, Hutton, Cuvier, Dalton,

von Humboldt, Lyell, Faraday, yirminci yüzyılın temellerini atanlar

Helmholtz, Virchow, Darwin, Maxwell, Mendel, Koch, Pavlov,

De Vries, Planck, Einstein, ve daha niceleri, derhal çevrilmelidir.

Bu konuda bir kılavuz aranıyorsa buyurun, şuradan başlayın:

Horblit, H. D., 1964, One Hurıdred Books Famous in Science (Bilimde

Meşhur Yüz Kitap): The Grolier Club, New York. Ancak bu tür

gerçek klâasikleri okuyan

beyinlerde Hasan-

Ali Yücel'in görmeyi arzuladığı

"seçme ve eleştirme

yeteneği" gelişebilecektir.

Bu yüzden değil

miydi ki dâhi Maarif Vekili

1946'dan sonra aptallık

ve cehalet tarafından

katledilen klasikler

çeviri faaliyetini başlatmıştı!

\S)jmj - “' ^ j i V W Jjl & J*-

■u:* ^ j. oJj j

Ulo u-'*’:‘i’1 o ljU y * jlşiJj j l i

■jti. JUJ üj' *

JU^Lâ ’j

Şekil 21. C. Rusçuk'lu A li Fethi

Efendi'nin N6r£e Boub6e'nin kitabının

Kahire'de yapılan Arapça tercümesinden

Türkçeye llm-i Tabakatii-l Arz adıyla

yaptığı çevirinin ilk metin sahifesi

(takrizler ve fihrist bu sahifeden

öncedir). Osm anlı böylece ilk defa 19.

yüzyılın ortasında, sıradan bir popüler

jeoloji kitabının ikinci elden bir

çevirisiyle o yüzyılın en popüler bilim i

olan ve özellikle ulusların zenginliğine

büyük katkı yapan jeoloji hakkında bir

kitap sahibi oluyordu. Ancak bundan

sonra da, Osm anlı İmparatorluğu'na

sığınan Avusturya asıllı "Macarlı" Dr.

Abdullah Bey gibi entelektüellerin

gayretlerine rağmen, Osm anlı jeolojide

hemen hiçbir varlık gösteremedi.


X IX

17NisanZ34

n I .isan dı! Hem neşe hem de hüzün doluyor insan 17

Nisan'dn Neşe, çünkü 17 Nisan tarihi 17 Nisan 1940'ın, Köy

Enstitük ı i'nın kuruluş kanununun kabulünün yıl dönüm üdür.

Bu kanunla, genç Türkiye Cumhuriyeti kendi insanlarının gözlemleriyle

saptadığı bir temel sorununa, kendi insanlarının yaptıcı

incelemeden elde ettiği sonuçlar ışığında, kendine has, ancak

evrenselliği de olan bir çözüm getiriyordu. Bu kanunla A nadolu

nun yüzyıllardır insanlık kavramı ve insan onuruyla alay

•di n seci zindanının kapıları açılıyor, orada ışığı ona hasret olacak

kadar bile tanıyamamış olan insanlara adeta güneşten parça-

'ar dağıtılıyordu Anadolu her şeyden önce okuyacaktı! Okuyan

nadolu öğrenecek, öğrendiğini kendi çevresine uygulayacak,

uygarlığı ayağına getirecekti. Uygar olan Anadolu evrensel uygarlıkla

konuşacak, kendi içinde tartışacak, uygar dünya ile haberleşerek

birleşecekti. Uygar dünyada yerini alan Anadolu uygarlık

yapıcısı olacak, bilim üretecek, "muasır medeniyet seviyesinin

üzerine çıkacaktı." Köy Enstitüleri kanununu çıkaranlar, A nadolu'yu

"irşad etmek" iddiasını şiddetle reddediyorlardı. Hayır!

Onlar artık Anadolu'ya hükmetmeyecekler, fakat onunla d üşünecek,

konuşacak, tartışacak, paylaşacak, onun kendisinden gizlenmiş

hâzinelerini ortaya dökerek Türkiye'yi herkesin malı ve

aynı zamanda herkesin yuvası yapacaklardı. Bu uygarlık susamışlığında

oradan buradan alınmış akıldışı ideolojilere yer yok-


8 6 Zümrütnâmc

tu. Köy Enstitüleri aslında Anadolu'nun insanlığa hediyesi olan

"aklın" ve "müspet ilimlerin" ürünü olarak doğmuşlardı. Köy

Enstitüleri o büyük Anadolu çocuğu Herakleitos'un dediği gibi,

gerçeği bulabilmek için önce gerekli olan "ortak"ı yaratacaklardı:

herkes uygarlık dilini konuşacaktı, herkes bilimsel düşünecekti.

17 Nisan ne yazık ki neşeyle birlikte hüzün de veriyor insana.

Çünkü bu yukarıda sayılanların hiçbiri olamadı. Herakleitos'un

o en büyük iki düşmanı, aptallık ve cahillik, ondan 2500 yıl

sonra Anadolu'da gene hortladı ve Köy Enstitüleri'ni yok etti -

onlarla beraber Anadolu insanının insanca yaşama ümidinin çok

önemli bir kısmını da. Birisi bir enstitüde şu sözleri görmüş:

Şpkil 11. Köy Enstitiılori'nin

kurucusu M illi Eğilim

Bakanı Hasan-Âli Yticel,

İzm ir K ızılçullu Köy

E nstitüsü'ııde bir atölye der

sini teftiş ederken ( 1941

yılında yayım lanan ilk Koy

Enstitüleri başlıklı yıllıktan'

Entelektüel bakanın

şalısmda toplanm ış olan

uygar dünya göriişü,

iiydm lık devlet felsefesi ve

saygılı lıalk sevgisi, başını

okşamakta oldııg u

öğrencinin gözlerinde

ckun-ibîlerı geleceğe dııy u

laıı engin güv en ve ülkesine

d uyulan içten ın.ıncın

kaynacıydı I ıy ı m t ılu lc ı».

A l.ıttifk'ıııı ı in|>. um anım

uygar d ü n y an m H » parçası

y.npm.ı projesinin en öne m li

u z a n tıla rın ım hırıydı ı.ı 1 .

«rh .ll.- tv r a,.l.,||lk y .

o ııl.ırı


17 N isan! 8 7

"Bozkırları biz donattık, Tanrı'nın noksanını tam a m la d ık " ve

bunu yazan kahrolsun" diye düşünm üş! Herhalde b u zat kendini

dindar, okuduğunu da küfür zannediyordu! H iç kuşkusu z

bilmiyordu ki, büyük A lm an jeologu Baron Leopold von Buch

Prusya Bilimler Akademisi'ne seçildiği g ün yaptığı ko n u şm ada

jeologun görevinin "tabiatın eksik bıraktığı işi tam am lam ak " o l­

duğunu bütün dünyaya ilan ediyordu. Tabiî zeki, bilgili ve k ü l­

türlü Leopold von Buch, kendi dininin kitabını iyi biliyor ve Tanrı

nın insanı "kendi suretinde" yarattığını, ona y e ry ü zünü kendisine

tâbi kılmasını" emrettiğini hatırlıyordu (Tekvin, 1). G oethe

de insana dünyanın küçük tanrısı dem iyor m uy d u ? B üy ük b ilg in

l-eopold von Buch kendi dini gereği bunları biliyordu am a, "Tanrı

nın noksanını tam am ladık" ibaresini okuyarak dehşete d üşe n

zavallı, kendi dini gereği Kur"an'm insandan A llah 'ın halifesi olarak

bahsettiğini bilm iyordu (örn. Bakam, 30, En am, 165). A lla h 'ın

dünyayı bir deneme m ahalli olarak yarattığını (örn. Enfal, 28), elbette

bu denemede bizlere eksik-gedik bir sürü şey verdiğini,

bunları tamamlamak için de bizleri akılla donattığını en basit bir

ün bilgisinin bile verebilecek olmasına karşın, Köy Enstitüleri'ne

saldıranlar, bu kadarından bile m ahrum dular. En am, 35, peygambere

Tanrı'nın dünyada yaratm adığı şeyleri yapm ay ı denemesini

salık vermiyor m u? Köy Enstitüleri'ne saldıranlar, insana

yaratıcılığı çok görmekle, gazabından korktukları Tanrı'ya en b ü ­

yük hakareti ettiklerinin farkıda olamayacak kadar en b ü y ü k g ü ­

nah sayılan cehaletin (Ar'âf, 199; Hûd, 46) pençesindeydiler.

Köy Enstitüleri ve onların ruhu sonunda Tayland'a kadar

gitti ama Türkiye'de kök salam adı. B ugün, 1946'dan g ü n ü m ü z e

yaşanan eğitim fiyaskosunu düzeltm ek için yola çıkanların b ilmesi

gereken en önem li şey, eğitim in iki amacı o ld u ğ u d u r: 1 )

öğrenmeyi öğretmek, 2 ) öğrenmeyi öğrenen insanların birbirlerıvle

iletişim sağlayabilecekleri ortak bir k ü ltü rü geliştirmek.

Köy Enstitüleri'nin amacı, 2. D ünya Savaşı'nın fakir Türkiye'sinin

ortamında bunları başarmaktı. Son yıllarda T ürkiye'nin karşılaştığı

ve her biri ülkenin emniyetini ve halkın bekasını cid d i­

yetle tehdit eden m uhtelif sosyal sorunlar, Köy E nstitüleri'nin

amaçlarına ulaştırılm am ış olm alarının Türkiye'ye ne kadar p a ­

halıya patladığının görmesini bilenler için en açık delilidir


Çocuk ve Bilim35

Büyük Taarruz hazırlanırken, kesin ve hızlı bir sonuca varabilmek

için Atatürk çok cesur, ama cesur olduğu kadar da riski

bol bir plan kabul etmişti. Harbiye'den hocası olan 2. Ordu Komutanı

Yakup Şevki Paşa, ülkenin tüm olanaklarını adeta bir

kumara süren bu plana şiddetle itiraz etmiş, hatta bu itirazını

defaatle tekrarlayarak yazıya bile dökmüştü. Tecrübeli ve bilgili

komutan, tecrübesinin ve bilgisinin sesine uyarak ihtiyatı elden

bırakmamak gerektiğini tavsiye ediyor, ama salık verdiği ihtiyatla

ülkenin eninde sonunda elden gitmesinin kaçınılmaz olacağını

göremiyordu. Atatürk, sonunda paşaya "Hocam" demiştir,

"burada Harbiye'deki harp oyunlarını oynamıyoruz. Memleket

için kesin neticeyi almak üzere her şeyimizi tehlikeye atmaya

mecburuz." Daha sonra muzaffer ordu hızla İzmir'e doğru

ilerlerken, yolda Atatürk'ün arabasıyla karşılaşan Yakup Şevki

Paşa, "Sen, bizim göremediğimizi gördün" diyerek eski öğrencisinin

elini öpmeye teşebbüs etmiştir. Şevket Süreyya Aydemir,

daha sonra İzmiı'e girilen gecede, Nifteki karargâhta, Atatürk'ün

ruh halini şöyle anlatır: "Ve bu gece kendini biraz da sıkan

bu karargâh havası içinde isyan eden bakışlarla etrafını süzdü.

Sonra maiyetine bağırdı: 'Yahu, İzmir'e girdiğimiz akşamdır

bu... Bu kadar sessiz mi olacak? Haydi bari biz kendimiz şarkı

söyleyelim...' Ve hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler."


Çocuk ve B ilim 8 9

Ş * k ıl 23. M u s ta fa K e m a l y a rım d a y a v e r le r in d e n C e v a t A b b a s G ü r e r, k u c a ğ ın d a m i n ik Ü l k ü v e

karşısında ik i Kışfca ',o cuk o ld u ğ u h a ld e k e y ifle b ir a s ın ı y u d u m lu y o r ! B ü y ü k le r , a r k a d a v e

uzakta, çocuklar ise o n u n d iz in d e ve d iz in in d ib in d e . B ü y ü k d â h i, k e n d in i ç o k y a k ın h is s e ttiğ i

b u k ü ç ü k “y a ş ıtla rın a " b ıra k .ıra k g itti C u m h u r iy e t i. G e r ç e k te n d e o " ç o c u k la r " d e fa a tle o n u n

b u güvenine lâ y ık o ld u k la r ın ı g öste rd ile r. C u m h u r iy e t i v e u y g a r y a ş a m id e a llin , d ö n e m d ö n e m

kafa k ald ıra n a p ta llığ a ve c a h illiğ e te s lim e tm e d ile r (B u enfes f o to ğ r a fın b ir k o p y a s ın ı b a n a

hediye eden k ıy m e tli d o s tla rım S a y ın H ü s e y in G ü r e r B e y e fe n d i'y e v e eşi M e lik e G ü r e r

M an ım efendi'ye te şe k k ü r b o r ç lu y u m ).

Belki N if karargâhındaki m uzaffer k o m u ta n ın m aiyeti,

onun inanılm az başarısının arkasında yatan cevherin, ona karargâhta

bağıra bağıra şarkı söyleten çocuk yanı o ld u ğ u n u d ü ­

şünmemiş, g ü n ü n birinde İzm it'te bir çay partisinde her tü rlü

protokolü hiçe sayıp anne ve babalarının ellerinden k u rtularak

onların dehşet dolu bakışları arasında G a zi'n in b o y n u n a atlayan

çocuklar için "onlar benim yaşıtlarım dır" diyeceğini akim a

getirmemiştir. 3 6 A m a b ü y ü k dâhi, dehânın hızlı d ü ş ü n m e k yanında

aynı zam anda düşündüklerini aklın d o ğ ru /y a n lış bilgi

yüküne ezdirmeden şekillendirebilmek o ld u ğ u n u da biliyordu.

Bunu yapabilmek için ya o y ükü oluşturan bilgileri çok b ü y ü k

bir hızla yeni düşüncelerle karşılaştırabilmek veya o bilgi y ü ­

künden yoksun olm ak gerekmektedir. İşte M ustafa Kem al, dehâ

ile çocuğun ara kesidinin yalnızca ve yalnızca d e h ân ın b ilg i­

li olsa bile yaratıcı olabilen, çocuğun ise bilgisi o lm a d ığ ı için


90 Zümrütnâme

muhayyilesinin yarattıklarını saklamaya ihtiyaç duymadan

tüm çıplaklığı ile dile getirebilen yanları olduğunu anlamıştı.

Yakup Şevki Paşa da onun yaratıcılığını önce çocukluk sanmış,

sonra gerçekle sınanınca dehâ eseri olduğunu takdir etmişti.

Bilim ve bilimsel düşünce, insan toplumunu da içeren evrenin

yapısını ve evrimini yöneten yasaların, ortaya atılacak cesur

varsayımların gözlemle sınanması ile bulunabileceği esasına

dayanır. Hem bu cesur varsayımlar, hem de onları sınayacak

gözlemler ise yaratıcılık olmadan yapılamaz. İnsan yaratıcılığı,

doğanın sırlarını insan düşüncesinde baştan yaratmak demektir, hatta

bunun da ötesinde doğada olmayanları yaratabilmek, kurgulayabilmek

anlamına gelir. İşte bu yüzden Atatürk, doğru/yanlış bilgilerle

eli-kolu bağlanmamış, hayal gücü "büyüklerinkinin" kat

kat üstünde olan çocuklarda bütün evreni ve hatta daha da fazlasını

baştan yaratabilecek tanrılar görüyor, geleceğimiz olan

bu tanrılara en büyük saygı ve en içten özenin gösterilmesini

istiyordu. Bu tanrıları körleştirecek her türlü eğitim engelini ortadan

kaldırmayı kendisinin ve kuracağı yeni Türk devletinin

en önemli görevi olarak kabul ediyordu: "Türk çocuklarının

yüksek kabiliyetine inanım tamdır. Bunun binbir delili görülebilir"

diye yazmamış mıydı 2 Kasım 1933'te? İşte bu delillerden

biri ve belki de en anlamlısı, ulusunu geçmişin otoriter baskısından

kurtardığı 23 Nisan tarihini küçük tanrılarına adamış olmasıdır.

O, büyüklerin çocuklardan kuşkusuz daha bilgili ama asla

daha akıllı olmadıklarını bilen, bu halkın yetiştirdiği en büyük,

en yüce çocuktu.

Bu 2 3 Nisan da daha nice 2 3 Nisanlar yaratacaklarından hiç

kuşkum olmayan Atanın tüm küçük tanrılarına kutlu olsun!


XXI

Çocuğunu Yiyen Satürn37

■i,|e. ı h yÜmdan Türkiye'nin ufku, yoğunluğu ve kalınlığı

darlık , artan ^ara bulutlarla sarılmaya başlanmıştı. Sözde din-

"lası a'llna' inançlara ulusun bireylerinin kendi başlarına

dilin " T * ım^an verebilecek bütün bağları, ona yabancı bir

leiın V0 l*,urun baltalarıyla kesen; sözde milliyetçilik adına m illeri

,U^^ar dünYa ile bağlarını kopararak onu, A tatürk'ün bizmen

r ' SXk,p ^ ardl& cehalet ve bağnazlık batağına gö-

0 ]n ' . ı e serbest teşebbüs adına, içinde hiçbir hür düşüncenin

lı . r * 1 Ve hal<ikatte bağımsız olmayan bir toplum yaratıp

iba 3 UîTlİt„edel:)^ecekleri en üst düzey yaşam ın işte bundan

arei olduğu savını tezgâhlayan bir zihniyet devlete egem en

oldu ve ülkeyi yönetti.

Bu zihniyet; demokrasinin çoğunluğun borazanı sanıldığı

’ir ortamda, içine çektiği tüm bireyleri kısa zam anda kendilerine

nıe yabancı politik araçlar haline getiren gericilik girdabının

aranhğma ülkeyi tamamen çekti sanılırken, hiç beklenmeyen

•■ir şekilde orada burada bu karanlığı yırtan ışıklar yanm aya

başladı! 1990 yılında bu ışıklar önce TÜBİTAK'tan yükseldi

Kemal Gürüz ve arkadaşları birkaç yıl içinde Türk bilim dünyasının

Haşan-Ali Yücel'den beri görmediği bir iyi niyet ve teşvik

hissini araştırmacılar arasında yaymayı başardılar. Hem en

ardından TUBITAK çok ciddî bir tercüme işine girişti. O tarihlerde

Guruz'ün başyardımcısı olan Namık Kemal Pak "Önü

muzdekı örnek Hasan-Ali Yücel'in tercüme serisiydi" diyor;


92 / m ıın lr n in K

:N

i


Çocuğunu Yiyen Satürn 93

"bizier gençken onlarla büy ü düydük. Yücel'in çapma henüz

gelemedik, ama amaç onun çizgisini tutm aktır."

Ankara'da şafak bu şekilde sökerken, İstanbul kendi karakterine

ve tarihine yaraşır bir sabaha hazırlanıyordu. Burada

güneşin yükseleceği nokta 1773'te O sm anlI'nın çürüyen uzu v ­

larına hayat vermek için doğan Miihendishâne, yani ITÜ'ydü.

ITÜ'nün iki başarılı m ezunu, iki kaliteli m ühendis v l 1aynı zamanda

becerikli iş adam ı, İzzettin Silier ve Eriin Arıoelu,

194fı'dan beri, yani Hasan-Âli Yücel'in m aarif vekilliğinden ayrıldığı

andan itibaren, Türkiye'nin uzerrne çöken gecenin artık

bitmesi gerektiğini düşünüyorlardı. İçinde yetiştikleri ortam

onlara bu geceyi yırtacak tek ışığın A tatürk'ün ve Hasan-Âli

Yücel'in tabiriyle "m üspet ilim " o lduğunu söylüyordu. Bu

134 go cu kların d an b irin i yiyen Satürn. Francisco

1o y a y Lucientcs'in M ad rid'in dış m ahallelerinden

ou inde bulunan ve 27 Şubal 1819'da salın a ld ığı Qııtnhl

•i* urda nun (Sağır A d a m 'm İn ziv a Ev i) alt katine* ,xi

ü'iUınuıı girişin in karşı d u varın a yap ılm ış iki d ik resim -

W-n bin olan Satürn, a k lı ezm ek, yok etmek isteyen

■•im ö zgürlük düşm anlarını, aklın karşısın d a yer alan

«iim irrasyonel güçleri temsil ediyordu Bu resim ,

1« ız c r temalar işleyen ve Qf<ffita'nm d u varlarına

yapılm ış "Kara Resim ler" serisinden biridir. G oya'm n

1•ı muhteşem resm inden önce de Satürn Ispanya'da

1‘lisenin boyu n d uru ğu nda geçirilen zam anlarda

ülkeyi elinde b ulunduran karan lık gücü temsil ediyor

dit. G oya'nın çağdaşı YVilliam VVordsvvorth İspanyol

lartn 18Ü8'de N apolyon'a karşı ayaklandıkları haberi

ıızerine "Ispanya'ya Satürn'ün hüküm ranlığının

döneceği" endişesini dile getirm işti. Aydınlanm anın

filozof ressamı olan G o ya, Satürn'de Ispanya'nın kendi

çocuklarını yiyen b ir d evi anım satm asını veya

İspanyolların birbirlerini yem eleri temasını da ifade

etmek istemiş olabilir. Bu konuda detaylı b ir tartışma

ve literatür için b kz M ueller, P., 1984, Go\/ıı s Binek

Paintings Tnıih a mi Keason in Ugfıt and Libert»/: Hıe

H isp anic Society of A m erica, N ew York, 253 ss.

Bilhassa, ss. 167-177). G o ya'n ın bu korkunç tabloda

duvara boşalttığı his ve düşünceleri, insana ondan

neredeyse b ir y ü zy ıl sonra Tevfik Fikret in Tarih-i

Kuttim'inde m ısralara döktüklerini çağrıştırm ıyor mu?


94 Z üm rütnâm e

m üsp et ilim okul Iaboratuvarlarından, üniversite kütüphanelerinden

çıkmalı, halka uzanm alı, halkı kucaklamalı ve halkı, ülkeyi,

Ata'nın hayal ettiği gibi, yalnız gecenin değil, tüm "m u­

asır medeniyetin üzerine" yüceltmeliydi.

İşte Silier ve A rıo ğlıı etraflarına topladıkları merhum Kâzım

Çeçen eibi hocaları ve dostlarıyla halka bilim i öğretecek bir

Bilim Merkezi kurmak üzere yola çıktılar ve kısa zam anda inanılm

az mesafeler aldılar. Oyle ki, G ü rüz ve arkadaşlarının A n­

kara'da yarattıkları aydınlık, İstanbul'daki Arıoğlu, Silier ve arkadaşlarının

sabahıyla adeta birleşti, devletle vatandaş bilim

için elele verdiler

İşte geçen Cumartesi ITÜ’n ün tarihi Taşkışla sının 109 n u­

maralı salonunda BUim Şenliği etkinlikleri arasında yapılan

Ömür Boyu Eğitim uluslararası paneline ben bu düşünce ve hislerle

katıldım . PanelH° Dünya Bilim Merkezleri 2. Kongresi başkanı

ve Calcutta'Haki Bilim Şehri m ü d ü rü Dr. Saroj Ghose de

bize H indistan'da başarıyla yürütülen bilim merkezleri program

ını anlatırken, bvı çerçevede köylerde yapılan öğretimi ve

köylüye verilen tarım, sağlık, zanaat vb. eğitim ini iftiharla anlattı.

"Am an! A m an!" diye d üşündüm : "Bizim Köy Enstitüleri-

'ni anlatıyor adam! Türkiye'de aptallık ve cehaletin b o ğ d u ğ u

Köy Fnstitiileri'ni! Yaşasalardı Türkiye’yi pırıl pırıl aydınlık yapacak

o örnek kurum lan!"

Ümit ederim ki o feci olaydan ders almışızdır. U m arım artık

bunl.ır lnr *laha olınaz. Türkiye Satürn gibi kendi evlatlarını

yemekten vazgeçer Arıoglu, Silier ve etrafındakiler, serbest

müteşebbisler olarak, artık Türkiye'nin Ata'nın çizdiği akıl ve

bilim yoiunda gitmek istediğinin altını çiziyorlar. U m arım İstanbul

Bilim Merkezi, şehrimizdeki pek çok özel m üze, özel

okul ve daha başkaları, güçlerini birleştirerek bundan sonra ü l­

kemizde akıl düşm anlığının hortlamasına, hayattaki en hakikî

mürşitten gene ayrılmamıza bir daha izin vermezler.


XXII

Doğu ve Batı38

Türk biliminin insan bilgisine yaptığı en önemli katkılardan

biri ve Bitti adını taşır. Büyük arkeolog, sanat ve kültür tarihçimiz

Ekrem Akurgal, 1966 yılında Orient und Okzident adlı

bir eser yayımlamıştı. Bu eser hızla pek çok diğer Batı diline, bacılarına

birden fazla, çevrildi ve hâlâ da Doğu-Batı kültür alışvenşmin

tarihi konusunda dünyada en çok atıf yapılan başvuru

kaynaklarından biri (ama daha Türkçe'ye çevrilmedi!). Bu eserin

ana teması, Helen kültür çevresinde 8 . yüzyıldan itibaren

görülen büyük kültürel uyanış, hatta sıçrayışın, malzeme ve

esin kaynağının hemen tamamen Ön Asya'da bulunan büyük

doğu kültürleri olduğu idi. Akurgal daha önce geliştirdiği stil

eleştirisi yöntemi ile güzel sanatların Doğu'dan Batı'ya doğru

nasıl geliştiğini büyük bir ustalıkla belgelemişti. Yalnız kanımca

Akurgal'ın bu çok önemli eserini sadece zengin bir arkeoloji belgeseli

ve enfes bir sanat tarihi kitabının da ötesinde, büyük bir

fikir tarihi sentezi haline getiren özelliği, yazarının Helen sanatının

ilham ve malzemesinin doğudan gelmiş olmasına rağmen,

yepyeni bir mentalitenin ve onun kontrolündeki parlak bir çağın

müjdecisi olduğunu görmüş, bu büyük değişikliğin Helenlerin

düşünce sürecinde yaptıkları mucizevî bir buluşun sonucu

olduğunu fark etmiş olmasıydı. Akurgal eserinin sonunda güzel

sanatlarda görülen bu büyük atılımın, aynı anda ve aynı yerde

şiirde ve tiyatroda da olduğuna ve bunun bugün doğa bilimlerinin

doğuşunu simgelediğini bildiğimiz felsefî hareketle de zaman

ve mekânda çakıştığına dikkat çekerek, tüm bu yeniliklerin


96 Zümrücnâme

nrtak paydasını teşhis etmişti: Bireysel özgürlük üzerinde yükselen

eleştirel akılcı düşünce1Al urgal, büyük eserinden on yıl önce verdiği

bir konferansta bireysel hürriyetin Batı'da toplumsal bir

gündem haline gelmesinden sonra Doğu'nun gelişmede Batı'yı

bir daha yakalayamadığının altını çizmişti (Ortaçağ'da Doğu­

'nun Batı'yı işgal ettiğini unutmamak gerekir!).

ORIENT UND

OKZIDENT

İMİ. r; I. HURT d e r o r i k c i i i s c h i n k u n s t

VON

IİK K E M A K U R G A I.

IIOI.I.I. VI KI.AC i: ' l)KN I' Un

Ş ekil 25 L’krom Akıırg*ırın Doğu w (O n o ıf ıınıf Ukzidcnt) «ıdlı esrri, y.-ılnız Türk

A rk e o lo jisin in ortaya koyduğu <»rijin.il bir arkculojı v. s.ınat tATihı sentezi değil, lum Türk

b ilim dün y acın ın uıcttiği eıı önem li ve o /g ü ıı düytıiK’P tarihi V.ryitaklarından biridir.


lJojju ve Batı 9 7

S ö m ü rg e c iliğ in pek çok çirk in y ü z ü n ü n açık seçik ortaya

lökülm e si, s ö m ü rü le n u lu s la rd a k e n d ile rin i söm ü re n le rd e n

ayıran her tü r lü k o lektif etikete karşı pek haklı b ir a n tip a ti

u y a n d ırm ış , s ö m ü re n u lu s la rın a y d ın la rı da b u a n tip a tiy i p a y ­

laşm akta gecikm em işlerdir. D o ğ u , orient, a n tip a ti d u y u la n b u

terim ler arasındadır. H atta 20. y ü z y ılın ilk yarısın ın sonuna k a­

dar bir b ilim d alı o lan oryantalizm de söm ürg e ci güçleri sim g e ­

lediği için a d ın ı terk etm ek z o ru n d a kalm ıştır.

A ncak son za m a n la rd a giderek artan d o zla rd a D oğu-B atı

sentezinden b a h s e d ild iğ in i, B atı'yı ve D o ğ u 'y u tem sil eden k ü l­

türlerin kaynaşarak ortak, d ah a ze n g in b ir k ü ltü r o lu ştu ra cakla ­

rı in a n c ın ın d ile g e tirild iğ in i, d o layısıy la D o ğ u 'n u n rehabilite

e d ild iğ in i, d u y u y o ru z . Ö z e llik le ü lk e m iz d e g e çtiğim iz b ir yıl

içinde pek çok e nte le ktüe lin y azı ve sohbetlerinde —b aze n h a lk ı­

m ız ın b ilin e n güncel sancılarına atıf y ap ılarak—bu in a n c ın d ile

g e tirild iğ in i g ö rd ü m . Epey bir z a m a n ın ı A sy a 'n ın d e ğ işik ü lk e ­

lerinde jeolojik a raştırm alar y ap ara k geçirm iş b ir b ilim a d a m ı

olarak, b u in ancın , k ü ltü rle rin de her d ü şü n s e l sistem g ib i evrim

g e çird iklerini, k ü ltü re l öğe le rin , y a şa m ın insana s u n d u ğ u soru

n lara önerilen ç ö z ü m le ri tem sil eden hip o te zler o ld u ğ u n u göza

rd ı ettiği k a n ıs ın d a y ım . D e m o k ra tik idare sistem leriyle ancak

g ü n ü m ü z d e tan ışm ay a b aşlay an D o ğ u 'n u n , tü m tarih i b o y u n c a

- H elen b ilim in in vârisi 7.-15. y ü z y ıl İslâm k ü ltü r çevresi hariçb

ilim se l b ir gelenek geliştirm e m iş, gerek to p lu m s a l gerekse de

d o ğ a l çevrenin ele a lın m a s ın d a eleştirel aklı —istisnaî ve çok

ö n e m li b azı bireyler d ış ın d a —k u lla n m a m ış ve to p lu m a m a l e dem

e m iş o lm ası, b u g ü n h e m e n tü m D o ğ u 'n u n da kendi isteği ile

geleneksel d ü ş ü n c e ta rz ın d a n ayrılarak B atı'n m , y an i bilimsel

d ü ş ü n c e tarzın a geçm eye b aşlam ası s o n u c u n u d o ğ u r m u ş tu r .

B u ra d a da D arvvin'in e v rim m e k a n iz m a s ın ın en ö n e m lile rin d e n

b iri gereği ü s tü n o la n d ü ş ü n c e sistem i, az g e lişm iş o la n ı d o ğ a l

o larak tarih e g ö m m e k te d ir. Yanlışla d o ğ r u n u n "s e n te z in d e n "

d o ğ r u n u n çık m ası - k im ne derse desin- m a n tık e n m ü m k ü n d e ­

ğild ir. Y anlış d o ğ u ra c a k g ayri b ilim se l ro m a n tik sentezlerde ısrara

k a lk m a k , ta rih in defaatle g ö ste rd iğ i gib i, in s a n la rın g ö m ü l­

m esiyle sonuçlanır. M arife t, in sanla rı d e ğ il, y a n lış lığ ı b e lg e le n ­

m iş d ü şü n c e le ri g ö m m e k tir.


XXIII

Bilimsel Bir Kitapta Kendini Gösteren

Bilimsel Kafa39

"1919 senesi Mayısının 19. günü Samsun'a çıktım. Vazıyei

ve manzara-i umumiye:" Bu kelimelerin kendine "kültürlü" sıfatını

yakıştıran herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına

tanıdık gelmemesi imkân dışıdır. Mustafa Kemal Paşa, 15-20

Ekim 1927 tarihlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Kurultay

ın a altı günde okuduğu ve içinde 1919-1923 yıllarının hesabını

verdiği büyük Nutuk'unu yukarıdaki sözlerle açmıştır Bilhassa

Nutuk'u n içeriğini okuduktan sonra bu açış cümlesi bir diğer

büyük klasiğin, AvusturyalI büyük jeolog Eduard Suess'un bir

doğa bilim i şaheseri olan Arzın Çehresi (Das Antlitz der F.rde) adlı

dev yapıtının açış ifadesini bana hatırlatmıştı: "Gezegenimize

göklerden yaklaşan bir gözlemci, kızılımsı-kahverengi bulutları

kenara iterek gözlerinin altında bir gün esnasında dönerek kendini

ona takdim eden yerkürenin yüzeyinin genel manzarasını

görebilseydi... Suess'ün 1883-1909 yılları arasında dört büyük

cilt olarak çıkan eseri, 19. yüzyıl sonuna kadar yerbilimlerinde

yapılan çalışmaların bir özeti değildi. Suess, dağ kuşaklarının,

kıtaların ve okyanus havzalarının yapısı ve evrimi hakkında

1870 li yılların başından beri geliştirmekte olduğu yepyeni fikirlerini

o zamana kadar tüm dünyanın yüzeyinde birikmiş olan

gözlem malzemesinin süzgecinden geçirmiş, yer yer bizzat bu

gözlem malzemesini eleştirmiş, fakat büyük ölçüde yapısal jeolojinin

eski kuramsal yapısını tamamen yıkarak yerine yepyeni

bir abide inşa etmiştir. Bu abide yapılırken Suess'in kullandığı


Bilimsel Bir Kitapça K endini Gösteren Bilimsel Kafa 9 9

- J J

^ AN I IJTZ Dİ U I Km

i I’I \l' i» I I

^«■Vıl îa Elı.ştırel «ıkılcı düşünceyle ele aldıkları problem lerin çözüm şekillerini nnhıtnn iki

bilimsel ■iî.ıp Mustafa Kem al'in Nuh/k'u n u n (1927) ve Edunrd Suess'ün Düs Ant!it der

f'rrfe’sının birinci cildinin (1883) başlık snhifelerı.

teknikler kendinden önceki jeologların kullandığından farklı değildi.

O da yüzyıllardır biriken taş bilgisini kullanm ış, kayaç

1iitlelerinin karşılıklı m ekân ilişkilerinden, herkesin kullandığı

aklıselim kurallarından istifade ederek, zam an ilişkilerine varmıştı;

Suess'ün elindeki yerküresi fiziği bilgileri herkesinkinden

değişik değildi. Suess de fosilleri herkes gibi tanıyor, herkes gibi

yorum luyordu. Ama meydana çıkardığı eser herkesinkinden o

derece farklıydı ki, yerbilimciler haklı olarak b üy ük bir bilim sel

devrim ve onu yaratan bir dehâ ile karşı karşıya olduklarını, Arzın

Çehresi'nin daha ilk cildi yayım lanır yayım lanm az anladılar.

Neydi Suess'in eserini bu derece değişik yapan? O nasıl

olup da herkesin elindeki im kânları kullanarak hiç kimsenin yapam

adığını yapmıştı? Bu soruların cevabının önem li bir kısmı

büyük dâhinin kitabının içinde gizlidir. Suess, açış cüm lesinin

de gösterdiği gibi her şeyden önce gerçeği görmek için gözlem

yapıyor, olabildiğince kimsenin aklına gelmemiş yeni bakış açıları

yakalamaya çalışıyordu. Hiçbir teoriye bağlılığı yoktu, ama

kendinden önceki tüm teorileri detaylarıyla biliyordu: Suess'ün


1 0 0

Zum rücnâm e

bilimsel literatür t -ilgisi efsanevîdir. En zırva fikirleri bile büyük

bir ciddiyetle ele alıyor, ancak en sarsılmaz görülen fikirleri bile

en acımasız bir şekilde eleştiri süzgecinden geçiriyordu. Bıkıp

usanm adan fikir üretiyor, bunları değişik içeriklerde deniyor»

■özlemle çeliştiği su götürmez olanları, üzerinde ne kadar zahmetle

çalışmış olursa oisun, hemen eliyordu. K e n d i s i n e yöneltilen

«-k-şiırileri ancak somut bir yanlış veya tutarsızlık gösteriyorlarsa

ciddiye alıyor, örneğin kendisi ile "o jeolog değil, jeomııha*

b ird ir veya jeoşair" diye alay edenlerin sözleri ise bir kulağında 1

giriyor, diğerinden çıkıyordu. Suess öldüğü zaman kendısiyle

dalga geçenler çoktan tarihin içinde kaybolmuştu, ama onun v’

rattığı t*scr kendinden sonraki jeolojinin temeli olmuş, Suess e

gelmiş geçmiş en büyük yerbilimci sıfatını kazandırmıştı.

Nutuk'u okuduğum zaman, onun Suess'ün eseri, içindeki

lerin de onun yöntemleriyle gösterdiği benzerlik beni hayr*^L’

düşürm üştü tlo/.lemdeki kapsam, ısrar ve isabet, her fikre hur

met ancak her fikri gözlem ışığında acımasızca eleştiri, başkala

rının gözlemlenin bilmedeki bilginlik ve kullanmadaki maha

ret, gerçeği ve gerçeği arama azmi ve bu azimdeki -ken

di fikirlerini de zaman zaman çöpe attıran— h o ş g ö r ü s ü z l ü k ,

Mustafa Kemal'in çalışma yönteminin en belirgin taraflarıdır

ve bunlar Suess'te olduğu Ribı onda da yöntemi bilimsel yapmaktadır

O da Suess gibi kendisiyle dalga geçenleri mahcup

etmiş, o da tarihe -bıı .-fer toplumsal içerikli- bir beyaz devrim

kapandırarak, üstelik, sosyal bilimlerin de doğa bilimleriyle

c.ynı yöntemlerle yapılma i zorunda olduğunu göstererek, böy-

Iece yalnız Türkleri değil, tüm insanlığı bir adım daha ileri göturerek

bu dünyadan şerefle göçüp gitmiştir. Bu yüzden 1Q

Mayıs 1919 u, halkına akim vr bilimin yolunu açtığı o kutsal

yunu. insanlara ektirdiği açlardan ötürü tarihe- gommey. kafasına

koyduğu o ilkel kültür yüzünden h.çh.r zaman öğrenemedıgı

doğum gununun yerine kullanmıştır


XXIV

Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akılw

I ü',ül yaşımdan beri resimde empresyonistlerden itibaren,

ırıu/ıl iı- de romantiklerden itibaren gelişen modern akımların

ürünlerinden bir türlü haz alamamışımdır. Bu ürünlerden hoşlanan

pek çok dostum da benim bunları anlamadığımı, anlamak

içııı çaba göstermediğimi söyleyip dururlar bana. Ben ise

biilun iyi niyetim ve yeteneğimle bunları anlamaya çalıştığımı

■«oyler, ama bunu başaramadığımı itiraf ederim.

Genellikle hep şu tartışmayla biter konuşmalarımız: sanat

sanat için midir, sanat başka şeylere de hizmet etmeli midir?

•'■en, bilhassa 20. yüzyıl sanat dünyasında, bundan daha temel

ır sorun olduğu kanısındayım: Sanat sanatçı için mi, yoksa başkaları

için mi? Bir diğer ifade ile, sanat bir iletişim aracı mı,

yoksa yalnızca bir kişisel tatmin vasıtası mıdır? Eğer sanat yalnızca

bir kişisel tatmin vasıtası ise, bunu bir ikinci kişinin nasıl

değerlendirmesi beklenilebilir? Yani bu durumda resim, müzik,

heykel, tiyatro, şiir, nesir, vb yarışmaları yapmanın bir anlamı

kalır mı? Kalırsa burada kullanılacak kıstaslar nasıl belirlenmelidir?

Sanat tarihi ve arkeoloji dünyasının klasikleri arasında olan

Doğu ve Batı isimli büyük eserinde Ekrem Akıırgal sanatın evriminden

bahsederek, Doğu'da binlerce yılda çok yavaş gelişen

sanatın, Batı'ya, yani Ege Denizi çevresindeki Yunan dünyasına

gelince birdenbire bir patlama yaptığını ve birkaç yüzyılda çok

gelişmiş bir hal aldığını söylüyor. Nedir Akurgal'ın gelişmişlik

kıstası? Tasviri sanatlarda üç boyutluluk, tiyatroda çokseslilik


1 0 2 Z ü m rü tn â m e

ve h e p s in d e gerçekçilik ı .erçekten b u g ü n de gelişmiş toplum

ların sanat tarihlerine b aktığım ızd a , yukarıda sayılan bu kıstasların

"g e liş m iş liğ in " belirteci sayıldığı görülüyor, mesela müzik

te çok seslilik, O rta A.sya ve bazı Afrika m üziklerinde (hatta

en ilkel in sanlardan olan pıgm elerde bile) çok sesli m üzik bilinm

esine rağm e n , genellikle -am a m odern m ü zik kuramcıları tara

fın d a n değil!- gelişm işliğin kıstası addedilegelmiştir. Ben

A k u rg a l'ın k u lla n d ığ ı kıst.ısl.ırda temel bir gerçeğin bulunduğ

u n u hep hissettiğim Halde, bazı sanatkâr ve/veya sanat-bilir

d o stla rım bana sanatın b u tür kıstaslarla ölçülemeyeceğini, san

atın sanatçının kendi âle m ini betim lem e tarzı olduğunu, yani

h e p te n öznel bir faaliyet o ld u ğ u n u söylemişlerdir. Tabiî bu tam

a m e n d o ğ ru o lam az. D o ğru ise, sanat yarışm alarının anlamı

k a lm a z, sanat m üzele rin e ve sergilerine yapılan ziyaretler, konserlere

gidişler de bir akıl hastanesine yap ılan ziyaretlere indirgenir.

Ben b u t ü r tartışm alarla bir yere varam azken, m a te m a tik

y a n ı g ü ç lü olan şöhretli bir jeolog dostum , A kdeniz'in 5 m ilyon

yıl önce tam am en k u r u d u ğ u n u n kâşifi, Z ürih'teki Federal

Teknik Ü niversite (E T H ) profesörlerinden Kenneth J. H s ü m ü­

zisyen olan o ğ lu y la ilg inç b :r k e ş if yaptıklarını söyledi bana:

" M ü z ik , d ah a doğru su batı m ü z iğ i," dedi Ken, "Beethoven'in

sun kuartetlerine kadar fra k ta l geliyor azizim . O nlarla beraber

fra tta l özellik kayboluyor!" Fraktal, en kısa şekilde bir bütün

ü n parçaların ın b ü tü n ü n tam am ına olan benzerlik derecesi

olarak tan ım la nabilir Ken'e, "Bu sınır, benim de m üzikteki beğeni

sın ırım la tam çakışıyor," dedim "Elbette," diye cevap

verdi " Ç ü n k ü fraktal m ü z iğ in , ıç yapısı klasik m im arî gibi,

rasyonel. H alb uki fraktal olm ayan m iizik bu iç yapıdan yoksun,

irrasyonel "

O g ü n bu konuya devam edem edik. Daha sonra da bir d a ­

ha ona d önem e dik A m a Ken'in ve o ğlu n u n ilginç gözlem i ben

im u z u n zam andır içim de olan bir kanıyı güçlendirdi Sanatın

da nesnel kıstasları vardır Oenellikle yaptığım ız gıiııul/akıl uyırımı

gerçek d eğildir Her jey .ikildir Akıl dışı olan nihayet refleks

ve içgüdüd ür. Refleks ve içgüdüyle de xan.ıt yapılabilir;

am a o n u anlam ak istiyorsak gene akis başvurm ak zorundavıv


Sanat, Nesnellik, Bilimsellik, Akıl 103

Hislerine teslim olmak, nihayet hayvanlığa teslim olmak demektir

(bu her zaman olumsuzdur demek istemiyorum). Ancak

insandaki âşığı yaratan da, ondaki vahşî yanı ortaya çıkaran,

onu canavar yapan da, işte bu akıl dışı his olduğuna göre, aklın

emniyetinde yaşamak bana daha şayanı tercih geliyor. Bilimde

de, sanatta da, yaşamda da.


XXV

Türkiye'nin Kültür Sorunları41

Yukarıdaki benim başlığım değil. Ben böyle bir başlığı verinde

gösterebilecek kapsamda bir yazıyı yazabıleo-k ne bilgiye

ne de cesarete sahibim. Başlık, yeni yayımlanmış bir kitaba ait.

Kitabın yazarı da, Türkiye'nin kültür zenginliğinin ad'-ta sembolü

olmuş, üstün düzeyli bilimcilik ile geniş alanlı kültür

adamlığını zarif, müşfik ve cömert bir kişilik içerisinde toplamayı

becerebilmiş, seksenyedinci yaşında da bütün ömründe

olduğu gibi bilimin, insanlığın, ülkesinin ve halkının sorunlarıyla

yakından ilgisini kesmeden, bunlara çözümler önermekten

bıkmadan yaşayan, kelimenin gerçek anlamıyla bir bilge

Uç hafta önceki yazımda, arkeoloji ordinaryüs profesörü hkıvm

Akurgal m Doğu ve Batı adlı klasik eserinden bahsederken

"Akurgal, büyük eserinden on yıl önce verdiği bir konferansta

bireysel hürriyetin Batı da toplumsal bir gündem haline gelmesinden

sonra doğunun gelişmede Batı'yı bir daha yakalayamadığının

altını çizmişti" demiştim. 1998 Mart'ında Ankara'da

Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye'nin Kültür Sorunları

adlı eserin 67. ve 79. sahifeleri arasında, orijinali 1956 yılında

Belleten dergisinde yayımlanmış olan "Tarih İlmi ve Atatürk"

başlıklı bu konferansın tam metni yer alıyor. Ben bu konferansı

ilk defa Ekrem Bey'in bana göndermek nezaketinde bulunduğu

orijinal Belleten ayrıbaskısında okumuş ve müthiş heyecanlanmıştım.

20 Aralık 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakiiltesi'nde Prof. Akdes Nimet Kurat

tarafından tertiplenen kollokyumlardan biri olarak sunulmuş


Türkiye nin Kültür Sorunları 105

Şekil 27, A tatürk'ün başlattığı

aydınlanm a hareketinin yetiştirdiği

en parlak yıldızlardan biri, belki de

en büy üğü Ekrem Akurgal (1911-),

Celâl Şengör ve Nezih Başgelen'le

İzmir1deki evinde çalışma odasında

(M art 1997). Ekrem Bey, bana sohbetlerimizde

sık sık, "insan bir

kuyuya girip, öm rü boyunca

yalnızca gökyüzünü kuyunun

dibinden seyrelmemeli" demiştir.

"K uyudan çıkmaya çalışarak

yeryüzüne ulaşm alı, başka kuyu

larda olu ranlarla ilişki kurmalı,

onların öğrendiklerinden yararlan

malı ve bilgisini genişletip

genelleştirmeli, içinde yaşadığt

âlemi bir bü lü n olarak anlamaya

çalışmalı." Ru geniş bakış açısı, sırf

belimlemeye değil, anlamaya yönelik

çalışma ve anladığını yalnız

bilimciyle değü tüm insanlıkla

paylaşma arzusuyla kamçılanan bir

öğretmenlik, Akurgal'm başarısının

sırrım oluşturan bileşenlerdir

olan bu konferans, Doğu ile Batı arasındaki düşünsel farkları

detaylı bir tarih ve felsefe temeli üzerinde herkesin anlayacağı

bir dille irdeleyen ve Atatürk'ün çağdaşlaşma ve uygarlaşma

politikasında niçin herhangi bir Doğu-Batı sentezine yer vermediğini

bu temel üzerinde açıklayan bir çalışma. Ekrem

Bey'in Doğu ile Batı arasındaki en temel farkı Doğu'da hürriyetin

olmaması ve demokratik devletlerin gelişmemiş olması şeklinde

özetleyen tezini okuyunca, kendisinden bu konferansı

güncelliği nedeniyle mümkün olan en kısa zamanda tekrar yayımlamasını

rica etmiştim. Hoca bir müddet nazlanıyor gibi

göründü. Ben de elbet bunun bir nedeni vardır diye beklemeye

aşladıydım. Geçenlerde "Türkiye'nin Kültür Sorunları"nın

imzalı bir nüshası önüme gelince, gecikmenin nedenini anladım.

Ekrem Bey, bu kitapta, bahis konusu konferansını Türkiye

nin Cumhuriyet'ten ve bilhassa 1946'dan sonra yaşamaya

»aşla'lığı kişilik sorunu ile ilgili yazdığı diğer makalelerinden


1 0 6 Züm rütnâm e

o lu ş a n b ir çerçeve içine alm ış, bu çerçeveyi de Anadolu uygarlık

la r ın ın ta rih i içeren ö z lü ve ö zg ün bir sentezin üstüne asmış

E k re m B ey'd en "B oğa B oynuzunun Üstündeki Evrvn"den

" O r t a A s y a T ü rk S an atı"n a, "Batı K ültürü ve Türkler'den

" U lu s a l M im a r lığ ım ız " a , "K ü ltü r I ,olılık.ımız"dan, "Türkiy

e 'n in D ış a T a n ıtılm a sı"n a dair yazıları okuyunca insan tevarüs

e ttiğ im iz ve iç in d e y a şa d ığ ım ız k ültü rün zenginliği ve çok yönl

ü l ü ğ ü ile hayrete d ü ş tü ğ ü gibi, tam am en uygar bir toplum olara

k k ü lt ü r ü m ü z ü n D o ğ u lu elem anlarını da, Batı uygarlığından

ta v iz v e rm e d e n , y ani ikisini birbiriyle harmanlamaya kalkmad

a n , n a sıl k o ru y a b ile ce ğim iz, onların keyfine nasıl varabileceğ

im iz o rtay a çıkıyor. Ekrem Bey, kültür öğelerinin el yordamıyla

d e ğ il, b ilim s e l gözlem le, hislerle değil akıl yoluyla/ dar gör

ü ş lü r o m a n tik m illiy e tçilik veya ümmetçilikle değil, geniş,

u lu s la ra ra s ı bak ış açısına sahip rasyonel bir ulusçulukla öğrenilip

k o ru n a b ile c e ğ in i anlatıyor. Sık sık Atatürk'ün b u konulardak

i g ö r ü ş ve p o litik a la rın ı özetleyerek, onlardan yeri geldikçe

ö rn e k le r vererek, epey bir zam andır akılcı ve bilim».*! yoldan

s a p m ış o la n k ü ltü r işlerim izin nasıl tekrar düzene sokulabileceğ

in i b izle re a n la tm a y a çalışıyor.

E krem A k u rg a l, hem bilim hem de kültür işlerinde bütün

d ü n y a d a b ü y ü k saygınlık kazanm ış bir insandır. Bilimsel kurulu

ş la r d a n a ld ığ ı bilim sel ödüller kadar, muhtelif devletlerin

te m s ilc ilik le rin d e n uluslararası kültür alışverişine ve zenginleşm

e s in e y a p tığ ı katkılar için alınm ış nişanları da herhalde göğs

ü n ü b irk a ç kere kaplayacak kadardır. Dolayısıyla yukarıda

ö z e tle m e y e çalıştığım fikirleri u zu n ve çok başarılı bir meslek

y a ş a m ın ın d eneyim le rinden güçlü bir zekâ tarafından süzülm

ü ş g ö rüşle rd ir. Entelektüelliği, her nasılsa rasyonalitenin ürün

ü o la n b ilim sel görüşleri değil de, örneğin kültürel rölativizm

g;ibi a k ıl d ü ş m a n ı her türlü rom antik fikri savunmak sanan, san

a t ve k ü lt ü r ü n nedense b ilim in —hele doğa bilimlerinin- tamam

e n d ış ın d a o ld u ğ u n u d üşünen tüm "aydınlarımıza"(!) Akurg

a l'ın b u enfes p o tp u risin i okum alarını salık veririm.


XXVI

Yerbilimlerinin Geleceği42

Bu yazıya "Yerbilimleri ve Heisenberg" başlığını vermeyi

ile düşündüm, çünkü konu yerbilimlerinde giderek artan soyutlaşmanın

bizleri nereye götüreceği sorunu. Yüzyılımızın büyük

fizikçilerinden Werner Heisenberg, fizikte doğayı yöneten

kanunlar hakkındaki bilgilerinvz arttıkça somut nesneler hakkındaki

bilgilerimizin azaldığını iddia etmişti. Örneğin, atomun

yapısına giderek artan bir detayda nüfuz edildikçe, bu yapı

artık aklımızda canlandırabileceğimiz bir resim değil, bir

matematik ifade şeklini alıyor ve atom bir aklî resim olarak ortadan

kalkıyor.

Yerbilimleri ise, geleneksel olarak, aklî resimlerin egemenliğinde

inşa edilen modellerin anlayışımızı yönlendirdiği doğa

bilim dallarıdır. Hatta yerbilimlerinde okumak isteyen bir öğrenciye

üç boyutlu tasavvur yeteneği yoksa, bu işten yol yakınken

dönmesi tavsiye edilir. Tarihte Georges Cuvier, Alexander

von Humboldt, Eduard Suess, Emile Argand gibi büyük yerbilimciler

hep karmaşık üç, hatta dört boyutlu modelleri kurabilen

kişiler olarak şöhret yapmışlardır (en karmaşık yapıları üç

boyutta düşünme ve çizme yeteneğinden ötürü Argand'ın hocası,

kendisi de büyük bir jeolog olan Maurice Lugeon, ona "sihirbaz"

demişti).

Günümüzde ise, yerbilimleri teknolojideki büyük gelişmeyi

izleyerek giderek daha büyük ve daha küçük olaylarla

uğraşmaya başladı. Örneğin, jeokimya dev hamleler yaparak


108 Z ü m rü tn â m e

s o ru n la rın ı artık m o lc k ü le r b o y u tla rd a tartışıyor, m agm a evrim

in d e veya ısı ve basınç a ltın d a taş başkalaşım ında (metam

o r fiz m a ) m o le k ü le r m o d e lle rin r o lü n ü öne çıkarıyor. Jeofiz

ik ise 2900 km . d e rin liğ e k a d a r in e n yer m anto su içindeki yap

ı ve hareketleri d e n iz d e su s a th ın d a k i santim etre düzeyinde

o la n y ü k s e k lik fa rk lılık la rın ı ölçerek inceliyor! Kıta defomıasy

o n u , d e p re m le rd e k i fay m e k a n iz m a s ı çözü m le rin d e n ve uyd

u je o d e zisin d e n —y a n ı u y d u la r ın ö lç tü ğ ü y ükse klik ve uzakl

ı k d e ğ e rle rin d e n —hareketle o lu ş tu r u la n m ate m atik m o d e l le r ­

le izleniy o r. B ü tü n b u n la rd a artık taşı elde çekiç d o ğ r u d a n

g özle y e n jeologa ay rılan yer g iderek d aralıy o r Gerçekten de

y e rb ilim le rin d e esk isinden çok d a h a fazla temel eğitim im fizik

veya k im y a d a , hatta m a te m atik te y a p m ış bilim ciler görüy

o ru z. Peki b u yavaş y avaş je o lo jin in fizikleştıgı ve kimyalaş

tığ ı ve d o la y ıs ıy la o rta d a n k a lk m a y a y ü z tu ttu ğ u anlam ına mı

geliyor?

B öyle bir indirg e m e ci y o ru m d o ğ ru olsa m - hoş o l u r d u !

N ih a y e t her şey fiziğe in d irg e n ir ve b iz k âin a tın sırlarına nihayet

u laşm ış o lu rd u k . A m a ne y azık ki gerçek âle m böyle değil

H eisenberg'in soyut k a n u n la rı bize ato m ik d ü ze y d e ve kâinatın

ta m a m ı ölçe ğinde y ard ım cı oluyorlar, am a b u n la r b i r petrol

k u y u s u delm ek için b ilin m e si gereken y apıy ı bize söyleyemeyeceği

g ib i, M erih gezegenindeki bir ç ö k ü n tü a la n ın ın nasıl

o lu ş tu ğ u n u da söyleyem ez. B uralarda elde çekiç jeologa veya

elde jeofon veya m anyetom etre jeofizikçiye ihtiyaç en a z ı n d a n

g ö rü le b ilir bir gelecekte bitmeyecektir. Yalnız b u yerbilim cıleı

artık eski usul tabiat âlim leri de olam ayacaklardır. Zira bunlaı

yeni geliştirilen fizik, kim y a ve m atem atik tem elli m o d e l l e r i

b ilip b u n la rın sonuçlarını arazide sınam ak, icap ederse yenilerini

b u lm a k d u ru m u n d a d ırla r. Yani, yeni nesil yerbilim ciler esk

isinden çok daha fazla ve üst d ü ze y d e m atem atik, fizik ve

k im y a b ilm e k zorundadırlar.

Y erbilim leri geleceğin b ilim leridir. G ün eş sistem inin keşfi

geliştikçe, b u ra d ak i gezegenlerin incelenm esinde y erbilim cilere

ih tiy aç başgösterm ektedir. Bu yerbilim ciler, kozm ologlarla

birlikte , artık servis d is ip lin le ri d u ru m u n a gelm iş olan m a ­

te m a tiğ in kendilerine s u n d u ğ u d il ile fizik ve kim y an ın va-


Yerbilimlerinin Geleceği 109

zettiği genel çerçeveli kanunları kullanarak, sınayarak, değiştirerek

geleceğin Kristof Kolom b'ları olacaklar, insanlığın geleneksel

evinden dışarı açılışında köprübaşlarını kuracaklardır.


XXII

Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya*3

Sevgili Mehmet,

College de France’ta bir aylık bir der-- vermek ü/ere Paris'e

gelişimin haftası dolmadan burada meşhur bir sahafta Barth£lemy

Faujas-Saint-Fond'un Hıstoire Naturelle de h Monta%ne de

Saint-Pierre de Maestricht (Maastricht'de Aziz Petrus Dağı’nın

Doğa Tarihi) kitabını44 bulmayayım mı! Cuvier ile birlikte Jardın

des Plantes'da (şimdiki Millî Doğa Tarihi Müzesi) jeoloji

profesörü ve müzenin idarecisi olan Faujas ın 1799 yılmda yayımlanmış

olan ve ilk defa detaylı bir şekilde bir Mozazor ıs

keletini tanıtan bu eseri zamanında ne kadar meşhur olmuştu

Gerçi zavallı Faujas karşılaştırmalı anatomiden pek anlamadığı

için Mozazor kafatasını bir timsah kafatası zannederek fosili

bir timsah fosili olarak tasvir etmişti. Kitapta, bildiğin gibi, daha

pek çok denizel sürüngenin ve omurgasız hayvanın fosilinin

tasviri ve enfes gravürleri var. Kitabı satın almadığım takdirde

beni asla affetmeyeceğini düşünerek yüklü fiyatını sahafa

takdim edip, kıymetli mal koltuğumun altında, dairem’

döndüm.

Ancak kitabı okumaya başladıktan sonra, seni tasvir edi

len ilginç fosiller ve bunları gözler önüne seren enfes gravürlerden

daha çok mutlu edecek bir nokta ile karşılaştım. Mozazor

fosili bulunduktan sonra (bulunuş tarihi tam bilinemiyor;

1770 ile 1774 arasında bir tarih tahmin ediliyor), bunu bulan

taşocağı işçileri fosili, fosillerle ilgilendiğini bildikleri Dr. Jo-


Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Riiya 111

hann Leonhard Hoffmann'a (1710-1782) veriyorlar. Ama fosilin

değerini duyan ve taşocağınm üzerindeki arazinin sahibi olan

papaz Godding Hoffmann'ı mahkemeye vererek fosili elinden

alıyor. Zavallı Hoffmann kıymetli fosilinin kaybının da verdiği

acıyla 1782 tarihinde ölüp gidiyor. Bu arada Godding fosili

evine yerleştiriyor. "Hak, geç olsa da yerini buldu" diye hikâyesine

devam ediyor Faujas kitabının 61. sayfasında: Fransız

ihtilâl ordularından meşhur Sambre ve Meuse ordusu, generaller

Duhesme ve Marescot kumandasında 1794 senesinde

Maastricht'in kapılarına dayanıyor. Daha sonra Mısır'da 14

Haziran 1800'de katledilecek olan General Klebeı'in de destek

vermesiyle Maastricht, 4 Kasım 1794'te düşüyor. Ama kuşatma

esnasında sorumlu generale o sırada Kuzey Orduları Bilim Komiseri

olan (rütbeye bak!) dostumuz Faujas, papaz Godding'in

evini göstererek orada bulunan kıymetli fosili haber veriyor.

Tarihin adını ne yazık ki kaydetmediği bu asil asker derhal

Maastricht'i dövmekte olan topçu bataryalarına emir vererek

gösterilen eve katiyen nişan alınmamasını, bu evin korunması

gerektiğini söylüyor. İnan, sevgili dostum, Fransız askerleri-

Ş e kil 28 A Uartlıclemy Faujas-Saiııt-Fond'un Utstoırti Nnturelle ttt h Monlagnede Snint-lUerre de

Mnnslricfıt adlı eserinde (yanlış olarak timsah diye) tanıttığı M ozazor kafatası fosili (Faujas'ın

eserinde IV. tablo).


/'.ümrurnâmc

Şr k il 28 11 M ozazor fosilinin b u lu n u şun u gösteren tem silî robiın (FaMps'ın kitabının 37 ıayfa'

sırda başlık süsü).

nin, ülkelerinin bir ölüm kalım mücadelesi vermekte olduğu

bir savaşta, bir fosile gösterdikleri bu saygı benim gözlerimi

yaşarttı, hatıralarını şükran ve saygı ile andım. MaasUıcht'in

düşmesini izleyen dört gün içinde ihtilâl orduları meşhur fosili

harp ganimetlerinin arasına katarak 1795'in Şubat ayında Paris'e

doğru yola çıkarmış bulunuyorlar. Fosil 23 Şubat'ta Paris'teki

yeni evine yerleşiyor ve 23 Haziran'da aralarında Cuvier'nin

de bulunduğu bir komisyon tarafından Maastricht'len

gelen sandıklar açılıyor.

Hikâyenin bundan sonrası herkesin bildiği: Fosil 1800'e ka

dar yanlış olarak bir timsah olarak tanıtılıyor. 1800'de Adrian

Camper Cuvier'ye yazdığı ve yayımlanan bir mektupta bunun

iguanaya yakın soyu tükenmiş bir kertenkele türü olduğunu

ortaya atıyor. Cuvier 1808'de bunun monitorlara ve iguanalara

yakın soyu tükenmiş bir kertenkele olduğunu doğruluyor ve

1822'dc İngiliz jeologu Conybeare bu fosile 'Mozazor' cins adlın

takıyor. 1829'da da ilk defa İguaııodon'u keşfetmiş olan İngiliz

jeologu Gideon Mantell hayvana Mosasaıırus hoffmannii tür

adını veriyor.

Ancak bu mektubun amacı tabiî ki sana bildiğin bir terim


Bir Kitap, Bir Fosil, Bir Rüya 113

tarihçesini anlatmak değildi. Burada yalnızca romantik bir düşün

eseri olan Fransız İhtilâli'nin kana buladığı Avrupa'da bir

sürüngen fosilinin akılcı ve akıllı insanlardan gördüğü ilgi ve

saygıyı vurgulamak istedim. Umarım, akıldan giderek uzaklaştığını

endişe ile izlediğim toplumumuz içindeki akılcı ve akıllı

insanlar da insanlığın en eski kültür yuvalarından biri olan İstanbul'da

oluşturmaya çalıştığımız doğa tarihi müzesi için aynı

ilgi ve saygıyı gösterirler, çocuklarımız içinde yaşadıkları doğayı

severek, sayarak, öğrenerek büyürler ve bazen, hayatları pahasına

da olsa, onlara bir fosili bombalamayı reddettirecek insanlık

şerefine yücelirler. Hasretle gözlerinden öperim, aziz arkadaşım.


XXVIII

College de France:

Karşılıklı Güven ve Saygı Ürünü Yüce Bir Gelenek45

Hiç kuşkusu/ yaşayan en büyük yerbilimcilerden olan dostum

Profesör Xavier Le Pichon'un teklifi üzerine College de

France, jeolojinin taşkürenin yapısı ve evrimi ile ilgilenen brany

olan tektoniğin gelişmesine Fransız yerbilimcilerinin 19. yüzyılda

yaptıkları katkılar hakkında bir seri ders vermem için 1998

Mayıs ayı süresince beni Paris'e davet etti. Bu davet, Paris te

yaşayabilmem için yüklüce bir maaş ve Paris ın en mutena

semtlerinden birinin ortasında dayalı döşeli küçük bir apartman

dairesini de içeriyordu. Buna karşılık benden istenen yalnızca

birer saatlik dört ders vermemdi! Bu cömertlik karşısındaki

hayret ve şükranlarımı ifade ettiğim Kolej Jeodinamik

Kürsüsü profesörü dostum gülerek "Ya benim d u r u m u m a ne

diyeceksin" dedi; "benim College de France profesörü olar.ık

tek sorumluluğum yılda halka açık birer saatlik dokuz ders vermekten

ibaret!" Bunun nasıl ve niçin olduğunu s o r d u ğ u m d f ,

Xavier bana dünyada bir eşi daha bulunmayan bu ilginç kuru

mun tarihini ve sorumluluklarını özetledi. Dünyanın önde gelen

araştırma kurumlarından biri olan ve tarihte Fransa'nın en

önemli bilim adamlarından çoğunu hocaları arasında bulundurmuş

olan College de France hakkında CBT okurlarının da

bilgi edinmek isteyeceklerini düşünerek, dostumun anlattıklarını

burada özetlemeyi düşündüm .

College de France 1530 yılında skolastik tutuculuktan kur-


College de France 115

tulamayan Sorbonne'a (yani Paris Üniversitesi'ne!) karşı bir aydınlanm

a hareketi başlatanların etrafında toplandıkları kraliyet

kütüphanecisi Guillaum e Bude'nin tavsiyesi üzerine halka açık

ders verecek altı "kraliyet öğretmeni"nin (lecteurs wyaux) Fransa

kralı I. François ve kraliçe Navarrelı Marguerite tarafından atanmasıyla

başlıyor: üçü İbranice, ikisi Yunanca, biri de matematik

için (gerçi Kolej'in adını anan ilk vesikanın tarihi 1567!). Zam an

içinde öğretmenlerin de öğretilen konuların da sayısı artıyor,

ama Kolej kendi binasına 18. yüzyıldan önce kavuşamıyor.

Kolej'i kendisi de bir profesör olan bir idarecinin altında

profesörlerden oluşan idare kurulu yönetiyor. Bu kurul yeni profesörleri

atamakla da görevli. Her kürsü atanan profesörle birlikte

kuruluyor, onun araştırma alanını temsil ediyor ve onun

emekliliği ile ortadan kalkıyor. Bu şekilde kolej belli bir müfreda-

Şckil 29. Celâl Şengör, 1993

yılmda verdiği bir semin erden

sonra annesi Güler Şengör'Ie

Paris'te "Okullar Yolu"

üzerindeki College de France

binasının Önünde (13 Ocak)

Arkalarındaki heykel deneysel

tıbbın kurucularından

büyük fizyolog Claude

Bernard'ıııdır,


I Ift

Züm rürnâme

ta bn^lı olmadan her konudaki (hem sosyaJ, hem fen) gelişmeleri

izleyerek en yeni alanlarda kürsüler ihdas edip o alanın bulunabilecek

en ivı araştırmacısını profesör atayabiliyor; 1992'den beri

bunların Fransız olması bile gerekmiyor! Kürsülere bağlı kütüphane

ve laboratuvariar kurulabiliyor, enstitüler oluşturulabiliyor,

bunlara memur ve teknisyenler atanabiliyor. Kürsü profesörleri

isterlerse herhangi hır üniversitede normal profesörlük de yapabiliyorlar,

zira Kolej profesörlerinin tek sorumlulukları yılda halka

açık birer saatlik dokuz ders vermekten ibaret ki bunların ne

sınavı ne diploma derdi var Tabiî hiçbir Kolej profesörü dokuz

dersi verip sonra yatmıyor. Her bin pozisyonlarını en hür bir şekilde

araştırma yapabilmek için kullanıyor. Kolej deneyler, kazılar,

geziler düzenliyor, misafir senıinerciler çağırıyor (1993'te ben

de Kuzey Anadolu Favı hakkında bir seminer vermiştim), misafir

profesörler getirtiyor, "halta açın" derslerin her biri profesyonel

toplantı ve sempozyumlar haline dönüşüyor. Bu derslerin

pek çoğundan uluslararası düzeydi* yayınlar türüyor ve her yılın

sonunda yayımlanan Kolej Yıllığı'nda (Annuaıre) her kürsü profesörü

yıllık faaliyeti hakkında rapor veriyor. Tek başına College

de France'ın araştırma potansiyeli bugün herhalde birkaç Türkiye'ninkine

e«it!

İnanılma/, bir özgürlüğe rağmen College de France'ın neredeyse

500 yıldan beri bırakın yozlaşmayı, bilakis sürekli gelişerek

dünyanın en saygın eğitim ve araştırma kurumlarmdan biri

haline gelmesinin kanımca tek sırrı kürsülerine gerçekten en

üstün düzeyde bilim adamlarını atayan ödün vermez seçkinci bir

jldeııvğe sahip olmadı Bu gelenek Kolej'de kaliteyi sürekli kılıyor,

kalite de halkın ve onun temsilcisi olan hükümetlerin Koloi'e

güvenini ve saygısını garantiliyor Ödün vermez seçkinci

geleneV. Kolef ın bu güven ve saygıya da en güzel şekilde karşılık

vernı---ini sağlıyor lUı Rilı-nrl ve «“•‘■■rılen karşılıklı gü

ven ve saygıdan bizim öğretim ve A raştırına kurumlarımı/.ın

«la, lıalkımı/.ın da, hükümetlerimizin de sanırım öğreneceği pek

çok şey «»lm.ılıdır


X X IX

Bilimler Akademisi (Paris) 46

Fransa'da sürdürülen hoş bir gelenek gereği, College de

France'ta misafir profesör olarak kürsü işgal eden bir kimse olmam

dolayısıyla Kolej'de benim davet edilm em den sorum lu kişi

olan dostum Profesör Xavier Le Pichon tarafından 11 M ayıs

1998 Pazartesi g ünü saat 15:00'te Fransız M illî E nstitüsü'nü oluşturan

beş akadem inin en b ü y ü ğ ü n ü teşkil eden Bilimler A kadem

isinin olağan toplantısı esnasında A kadem i'ye takdim edildim.

1666 yılında Colbert'in kütüphanesini aralarında Roberval

ve Huygens gibi uluslararası bilim adam larının da b u lu n d u ğ u

bazı entelektüellere toplantı m ahali olarak sunm asıyla doğan ve

33 yıl sonra "Güneş Kral" XIV. Louis tarafından "Kraliyet B ilim ­

ler Akademisi" adı altında Louvre Sarayı'na davet olunm asıyla

da resmî hüviyet kazanan bu saygın kurum , A vrupa’nın en eski

ve kuşkusuz en ihtişam lı bilim yuvalarından biridir. Şu anda

içinde bulu n d uğu eski College des Quatre Nations (Dört Ulus

Koleji) binasına Akademi 1805 yılında taşınmış. Fransız İhtilâlini

yöneten ve "Cum huriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur!" diye

haykırarak, modern kim yanın ve jeolojide fasiyes kavram ının

kurucusu olan Antoine-Laurent Lavoisier"nin kıymetli başını

gövdesinden ayıranlar, 7 Ağustos 1793'te Fransa'da tüm akademilerin

de faaliyetini durdurmuşlardı. Pek çok kıymetli üyesini

ihtilâle kurban veren bu saygıdeğer kurum ancak N apolyon'un

desteği ile tekrar kendine gelebilmiş, akademi adını ise ancak 21

Mart 1816'daki restorasyondan sonra gene alabilmiştir.

Toplantımızın olduğu salon gerçekten muhteşemdi. Eski-


I 18

Z iim r iir n â m e

n in say g ın lığı ile y v n in in ü s tü n lü ğ ü n ü n kucaklaştığı bu mekân

ın d u v a rla rı adeta b ilim in O ln n p o s u g ib iy d i. K im ler yoktu kı

o zevkle l.u n b rile n m * d u v a rla rd a : tablolar arasında g özüm Pıerre

d e Ferm at'yı, Lavoisier'vi, L agrange'ı, B uffo n'u, büstlerde

C a u c h y 'i, L etronne'u, G u e rın 'i, adı d u v a ra y azılanlarda Reaum

u r'ıı, Vicq d 'A z y r'i, M f'n g o îfie r biraderleri, M allebranche'ı,

M o n ta ig n e 'ı, P apin 'i seçti .. H e m e n a rk a m d a b ü tü n ihtişamıyla

La F o ntam e'in bir heykeli d u ru y o rd u . S alon loş olm asaydı hiç

k u şk u s u z dah.ı pek çok ta n ıd ığ ı görecektim . A m a ben Akadem

i'y e ta k d im e d ild ik te n hem en sonra o to p la n tın ın davetli konuşm

acısı bir tepegöz e şliğ in d e cinsel ço ğ a lm a d a m eydana gelen

bozukluklar h ak k ın d a bir k o n u şm a yaptı. M eğer bu konu o

toplantı için konferans m e v zu u alarak seçilm iş —konuşm acı da

akadem isyen d e ğ ild i H er o lağan to p la n tıd a böyle bir davetli

konuşm acı b ilim anlatırm ış! A h ! A k lım a rahm e tli C a h it Arf geldi.

O d a b iz im A k adem ı'y e "Y ah u b u ra d a biraz b ilim konuşalım

" ih tarın ı y a p m ıştı47


Bilimler Akademisi (Paris)

[ jq

^ Toplantıdan sonra Akademi'nin kütüphanesine ve arşivine

takdim edildim, istifademe sunulan ve ehil ellerde oldukları

açıkça görülen bu ^koleksiyonlar Avrupa'nın, dünyadaki bilime

dayalı tek uygarlığın yaratıcısı olan kıtanın, hafızasının önemli

bir kısmını oluşturan hâzinelerdir. Arşiv, 1994'te Lavoisier'nin

katlinin 200. yıldönümünde büyük dâhiyi anmak için sergiler

düzenlemiş, toplantılar yapmış, kitaplar basmış. Bu yıl da Napolyon

un Mısır seferinin 200. yıldönümü kutlanıyor, o seferi

insanlık için unutulmaz yapan Monge, Fourier, Saint-Hilaire,

Dolomieu, Berthollet, Nouet gibi bilimciler ve katkıları anılıyor.

Fransa insanlığa yaptığı muazzam katkıyla haklı bir kıvanç duyarken

bu katkıyı mümkün kılan kurumlarına da büyük bir

şefkat ve saygı ile bakıyor, onları yaşatan insanlarını bağrına

basıyor.

İlk defa 1 Aralık 1997'de ödül almak için geldiğim Conti

sahilindeki muhteşem binadan dostum Xavier Le Pichon'la akşama

doğru ayrılırken gözümün önünde gayri ihtiyari iki hayal

canlandı: Mustafa Kemal Atatürk'le Hasan-Âli Yücel! Onlar

Türkiye'nin de böyle insanları, böyle kurumlan, ve en önemlisi,

böyle katkıları olsun istiyorlardı; her ikisi de bu rüya uğruna

hayatlarını feda etmişlerdi. Bu iki dehânın rüyalarını gerçek

yapmak görevi bugün bizlerindir. Bu sorumluluğun içime aynı

anda doldurduğu ürkeklik ve kararlılık hislerinin kafamda

ateşlediği yangını söndürmek maksadıyla dostumdan ayrıldım

ve Mustafa Kemal ve Hasan-Âli ile birlikte rüzgârlı Seine sahilinde

yürümeye başladım...


XXX

Ve Paris...48

Küçücük bir köse yazısında modern uygarlığın yaratıldığı

merkezlerin hiç kuskusu/ en önemlilerinden biri olan koca Paris

şehri tanıtılabilir mı? 7.aten l>u yazının amacı böyle imkânsız

l’ir işe kalkışmak de* idir. Benim bu haftaki maksadım, geçen

Mayıs ayını College d*1France'ın misafir profesörü olarak için-

<ie geçirdiğim bu muhteşem uygarlık odağının beni yakından

ilgilendiren, ve onun uygarlı} odağı olmasına hiç kuşkusuz

kati ıda bulunmuş olan tek bir özelliğine dikkati çekmektir.

Mayıs başında Paris'e varınca College de France'a ait Hu-

>’,ol Vakfı'nın apartman dairelerinden birinde oturacağım bildirildi.

Daire, Üniversite Sokağı 11 numarada. Haritada baktım,

bu sol .1 k bir yan sokakla derhal Saint-Germain Bulvarı'na bağlanıyor.

Oradan da yiırııycrvl. <ollege de France'a gitmek

mümkün. "Eh yarın yürüyerek giderim" diye düşündüm. Ertesi

gün de kalkıp, yürümeve başjadıın. Üniversite S o k a ğ ı'n d a n

Saint-Ceınıaın Bulvarı'na sapıncı ilk gözüme çarpan 1749'da

kurulduğunu bildiğim Ğcole des PonK et Chaussees (Köprüler

ve Yollar Okulu) oldu, hemen karşısında da Üniversite Rene

Descartes'm (eski 'îorbonne'un hir parçası) tıp fakültesi. Bulvara

çıkınca 1«4 numarada adını Jules Verne romanlarından bildiğim

ve 1821'de kurulmuş olan saygıdeğer Coğrafya Cemiyeti!

Saint-fiermame Bulvarı ile Saint Michrl Bulvarı kesişiyorlar.

Saint-Midv'l'd.-n de meşhur rue d.>s Ecoles'a (Okullar Sokağı!)

dönülüyor O rue des Ecole«'da neler yok1Bu sene 800 yaşına

basan Sorbonne'un ana binası, hemen yanında 500 yıllık


Ve P aris. 121

College de France; az ileride 1795'te N apolyon un kurdurduğu

Ecole Polytechnique. Rue des Ecole hem en ileride son bulunca

karşınızda dünyanın belki de en çirkin binalarından biri olduğu

halde dünyanın en önemli bilim m erkezlerinden birini barındıran

Pierre ve M arie C urie Üniversitesi'nin (o da eski Sorbonne'un

parçalarından) tesisi. Çirkin binayı terk edince, birden

sokak isimleri dikkatinizi çekm eye başlıyor: Linne Sokağı,

Geoffroy Saint-Hilaire Sokağı, C uvier Sokağı, Buffon Sokağı,

Lacepede Sokağı ... Bunların kucakladığı m uhteşem park ise

dünyanın en büyük doğa tarihi m üzelerinden birini barındırıyor

içinde. Eski adıyla "Kralın Bahçesi" yeni adıyla da Ulusal

Doğa Tarihi M üzesi": Karşılaştırm alı anatom inin, paleontolojinin,

biyostratigrafinin, deneysel jeolojinin, hatta uzay jeolojisinin

içinde doğduğu, bugün de dünyanın en önemli zoolojik,

botanik, mineralojik örnek koleksiyonlarını ve dev bir kütüphaneyi

barındıran o kutsal mekân.

Sorbonne ile College de France arasından yokuş yukarı çıkarsanız

karşınızda Fransa'nın büyük insanlarını yatırdığı anıtkabir

Pantlıeon'u (Pan-teon=bütün tanrılar!) görürsünüz. Ö nünde

Hukuk Fakültesi, hem en arkasında da Ecole N orm ale Superieure.

Ecole N orm ale'den iki adım ileride Jeoloji Cem iyeti, ondan

da gene az ileride m eşhur M adencilik Okulu. Yukarıda

saydığım bütün kurumlar benim oturduğum daireden yürüyerek

ulaşılabilecek uzaklıkta. Eğer yürüm ek istem ezseniz aralarında

şehir otobüslerinden ve m etrodan da istifade edebilirsiniz.

Üstelik gene benim oturduğum daireden hem Louvre Müzesi'ne,

hem Millî Enstitü'ye, hem de Millî K ütüphane'ye de

yürüyerek yorulm adan gidebilirsiniz. Bu yetm ezm iş gibi, Paris'in

kitapçılarının ezici çoğunluğu da burada anlattığım küçücük

alan içinde bulunuyorlar.

Fransa bilimcilerine rahatça otomobil alacak kadar m aaş

veriyor. Ama bu insanların Paris içinde otomobillerine ihtiyaçları

genellikle olmadığı gibi, toplu taşımacılık vasıtalarına bile

ihtiyaç duym adan birbirleriyle rahatça buluşabiliyor, muhtelif

^urumlarm imkânlarından yararlanıyorlar. Hem rahat çalışıyorlar

hem de doğal ortamı pisletmiyorlar. Bir de İstanbul'u veya

Ankara'yı düşünün! O ucube Amerikan özentisi "kam püs-


122

/.ümrüttıânıe


Ve Paris. 1 2 3

ler" (kampus: Lâtince "k am p "!!!) arasında otom obille gidip gelmek

İstanbul'da bazen yarım güne ihtiyaç gösterebiliyor! A n­

kara'da ise kam püsler arası yü rü m ey e kalkarsanız arazi deneyimine

ihtiyaç başgösterebilir. H ele bir de iyi bir kitapçıya ihtiyacınız

varsa, genellikle işiniz uygar bir ülkede yaşayan bir

dosta düştü demektir. G ülünç m aaşlar ve akılsızca kurulan yerleşmelerde

bilim yapılsın diye bekliyoruz. Rahm etli dedem

"Allah insanın önce aklını alır, sonra da her şeyini" derdi. P a­

ris'e bakınca bizim derdim izin ne olduğu konusundaki inancım

bir kat daha kuvvetlendi.

Ş e k il 31. l’a n s m "e n te le k tü e l" k ısm ın ın e n tep esin d ek i P a n th eo n

(MıK:*r tanrılar) İlk b a şta P a ris'in k o ru y u cu azizesi S a in tc G en o v iev e

için kilise olarak y ap ılm aya b a şla n m ış olan b u m u h teşem b in a , 18.

yüzyıl flıuı beri m u h afazakâr d in cilerle la ik le r ara sın d a çek işm e l o n u -u

olm uştu r V iclor H u g o'n u n 1885'd ek i cen a z esi ve K ato lik k ilisesin in

şiddetli İtirazlarına rağ m en cen azen in P an th eo n a n ak led ilm esi lâik

tarafın / a s rin i tem sil ettiğind en P aris g a z ete ve d erg ilerin d e o g ü n le r le

bu koıvuda k arik atü rler çık m ıştır B u rad a H u g o 'n u n ö n ü n d e

1’antheonM an k açm akta olan bir p ap azı g österen k a rik a tü rü n a ltın d a

"D ezen fek sıy o n -ceh o lct y erin i d eh ây a terk ed iy o r" y azm a k ta d ır

H u cn 'm m elind e taşıdığı Asanın ü zerin d e "ö z g ü rlü k " ibaresi

bulunuyor. PantheoıV uıı da üstü nd e bu gün hala d u ra n "V a ta n ın ta k d ir

ettiği büyük ad am lara" ibaresi g ö rü lm ek ted ir (Les G m m i es Ilom m esdit

Panthctnı ün+rodııction pnr Jean-Franc;ois C lıa n etJ, 1996, E d itio n s d ıı

Patrim uine, P aris, s. 1 0 'd an).


XXXI

Deprem Kimi Vurur?49

/ deprem cahillerle aptalları vurur.

Depren ı tabiî l.ı deprem bölgesinde yaşayan herkesi etkiler,

ama yalnızca rahiMerle aptalları "vurur", onların canını, malını,

sevdiklerini ellerinden alır, hayatlarını karartır.

Deprem cahillen vurur, çünkü cahil depremin ne olduğu

nu bilmez, nerelerde olabileceğini kestiremez, hangi aralıklarla

geleceğini tahmin t'demez, geldiği zaman nerede ne tür hareket

oluşturacağını dnşünemez, meydana gelen hareketlerin yere

nasıl bir ivme kazandırabileceğini hesaplayamaz, bu ivmenin

yaşadığı yerlerdeki etkilerinin ne olabileceğini hayal bile edemez.

Deprem cahilleri vurur, çünkü cahil depreme dayanıklı

inşaat yapmayı bilmp' yaptığı yapıların ne tür ivmelerle sınanacağını

öngöremez. uygun y.ıpı malzemelerini seçemez, planlayamaz,

üretemez, yapılarının dizaynlarını depreme uygun

yapamaz, yapılmış bir di/.ıyn varsa bile onu anlayıp uygulayam.ı/,

yapısını ona göre inşa edrrnez, tesadüfen başkaları tarafından

ııygun yapılmış olan yapılar varsa onlara bakamaz, onaranı

iz, bilimsel ve teknik gelişmelere göre yapılarının dizaynlarında,

bakılma, onarılma yımlı-ml'-rınde gerekli değişiklikleri

yapamaz Deprem cahilleri vurun çünkü cahil oturduğu mekânı,

koyii. kasnhayı, şehri, olası doğa âfetlerine karşı planlayarak

kuramaz suyunu, kanalizasyonunu, elektriğini ve doğal gaz

gibi, petrol >»ibi boruyla nakledilen enerji kaynaklarının şebekelerini

depreme dayanıklı bir şekilde yapamaz, yaşam birimi

ıcmde kendi yaşamını koruyacak olan itfaiye, sağlık hizmetleri


D e p re m K im i V urur;' 1 7 1)

ve diğer kurtarm a kuruluşlarının planlanm asını, eğitim ini, ça

ğa uygunluğunu sağlayam az, hab erleşm e ağının d ep rem d e

çökmemesini temin edem ez. D eprem cahilleri vurur, çünkü ca

hil kendini, dostunu, kom şusunu, çolu ğunu, çocu ğu n u deprem

konusunda eğitm ek im kânlarından yoksundur, ne u zu n vad e

de deprem den nasıl korunacağını öğretebilir, ne d ep rem olur

ken neler yapılm ası gerektiğini —kocakarı tavsiyeleri dışında!

anlatabilir, ne de dep rem den sonraki k argaşad a en akılcı nasıl

hareket edilm esi gerektiğini bilebilir.

Demek depremden korunm anın ilk şartı cehaletin ortadan kaldırılmasıdır!

Deprem cahillerle birlikte aptalları da vurur, çünkü aptal,

her şeyden önce cehaletten nasıl kurtulunm ası gerektiğini bir

yana bırakın, cehaletten kurtulunm ası gerektiğini bile d ü şü n e­

mez. Ç ocuğunu m odern doğa bilim lerinin okutu lduğu çağd aş

okullar yerine, hurafelerin terennüm edildiği yerlere göndermeye

kalkar. Bütün m od em d ü nyanın refah, em niyet ve bekasını

temin eden bilim ve teknolojiye sırt çevirerek detaylarını

tarihçilerin bile bilem ediği geçm iş çağların karanlığında üm it

Ve kurtuluş aram aya yeltenir. İlerideki refah ve rahatlık için bugün

biraz sıkıntıya katlanm aya katiyen gelem ez, çünkü ileriyi

düşünm e, ileriyi görm e yeteneğinden m ahrum dur. Bu nedenle

yıllarını zor okullarda geçirm eye, her yaptığını önceden detaylı

bir şekilde düşünüp planlam aya, yani kafacığm ı biraz zorlam a­

ya, hatası kendisine işaret edildiği zam an bundan ders çıkarmaya

hiç niyeti yoktur. Ç aba gösterip birşeyler öğrenm eden

diploma kapıp sefil bir cem iyet içinde krallık taslam aya, kendine

olm ayan bilgiler vehm edip bilgiçlik satm aya, her şeyin ve

her şeyin yalnızca kendisince m alûm olduğunu etrafına em p o­

ze etm eye meraklıdır. Aptal kendisi gibilerle vakit geçirir, iş

yapm aya kalkar, akıllıların etrafında bulunm asına taham m ülü

yoktur. Aptal, kendisine ve çocuklarına sağlam bir gelecek için

modern okullar, gerçek üniversiteler, çağdaş hastaneler, sanat

merkezleri, parklar, bahçeler, sevim li ve sağlıklı yaşam ortam ı,

akılcı yasalar ve bu yasalara uyulm asını sağlayacak gerçek bir

»ukuk sistemi yaratacak uzun vadeli ve gerçekçi düşünen ve

unu anlatabilen dürüst, bilgili ve akıllı politikacılara hiç iltifat


Ziim rüc nâm e

Ş e k jl 32. A d a n a d e p re m in d e n b ir g ö r ü n tü

etmez. O yalanla kandırılmak için yaratılmış gibidir, kendim

I andıranlardan da kandırıldığını anlamadığı için hesap bile

sormaz. Bilgi yerine hurafe, okul yerine miskin yuvaları, hukuk

yerine orman kanunu ister ve sanar ki kendisi bu ortamda herkesin

üstüne çıkacak, herkesi sömürebilecektir. Doğa ile ilgisi

hiç yoktur. Zanneder ki birileri kendisini hep kollayacaktır

! latla doğa arada bir şamarını vurduğu zaman bile kendine >>

lemez. Felaketi fatura edecek gerçek dışı sebepler bulur ve bunu

kendisi gibi aptallara heyecanla anlatır. Ona buna yakarılır,

ondan l'undan medet umulur, ama doğaya bakmak, ondan öğrenmek

hiç aklına gelmez. Felaket aptala ders olamaz, çunku

aptalın zekâsı öğrenmeye müsait değildir.

Dı-ıttek depremden korunmanın ikinci şartı aptala fırsat verilmemesidir!

İşte yukarıda anlatılan tür cehalet ve aptallık Atatürk’ün

toplum um uzdan kovmaya çalıştığı en büyük düşmanlardı.

Hunıın için o, en önemli zaferi savaş meydanlarında d'-ğil.

okullarda, üniversitelerde, konservatuvarlarda, sanat atölyel»

rinde bekliyordu. O bir felaketten kurtardığı yurttaşlarının,


Deprem Kim i Vurur? 127

bundan sonra gelecek her türlü felakete hazır olmalarını istiyordu.

Aptalın cahili kandırmasını görmekten bıkmış, bezmişti.

Halkının gerçek felaketini aptalların hükümranlığında görüyordu,

bu yüzden ona cehaletten kurtulmasını tavsiye etmiş, bunu

yapabilecek imkânların temellerini atmıştı. Adana'da canını

veren 137 yurttaşımı, anasız babasız kalan mini mini yavruları

görmek, beni bizi Atatürk'ün çizdiği modern bilim ve fen yolundan

hurafe ve aptallık yoluna çevirerek bu cehalete, bu acze

mahkûm edenlere kalbimin en derin köşelerinden lânet ettirdi.

Gelin milletçe, Atatürk aydınlanmasını 1946'da Hasan-

Ali Yücel'in bırakmaya zorlandığı noktadan tekrar ele alalım,

sağlıklı, refah ve emniyetli bir geleceğe, Atatürk'ün milletine

lâyık gördüğü, uğruna hayatını verdiği o aydınlığa artık hep

birlikte yürüyelim.


XXXII

Giincelcilik mi, Tekdilzecilik mi, Geçmişçilik mi?50

Doğa bilimleri doğa tarihini de kapsamalarına rağmen,

halkın gözünde doğabilimci, genellikle bugünkü doğayı inceleyen,

yani tarihsel boyutu olmayan bir araştırmacıdır. İngilizcede

doğa tarihi denince akla hemen tamamen arazide yapılan

zooloji ve botanik gelir. Bunun kuşkusuz bir nedeni Hint-Avrupa

dillerinde genellikle tarih yerine kullanılan kelime olan Yunanca

istoria'nın aslında "araştırarak öğrenmek" anlamına gelmesi,

buna karşılık Sami v-r-h köküne dayanan tarih kt limesinin

belli bir zaman içinde olanların tasviri demek olmasıdır. Yani

rıatural history, doğanın araştırılması diye de yorumlanabilir.

Ancak bir de gerçekten doğanın geçmişiyle, kökeniyle, bugünkü

halini alıncaya kadar geçirdiği evrimle ilgilenen hakiki

tarihsel doğa bilimleri vardır ki bunların başında jeoloji gelir.

Jeolojinin bir dalı biyoloji ile ortaktır: "Eski varlıklar bilimi anlamına

gelen paleontoloji yaşamın geçmişini inceler. 1929 yılında

Edvvin Hubble'ın "kızıla kayma"yı keşfetmesiyle tüm kâinatın

geçmişini incelemek de im kân dahiline girmiştir. Bu işle uğraşan

bilim dalı da kozmolojidir.

Doğanın geçmişi hakkında bilgi sahibi olmanın, insan kültürlerinin

elimize gelen en eski yazılı belgelerinden öğrendiğimiz

ilk yolu çeşitli nedenlerle uydurulm uş olan efsane, mitoloji

ve dinî inançların içinde bulunan uygun bölümleri dünyanın

ve evrenin geçmişine uygulayarak bir yaratılış öyküsü kunıınk

tır. Bu öykülerin gözleme dayanan bildiğim iz ilk eleştirisi Mi

let'te Anaksimander'in ortaya attığı evrim kuramıdır. Anr.ksi-


Güncelcilik mi, Tekdüzecilik m i, Geçmişlilik mi? 129

mander'in ortaya attığı kuramın eski fikirlerden tek farkı, büyük

Milletlinin dünyanın geçmişinde varsaydığı olayları bugünkü

benzer olaylara bakarak baştan kurmaya çalışmasıydı.

Örneğin Anaksimander başlangıçta dünyanın sularla kaplı olduğunu

farz ediyordu, çünkü en yüksek dağlarda bile bugün

denizde yaşayanlara benzeyen hayvanların fosillerini içeren kayaçlar

görmüştü. Bu şekilde geçmişteki olay ve nesneleri bugünkü

olay ve nesnelerle karşılaştırarak baştan kurmaya çalışma

yöntemine jeolojide güncelcilik (aktüalizm) deniyor. Aslında

tarihçiler de açıkça ifade etmeseler bile aynı temel yöntemi kullanarak

tarihi incelemektedirler.

Tabiî, güncelciliğin katı bir şekilde uygulanabilmesi için

geçmişle günümüz dünyalarının aynı olmaları gerekir. Geçmiş

teki olay ve nesnelerin bugünkülerden farklı olmadıklarını sa

vunan görüşe de tekdüzecilik (üniformitaryanizm) adı verilmek

tedir. Bugün jeolojide de tarihte de katı bir tekdüzecilik uygulanmamaktadır.

Ancak güncelcilik ne kadar akla yakın gelirse gelsin, bazı

doğabılimciler, geçmişin günümüzden tamamen değişik olduğunu,

bu nedenle tarihin yalnızca tarihsel verilere dayanılarak

yapılabileceğini iddia etmektedirler. Sosyal tarihte ilk defa Leopold

von Ranke tarafından öne sürülen bu görüş, yerbilimlerinde

de 19. yüzyılın ortasına kadar revaçtaydı. Ancak jeologlar

giderek geçmişten bize kalan bilginin ne kadar eksik olduğunun

farkına vardılar. Bu eksikliği tamamlamanın iki yolu vardı:

Birincisi bugünkü dünyayı başvuru standardı olarak kabul etmek

ve geçmişin ürünlerini bunun ışığında yorumlamaya çalışmak.

İkincisi de fizik ve kimya gibi temel bilimlerin yardımıyla

elimize yalnızca pek az ürünü geçmiş olan süreçleri anlamaya

Çalışmak. Özetle doğabilimciler, geçmişin ancak günümüzden

hareketle anlaşılabileceğini, geçmişin verilerinin tek başlarına

bize güvenilir bir yorum tabanı vermediğini daha 19. yüzyılın

ortasında anlamışlardı. Sosyal bilimlerde ise von Ranke'nin detaylı

kaynak eleştirisi, yorumunun arkasında var olan dinî öğeyi

gizlediği için, sosyal tarihin yalnızca ve yalnızca tarihsel verilere

dayanılarak kurulan bir bilgi türü olduğu zannedilegelılı.

Bu, geçmiş hakkmdaki bilgiyi yalnızca geçmişin kalıntılarında


130 Z üm rücnâm e

a r a m a , y a n i g e ç m iş li i i k, M a r k s iz m ve N a s y o n a l S o s y a lizm gibi

to p lu m s a l te o rile rin d e te m e lle r in d e n b ir in i o lu ştu rm a k ta d ır.

la r ıh s e l v e rile r in a n c a k b a ğ ım s ız b ir k u r a m ış ığ ın d a sağlık'

lı bir ş e k ild e y o r u m la n a b ile c e ğ i m u h a k k a k tır . B u iş iç in gerekli

b a ğ ım d ı? k u r a m la r d a g ö z le m te m e li g ü n ü m ü z ü n d ü n y a s ı olan

tem el b ilim le r s a y e s in d e o lu ş tu r u la b ilir . B u n u n d ış ın d a k i tüm

g e ç m iş li y o r u m la r , A n a k s im a n d e r ö n c e si d in s e l ö y k ü u y d u rm a

g e le n e ğ in in k a lın tıla r ıd ır


XXXIII

İnsan Merkezli Düşünceler" ve Sokrates51

Cumhuriyet gazetesi, Hasan-ÂIi Yücel'in Türk okurlarına

kazandırdığı klasikler serisini tekrar basmakla dev bir hizmetin

altına imza atmış olmaktadır. Bir insana verilebilecek en büyük

zenginlik düşünce becerisi ve bilgi zenginliğidir. İnsan uygarlığının

üzerinde yükseldiği düşünce anıtlarını bir gazete fiyatına

okurlarına sunan Cumhuriyet, 1946 yılında cehalet ve aptallığın

ortak saldırıları sonucu o zaman Atatürk'ün koruyuculuğundan

artık mahrum kalmış olduğundan, yıkılan Türk Aydınlanmasını

tekrar ayağa kaldırmak için güçlü bir el uzatmıştır. Ülkemizi

insan uygarlığının bir parçası yapmak, insanlarımıza bu

uygarlığın nimetlerinden faydalanma imkânını vermek ve onları

da bu uygarlığın saygın yapıcıları arasına katmak isteyen

herkes bu eserleri okumalı ve okutmalıdır. Ümidim, serinin

Hasan-Âli Yücel'in listesini de aşıp doğa bilimlerinin biiyük

klasiklerini de, İyonyalı "fizikçilerin" yazılarının eldeki kırıntılarını

da, İslâm dünyasının, Çin'in ve Hint'in büyük doğa bilimi

ve coğrafya eserlerini de kucaklamasıdır.

Tabiî, okumak demek, her okunulana inanmak, her okunulanı

beğenmek demek değildir. Bazen okuduğunu beğenmemesi

insanı yeni düşüncelere sevk eder, yeni buluşlara yöneltir.

Ben de bu hafta, başlatılan klasikler serisinin ilk eseri olan Sokrates’in

Savunması'nın kahramanı Atinalı filozof Sokrates'in genelde

sanıldığı gibi gençliği eleştirel ve bağımsız düşünmeye

teşvik eden ve bilginin tek fazilet olduğunu söylediği halde

kendisinin bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği olduğunu vur-


132

Zümrüt nüme

Ş e k il 33. Jacqu<«» L o u is D a v id 'in "Ç o k rales'in Ö lü m ü " (W alfe V akfı, 1933-, C « ıtlırııı« Lorlllard

Wo1fe K o lek siyonu) S o k rates ö lü m ü n d en son ra tanrı kalın d a so n su za d e k m utlu olacağın d an

em in olm asaydı, ölü m k arşısın d a bu k en d in d en em in tav n o rta y a k o y a b ilir m iy d i1 Bert ra nd

Russell bu .sorunun cev abın d an pek em in değ ild ir Bu resim de S c k ıa te s in p e y g a n ib rrtarafın

ı, Tnüridleıinin o rtasın d a, çok g ü zel ifad e etm ek ted ir

gulayan alçakgönüllü bir bilge olduğu tezinin doğru olmadığını

savunacağım. Sokrates -öğrencisi Platon'un diyaloglarından

bildiğimiz kadarıyla- etrafındakilere insanın doğru ve iyiy*

kendi içindeki özel bir hasletle mutlaka bulabileceğini, olumsuz

olduğuna inandığı ruhun zaten bu doğru ve iyi bilgilerle teçhiz

edilmiş olduğunu, insanın tek yapması gerekenin dünyaya ge

liş sonucu bildiklerinin çoğunu "unutan" ruha bildiklerini hatırlatmaktan

ibaret olduğunu empoze etmeye çalışıyordu. Bunun

için geliştirdiği tekniğe Platon Theaitetos adlı diyalogunda

Sokrates'in annesinin mesleğine atıfla maiotike teline, yani ebelik

tekniği demişti. Bu teknik Sokrates'in karşısındakini sorgulamasından

ibaretti. Sokrates sorularını öyle seçiyordu ki, sonunda

karşısındaki, ruhunun "unutm uş" olduğu bilgileri "kendiliğinden"

hatırlıyordu (Platon'un atıamnesisi). mesela Meno adlı d i­

yalogda Sokrates genç bir köleye geometrinin bazı temel kabullerini

bu şekilde "hatırlatır" (yani "öğretmez" çünkü her şeyi

zaten bilen ruhun öğrenmeye ihtiyacı yoktur; sadece ebelik tek-


İnsan Merkezli Düşünceler” ve Sokrates 133

niğinı kullanarak ona "hatırlatmak" yetecektir). Bu yöntem,

I lescartes'ın şüpheciliği ile esasta aynıdır ve her ikisinin de temel

varsayımı Tanrı'nın insanı aldatmayacağı fikridir. Descartes

da gerçeği bulabilmek için işe her şeyi sorgulaması gerektiğinden

başlamış, sonra düşündüğünü bilmenin varlığını ispat

ettiğini ("Düşünüyorum, öyleyse varım!"), bunun da Tanrı'nın

varlığını ispat ettiğini, Tanrı da bizi aldatmayacağına göre, sezgilerimizin

gerçeğin tek kaynağı olduğunu düşünmüştü. Bu tür

düşüncelerin Sokrates'ten sonra öğrencisi Platon'un totaliter

devlet modeline, oradan da Hıristiyanlık kanalıyla Engizisyon

mahkemelerine, Descartes ve Tanrı'nın otoritesinin yerine duyuların

otoritesini koymaya çalışan Bacon üzerinden 18. yüzyıl

pozitivizmine, oradan da 20. yüzyılın milyonlarca insanın acı

içinde ölmesine neden olan faşist, komünist ve köktendinci totaliter

devlet modellerine yol açtığı artık her bilim ve felsefe tarihçisinin

bildikleri arasındadır.

Sokrates bu fikirlerine, düşüncelerinin merkezine insan yerine

tüm doğayı alan Batı Anadolulu "fizikçileri", Tales'i, Anaksımander'i,

Anaksimenes'i, Herakleitos'u, Anaksagoras'ı ve diğerlerini

eleştirerek varmıştı. Halbuki güya insanı düşünmedikleri

için eleştirilen o doğa filozofları, açık veya gizli hiçbir

otoriteyi tanımayan, insanın içinde mutlaka doğruyu bulacak

gizli güçlerin varlığına inanmayan, gözleyerek, düşünerek ve

eleştirerek belki yanlışlardan armabileceğimizi, ancak doğruyu

bulmak için hiç kimsenin elinde sihirli değnek olmadığını insanlığa

ilk defa öğreterek ona doğanın yalnızca lalettayin bir parçası

olduğunu, özgürlüğü ve mutluluğu bu mütevazı ama realist

görüş içinde aramasını söyleyen gerçek bilgeler, eleştirel al la

dayalı insan uygarlığının hakikî kurucularıydı. Sokrates ise onların

büyük ideallerini anlayamayan, insanı Tanrı gölgesinde

güya yücelten bir Doğu özentisinden ibaretti.


XXXIV

Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark

Geçen akşam eşim televizyon reklamlarını seyrederken gazete

promosyonu olarak dağıtılmakta olan kap kaçağa takıldı.

"Hani bu yasaklandıydı?" diye sordu. "Maksat" dedim, "gazeteyi

okutmak değil de aldırmak olunca, değil kap kacak, afro*

dizyak dahi dağıtılabilir. Gazete ülkemizde ne yazık ki okunacak

bir metin ve eleştirilecek bir fikirler demeti değil, kullanıla'

cak b:r ambalaj kâğıdı olarak görülmektedir. Once okunacak

metinden, ilkel cinsel hisleri uyandıracak bir temaşa malzemesine,

nihayet oradan da ambalaj kâğıtlığına indirildi rütbesi-

Bu sabah da Cumhuriyet'm arka sayfasında "okumada sınıl***

kaldık başlıklı minik habere ilişti gözüm: Ülkemizdeki okur

yazar sayısı 1965'tekinin onda birine inmiş, hem de üniversite ve

lise bitirenlerinin sayısının aynı zaman aralığında dört kat artmış

olmasına rağmen! Nüfusumuzun yalnızca yüzde ikibuçuğunun

okuma yazma alışkanlığı varmış. Türkiye'de kitap okuma

alışkanlığı her geçen gün azalıyormuş.

Bu minik haber en büyük felaketin işaretidir. Günümüzde üzerinde

yaşadığımız gezegen, yayılmayı öngördüğümüz evren ve

içinde hayatımızı sürdürmek zorunda olduğumuz insan toplu*

mu hakkındaki en basit bilgiler dahi yazılı metinler vasıtasıyla

insanlara ulaştırılır. Bu bilgiler gene yazılı metinler vastasıyla

eleştirilir, değiştirilir, geliştirilir. Bu bilgileri kullanarak, onlara

dayanılarak yapılan yasalar, bu yasaların öngördüğü düzen gene

yazılı metinler kanalıyla tebliğ edilir. Bunları beğenmeyenler,

yazılı metinlerle fikirlerini beyan eder, geliştirirler. AHna'da


Gazete Aldırmakla Okutmak Arasındaki Fark 135

demokrasi Peisistratos'un bir yayınevi kurarak yazılı metni

halkın evine sokmayı başarmasından sonra filizlenip kök tutmuştu.

Rönesans, Gutenberg'in matbaayı icat etmesinden sonraki

50 yıl içinde 60 milyon nüfuslu Avrupa'mın 20 milyon kitap

basmasıyla amacına ulaşmış, uygar Avrupa doğmuştu.

Matbaayı -hem de hareketli hurufatı- Gutenberg'den yüzlerce

yıl önce icat etmiş olan Çin, Avrupa hızında kitap basmadığı

için muazzam kültürünü uygarlığa çevirememiş, 19. yüzyılın

sonunda Avrupa'nın sömürgesi durumuna düşmüştü. OsmanlI

nın aczi 1729 ile 1928 arasındaki iki koca yüzyılda yalnızca

5.000 kitap basmış olması değil miydi?

Geçenlerde bir ahbap düğünündeydim. Hemen her davetli

zengin, en azından hali vakti yerinde kapitalist-burjuva grubundan.

Büyük çoğunluk Rumeli göçmeni. Bir başka ortak

özellik yüksek kültür düzeyi. Sık sık benim Cumhuriyet Bilim

Teknik'teki yazılarım hakkında fikirler duyuyorum: takdir, tenkit

bir arada - ama çoğu okumuş yazıları. Yetmiş küsur yaşında

bir hanım, altmış küsur yaşında, geniş kültürüne ilâveten en az

uç dili fasih konuştuğunu bildiğim bir sanayici, masada oturuyoruz.

Bir ara konu şiire geliyor, yaşlı hanım Nâzım Hikmet'in

şiirlerinden pasajlar okuyarak şiir kalitesini övüyor, benim

bunları bilmediğimi keşfedince de sıkı bir azar! Daha sonra Batı

müziğinin Türkiye'de nasıl öğretilmeye çalışıldığını, Atatürk'ün

bu konudaki gayretlerini anlatıyor. Sanayici bey, bu konuşmaya

babasının Atatürk çevresindeki anılarını anlatarak katılıyor,

kültür ve görgünün önemini vurguluyor. Okunmadan hiçbir

yere gelinemeyeceğini söylerken, bilgisiz ve görgüsüz bir toplumun

Atatürk'ün hayallerini nasıl kısacık bir sürede iki paralık

ettiğine hayıflanıyor. Çocukken babasının onu Atatürk'ün

bir hocasını ziyarete götürdüğünü hatırlıyor: "Atatürk bu cehalet

yüzünden ümitsizliğe düştüğü bir anda hocasına 'ben kurtuluşu

sağlayamadım, yalnızca çöküşü 50-60 yıl geciktirdim'

demiş - ne yazık ki gene haklı çıktı" diyor. "Aah, ah! Atatürk!"

diye hasret ve hüzünle iç geçiriyor yaşlı hanım. Bu düğündekiler

Atatürk devrimlerinin destekçisi, taşıyıcısı olmuş bir çevrenin

çocukları, torunları. Atatürk'tü günlerin burada samimî özlemi

çekiliyor, onun fikirleri, görüşleri, zevk anlayışı aranıyor.


136 Zümrütname

Özlemi çekilen günler, aklın, bilginin, dogmaya, cehalete,

hurafeye galebe çaldığı, çalışkanlığın miskinliğe, durüsîl'ifcün

kapkaççılığa tercih edildiği günlerdi. O . .ünleri yaratanlar okullarında,

kışlalarında gizli gizli u/.hm.iiji da aydınlanılan diye

elyazması gazete çıkaran adamlardı. <> günlerden c.ıp kacak

dağıtarak gazete aldırmaya çalıştığımız günlere d ü ş tü k . Kap

kacak dağıtma modası yeni değil. B u yöntem gazete o ku th ıra b ilseydı,

okur yazar sayımız sürekli düşmez' lı Gazeteyi okum ak

için değil, eşya örtmek için alan bir toplum, üzerine kısa bir süre

sonra gazete kâğıdı örtülmesini hai etmiş bir toplum demektir.


Ş e k il 34- A v ru p a ve AvrupalI, entelektüel k a v ra m la rd ır İy o ııy a 'd a doğmuş

üliiıı eleştirel .ik iIcı tu lu m u benim seyerek b ilim i k ü llü r iin e tem el y a p m ış her

to p lu m g ü n ü m ü z d e "A v r u p a lı" sı fa t ly İn betim lenir. 15u resim d e h e m e n h em en

gerdek renklerinde g örüle n A v ru p a 'n ın ortasına y e rle ştird iğim , R afa ello

Snıızio tarafıııdiin I50H-I5M y ılk ın a ın s m d a V atik an'd a "İm z a O d a s ı" (Sinnzn

ildin Scgııahtra) için y apılm ış o la n "A tin a O k u lu " b aşlık lı tablo, İlk çağ'd a n

Kon e s ili ısa k adar u y ga rlığı yaratan (ve Kını esans'ta b ilin e n ) tü m Luiyük

d ü ş ü n ü rle ri ülke, ulııs d il, ırk, d in , cins ayrım ı y a p m a d ım b ir araya

getirm iştir (M ü s lü m a n E n d ü lü s A rabi İbni R iişd bile b u re sim d e bey az sarığı

ile kolayca ta u m a b ilm e k ted ir). A v ru p a u y g a rlığ ın ı K a fa e llo 'm ın b u ta b lo s u n ­

d an daha g üze l tem sil edebilecek bir sem bolü ben b u la m a d ım



XXXV

Uygarlık Nedir?53

12 Haziran 1998 Cuma. Air France'm 443 sayılı seferiyle

Brezilya'da katıldığım bir jeolojik toplantıdan dönüyorum. Ra-

■'at koltuklarından dışarıyı seyretmekte olduğum narin yapılı

Airbus A 340-300, 1492'de Kristof Kolomb'un mini mini üç gen

ııciğiy le insanlara onların tüm kaderlerini değiştirecek ilk okyanus-asırı

keşfi hediye etmek üzere ayrıldığı Cadiz Körfezi

kuzeyinden, 11.900 metre irtifada, Avrupa semalarına girmek

üzere. Mahallî saat 04:52; kuzeydoğuya doğru on dakika kadar

once ufuk çizgisi yeni doğan günün ilk ışıklarıyla aydınlanmaya

başladı. Avrupa şimdi pırıl pırıl; güneyde Afrika henüz gecenin

siyah örtüsünü atamamış durumda. Avrupa'nın göklerinde

«ecenin kılavuzları olan yıldızlar yerlerini güneşin her yeri

birden aydınlatan ve ısıtan ışınlarına terk ederken Afrika henüz

l’irkaç yıldız kandiliyle orada burada delinen soğuk bir karanlıkla

kaplı. Bulutlarla bezenmiş manzaranın insanı büyüleyen

güzelliğini doya doya içmeye çalışırken, sembolize ettiği muhteşem

gerçek de zihnimi meşgul etmeye başladı: Avrupa! Uygarlığın

büyüdüğü yuva, insanı insan olmakla onurlandıran

şeylerin çoğunun, hem de pek çoğunun doğduğu yer, diğer bütün

kıtalara ışık saçan o yalnızca 10 milyon kilometre karelik

aydınlık toprak parçası. Ama aynı Avrupa, aynı zamanda insanlığın

en büyük hatalarının, en derin acılarının da kaynaklandığı

yer değil mi? Daha yalnızca bu yüzyılda iki defa kendi

insanlarını kana, dünyayı da yeis ve endişeye boğan yer de o

küçücük kıta değil mi? Bu muazzam tezat, çok iyi ile çok kötünün

bir arada bu derece yaygın olarak bulunabilmesi, bu mini


138 Z ü m rü c n âm e

m in i kıtada, A sy a'nın bu sahilleri dantelli yarımadasında nasıl

olabilm iş? Bu sorunun cevabını ancak Avrupa'da doğan kotu

ile iy inin nasıl d o ğ d u ğ u n u inceleyerek verebiliriz.

Avrupa, her şeyden önce birey özgürlüğüne saygı fikrinin,

yani dem okrasinin geliştiği yerdir. Bu güzel buluş hemen beraberinde

özg ür bireylerden oluşan idaresi guç toplum sorununu da

getirmiş, bu soruna çözüm aranırken Avrupa, kitlesel temsilden

Asya tipi despotluğa kadar tü m yöntemleri pek çok gözyaşına ve

hatta cana kıyarak denemiştir. Kişisel özgüriuğ» «l.m d ü ş k ü n n ik

A vrupa'da hiçbir zam an Asya, Afrika, hatta Aztek veya İnka tipi

A m erikan usulü dikta rejimlerine u zu n zaman r^in vermediği gi_

bi, burada dinler de dahil her türlü düşünce ürür m ferdin eleştirisinden

nasibini almıştır. Hıristiyanlık, Avrupa'ya Platon'un ve

o nun takipçilerinin felsefesiyle evlenmeden giremediği gibi, Asya

tipi despotluğu A vrupa'da tanrı adına denemeye kalkınca pa

paz Luther'in tokadıyla parçalanmıştır. Avrupa'yı Avrupa i/ii;*îh

özellik, her şeyi eleştirel aklın süzgecinden geçirerek denemek olmuştur.

A vrupa hiçbir otoriteye u zu n dönem de boyun eğmemiştir Kendisine

ve etrafına kendi gözleri ve aklıyla bakmayı yeğlemiş/ bitip

tükenm ek bilm eyen merakını ve daha iyiyi bulm a ar/usunu

tatm in için ceviz kabuğu misali takalarla okyanuslara açılaı.ı» kıtalar

fethetmek, kendi yaptığı kanatlarla kuşlara rakip olma> ve

konserve kutusu m isali araçlarla aya gitmeye kalkmak c u n 't ı n ı

göstermiştir. Bu merak, bu tatminsizlik, hiç kuşkusuz, onu sık «**

yanlışlara sürüklem iş, başına hep dertler de açmıştır. Ama l*u

yanlışlar, bu dertler Avrupa'ya yeterli veya yetersiz ders olmuş,

her yanlıştan, her dertten eskisinden biraz daha akıllı, biraz daha

bilgili, biraz daha becerikli olarak kurtulmuştur.

Işte bu kendi aklını, kendi duyularını kullanarak, deneye

rek, düşünerek, eleştirerek öğrenme arzusunun, öğrendiğinden,

b u ld u ğ u n d a n asla tatm in olmayarak ne pahasına olursa olsun

daha doğruyu, daha iyiyi arama hırsının bir toplum un ortak

hasleti olm a haline biz uygarlık diyoruz. Bu şekliyle uygarlık, bir

to p lu m u n geleneksel olarak akıl ve his âlem inin ürünlerinin tam

am ını oluşturan kültürün bir parçasıdır. Bu nedenle içinde pek

çok meraklı, eleştirel akılla düşünen, öğrenme hırsıyla tutuşan

birey yetiştirmiş olm alarına rağmen, bu özelliklerin muhtelif ne-


Uygarlık Nedir? 139

derilerle hiçbir zaman toplumsal karakteristik olamadığı büyük

Çin, Hint, İyonya ve 9.-11. yüzyıl İslâmî hariç Ortadoğu, Atrika

ve yerli Amerika kültürleri hiçbir zaman uygar olamamışlardır.

Uygarlık Avrupa'da büyümüş, o da onu bazen tatlılıkla bazen

de zor kullanarak tüm insanlığa yaymıştır. Eğer bugün birey açısından

insanlık tarihinin en özgür ve en emin döneminde yaşıyorsak,

bunu uygarlığı icat eden İyonya ile onu büyütüp dünyaya

yayan Avrupa'ya borçluyuz. Atatürk'ün bahsettiği ve bizlere

tavsiye ettiği tek ve evrensel uygarlık işte bu Avrupa uygarlığıdır.

Ancak ona sahip olan Avrupa'nın bir parçası olabilir.


XXXVI

Aferin İsviçre!51

Cumhuriyet Bilim Teknik'in U Temmuz 1^8 tarihli S90. sayısının

11. sayfasında İsviçre'de yapılan bir halkoylamasında genetik

mühendisliğine kısıtlamalar getirilmesi teklifinin ülkenin

26 kantonunun tamamında reddedildiğini okudum. Bu karar,

basının aksı yöndeki telkinlerini bilim adamlarının yazı yaza-

hlîi- l<^e/ lz^on VL’ r£|dyolarda konuşmalar yaparak çürütüp,

rmrııH, ’ m" n SorüŞunü başarıyla anlatabilmiş olmalarının sor,

Verç.1reyın genetik mühendisliğine sınırlama koyuldirric381

*eJ lîUe te(^G^1^meşinde bilim adamlarının aksi taknomisinın'

CVIÇrenm ° nblnlerce İŞ yeri yitirebileceğim, ekoz

a: şt r c: r i anlr

ış nmalanmdah'kuşkubevinlprivi

‘ , n IsvıÇrelllerin midelerinden önce

Razotedler v7 Sandlklarının ba§ına gittiklerine inanıyorum,

büimcilerine^MH annda Nobel ödüllülerin de bulunduğu

si, isviçrelilerin

düşünüyorum. En önemttr

bilimsel ç a lk a la r u ett,k 7 c n 7 W " " a(tamlan,u"

ğine inandıklarını görüyorum f /“ VönI^irilebılecen.l.m

ve u-kno'0

"■»fui' etmiş

,, günümüzde

, 7“?«tıumızın

yaşamımızın

fıer

her

safhasına

durum kanaat,mce tüm ınsanlığm övünmesi gereken eöâsümuzu

kabartacak bir vaziyettir. Artık en basit bir iltihap bifleri

bir azamızı kaybetmeye veya hatta ölüme mahkûm etmiyor.

Doğum, kadınların korkulu rüyası olmaktan çıktı Yıldırım her

yüksek binanın belâsı değil artık. 18. yüzy.lm ikinci yarısına


Aferin İsviçre! 141

kadar yapılamayan denizde yer tayini artık çocuk işi. İnsanlığın

en büyük utancı olan bir kurumun yarattığı kölelerin yüklendiği

işleri, artık aletlerimiz yapıyor. Bir yerden bir yere daha

hızlı, daha rahat, daha emin olarak gidebiliyoruz. Haberleşmemiz

daha hızlı, daha emin. Artan nüfusumuzu daha rahat besleyebiliyoruz,

onlara daha faydalı beslenme rejimleri uygulayabiliyoruz.

Bilim ve teknoloji düşmanlarının bıkıp usanmadan

ileri sürdükleri o feci imha silahlarının yarattığı korku, her aklına

esen delinin dünya savaşı çıkarmasına mani oluyor. Bilimin

ve teknolojinin faydalarını burada saymak mümkün mü? Onlarsız

artık kim yaşamak ister? Kim onlarsız dünyada bir an geçirmeyi

göze alabilir?

Ama bilimin ve teknolojinin iki kenarı keskin bir kılıç olduğu

muhakkaktır. Bilimin ve teknolojinin, cahil elinde bu gezegeni

ve hepimizi bir anda ortadan kaldırabileceği de artık bir

gerçektir. Ben gerçi böyle bir gücü yaratabilmiş insan cemiyetinin

üyesi olmakla övünüyorum ama bu cemiyetin bu gücü gerçekten

kullanmayacak kadar bilimsel düşünebildiğinden de

emin olmak istiyorum. Bunun tek yolu, insanın kendi dışındaki

doğa ile iletişim kurmasını mümkün kılan bir eğitim sisteminin

tüm eğitimin temeli haline getirilmesi, insan yaratıcılığının sınırsız

bir şekilde geliştirilmesinin mümkün kılınması ıçm doğa

bilimi eğitiminin nesnel eleştiri içeren akılcı bir sanat eğitimiyle

desteklenmesi, sosyal bilgi disiplinlerinin doğa biliminden kopuk

olmamalarına özen gösterilmesidir. En önemlisi insanların

hadlerini bilmeyi öğrenmeleri, bilgili veya bilgisiz olaral her

beyan ettikleri fikrin gözlemle sınanacağı veya mantık açısından

irdeleneceğini, yani eleştirileceğini kabullenmeleri ve bundan

haz almaları gerekmektedir. Her yanıldıkları kendilerine

işaret edildiği zaman bilmelidirler ki böylece bilgilen artmakta,

dolayısıyla yaşam kalitelerinin bir nebze daha yükselmesi ihti

mal dahiline girmektedir. Doğa hakkındaki her hiikmiin nihai onay

mercii, doğada yapılacak gözlemlerdir. Bu gözlemleri bazen tel bir

kişi yapar, bazen sayısı binleri bulan bilimci/teknisyen tat imla

rı yapar. Ama şurası muhakkak ki, doğa hakkında ifade edilecek

fikirlerin karar mercii, asla doğa bilimlerinde eğitilmemiş

bir kütlenin vereceği oylar olamaz. İsviçre halkı büyük bir olgun-


142 Zümriicnâme

hıkla, bilim hakkımia. bilimin nereye kadar gidebileceği veya gitmesi

Kcnktığf hakkında, kararı kendisinin değil, vergileriyle beslediği W'

timciler ordusunun vermesi gerektiğine karar vermiştir. Darısı dün

yanın geri kalan kısmının, bu arada Türkiye'nin de başına!


XXXVII

Cahil Kalma Özgürlüğü Üzerine55

Demokrasinin insanlara bahşettiği özgürlüklerin en önemli

sınırı kendimiz dışındaki bireylerin özgürlüklerine göstermek

zorunda olduğumuz saygıdır. Hiç kuşkusuz özgürlüklerin en

önemlisi yaşama özgürlüğüdür. Kendi yaşamını koruma nedeni

dışında hiç kimse hiçbir nedenle bir başkasının yaşama özgür-

'üğünü elinden alamamalıdır. Yaşama özgürlüğünden hemen

sonra emniyet özgürlüğü gelir. Herkes -başkasının emniyetini

■elıdit etmedikçe- istediği oranda emin yaşama hakkına sahip

olmalıdır. Bu durumda da kendi emniyetimizi korumak için

1azen başkasının emniyet sahasını ihlâl edebiliriz (mesela emin

seyahatimiz için otoyollar veya demiryollar yaparak, çevrede

yaşayan insanların arazide serbest dolaşma emniyetini sınırlarız),

ama burada durum yaşam özgürlüğündeki kadar net çizgilerle

tanımlanamaz; sınırın yerinin belirlenmesinde karşılıklı

iyi niyet ve anlayış gerekir. Üçüncü derecede önemli olan özgürlük

düşünce özgürlüğüdür (bunun üçüncü derecede addedilmesinin

tek nedeni daha önceki iki özgürlük türünün kişinin

yaşamını ve sağlığını emniyet altına almalarıdır; yaşamın ve

normal halde sağlığın olmadığı yerde düşünceden bahsedilemeyeceği

açıktır). Düşünce özgürlüğünün iki önemli alt sınıfı

vicdan ve inanç özgürlükleridir: "Sana yapılmasını istemediğini

başkasına yapma" önerisi hakkında bireyin ne düşündüğü

onun vicdanı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'in gerçek olup

olmadığı hakkındaki fikirleri de inançları ile ilgilidir.

insan birkaç milyon yıl öncesinden itibaren, insan olduğundan

beri yaşamını emniyet altına almak, sağlığını ve sev-


144 Z üm riitnâm e

diklerini koruyabilmek ve düşüncelerini geliştirerek tatbik

mevkiine koyabilmek için pek çok âlet ve malzeme icaf ve keşfetmiştir.

Bunlardan giyim ve yiyecek eşyaları ile barınaklarımız

o kadar kanıksadığımız şeylerdir ki, bunların insan icadı

olduğunu nadiren düşünürüz. Buna karşılık hareketimizi kolaylaştıran

araçlar, gücüm üzü arttıran âletler ve makineler, ısınmamızı

veya soğumamızı sağlayan icatlar, tıbbın hergün kullandığı

ve “ilaç" dediğim iz maddeler, ve daha niceleri hele son

iki yüzyılda öyle başdöndiiriicü bir gelişme göstermişlerdir kf,

biraz aklı ve tahsili olan bir kişi bunlar karşısında hayret ve

hayranlık duyulamazlık edemez. Fin keşif ve icatlar bütün insanlığın

malıdır, onları herkes kullanabilir ve kullanmaktadır dal

İnsanın geliştirdiği güç ve beceri günüm üzde koskoca bir

gezegeni kontrol edebilecek, hatta onu yok edebilecek düzeye

ulaşmıştır Bu gücün gelişmesine paralel gelişen demokrasinin

insana sunduğu özgürlük, bu gücü kullanarak dünyayı bir cennet

yapabilecek kapasitededir. Dünyaya bu şe* ilde hükmetme gücünü

insana yalnızca ve yalnızca doğa bilimi vermiştir. Bu bilimi bilmeden

o giice sahip olmaya kalkmak, son model bir yolcu uçağını beş

yaşında bir çocuğa teslim etmeye benzer, yani sonucu h e r i rs ıç ır ı korkunç

bir felaket olur. Nasıl bir uçak beş yaşında bir çocuğa asla

teslim edilemezse, bilim ve onun yarattığı teknoloji de hiçbir

şekilde bilimi bilmeyene teslim edilmemelidir.

Günüm üzde herkese açık olan bilim ve onun eseri ulan teknoloji

yaşamımızın istisnasız her safhasına nüfuz etmiş, onu şekillendirip

yönlendirmiştir. Yaptığımız hemen hiçbir şey yoktıir

ki bilim ve teknolojiyi kullanmasın. Bu nedenle, yaşam, emnııt t ve

düşünce özgürlüğüne sahip olmak isteyen birey ve toplumlar, bılırn ■

kalma özgürlüğünden feragat etmek mecburiyetindedirler. Okulların

da çocuklarına, gençlerine en gelişmiş doğa bilimi yerine başka

şeyler öğreten toplumlar, bireyleri bilimsel düşünce dışındaki

düşünce şekilleriyle yaşamayı tercih eden milletler, tek tek tarih

sahnesinden çekilip gitmekle kalmamış, en son ve en feci örneği

daha yarım yüzyıl önce Avrupa'nın göbeğinde görüldüğü gibi,

tüm insanlığın beka ve refahını defaatle tehlikeye atmışlardır.

Buna bir defa daha göz yumulması beklenemez!


XXXVIII

Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe56

Doğruluk ile gazetecilik arasındaki mesafe toplumun bilimsel

düşünebilme kapasitesi ve becerisi ile ters orantılıdır. Bilimsel

düşünebilme kapasitesi ve becerisi arttıkça doğruluk ile

gazetecilik arasındaki mesafe azalır. Gazeteci haberi zamanında

yetiştirme zorunluluğunun yarattığı acelecilik ve haber yelpazesinin

genişliğinin neden olduğu kaçınılmaz bir sığlık nedeniyle

pek çok kontrolüne rağmen gözünden istemeden kaçmış

olan birkaç hatayla sınırlı olarak haberlerini geçer. Tüm çabalarına

rağmen gene de önemli bir yanlış baskıya sızmışsa bunu

düzeltmeyi, okurunu yanlış bilgilendirmemeyi, bir onur meselesi

addeder. Buna mukabil bilimsel düşünme, yani akıl ve bilgi

ışığında eleştiri yapabilme yeteneği olmayan veya pek az gelişmiş

bulunan toplumlarda "ne yazsan gider" kıstası geçerli olduğundan,

gazetecinin doğruyu yansıtma çabası az gelişmiştir.

Bilgisi, çok çok kendisi gibi yazanların gazete yazılarıyla, görsel

ve sesli yayın organlarının aynı düzeydeki programlarından

kulağında kalanlarla ve okuduğu bir-iki düzeysiz popüler kitapla

sınırlıdır. Eleştiri hissi ise en çok satanın, en çok bağıranın,

hatta sopayı elinde bulunduranın haklı olduğu varsayımıyla

belirlenmiştir küçüklüğünden beri.

Bu yazımın amacı Türk gazeteciliğinin bu iki uçtan hangisine

yakın olduğunu irdelemek değildir. Zaten akıllı, bilgili ve

görgülü, eleştiri yeteneği gelişmiş olan Türk okurları bu konuda

temelli bir fikir sahibidir. Benim burada yapmak istediğim

geçenlerde Milliyet gazetesinin 18.218 sayılı ve 3 Ağustos 1998

tarihli nüshasının 3. sayfasındaki "Dinazorun ayak izleri bu-


146

Z üm rutnâm e

Ş e k i 1 35. D m a r a k r l ı m m d icat eden ve

" İ n g iliz C u v ie r 's f d ıy * hılıncrı hııyııb

;ın a tn m <3lr R lc R ^ ^ İ O w « ı (1804-1895] Bu

fnlnğraf 5u esenden alınmıştır: vaı Zilld. K.

A , 1901, History of Geology and Pal ■— a10»

in t he End of t he Nineteenth Century, Çeviren:

M a rta M . O g ilv ie - G o r A * , VVajtet Scott,

I o n d n n , « iii +fi 1+562 sa (Bu eseıdekl

fn lo ğ r a fla r le rc u u ıe e d e n ta ra fın d a n k w > ^

dv ığ u iç in k ila b in A lm a n c a o rijin a lin d e yoktu

r)

lu n d u " b a şlık lı h a b e rd e k i tek b ir h a ta y la ilg ilid ir. H e m h alk ım ı­

zı y a n lış b ilg ile n d ire n , h e m d e ö ğ r e n c ile rim iz ü z e r in d e fena tesir

y a p a n b u y a n lış b a s ın ım ız ta ra fın d a n o k a d a r sık tekrarlanm

a k ta d ır k i, b iz jeoloji h o c a la rın ı - b u n u y a zark e n k a h ro lu y o ­

rum - b u n u n k a y n a ğ ın ın g a ze te c ile rim izin ö ğ re n m e y e gösterd

ik le ri d ire n ç o ld u ğ u s o n u c u n a getiriyor.

H ,*. Ülker,erde art,k m i" ik ilk o k u l ö ğ re n c ile rin in bile bil-

1 S 2 v î,n H “ k TVCP,ark f,lm ın d e n sonra!) d in o z o r kelim esi

Ovven tar f* Vtl“ 'T1gl‘,Z a n a to ve p a le o n to lo ğ u Sir Richard

Ovven - r..fr u n u edilen ve Y unan ca "d e ,n o s '' (k o rk u n ç) ve

m u s b?r t ir T f k e lim e le rin in b irle ştirilm e sin d e n oluş-

e ? m tn in ü ’ • a ,fa b « i n i k u lla n a n b ü t ü n d ille r d e b u

f ,M Î '4‘* î d' Ve " ° ' d u r <b a *ka h içb ir y erden hat.rfr

ia ^ v e r ın M te le v ,*Vo n d a k i T aşdevrt çi z g i film i n d e n hatırla

y .v e r.n !); T u r k ç e m ız d e d e d u r u m b ö y le d ir. B u n u d in a z o r

ş e k lin d e y a z m a k c a h illiğ in d a n is k a s ıd ır . T ü r k iy e 'd e a skerlik

y a p m ış o la n h e rk e s in b ild iğ i g ib i, b ir lik b a h ç e le rin d e k o m u t a n ­

la r ın g ö lg e d e o tu r m a la r ın ı s a ğ la m a k iç in y a p ıla n k a m e riy y e le re

k a m e ly a d e m e k k a d a r c a h illik tir, g ö r g ü s ü z lü k t ü r .


Doğruluk ile Gazetecilik Arasındaki Mesafe 147

Aynı haberin Yeni Yüzyıldaki (sayı 1327,3 Ağustos 1998, s.

24) şekli dinozorun imlâsını hatasız olarak içerdiği halde, Asso-

ciated Press olduğu belirtilen İngilizce kaynaktaki La t e Cretace-

ous Era'yı Türkçeye çevirememenin sonucu, doğrusu "Geç Tebeşir

Devri" veya "Geç Kretase Devri" olması gereken bir ifade

Türkçe bir cümle içinde Lake Cretaceous Era (Tebeşir Göl Zamanı)

gibi hiçbir anlam taşımayan, zaten profesyonel jeolog olmayan

ve İngilizce bilmeyen okurun hiç anlayamayacağı tam

bir zırvalığa dönüşmüş.

Bir kelimeyi düzgün telâffuz edip yazmak o kelimenin kökünü

bilmeyi gerektirmez; ama eğer kişi ilgili ise, o kökü bulmayı

kolaylaştırır, kelime ile ifade ettiği anlam arasındaki köprü

boylece daha rahat kurulur, kişi kültürünü genişletir. Muhterem

gazetecilerimizden ricamız, ekmek paraları olan kelimelere,

yazılı ifadelere biraz daha saygı göstermeleri, onların arkasındaki

kavramların okurlarının beyin gıdaları olduğunu hatırlamalarıdır.

Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Güvenebilecekleri

üniversite hocaları, kütüphaneler onların hizmetindedir,

ihtiyaçları olan bilgi bazen bir telefon hattının ucunda bedava

olarak emirlerindedir. Bu hassasiyeti ve titizliği kendilerine ve

okurları olan muhterem halkımıza lütfen çok görmesinler. Yoksa

korkunç kertenkele yazayım derken korkunç zırvalıklara imza

atıverirler, daha da fenası, 1946'dan beri kendi seçtiği hükümetlerce

cehalet batağına itilen halkımızın beline can simidi değil,

ayağına taş oluverirler!


X X X IX

Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak57

Bilimsel düşünce kısaca hatadan ders almak olarak tanımlanabilir.

Bilim, önerileri gözlem raporlarına dayanılarak çüriıtülebılen

düşünce sistemlerine verilen addır. Bilim varsayımlar ileri sürer.

Bunlar gözlemlerle sınanır. Sınava takılan öneriler terk edilir,

bunların yerine yenileri geliştirilir. Burada özetlenen yöntem

yalnızca insan yaşamının her safhasında uygulanmaz. Doğa

da bu yöntemi kullanarak değişen fiziksel ortama g id e re k

daha iyi uyum sağlayan canlılar üretir. İnsan düşünceleri de sürekli

olarak hatalıların gözlemle sınanması sonucu elenerek gelişir.

Buna tek istisna, geçenlerde Arda Denkel'ııı de bu dergide

pek güzel özetlediği gibi58 mantıksal düşüncelerdir. Bunların

yanlış veya doğru olduklarını a priori (önceden) mantık kuralla*

rina dayanarak bilebiliriz: Örneğin "bir yanlış ifade ile bir doğru

ifadenin birliğinden doğru bir ifade üretilemez" gibi

Toplumlar da bireyler gibi hatalardan ders alabilirler, Bunun

için belli bir toplumsal bellek oluşturacak kadar kültür düzeyi

yüksek bir toplum olması gerekir. Böyle topiumlarda loplum

bilimsel düşünebilir", politikacısını ona göre dinler, ga2'”

tesini ona göre okur, oyunu ona göre kullanır. Bilhassa Batı

dünyasında iktidarların sağ ve sol partiler arasında salındığım

görmekle kalmayız, bu partilerin zaman zaman kendi politikalarında

gerek kendi halklarının gerekse de uluslararası baskıların

etkisiyle ufaklı büyüklü değişiklikler yaptıklarını, karşılarında

duran muhtelif problemleri çözmek için uğraş verdiklerini,

seçmen karşısına problem çözmek sözüyle çıktıklarını görürüz.

Problem çözemeyen parti iktidardan uzaklaştırılır; prob-


Bilimsel Düşünce ve Hatadan Ders Almak 149

lem tanıyıp çözüm üretemeyen lider devrilir. Uygar ülkelerde

problem çözemediği halde sürekli iktidarda, parti başında kalan,

Sakıp Sabancı'nın pek güzel yakıştırmasıyla padişah gibi liderler

bulunmaz.

Peki uygar olmayan toplumlarda ne olur? Buyrun bir örnek:

"...Mustafa Kemal Paşa'yı Meclis'te en çok rahatsız edenler, Meclis'teki

eski İttihatçılar Grubu'ydu ... Bahusus ki bunların başında

Enver Paşacı olanlar ve o gelip de ordunun başına geçmeyince,

İstiklâl Savaşı'nın kazanılamayacağını düşünenler vardı" (Y.

K. Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda). O Enver Paşa ki, Falih Rıfkı'nın

terimiyle, "Mehmetçiği kumarda kaybetmişti", Sarıkamış­

'ta 70.000'den fazla askerin bir hiç uğruna telef olmasına sebep

olmuştu. O Enver Paşa ki, 600 yıllık koca bir imparatorluğu birkaç

yıl içinde eritip yok etmişti. O Enver Paşa ki hayallerinden

başka hiçbir başarısı olduğu o güne kadar görülmemişti ve tek

bir hatasından bile herhangi bir şey öğrenebilecek bir kapasitesi

olduğunu gösterememişti. Şatafatlı üniformalı, ağzı kalabalık bu

"hiç"ten hâlâ medet umanlar vardı 23 Nisan 1920'de Ankara'da

açılan meclisimizde. İşte bunun nedeni eleştirel, bilimsel düşünememekti.

Problem çözümleri yerine adamlara tutunmak, fikirler

yerine insanlara itaat etmekti. İnsan cemiyetini de yöneten

anlaşılabilir kurallar olduğunu, bu kuralların doğayı yöneten

kurallar gibi ele alınması gerektiğini anlamamak, insan yönetiminin

"yaptım, oldu" ile olabileceğini sanmaktı. Mustafa Kemal

Ankara'da bunun böyle olmadığını arkadaşlarına anlatmak için

çok dil döktü, dirsek çürüttü. Kurtuluş Savaşımız'ın en buhranlı

anlarında bile "ille de meşruluk" diye tutturması bu yüzdendi.

İnsan, ordu ve ülke yönetiminin bir bilim olduğunu meclisteki

vekillere anlatmak istiyordu. Yapılan hatalardan ders alınmalıydı.

Politika alanında ders alınmalı, yalnız İstanbul hükümetinin

hatalarından değil, örneğin Peygamber'den sonraki dört halife

devrinin hatalarından da ders alınmalıydı. Dört halifenin dördünün

de eceliyle ölmemiş olması uygulanılan sistemin duraysızlığını

işaret etmiyor muydu? Askerlik alanında ders alınmalıydı.

Eğitim alanında ders alınmalıydı. Velhasıl, fikirler üzerinde düşünülmeli,

fikirler üzerinde konuşulmalıydı. Bu da konuşulacak

şeyler hakkında etraflıca bilgi edinilerek yapılmalıydı.


150 Zümrütnâme

Günüm üz Türkiyesi'nin Atatürk'ten no derece ders aldığı

ortadadır. Enver'in yerme onu koyup gene de fikirler üzerine

eğilmemeyi, öğrenmemeyi becerdik. O bizi bırakıp gidince de o

beceriksizden bu beceriksize sürüklenip durduk. Gerçi onun

cansız naaşı yıkmak istediği bu pederş«ıhi gelenek yüzünden

bizi bir dereceye kadar hâlâ koruyabiliyor, onun hatırası Meclis'in,

yeni tür Envercilerin eline tam geçmesine öyle veya böyle

mani oluyor. Ama onun arzusu bu değildi. O bizim doğru yolu

onun bunun hatırası aşkına değil, düşünerek, öğrenerek, bilimle

bulmamızı istiyordu, hatalarımızdan öğrenecek kadar uygarlaşmamızı

arzuluyordu. Bütün ömrünü hu umurda cömertçe

harcamamış mıydı?


XL

Hata ve Evrim59

Charles Darvvin 1836 yılında Beagle gezisinden döndüğü

zaman, canlı türlerinin zamanla değiştiği fikri kafasında artık

reddedilemez bir hakikat olarak yer etmişti. Dâhi doğabilimci,

bu değişikliğin doğal çevrenin bu çevreye en iyi uyum sağlayan

canlı türlerinin yaşam savaşını kazanarak, çevreye daha az

uyabilenleri elemesiyle olduğunu da anlamıştı. Ona doğaya geniş

bir perspektiften bakmayı öğreten dostu, modern jeolojinin

en büyük kurucularından Sir Charles Lyell'in, ilk baskısı 1830­

1833 yılları arasında yayımlanmış olan Jeoloji'nin Prensipleri adlı

klasiğinde gösterdiği gibi, fiziksel çevre de jeolojik nedenlerden

ötürü sürekli değiştiğine göre, canlılar âleminde de herhangi

bir duraylıhk mevzubahis olamazdı. Aynen fiziksel çevre gibi

ve ona bağlı olarak canlılar da sürekli olarak değişmek zorundaydılar.

Darwin'in bu fikirlerini içeren ve tüm insanlık tarihinin en

büyük bilim şaheserlerinden biri addolunan kitabın adı Türlerin

Kökeni'dir. Gelgelelim, bu kitapta tartışılmayan tek konu da türlerin

kökeni, yani nasıl ortaya çıktıkları konusudur. Darvvin, yeni

bir tür ortaya çıktıktan sonra onun yaşamak için doğada süren

acımasız mücadeleye nasıl katıldığı, nasıl bu mücadelede

çevreye en iyi uyum sağlayanların doğal olarak seçildiği, doğal

olarak seçilenlerin nasıl yeni bir canlı nüfusu oluşturduğu, nasıl

değişen fiziksel ve nüfus şartlarının bu sefer bu yeni grup içinden

yeni elemeleri doğurduğunu ve dolayısıyla ilksel topluluktan

çok farklı bir topluluk elde edildiğini anlatmış, bunları son

derece akıllıca ve bilgince seçilmiş sayısız örneklerle destekle­


152 Züm rütnâm e

miştir. Ancak, Darvvin yeni türlerin -veya eskilerin- nasıl ya

tıldığı konusunda tamamen sessizdir, adeta burada tanrıya açı^

I apı bırakmaktadır (her ne hikmetse bütün dünyada tanrıya g'iya

yapacak iş bırakmadığı için Darwın'e çatan köktendıncılef

onun kitabındaki bu açık kapıyı bir türlü görememişlerdir).

Ancak Darvvin'in açık bıraktığı kapıyı 20. yüzyılda Hollanla

ı otanikçi Hugo de Vries kapatmıştır. DeVries, 1906 yılınıİJ

canlı türlerinde yeniliğin, yani yeni türlerin ortaya çıkmasının

r..ıyna&m ın genetik bilgi iletişimindeki hatalar olduğunu gö?

ı° rm:ştir \ncak gerek bu halaların oluşumu gerekse de kromozomlar

yoluyla iletişimi pek çok küçük faktörün ortak bileşeni

olaraV oluştuğundan önceden kestirilmeleri ancak istatistik

yöntemlerin sınırları içinde m üm kün olabilmekte, bir diğer de-

Şekil 36. Charles Darvvın'ı ömrünün

son yıllarında gösteren bir fotoğraf

otoğraf şu kitabın başsahifesi

karşısındaki bir fotoğraftan

r Vppleman, P. (derleyen),

N79. - A Nurlu» Crılical

Mıfii «i i b.nKı W W» Nottun İt

' ■»»»• VurV xvi ^ 8 2 ss; X I,

bölümün ^ ■n»ı»ın.ı kOı.ı y«Vın(i.ın

ıl);ılnımt'k isleyen okuyuculara bu

enfes antolojiyi ‘kumalarım tavsiye

ederim).


Hata ve Evrim 153

yışle yeni türlerin nasıl, nerede ve ne zaman hangi şekilde ortaya

çiî acagı muayyen bir şekilde bilinememektedir. De Vries bu

genetik hatalara Latince "değişme" anlamına gelen mutare'den

mıttasyon adını vermiştir. Hepimizin bildiği gibi mütasyonlarm

çoğu zararlı sonuçlar verir, hatta bazen değişime uğrayan canlının

(mütant) ölümüne neden olur (iki kafalı buzağılar, beş

ayaklı atlar). Ama pek ender olarak mütasyon çevresiyle başa

çil ma yeteneği benzerlerinden çok üstün olan bir canlı ortaya

çıkarıverir. İşte bu "üstün" canlı yaşam savaşında diğerlerini

alteder ve onun genleri yeni bir tür doğurur.

Bilim de aynen canlılar âlemi gibi çalışır. Bilimde türlerin

yerini fikirler tutar. Yeni fikirler genellikle eskilerle çelişen (dolayısıyla

eskiler açısından "hatalı") düşüncelerden oluşur. Eski

fikirlerle çelişen fikirler çevre ile (yani gözlemlerle) eskilerden

daha büyük bir uyum içindeyseler, o zaman eski fikirler elenir

ve yeniler eskilerin yerini alırlar. Canlılar âleminde çevre nasıl

seçici bir etki yapıyorsa, fikirler âleminde de aynı şey geçerlidir.

Çevre ne kadar geniş olursa, fikirler o derece büyük bir hızla

elenir (ve dolayısıyla değişir, gelişir). Çevrenin dar olduğu yerlerde

gelişen "endemik" (dar çevreye has) fikirler, çevrenin fakirliğini

yansıtacak derecede çelimsiz olurlar. Bu nedenle kapalı

toplumlar da gelişemez.

Bilgisayarların hata yapmalarına izin verilmediği için bunlar

yenilik üretemez, yani kendilerini programlayamazlar. Ancak

hata yapan ve bu hatasını çalışma sistemine dahil edebilen

sistemler gelişmeye, yücelmeye açıktır. Hatasız sistemler fosilleşmeye,

donmaya mahkûmdurlar. Hatasız olmak marifet değil,

züldür. Marifet, hatayı değerlendirebilmektir.


XLI

"Osman Bey” ve Ekibi60

"Osman Bey" dünya çapında ünlu arkeolog Prof. Dr.

Manfred Korfmann'a Troia'daki ekibinin lutap tarzı. Yıllar önce

bir köylü kadınım ız yakıştırmış ona bu ismi. Biz Troia kazıları

karargâhına gelince iyi bildiği Türkçe ile kendisini "Troia muh

tarı Osman" diye takdim etti.

Troia macerası İstanbul Arkeoloji M üzesı'nin bahçesinde

ki bir akşam yemeğinde başlamıştı. Prof. Kortmann'n dokuz

yaşındaki oğlum Asım 'ın Troia merakını söyleyince "derhal

getirin" demişti. Gerçekten de biz istendiği gibi 15 Ağustos sabah

saat 05:30'da Troia kazı karargâhına varınca Trol Korfmann

Asım'ı bizden alıp arkeolog Devrim Sazcı ya teslim etti

"Bugün ondan uzak durun" dedi bize de. Eşim Oya, şoförüm

Cevdet M utlu ve benden oluşan üçlüye de Tübingen Üniversitesi

master öğrencisi Sinan Ünlüsoy rehber olarak verildi. i * n

Jale İnan'ın Perge kazısından sonra ilk defa bir arkeolojik kazı

alanım gezecektim. Ama bu yazının maksadı kazı alanını tasvir

etmek değil. Bu konuya ilgi duyanlara Birgit Brandau un

Iroiıı-Eine Stadt und ihr Mythos - Dıe neuesten Entdeckungerı"

(Troia-Bir Şehir ve Mitosu - En Yeni Keşifler) adlı eserini tavsiye

ederim. 1997 yılında Gustav Lübbe Verlag (Bergisch Glad

bach) tarafından yayımlanan bu kitaba Prof. Korfmann güzel

bir önsöz yazmış (bir hayırsever bu enfes kitabı Türkçeye çevirse,

halkımıza çok çeşitli açılardan büyük bir hizmet yapmış

olacak).

Benim bu yazıda vurgulamak istediğim Osman Bey'in ve


“O sm an Bey” ve E k ib i 1 55

ekibinin uluslararası bileşimi ve insanı hayran bırakan profesyonellikleri.

Her şeyden evvel kazının çeşitli evrelerinde çalışan

pek çok Türk master ve doktora öğrencisiyle karşılaştık. Profesör

Korfmann kazı ekibinde Türk öğrenci ve arkeologların bulunmasına

özel bir önem vermiş. Türklerin yanında benim fark

edebildiğim kadar Almanlar ve Amerikalılar önemli yer tutuyorlar.

Sonra İngiliz, Polonyalı, Rus, Bulgar, HollandalI, İsviçreli

araştırıcılar var. Bu uluslararası ekip her gün sabah saat

05:00'te kalkıyor, 05:30'da hep birlikte "ilk" kahvaltı ediliyor ve

herkes kazı yerinin başına dağılıyor. Saat 10:00'da "ikinci" kahvaltı

için toplanılıyor. Öğle yemeği saat 14:00'de yeniyor. Bu saatten

sonra işçiler sekiz saatlik mesailerini doldurdukları için

ayrılıyorlar. Arkeologlar ve diğer araştırıcılar ise büro ve laboratuvar

çalışmalarını yapıyorlar. Bu mesai de saat 18:00'e kadar

sürüyor. Akşam yemeği 18:00'de yeniyor.

Prof. Korfmann bizlere laboratuvarlarını ve diğer çalışma

alanlarını bizzat tanıttı, sonra da kendi kullandığı bir Mercedes

Ş i k ıl 3“ Troia k ı/ ı m u ık tr /in iıi b a h ç e s in d e A s ım , P rof K o r f m a n n 'm a z ön c e im z a la d ığ ı T roia

m İ ı v u z u h u y a k a la m ış , h a y r a n lık la y eni e d in d iğ i " a r k a d a ş ın a " b a k ıy o r U z u n b îr ç a lış m a

g iin ü n s o n u n d a , b ir de m is a firle riy le u ğ r a ş m a k z o r u n d a k a lm ış o la n Prof K o r f m a n n 'm

y ü z ü n d e ise y o r g u n lu ğ u n u n y a n ın d a , belk i de ark e o lo jiy e y eni b ir transfe r y a p m ış o lm a n ın

keyfi « k u r u y o r (15 A ğ u s to s 1998)


i V t

Z üm rüt name

Ş e k il 38. Bir bilim adam ı, b ilim e nasıl adam tavlar? A. A sım ve Devrim kazı yerinde Asım

heyecanla D evrim 'in gösterdiği yeri k a/ıy o r B. A sım pek keyifli

galiba bil ?ey bul,m ı*! C

A sım arkeologlarla öğle yem eğinde. D . K arşılarında “A k h illeus'u n mezar. , IV * K orlm ann

genç dostuna Troıa'nm -ve insan uygarlığının- ihtişam ım anlatıyor. (Korfmann'-.n b u fotoğraf

çekilirken söylediklerinin b.r kısm ı için şu yazıya bkz. Şengör, A M . C , 1998, l.'çuı» u İroıa

savaşını biz kazanalım : Cumhuriyet, 75 yıl, 266.12. sayı [6 E ylül 1998), s. 2).

arazı arabasıyla bizi Troas (Troia bölgesi) içinde dolaştırdı. Kazı

karargahında bulunan malzeme, bilgisayar olanakları, kütüphane

gerçekten msanı hayran bırakıyor. Fakat asıl hayran olunacak

şey Osman Bey in anlattıkları: "Kimseye burada çalı?’

demek zorunda kalmadım şimdiye kadar," diyor. "Herkes ken

d, sorumluluğunu biliyor. Ben de her gün mutlaka her kazı yerini

gu.ıp görüyorum, kazanın raporunu alıyorum. Sabah işçilerimiz

olmadığı için kahvaltı servisini kendimiz yapıyoruz.

Ben kamp şefi olarak en istenmeyen gün olan pazartesinin kahvaltı

servisini yapmayı üzerime aldım. Burada profesör ile, öğrenci

ile, işçi arasında hizmet eşitliği açısından fark yok. Ben

prafesorıtm, öyleyim, böyleıjim, dolayısıyla şu i ş i yapmam diyene burada

yer uok "

Böyle bir araştırma kampını idare etmenin bir araştırma

gemisini idare etmekten pek bir farkı olmasa gerek. Bu kadar

değişik kültür, huy, meslek temelinden gelen insanı bu zor şart­


"Osman Bey” ve Ekibi 157

lar a^mda bu kadar disiplinli çalıştırmak gerçekten alkışlanalı*

bir şey. Bunu yapabilmenin sırrı insanın yaptığı işe, yani bilme

âşık olması ve insanları tanıması. Bunu Troia'yı Prof. Korfmann

beraber gezerken her adımda hissediyor insan. "Celâl

ey' diyor büyük arkeolog, "burası öyle olmalı ki ben yarın bir

trafik kazasında ölsem, hiç aksamadan kazılar ve araştırmalar

sürmeli. 'Tek lüksüm ve tek servetim kitaplarımdır" diyen bu

1uyük bilimci aynı zamanda çok büyük de bir Türk dostu, ülkemizin

dost olarak kazanmış olmakla iftihar edeceği büyük

lr insan. Osman Bey sağ olsun; ona bakarak pek çok Osman

Bey de bu halkın çocukları arasından çıksın. O da zaten o ümitle

Çabalıyor, genç Türkleri alıp Tübingen'de, Troas'ta eğitiyor,

diğer ülkelerden meslektaşlarıyla tanıştırıyor (Asım'ı bile!).

Bundan iyi dostluk mu olur?


XLII

Kâtip Çelebi'yi Hatırlamak•>’

3 4 1 yıl öncp 6 E kim 1657'de (1067 Zilhicce'nin 27. Cumartes.

g u n u ) K a tıp Çeleb,, veya £!hl-i D iv a n 'm H acı Halifesi veya Hacı

Kalfa sı, A b d u lla h o ğ lu M ustafa sabah kahvesini yudumlarken

■ır kalp sektesinden ö lm ü ştü. H e n ü z 48 yaşındaydı. Bazı rahatl

ı k l a r ı d aha önce de olm uştu. Tesadüf o akşam ham karpuz

yem iş, sabahleyin de soğuk su ile yıkanm ıştı. Âdeta ö lü m ün geecegını

g o rm u ş gibi, hanım ın a ve uşağına o sabah "N e aceb birbirine

m u h a lif işler etdik, bir zarardan A llah u Taâla hıfzeyliye"

■emişti A llah tan korum a dileyen bu h e n üz genç sayılabilecek

adam , az sonra ö lü m ü n pençesind.îvken can havliyle tıp kitaplarına

b aşvurm ayı d ü şü n ü y o rd u : "...kahve içerken mütegayyir

j ^ attsız>an ,p) elinden fincan düşer ve bu telâşesi esnasın­

, J* 1 (tıp kitaplarına) m üracaat sadedinde

ı en kendi dah i füce'ten vefat e der" K im d i bu 48 yaşında kalbıh

,V h T w 3lurkcn d in ^b apların d an, d u alardan değil de

bir b ilim k itab ından m ed et u m an O sm anh ?

> ,. , K ahp Ç elebl' O sm anlı hayranlarına göre b ü y ü k bir âlim,

.lu K n m m I lalıl Y ınanç'a göre de zam an ının Descartes, Leibnız

gibi dahileriyle karşılaştırılınca ancak okur yazar bir a m a t ö r d ü .

Babasının ve kendisinin gayretleriyle okum a yazm a, hesap, daha

sonra da geleneksel dinsel ve tarihi bilgileri edinm işti. A n c a k

çocuk yaşta kendisine hesap öğreten hocanın d üze y inin hızla

üstüne çıkm ış olm ası, zekâca çevresindeki ortalam a düzeyin üstünde

o ld u ğ u n u n ilk işaretiydi. İlk başlarda tarihe heves saldı ve

doğuya y ap ılan seferlere katıldı. Burada ilk defa o n u n iyi bir


K â tip Ç e le b i'y i H a tırla m a k 159

gözlemci, sadık bir betimleyici ve her şeyden önce yorulma bilmez

bir kaynak meraklısı olduğunu görüyoruz. Gittiği yerlerde

sahaf ve kütüphanelerde kaynak eserlerini not etmeye başlamıştı.

Daha sonra bu kaynaklar onun en önemli eserlerinden olan

dev doğu bibliyografyası Keşfü'z-zunûn an esami l-kütüb ve'l fi*

nü unu oluşturacaktır. 14.500 kitap ve risale, 10.Ü0Ü kadar da yazar

adı anılan bu eserde Çelebi, kitapların adlarını, konularını,

onlar hakkmdaki eserleri, atıflarını yapabildiğince vermiş, bu

eser 18. yüzyıldan beri çeşitli şekillerde Avrupa'da değişik dillerde

çıkan d'Herbelot'nun Bibliotheque Orientale'i gibi kayrak eserlerinin

temelini oluşturmuştur; sonunda Almanca ve Latince bir

tam tercümesi Flügel tarafından 7 cilt olarak yayımlanmıştır.

• *1

1 A - / jV

r y t - ; \»

—A » • i* J ‘

•* < 1

ı— .r-

J

U. , •. . I , k

. #.• Ai . « 4 •«, Al *- - *

»•,** 4 * _i -|

ı

*

•1 •

^ ^

•• * »*.-*/ s

gl» I * -^ J ‘

. -A tâ

# i , »*

... -- v».-—W .*.,",-..

% A» i- (t _^ «

• /l 'M‘V1 y * r jC-a

I v

l

Ş e k i l 3<) İb r a h im M ü te fe r rik a 'n ın

1733 y ılın d a b a s tığ ı

Cilıannüına'nm ilk sa h ife si.


1 6 ü

^ümriirnânıe

rafya ! o ' T ' " Ç M ' ^ “ *

b u l'a n ü sh alan a »lm ıs olan v , f,. r , ° * » " nasılsa Istan-

^ u . ı n ea tru rn \ ,j-b l-

& T S * wr en 1 ^ .... -••- . . . ^ r

^ n s onn , ? u", «“ "H H su/lu*., düşüyor).

n t ,,r MD herai 1 M enm ed Efendi ile tanıştırıyor,

fin kısası C. Mh' ‘V,0ry ' toıu tercu^ esıne soyunuyorlar. Uzun laönpm

iî ^ l ort"* an burad an bulabildiği güvenilir bilgi ile

y a2m ay« başlıyor Haritalar 4 dıya

ra m la rla süsled iğe içinHe fosillerden bile bahsettiği bu esen,

j „ l , usuz O sm anlı nrn en önem li coğrafya eserini bitiremeden

olHu gitti Çelebi. A rkasında 20 tam veya b ü y ü k ölçüde bitm

iş, J kısm en bitm iş eser b.rakan Çelebi'nin ilgi alanı, tarihten

, r 1 ' rnntem atikten astronom iye, bibliyografyadan biyog-

!? " . Y.G f ^ o ıo jıy e k adar pek çok alana yayılmıştı. Mükrimin

11 ın aevdsjı gibi, kendi çağdaşı Avrupalı entelektüel devlerle

vı»lrI?1 35 lri ',i,|,ecek hiçbir °ey yapam adı Çelebi. Am a onu bü-

"n u tu lm az yap an, en büyük saygım ıza değer yad,klandır,

yapm ak arzusuyla ömrünü

feda e til teridir

k,k . S f lebl Ç° Ide n<îm '> bir çiçek değil, verimli bir ağaçtır, çünhtıltM

yVC

v ,,rdıği m eyveler uygar dünyada kullanıcı

s,,ı V4UŞ' K*‘ katkı yapm ıştır Avrupai, rakiplerinin fizik-

V1I, ,,,, ^ n; Vl ,1," kan ,ar*mn ufacık bir kısmına bile sahip olama-

İiciM 1 • P*-1-* J^anı' ülkesinin ve kültür çevresinin bilgi fakirb

r e u î ^ er kl leri e,e*tırerek’ bunu yırtmak için umutsuz

İ s t

diinva

' V f m ücadeleye sonunda kalbı bile

' ' vı M dünyadan alıyor, ulaşmak istediği

s vl h n !

gönüllerine, uluslararas, ansiklopedilerin

sayfalarına göm üyor. Rahat uyı, Çelebi! Ülkende bilei ve akla

susam ış olanlar senin yolundalar, seni unutm adılar 1953'te mezarın

tam ir e d , W dostun A r'n*n A d,var kitabem yenilemişti.

Bızler de insan bilgisine katkı yapabildikçe sen dostum uzu

şükranla anm aya devam edeceğiz, yapabildikçe gelip seni ziyaret

edeceğiz, yerin hem m ezarında, ama dah^ çok gönüllerim

izde olacak.


XLIII

Yalan, Bilim ve Yalancılar62

Bilim yalanla başlar. İnsanoğlu, ilk defa yalnızca duyularıyla

bilebildiklerinin ötesine uzanma arzusunu duyduğu zaman,

doğada doğrudan gozleyemediği pek çok şey hakkında gözlediklerini

tamamlayıcı nitelikte varsayımlar uydurmuştur-. Dünyamızı

bir tepsi gibi düz addetmiş, güneşi bir insan ayağından

küçük diye düşünmüş, dünyanın uzayın merkezinde olduğuna

inanmış, dağların içlerinin boş olduğunu sanmıştır. Doğum ve

ölüm, muhtelif tanrılara atfedilmiştir. İnsanoğlu pek az bir kesimini

görebildiği, gözlemleyebildiği, inceleyebildiği nesne ve

süreçlerin ne oldukları ve nasıl oldukları konusundaki sonsuz

merakını bu tür masallarla dindirmeye çabalamıştır.

Bu masallar bir kişi, bir grup veya nesillerin eseri olabilirler.

Bir kişinin uydurduğu bir masal, onu dinleyenlerin ek bilgi

lerinin genişliği, muhayyilelerinin gücü ve hafızalarının kudreti

nispetinde onlar tarafından değiştirilip, genişletilip yeni bir

şekle sokulabilir. Bu şekilde bu tür masallar nesilden nesile geçerek,

insanın içinde yaşadığı gerçek âlemin yanında bir de bir

masal âleminin gelişmesine neden olmuşlardır. Bu masal âlemi

hem kişinin, hem de toplumun bekası için gerek ıdir, çünkü

içinde yaşadığımız dünya bilemediğimiz, açıklayamadığımız,

fakat bizim, yakınlarımızın, sevdiklerimizin yaşamını etkileyen

ve bizim kontrolümüz dışında sayısız etkenlerle doludur. Bunlar

karşısında yaşama gücünü bulabilmesi için insanın bunların

üstesinden gelebileceğine inanması gerekir - bu doğru olmasa

bile. Gerçek âlem yanında insanın geliştırdıgı masal âlemi işte

insana bu gücü vermeye yarar.


1 6 2 Z ü m rü tn â m e

A n c ak bazen b u m asal âle m in in m uhtelif öğeleri insan yaşa

m ın ı k ö tü de etkileyebilirler. H ayalı guçl'-rı teskin etmek için

verilen insan kurbanlar, b u güçlerin hiddetinden korum

için ö rn e ğin A frik a 'd a k i kız sünneti gil-ı I Iindistan'daki oien

erkekle eşini de y akm aktan ibaret olan satı gibi, bireyin yaşamın

ı körelten, hatta tehlikeye atan vahşi âdetler de vardır. Bu masal

öğeleri, bazen hiçbir işe y aram adığı kesin açıklayıcı e fsan e ­

ler de olabilir. Ö rn e ğ in , deprem leri deniz tanrısı Poseidon un,

şim şekleri Z e u s'u n yaptığı gibi.

İnsan aklı çok, am a çok u z u n bir zam an içinde (insanın 1

taya çıktığı 3 m ily o n yıl öncesinden 2500 yıl öncesine kadar

yalana dayalı m asalları gerçek âlem le karşılaştırarak bilhassa

kendi y aşam ını etkileyenleri terk edip, yerine daha geniş hır

g özle m tem eli ile u y u m lu yeni m asallar ko y m ay ı öğrenmiş^11"-

M .Ö . 6 . y ü zy ıld a , M ilet'te genel süreçler h akkında ort.ıya a tıla n

tü m varsayım ların nihayet m asal o ldukları fark edilerek bunların

m ü m k ü n olan en b ü y ü k bir hızla sınanarak daha iyilerinin

geliştirilm esine önayak olm aları sağlanm ıştır, insan aklının uydurduğu

masalların mutlaka ve mutlaka gerçek diinya ile s ı n a n m a s ı

gereğinin keşfi Milet'te bilimi doğurmuştur. Bilim ci, d e m e k kı.

söy le diğinin yalan o ld u ğ u n u n çok m uhtem el o ld u ğ u n u herkese

ilan eden ve kendi yalanını ortaya çıkaracak kişiye içten

şükran d u y a n kişidir. Bilimde amaç yalan olmayacağı ürnidtU'f

varsayım üretmek, ama bunun çok büyük bir olasılıkla yalan olduğu

n u fark edip, daha iyisini, doğruya daha yakınını üreteceklere ı/"'

dınıcı olmaktır.

Bilimsel olmayan toplum ise kalıcı yalanla yaşayan toplumdur

Bu toplum larda yalanı düzeltm ek için toplum sal bir çaba görülm

ez, zira toplum genel olarak yalanın farkında değildir.

Böyle toplum larda yalanın peşine d ü ş ü p düzeltm ek marifet addedilm

ediği, hatta "b ü y ü ğ ü n yalanını veya yanlışını ç ık a rm a k

ayıptır" gibi aptalca tabular o ld u ğu için buralarda yalancı bollu

ğu başlar. Her düzeyde, her ortam da, her işte yalan bulunur.

G özlem e dayalı akılcı tartışma o lm adığı için bu toplum larda

kararlar zorbalık tehdidiyle alınır. Bu toplum lar bu nedenle tesadüfen

gerçekle karşılaştıkları zam an çok fena çarpıhrlar, tü m

dokuları parçalanır ve toplum un k ü ltü rü iflas eder.


Yalan, Bilim ve Yalancılar 163

Akıl ve duyularla ulaşılmaya çalışılan gerçek dışında hiçbir

otorite tanımayan bilim, bu nedenle işe yalanla başladığı halde,

bunu açıkça itiraf ettiğinden yalana karşı en sağlam koruyucumuzdur.

Yalana hiç bulaşmadığını iddia eden tüm otoriter sistemler

ise yalan düzeltme mekanizmaları olmadığından tarihte

her zaman yalanın baş koruyucusu olmuşlardır.


X L IV

Les Alpes63

Bu Fransızca başlık Alpler anlamına gelir. Türkçe bir yazıda

Fransızca başlık atmanın ne anlamı var diye aklınızdan geçiyorsa,

Goethe'nin Faust'ı j n d a Dr. Faust'un genç bir kıza, G re tc h e n e<

karşı duyduğu arzuyu dile getirdiğini duyan şeytanın gülerek

Şimdi bir Fransız gibi kcnuşuyorsun" dediğini h a tır la y ıv e rin

Aşkın ve iştiyakın Alpler'le ilgisi ise bu yazının konusudur.

Uluslararası Jeolojik Bilimlerin Tarihçesi Komisyonu’nun (İN*

H IG E O ) b u seneki y ıllık to p la n tıs ın ın açış k o n u ş m a s ın ı yapmak

iç in 6-17 E y lü l ta rih le ri a ra s ın d a İsviçre'ye d a v e tliy d im . Top-’an-

tın ın k o n u s u y la ilg ili b ir i d o ğ u , d iğ e r i d e bati İsviçre'de olm ak

^ ere ’ k* ara z i g e zisi y a p ıld ı. D o ğ u d a k in i, belki de yaşayan en

b ü y ü k A lp je o lo g u o la n ve k e n d is in e h o c a m diyebilm ekten

o n u r d u y d u ğ u m Prof. R u d o lf T rü m p y , b a tıd a k in ı de A lp jeolojis

in in genç k u ş a k ü s ta tla rın d a n , d o s tu m , L o z a n Üniversitesi

p ro fe sörü H e n ri M a sson yönettiler. G e z ile r e sn asında sadece

18. y ü z y ıld a n beri A lp le r 'in je o lo jik y a p ıs ı h a k k ın d a k i keşiflerin

y a p ıld ığ ı yerleri g e z ip y a p a n la rı h a tırla m a k la k a lm a d ık , b u lu t­

lu h a v a n ın m ü s a a d e s i n is p e tin d e k a n ım c a d ü n y a n ın en güzel

d a e la n o la n A lp le r'i d e d o y a d o y a seyretm e im k â n ın ı b u ld u k

Ben d o k to ra m ı A lp le ı'd e y a p tım Jeolojiye ilk m e rak sarm a­

ya b a ş la d ığ ım ç o c u k lu k y ılla rım d a h a k k ın d a y a zıla r o k u d u ğ u m ,

resim lerim h a y ra n lık la seyrettiğim ilk d a ğ la r A lp le ı'd i. Jeolojiyi

o k u ld a öğre n m e y e b a ş la d ığ ım z a m a n , d a ğ la rın , hatta kıtaların

o lu ş u m u h a k k ın d a k i ilk b ilim s e l teorilerin A lp le r h a k k ın d a ortaya

a tıld ığ ın ı g ö rd ü m . G ü n ü m ü z jeolojisinin ilk habercileri olan

k u ram la r, A lp le ı'in k u c a ğ ın d a y etişm iş d â h ile rin o n la r hakkın-


Les Al pes 165

Sekil 4C A Modern A lp jeolojisinin en

önem li kurucularından kabul edilen

Horace Benedict de Saussure'ün (1740-

1799)bugünlerde tedavülden kalk

makta d a n 20 İsviçre Franklık banknotun

üzerindeki resmi.

ddki fikirlerinden oluşmaktaydılar. Alpler'e bakan jeolog onların

0 bitip tükenmek bilmeyen güzelliklerinde üzerinde yaşadığımız

gezegenin sırlarını, o sırları açığa vuran büyük jeologların

anılarını ve henüz insanlığın karşısında duran, çözüm bekleyen

bilimsel problemlerin görkem ve çekiciliğini görür.

Veni yağan karın ince tül örtüsünün ardında yapılarının güzel

çizgilerini daha da çarpıcı yapan beyaz ve koyu hatları tüm

Çapkınlıklarıyla sergileyen o zarif tepelere heyecanla bakarken,

grupta bulunan bilim tarihçisi bir Anglikan rahibi yanıma yaklaşarak

bu ihtişamın ve güzelliğin insana kutsiyet ilham ettiğini

söyledi. "Hayır, dostum" dedim. "Kutsiyet, anlaşılamayanda,

görülemeyende, temas edilemeyende, esrarengizde varsayılan

bir ululuğa, yüceliğe duyulan saygı ve sevgidir. Alpleı'in burada

bizleri etkileyen çekiciliği, güzelliği, görkemi, doğanın tüm imkânlarıyla

ve fevkalâde karmaşık süreçler sonucu yaratmış olduğu

bu abidenin bilakis anlaşılır olmasından kaynaklanmaktadır.

Bu, anlayabildiğimiz, kucaklayabildiğimiz,

içine nüfuz edebildiğimiz bir güzelliktir.

Bizler Alpleı'le konuşabiliyoruz; bildiğiniz

gibi yüzyıllardır onlarla tatlı ve faydalı bir

söyleşi içerisindeyiz. Benim fark ettiğiniz şu 9 0 0 0 2 5 7 3 9 5

andaki heyecanım, bu yakışıklı, tatlı dilli, ,

yalan bilmeyen, benden önce nesillerce jeoloğun

dostu olmuş, benden sonra da nesil-

Şekil 40 B. Şekil 40 A'da gösterilen banknotun arka yüzü. Burada

Saussure ve arkadaşlarının 1787 yılında gerçekleştirdikleri ikinci

M ont Blanc tırmanışı resmedilmiştir. Saussure, bu tırmanışta

Mont Blanc'm yüksekliğini ilk defa barometrik olarak ölçmüştür

Banknotta M ont Blonc zirvesinin üzerine bir Am m oııit fosilinin

hatları çizilmiştir. A lpleı'in jeolojisinin anlaşılmasında en önemli

rolü oynayan bu fosillerin para üzerindeki şekilleri, yaratılan

kompozisyonda jeolojiyi temsil etmektedir.


166 Zümrütnâme

lerce jeologun dostu olacağı kesin sevgililerim İl- tekrar kucaklaşabilmekten

kaynaklanan bir heyecandır. Onların doğal güzelliklerinde

ben tabiatın ihtişamını, kucaklarında barındırdıkları kültürlerin

çeşitliliğinde insan yaratıcılığının sınırsızlığım, hatıralarında

bilimin banisi olan dâhilerin mirasını, soı unlarında da gelecek

bilimci nesillerinin zaferlerini temaşa ederek kelimeleri-.1

ifadesi müm kün olamayacak büyük bir haz ve tatmin hissi du

yuyorum. Alpler tabiatın görkeminin olduğu kadar, insan zekâsının

da bir abidesidirler. Gerçek aşk ancak 1 ırbırını tanıyan ve

anlayan taraflar arasında var olabilir. Benim bu açıdan Alpler'e

duyduğum aşkı, bir yabanînin doğal güçler karşısındaki cehaletinden

kaynaklanan aczinin yarattığı kutsiyet kavramı ile bu nedenden

ötürü asla karıştırmamak gerekir."

V O Y A O E S

D y l N S l E S y l L P E S ■

r u f t t li i ı

D ' U A

E S S A I

S U R L ’H I S T O I R E N A T U Z I E L L E

.. J * i ' i * •< M t

I) I- I ’ L \ F

i t ı ı • . ,■ - w

7 . 'i r r " t i l i r •:

40 C. Hornce-öeııediet do

Saııssurc'ün Alp jeolojisinin

temellerim .*ıtnn on önem li eserlerden

biri olan drirt ciltlik

Aiphrdc Gnnler adlı kitabının

birinci cildinin biişsayfnsı


XLV

Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi

Olarak Görmek64

Bilgili insan her şeyi bilen insan değildir. Bilgili insan çok

Şey bilen insan bile değildir. Bilgili insan neyi bilmediğini, neyi

nasıl öğrenebileceğini bilen insandır (bilgili insan Sokrates'in

pek böbürlendiği gibi hiçbir şey bilmediğini bilen insan da değildir,

zira bu ifade kendisiyle çeliştiği gibi, bu çelişki dışında

bile doğru olamaz). Bir başka yazımda da ifade ettiğim gibi,

bilginin ne olduğu sorusuna ise iki cevap verilebilir. Bu cevaplardan

biri ideal cevaptır: Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin

tüm özelliklerinin kodlanmış halidir. Cevapların İkincisi gerçekçi cevaptır

: Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin gözlemcinin ilgisini

çeken özelliklerinin kodlarıabilenlerinin tamamıdır. Demek ki biz bir

nesne veya süreç hakkında bilgi edinirken onun ilgilendiğimiz

kısımlarının kodlanabilenlerinin kodlarını belleğimize aktarırız.

Bu nedenle hiçbir nesne veya süreç hakkında tam bilgi iddia

edilemez (zira hiçbir şey tam olarak kodlanamaz). Bilgiyi

tam yapan bizim hayal gücümüzdür. Kafamızda bir kısmını

kodlayabildiğimiz nesne veya sürecin tamamının ne olması gerektiği

konusunda oluşturduğumuz "hikâye" ışığında eksik

bilgimizi "tamamlarız". Eğer kafamızdan uydurduğumuz "hikâye"

(bilimde buna varsayım (hipotez), kuram (teori) veya doğa

yasası denebilir) tesadüfen gerçekle uyumlu ise bir keşif yapmış

oluruz. Yok değilse yanılmış oluruz. Yanılgı genellikle bizde yeni

ilgiler doğurarak yeni gözlem alanları açar önümüze ve bu

şekilde bilgimizi genişletmemize yardımcı olur.


168 Zümrütname

B ilginin b izim hayal g ü c ü m ü z ü n yarattığı biı şev olduğu

n u n farkında olm ayanlar bilgilerinin, bilgi edinmek istedikleri

nesnenin yalnızca pek ufak bir kısm ıyla sınırlı olduğunu göremezler.

H er şey apaçık karşılarında duruyor sanırlar. Halbuki,

sorgulam ayı bilm eyen, görm eyi d r bilemez. Bu yüzden bakm

ak, görm ek için yeterli değildir. Hele kunu geçmiş hakkındaki

bilgi olunca, iş iyice çetrefilleşir. Geçm işin günüm üzden

farkı, geçmiş hakkında hiçbir şeyi doğrudan bilemememızdir

Geçm iş hakkındaki bilgi bize geçmişten kalan yazılı veya ya

zısız belgeler yardım ıyla gelir. Tarih yazılı belgeleri, insan

eliyle yapılm ış anıtları kullanır; paleontoloji l «illerden yarar

lanır; jeoloji kayaç kütleleri içinde geçmişin izlerini arar; koz

m oloji ışığın özelliklerinden faydalanarak . am alin gelişimini

inceler. Ancak hiçbir tarihsel belge geçmişin kendisi delildir Tarih

çinin eline geçen belgeler geçmiş yaşamın pek cuz'ı bir kısmını

yansıtır; yaşamış m ilyonlarca ve milyarlarca canlıdan birkaç

on, belki birkaç y üzb ini ancak fosil olarak elimize g^çmiŞ'

tir; aşınma, m agm a içinde erime, ısı ve basınç altında başkalaşma

yoluyla milyonlarca kilometre k ü p kayaç her an yok olmakta

veya "hafızası silinm ektedir"; ışık hâlâ uzayın d e r i n l i k ­

lerinde bize sürprizler yapabilmektedir. Bu şartlar altınd.ı tarihi

ancak ve ancak bir diğer yazım da da dediğim gibi belirli

bir varsayım ın ışığında eldeki sınırlı belgelerle tutarlı 0la1

şekilde baştan kurabiliriz. Bu kurguyu da yeni belgeler ar.ı

mak, eldekileri sınamak için kullanırız. K urgum uz yeni l‘ır

belgeyle çelişince onu terk eder, eski belgelerle birlikte bu yeni

belgeyi de açıklayacak daha geniş, daha iyi bir kuram la değiştiririz.

Eldeki eksik belgeleri geçmişin tamamı zannedenler geçmi'

şi olduğundan çok daha kısa, dar, kesikli sanırlar. N e s n e le r d e k i

b ütünlüğü, olaylardaki sürekliliği göremezler. İnsanlığın tarih

anlayışı, eldeki belgelerin tarih olmadığı, tarihin bunlarla

uyum lu bir şekilde insan kafasında yaratılması ve sürekli sınanması

gereken bir bilgi olduğu anlayışının gelişmesi şeklinde

ilerlemiştir, ilkel ve mitolojik (veya dinsel) tarih anlayışı, tarihin

eldeki sınırlı belgelerin tam am ı olduğu ve insanın bunlardan

farkında olmadan ürettiği varsayımların gerçek olduğu zannın-


Tarihi Bir Film veya Bir Diya Gösterisi Olarak Görmek 169

dan türemiştir. Eksik bir halk hafızası, birkaç kalıntı, bir iki

anıt, geçmişin tamamı sanılmış, mesela Sümer ve Mısır bütün

dünyanın oluşumunu bir nehirden yükselen kil tepeciği ile

açıklamaya kalkmıştır. Hayvan doğumunun hızını gören insan,

canlıların ortaya çıkışını da benzer bir olaya bağlayarak yaratılış

efsanesiyle açıklamaya çalışmış, dünyanın ortaya çıkışıyla

insan neslinin ortaya çıkışını bir tutmuştur. Ancak bilimin eleştirisiyle

bu çocuk masalı türünden fikirlerden vazgeçilerek daha

geniş, eldeki yeni verilerle daha uyumlu varsayımlara geçilmiştir.

Tarihi bir sinema filmi olarak düşünmek lâzımdır. Bunun

içinden rastgele seçilen birkaç kareyle belki bir diyapozitif gösterisi

yapılabilir, ama film oynatılamaz.


X L V I

İstanbul'da Depreme Karşı Sivil Örgütlenmel?!?65

Her cumartesi sabahı ilk işim Cumhuriyet Bilim Teknik okumaktır.

26 Eylül sabahı da aynı işi yaptım . Ancak Orhan Bursalı'nın

İstanbul'da deprem tehlikesi nedeniyle 1 devletin de çalışm

alarını izleyecek, güçlü, yetkili bir sivil örgütlenme gerekmektedir"

diyen başyazısını okuyunca, engel o l a m a d ı ğ ı m bir

gülm e aldı beni. O kadar ki, sonunda bu eşimin diki .'tini çekti-

"Neye gülüyorsun?" diye sordu. "O rhan'a" dedim , "Hayaletlere

yazm aya başladı." "Ne hayaleti?" diye bu sefer e n d iş e le n e ­

rek sordu eşim. "İstanbul'da deprem olacak, adam gibi bir -1’■11

örgütlenme lâzım diyor!" "Eee? Ne var bunda gülecek? Sen d4-1'

Aykut da, Fazlı Bey de aynı şeyi söyleyip durm uyor m u s u ­

nuz? Kom ik olan da o ya" diye önleyem ediğim kahkahalar

arasında cevap verdim. "Kim e söylüyoruz hiç aklımıza g> hyor

m u? Biraz önce sen Cumhuriyet’m 3. sayfasında 'Yoksulluk s ın ı­

rı 224 m ilyon' diye bir haber okum adın mı bana? Benim maaşım

ne, üniversite profesörü olarak? 270 m i l y o n . D o ç e n tin i- 1,

200 milyon. Yani koca bir doçent yoksulluk sınırının altında ya

şıyor. Artık yardımcı doçentleri, asistanları düşün sen. Tabiî, di

yebilirsin ki, canım maaşı boş ver, devlet ona kâğıt, kalem, kitap,

araştırma olanağı temin ediyor!!!.. Ay! kasıklarım a ğ r ıd ı

gülmekten... Daha geçenlerde koca ITÜ'nün rektörü k e n d i s in e

kâğıt üzerinde devletin verdiği bütçenin 1/ 5'ini kullanm a yetkisinin

olduğunu, bunun da yıl içinde Maliye Bakanlığı'nca

keyfî bir şekilde tırpanlandığını, ne planlama ne de başka bir

şey yapabildiğini söylüyordu. Sefil üniversite hocası, sefil üniversite

içinde, h e m de ülkem izin alnının güya akı, cumhurbaş-


İstanbul’da Depreme Karşı Sivil Ö rgütlenm e!?!? 171

kanlan yetiştiren 225 yıllık koca ITÜ 'de! Bir de adlarına utanmadan

üniversite denen o gecekondu m üesseselerini düşün

A nadolu'da! Koca İTÜ ki kütüphanesi yok! Kitaplığına alabildiği

dergi sayısı A BD 'de iyice bir üniversitedekinin ortalam a yüzde

biri!!! Kaydında 250.000 kitap gözüküyor, üniversitenin varlığını

kanıtlayabildiği ise bunun dörttebiri bile değil! A kşam git

bak, ışığı yanan kaç laboratuvar, kaç derslik, kaç büro görür

sün. İTÜ ki hiç kuşkusuz ülkem izin en saygıdeğer, en çok bilim

üreten üniversitesidir, hiç değilse en tepedeki üç beş üniversite

den biridir. TÜBİTAK diyeceksin. Eh o da bugünlerde müflis,

kabul edilmiş araştırm a projelerinin m ütevazı paralarım ödemekten

âciz! Zaten birkaç senedir ne yaptığını bilmez bir halde!

D ünyaya açılan gözü kulağı olan, beyni olan, üniversiuerı

ni bu hale getiren bir toplum düşünebiliyor m usun ' 1>u felaket

ler dururken, ülkenin beyni bu şekilde uyuşturulurken, örne

ğin benim m esleğim in m ühendis odası bununla ilgilenmiyor

da, bu konularda bangır bangır bağırm ak ihtiyacını duym uyor

da, Am erikan donanm asının altıncı filosuyla ilgileniyor!.. I-u

kör dövüşünün içinde, biz diye *.'uz ki. Efendim lstanhul da

deprem olacak, örgütlenip sesimizi duyuralım . Bizi yöneten

ler, yukarıda anlattığım bu m uhteşem (!) üniversitelerin mezunlarıdırlar,

böyle vazifeşinas (!) meslek odalarının üyeleridirler.

Birlikte sivil örgüt kurm aya kalkacağım ız diğer vatandaşlarımızın

üniversite okum uşlarının çoğu da öyle. E^ız once bunia

ra deprem in ne olduğunu anlatabilirsek, yatıp kalkıp şükredelim.

Depremin yer sarsıntısı olduğunu bilirler —ve işte oradan

bir adım ötesini ne bilebilirler ne de anlayabilirler. Zira ondan

ötesi bilimsel düşünce gerektirir, sebep-sonuç ilişkisini urab;!-

m eyi gerektirir, bu düşüncelerin varsayım lar şeklinde gelişiıgı

ni, bunların kontrol edilmesi gerektiğini düşünm eyi gerektirir.

Bunları yapm ak için bir bilim topluluğu olması gerektiğinin anlaşılmasını

gerektirir. Bilim topluluğunun karnını doyurabılen

insanlardan oluşması gerektiği, bunların kütüphanelere, uluslararası

iletişim im kânlarına, iyi öğrencilere, gerçek meslek ve bilim

örgütlerine gereksinimleri olduğunun bilinmesini gerektirir.

Ülkemizin neredeyse tam am ını temsil eden kırsal kültürün

bunları bilem eyeceğini, am a bunun dürüst, vazifeşinas, bilgi ı.


172 Zümrütnâme

a k ıllı, de vle t adam lığ ı v a sılla rın a sahip politikacılarca kırsal

k ü ltü re a n la tılm a sı g e re k tiğ in in id rak edilm esini gerektirir.

B ö y le va sıfla ra sa h ip p o litik a c ıla rın enayi değil, bilakis imrenilecek

in sa n ö rn e k le ri o ld u ğ u n u n b ilin m e sin i gerektirir.

İşte b ıitü n b u n la rı b ird e n aklım a getirdi O rhan'ın yazısı da

o n u n iç in g ü lü y o ru m . B ir to p lu m u n a klı, so ru n la rın ı çözmede

g ö ste rd iğ i m aharette ortaya çıkar. B iz im ise 1946'dan bu yana

s o ru n la rım ız m aşalla h katlanarak a rtıyor. Z ira gelişmeyi, kendi

a k lım ı/ ın y a ra tıp dünyaya su n d u ğ u ü rü n le rd e değil, İstanbul a

kaçak yeri*-şıp o canım , d ünya in c isi şehri cehenneme çeviren

k ö y lü adedinde; d e m iry o lu ye rine asfalt yolla r döşem ek g ^ 1

y a p tığ ım ız aptalca seçim lerin b ız ı zo rla d ığ ı, başkasının akıl

ü rü n le rin i k o p y a la d ığ ım ız çarpık sanayileşm enin r a k a m l a r ı n d a

arayacak k a d a r a kıldan m a h ru m b ir to p lum old uk. Gel bu top

lum d a sen deprem g ib i çok ya n lı doğal b ir soruna karşı sivil örg

ü t k u r, h a h !"66


X LV II

Uygarlığı Mahkûm Etmek! Peki,

Yerine Ne Koyacağız?67

Orta Amerika'nın küçük devletlerinden Honduras'ta vahşiler,

Kristof Kolomb'u yargılamak için mahkeme kurmuşlar ve

unu adam kaçırma, etnik temizlik, soygun, tecavüz, istilâ, köle

ticareti, soykırım, işkence ve kitlesel ölümden suçlu bularak

ölüme mahkûm etmişler, elleri zincirli görülen bir tablosuna da

ok ve mızrak saplayarak cezayı infaz etmişler! Eh, yakında

Einstein'in nükleer bombalara temel olan çalışmaları, Nobel'in

dinamiti keşfi, Otto Lilienthal ve VVright biraderlerin bomardımanlarla

savaşta, uçak kazalarıyla da barışta binlerce ve binlerce

insanın ölmesine neden olan uçağı keşfetmeleri nedeniyle ve

daha nice bilimcinin benzer sebeplerle mahkûm edilmelerine

şahit olabiliriz.

Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinin hemen akabinde

bu kıtada yalnız bugünkü uygarlık düzeyinden bakıldığı zaman

değil, o zaman bile büyük insanlık suçu addedilen cürümler

işlendiği muhakkaktır. Peki, bunları nereden biliyoruz? Kolomb'la

birlikte oraya giden Bartolomeo de las Casas gibi dostlarının

ve daha sonra gene Ispanya'dan oraya giden, Alvar Nufıez

Cabeza da Vaca gibi gönülleri insan sevgisi ile dolu, uygar

İspanyolların heyecanla yazılmış eserlerinden biliyoruz. Amerika'da

İspanyollar tarafından işlenen cinayet ve soykırımlar, yalnız

bir avuç Ispanyol tarafından mı işlenmiştir? Asla! Hem Orta

Amerika'da Cortez, hem Güney Amerika'da Pizzaro, mevcut

yerli düşmanlıklarını akıllıca kullanarak yerlileri birbirine vurdurmuşlardır.

Peki bu birbirine vurulma olayı İspanyolların


174 Z üm rü tn âm e

icat ettiği bir o lay m ıdır? H âşâ! M ayalarla Azteklerin birbirlerinin

can d ü şm a n : oldukları, her fırsatta birbirlerini boğazladıkları

O rta A m erika tarihinin tem el konularındandır. Orta Amerika'n

ın çö zü lm em iş sorunlarından biri de Yucatan'daki muaz-

/a m şeh irlerin A vrupalIların gelişinden çok önce niçin terk edildiğidir.

P eru 'd a zaten hanedan m ensupları Atahuallpa ve Hua

sca r birbirlerini yiyorlardı. O zam anki Şili s ö m ü r ü l m e y e dahi

d e lm e y e c e k k ad ar fakir bulunm uştu. Bu da Amerika'da vazıyetin

K olom b'un gelişinden once pek de güllük gülistanlık olm

adığını gösteriyor.

Pek' d u ru m u n vaham eti yalnızca yerlilerin sık sık birbirlerini

vah şice boğazlam asın.» neden olan sosyal ç a l k a l a n m a l a r

m ıyd ı? N e gezer! Kolom b A m erika'ya varm adan çok önce, burad

a yanlış tarım teknikleri toprağın artık tarımı t a ş ı y a m a z duru

m a geldiğini gösteriyordu. Son zam anlarda yapılan arkeolo

jik /p ed olo iik (pedoloji=toprakbi!im ) çalışmalar, yerli tarım tek

niklerinın onb^-şînci yüzyılda O rta Am erika'da yaşayanları tekrar

avcılık ve playıcılığa itmek üzere olduğunu haber veri

yorlar. D aha kuzeydeki avcılar ise Pleistosen (2 milyon yıl-10

bm yıl aralığı) büyükbaş hayvan topluluğunu büyük ölçüde m

katm ış, bir tek bizona kalmışlardı. Tekerleği bile icat e d e m e m iş /

bizonu ehlileştirem em iş bu toplum un daha nice sosyal ve ekolojik

dertleri bulunm aktaydı.

K olom b, A lexan der von Hum boldt'un da y a z m a k t a n

usanm adığı gibi kaliteli bir bilimci, cesur bir kâşifti. A m e r i­

ka'da yapılan ve bizzat kültürlü İspanyolların bile midesini bulandıran

rezillikler, Kolom b'un tayfa diye yanına almak zorunda

kaldığı hapishane kaçkınlarının ve daha sonra Yeni Düny

a 'y a gidc^r* cahil m aceracıların işiydi Bunlar bazen K o l o m b ' u

da tatsız işler yap m aya m ecbur ettiler (hatta Kolomb sonunda

bunların bazılarını, bvı ar.ıda birkaç asili, mahkemeye sevk ederek

idam ettirdi ve bu yüzden İspanya Kralı ile başı derde girdi)

A m a O kyanus Denizi Amir >li, büyük coğrafya bilgini KrıStof

K olom b'un Amerika keşfinin yalnız Avrupa'ya değil, t ü m

insanlığa yeni bir uygarlık sıçram ası yaptırttığını, inhina o güne

katlar bilinm eyen bir kendine güven hissi verdiğini inkâr etm

ek m üm kün m üdür? Honduras'taki vahşilerin kullandığı


U y g a r lığ ı M a h k û m E tm e k ! P e k i, Y e r in e N e K o y a c a ğ ız ?

o

Se

!^ekil 41. B u rad ak i Alnrıan p arasın ın îtlçıdaıı k o p y a sı

ü zerind e görü len profil. O k y anu s D enizi A m irali,

A m e rik a 'n ın b ilg in kâşifi K risto f K o lo m b 'u n

y aşam ın d a y ap ılm ış o lan belk i d e tek resm id ir

(D y so n, ]. ve C h ristop h er, P„ ly 9 1 , Columbus-For Cohl,

G o d , a n d G lo ry : \A king/M adison P ress, T oronto , s.

21 'd en alınm ıştır).

mahkeme" ve "insan hakları" kavramlarını Am erika'ya getiren

bizzat Kolomb değil miydi? Yerlilerin tarımlarını kurtaran

Avrupa bilimi değil miydi? Onları büyücü yerine doktorla tanıştıran

Kolomb değil miydi? Honduras'taki vahşilerin Kolomb'a

hınçları aslında uygarlığa, akla yapılan bir başkaldırmadır.

Nasıl ki daha birkaç gün önce el ele tutuşarak türbana

özgürlük isteyenler, aslında Atatürk'ün bu ülkeye getirdiği akıl

ve uygarlığa düşmanlığa soyunuyorlarsa, bütün dünyada çeşitli

kisveler ve renklerde özgürlük, hak, hukuk sloganlarıyla

cehalet partizanlığı yapanlar gerçekte bu kavram ların -b azen

endiler! farkında bile olm adan- en büyük düşm anıdırlar

Honduras tak, sözde mahkeme yalnız büyük kahram an Koa'fSiS^

1 Saldlnd^ ' i " - " 1* * ‘Şenm iş


XLVIII

Onu Katlettiğimiz Gün68

Onu katletmekle fâni Mustafa Kemal in bedeninin ortadan

kalkmasını kolaylaştıran etrafındaki cahil ve aptal dalkavuklardan

veya milletçe ona verdiğimiz dertlerin onu yıpratmasından

bahsetmeyeceğim. Bu konulan tarihçiler giderek art.ın bir cesaret

ve inatla incelemeye başladılar. Atatürk ü katletmekle benim

burada kastettiğim onun en çok korktuğu olum tarzıyla

onu öldürmek, yani onun kendi örneği ile halkına en çok vermek

istediği şeyi, hür, eleştirel, akılcı düşünceyi, katle» m t ■tir

Onun en büyük endişesi tanrılaştırılmak, putlaştırılmak, abıdf

leştirilmek ve bu şekilde kendi düşüncelerini kendi anısıyla

gölgelemekti. İkide bir kendisinin fani bedeninin elbet bir £"n

toprak olacağını, ama fikirleriyle kurduğu Türkiye Cumhuriyetinin

ilelebet payidar olacağını söylerken, Cumhuriyet in ilel>‘

bet görmesini ümit ettiği itibarın kendi fikirlerinin fosilleşmesiyle

olamayacağını o herkesten iyi biliyordu; bunu defaatle her

fırsatta, çeşitli şekillerde dile getirmişti.

Peki, bu nasıl olacaktı? Türkiye Cumhuriyeti onun bulacağını

muhakkak addettiği payidarlığa nasıl vâsıl olacaktı? Onun

vazettiği kanunları aynen uygulayarak mı? Yoksa onun devlet

yönetimine getirdiği çizgileri izleyerek mi? Veya onun toplum

hayatında kurmak istediği dengelere kilitlenerek mi? Yoksa

onun rejim kalıplarını koruyarak mı? Bunların hepsinin cevabını

bizzat kendisi bir gün Yakup Kadri'ye vermemiş miydi? Demiyor

muydu ki doktrin olamaz, zira doktrin hareketi dondurur.

Biz donmayan, gelişen hareket istiyoruz. Devrim sürecek - o kadar

ki artık o "devrim" olmayacak, "toplum devinimi" olacak,


Jt-kil 42. Mutftafa Kûma! 1^37 Ağuslosu'nda yapılan Trakya m.mev rai arında, aralarında devrin

baybakını Ismel İnönü, Şükrü Kaya ve Tevfık Ruştıı Ar as'ın dd bulunduğu bir grupla birlikte

Herk*# aşnftı dugru bakarken. bir tek u babını kaldırmış, ba$k.ı bir yerlere yukarılara bakıyor*

. j resim onun tüm yaşamını en güzel şekilde oietlemiyor m u1 Bilhassa bu resmt baktıkça, bu

hiç tanımadığım adamı ııo kad.ır özlüyorum, anlatamam (Muhterem dostum,

< uınlıurbaşkanlım Başdanışmanı, kültürel antropolog l’rof F>r Bozkurt Guvenç'm

dudaklarından "bu resimde dehânın yalnızlığını g ülüyorum ” sîzleri dokülii vermişti bu

fotoğrafı görür g ö rm e z)

evrim olacak, toplum sürekli değişecek, gelişecek, iyileşecek

Mark şistlerin hayal ettikleri son devrimin (veya Mao nun her

biri feci birer fiyaskoyla biten birbirinden kopuk toplum sal hezeyanlarının),

Hitler'in bin yıllık imparatorluğunun, Budistlertn

N ir v a n a s ı gibi veya Mesih'in dönüşü ümidi gibi rüyalar olduğunu

Mustafa Kemal b ild iğ i için o, doğanın sınır şartlarına

uygun bir evrim modeli içinde toplumunun gelişmesini düşünüyordu

Bu modelde tek bir Mustafa Kemal'in ilelebet liderliğine,

sonradan uydurulan "Ebedî Şef' kavramlarına asla yer yoktu, olamazdı

"Atatürkçü düşünce" onca ancak bir saplantı olarak addedilebilirdi

“Atatürkçülük" hiç mi hiç olamazdı. O, bataktan, balçıktan

çekip çıkardığı halkının bitip tükenmeyen bir hazine olduğu inanandaydı.

O sarsılma/, inanç onun göğsünü AnafartalaKda kale,

D u m lu p m ar'd a mızrak, Meclis'te kürsü, Sarayburnu'nda kara-


178 Zümrütnâme

tahta, Mersin'de dünyaya mesaj tahtası yapmıştı. İcabında komutan,

icabında politikacı, icabında devlet adamı, gerektiğinde

öğretmen, hatta manken bile olabiliyordu. Olabiliyordu, çünkü

halkının içinde kendisi gibi düşünecek, kendisi gibi çalışacak Mustafa

Kemaller olduğuna inanıyordu. Verdiği her mücadele, bu Mustafa

Kemallerin varlığı aşkınaydı. Vatanı kurtarıp C umhuriyeti kurduktan

sonraki tek işi. denebilir ki, bu Mustafa Kemalleri ara

maya, onlara imkân hazırlamaya, onların başanlı o l m a l a r ı n ;

kolaylaştırmaya, sayılarının artmasını temin etmeye h a s r e d ilmişti.

Bütün duvrimierınin nihaî maksadı Mustafa K e m a lle r i

çoğaltmak, daha çok, daha verimli, daha yaratıcı ç a l ı ş a b i l m e l e ­

rini sağlamaktı. O ne bir önder, ne bir başbuğ, ne bir padişah/

ne bir halife, ne de bir peygamber olma heveslisiydi. Bu yönde

kendisine yapılan tüm teklifleri tiksinti ile reddetmiştir. Gelgelelim

Mustafa Kemal de nihayet insandı. Şarkla garbı karşı karşıya

getireyim derken aile biie kuramadı, demokrat olayım derken

arkadaşlarından oldu. Ama bir an bile insan zekâsına, insan

aklına olan inancını kaybetmedi. İnsan aklının eleştiri süzgecinden

sürekli geçmediği takdirde yoktan var ettiği o i n a n ı l ­

maz eserin çok kısa zamanda tarumar olacağından hiç şüph® » 1

yoktu.

Bu yüzden milletine tek bir vasiyet bırakmaya çalıştı: "Beni

hatırlayın ki benim gibilerini, benden çok daha iyilerini yetiştirebileceğinize

olan imanınız sarsılmasın; zekânızı bileyin, aklınızı

kullanın ve eleştirel aklın hâkim olduğu bilimden başka

hiçbir kılavuzu asla tanımayın. Benim bundan başka bir mira

sim olduğunu söyleyenlere de sakın ha inanmayın!"

10 Kasım 1938 Perşembe günü saat 9'u 5 geçe büyük dâhi

son nefesini verir vermez, biz milletçe bu vasiyeti derhal çöpe

atıp onun artık bize hiçbir şey söyleyemeyecek olan fani bedenini

allayıp pullayıp görkemli bir mezara yerleştirdik, onu Ebedî

Şef ilan ettik ve işte o an... onu katlettiğimiz gibi milletçe

kendi ölüm fermanımızı da imzalamış olduk!


XLIX

Bilimsel Dehâ69

10 Kasım da hızımı alam adım . O nun için bugün gen e

( ^ndan bahsedeceğim . Bu belki de bir tür avu ntu. K endi ülkesinde,

şehrinde, çevresinde akıllı, bilgili, görgülü insan kıtlığı

çeken bir insanın bir hatıra ile yaşam a isteği bu. K uşkusuz s a ğ ­

lıklı değil - am a ne yapalım ki pek sağlıklı bir yerd e y aşad ığ ı­

mızı iddia edebilecek duru m d a da değiliz.

Son bir yıldır yazdığım CBT yazılarına şöyle bir baktım .

Türkiye'de bilimden mi bahsedeceğim , bu konuda yap ılan en

iyi işler hep ya onun zam anında veya onun kafasından çıkan

program lar sonucu yapılm ış. Sanattan mı bah sed eceğim , hemen

tüm önemli adım ları O attırm ış. Askerlik m i, en iyisini o

yapmış. Türkiye'yi dünyada tanıtm ak m ı, en etkilisini ve en

yaygınını o becerm iş. Eğitim mi, en akılcısını o planlam ış ve

yaptırtmış. Dünya çapında diplom asi mi, ülkem izin en h ay siyetli

dönemini onun zam anında yaşam ışız. G üzel giyinm ek mi,

milletine en güzel m ankenliği o etm iş, giyinip kuşanm asını ö ğ ­

retmiş. Reform m u, envai çeşidinin en etkili ve kalıcısını o y a p ­

mış. Devrim mi, tarihin gelmiş geçm iş en başarılı devrim cisi olmuş...

Bu listeyi bu köşenin sonuna kadar böylece sü rd ü rm ek

kabil. Bazen düşünüyorum da acaba bu ad am gökten zem bille

mı inmişti diye. Neydi onun sırrı? Nasıl böyle her tu ttu ğ u n u altın

ediyordu bu ufak tefek, şehlâ bakışlı adam . T rab lusgarp'ta

Çet,e^-' SJellbolu'da taktisyen, Sakarya'da m eydan m uharebesi

galibi, Dum lupınar'da stratejisi, A n k ara'd a parti politikacısınne^rM

SyH

her yap “ £ ‘ bî>?a n y>a bitm işti. H em d e

ne şartlarda. N eydi bu sihirli değnek?


Züm rütnâm e

Belki de bunu çevresinde O n d an az başarılı olmuş olanlara

bakarak bulabiliriz. Alalım Enver Paşa'yı. Buyuk hayallerin

adam ı olan bu romantik zavallı, başkomutan vekili olduğu koca

bir im paratorluğu perişan etmekle kalmadı, küçük ve önemsiz

bir çarpışmada kendini de yok etti. Sıkıntısı, hayalleriyle

gerçeği bağdaştıramamasıydı. Rüyada yaşadı, gerçek gelip çarpınca

da telef oldu gitti. Alalım hocası Yakup Şevki Paşa'yı:

T üm detayları ve gerçeği gören bu kaliteli asker, hayal gücünden

m ahrum du. Hali çok iyi bildiği halde, iki adım ötesim gı>

remiyordu. Alalım sevgili arkadaşı ismet Inönr'yü: Büyük bir

idareci becerisine sahip olan bu kurnaz adam inisiyatiften yoksundu,

cesur karar alamıyordu. Alalım büyük bir saygı ile bagiı

o ld u ğ u Fevzi Paşa'yı: İyi yetişmiş, vatansever bir asker olan

Mareşal, gençliğinde edindiği belli kalıpların dışına çıkamayan

tutucu yaradılışta bir insandı. Yenilik ve atılımı beceremiyordu-

A lalım Halide Edip'i: Bir konuya pek çok açıdan hızla bakaniayan

bir tipteydi. Belki de bu açıdan aslında Fevzi Paşa'ya benziyordu.

Alalım Hasan-Âli Yücel'i: Belki de O'nu tam anlayabilm

iş tek kişi olan bu dâhi entelektüel, bir türlü, gerçeği labirentler

içinde saklama sanatı olan politikayı ö ğ r e n e m e m iş t i

Yukarıda saydıklarımın hepsi büyük insanlardır, büyük bir

ulusun kaderinin çizilmesinde iyi veya kötü rol o y n a m ış la r d ı1'/

bazıları çok büyul< ve faydalı işler yapmışlardır. Ama o n la r ın

hepsi O 'nun gölgesini hile dolduramıyorlar. Çünkü O, gerçeğe

hep dik dik bakmış, engin hayal gücünün ürünlerini hep o ger"

çekle sınamıştı. Bir konuda bir sonuca vardı mı, derhal inisiyatifi

üstlenip harekete geçerdi. O'nu sınırlayacak hiçbir a lış k a n ­

lık, hiçbir tabu yoktu - yalnızca eleştirel aklın yönetiminde bilgiyi

hareket ederdi. Bir girişimi başarısız mı oldu, derhal geri dönmesini

bilir, konuyu bu sefer bir başka açıdan hızla ele alır, yeni

görüşler üretir, tekrar aynı cesaretle ileri atılır, o iş için hangi

yöntem gerekiyorsa onu üstün başarıyla kullanırdı tşte burada

göruletı deneme-yanılma yöntemine bilimsel yöntem diyoruz. Yukarıda

saydığım insanlar nasıl bir Galile, bir Nevvton, bir Einstein

değillerse, bir Mustafa Kemal dt> değillerdir. İtalyanların Leonardo'su,

Galile'si, İngilizlerin Nevvton'u ve Maxwell'i, Fransızların

Descartes'ı, Pasteuı'li, Almanların Goethe'si, Einstein ı,


B ilim sel Dehâ 1 8 1

DanimarkalIların Steno'su, Bohr'u, A v u s tu ry a lIla rın Sue*s'ü,

^chrodınger'i, Rusların Mendeleyev'i, Pavlov'u varsa, bizim de

Mustafa Kemal'imiz var. Bilimsel dâhiler kulübune kaydettirebıldığımız

şimdilik tek üyemiz. N e dersek diyelim , milletçe b u ­

nun bovle olduğunun pek fakında değiliz. K im im iz onu hâlâ

ılitler'le, Mussolini'yle, Franko'yla, kim im iz de Lenin, Stalin

veya Mao ile karşılaştırmaya çalışıyor!

Onun üye olduğu k u lüp değişiktir, sevgili yurttaşlarım, gelin

artık o kulübü ve üyelik şartlarını öğrenmeye çalışalım.


182 Zümrütnâme

t-i I

Şekil 43. H âm it Nâfiz Pamir (solda okla işaret edilen)

6-21 H aziran 1941 tarihleri arasında Ankara'da

Maarif Vekili ve yakın arkadaşı Hasan-Âli Yücel'in

(sağda okla işaret edilen) emriyle toplanmış olan

Birinci Coğrafya Kongresi delegeleri arasında. Hâm it

Hoca, jeoloji denilince tüm yerbilimlerini kucaklayan

geniş bir ufuk anlıyordu. Bugün Türkiye'nin en önde

gelen yerbilimcileri arasında onun hem jeolojinin

kurucuları olan Hutton, Lyell, von H um boldt gibilerinin

hem de yerbilimlerinin günüm üzdeki liderlerinin

düşüncesiyle paralel olan bu geniş ufuklu

entelektüel görüşü hâkimdir.


L

Tiirk Aydınlanmasının Meş'alelerinden

Dostum Hâmit Nafiz Pamir70

Türkiye'.l jeoloji b ilim in in k u ru cusu olan O rd. Prof. H â ­

mil Nr.fi/ Pamir'i 1973 yılında ta n ıd ığ ım d a lise 3. sınıf öğrenciiydim

. Türkiye Şeker F a b rik a la rın ın kuru cusu , "Şeker K ralı"

diye bilinen Hayri İpar'ın eşi Tevhide İpar H anım e fe n di annemi

bir ziyareti esnasında jeolojiye olan m e rakım ı ve H â m it N a ­

fiz Pamir'i tanım a a rzu m u öğrenince kendisiyle beni telefonda

anıştırmıştı. Tevhide H anım , Pamir'’in geniş ve kaliteli dost

züm resinin bir üyesiydi. D aha sonra H â m it H oca'yı Etiler

Çam lık'taki dairesinde ziyaret ettim . Beni tem iz giysileri içinde

1arşılavan, bem beyaz saçları itina ile taranm ış, zeki m a v i g ö zle ­

ri ışıldayan bu mis k o k ulu ihtiyarın o lu ştu rd u ğ u portreyi u n u t­

m am im kânsızdır. K o n u şm a m ızd a bana gösterdiği yak ın lık , ne

yazık ki yalnızca iki buçuk yıl sürebilecek bir d o stlu ğ u n b aşlangıcı

olm uştu A m erika'ya jeoloji tahsiline giderken elini ö p m e ­

ye gittiğim de "A m a n iyi stratigrafi öğren de gel" dem işti.

"Stratigrafi jeolojide her şeyin tem elidir ve ne yazık ki T ürk i­

ye'de pek az bilinir." Kelim e anlam ıy la "k atm an tasviri" olan

stratigrafi aslında jeolojide m e kân ilişkilerini zam an ilişkilerine

çevirmekte kullanılan yöntem lerin o lu ş tu ru ld u ğ u bir alt b ranştır

ve gerçekten her şeyin temelidir. H â m it H o ca'nm ne kadar

haklı o ld u ğ u , yirm i küsur yıl sonra Türkçe ilk ders kitabım ı

kendi branşım olan tektonikte değil de stratigrafide M ehm et

Sakınç ile birlikte yazm aya başlam ış o lm am d a görülm ektedir.

Her iki yazarının da b u y u k bir zevkle aldıkları karar d o ğ ru ltu ­


184 Zümriitnâme

sunda bu kitap bittiğinde Türkiye'de kaliteli jeohıjj :l«> kitabı

yazım ını da 1928'de Umum î Arziyat başlıklı kitabı ile başlatmış

olan H âm it N afiz Pam iı'in aziz hatırasına ılluı! olunacaktır

İstanbul Üniversitesi Jeoloji M ühendisliği Bölümü bıı kadirşinaslık

örneği vererek Türkiye de jeo.ojinin kurucusu olan

H âm it N âfiz Pam iı'i (1893-1976) bir toplanlı ile 11 Kasım 1998

g ünü andı. Üsküp'te doğup orta ve lise tali .ılım Selanik te y»-

pan H âm it Hoca, Atatürk'ü de yetiştirmiş o'.ın Rumeli nin ay

din ve verimli çevresinde büyüdü, sonra unıvfrsite tahsili için

Cenevre'ye gitti. Orada kim ya lisansını izleyen mineraloji do

torasına başladı. Birinci D ünya Savaşı patlayınca doktorası ı

tam am layam adan ülkeye çağırıldı, İstanbul I >nruifünunu’nda

kendisinden sadece altı yaş büyük olan dâl • Alm an jeoloğu

VValther Penck'in yanına tercüman-asistan verildi. Esas jeolojiyi

burada öğrendi. 1933 reformunda üniversitede bırakılan tek jeologdu.

Profesör yapıldı ve o andan itibaren m untazam tahsilini

yapam adığı bir konuda, bilim geleneği olmayan bir ülkede,

tüm geleneklerin hızla değiştiği bir anda ve büyük ına«.Mî olanaksızlıklar

içinde jeoloji gibi çok dallı budaklı, gelene*, bağımlısı

bir bilim dalının kurulup teşkilâtlanması görevini omuzlarında

buldu. Yalnız üniversitede değil, Maden Tetkik ve A r a m a

Enstitüsü gibi kuruluşların, Türkiye Jeoloji Kurum u gibi bilimsel

kurumlarm oluşturulmasında en önemli rolü oynadı, or, lara

fikir babalığı etti. Yerbilimleri ile ilgili her faaliyette yer aldı,

önemli ve olum lu katkılar yaptı. Om uzlarına yüklenen görevi

kanımca çok büyük bir başarıyla yerine getirdi.

Türkiye'de benim neslimdekiler de dahil, hiçbir jeolojik faaliyet,

bilimsel buluş yoktur ki, öyle veya böyle kökü Hâmit

Hoca nın çalışmasına, oluşturduğu çevreye veya sağladığı dür

tüye bağlanmasın. "Biz jeologlar" diye yazmıştı bir seferinde,

...istersek, ülkenin bütün bilim hayatında yepyeni bir çığır

açabiliriz. Atatürk ün başlattığı aydınlanma hareketine olan

inancı tamdı. O hareketi en iyi anlamış olan Hasan-Âli Yücel'in

çok yakın dostuydu. Yücel son nefesini Hâm it Hoca'nın kollarında

vermiştir. Hâm it Hoca aydınlanmayı bir insanlık projesi

olarak gördüğünden, Türkiye jeolojisinin uluslararası düzeyde

yapılmasına, sonuçlarının uluslararası ortamda duyurulm asına


Dostum Hâmit Nafiz Pamir 185

■ ■ >ı ın verirdi. Burada da kendisi öncülük etmiş, uygar

ülkelerde!'ı toplantılara katılmış, Fransız Jeoloji Cemiyeti yabana

başkanlığını yapmış, eski ve şöhretli Alman Leopoldina

Doı>a Bilimleri Akademisi'ne seçilmişti. Kendisini tanıyan tüm

yabancı bilim adamları ve İhsan Ketin ve Sırrı Erinç gibi büyük

Türk yerbilimcileri bilginliğinin, zekâsının ve kibarlığının üstünlüğünde

hemfikirdirler.

6 Haziran 1976 Pazar günü öldüğünde, arkasından onun

kurH.ıgu ortamda Türkiye'nin yetiştirdiği kuşkusuz en büyük

dor »bilimci olan, bir zamanki asistanı İhsan Ketin şöyle seslenmistr

"Rüyük hoca, bizler ve yetiştirdiğin sayıları binleri bulan

her yajtaki Türk jeologları sana minnettarız. Çok sevdiğin vatan

topragmda rahat ve müsterih uyu! " 7 1 Buna bugün tüm

Turi yerbilimcileri gönülden katılmaktadırlar.


LI

CBT'de îki Yazı, Evrim ve Tarih72

CBT'nin 24 Ekim 1998 tarihli 605. sayısı özellikle iki yazıdan

dolayı bana çok büyük bir keyif verdi. Yazılardan biri Feza

Akça'nın hazırladığı "Dinozorların ve kuşların ortak geçmişi"

(ss. 8-9) adlı yazı. Diğeri de Ali Polat'ın "Dünyanın karanlık tarihine

açılan pencere" başlıklı makalesi (ss. 18-19). Her ikisi de

geçmişin nasıl araştırılacağı konusunda okura öğretici ipuçları

veriyor.

Akça'nın yazısı negatif veriden hareket etmenin ne denli

tehlikeli olduğunu belgeliyor. Darvvin evrim kuramını ortaya

attığı zaman, kendisinin de en çok canını sıkan veri kıtlığı "ara

türler" denebilecek bir türden diğerine yavaş yavaş değişmeyi

belgeleyen fosillerin eksikliği idi. Gerçi dâhi doğabilimci, bu

eksikliğin jeolojik geçmişin eldeki kaydının, yani dokümantasyonunun,

çok çeşitli nedenlerle çok eksik olmasından kaynaklandığını

tahmin ediyordu. Ama Darvvin eksikliği abartmiştı.

Örneğin Tebeşir Devri de denilen ve İkinci Zaman'ın son devri

olan Kretase'yi 300 milyon yıl önce zannediyordu. Halbuki bu

devir yalnızca 65 milyon yıl önce bitmiştir. Dolayısıyla, Darwin'in

bulunabileceğini tahmin ettiğinden daha çok ara tür bulunmalıydı.

Zaten öyle de oldu. Önce 1875'te Viyanalı büyük

paleontolog Melchior Neumayr, Paludina denilen bir tür yumuşakçanın

Slavonya'daki Pliyosen (5-2 milyon yıl önce) tabakaları

içinde yassı Vivipar tipinden köşeli Tulotom tipine nasıl

geçtiğini adım adım belgelemiş, evrim teorisine, karşı koyulması

güç bir destek sağlamıştı. 1866'da Bavyera'da bulunan

Archaeopteryx de sürüngenden kuşa geçişte köprü sağladığı


C B T ’de İki Yazı, Evrim ve Tarih 187

için evrim düşmanlarının aptalca saldırılarına hedef olmuş, bu

losilin "sahte" olduğu bile iddia edilmişti (tabiî, sonra sekiz tane

daha bulununca bu salakça iddia ortadan kalktı!). Akça'nın

hazırladığı yazı ise, bu sefer Archaeopteryx ile dinozor arasında

bulunan halkalardan örneklerin bulunduğu ile ilgili. 7 3 Hem de

Caudipteryx adlı resmi de verilen dinozor, temelde Gerhard

I leümann'ın 1927'de yalnızca evrim teorisine dayanarak şeklini

lahmin ettiği ve Protoavis adını verdiği varsayımsal dinozorkuş

arası tipe cidden çok benziyor. İşte bu önceden kestirme

yeteneği bir bilimsel kuramın en büyük marifetidir. Bu nedenle

de Çin'de yeni bulunan fosiller evrim kuramı için yeni ve muhteşem

bir zaferdir. CBTnin 604 numaralı (17 Ekim 1998) sayısıdaki

köşe yazımda, 7 4 geçmişin ancak kuramlarla baştan kuru-

Şekil 44. Ali Polat (solda) ve İhsan Ketin 10 Ocak 1992'de, İhsan Ketin'in evinde. Aralarında

yarım yüzyıldan fazla yaş farkı bulunan iki jeolog; genç olan, yaşlının öğrencilerinin öğrencisi.

Ortak yanları: ikisi de başarılı, adları uluslararası bilim dünyasında bilinen adlar. Bilimi, uluslararası

düzeyde, bilim in cephesini ilerletmek için yapmak, yaşlının öm ür boyu kendine

kılavuz ettiği prensip. Genç olan bu prensibi yaşlının “okulunda" öğrenmiş, dünyada

yaptıklarını hocalarının hocasıyla tartışmaya gelmiş. Bu sahneler merhum Ketin'e hayatta en

çok haz veren sahnelerdi.


188 Zümrıitnâme

labileceğini, bu kuramları da onlar ışığında <ınn.ıc.ık vırnı verilerin

denetleyeceğini yazmıştım. IşIr kıış/dinozor ıiıŞKilen bu

yönteme görkemli bir örnek sunmal ‘adıı Evrim düşmanlan

rihsel bilimlerin nasıl yapılabileceğim düşünmediklerinden, vc'i eksikliğini

veri yokluğu sanmaktadırlar. lîu yu/ılrn de her yem veri

bulunduğunda başlarını kelimenin tam anlamıyla taşa v rup

iddialarından geri çekilme durumunda kaiın ıktadırlar.

ITÜ'deki 17 yıllık hocalık deneyimimde kendilerine ojjr»'*"

menlik etmek bahtiyarlığına eriştiğim en uslun yetenekli ıkı öğrenciden

biri olan Ali Polat'ın makalesi ise, aynı tarihsel w

yöntemini gezegenimizin ve onun üzerinde! ı yaşamın başİJ'

gıcına taşımakta, birkaç bazalt ve ultramaııtte ı (magnezyuı

ve silisçe zengin siyah katılaşım kayaçlar) tüm dünya mantosunun

(dünyanın 30 ile 2900 km. derinlik arasındaki katmanı) evriminin,

birkaç galen ve pirit kristalinden yaşamın ortaya çıkışının

sırlarının nasıl arandığını, birkaç on kilometre k.ıre içindeki

mostralarla da geçmişteki kıtaların ne şekilde l'uyuduğunun

nasıl incelendiğini anlatmaktadır. Doğa, Efesli memleketlimiz.

Herakleitos'un dediği gibi "sırlarını saklamayı sever." Onları

ancak kendisine akıllıca sorular yöneltenlere açar ve yalnızca

onlara saygın bir yaşam imkânı tanır. İnsan yaratıcılığının nrt.ıya

koyduğu kuramlar işte aslında bu akıllıca sorulardan ibarettir.

Doğaya yöneltilen o sorular bize bugünkü rahat ve emin yaşamımızı,

kâinat hakkındaki muazzam bilgi hâzinemizi, ve en

önemlisi, insan olarak kendimize duyduğumuz savgı ve güveni

sağlamışlardır.

Bir insan omur boyu bilimle uğraşmaz da daha iyi ne is ya

pabılır? işte ben bunu anlayamıyorum!


LII

ianta Barbara, 4Aralık ve Geleneğin Yararları75

t Aralı-, Santa Barbara günüdür. "Barbara" mantıkta her üç

terimi ile olumlu olan bir sillogizmi (tasımı) ifade ettiği gibi

(örn !-utün hayvanlar ölümlüdür; bütün insanlar hayvandır;

dolayısıyla bütün insanlar ölümlüdür), aynı zamanda "yabancı"

anlamına gelen Latince kökenli bir kız ismidir de. Bu isim

benim ailemin >;ok sevdiğim bir üyesinin adı olduğu için, ben

de Rarbara admı hep çok sevmişimdir. Ancak bu adın bana hiç

beklemediğim bir başka cepheden de yakın olduğunu yeni öğrendim.

Geçen Eylül ayında İsviçre'de Vaud (VVaadt) kantonundaki

ex tuz madenlerini gezerken, burada gördüğüm kadın heykeıne

once bir anlam verememiştim. Bu heykelin hikmetini sorunca,

ev sahibimiz olan madenciler bana bunun Santa Barbara

nın heykeli olduğunu söylediler. Santa Barbara, Hıristiyan

aleminde madencilerin ve jeologların (ve dökümcülerin, metal

işçilerinin, topçuların) koruyucu azizesi olan kızdı. Gerçi bu

kızcağızın tarihsel kişiliği, hatta varlığı pek şüpheli. O kadar ki,

katolik kilisesi 1969 yılında bu azizenin adını azizler takviminden

çıkarmış. Ama madenciler Kilise'nin bu aşırı titizliğine rağmen,

azizelerini bırakmamışlar. Hâlâ dünyada 4 Aralık günü

madenciler tarafından Santa Barbara günü olarak kutlanıyor.

Geçenlerde akşamüzeri fakülteden eve dönmek üzereyken,

Prof. Erdil Ayvazoğlu'nun odasında Prof. Şinasi Eskikaya ve

Prof. Senâi Saltoğlu'dan mürekkep bir madenci grubunu oturmuş

kaynatırken görünce ben de sohbete katılmak için aralarına

karıştım. Kendilerine Santa Barbara hakkında öğrendikleri­


1 9 0 Züm rütnâm e

m i a n la tın c a her ü ç ü de b enim b u n u daha u n a 1, hem de bir mad

e n fa k ü lte s in in öğre tim uyesı o la r a l, öğrenmemiş olduğuma

b ir h a y li hayret ettiler. H atta bana bilm ediğim başka başka Santa

B arbara efsaneleri anlattılar. Ülkenindi' de .| Artılık gut nün

madenciler gürıü olarak kutlandığını da im .n.itiu öğrendim. Ancak

h e rh a ld e T ürkiy e n ü fu s u n u n ç o ğ u n lu ğ u n u n Müslüman olmas

ın d a n olacak, b u k u tla m a la rd a Santa Ilarbara'dan bahsedilmiy

o rm u ş . A m a ü ç h o cam ın geniş bilgilerinin di* ortaya koyduğu

g ib i, Santa Barbara b izim m adenciler arasında da bilinen *>ır

k a v ram .

Bu sefer ben de hocalarım dan Türkiye'deki madencilik

lenekleri h a k k ın d a bana bir şeyler anlatm alarını rica ettim. P 1

sefer b ilg is iz liğ i itiraf sırası her üçü de tecrübeli madenci

o la n hocalarım a gelm işti. T ürkiye'de A vrupa dakıne benzer gt

n iş ve eski bir m adencilik geleneğini bilm iyorlardı Ama bu vadi

da onlar bilmiyor anlamına gelmiyor. Her üç hocamın da surum

a cevap verem em iş o lm alarının sebebi, kişisel bilgisizlik!611

d e ğ il, T ürkiye'de folkloru, tarihi ve sanatıyla zengin bir madenci

g e le n eğin in gelişm em iş olm asındandı. Hatta \nadolu ya

T ürklerin gelişinden önce faal olan pek çok m aden daha sonra

terk e dilm işti. F atih'in toplarını döktürtm ek için K ırklat*-

li'n d e n d e m ir getirtm iş o ld u ğ u rivayetinin bile yapılan incele*

m eler sonunda d o ğ ru o lm adığı g örülm üştü. Orada burada «H

bet ufak çapta m aden işletilmişti. A m a b u nun yaygın bir ır»eS'

lek h a lin i a lm a d ığ ı ve bir gelenek oluşturm adığı görülüyordu-

Fakat Şinasi Bey b una rağm en, Türk m adenciliğinin tarihçi»!

ne de b ü y ü k bir ciddiyetle eğilinm iş o ld u ğ u n u n söylenemeyeceğini

vurguladı. Toplantım ız, Türkiye'de madenciliğin tarin

ne biraz daha ciddiyetle eğilm e kararı alm am ızla dağıldı.

K e n d ile r in d e n a y r ıld ık ta n so n ra eve g id e rk e n arabada, ITt

M a d e n F a k ü lte s i h o c a la r ın ın y e n i y a y ım la m ış o ld u k la rı bir

d e k la r a s y o n g e ld i a k lım a . B u ra d a h a k lı o la ra k m a d e n c iliğ e y a­

p ıla n v e çe v re c ilik m a sk e si a ltın d a k im is i iyi niy e tli b ir cehalette

n , k im is i a rt n iy e tte n k a y n a k la n a n ç irk in , ü lk e m iz e zarar vere

n s a ld ır ıla r eleştirilerek t ü m b u tü r ta rtışm a la rın b ilim süzg e ­

c in d e n g e ç m e s in in z o r u n lu lu ğ u v u r g u la n ıy o r d u . A ncak b ilim i

k a ç k iş i a n la r ? E ğer d e d im , k e n d i k e n d im e , iyi bir m a d e n cilik


4i ı liarbara, 4 Aralık ve Geleneğin Yararları 191

geleneğimiz ol-aydı, m ıdenciliğe bilen bilmeyen böyle saldırablttr

miydi? Ivi selene* ler, bazen bilimde de, mühendislikte de

pek faydalı o lu rlar Km:a ITÜ'yü bu yüzyıl başındaki en feci

günlerinde bile ayakla tutan gelenekten başka neydi? Madencilere

de onları halHa y»i ınl ıştıracak gelenek gerek - yoksa ithal

bile edilebilir


LIII

H er Dağa Tırman?”

16 Aralık! Bu yıl İhsan Ketin'in aramızı l.uı ayrıldığı 16 Aralığın

üçüncü yıldönüm ü. Bir gün sonra, y.ını 17 Aralık d?. Hasan-Âli

Yücel'in doğum unun 101. yıldonumıi Cumhunvei'in

kuruluşundan sonra ülkemize gelen ay imliğin iki meşalesi.

Ketin 1914 doğum lu - demek Hasan-Alı ı ucvl'den 17 « >■küçük.

1932'de biri talebe müfettişi olarak Atatürk'ün eğitim seferberliğinin

hizmetindeyken öteki o seferberliğin bir pnrç»sı

olarak Almanya'ya doğru yola çıkıyordu, kayscri'de Türki'

ye'nin o zam an yalnızca on yedi lisesinden biri olan Kayseri ■ 1

sesi müstahdem i Ali Efendi'nin oğlu İhsan, okuma bile bilme

yen babasının çalıştığı liseyi bitirmiş, devletin yurtdışı ımtıhJ'

nını kazanarak Almanya'ya yollanıyordu. Öğretmen olacak* 1

O k ul m üdürleri olan Yunus Kâzım Köni kendisine bunu Sflltk

vermişti. İhsan ve arkadaşları ülkelerinde nesillerin goriTH’d iğ 1

bir heyecanla doluydular. Atatürk okullarını ziyaret edeı

onu görmek için okul duvarına tırmanan öğrencilerin ağır' 1

la duvar yıkılmıştı. Ama yıkılan duvarın lafı mı olurdu! C*.r

mek istedikleri sarı saçlı adam koca bir imparatorluğu dev"

mişti, onunla beraber Türk milletini kul köle eden, ele güne re

zil eden bir dünya görüşünü devirmişti. Ülkelerini ellerinden

alırız sanan düveli muazzamayı devirmişti, İngiliz İmparator

lu ğu'n u n hükümetini devirmişti. İhsan ve arkadaşları devrilen,

yıkılan harabelerin üzerinden onun elinden tutarak atlamışla1-'

insanlığa, haysiyete, uygarlığa, bilime koşuyorlardı. Bu ç o c u k ­

larda kendilerine öyle bir güven vardı ki, gittikleri Almanya'da

A lm anların hayranlık dolu bakışları karşısında ev sahiplerini


Her Dağa Tırman 193

bile neredeyse küçük görüyorlardı. Ç ü n k ü ü lk e le rin d e m is li

görülmemiş bir başarının temsilcisi olan ve nereye g ittiğ in i b i­

len bir idare, kendinden çok vatanını seven idareciler, id a re n in

nasıl olacağını bilen zeki ve b ilg ili bir lider vardı. H er şe y d e n

önce o ülkenin insanları olm akla kıvanç d u y a n y u rttaşla rı v a r­

Ne zaman gerçek bir hikâyeyi anlatan The Sonnd or M u sic

müzikalinde77 başrahibenin, yaşam ına bir y ö n arayan g e n ç rahibe

adayı Maria'ya bir şarkıyla verdiği tavsiyeyi m ı n id a n s a m

aklıma hep İhsan Ketin'in A tatürk'ten alg ıla m ış o ld u ğ u n u s a n ­

dığım tavsiye gelir:78

Her dağa tırman, alçakta ve yüksekte aran.

f ler yolu, bildiğin her patikayı izle.

I ler dağa tırman, her dereyi geç,

I ler gökkuşağının peşinden git;

Ta ki rüyanı bulana dek.

O rüya ki, verebileceğin tü m sevgiyi gerektirecek,

Yaşadığın sürece, yaşam ının her g ü n ü .

Gerçekten de A lm anya'dan bir jeolog o lu p y u r d u n a d ö n e n

Ihsan, her dağa tırm andı, alçak yüksek d e m e d e n a ra n d ı, her

yolu, bildiği-bilmediği her patikayı y ü r ü d ü , her dereyi geçti,

ber gökkuşağının peşine d ü ş tü ve nihayet hem k e n d is in in h e m

de kendisine bu yolu gösteren b ü y ü k d â h in in rü y a s ın ı b u ld u ,

bütün dünyayı kendisine ve ülkesine hayran bırakacak b ir keşif

yaptı. Bütün dünya o n u n keşfini k o nuştu , y a z d ı, ç iz d i - hatta

yerbilimleri tarihinin en b ü y ü k devrim i altm ışlı y ıllard a y aşanırken,

bu devrim i yapanların en ö n e m lile rin d e n b ir i79 o n d a n

esinlenmiş o ld u ğunu söyledi. A vrupa en b ü y ü k m a d a ly a la r ın ­

dan birini80 ona verdi. Bir sürü uluslararası y e rb ilim i k u r u lu ş u

onu şeref üyesi olarak seçmek için yarıştılar. Ö ld ü ğ ü n d e , a y n ı

devrimin bir başka b ü y ü k önderi*1 "y ü z y ılın en b ü y ü k je o lo g ­

larından birini kaybettik" diye yazdı Ö lü m ü n d e n sonra o n u n

adına ihdas edilen konferansları vermeye d ü n y a n ın en b ü y ü k

yerbilimcileri talip oluyorlar. İhsan Ketin, 1932'de k e n d isin e verilen

büyük görevi eşine ender rastlanılan bir başarıyla y erine

getirmiştir.

Ama bu görevi yaparken... iki oğlu öldü gitti. Birini çocuk,


1 9 4 Zumrücnînud

iğe rin i koca d e lik .in liy k e n kaybetti. İlk çalıştığı üniversite

ontın iv r A ta 'n ın ) rüy a sın ı a n la y a m a d ı, Ih san K etin oradan ayrıldı.

yeni hır yere g itm e k z o ru n d a k a ld ı. H e p kıt kanaat geçin

e b ild i, bir a p a rtm a n d a i r e m zur a la b ild i. A m a rüyasının gerektirdi^»

sevgiyi bir d irh e m h ile esirg e m e d i, y aşad ığı sürece,

yaşadığı h -r g ü n ! O sev^ı o n u v a ta n ın a , ailesine, bilim in e , çevresine

ve ipsanlıga ay nı sıkı b a ğ la rla b a ğ la d ı ve İhsan Ketin,

aşk, m u tlu lu k ve d o y u m lu lu ğ u n tad ı d a m a ğ ın d a , gülüm seyerek,

A ta'sına g öre v in i y a p tığ ı h a b e rim m ü jd e le y e re k b u dünyad

a n ay rıldı. N e m u tlu ona!


LIV

101. Yaşında Türk Aydınlanmasının

ikinci Mimarı Hasan-Âli Yücel82

CBTnın il Ocak 1998 tarihli ve 567 numaralı sayısındaki

"ZümrüH<_*n Akisler" yazımın başlığı Hasan-Âli Yücel Yılı Bitmesin

idi8 3 Orada cumhuriyetle birlikte başlayan büyük aydınlanma

haroketinin Atatürk'ten sonra kuşkusuz en görkemli ismi,

hatta bu muhteşem hareketin ikinci mimarı denebilecek derecede

sorumlusu olan gelmiş geçmiş en büyük, efsanevî Millî Eğitim

Bakanı Hasan-Âli Yücel'in artık bir daha unutulmamasını

temenni etmiştim. Yücel, Atatürk'ün elinden 10 Kasım 1938

Per/ nıK- günü saat 9'u 5 geçe Dolmabahçe'de düşen, Türk'ü

avdmlatan uygarlık meş'alesini ilk kapan ve onu azîz ölünün

başının üzerinden göklere kaldıran, Türk halkının tüm uygar

'i uslar gibi pırıl pırıl bir aydınlıkta yaşaması için bütün yaşamım

feda eden büyük bir medeniyet önderiydi. İçten bir adam-

‘iı Yaptığı her şeyi inanarak, duyarak, yaşayarak yapmıştı. Halkına

uygarlık yolunda hizmet etmek, yüzlerce yıldır horlanmış,

insan haysiyetinin temelini teşkil eden bağımsız düşünmeden

menedilmiş olan ulusuna eleştirel akıl yolunu göstermek ve insanın

en yüce ürünü olan bilime onu da ortak etmek adeta tek

yaşam sebebiydi. Bu büyük ve asil idealler uğruna çalışır çabalarken,

çirkin ve kirli politikanın ayağına dolaşabileceğini, gönlü

gibi aklı da dar insanların önüne çıkabileceklerini düşünememişti.

Bu akıl fakirlerinin oluşturduğu yığıntı önünü tıkadığı

zaman; büyük önderi ve "dava" arkadaşı Atatürk'ün ulusunu

içinden çekip çıkarmak istediği bataklığın kabardığını hissettiği

zaman bile küsmedi, işi dervişliğe vurup kalemine kâğıdına sa­


196 Zumrütnâme

rıldı. Bakanlıktan idare ettiği aydınlanma hareketini yazı masasından

körüklemeye koyuldu. Ve 26 Şubat 1961 eunü vuralı

kalbi bu mücadelede nihayet yenik düştü. Hasan-Âli Yücel'ın

fani bedeni Ankara'nın toprağına karıştı, soylu ruhu da koşj

rak Anıtkabir'e, hasretiyle yanıp tutuştuğu Ata'sımn yanına gitti.

G eçtiğim iz 10 Kasım'da ulusunun şahlanan medeniyet aşfcnı

A tatürk'ün yanında selamlayanlar arasında o da vardı! Ha

kıvla kim bilir kaçıncı defadır kucaklaşan büyük önderin yanın

da, o da meslek yaşamı boyunca yetiştirdiği, yetiş, irttiğı, üzer

lerine titreciiğı o güzide öğretmenlerin yarattığı milletini, zırva

lığa "A rtık dur!" diye bağıran halkını, kıvançla bağrına bası

yordu.

17 Aralık 1897 dâhi M illî Eğitim Bakanımızın doğum günü

olduğuna göre, yaşasaydı bu yıl 101. yaşına basacaktı. Haşan

 li Yücel ne yazık ki bu kadar yaşayamadı. Ama onun fikirlerinin,

ideallerinin ölmemesini ulusal bekamız açısından gerekli

gören bazı uygarlık bekçileri onun hakkında kitaplar yayımla

maya devam ettiler, onun bazı eserlerinin yeni baskılarını yap"

tılar. Bu çalışmalarda çok büyük bir pay ve yük üstlenen büyük

dâhinin kadirbilir ve çalışkan, vatansever kızı Canan Yücel htv*

nat beni tüm yıl boyunca bunlardan haberdar etmek n ezâketim

gösterdi, bana bu eserleri yolladı. Ben de burada Türk Aydın*

lanması nın tarihi, şimHiki durumu ve geleceği ile ilgilenen

herkesin mutlaka okuması gereken bu eserleri s ıra lıy o ru m

Hakkındakı kitaplar: Doğumunun ıoo. Yıldönümünde Hasan-ÂU

Yücel Sempozyumu, Bildiriler (İzmir Üniversitesi Öğretim Elemanları

Derneği, İzmir, 199H), ır.o Doğum Yıldönümünde Hasan-

Âli Yijçi’! <A ta tü rk Kültür Merkezi Başkanlığı/UNESCO Türkiye

M illî Kumısyonu, 1998); Yücel'in kendi kitapları: Dinle Benden

(Kültür IV k r.n lığ ı, H . Â. Yücel Ktillıy.ıtı VI, 1998); Sızın İç in

(Kültür Bakanlığı, II Â Yücel Külliyatı VIII, 19^8), Sizin 'çır'

(resimli baskı. K ü ltü r Bakanlığı, ÇocuV Kitapları, 1998): iyi Vatandaş,

lyt tnsan 'M illî Eğitim B akanlığı, İnsan Hakları Eğitimi

Dizisi, 1998); Geçtiğim Günlerden (2 haslı. !!riı>ım r«**M Millî

Eğitimle ilgili Söylev ve Demeçler (2 b.ı»kı. k u lim Bak.mlığı, II

A. Yücel Külliyatı l, 1998); Pazartesi Kı.>nu>nw.'.ırı (H. Â Yücel

Külliyatı; Kültür Bakanlığı, 1998).


Hasan-Âli Yücel 197

Bu kitaplın okuyacaklar Atatürk aydınlanmasının o sıcak,

emin, keyifli havasının tekrar ciğerlerini doldurduğunu duyacaklar,

yıllardır önlerine düşmüş olan başlarının kendiliğinden

tekrar kalktığını hissedeceklerdir. Öğretmenler, kutsal mesleklerini

ne zamandır hor gören sefilleri Yücel'in o yüce gölgesinin

ezdiğini ".örecekler, küçükler ellerini Atatürk'le beraber tutacak

bir gerçek büyüğü daha yanıbaşlarında hissedeceklerdir. Ellerinde

çantaları okullarına giden çocuklar başlarını Anıtkabir'e

çevirdiklerinde oradan kendilerini uygarlığa davet eden ışınlar

arasında Y j c i T i tekrar seçebilecekler ve onunla birlikte, Atatürk'ün

bize gösterdiği akıl ve bilim yoluna sapacaklardır.


L V

Eleştiri ve Suçlamaw

Yıllardır Türklerin tartışmayı bilmediğini düşünür hayıflaninni

Çünkü tartışmayı bilmeyen bir toplumun bilimsel diişürıemeuccefr,

bilimsel düşiinemeyen bir toplumun da uygar olamayacağı kanısındayım.

Uygar olamayan toplumlar da, tarihte Osmanlı,

Çin, Hint ve Aztek, İnka kızıJdenlı kültürleri örneklerinin herhangi

hır yanlış yoruma neden olamayacak bir açıklıkla gösterdikleri

gibi, mutluluk ortalaması düşük, hasta cemiyetler oluştururlar.

eninde sonunda da uygar toplumlarm güdüm üne girip

sömürülürler

Tartışmayı bilememenin kanunca çok önemli bir öğesi

eleştiri ile suçlamayı birbirinden ayıramamaktır. Hangi düzeyde

olursa olsun, yurttaşlarım arasındaki tartışmalarda yanlışlardan

ziyade, ysnlışı yapanın bulunmaya çalışıldığını, yanlışın

düzeltilmesi yerme, suçluyu cezalandırmayı tercih ettiğimizi,

kendimi/, bir yanlış yaptığımız takdirde ise bunu bir

suç bir günahmış tr.hı ..ıklamaya çalıştığımızı g ö z l e m i ş i m d i r .

*' P lakacılarım ı* arasında hemen her gün olan düzeysiz

suçlamalar, görevi tartışarak doğruyu bulmak olan bu insanların

dahi görevlerini yapabilecek anlayış düzeyinden ne deu

' a\ .^d“ klar,.nı göstererek halk, üzüp üm itsizliğe itmektedir

Vellıkle IngılızW arasındaki tartışmalarda ise bunun

lam UTSine yanlışların belirlonnu-v»* ve bertaraf edilmeye

çalışıldığını, kasıtlı ularaV bıı ms.ınn veya ' o p h ı m . , /.-»rar vermeyecek

hallerde ise suçlu aranmamasına bilhassa o,.en eos-

»erıldığini gormüşumdııı Kammva bu tark şuradan kaynak

lanmaktadın


Eleştiri ve Suçlam a 199

Eğer hakikatin kişilerce kolayca görülebileceği veya kişilere

"tebliğ »lilm i?" olduğu düşünülürse, kişinin böyle "açıkta

duran" bir gerçeği görmemekte ısrar etmesi veya kendisine

"tebliğ edilen" hakikati göz ardı etmekte ısrar etmesi bir yanlış

değil, istenilerek yapılan bir şeydir. Bir başka ifadeyle, bu işte

bir kötü niyet olduğu düşünülür. H albuki hakikatin karşım ızda

çıplak durmadığmı, hele b unun bizlere "tebliğ edilm esinin" de

mümkün olmadığını düşünürsek, gerçeğin ancak zorlu aram a­

lardan sonra bulunabileceğini bilirsek, o zam an, onu b u lam a­

mış kişilere kar^ı hoşgörüm üz artar. O zam an, "bu iş böyledir,

sen bunu niçin böyle yapm adın?" şeklinde otoriter ve suçlayıcı

bir tavır takınmak yerine, "ben bu işin böyle o ld u ğ u n u sanıyorum.

ama senin bunu başka bir şekilde yapm ış o ld u ğ u n u görüyorum.

Bana bunu niçin böyle yaptığını anlatır m ısın?" şeklinde

Jaiıa alçakgönüllü, daha uzlaşmacı bir şekilde yaklaşım lar

sergileyebiliriz. Gerçekten de karşım ızdaki bizden daha haklı

olabilir O zaman biz de yeni bir şey öğrenm iş oluruz. Aksi takdirde,

karşımızdakini kırm adan, onu geri d önülm e z bir savunmaya

itmeden, ona yanlışı gösterip, bundan dönm esini sağlayabiliriz.

Bir toplum yanılm az otoritenin varlığına bir defa inanm ışsa,

onu yukarıda anlatılan tarz alçakgönüllü ve uzlaşmacı tartışmaya

alıştırmak çok zordur —ama im kânsız değildir. Ö rneğin,

uygar toplumlarııı hepsinde halk Tanrıya, kutsal kitaplara

inanır, belirli günler topluca tapınm aya gider. A m a bu toplumiarda

bir de bilim ve bilimsel düşünce vardır. Bilim in to p lu m u n

refah ve emniyetinin kaynağı o lduğu buralarda yaygın bir kanıdır.

Bilim ve dinin çeliştiği yerlerde bilimin hep haklı olduğu artık

anlaşılmıştır. Buralarda din, gerçekleri tebliğ eden bir otorite değil,

insan vicdanını eğiten bir öğreti olarak görülür. Bu toplum

lardan büyük bilim adam ları çıkmıştır. Bunların yaşam hikayeleri,

çalışma tarzları, başarı ve başarısızlıkları biyografilerin, bilim

tarihlerinin, bilim felsefesi tezlerinin, hatta roman, hikaye,

piyes veya filmlerin konusu olmuştur. Halk, güvendiği ve onsuz

y a ş a y a m a y a c a ğ ı n ı çok iyi bildiği bilim in nasıl yapıldığını,

kabaca da olsa böyle öğrenir, bilim de en b üyük bilginin bile

otorite olm adığını, d ü n ü n varsayımlarının b u g ün ün gerçekleri


2 0 0 Z ü m rü c n â m e

o ld u ğ u n u , b u g ü n ü n gerçek lerin in de belki yarm ın yanlışlan

o la ca ğ ım t.ıkdır eder. G eıçeğ ın ancak gözlem ve akılcı eleştiri

y o lu y la •.■îde edilebileceğini, hiç kim senin yanlıştan kaçamayacağ

ın ı fark eder. A yıp olanın yanlış yap m ak değil, bunu saklam

ak o ld u ğ u n u görü r. Bunıın için yanlış yapana karşı hoşgörülü

d ü r. H atta "y an lış y a p m a m ış kişi, hiçbir şey y a p m a m ı ş t ı r "

sö zü bu to p lu m lard a pek y ay g ın ca söylenir. Kişiler yanlış yapm

a m ış olm ak la d eğ il, bulabildikleri veya k e n d i l e r i n e gösterilen

y an lışların ı d ü z e ltm e y e çah şm ış olm akla övünürler.

B öyle bir toplu m olm ayı ö zlu y o rsak , bilim eğitimine, özellikle

d o ğ a bilim lerinin eğitim in e halk içinde her d ü z e y d e büyü

k ö n em verm eliyiz


Notlar

1 CBT sayı 589, s. 18.

2 Adıvar A. A 1^45, Bıl.-ı Cumhuriyeti Haberleri, Tasvir Neşriyatı, İstanbul,

263 ss: AHıva*, A A . 1950, Dur, Düşün: Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul,

240 ss, Adıvar, H. E. (derleyen), 1956, Doktor Abdülhak Adnan

Adıvar, Ahınet îîj'ıt Yaşaroğlu, İstanbul, 240 ss. (Bu derleme kitaptaki

yazıların çı>ğu Adnan Adıvar hakkındadır. Yalnız 212. ve 223. sahifeler

arasında bazı yazılarından seçmeler, ss. 238-240 arasında da en son

makaİA^i yer almaktadır.)

3 Akun -J. E., 1995, Anadolu Uygarlıkları, 5. Baskı: Net Turistik Yayınlar

A. Ş '»Unhul, ss. 505-637; Akurgal, E., 1998, Türkiye'nin Kültür Sorunları

Ri!g; Yayınevi, Ankara, 223 ss.

4 Kopruliizade M Fuat, 1934, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar,

Kanaat Kitabevi, İstanbul, VII+311 s.; Halasi-Kun, T. (Toplıyan), 1964,

Demot'un Yolunda/On the Way to Democracy, Publications in Near and

M>H<ile East Studies, Colum bia University, Series A, c. III, M outon &

o., London, The Hague, Paris, XXXII+[II]+928 ss.; K öprülü, O. F.

(ilerleyen), 1972, Köprülü'den Seçmeler, M illî Eğitim Bakanlığı K ültür

Yayınları, Devlet Kitapları, M illî Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul,

XI+184 ss.

5 Yücel, H.-Â., 1937, Pazartesi Konuşmaları, Remzi Kitabevi, İstanbul,

1111+320 ss. (yeni baskısı: T. C. Kültür Bakanlığı Yaymlan/2105, Sanat-

Edebiyat D izisi/170-35, 1998); Yücel, H.-Â., 1938, tçten-Dıştan, Ulus Basımevi,

Ankara, 109+[2] ss; Yücel, H.-Â., 1955, Hürriyete Doğru, İnkılâp

Kitabevi, İstanbul, 302+[2! ss. (bu kitap 1960'ta yayımlanan Hürriyet

Gene Hürriyet'in 1.-380. sayfaları arasındaki ilk kısm ım kapsar); Yücel,

H.-Â., 1960, Hürriyet Gene Hürriyet, Türkiye İş Bankası K ültür Yayınları

seri 1, sayı 14, Ankara, XXXI+671 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet Gene

Hürriyet l, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları/2093, K ültür Eserleri Dizisi/220,

H. Â. Yücel Külliyatı V, XXIX+671+[3] ss.); Yücel, H.-Â., 1966,

Hürriyet Gene Hürriyet, 2. cilt, Eronat, C. Y. (Derleyen), Türkiye İş Bankası

Kültür Yayınları, Ankara, VII+985 ss. (yeni baskısı: 1998, Hürriyet

Gene Hürriyet 11, Eronat, C. Y. {Derleyen}, T. C. K ültür Bakanlığı Yayın-


202 Z ü m rü tn â m e

la r ı/2 0 9 4 , K ü ltü r Eserleri D izisi/220, H.Â. Yücel Külliyatı V

IX+983+[3] ss.); Y ücel, H.-Â., 1974, Kültür ÜzerineDiişünceitr, !| Bankası

K ü lt ü r Y a y ın la rı E debiyat Dizisi: 35, Ankara, 238 ss; Yucrt H Â.,

1995, Öğret men-Öğrenci Köşesi, T. C. K ültür Bakanlığı Yayınları/1791.

T ü r k k la s ik le ri D iz is i 41, H . Â . Yücel K ülliyatı IV, Ankara, XVI+611 ss;

Y ü c e l, H .- Â ., 1998, Hürriyet GeneHürriyet III, Eronat, C. Y. (Derleyen)

T. C . K ü lt ü r B a k a n lığ ı Y ay m lan/2 0 9 5 , K ültür Eserleri Dızısı/220, H A.

Y a c e l K ü lliy a tı V, [IJ+410+13] ss.); Hasan-Âli Yücel'in deneme/makale

tü r ü n d e k i y a z ıla r ın d a n örnekler görm ek isteyenler aynca şuraya da

! a l a b ilirle r: A y d o ğ a n , M . (yayına hazırlayan), 1997, Hasaı,' .Ûı U f l-

Koy Enstitüleri veKöyEğitimi ileİlgili Yazıları-Konuşmaları, Koy Fnstıtu

l«*rf t^ jg d a ş E ğ itim V akfı Y a y ın la n Tanıtım Dizisi: 2, Ankara, ss. «>>397

fı A d n a n A d ıv a r 'ın şu satırlarını buraya alm adan edemedim. "Altmışını

pçv^.ınıj bir b ü y ü k baba d ü ş ü n ü n ü z ki hiç bir mecburiyet olma-!jn sırf

« .ıııu n e v ı1 u y g u n lu ğ u n u gösterm ek için 'torunuma ımtihanUnnıta

m u v a ffa k iy e tin d e n d o la y ı hocaları çok alâka gösterıyorlaı' diyecek

v e rd e 'to n ır u ım llln sm açlardaki başanlarından ötürü öğretmeni « ı P *

ilg ile n iy o r l« ı desin. Bu bedbaht uzengeç (ben de iğrenç veznırde böyle

b ir lehlin •• icat ettim g a lib a )'iu ne kendi yaşındakiler ne de geMt*"1

ta r a fın d a n .atVıslanacağım sanm ayınız. Ç ü n k ü bu zat gençlik için**'

k u v v e tli cl«*ğil en zay ıf bir karakter olan uysallığa (Coııformısme) t * ı u‘

yor. ... Belki v a şlı'a rın g ençliklerinden beri konuştukları ana dillen»

k o n u ş m a la r ın d a bir fayda •"•a vardır: O nları dinleyen genç nesi', kim

b ilir b e lk i b ir e ü n «-.ki >itapları o kum ağa merak edecek olursa ora

k e lim e le r, tabirler» karşı I »ir k u la k d o lg unluğu edinirler." (Adıvaı,

1945, a.g.e s 33)

7 Bu k ita p ta XXXV. b o lu m

tt "T h e E n g lish langtıage i ı 'he sea vvhich receives tributaries from every

re g ıo n u n d e r h e aven", M r C 'n m K , Cran, W. ve MacNeil, R., 1986, The

'tory o f Inglislı, Elisabetlı Sifton B*v>ks, I’enguin Books, New York, s. 11-

11 l <'wis (, L., 1997, Turkish Lnw>uj|^ rvlorın: the episode of the Sun-

L a n « n gt- Theory, Tıırkic Lnngttugcs, c 1, ss. 25-40. Levvıs burada çok

h a k lı olarak. A ta tü rk 'ü n y a n ıld ıe m ı n lıd ıg ı .ında en sevdiği görüşler

in d e n bile dt-rl«.ı! «I. .tm . -.ı bilen b ü y ü k bir d!W*ı olduğunu, ancak kend

ile r in i o n u n izin d e sayanların pek çnftunun aynı zihin esnekliğini ve

b ilim s e l tavrı «m izley em ediklerini ilgine orneMoıle vurgulamaktadır.

15u k ita p ta d a pek rok yerde okuyucu Atıim-ı-'un hiçbir fikrin, hiçbir

g ö r ü ş ü n , h içb ir d o g m a n ın « i n olm adan m ıt m i ve eleştirol dujur-bıl

m e ş in in v u rg u la n d ığ ın ı görecektir.

İti f ili k o n u s u n d a bir noktaya ilah a .l»>*ımn.-.U-ıı K«%onı«-y»-ıfjvlm sık stk

. lu y d ııfc u ın , o k u d u ğ u m "halk d ili", "halkın ntıl.ıy.....£ı ,|||- Kavramı

ö z e l b ilim s e l l«Tinınol<>|i 'W- y - ı / ı l n v f vı- am .ıV ınuı. l. .».ıM .ırm ıZ|f.Vl;ı„_

Uf«.**Vlerı e s e r le r in d ı^ ın d .ı, h «-*kr*ın o rtak dilin in d«* ötesinde, ı-nteluk-


N otlar 203

turllcr dıjuvla, bir dılı kastederse, kanımca halkı küçük görme, hatta

lıalka hak. ret öğelerim içerir. Her ne kadar bir toplum un kendi arasında

anlaş-ıbiie- eği tek bir dili olması ideal bir durum sa da, b u ideale

çok çeşitli nedenlerden ölürü pek ender hallerde yaklaşılabilir. Ancak,

ekonomik durumu, sosyal sınıfı veya herhangi bir diğer nedenden ö tü ­

rü, toplumun geri kalan kısmına nazaran kelime ve kavram hâzinesi

fakır kaimi] ifade ?eklı ilkel, hatta hatalı cümlelerin ötesine geçememiş

toplum alt kümelerinin sonsuza kadar bu durum da kalacağını farzederek

yalnızca onlara seslenen bir yazın oluşturmak, onları o ilkel hallerine

mahkûm etmek demektir. Antrolopog ve sosyal psikolog Robert B.

Kdgerton, mesela, ilkel kültürleri gelişmiş kültürlerle karşılaştırmayı

onları küçümsemek olarak gören antropolojik ve sosyolojik görüşlere

karşı, bilakis ilkel bir toplum u gelişmiş bir toplum la aynı uygarlık d ü ­

zeyinde görmeye kalkmanın, ilkel toplum lan bulundukları ilkellik d ü ­

zeyine mahkum etmek olacağını pek güzel anlatmıştır (bkz. F.dgerton,

R B , t “92, ^ick Socıeties - Challenging the Mylh o f Prinıitive Harmony,

The Free Press, A Division of Macmillan, New York, 278 ss.). Yazar olarak

da betıım görevim, halkıma yapabileceğimin en iyisini, kendi ihtisas

dilimi yazılarıma bulaştırmadan, vermektir; yoksa kendi kendime

halkın bulunduğu düzeyi vehmedip, ona göre bir metin oluşturmai

değil Yazın dünyasında pek çok beceriksizliğin ve yeteneksizliğin bu

tür özürler arkasına sığındığı da bütün dünyada bilinen bir gerçektir.

11 c. Kasım 1997/13 Aralık 1997; CBT, sayı 560, s. 7.

12 24 Kasım 1997/20 Aralık 1997; CBT, sayı 561, s. 5.

13 24 Kasım 1997/27 Aralık 1997; CBT, sayı 562, s. 5. ilk yayım landığı yerde

bu yazı Hasan-Âli Yücel'in aziz hatırasına ithaf edilmişti.

14 17 Aralık 1997/3 Ocak 1998; CBT, sayı 563, s. 5.

15 27 Ekim 1997/10 Ocak 1998; CBT, sayı 564, s. 5.

16 27 Aralık 1997/17 Ocak 1998; CBT, sayı 565, s. 5.

M 24 Kasım 1997/24 Ocak 1998; CBT, sayı 566, s. 5.

1 * 19 Ocak 1998/31 Ocak 1998; CBT, sayı 567, s. 5.

19 18 Ocak 1998/7 Şubat 1998; CBT, sayı 568, s. 5.

20 8 Şubat 1998/14 Şubat 1998; CBT, sayı 569, s. 5.

21 Bkz. Hürlimann, T., 1998, "Der Hegel des Theaters - Das Brechtsche

Dramaturgie-System", Nene Ziireher Zeitung, 219. yıl, sayı 31, 7 ./8 Şubat,

s. 65.

22 Brecht & Co. Biographic: Europaeische Verlagsanstalt, Hamburg, 1997

23 19 Ocak 1998/21 Şubat 1998; CBT, sayı 570, s. 5.

24 24 Kasım 1997/28 Şubat 1998; CBT, sayı 571, s. 5.

25 24 Kasım 1997/7 Mart 1998; CBT, sayı 572, s. 5.

2 6 B kz. K uban. D., 1 9 9 4 , İs ta n b u l, 'a n i ç ö k ü ş 'ü y a ş a y a n b ir k e n t o ld u - CliT.

s a y ı 3 9 0 (10 E y lü l 1 9 9 4 ), ss. 8 -1 0 , a y rıc a ö n k a p a k .

2 7 18 O c a k 1 9 9 8 / 1 4 M a rt 1 9 9 8 ; CBT, sa y ı 5 7 3 , s. 5.


204 Z ü m rü tnâm e

28 3 O cak 1998/21 Mart 1998 CBT, sayı 574, s. 5.

29 21 M art 1998/28 Mart 1998 CBT, sayı 575, s. 5.

30 Bu kitapta XIV. bolum .

31 Yazıma yayın yönetim i tarafından eklenen öz cümle şuydu: ""Nihaî

gerçek lerin olm adığını ve gerçeklere sadece tartışarak yaklaşabileceğ

im izi öğrenm eliyiz." Haı'buki ben yazımda yalnızca nihaî gerçeklerin

olsalar bile bilinemeyeceğini, bunların tesadüfen keşfedilmiş o»malan

I launcie bile b u n u n farkına varılmasının m üm k ün olmadığım söylem

iştim Bu nedenle öz cüm lenin ilk kısmı benim dediklerimi yansıtmı

vordu Renim metafizik inancım bizim dışım ızda gerçek bir âlemin

Cvrjru "nih ai gerçeklerin") olduğu yönündedir. Bilimsel olmayan bu görüşü

savunacak bir yazıyı, O rhan Bursalı'ya söz vermiş olduğum halde

ne yazıl kı zam an darlığından yazam adım (bir sonraki dipnota da

bkz).

32 27 Mart 1908/4 N isan 1998 C B T . sayı 576, sahife 5. Bu makalem ile ilgi

li olarak hkz. Bursaiı, O., 199P., N ihaî gerçeği aramak: CBT, sayı 57fc, s.

3. Bursaiı bu yazısında nihaî gerçegın olduğu konusunu sorgulayarak,

b u n u n bınnnden ziyade ilâhiyatın m evzuu olduğunu söylüyor. Ben

kendisiyle aynı kanıda değilim . N ihaî gerçek varsayılmadan -ona ulaşam

ayacağım ı»! veya tesadüfen ıılaşsak bile bunu bilmemize imkân olm

a d ığ ım bile bîj«-- b ilim yapm anın im kânsız olacağı kanaatindeyim

O rhan'a kendisine <~F<T sayfalarında cevap vereceğimi söz vermiş olm

am a rağmen, dıger işlerimin ağırlığı ne yazık ki buna olanak tanımadı.

Bu konuda dovtıtucu bilgi edinm ek isteyen okur şu esere başvurm

alıdır: Popper, K R., 1983. Realısm nnd the Aim o f Science, Rovvman

and I.ıttlefield, Totovva, xxxix+420+l3J ss.

33 14 M art 1998/11 N l u n CBT, sayı 577, s. 5

34 M Mart 1 9 9 8 /1 8 N iM n 1998 CBT, sayı 578, s. 5.

35 21 N isan 1 9 9 8 /2 5 Nisan 1998 CBT. sayı 579. s. 5.

36 A tatürk'ün bu sözlerini? paralel b ir tutum unu Mina Urgan anlatıyor:

"M ıı4 a(a Kemal 'Hanım efendi bu çocuk kim?* diye sordu. Annem de

'kızım , rfendını’ demek zorunda kalmıştı Mustafa Kemal, karşıma geldi,

elini uzattı Ben de elini öpeceğime, >ılı sıkı tutup salladım. Annem,

op' dercesine, b***1 M ir s iz bir harekrt yaptı Mu%iafa Kemal, bunun da

farkına vardı Hanım efendi, o l-enım arkadaşım, elimi neden öpsün

ki?' dedi. Sonra. 'Yiyecekmiş gibi, neden öyle bakıyorsun bana?' diye

sordu. 'Efendim, sızı daha once hiç norm«miytim de ondan' dedim.

M ustafa Kemal, 'g-mn»»d«nse senin kabahatin Çankaya'daki evimi bilm

iyor m usun? Oraya pekâlft gelebilirdin. Artık beni tanıyorsun. Carun

istediği vakit oraya gel. b»-n« görmek >*»rdıfcııu söyle.’" (U rg ın . M .

1W (j, B ir rhnozorun A n ılan. Yapı K n J ı Y «ym U n . Imtanbul. * 157)

37 K .ıy d «lilm rtn i| /2 Mayıs I W * CBT. Myı 5*10, •. 5

38 23 Şubat 1998/«» M a y » I W < «T, sayı 581. s 5


N otlar 205

39 28 Nisan 1998/16 M ayıs 1998 CBT, sayı 582, s. 5.

40 28 Nisan 1998/23 Mayıs 1998 CBT, sayı 583, s. 5. Bu m akale ile ilg ili

bkz. Tanyeli, U , 1QQfi Uzmanlık ne işe yarar? Arredantento M im arlık, sayı

100+4 (Haziran 1908/06), ss. 10-11; Şengor, A. M. C., 1998, U z m a n lığ ın

tuzakları, Arrednmenlo Mimarlık, sayı 100+6 (Eylül 1998/09), s. 46; Tanyeli,

U., 1998. Sınat ve rasyonalite üzerine, aynı yerde, s. 47; Karaesm en,

E . 1998, Bilimse! nesnelliği sanatta aramalı mı? CBT, sayı 589, ss. 18-19.

■I 28 Nisan l<w «/30 M .ıyıs 1998 CBT, s a y ı 584, s. 5

42 28 Nisan 1998/6 Haziran 1998 CBT, sa y , 585, s. 5.

43 15 Mayıs 1998/1^ H.ı/ıran I9Q8 CBT, sayı 586, s. 5. Bu yazı ilk y a y ım ­

landığında 1TU, Maden Fakültesi, jeoloji M ühendisliği B o lüm ü, G enel

jeoloji Anabilim T'tlı paleontoloji (eski yaşam bilim i) doçenti sevgili

dostum Dr

'ehmet Sakınç a özellikle gençler arasında genelde d o ğa,

özelde de n.ıleontoloji aşkmı çok büyük bir başarıyla y aydığı için ith a f

edilmiştir

*4 Faup«-Saint !n n d , D 7em e d e la R e p u b liq u e [1799], Histoire Naturelledelaf'AontagnedeSaint-Pierre

deMaestricht, H . J. J a n s e n , P a r is ,

263 ss

i 18 M jyıs 1998/'20 H a z ir a n 1998 CBT, s a y ı 587, s. 5.

46 18 May\s 1008/27 H a z ir a n 1998 C B T , s a y ı 5 8 8, s. 5.

47 Bkz. yukarıda IV. bölüm .

48 23 H aziran 1998/4 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 589, s. 5 ­

49 lOT -mnruz 1998/11 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 590, s. 5. B u y a z ı 2 7 H a z i ­

ran 19^* A dana-C eyhan d e p re m i m ü n a s e b e tiy le y a z ılm ış t ır .

50 ?Q Nisan 1998/18 T e m m u z 1998 C B T , sa y ı 591, s. 5.

51 19 Temmuz 1998/25 T e m m u z 1998 C B T , s a y ı 592, s. 5. B u m a k a l e m l e i l ­

gi ı olarak bkz. Ö rs, Y., 1998, F elsefede İy o n y a d o ğ a c ıla r ı v e A t i n a o k u ­

lu, CBT, sayı 600, s. 15; Şengör, A . M . C-, 1998, İ y o n y a d o ğ a b i l i m c i l e r i

ve Atina o k u lu üzerine..., C B T , sayı 604, s. 15. Ö r s , V., 1998, F e ls e f e n in

evrimi ve felsefe o k u lla rı, C B T , sa y ı 611, s. 15. B u r a d a d a Y a m a n Ö r s

■■□ra ile başlattığı p ek fa y d a lı ta r tış m a y a d e v a m e t m e k n i y e t i n d e o l ­

m am a rağm en, d iğ e r iş le rim in a ğ ır lığ ı b u n a e lv e r m e d i.

52 16 Tem m uz 1998/1 A ğ u sto s 1998 C B T , s a y ı 593, s. 5.

53 23 H aziran 1998/8 A ğ u sto s 1998 C B T , s a y ı 594, s. 5.

54 8 Ağustos 1998/15 A ğ u sto s 1998 CBT, s a y ı 595, s. 5.

55 23 H aziran 1998/22A ğ u sto s 1998 C BT, sa y ı 596, s. 5.

56 12 Ağustos 1998/29 A ğ u sto s 1998 C B T , s a y ı 597, s. 5.

57 28 Ağustos 1998/5 E y lü l 1998 CBT, sayı 598, s. 5.

58 Denkel, A., 1998, Felsefe, b ilim ve d in d a r lık : C B T , s a y ı 5 9 3 (1 A ğ u s t o s

1998), s. 18-20.

59 29 N isan 1998/12 E y lü l 1998 CBT, sayı 599, s. 5.

60 28 Ağustos 1998/19 E y lü l 1998 CBT, sayı 600, s. 5.

61 18 E ylül 1998/26 E y lü l 1998 CBT, sayı 601, s. 5.


206 Züm rücnâm e

62 28 Ağustos 1998/3 Ekim 1998 CBT, sayı 602, s. 5. Bu yazının y a y l a n ­

m asından hemen sonra bir iki dostum bana makalemde bilimin »maçının

sanki yalan üretmekmiş gibi göründüğünü söylediler Bu kar utıa

yazının dikkatsizce okunmasından türediğini sanmakla birini. bilim

in gerçeği bulm ak olan amacına varmak için kullandığı en in n üç

yöntem den birinin yalan üretmek olduğunun altını çizmek İsla mı Ta-

.1 kı a m a ç y a la n ü re tm e k d e ğ il, d o ğ r u y u bulm aktır. A m a her ursav

ıı ı yel'-rsiz v e riy e d a y a n a n b ir m a sal o ld u ğ u n a göre, varsa* mîan

ü r e fe n H 'ım c ıle r , y a z ım d a da s ö y le d iğ im gibi, varsayım larının , * büv

ü k bsr olasılık la d o ğ r u o lm a y a c a ğ ın ın bilincindedirler. Varsayın lann

tek v .ırh k ıırdı-nh-rı ö n c e k ile rd e n d a h a başarılı bir şekilde go*lrıri**ı

a ç ık la y a b ilm e le r id ir . H a tta b a zı p ro b le m le rin çö zü m ü n e bir yaklaşını

s a k la y a b ilm e k iç in , d o ğ r u o lm a d ığ ın ı b ild iğ im iz halde kullandırın ,r

v a r s a y ım la r d ü ş ü n c e le r v a rd ır ki b u n la ra hoyristik (bulgusal, ıh

te k ş ifî-* v a r s a y ım la r veya d ü ş ü n c e le r d e n ir (hoyristik= keşfe, anlamaya

y a r a y a n , y n l gösteren; Y u n a n c a eurisk-ein'den: bulm ak). Orn.: Einste

in , A ., 1905 1r,->er e m e n d ıe E r z e u g u n g u n d V erw andlung des Ij«

b e tr e ffe n d e 'i h «u ris tıs c h e n G e s ic h ts p u ıık t [Işığın üretim i ve değlfiıni

ile ilg ili h o v ris tik b ir b.ıK iş açısı ü ze rin e ), Aıttıaleıı d er Physik, 4. '«iri c

17, s 132-14H A rr-a .Jo g ru o lm a d ığ ı b ir defa k anıtlanan hiçbir varsa''»'

b ilim in k a lıc ı v a r lığ ın d a k e n d in e yer edinem e z. Bir diğer ifade ile içind

e y a ş a d ığ ım ız ' I t i m vı-y* o n u n b ir k ıs m ın ın gerçek bir b etim lenil'

o lm a d ığ ı k e s in le şe n h ıç h ır h ip o te z b ilim in âle m hakkındaki bilgi hazı

n e s in in p arçası o la m a z B ilim i, m asal, m ito lo ji, d in ve benzeri hayal

ü r ü n le r in d e n veya a h iâ k ve h u k u k g ib i tem eli ortak anlaşm aya d*y*-

" « I l u r a lla r to p lu lu k la r ın d a n ay ıra n en ö n e m li özellik bııdur.

63 20 P y lu l 19<J8/10 E l ım 1998 CBT. sayı 603. s. 5

64 8 A ğ u s to s 199ti/ i / I k u n CW7. sayı 604, s 5.

65 în F .k ım l ‘r»H /24 » k im l'#9H LUr »:ıyaM*

66 İlli M -ıd a -n I .ıkull<*%ı |« u l U tlu m u ı . i m r l |c<>lı>|i A n a b ılim D alı öğre-

*l m u y d c n f K İ t - n J m l u m v e h o c a m P n > ! I ) r l-a x lı Y O k la y , b u y * * * hit-

t ı k t r n v » n i ı i h .ın .t ( « t.ın b ııl B u v u k > v h i r l l t i r d i y n ı 'n d e b ir Znnıı» »

ı V | " r ı " A r u j 1 1 »im.i M u .lu ılii^ id m m k u r u M u ğ u n u h a b e r v e r d i. B u m u-

İ m İm,tu n ı» i 11vıı lık k a t le iz le m e k h e r ts t a n b u llu n u n can em n iyeti g e ­

r e ğ i d i r !

67 2C E k im 1998/31 F H m 1998 CBT. ...yı *06, s. 5.

68 10 E k im 199K /7 K asım 1998 C B T sayı 607, s. 5.

69 10 E k im 1 9 9 «/1 4 K asım 1998 C H T ^ y ı 608, s. 5.

70 15 K a s ım 1*^98/71 K asım 1998 C B T .ıy ıM M ,s 5.

71 K e tin , 1., 1976 TTırk m o d fr ıı ymılcıjtainin kunı<M *unu yitirdik

y ıl 27, -wıyı 10281(21 H a tır a n 1^76). •. 2

Alıı/r -ı

7 2 25 E k im l ‘« 8 / 7 H K.»-*ıın l ' « « « UT. sayı 610, s. S Pu m a k a le m le ilgili

ol.trak b k z B u lu tsu z , S . K ilim den iyisi: C B T , sayı b \2, s. |s


Notlar 2 0 7

73 Yalnız Feza Akça'nın yazısındaki tuy » ■ğ- fi (s 9) sevgili dostum

Mehmet Sakınç'ın dikkatimi çektiği gt Protarchaeopteryx e ait dtgıl,

Archaeopteryx'e aittir.

74 Bu kitapta s. 106.

75 24 Kasım 1998/5 Aralık 1998 CBT, sayı M İ, s 5.

76 20 Kasım 1998/12 Aralık 1998 CBT. sayı 612. * S

77 "The Sound of Music" (Müzığm Sesi) Turl^'v*! çok uygunsuz bir ş»*

kilde "Neşeli Günler" başlığıyla çevrilmiş, hasrolleri Julıe Andrevvs ve

Chrıstopher Plummeı'ın paylaştıktan muhtfjern film 1966 yılında sinemalarda

gösterilmişti.

78 Bu şarkının sözleri bu yazının CB1’d«* ilk baskısı esnasında bir bilgisayar

yanlışı nedeniyle hatalı dizilmiştir.

79 Prof. Dr. Dan P. McKenzie

80 Almanya'da Geologısche Vereınıgung b V tarafından verilen Gustav-

Steinmann Madalyası. Ketin bu önemli m adalyaya 1988 yılınd.» Uy.k

görülmüştü.

81 Prof. Dr. VValter C. Pıtman, III

82 15 Kasım 1998/19 Aralık 1998 CBT, sayı 613, s. 5.

83 Yukarıda VIII. bölüm.

84 10 Ekim 1998/26 Aralık 1998 CBT, say. 614, s. 5.


Dizin

1 ıc a rlı") A b d u lla h B e y 84 Bacon, Roger 81 , 133

Adıvar, M alide E d ip 180

(Santa) Barbara 1 8 9 ,1 9 0

dıvar, A . A d n a n 1 6 ,1 6 0

Barka, Aykut 22

•'■ımet Cevdet E fe n d i 82

Başgelen, Nezih 105

d Aiüy, Pie rre 41

Batur, Enis 24

Akça, Feza 186-7

de Beaumont, Elie 83

■urgal, Ekre m 1 6 ,9 5 - 6 ,101 2 ,1 0 4 -6 Beethoven, Ludvvig von 102

Acın S u lta n ı) A lâ ü d d in 65

Belhî 75

R u sç u k lu ) A li F e th i E fe n d i 84

B e ll, Jo hann A d a m v o n 5 2

,c;adrazam ) Â li Paşa 82

B e rk e r, R a tip 28, 3 1 , 35

Anaksagoras 133

B e rla ıı, R u th 56

A naksim ander 1 2 9 ,133

B e rn a rd , C la u d e 115

Anaksim enes 133

a l- B iru n i 84

Applem an, P. 152

B o h r, N ie ls 181

A ra s, Te v fik R ü ş tü 177

Bonap arte, N a p o ly o n 9 3 ,1 1 7

A rf, C a hit 35-7,1 18

Boratav, P e rte v N a ili 74-5, 77

Argand, E m ile 107

Boubee, N eree, 81-3

A rıo ğ lu , E rs in 93-4

Bram a nte , D o n a to 62

A rm stro n g , N e il 40,1

Bra nd a u, B irg it 154

A rşim e d 84

B ra u n , VVernher vo n 41

Atagan, Rabıa 23

Brecht, B e rto lt 55-7

Atahuallpa 174

Buch, Le o p o ld vo n 87

Atatürk, Mustafa Kemal 11, 13, ie>

Bude, G u illa u m e 115

19, 20, 32, 48, 74, 86, 88-91, (Ata)

94, 98, 100, 104-5, 119, 127 135

139, 149, 176-8, 180-1,' 184# 192

195-7

Atay, Falih Rıfkı 149

Aydemir, Şevket Süreyya 88

Ayvazoğlu, Erdil 189

B u ffo n , C om te de 118

B u rsa lı, O rh a n 15-6, 24, 58, 170

Chanet, Jean-François 123

Camper, A d ria n 112

de la Casas, Bartolom eo 173

Cauchy, A u g u s tin e -Lo u is 118


210 Zümrütnâme

Christopher, Peter 175

Cicero 62

Colbert, Jean-Baptiste 117

Conybeare 112

Cortez 173

Cuvier, Georges 84,107,112

Çeçen, Kâzım 22, 28, 31, 94

Dalfes, N üzhet 22

Dalton, John 84

Darvvın, Charles 97,151-2, 186

David, Jacques Louis 132

Dawe, George 47

Demokritos 62

Denkel, Arda 148

Descartes, Rene 84,133, 158, 180

Dilthey, VVilhelm 46

Dizioğlu, Bekir 28

Dökmeci, M. Cengiz 22

Dyson, John 175

Eichholz, D. E. 59, 60

Einstein, A lbert 24, 71, 84, 173,

180

Eratostenes 64

Emerson, Ralph Waldo 18

Enver Paşa 145,180

Erinç, Sırrı 21,185

Eronat, Canan Yücel 22, 196

Eskikaya, Şinasi 189

Euler, Leonhard 84

Eyuboğlu, İsmet Zeki 25

Faraday, Michael 84

Faujas-Saint-Fond, A. Barthplemy

110-111

de Fermat, Pierre 118

Fevzi Paşa 180

Feyerabend, Paul K. 56

Feynman, Richard 57

Fikret, Tevfik 19, 93

La Fontaine 118

Fourier, Jean 119

Franko 181

I. François 115

Fuegi, John 56

Galile, Galileo 56, 84, 180

(Sainte-) Genevıeve 12-

Ghose, Saroj 94

Goddard, Robert 41

Godding (Papaz) 111

Goethe, Jolınnn Wolfgaı»g 45-7,

164, 180

Goyn (y Lucıentes), Francisco •I'’

se) de 15, 93

Görür, Naci 21, 69

Green, Art 68

Guerin, Camille i I 's

Gutenberg, Johannes

Gürer, Cevat Abbas 89

Gürer, Hüseyin 89

Gürer, Melike 89

Gürpınar, Hüseyin Rahm: 49

Gürüz, Kemal 22, 28, ■

Güvenç, Bozkurt 177

Haçepsut (Mısır Kraliçesi) 38

al-Haitham 84

D u Halde, J. B. 52-3

Hamann, Paul 56

al-Harizmî 75

Hauptmann, Elisabeth 56

H ayrüddin Hızır Bey 65

Hegel, G. W. F. 55, 56, 57, 61

Heilmann, Gerhard 187

Heisenberg, VVerner 45,107

Helmholtz, Hermann von 84

Henning, Richard 38

Herakleitos 61-3, 86, 133,188

d'Herbelot, 159

(Saint-)Hilaıre 119

Hitler, Adolf 61,177,181

1loffmann, Johann Leonhard 111

Hooke, Robert 84

Horatius 62

Horblit, H. D. 84


Dizin 211

rtuascar 174

Hubble, Edvvin 128

1lugo, Victor 123

Humboldt, Alexander von 64. 107.

174

I lutton, James 8 4 ,1 8 2

t luygens, Christian 117

Hurlimann, T. 55

! I»iı ayin Tevfik Paşa 28

Hsü, Kenneth J. 102

Irzık, Gürol 22

İbn Havkal 75

İbn Rüşd 136-7

İnan, Jale 154

İnan, Mustafa 28, 71

İnönü, İsmet 177, 180

İpar, Hayri 183

Ipar, Tevhide 183

al-Iştahri 75

Jervas, Charles 46

Kafadar, Cemal 56

Karaesmen, Erhan 15

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri 149,

1/6

Kaşgarlı Malımud 75, 77

Kâtip Çelebi 19, 158

Kaya, Şükrü 177

Kaynardağ, Arslan 17-8

Kemal Efendi 82

Ketin, İhsan 21, 28, 185, 187, 192-4

al-Khwarizmi Bkz. al-Harizmî

(General) Kleber 111

Koch, Robert 84

Kolomb, Kristof 39, 40, 109, 137.

173-5

Konfüçyüs 53

Korfmann, Manfred 154

Korsch, Kari 55

Koni, Yunus Kâzım 192

Köprülü, M Fuad 16, 24

KtıKtn, Y. Doğ.ın 22, 66

Kurat, A *des Nim et 104

Lagrange, Joseph 118

I j i vı ■ ib ii't . Anioin«- Lııır< ııl 84, 117-9

Leibniz, VVilhelm l*»8

Lenin 181

l.etronne, Jean Antoine 118

L«*wis, G. L. 19

Lilienthal, Otto 173

Lınneaus, Cari von 84

XJ V. Louis 117

Lugeon, M aurice 107

Luther, Martin 138

Lyell, Charles 57, 84, 151, 182

Maksidi 75

M allebranche 118

Mantell, Gideon 112

Mao, Zedung 177, 181

fNavarreh) M arguerite 115

M arx, Kari 61

Masson, Henri 164

Maxwell, James Clerk 84, 180

M ehmet Ali Fethi Efendi 81

Mehmet Fuat Efendi 82

(Serasker) Mehmet Paşa 82

Mendel, Gregor 84

Mendeleyev, Dmitri 181

Mercator, Gerhard 160

Mimar Sinan 19

Monge, Gaspard 119

Mongolfier (Biraderler) 118

Montaigne 118

Murat Reis 65

Mueller, Priscilla E. 93

Mussolini 181

Mutlu, Cevdet 154

Müller, Klaus-Detlef 56

Nâzım Hikmet 135

Nedim 19

N efî 25

Neron, 59-60


212 Zümrütnâme

Neumayr, Melchior 186

Nevvton, Isaac 41, 45-6, 84, 180

Nixon, Richard 41

Nobel, Alfred 173

Oberth, Hermann Julius 41

Ogilvie-Gordon, Maria M. 146

Okay, Aral 21

Onat, Emin 28

Ortelius, Abraham 51,160

Osman (Bey) 33

Owen, Richard 146

Ömer Hayyam 84

Özdaş, M. Nimet 22

Pak, Namık Kemal 22, 91

Pala, İskender 65

Pamir, Hâmit Nâfiz 182-4

Papin, Deniş 118

Pasteur, Louis 180

Pavlov, İvan 84,181

Peisistratos 135

Penck, VValther 184

Le Pichon, Xavier 114,117-9

Pirî Reis 12

Pizzaro 173

Planck, Max 84

Platon 132-3

(Yaşlı) Plinius 58-60

Poincare, Henri 57

Polat, Ali 186-8

Polo, Marco 41

Ranke, Leopold von 46,129

Reaumur 118

Ricci, Matteo 51-2

Roberval, Giles 117

Russell, Bertrand 132

Rüştü Efendi 82

Safa, Peyami 49

Sâi Çelebi 19

Sakmç, Mehmet 22,183

Sa ltu ğ lu , Seııâı 189

(V ıd in V alisi) Sam ı Paşa 82

Sa n zıo , Kafaellu 136-7

de Sa ussure , H ora ı-B en .-dict 165-6

Sazcı, D e v rim 134

Schrö d inger, E rw ın 61, ı81

Selç uk, Tu rh a n 71

Seneca 62

Se y d î A li R e is 65

S e zg in , Fu a t 76

Shea rm a n 61

S ilie r, İz z e ttin 93-4

So k ra tes 131-3

S o tio n 62

S ta lin , 56,181

S te ffin s , M argarete ->t>

Ste n o , N ic o la u s; (N ıe ls Stensen)

181

S tra b o n 84

S u b h i 82

Su e ss, E d u a rd 98-100, \ rl ,

Ş e m se ttin Sâ m i 19

(Şeng ör), A sım 154-6

Şeng ör, G ü le r 115

(Şe ngör), O ya 2 3 ,1 5 4

Ş e y h M ehm ed E fe n d i 160

Ş u h u b i, Erd o ğ a n S. 22

Ta le s 133

Ta p p o n n ie r, P a u l 118

Ta şk e n t, K â z ım 23-4

Te n g ü z , H ü s n ü 65

To sc a n e lli 41

T rü m p y , R u d o lf 164

O n a y d ın , R u şe n E ş re f 32

Ü n lü s o y , S in a n 154

da Vaca, A lv a r N u n e z Cabeza 173

V e rb ie st, Fe rd in a n d 52

Vicq d 'A z y r, F e lix 118

Virchovv, R u d o lf 84

de V rie s, H u g o 84, 152-3


Dizin 213

^atherıne Lorilland 132

’^svvorth, Wüliam 93

"nSht kaderler) 173

paşa 88,9°, 180

V ' Cenk 22

' maz, Yücel 21,68-9

man<:' Mükrımin Halil 158,160

Yusuf Has Hacip 76

Yusuf Kâmil Paşa 82

Yücel, Hasan-Âli 13,16,19, 20, 22,

32, 48-9, 74, 81, 84, 86, 91, 93,

119,127, 131,180, 182, 184, 192,

195

Zittel, K. A. von 146


Y A P I K R E D İ

Y A Y I N L A R I

COGITO

Doğu Avrupa'da Ö z e lle jorme r: Apâlhyvd.

Fizik Aristoteles

Retorik Aristoteles

Seçimden KoaSsyona

Fuad Aleskerov Haşan Ersel Yavuz Sabuncu

Yok Felsefesi Gaston Bachelard

Gostergebilimsel Serüven Roland Barthes

Bilm, Din ve Eğitim Üzerine Düşünceler Hüseyin Batıiıan

Bilim ve Şarlatanlık Hüseyin Batuhan

Modemizmin Serüveni Enis Batur

Güçsüzlük isteği - Uluslararası ve Stratejik Tutkuların

Sonu mu? Pascal Bonıface

Tartışılan Modernlik: Descartes ve SpinozaTûlin Bumin

Hegel-Bilinç Problemi, KMe-Efendt Diyalektiği,

Praksis Felsefesi Tülin Bumin

İnsan Üstüne Bir Deneme Ernst Casslrer

Bir Özyaşamöyküsü R.G. Coiiingwood

Gazzali ve Şüphecilik İbrahim Agâh Çubukçu

Moda, Kültür ve Kimlik Fred Davis

Osmanlı Beyliğinin Kuruluyu Sencer Divitcioğlu

Euro İçin Küçük SOzlük

Daniel Cohn-Bendit Olivier Duhamei

Türkiye'de İşsizlik ve İstihdam

Seyfettin Gürsel - Veysel Ulusoy

Felsefe Nedir? G. Deleuze - F. Guattari

Ansiklopedi Dıderot-D Aiembert

Kurban - Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı

Kurban FUtüelteıi Gürbüz Erginer

Doğu Avrupa Devrimhrı F. Feher-A.Heller

Ders Özelleri Michel Foucault

Değişen Dünya Değişen Dil M acıt Gökberk

Kant ile Hetder in Tarih Anlayıştan Madt Gökberk

Kükürün ABC'sİ Bozkurl Güvenç

Hunlar ve Tannnın Kılıcı Atilla Nemeth Gyula

UBotajr Olarak Telo* w Bfcn Jurgen Habermas

Profesör Heidegger, 1933"te Neler Oldu?

Martin Heidegger ile Söyleşi

Felsefe Yazıları Selahattin Hilav

Edebiyat Yazılan Selahattin Hilav

Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe Edmund Husserl

Mutlak Albert Jacquard Abbe Pierre

Marksizm ve Blçtm Fredre Jameson

Dosloyevski den S ırt» a Varoluşçuluk Wafter Kaulmann

Pera Peras Poros Haz.: Ferda Keskin - Onay Sözer

Yaban Düşünce Claude Levi-Strauss

Hüzünlü Dönenceler Claude Levi-Strauss

Ûntter Devle! - Bölgeselleşmeyen Küreselleşmeye

Atilla Nalbant

Akdeniz'in Kitabı Predrag Matv

vıc

http://www.shop .superonline.com/yky

Belirsizin Bilimleri Abraham Moles

Türkiye'de Popüler Kültür Ahmet Oktay

"Yıkanmak İstemeyen Çocuklar" Otalım Unsal Oskay

Avcılık Üstüne Jose Orlega y Gasset

Sevgi Üstüne Jose Ortega y Gasset

Üniversilenin Misyonu Josö Orlega y Gasset

Yeni Toplum Görüşü Robert Owen

Osmanlı İmparatorluğunun Tarihsel Coğrafyası

DonaJd Edgar Pitcher

Piyasa Güçleri ve Küresel Kalkınma

Haz.: R. Prendergast - F. Stewar1

X X Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim

Kuramları -1. Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler

Mehmet Rifat

XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim

Kuramlan - 2. Temel Metinler Mehmet Rifat

Din İle Bilim Bertrand Russell

İnsanlığın Yannı Bertrand Russell

Sartre Sartre'ı Anlatıyor Jean-Paul Sartre ile Söyleşi

Beşinci Disiplin Peter M. Sage

Doğayla Sözleşme Michel Serres

Her Şey Türk İşi Margret Spohn

Türk Aydınının Din Anlayışı Necdet Subaşı

Zümrutnâme A. M. Celâl Şengör

Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri Bülent Tanör

ÇokkuNurculük Charles Taylor

Yazın Kuramı Derleyen: Tzvetan Todorov

Demokrasi Nedir? Alain Touraine

Modernliğin Eleştirisi Alain Touraine

Denemeli Denemesiz Nermi Uygur

İnsan Açısından Edebiyat Nermi Uygur

Yaşama Felsefesi Nermi Uygur

Salkımlar Nermi Uygur

Dilin Gücü Nermi Uygur

Güneşle Nermi Uygur

E d m u n d Husseri de Başkasınn Beni Sonını Nermi Uygu

Bunalımdan Yaşama Kültürü Nermi Uygur

Felsefenin Çağnsı Nermi Uygur

Kuram-Eylem Bağlamı Nermi Uygur

Kültür Kuramı Nermi Uygur

Tadı Damağımda Nermi Uygur

Başka-Sevgisl Nermi Uygur

Aşk Ahlakı Hilmi Zıya Ülken

Kan Davası Artun Unsal

Anlatı Yeriemleri Tahsin Yücel

Ahlaki ve Siyasi Hoşgörü Melih Yürüşen

Sonsuz Yanılgılar Karşısında John Waterbury

Tractatus Ludwig VVıttgenstein

Gorbaçov Türkiye'de -İstanbul ve Ankara Konferansları

K R E D İ Y A Y I N L A R I


L


Züm rütnâm e, dünyanın önde gelen yerbilimcilerinden biri olarak

anılan Celâl Şengör’ün, 1997-1998 yıllarında kaleme aldığı denemelerini

bir araya getiriyor.

Üretken bir bilim adamı olan ve çeşitli ülkelerde yayımlanmış bilimsel

makalelerinin yanı sıra, popüler bilimsel makale ve denemelerinde

de bilim adamı tavrından asla ödün vermeyen Şengör,

Zü m rü tn âm e’de bilimin ve bilimsel düşüncenin özgürleştirici,

aydınlatıcı, yol gösterici olduğunu bu nedenle de vazgeçilemezliğini

savunan bir bilim düşünürü olarak çıkıyor karşımıza.

Züm rütnâm e, bilim tarihinden bilim felsefesine, gündelik hayatın

yorumundan gezi notlarına; Atatürk’ten Ihsan Ketin’e, Herakleitos’tan

Charles Darvvin’e, Kâtip Çelebi’den Hasan-Âli Yücel ve

Ekrem Akurgal’a uzanan, düşünce coğrafyasında renkli bir yolculuk.

J O U .

T Ü R K İY i: Ç ö l . O l.M A S IN I

(0 2 1 2 ) 281 IO 27

IS B N 975- 0 8 - 0 1 5 6 - 3

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!