04.10.2021 Views

LAF Dergi Ekim Sayısı

Ekim sayısında sizleri: Aşk İle Alagöz (Şiir) Namütenahi Döngü (Hikaye) Birbirimizin Başka Yüzleriyiz (Hikaye) Sınırlar (Deneme) Bir Hiç (Şiir) İspirto Mavisi Kayıp (Deneme) Yükselişin Başlangıncı- Conan The Barbarıan (Film incelemesi) Fearless 1993 (Film incelemesi) Şule Yücebıyık (Girşimci Kadınlar) Elif Kalafat (Girişimci Kadınlar) 70 sente muhtaç Türkiye'den New York Türkevi Açılışına (köşe yazısı) Troya Müzesi (köşe yazısı) Taliban (köşe yazısı) Oyun Değiştirici Kart AUKUS Mu? (köşe yazısı) Sorun Havuzu- Eğitim Değil Rant Vizyonu (köşe yazısı) Çin Versiyonlu Mortgage Krizi Kapıda mı? (Köşe yazısı) Lider Markadan Örnek Davranış (köşe yazısı)

Ekim sayısında sizleri:
Aşk İle Alagöz (Şiir)
Namütenahi Döngü (Hikaye)
Birbirimizin Başka Yüzleriyiz (Hikaye)
Sınırlar (Deneme)
Bir Hiç (Şiir)
İspirto Mavisi
Kayıp (Deneme)

Yükselişin Başlangıncı- Conan The Barbarıan (Film incelemesi)
Fearless 1993 (Film incelemesi)

Şule Yücebıyık (Girşimci Kadınlar)
Elif Kalafat (Girişimci Kadınlar)

70 sente muhtaç Türkiye'den New York Türkevi Açılışına (köşe yazısı)
Troya Müzesi (köşe yazısı)
Taliban (köşe yazısı)
Oyun Değiştirici Kart AUKUS Mu? (köşe yazısı)
Sorun Havuzu- Eğitim Değil Rant Vizyonu (köşe yazısı)
Çin Versiyonlu Mortgage Krizi Kapıda mı? (Köşe yazısı)
Lider Markadan Örnek Davranış (köşe yazısı)

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

SAYI 1<br />

EKİM 2021<br />

FİYATI 10 TL


Konu: Doğa<br />

<strong>LAF</strong><br />

Aylık Gündem, Fikir, Sanat ve Edebiyat <strong>Dergi</strong>si<br />

instagram.com/dergilaf<br />

Genel Yayın Yönetmeni ve İmtiyaz Sahibi<br />

Betül Solmaz<br />

Kapak Çizeri<br />

Çağın Berke İspir<br />

İllüstrasyon, Fotoğraf, Kolaj:<br />

İrem Kukul, Betül Solmaz, Çağın Berke İspir<br />

Editör / Son Okuma<br />

Betül Solmaz<br />

Sanat Yönetmeni<br />

İrem Var<br />

Düzeltmen<br />

Ecenur Kaya<br />

İletişim: dergilaf4ekip@gmail.com<br />

Reklam: dergilaf@gmail.com<br />

Yazalar<br />

Burak Karaman.Ali Eren Yiğit.Ecenur Kaya<br />

Betül Solmaz .Süreyya Poyraz.Dilara Ay<br />

Kemal Akgül.Halil İbrahim Çelebi<br />

Abdullah Emre Aladağ. Betül Çınar<br />

Yusuf Ziya Ekşi.Sare Tokuş<br />

©Her hakkı saklıdır.<br />

Bu dergide yer alan yazı, fotoğraf ve illüstrasyonlar elektronik<br />

ortamlar da dahil olmak üzere yazılı izin olmaksızın kullanılamaz.


“İnsanın<br />

gittiği<br />

yerde<br />

ağaçlar<br />

ölür.”<br />

Ursula K. Le Guin<br />

Lavinia<br />

Çağın Berke İspir


BURAK KARAMAN<br />

AŞK İLE ALAGÖZ GÜNLERİ<br />

Acıtıyor bedenime batan çuvaldız<br />

Her lahza onu bekler vaziyette<br />

er dem onu görmek niyetinde<br />

asret vuslata, vuslat hasrete meftun<br />

Acıtıyor bedenime batan çuvaldız.<br />

Zalim bir sükût hakim şehrin sokaklarında<br />

Kan çanağı gözlerim gecelerde<br />

Ağlar ve susarım nefesine<br />

Ömür, ömrünü beklemekle geçiyor<br />

Zalim bir sükût hakim şehrin sokaklarında.<br />

Ruhum daralıyor sesini duymadığım her an<br />

Yavru kediler kaçışıyor havlamalardan<br />

Yılan yuvasına sığınıyor kartaldan<br />

Ben kabuğuma çekiliyorum firaktan<br />

Ruhum daralıyor sesini duymadığım her an.<br />

Ah gözlerine hasret kaldığım<br />

Gezersin benden habersiz o ellerde<br />

Hiç mi sevmedin gönlümde parlayan sevgimi<br />

Bir kerecik olsun bakmaz mısın yüzüme<br />

Gül cemaline hasret kaldığım<br />

İşte gözlerimde fer, adımlarımda güç kalmadı<br />

Kimse bilmez içimde yanan kor ateşi<br />

İçim kan ağlar, düşer yere kıpkırmızı damlalar<br />

Yoklukta ararım , varlıkta kaçarım<br />

İşte gözlerimde fer, adımlarımda güç kalmadı.


Rehavet kapladı aniden bedenimi<br />

Seyrediyorum olup bitenleri<br />

Bir an duraksıyorum dehşetli bir ses<br />

Kulağımı tırmalıyor sanki acı yankı<br />

Yine de rehavete kapıldım bekliyorum .<br />

Ellerim hasret nazik ellerine<br />

Bilmediğim kokuna, işitmediğim latif sesine<br />

Hissetmediğim nefesine hasret nefesim<br />

Metastaz kapladı bütün bedenimi<br />

Gel bu hasret bitsin, ben bitmeden.<br />

Meğer içimde bir tuhaf ürperti<br />

Hep bir korku ve hüzün hali<br />

Ben bilemiyorum gayrı seni<br />

Hatırlat bana kendini<br />

Meğer içimde sana ait bir sevgi...<br />

Ben kabuğuma<br />

çekiliyorum<br />

firaktan.<br />

Ruhum<br />

daralıyor sesini<br />

duymadığım<br />

her an.


Ali Eren Yiğit<br />

Namütenahi<br />

Döngü<br />

1.Kısım:<br />

Kaderi Sadece Ölümler Değiştirmez<br />

Berlin, 30 Nisan 1945<br />

Son iki haftadır müttefiklerin adımları sokakları dolduruyor, ortalık zafer şarkılarıyla çınlıyordu. Almanların<br />

teslim olmasına az kalmıştı. Birçok Alman, sokağa yalnızca gazete ya da ekmek tedarik etmek için<br />

adımını atıyordu. Sokağa çıkardıkları yüzleri genellikle; Sovyetlerin çukurlu yanakları, ince pembe dudakları<br />

ve buz gibi bakışlarıyla karşılaşıyordu.<br />

Gündüzleri müttefikler, Almanya’da on yılı aşkın iktidarda olan Nasyonal Sosyalizm İşçi<br />

Partisi’nden kalan en ufak emareyi bile yok etmeye çalışıyordu. Hitler’in isminin geçtiği her<br />

tabela indiriliyor, “sağa bakan Svastika” sembollü bayraklar yakılıyor, coğrafyaya “imparatoluk”un yok<br />

olduğu benimsetiliyordu. Akşamları sokakta üniformalı gruplar yürüyor, sokakların tenha köşelerinden<br />

“Za zdarovye!” sesleri yükseliyordu. Sovyetler içkilerine eşlik eden kahkahalarıyla bu cümleyi söylemekten<br />

büyük bir mutluluk duyuyordu. Bütün bu silsile, başta Almanlar için olmak üzere sıradan bir nisan gününün<br />

öğleden sonrası bir an için sekteye uğradı: 30 Nisan 1945, 15.00 suları.<br />

Linge… Heinz Linge, Hitler’in başyaveri olana kadar sıradan bir duvar ustasıydı. Şimdilerde Führerbunker’de<br />

sığınan Hitler ve eşine eşlik ediyordu. Linge; beton dizip duvar örerken bir devlet liderinin üç uşağından<br />

biri olacağını, o liderle görüşmek üzere ziyaret eden büyük bürokratlara eşlik edeceğini, sözgelimi<br />

liderin kişisel subayı olacağını tahmin edebilir miydi? Linge, bunları bir ihtimal tahmin etmiş bile olsa az<br />

sonra başına gelecekleri asla tahmin edemezdi. Hitler’in odasına yöneldi ve…<br />

İstanbul, 30 Nisan 1945<br />

Siyah “Dynaflow”lar İstanbul’un tozunu atarken buğday taşıyan hayvanları gören insanlar ortadaki çelişkinin<br />

farkındaydı. Savaş yılları, kendini müdafaayla sınırlayan Türkiye için de bir bakımdan<br />

hezimete dönmüştü. Yoksullaşan halk bir süredir karnelerle ekmek alıyor, devlet İngiltere’yle yardım görüşmelerine<br />

devam ediyordu.<br />

Halk, savaşın sonuçlarının bilincindeydi ancak daha büyük bir savaşın pençesine doğuracağı<br />

çocuğu bilmiyordu. Bir çocuk doğacak ve bu coğrafyadan uzak bir ülkenin kaderini değiştirecekti.<br />

Tüm dünya o çocuğu tanıyacak ve o çocukla beraber iktidar hırsının nasıl göz döndürebileceğini<br />

öğrenecekti. O çocuğun doğum tarihi belli bir kesimin zihnine şöyle kazınacaktı: 30 Nisan<br />

1945, 15.00 suları.<br />

Dünya, iktidar uğruna gözü dönen o çocuğun önünde şapkasını çıkaracaktı.<br />

Berlin, 30 Nisan 1945<br />

… gördüğü manzara karşısında şapkasını çıkardı. Linge, siyanür varlığında yanmış badem<br />

kokusunu alıyordu. Üstelik duydukları silah sesi de yanıltıcı değildi. Hitler, kanlar içinde<br />

karşısında yatıyordu. Kokunun sebebiyse Eva Braun’un intiharı olmalıydı. Eva, bir siyanür<br />

kapsülünü ısırmıştı. Cesetleri az sonra yakılacaktı.<br />

Linge’nin yanı sıra şu soru hep düşündürür: 17 yaşındaki fotoğrafçı Eva Braun, Hitler’le<br />

tanışırken; 33 yaşında evlendikten 40 saat sonra hayat arkadaşıyla beraber intihar edeceğini<br />

bilebilir miydi?<br />

6<br />

İstanbul, 30 Nisan 1945<br />

“<br />

Bilemezdim, nereden bilebilirdim ki?” diye iç geçirdi Emine. İskender’le beraber<br />

iki yıl önce bir dükkân kiralamışlardı.


İskender’in niyeti bir fotoğrafçı dükkânı olmasıysa da Emine’nin ısrarıyla pastane olmuştu o dükkân.<br />

İskender’in hâli hazırda bir işi vardı zaten. Dönemin pek meşhur sayılmayan özel gazetelerinden biri<br />

için fotoğraf çekiyordu. Dükkân uğruna Emine’yle münakaşa ettilerse de çoğunlukla olduğu gibi Emine bu<br />

kavganın galibi olmuştu.<br />

Aynı sabahlardan birine gözlerini açmıştı ikisi de. Emine pastaneye gidecekti, İskender ise gazeteye. İskender,<br />

hamileliğin son zamanlarında işe gitmemesi hususunda Emine’ye ne kadar ısrar ettiyse de Emine<br />

hazırlanmıştı bile. Yakası, göğüslerinin biraz üstüne kadar düğmelenmiş; eteği dizleri ve bilekleri arasında<br />

hizalanmış elbiseli kadınları ağırlayacaktı bugün de. Ara ara başında kasketi, gözlerinde güneş gözlükleri<br />

olan paltolu beyler de eşlik edecekti o hanımlara. Kimi zaman sandalyeleri yan yana duracak, birbirlerine<br />

pasta yedirecek ve cilveleşeceklerdi; kimi zaman sandalyeler karşı karşıya olacak, pastalar alevli bir münakaşaya<br />

şahit olmak için masada duracaktı; kimi zaman deri çantalardan çıkan birtakım evrağa bulaşmak<br />

suretiyle pasta sipariş edilecekti.<br />

İskender, evden çıkarken “Allaha ısmarladık.” babında Emine’ye baktı. Çıkmaya yeltenirken bir defa daha<br />

işe gitmemesi hususunda ikaz etti: “Ya bir şey olursa, bilebilir misin?” Emine, rahatlamasını isteyerek gözlerini<br />

yumdu ve karnını tuttu. İskender’in içini ısıtan ama saatler sonra yüreğini yakacak gülümsemesiyle<br />

karşılık verdi. Bu gülümseme İskender’in aklına ve az sonra Emine’nin satış defterine şöyle yazılacaktı:<br />

30 Nisan 1945, 15.00 suları.<br />

7<br />

Az sonra cesaretiyle yüreklerin sesi olacak bir çocuk doğacaktı.<br />

Emine, pastaneye yaklaştıkça komşu dükkânlara selam veriyordu. Yanından<br />

kendi gibi hamile fakat kendinden çok başka görünen, esrarengiz<br />

bir kadın rüzgâr gibi geçti. Emine arkasına bakacak gibi oldu ancak kadın<br />

çoktan gözden kaybolmuştu. Şaşkın bir yüz ifadesiyle yoluna devam etti.<br />

“Umut...”<br />

dedi. “Unut.”<br />

demek yerine.<br />

Tenesin, 28 Haziran 2021<br />

Ağıt, şaşkınlığını gizlemiyordu hatta bu cürete alenen hayret ediyordu.<br />

“İnsan kendi kendini kurar. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. Ahlakını seçerken<br />

kendini de kurmuş olur. Üstelik bir ahlak seçmeden de edemez. Koşulların ağır baskısı, ister istemez bir<br />

ahlak seçmek zorunda bırakır onu.’ der Sartre.”<br />

İstanbul, Tenha Sokak, 30 Nisan 1945<br />

“<br />

Ahlaksıza bak, kapımıza gelmiş bir de!” , “Ne işin var senin burada fahişe?”, “Atın şu pisliği evimden.”<br />

diye çirkefleşen insanlara bakıyordu Züleyha. “Kendilerini kaybetmiş bunlar, öldürecekler beni!” diye<br />

içinden geçirmeyi de ihmal etmedi. Bir kelime edemezdi ama… Ellerine bakıyordu, sığınabileceği tek<br />

yerdi. Ne kadar çaresizdi! Ya az önce yanından fırtına gibi estiği kadın?.. O öyle miydi? O da hamileydi, o<br />

böylesine çulsuz böylesine biçare miydi?<br />

Züleyha, ailem dediği bu insanlara ne kadar yalvarsa da bir kere kovmuşlardı onu bu cennetten. Bununla<br />

da kalmamışlardı, öteki cennetten kovma cüretini de göstermişlerdi. Onu yalnızlığına terk edenlerin bir<br />

daha terk etmekten çekinmeyeceği aşikârdı aslında. Züleyha, yine de “Umut…” dedi. “Unut.” demek yerine.<br />

Gelirken tuttuğu temponun aksine dönüşünde çok daha ağır yürüyordu. Göz pınarlarının kuruduğunu<br />

sanıyordu, ağlayamıyordu artık. Zira her adımında adeta karnına bir bıçak saplanıyor, artık elini bir duvara<br />

dayayarak yürümeye çalışıyordu. “Umut” demeye devam etti, “Umut et Züleyha. Umut et ki bu dünyaya<br />

bağışlayacağın çocuk tüm dünyayı değiştirsin. Tüm dünyaya kudretini göstersin. Cennetten kovmuş nicesinin<br />

cennetine ateş düşürsün, cehenneme çevirsin.” Züleyha’nın içinden geçirdiği tüm bu cümleler farkına<br />

varmadan feryatlara dönüşmüştü. Züleyha avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Cehennem olsun... Yansınlar…<br />

Yansın onlar…” Feryatlar içinde, tenha sokağın köşesinde doğum başlamıştı.<br />

Her yer cayır cayır yanacaktı.


İstanbul, Pastane, 30 Nisan 1945<br />

“<br />

Yanmış bu kurabiyeler hanım!” diye söylendi müşterilerden biri. İvedilikle öteki müşteriler önlerindekini<br />

kontrol etti. Yüzü kıpkırmızı oldu Emine’nin. “Çok üzgünüm, hemen yenilerini getiriyorum.” dedi ve<br />

fırını kontrol etmeyi tekrar unuttuğunu fark etti. Koşar adım mutfağa girdi. Fırından dumanlar çıkmaya<br />

başlamıştı bile. Fırını açarken İskender geldi aklına, sabah ne söylemişti: “Ya bir şey olursa, bilebilir misin?”<br />

“Bilemezdim, nereden bilebilirdim ki?” diye içinden geçirdi Emine. Aldığı derin nefese eşlik eden bir sızı<br />

başladı. Sonra kaskatı kesen o soğukluk… Kaşlarını çattı, dişlerini önüne atılan kemiği ısıran bir köpek gibi<br />

sıktı. Müşterilerinin huzurunu kaçırmak istemediği için ses çıkarmamaya özen gösterdi. Fırından çıkan<br />

dumanı eliyle dağıtmak niyetindeydi fakat her kımıldanışında karnına adeta bir bıçak saplanıyordu: “Sakin<br />

ol kızım, lütfen sakin ol.” Mutfaktaki bir tabureye oturmak istedi fakat tabure kaydı. Müşterilerden biri huzursuzlandı<br />

fakat erkek arkadaşı konuşmasının bölünmesinin rahatsızlığıyla kendisinin oturmasını rica etti<br />

ve sözüne devam etti. Emine, yavaşça yere oturdu. “Lütfen sakin ol, sırası değil.” dedi bebeğine. Bu cümleler<br />

eşliğinde gözlerini kapadı, doğum çoktan başlamıştı.<br />

2.Kısım: Determinist Varoluşta Tesadüf<br />

Mümkün Değildir<br />

Tenesin, 28 Haziran 2021<br />

“<br />

Sizi bekliyordum, daha açık ifade etmem gerekirse yolunuzu gözlüyordum. Size daha samimi davranabilir<br />

miyim? ‘Sen’ dememde sakınca yoktur diye umuyorum. Pekala. Sen, sen gözünü kırpmadan yalan<br />

söyleyebilecek; dahası, bu yalanlara kendini inandırabilecek, yalanlarla kurulmuş bir şatoya kendini hapsedip<br />

herkesin sana biat etmesini bekleyecek birisin.<br />

Lütfen… Lütfen gücenme bu söylediklerime. Hastasın sen. Şeytanın ta kendisisin!”<br />

Berlin, 30 Nisan 1945<br />

“<br />

Ateşler arasında kalsa da nefes alır şeytan. Yakmak isterse duraksamaz; bir nefesi yeterlidir. Nefes alır ve<br />

tek solukta yakar karşısındakileri. O ateş ancak kendini yakmaz. Düşmanlarını yakar, tanımadıklarını<br />

yakar hatta dostlarını bile yakar ancak kendini yakmaz.<br />

Bir an için durup düşünmez. Varoluşunun amacı yakıp, yıkıp dökmektir. Kudreti bin parçaya böler insanı,<br />

meleği ve Tanrı’yı. Çünkü Tanrı, şeytanla bölüşmüştür gücünü. ‘İmtihan’ dediğini insana yutturmaz, kendini<br />

de imtihan etmek ister.<br />

Şeytan, şayet bir durumda yanabilir. Başka bir şeytan onu yakabilir. Ve şeytanlar sadece şu durumda doğabilir:<br />

yanan şeytanın küllerinden.”<br />

Adalwin, Adalwin Baumann… Şeytanın kılıcı, madalyonun diğer yüzü… Adalwin çoktan anlamıştı. Bu bir<br />

tesadüf değildi çünkü ona göre determinist varoluşta tesadüf mümkün değildi.<br />

İstanbul, Hastane, 30 Nisan 1945<br />

“<br />

Tesadüfe bak!” dedi odadaki biri. Emine gözlerini açmaya çalışıyordu. Göz kapakları kalkacak gibi olurken<br />

beyaz bir ışık kırılıyor, zor bela seçtiği İskender’in içinden geçiyordu. Kaşlarını çattı. İskender’in hep<br />

bayıldığı ancak Emine’nin bunu bilmediği “dudak hareketi”ni yaptı. Doğrusu, bu sadece dudağını büzmekti.<br />

İskender, gerçekten bayılıyordu bu resme.<br />

8


Emine, gayriihtiyari şişkin bir karın aradı eliyle. Aradığını bulamayınca anladı ancak nerede olduğunu.<br />

Bir anda gözlerini açtı ve İskender’le göz göze geldi. İskender, bulunduğu ağacın dalından düşmemek<br />

gayesiyle dalına sımsıkı tutunan bir maymun edasıyla Emine’nin eline sarıldı. Kaygılı bir ifade yüzünü<br />

yalayıp geçti. Emine ters bir şeyler olduğunu anladı. Bir kere nasıl olurdu da kızını dünyaya getirdiği anı hatırlamazdı?<br />

Bu çok ağrılı, çok çığlıklı bir süreç değil miydi? Sonra, kızının ağlamasına sevineceği tek an bu<br />

olmayacak mıydı? Çünkü ağladığını duyunca acılarını o yatakta bırakacak ve kızını kucağına alıp gülümsemeyecek<br />

miydi? Tüm bunlar Emine’nin hafızasından silinmiş olabilir miydi? Oysa Emine sadece yanmış<br />

kurabiyeleri ve fırından çıkan boğucu dumanları hatırlıyordu. Zorla döküldü kelimeler dudaklarından:<br />

“Kızım, kızım nerede İskender?”<br />

İskender’in sol gözünden bir yaş, Emine’nin eline düştü. Bu sıcak yaş Emine’nin üzerine kara bulutları toplamış,<br />

kocaman damlalar düşürüyordu. Kuşlar şarkı söylemeyi bırakmış, korunmak için yatakların altına<br />

kaçıyordu. Emine’nin gözlerinin önünden yağmurlu anlar geçti. İskender’le Emine’nin annesinin pastanesinde<br />

karşılaştıkları akşam, İskender’in gazeteye kabul edildikten sonra pastaneye gelip tanımadığı kimselere<br />

limonata ısmarlaması, İskender’le gittiği sinemada gülme tuttuğu için kovuldukları gece, İskender ve<br />

ailesinin Emine’yi istemeye geldikleri gün, düğünleri, Emine’nin hamile olduğunu anladığı ilk vakitler, kiraladıkları<br />

dükkânı dekore ettikleri hafta… Emine’nin gözyaşları yağmur damlalarına eşlik ediyordu. Ne diye<br />

korkunç bir havadisin ürkütücü soğukluğunu hissetmektense anılarının sıcaklığıyla içini ısıtıyordu şimdi?<br />

İçini ısıtan anılar, öfkeye dönüşmüş; Emine’yi hücrelerine kadar yakıyordu. Neye, kime öfkeleniyordu?<br />

Kendine mi? Yanan kurabiyelere mi? Doktorlara mı? Şimdi gök gürlüyordu, şimşekler çakıyordu. İskender’in<br />

arkasındaki yataktan hırslı bir ses yükseldi: “Bu kadarına tesadüf denirse tabi!” Emine sesin geldiği<br />

yöne bakarken tam da o yatağa bir yıldırım düştü. İskender, “Ne sayıklıyorsunuz siz hanım?” diye sorunca<br />

yağmur dindi. Dindi dinmesine ama her köşe kupkuruydu. Az evvel kaçışan kuşlar yatakların altında<br />

değildi. Sesin geldiği taraftaki yataksa sağlamdı. Emine ağır ağır kıpırdandı. Yatağa baktı. Oydu yataktaki.<br />

Fırtınanın alameti…<br />

Berlin, 30 Nisan 1945<br />

Linge, birkaç asker ve Şansölyeliğin çalışanlarıyla birlikte cesetleri arka bahçeye taşıdı. Hitler’in sözlü<br />

talimatı vardı, cesetler benzinle yakılacaktı.<br />

Cesetleri çıkardıktan sonra Linge, benzin bidonlarını getirdi. Ateşe vermek için ise kimse öne atılmadı<br />

çünkü biliyorlardı ki Hitler’in ölüsü bile onu yakmalarının hesabını hayatları boyunca soracaktı. Derken bir<br />

çalışan göğsünü şişirerek “Ben yakabilirim.” dedi. Hüzünle mi göğsünü şişirmişti, güvenle mi?<br />

İlkin yakma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Şansölyeliğin bahçesinde bir uğultudur susmadı: “Yanmıyor,<br />

ölüsü de yanmıyor.”, “Führer ölmedi ki!..”, “Führer mi?... O bir şeytan!” Yer sallandı. Büyük bir gürültü<br />

patladı önce, sonra kulaklarda kalan o çını. “Führer’in kehaneti bu! Fırtınanın alameti!” Hâlbuki bu bir<br />

bombaydı. Kızıl Ordu, Şansölyeliği bombalamaya girişmişti.<br />

Linge, “Vakit daralıyor. Derhal yakın cesetleri!” dedi. İçeriden birkaç rulo kâğıt getirdiler ve ateşi harladılar.<br />

İşte şimdi yanıyordu Hitler. Kudreti yüce, insafı alçak lider… Dünya, külleri savrulan bu lideri unutmayacak;<br />

izinden giden ama hırs okyanusunda boğulan onlarcasına şahit olacaktı. Öyle ki insanlar umut edecek,<br />

zulmün bittiğini düşüneceklerdi. Nefes aldıklarını sanacaklar ama bilmeden şeytanın nefesiyle yanacaklardı.<br />

Hitler, şeytandı. Şeytanı ancak başka bir şeytan yakabilirdi. Linge, kırgın ama bir o kadar tok bir tonla<br />

seslendi: “Baumann! Cesetlerin kalıntıları az evvelki bombayla oluşan çukurlara gömülecek. Gözünü kırpmadan<br />

yakabildin, onları şimdi sen gömeceksin.”<br />

Adalwin çoktan anlamıştı. Bu bir tesadüf değildi çünkü ona göre determinist varoluşta tesadüf mümkün<br />

değildi: “Başüstüne, Herr Linge!”<br />

9


İstanbul, Hastane, 30 Nisan 1945<br />

“<br />

Başım ağrıyor sadece.” diye cevapladı İskender’in sorusunu, yataktaki kadın. Emine, bu hırslı kadının<br />

sokakta rastladığı kadın olduğunu hatırladı. Belli ki o da doğum yapmıştı. “Peki ya bu kadın çocuğunu<br />

kucağına alabildi mi?”, diye düşündü. “Ayrıca niçin yalnız bu kadın?”<br />

Emine hıçkırıklarla kafasını yastığına vurdu. Tekrar, tekrar; daha hızlı, daha hınçlı… İskender onu sakinleştirmeye<br />

çalıştıysa da Emine feryat ediyordu: “Kızım… Kızımı getir bana! İskender, kızım nerede?”<br />

Emine’nin feryatları eşliğinde bir doktor, kucağında bir bebekle içeri girdi. Saçları simsiyah; sanki kocaman<br />

gözlerini kırpmak zahmetine bile girmeyen, kara gözlü; bembeyaz ama yanakları kıpkırmızı; zayıf bir bebek.<br />

Zayıftı ama kudreti odadaki tüm sesleri kesmişti. Emine, bebeği görünce ıslak gözlerini sildi. Yatağında<br />

dikleşti. İskender, gözlerini bebekten alamıyordu. Bir garip bebekti bu. Minicik parmaklarıyla yumruğunu<br />

sıkmış; bu dünyadan alacağı bir intikam varmışçasına, hınçla, alevli bakışlarla doğmuştu. Doktor, bebeği<br />

Züleyha’nın kucağına bıraktı.<br />

Züleyha; ailesince fahişe, oda arkadaşınca fırtına Züleyha… Öylece sokak ortasında doğan ve sokakta<br />

doğuran; feryatlarla dünyaya gelen ve feryatlarla dünyaya getiren; kadere teslim olan ama kaderi değiştiren;<br />

hayata kötü dualarla tutunan ve hayatları bu dualarla yakan Züleyha. Bir piç annesi Züleyha. Züleyha, bebeğini<br />

kucağına alınca nefretle baktı ve buz kesildi.<br />

İskender hava almak için odanın diğer kenarındaki pencereyi araladı. Aralıktan pervasız bir kuş içeri girdi<br />

ve Emine’nin kucağına kondu. Kondu ve konuştu: “Öyle vakitlerde yağmur yağar. Evsizleri ıslatır, hayvanları<br />

üşütür; düşkünlerin ayağını yolundan keser, çaresizleri evinden eder. O yağmur ki ayrıca berekettir.<br />

Toprağı ıslatır, meyveyi büyütür. Canlıyı canından eder ama can veren yine odur. Kimi penceresinden dışarı<br />

bakar, şükreder. ‘Huzur’ der. Kimi dışarıdan bir pencereye bakar, dua eder. ‘Umut’ der.”<br />

Tenesin, 28 Haziran 2021<br />

Ağıt, doğduğu günle ilgili sorulan bu soruyu tereddütle karşıladı. Yine de cevap verdi: “Bir fırtınadır<br />

kopmuş o gün. Yeryüzündeki her bir kimsenin içine doğan o fırtına. Kimi anlatır: öyleymiş ki ağaçlar<br />

soyunmuş, bütün yaprakları dökülmüş; öyleymiş ki hayvanlar can vermiş, kaçanlar da birkaç gün içinde<br />

ölüvermiş; öyleymiş ki çok insanı ıslatan son yağmurmuş; öyleymiş ki insanların ekmek teknesi batmış,<br />

iş yerlerine yıldırımlar düşmüş, oralarda yangınlar çıkmış.” İşte şimdi her şey Ağıt için de berrak bir hâle<br />

geldi. Ağıt, karşısındaki bu kadını ezelden beri tanıyordu aslında. Devam etti: “Berlin’de Adalwin’i ıslatmış,<br />

İstanbul’da Züleyha’nın bebeğini. Öyleymiş ki seni ıslatmış bir de. Şimdi söyle bana, bütün bunlar bir tesadüf<br />

mü?”<br />

Sema, sözün bittiği esnada tek nefeste şu cümleyi söyledi: “Determinist varoluşta tesadüf mümkün değildir,<br />

babam söylemişti.”<br />

3.Kısım: Çemberimizi Tamamlamak İçin Yaşarız<br />

İstanbul, Mezarlık, 30 Nisan 2005<br />

“<br />

Hayatın her zaman tuhaf olduğunu düşünen insanlar vardır ve bu insanların hayat tanımları sık sık şöyledir:<br />

‘Hayat bir yolculuktur.’ Sanırlar ki aşacakları daha çok engel, dans edecekleri çok müzik, çekecekleri<br />

çok fotoğraf vardır. Hâlbuki hayat öyle düz değil; düzden kast edilen de engebesiz değildir. Hayat bir çemberdir<br />

ve bu çember mutlaka tamamlanmak zorundadır.” Adalwin’in sesi titriyordu fakat bu sefer yarım bırakmayacaktı.<br />

“Tuhaf olan şüphesiz hayatın bir çember olmasıydı, bir yol olması değil. Geçtiğimiz yollardan<br />

mutlaka iki kere daha geçecek; hatırlamak için özel bir çaba sarf etmediğimiz sıradan bir tarih, hayatımızda<br />

üç kez tekerrür edecektir. Bu çember ‘üç’te tamamlanacak ve işte o vakit hayatımız sona erecektir.” Yutkundu.<br />

“Ya sen sevgilim, senin ‘üç’ün neydi? Sen ne vakit çizdin çemberini? Bunu hiç bilemedim; bilmek için<br />

didindim, çok yoruldum ama bil ki pes etmedim.” Adalwin, dünyasında iki kişi olmadığını biliyordu. Üçüncüyü<br />

hatırladı, laf sırası ona gelmişti.<br />

10


“Şehirler muhakkak vücut bulur ve<br />

bir de onları kanlı canlı görmemiz<br />

için dünyaya gelir. Sevgili anneciğim<br />

İstanbul’da doğmuş ve İstanbul’u<br />

içinde doğurmuştu. Görkemli ama<br />

mütevazı; titiz ama atomuna kadar pis;<br />

surları sağlam ama işgal ihtimali hep<br />

yaşayan; ışıltılı ama hüzünlü; efsunlu<br />

ama bir o kadar lanetliydi. Türkiye’nin<br />

kalbinde narsist bir Alman’la evlenmek<br />

yüzde yüz onun tercihiydi.” Adalwin, işte<br />

tam bu noktada hep yanılıyordu. Abike,<br />

aslında babasını arıyordu. Bu da çemberin<br />

formülüne dâhil değil miydi? İnsan, hayal<br />

kırıklıklarını gömdüğü toprağı eşiyor ve<br />

onu hezimete uğratan kim varsa oradan çıkarıyordu.<br />

Çıkarıyor ve kendini tekrar acının<br />

kollarına bırakıyordu.<br />

11<br />

“Babamla birlikte Almanya’da yaşamışlarsa<br />

da…” Babasına göre “Almanya’da yaşamak”<br />

bu olmamıştı hiçbir zaman. Çünkü Adalwin’in<br />

dediği gibi… Bir kere, İstanbul zaten Abike’ydi.<br />

“… hep bir ayağı buradaymış anneciğimin. Sık<br />

sık ahbaplarını ziyaret eder, burayı düşünür,<br />

İstanbul’la yatar İstanbul’la kalkarmış.<br />

Öyle ki bizim yollarımızı da o kesiştirdi zaten.<br />

Annem mutlaka bir Türk kızıyla evlenmem<br />

gerektiğini düşünürdü.<br />

Annem, İstanbul, babam, ben, sen derken ‘Sema’ dedin bana sonra.”<br />

Sıra, dünyasındaki “üç”e gelmişti.<br />

Berlin, Karargâh, 1 Mayıs 1945<br />

Stalin, kendisine bildirilen üç ölüme de inanmakta zorlandı. İçinde, zaferinin haklı gururu ve bu haberin<br />

“sadece bir ihtimal” olmasının yani belirsizliğin korkutucu ümitsizliği sarılıyordu. Stalin, kendini bu<br />

sıkıntıdan kurtarmak için Kızıl Ordu’ya emir verdi. Şansölyelik ele geçirilmeliydi.<br />

İstanbul, Hastane, 2 Mayıs 1945<br />

“<br />

Reich Şansölyeliği ele geçirildi.” İskender, odaya her girdiğinde radyoyu açıp haberleri dinliyordu. Züleyha<br />

da İskender’in çıkmasını bekler gibi, çıkar çıkmaz radyoyu kapatıyordu. Oldu olası anlamıyordu ne<br />

olup bittiğini zaten. İskender, odadan çıktıktan birkaç dakika sonra odaya doktorla beraber döndü. Doktor,<br />

Emine’ye artık gidebileceklerini söyledi.<br />

Üç gündür hastanenin her odasına, odaların duvarlarına; duvarlardaki çizgilere, sarılara, boya döküntülerine<br />

bomboş bakıyordu Emine. Yataktan kalkıyor, muayene oluyor, pencerenin kenarında bekliyor ve yatağına<br />

geri dönüyordu. Çaresizce aynı kuşu bekliyordu. Her kanat çırpışında altın tozlar saçan kuşu... Biliyordu<br />

ki bu öyle bir vaziyetti. Bir kuşun konuşabileceğine inanacak bir vaziyet.


Tüm bunlar uzun bir uykunun kâbusu olabilir miydi? Terler içinde bırakan, uyanmak isteyip uyanamadığı;<br />

uzun, öyle uzun ki gerçek sanacak kadar canlı ve teslim olacak kadar korkunç bir kâbus. Konuşan bir kuşu<br />

bekleyecek kadar güçsüz, çocuğunu kaybettiğine ağlayamayacak kadar duygusuz olmak mümkün müydü?<br />

Züleyha’yla aynı odayı paylaştığı bu üç günde tüm bu sorular kendisine çok geliyor, Züleyha’nın bitmeyen<br />

söylenmeleri yüzünden bu soruları artık kaldıramıyordu. Ve kaderine teslim olmaktan başka bir seçenek<br />

görmüyordu artık. Bir zaman uyanabileceğinin ümidiyle kuşu beklemeye devam etti. Abike’yi…<br />

İstanbul, Mezarlık, 30 Nisan 2005<br />

“<br />

Annem Abike, bir gün bir kızım olmasını çok istiyordu. İsminin ‘Sema’ olmasını. Sema’nın, ismiyle uçsuz<br />

bucaksız gökyüzünü kendinde sınırlayacağını düşündüm her zaman. Oysa ismi çok başka, çok daha<br />

derinmiş annem için. Bunu çok sonra anladım.<br />

Sen bana bir Sema’mız olacağını söylediğinde mutluluktan yerden kesildim. Her şey çok özel olacaktı. Almanya’dan<br />

kaçıp yanına gelecektim. Önce ismimi değiştirecektim, kimliğimi. Bana başka bir isimle seslenmeyecektin,<br />

seslendiğin o isim benim kimliğim olacaktı. Sonra İstanbul’dan taşınacaktık. Daha güneye…<br />

Hayal ettiğin gibi. Bir dağ evimiz olacaktı, bağ bahçemiz. Ağaçlarla iç içe büyüyecekti Sema. Birlikte büyüyecektik.”<br />

Bunu söyledikten sonra ilkin sevgilisinin mezar taşındaki doğum tarihine, sonra ölüm tarihine<br />

baktı. 28 Haziran 1926, 30 Nisan 1945.<br />

Abike, 1944’ün soğuk kışında 18 yaşındaki oğlu Adalwin’le birlikte İstanbul’daydı. Adalwin’in babası Almanya’da<br />

görevdeyken Abike, Türkiye’nin güvende olduğu gerekçesiyle Adalwin’i memleketine getirmişti.<br />

Doğrusu, kaçırmıştı.<br />

İstanbul’da Abike’nin kimsesi kalmamıştı. Sadece, birkaç sene önce ölen ağabeyinin asker bir ahbabı vardı:<br />

Yılmaz. Yılmaz’ın evinde konaklayacaklardı. Yılmaz’ın da aynı Abike’ninki gibi 18 yaşında bir çocuğu vardı:<br />

Özge.<br />

Abike, çemberinin ikinci halkasını tamamlamıştı: Adalwin ve Özge İstanbul’da tanışmıştı.<br />

Berlin, 4-11 Mayıs 1945<br />

Zafer, Stalin’in tanışmış olmadığı bir olgu değildi. Duymayı beklediği, bütün yüreğiyle duymak istediği<br />

haberi duyunca arkasına yaslandı. Ezilenin, ezenin; kaybedenin, kazananın; yitirenin, elde edenin;<br />

Emine’nin, Züleyha’nın; Hitler’in, Stalin’in yüzünde görmeye dayanamayacağı bir sırıtış kapladı yüzünü.<br />

Önce göz bebekleri büyüdü, sonra elleri gevşedi, koltuğuna yayıldı; fark etmeden bir nefes tutmuştu, nefesini<br />

verdi; karnı şişti, burnunu çekti, koltuğunda dikleşti, toparlandı. Aldığı haberi bir daha, kelimesi kelimesine<br />

tekrar etti içinden: “Adolf Hitler, Eva Braun ve köpekleri Brondi’nin cesetlerinin kalıntıları bir çukurda<br />

bulundu. Erkek cesedin çene yapısı Hitler’le uyumlu. Gerçekten… Gerçekten intihar etmişler.”<br />

İstanbul, 4-11 Mayıs 1945<br />

Nisan 1945; sıradan bir sabahla başlamış, akabinde gerçekleşen olaylar dizisiyle tahmin edilmez bit-<br />

O ve ondan önceki sabahları aratmayan bir sıradanlıkla gözlerini açtı İskender. Hayat kaldığı<br />

30mişti.<br />

yerden devam etmeli, İskender işine gitmeliydi. İskender işe gitmek amacıyla kapıdan her çıktığında Emine<br />

“iş gerçeğini” hatırlıyordu. Pastane ne olacaktı?<br />

İnsan mutsuzluğu yaşadığı, hayat damarlarından kopmuş gibi hissettiği, iliklerine kadar bıktığı bu anlarda<br />

acı eşiğini yükseltmeye niyet etmiş gibi hayatının en korkunç sahnelerini tekrar yaşatır kendine. Emine de<br />

bundan geri kalmadı ve “1 haftasını” değil, “7 gününü” bu sahneleri yaşayarak geçirdi.<br />

12


Kardeşi doğduktan sonra yavaş yavaş kaybolduğu evi, babasının onu mektepten aldırıp annesinin pastanesinde<br />

çalıştırmasını (günlerce ağladıktan sonra bu durumu da kabullenmiş ve İskender’le pastanede<br />

tanıştıktan sonra hayat bir nebze çekilir hâle gelmişti), annesinin cesedini bulduğu yaz gününü, babasının<br />

bir cadının annesinin yerini doldurabileceğini düşünmesi, evden kaçıp yüksekokula başvurması ve başvurusunun<br />

reddedilmesi, çocuğunu kaybettiği 30 Nisan gündüzünü… Zaman zaman soluğu kesilerek, zaman<br />

zaman ağlayarak; çoğu zaman hiç tepkisiz, öylece duvarları izleyerek yaşadı.<br />

Yedi gündür beklediği mucize tekrar pencereden girene kadar.<br />

İstanbul, Mezarlık, 30 Nisan 2005<br />

“<br />

Hayatıma girmen çok ani oldu. Anneciğim kalplerin her şey gibi iki yarımdan oluştuğunu; bir yarının<br />

annemden, bir yarının babamdan olduğunu söylerdi. Seni annemin yarımıyla sevdim. Öyle şefkatli<br />

bakıyordun, öyle sıcacıktın ki… Senin sıcaklığınla yüreğimin diğer yarımı ısındı. Ve sonra bütünü yandı.”<br />

Omzunda bir elin sıcaklığını hissetti, gözlerini yumdu ve içindeki dağların tepesindeki karları eritti, bir bir<br />

gözlerinden döküldü. Bu dokunuşu tanıyordu. “Dokunuş”un sesini işitince emin oldu.<br />

İstanbul, 11 Mayıs 1945 / 30 Nisan 2005<br />

Kuş, Emine’nin; “dokunuş”, Adalwin’in karşısına geçti: “Hepimiz bir gölün içinde yönünü aramaktan yorulan<br />

birer canlıyız. Yosun olanımız da var, balık olanımız da. Balığın küçük olanı da var, büyük olanı<br />

da. Hangimizin yem, hangimizin yiyen olduğuna biz karar vermiyoruz. Biz kullar tamamlamamız gereken<br />

tek bir çemberimiz olduğunu varsayıyoruz. Hâlbuki biri bir taş atıyor ve halkalar oluşturuyor. Kaderimizi<br />

tayin eden, ne kadar halka oluşturuyorsa işte biz o kadar müddet yaşama tutunabiliyoruz.”<br />

Kuş pencereden çıktı; süzüldü, süzüldü, süzülerek gözden kayboldu.<br />

“Dokunuş”, Adalwin’in gözyaşlarını kendi elleriyle sildi ve kalkıp yoluna koyulacaktı ki ismini duymasıyla<br />

durdu: “Sema!”<br />

13<br />

Devamı diğer sayımızda...


Ecenur Kaya<br />

IN LA’KECH ALA K’IN<br />

“birbirimizin başka yüzleriyiz”<br />

yılıydı. Gökte Tanrı ve Tanrıçalar arası egemenlik mücadelesi süregelirken,<br />

2021 yerkürenin dört bir yanında çıkan orman yangınları çokça telaş ve bolca<br />

gözyaşını beraberinde getirmişti. Bu hüzün yılında yılkı atları özgürce koşamamış, sayısız<br />

ağaç ve canlı literatürde cennete karşılık gelen uçmağ isimli diyara varmıştı.. Asırlardır<br />

insan neslini simgeleyen kayın ağaçları artık birer kül yığını halindeydi, evrenin ciğerleri<br />

yok olmaya yüz tutmuştu. İnsanlığın devamı, devamı gelmeyecek bir son’a ulaşmak üzereydi<br />

adeta. Tanrılar konseyi, duruma müdahale etmenin gerekliliğini fark etmiş, dünyanın dört<br />

bir tarafından tanrı ve tanrıçalar, beraberlerinde yarı-tanrılar ve nympahalar, yola koymuştu.<br />

14<br />

Türklerde tanrıların en yücesi Ulu Kayra Han, oğlu Ülgen’i tanrılara görev dağıtmak<br />

üzere tahtına çağırdı. Ülgen, Umay Ana ve Ürüng Ayın Toyon’a<br />

bolluk bereket getirmeleri ve hayvanları çoğaltıp korumaları<br />

için görev verdi. Yer tanrıçası Ötüken ve orman koruyucusu<br />

Arçuray, yangını kontrol altına alacaklardı. Arçuray,<br />

yardımcı olması için ırmak tanrısı Yayık Han’ı Bay Ülgen’e<br />

sundu ve Kayra Han tarafından kabul edildikten sonra Yayık<br />

Han yardıma katıldı. Onlara su iyesi de eşlik edecek, ormanlar<br />

kurtarılacaktı.<br />

Olimposlu tanrılar arasında da durum benzer şekildeydi.<br />

Tanrılar kralı Yüce Zeus, deniz tanrısı Poseidon ve doğa tan<br />

rısı Pan’ı acilen huzuruna çağırdı. Yanlarına nymphaları<br />

görevlendirdi. Nymphalar, bir tür periydi ve yaratılışları gereği<br />

farklı formlara geçebiliyorlardı. Okeanoslar denizlerde, Nereidler<br />

tatlı ve tuzlu sularda, Naiad’lar pınar, ırmak ve göllerde, Oryaslar<br />

ve Hamadryaslar da orman ve ağaçlarda yaşıyordu. Yangını<br />

söndürmek için güçlerini birleştirecek, beraber bir rota<br />

belirleyeceklerdi.<br />

İskandinav güneş tanrısı Sol, arabasıyla<br />

bilgelik tanrısı Odin ve Tanrı Thor’u<br />

yardıma çağırdı. Su tanrıçası Bylgia, orman<br />

perilerini yanına alarak yardıma katıldı.<br />

Dünya Tanrıları kendi aralarında ayrı<br />

ayrı görevlendirildikten sonra dört bir<br />

tarafa dağıldılar. Güçlerinin birleşmeden<br />

hiçbir ateşi söndüremeyeceğinin bilincinde<br />

değilledi henüz. Hırs ve ego ağaçlara<br />

sıçrayan ateşti,karanlığın içinde aydınlığa<br />

ulaşmak güçtü.<br />

Alevlerin birbiri ardına yükseldiği yangın<br />

yerlerine ulaştıklarında farklı medeniyetlerin<br />

tanrıları ve tanrıçaları karşı karşıya geldi,<br />

dumanların arasında şaşkınlıkla birbirlerine<br />

bakakaldılar.


15<br />

İnsanlığın başlangıcından bugüne dek süregelen savaşları birden hepsine anlamsız gelmişti.<br />

Orman olmasa, nefessiz kalırdı insanlık, öksüz kalırdı dünya. Tanrılar ağaçlardan çeşitli<br />

yemişler yiyemez, bitkilerden lezzetli özleri tadamaz ama en önemlisi, egolarını tatmin<br />

ettikleri o yüce üstünlük taslama eylemini artık gerçekleştiremezlerdi.<br />

Sevgi ve nefret, savaş ve barış... Bunların birbiri olmadan hiçbir anlamı olmadığı<br />

gibi ağaç olmadan da dünyanın da bir anlamı yoktu.<br />

Egolarını bir kenara bırakıp güçlerini birleştirme kararı aldıklarında, karşılarındaki<br />

yüzlerde kendilerini gördüler.<br />

Mayaların o meşhur selamını tebessüm ederek telaffuz ettiler: In La’kesh Ala K’in!<br />

Birbirimizin başka yüzleriyiz!<br />

Ego yer ve gökten bir anlığına bile olsa silindiğinde, orman yangınları da uyum<br />

ve ortak güç ile söndürülmüştü. Son kıvılcımı Arçuray ve Pan birlikte söndürdü,<br />

ardından Tanrılar yeni nefesler, yeni fidanlar getirip diktiler yerküreye. Tekrardan<br />

yeşillenmek üzere yenilenmeye bırakılan ormanların girişine her Tanrı birer dua<br />

yerleştirdi. Dualar yan yana dizildi, barış ve huzur içinde ağaçları selamlayacak olan<br />

insanların okuması için hazır hale geldiler. İlk dua, Türklere ait bir şaman<br />

öğretisiydi:<br />

‘’Ulu Kayra Han’ın adıyla, Ey ormanın iyesi...Ey ağaçların hanı...Ey kardeşim.<br />

Benim soluğum senindir, senin soluğun benim. Biz bir aileyiz.<br />

Aile saygı ister bilirim. O nedenle evine girmem için izin isterim.’’<br />

Bu öğretiyi Yunan mitolojisinden bir söz ve ardından<br />

diğer kültürlerin öğretileri takip etti. Evrenin nefesi olan<br />

ormanlar,efsunlu bir uyum sayesinde kurtarılmıştı.<br />

Güneş Tanrısı Helios, göğü terk etmek üzereydi, hava<br />

kararmaya başlamıştı. Her bir tanrı ve tanrıça, beraberindeki<br />

yardımcılarını da alıp gökteki yerlerine doğru yola koyuldular.<br />

Kimse bir diğerinden üstün değildi artık.<br />

Üstünlüğün ölçütü yoktu, kalbinde yeterince sevgi ve saygı<br />

besleyen herkes<br />

zaten üstündü.<br />

2021, Tanrılara egonun anlamsızlığını, dünyanın ise tanımını<br />

öğretmişti. Bu öğreti, kendi sonunu hazırlayan insanlığın benliğine de<br />

ulaşırsa her şeyin yoluna girmesi için bir umut var demekti.<br />

Dünyanın tanımı, insanlığın kurtuluş anahtarı,<br />

alınan her bir nefesin hakkıydı. Tanrılar<br />

ve kendini tanrı olarak gören insanlar,<br />

göklerde yazılı olan bu tanımı bilmeliydi.<br />

Dünya nedir, dünyaya ne denir?<br />

Sahi, ne denir dünyaya? : ‘’Dünyaya orman denir.’’<br />

Benden hikayesi.<br />

© 2014 Vinod Rams


Kemal Akgül<br />

Kemal Akgül<br />

SINIRLAR<br />

Sınır<br />

Sınır<br />

dediğimiz şey nedir? Bir toprak parçası mı<br />

yoksa ince bir tebeşir çizgisi mi? Neden bir şeyleri birbirinden<br />

ayırma gereği duyuyoruz,bütünsellik varlığımıza bir tehdit<br />

mi? Koyduğumuz sınırlar,çizdiğimiz çizgiler somut şeylere<br />

mi özel yoksa düşüncelerimize de “Bundan sonrası seni<br />

aşar,daha fazla ileriye gitme” diyor muyuz?Bunların<br />

cevapları bize bütünselliğe bakışımızı,insanoğlunun<br />

ayırma ve sınır koyma içgüdüsünün varlığını,özgürlük<br />

kavramının ortaya çıkışını anlatacak.<br />

Cevaplar için önce sınırlardan bahsedelim,bireysellikten<br />

sıyrılıp toplumsal düzene teslim olmuş ve böylece toplumun<br />

kalıplarını oluşturmuş sınırlardan; ülkelerin,şehirlerin<br />

değil de insanların,bizim sınırlarımızdan.<br />

“Bu sınırları kim<br />

belirliyor?<br />

”<br />

Mesela yeşil ışıkta geçip kırmızıda duracağımı,birine sarıldıktan kaç<br />

saniye sonra ayrılacağımı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu,neyin<br />

normal neyin ise farklı olduğunu ayıran çizgiyi belirleyen kim? Kırmızıda<br />

geçip yeşilde dursam,sarıldığım kişiyi hiç bırakmasam,doğrunun ve normalin<br />

varlığını reddetsem,reddettiğim şey toplumun varlığı mı kendi<br />

çizdiğim sınırlarım mı olur?İstiyorum ki sınırları aşıp sınırsızlığa ulaşayım,<br />

kendi dünyamda kendi kurallarımı yaşayayım.Lüksüm kendi<br />

yağmurumun,rüzgarımın tadına varmak olsun.Burada vardığım<br />

nokta sınırsızlık mı yoksa aklımın bağlı olduğu bir ipin ucu mudur?<br />

Sınırlar dolaylı olarak özgürlük kavramını da etkiler. Sınırsızlık<br />

özgürlük demek olmasa da sınırların tam özgürlük dediğimiz<br />

kavrama ters düştüğünü söyleyebiliriz.<br />

Özgürlüğün oluşması fikirlerimizden başlar ve mantıken<br />

düşüncelerimiz tutsakken davranışlarımızın hür olmasını<br />

bekleyemeyiz bundan dolayı özgürlüğümüzü ararken<br />

çalacağımız ilk kapı zihnimizinki olmalıdır.Montaigne özgür<br />

bir zihni delilik olarak tanımlar,yani Montaigne’e göre<br />

zihnimiz özgürlüğe yaklaştıkça akıl kavramımız da aynı<br />

hızla varoluşunu sonlandırır. Çoğu insan ise özgür olduğunu<br />

savunduğundan deliliği dehanın alt mertebesi olarak görür. Yani bir<br />

nevi deliliği yererek Montaigne’e katılırlar fakat burada gözden<br />

kaçırdıkları şey kendilerini özgür sanmalarıdır.<br />

Bu noktada aklımızdan geçmesi gereken bazı<br />

sorular olmalı:Düşünce ya da toplum sınırlarımızın<br />

olduğu yerde özgürlükten bahsedebilir miyiz?Tutsaklık<br />

sadece,el veya ayakların zincire vurulmasından oluşan<br />

somut bir kavram mıdır?Özgür düşünce özgür bedenden<br />

daha mı az önemlidir ki insanlar kalıplaşmış sınırlarını<br />

görmezden gelerek özgür olduklarını iddia ederler.<br />

Özgürlük kavramına yeni bir yön oluşturan Zweig’e<br />

göre ise insanın özgürlüğü, kişinin toplumla,devletle,aileyle<br />

kısacası hiçbir şeyle bağının olmamasından doğar. Tüm<br />

insanlığın isteyerek ya da istemeyerek birileriyle veya bir<br />

şeylerle bağlantılı olması ise özgür insan ve dolayısıyla özgür<br />

bir zihni yalnızca bir hayalden ibaret kılar.Zweig için<br />

düşüncelerimiz bile dilimizin egemenliği altındadır, yani<br />

düşündüğümüz kadar değil bunu dilimize yansıttığımız<br />

kadarız dilimiz bile düşüncelerimizi sınırlıyorken<br />

özgürlükten bahsetmemiz gülünç olacaktır, hepimiz<br />

bunun bilincine vararak ya da varmaksızın<br />

aldığımız eğitim sonucunda ahlakın,dinin,dünya<br />

görüşlerinin kölelerine dönüşürüz; soluduğumuz<br />

ise yalnızca zamanın havasıdır.<br />

Etkilendiğimiz çevre ya da görüşler bizi tutsak<br />

ediyorsa özgürlüğün kuralı saflık mıdır?Yeni<br />

doğan bir bebek, yetişkin bir bireyden daha<br />

mı özgürdür?Çevresinden arınmak,<br />

düşünceleri hapsolmuş birisinin zincirlerini<br />

kırar mı?Soracağımız her yeni soru,<br />

özgürlük yolunda yeni kapılar açar<br />

buradaki tek sorun,açılan her kapının<br />

anahtarının zihninizin sınırlarında dolaşıyor<br />

olmasıdır.Sorular sorun,kapılara yaklaşın,<br />

anahtarlar için sınırlarınızı yıkın,dehanın üst<br />

mertebesi olan deliliğe ulaşın.Deliliğin,dehanın<br />

alt mertebesi mi yoksa üst mertebesi mi olduğunu<br />

merak edebilirsiniz fakat bunu asla öğrenemeyeceğiz<br />

çünkü bilindiği üzere,delilikte alt ve üst kavramları<br />

çoktan alt-üst olmuştur.<br />

16<br />

Artist: Adam Riches


Halil İbrahim Çelebi<br />

17<br />

BİR HİÇ<br />

Alıp başımı gidesim var<br />

Bir “HİÇ” olasım var<br />

Beni anlamayanlara<br />

Bir eyvallah diyesim var…<br />

Gökyüzüne bakasım<br />

Hayal ummanına dalasım var<br />

Geçmişe sünger çekip<br />

Geleceğe gülesim var…<br />

Biraz soluklanasım<br />

Dertleri içimden atasım var<br />

İki metrelik çukura göz kırpıp<br />

Sonsuzluğa göçesim var…<br />

Bir kuş olup uçasım<br />

Arkama bakmadan kaçasım var<br />

Ruhumu esaretten kurtarıp<br />

Hürriyete koşasım var…<br />

Çok şey diyesim<br />

Çok şey yapasım var<br />

Zincirlerimi kırıp<br />

Bir “Oh!” çekesim var…


Dilara Ay<br />

İspirto Mavisi<br />

Yaşlı atlara hürmeten incitmeyin sıradağları<br />

Bozkırın altın çocuklarına dokunmayın<br />

Ürküttüğünüz taşlardan koruyun başlarınızı<br />

Nal seslerinin ötesinden koşun kalelerinize<br />

Sığınaklarınıza kaçın alevlerin pençesinden<br />

Yağmurun öfkesinden alevlere sığının<br />

Korkun küllerinden doğacak ormanlardan<br />

Yeniden yeşerecek fidanların lanetinden<br />

Köklerden gelen intikam yemininden<br />

Güneşle kavrulan buğday başaklarından korkun<br />

Af dileyin adınızı haykıran saman çöplerinden<br />

Kara pınardan su içen ceylanlara kulak verin<br />

Serçelerin yanık kanatlarına bir acı merhem çalın<br />

İsli havaları dağıtın atmacaların gözlerinden<br />

Gece vakti tüneyin baykuşların yuvasına<br />

Kavakların dibinden sırtlanın katırların yükünü<br />

Seyredin dört diyarı anız yakılan tarlalardan<br />

Duman yüklü gemilerden bir dokunun seher yeline<br />

Bin ah işitin küf kokulu göklerden<br />

Çal yakada tutuşan kibritleri üfleyin, sönsün<br />

Bağrı yanık yiğitler çağırın, gelsinler<br />

Kerpiç evlerin damından bir türkü tuttursunlar<br />

Ürküttüğünüz taşlardan koruyun başlarınızı<br />

Bozkırın altın çocuklarına dokunmayın<br />

Yaşlı atlara hürmeten incitmeyin sıradağları<br />

18<br />

Threadless / Wild Oak


Süreyya Poyraz<br />

KAYIP<br />

Güzel, aydınlık bir ekim sabahı…Gözlerimi açar açmaz<br />

dışarıda buluyorum kendimi. Bir banka oturup saatlerce<br />

kaybolup gitmeden önce, köşedeki dükkandan kahvemi<br />

kapıyorum. Sakin bir bank bulup oturuyorum dalgalara karşı.<br />

Seyrediyorum.<br />

Yetişkin elbisesini<br />

sırtıma geçirmişler<br />

ve boyumdan büyük<br />

elbiselerle yıllarca<br />

koşuşturmuşum. ..<br />

Şimdi ne büyük<br />

oldum ne de çocuk...<br />

19<br />

Tatlı bir rüzgâr yüzüme çarpıyor şimdi. Hissediyorum. Dalga ve vapur sesleri…<br />

Duyuyorum. Denizin o tuzlu kokusu, az ötedeki tezgâhta sıcak simit kokusu, elimdeki<br />

kahvenin kokusu… Kokluyorum.<br />

Hatırlıyorum sonra; çok safım, çok temiz. Şu bulutlardan da beyazım. Çocuğum<br />

yani. En öz böyle ifade edebiliyorum; çocuk… Yaş ilerledikçe değil, öyle bir ân var ki o<br />

zaman çocuk olmaktan çıkıyor insan. O âna aydınlanış mı derim, ışıkların sönüşü mü?<br />

Bilemiyorum.<br />

İnsan, insanın ilk “maskesiz” halini gördüğü ân sarılıyor topa tüfeğe; kimi sevdiklerine,<br />

sevenlerine. Eğer şanslı değilsen içerde yalnızsan yani, dışarıda arıyorsun sığınacak<br />

bir liman. Bazı şeyleri hiç kabul edemiyorum. Kendimi dış dünyaya bırakıyorum. Henüz<br />

olgunlaşmamış minik bir tohumken. Yaşımdan beklenmeyecek kadar insan tanıyorum,<br />

görmemen gereken şeyler görüyorum, duymamam gereken şeyler duyuyorum. Saklambaçta<br />

en iyi ben saklanıyorum. Çünkü minik omuzlarıma ağır gelen her türlü yükten<br />

ve histen korktukça defalarca saklanıyorum. Saklanmayı böyle öğreniyorum. Hiç<br />

sobelenmiyorum. Sonra denize düşünce yılana sarılıyorum. Her şeyimle ve tüm benliğimle<br />

seviyorum bazı insanları. Yanlarından hiç ayrılmak istemiyorum. Ama öyle bir<br />

çıkıyorum ki çocuk olmaktan, yine vaktinden çok daha erken görüveriyorum maskesi<br />

düşen insanları. Korkuyorum, çok korkuyorum.<br />

Düşünüyorum, oysa dışarıdan ne güleç ne de güzellerdi. Maskenin ardındaki<br />

kâbusu defalarca görüyorum. Defalarca… Her seferinde, bir şekilde kendi başıma ayağa<br />

kalkacak gücü buluyorum dizlerimde. Her seferinde bunun son olduğunu, aslında o<br />

kadar da korkunç olmadıklarına inandırarak kendimi insanların içine karışıyorum.<br />

Devam ediyorum. Kaçmıyorum. Yüzsüz ve suçlu olduğumu düşünüyorlar belki. Oysa<br />

ben sadece kendi savaşımı veriyorum. Büyüyorum.<br />

Aldığım yaralar beni insanlardan uzaklaştırıyor zamanla. Öyle buz gibi oluyorum<br />

ki bir daha denesem de çok istesem de inanamıyorum<br />

insanlara,samimiyetlerine. Çocuk kalıyorum sonra.<br />

Bir yarımı hayat kocaman bir kadın yapıyor, bir<br />

yarım hala ufacık bir çocuk kalıyor. Şimdi hatırı<br />

sayılır bir zamandır insanlardan gidiyorum. Oraya<br />

değil, buraya değil,<br />

kendime dönüyorum. İçime, çok derinlere,<br />

ruhuma… Güneşte kalmış, solmuş renklerim<br />

birilerini artık susturur mu, bilmiyorum.<br />

Etraftan gelen kalabalığın gürültüsüyle gözlerimle<br />

beraber dalıp gittiğim dalgalardan<br />

sıyrılıyorum. Bilmem ne kadar zamandır aynı<br />

noktaya kilitlenmiş bakıyorum. Tüy kadar hafifleyerek<br />

kalkıyorum yığılırcasına oturduğum banktan. Dalgalara<br />

ruhumdan bir taş da ben atarak, gidiyorum.


YÜKSELİŞİN BAŞLANGICI<br />

CONAN THE BARBARIAN<br />

(1982)<br />

Abdullah Emre Aladağ<br />

Öyle bir film düşünün ki, başlangıcında Friedrich Nietzsche’nin meşhur sözüyle başlasın ve aynı<br />

zamanda fantastik bir eser olsun. Öyle bir hikaye olsun ki bu, izlediğiniz her bir karede bu sözün<br />

yansımalarını görün. 1982 yapımı Conan The Barbarian da işte böyle bir film. Amerikalı fantastik<br />

kurgu yazarı ve “Kılıç ile Büyü” türünün öncü ismi Robert E. Howard’ın en bilinen karakter Kimmeryalı<br />

Conan’ın maceralarına birinci elden tanıklık etme imkanı sunuyor bu film. Conan’ın yaşadığı dünyayı,<br />

o dünyanın kavimlerini, kültürlerini, yaşanılan dönemin çetinliğini gayet iyi yansıtıyor. Tarih öncesi dönemin<br />

Hyperborea’sına güzel detaylar eşliğinde tanıklık ediyoruz. Dekorlar, mekanlar, kostümler Tunç<br />

Çağı’nın vahşiliği, ilkel zarafeti ve farklı kültür etkileşimlerini sade ama etkileyici bir şekilde anlatıyor.<br />

Çekildiği zamanı da düşünecek olursak, bazı efektler komik gelse de şimdiki zaman izlenmeye büyük<br />

bir keyif katıyor.<br />

Efendim, bundan sonrası sürpriz bozana giriyor. Yazının bu kısmını dilerseniz atlayabilirsiniz.<br />

Filmin senaryosunu ele alacak olursak, tam bir kahramanın yolculuğu demek çok doğru olur. Conan’ın<br />

Thulsa Doom ve avanesiyle barbarların yerleşkesine yaptığı saldırı, sonrasında çocuk bir köle olarak<br />

çalıştırılmaya başlamasıyla başlayan sürecin, epik ama sade bir şekilde Conan’ın tarihçisinin dilinden<br />

dinliyoruz film boyunca. Yine bir arena bahisçisine gladyatör olarak satılmadan önce görüyoruz ki, maviş<br />

gözlü, karanlık bakışlı küçümen Conan serpilmiş, irileşmiş. Güçlenip kuvvetlenmiş ve Terminatör,<br />

pardon, Arnold Schwarzenneger olmuş. Burada dipnot geçeyim, Arnie amcama Conan rolü aşırı yakışmış<br />

ya. O dönemler Marvel Comics’in yayınladığı Conan The Barbarian çizgi romanlarındaki Conan<br />

ile paralellik gösteren bir karakter tablosu çizmiş ve zaten o dönemki çizgi romanların kalitesi de filme<br />

doğrudan yansımış. Her neyse, yıllar içinde serpilip büyüyen ve protein tozu kazanına düşen Conan,<br />

gladyatörlükte bir de alıp yürümesin mi? Vay anasını babasını sevsinler! Namı yayılıyor, ölüm ile yaşamın<br />

onun için bir farkı kalmıyor. Bizim gariban Kimmeryalının tek bir düşüncesi oluyor: Zafer.<br />

Gel zaman git zaman, bizim Conan doğu topraklarına Hirkanya ve Turan diyarına gidiyor. Orada<br />

dil öğreniyor. Kılıç tekniklerini geliştiriyor. Sung’un felsefesi ve Khitai’nin şiirlerini öğreniyor. Sonra onu<br />

arenalara süren sahibi vicdanının sesini mi dinliyor, ne yapıyorsa… Sen kalk bizim Conan’ın zincirlerini<br />

çöz, sal doğaya. Yaralı hayvan mı arkadaşım bu? Gerçi Tunç Çağı, kölenin hayvandan bir farkı yok tabii.<br />

Her neyse bizimkisi kurtlardan kaçarken düşüyor bir yerlere, orada da Atlantisli kılıcı bulmasın mı?<br />

Meğer sonra öğreniyoruz ki, biricik barbarımız ailesine yapılanları unutmamış. Thulsa Doom’u ve onun<br />

ongunu olacak birbirine bakan iki yılan ve kara güneşin içinde yükselen kara ay sembolünü soruyor.<br />

Bir cadıdan alıyor cevabı ama az kalsın çizdiriyor kestaneyi. Sonra Hirkanyalı hırsız ve okçu Subotai<br />

ile karşılaşıyor, bunlar diyar diyar gezip, cadının ölmeden evvel bahsettiği Zamora’ya varıyorlar. Orada<br />

da Set’in yılanları ile donanmış kuleye çıkarken hayatının aşkıyla tanışıyor. Sonra da olaylar olaylar…<br />

Valla ben anlatırım ama değerli okur, sana da üzüldüm ya şimdi. İki saat yoracaksın gözlerini. Gel diğer<br />

detayları ele alalım birlikte.<br />

Efendim, müzikleri zaten epik bir anlatı olan bir hikayeye çok yakışan müzikler. Basil Poledouris<br />

üstad, resmen bu müzikleri yaparken hissetmiş.<br />

20


Özellikle en sevdiğim parçalar: Atlantean Sword, Anvil of Crom,<br />

Theology/Civilization ve Riddle of Steel/Riders of Doom. Sanırım filmin tüm müziklerini saydım<br />

neredeyse. O kadar güzeller yani. Bir bilgisayar oyunu sever ve fantastik kurgu yazarı olarak müziklerinin<br />

tınısını The Elder Scrolls V: Skyrim’in müziklerine benzettim. Ayrıca bu güzide oyunun müziklerini<br />

de çok severim.<br />

Yönetmenliği üstlenen John Milius, zamanının çok ötesinde bir iş çıkarmış. Efektler her ne kadar<br />

2021 yılı itibariyle çiğ kalsa da film kendini izletiyor. Aktörlerin oyunculukları da yer yer komik olsa da<br />

seyir keyfine keyif ekliyor. Bazı yerlerde aşırı mimikler ya da tam tersine fazla ifadesiz oyunculuklar<br />

olsa dahi, diyaloglar ve aktörlerin çabası durumu kurtarıyor. Özellikle Arnold Schwarzenneger, Conan<br />

rolüne çok yakışmış. 1982 yılında ondan başkası oynayamazmış kesinlikle. Sylvester Stallone falan düşündüm<br />

de, yok. O mesela Rambo olarak güzel, Arnie amcam da Terminatör ve Conan olarak güzel.<br />

Bu arada bir dipnot geçeyim, daha absürt Arnold Schwarzenneger mimikleri ve oyunculuğu görmek<br />

isteyenlere, bilim kurgu yazarı Phillip K. Dick’în öyküsünden uyarlanan Total Recall filmini öneririm.<br />

Velhasıl kelam, bu kült film alt kültür tüketicileri tarafından Barbar Conan için yapılmış en iyi<br />

film olarak kabul edilir. Özellikle, Jason Momoa’nın başrollerde olduğu 2011 yılında çıkan aynı isimli<br />

filmin yeniden yapımına bakacak olursak, 1982 model bu külüstür film, sözde yeni teknolojiyle çekilmiş<br />

bu halefinden kat kat daha iyidir. Müzikleri kötü, hikaye anlatma şekli vasat… Oyunculuklar<br />

desen, “Yıl olmuş 2011, şu yaptığına bak!” diyesi geliyor insanın. 82 model filmde de oyunculuklar bir<br />

nebze sıkıntılıı ancak 2011 yılındaki filmle karşılaştırırsak daha izlenesi ve akıcı. Oyunculuklar absürtleşse<br />

dahi karakterler ve atmosfer kurtarıyor. Yeni yapımda<br />

ise sıkıntılar çok fazla. Sanıyorum bunun sebebi,<br />

iki filmin de farklı firmalardan çıkan çizgi romanları<br />

baz alması. 1982 yapımı Conan The Barbarian, Marvel<br />

Comics’in anlatısını merkeze alırken, 2011 tarihli yeniden<br />

yapım ise Dark Horse Comics’in hikayelerini ve<br />

anlatısını temele alıyor. Çizgi romanları da karşılaştırınca<br />

bu çok daha net anlaşılıyor. Marvel’in Conan’ında<br />

dünya ve karakterler Robert E. Howard’ın anlattığı<br />

orijinal aleme daha yakınken, Dark Horse’un çizgi romanları<br />

bunların kötü birer kopyası gibi duruyor. Hele<br />

ki, Conan çizimleri Dark Horse serisinde oldukça vasat.<br />

Ama şunu da araya sıkıştıralım, Jason Momoa da Barbar<br />

Conan rolünü taşıyabilecek bir aktör.<br />

Kısacası kıymetli okurlar, bendenizin eyyiorlaması<br />

bu kadar. İki filmi de izleyin, tarafınızı seçin. Şahsen<br />

oyum 1982 yapımından yana. Zaten temelde de bu filmi<br />

inceledik, diğerine de ufaktan giydirdik. Bir sonraki<br />

sayıda, kült bir ikileme olan Hayalet Avcıları I ve II’yi<br />

inceleyeceğim.<br />

Kendinize çok iyi bakın!<br />

21


Betül Çınar<br />

Doğal Afetlerin En Büyük Psikolojik<br />

Etkilerinden Biri: Travma Sonrası Stres<br />

Bozukluğu<br />

(Fearless Filminden<br />

Örneklerle)<br />

Doğal afetlerin günümüzün en önemli küresel sorunlarından biri olduğunu biliyoruz.<br />

Son zamanlarda pek çok devlet bu küresel sorunun olası hasarlarını en aza indirgemek için önlemler<br />

alıyor, fakat bu tedbirler sadece maddi tedbirlerle kısıtlı kalıyor. Peki ya depremin psikolojik tedbirini<br />

almak mümkün mü? Bir binanın sağlamlaştırıldığı gibi insan psikolojisi de depreme karşı dayanıklı<br />

hale getirilebilir mi? Kısaca cevaplamak gerekirse hayır, ama siz yine de yazıyı okumaya devam edin;<br />

çünkü bu yazıda sizlere deprem, tsunami, sel gibi felaketlerin travmatik etkilerine maruz kalmış insanların<br />

yaşadığı bir psikolojik bir bozukluktan bahsedeceğim: Travma Sonrası Stres Bozukluğu.<br />

Herhangi bir doğal afet sonrası insanların yaşadığı psikolojik zorlukları kısmen tahmin edebiliriz.<br />

Kişi beklemediği bu afetin ilk dakikalarında muhtemelen şok yaşar, durumu kabullenmekte zorlanır,<br />

ağlayarak duygularını dışa vurur veya kimi zaman şokun etkisiyle herhangi bir duygu belirtisi vermez.<br />

İlerleyen günlerde muhtemelen tepkileri daha belirgin olur: yalnız kalmaktan korkar, kabuslar<br />

görüp uyumakta zorlanır, çoğu şey ona yaşadığı afeti çağrıştırarak korkularını tetikler, yaşadığı<br />

afetle ilgili kendini veya başkalarını suçlar... Bunlar herhangi bir afetzedenin yaşaması oldukça muhtemel<br />

süreçlerdir ve çoğu afetzede psikolojik yardımlarla bu süreci atlatarak normal yaşama adapte<br />

olmayı başarır. Yazımızın asıl konusu olan travma sonrası stres bozukluğu ise, tüm bu süreci ve çok<br />

daha fazlasını kapsayan, afetzedenin normal yaşama dönmesini çok fazla zorlaştıran ve oldukça uzun<br />

sürebilen bir süreç.<br />

Bir psikiyatri dergisinde olmadığımız için bu bozukluğun belirtilerini tek tek yazmanın sıkıcı olacağını<br />

düşündüm. Bunun yerine, travma sonrası stres bozukluğunu konu alan Fearless filminden örneklerle<br />

bu bozukluktan muzdarip olan kişilerin neler yaşadığını anlamaya çalışalım.<br />

Öncelikle bilmemiz gerekiyor ki, bu hastalığı herkes aynı şekilde tecrübe etmiyor. Hastalığın seyri<br />

afetin büyüklüğüne ve afetzedenin afet gibi beklenmedik bir duruma karşı oluşturduğu savunma<br />

mekanizmasına göre değişiyor. Örneğin Fearless filmindeki uçak kazasında bebeğini kaybeden Carla,<br />

film boyunca bebeğinin ölümü için kendini suçlayıp bu sebepten ani ağlama krizleri yaşarken; ana<br />

karakterimiz olan, kazada herhangi bir kayıp yaşamayan Max kendini korkusuz olduğuna inandırarak<br />

üzüntü gibi duygularını yaşamayı ve kazaya<br />

karşı herhangi bir duygusal tepki vermeyi reddediyor.<br />

Kazaya verdikleri bu tepkilerden yola çıkarak hangi karakterimiz hastalığı daha ağır geçirmiştir<br />

dersiniz?<br />

Doğru cevap: Max. Çünkü bu hastalığı atlatmanın yolu kesinlikle travmanın etkilerini bastırmak veya<br />

görmezden gelmekten geçmiyor, aksine bu durum iyileşme sürecini oldukça zorlaştırıyor.<br />

22


Karakterimiz Max kaza anından sonra hiçbir şey olmamış gibi neşeli müzikler dinleyerek,<br />

eski bir arkadaşını ziyaret ederek ve kaza hakkında onunla konuşmak isteyen psikiyatristine<br />

tokat atıp susturarak her ne kadar travmayı atlatabildiğini düşünse de, bu sadece hastalığının git gide<br />

kötüleşmesine sebep oluyor. Az önceki örneklerden dolayı muhtemelen ‘kim bir afetten sonra bu<br />

şekilde davranır ki?’ diye düşünüyorsunuz.<br />

Ancak maalesef hastaların çoğu olaylara verdikleri tepkilerin sonucu da şekillendireceğini düşünerek<br />

savunma mekanizmalarını travmayı görmezden gelecek şekilde oluşturuyor. Travmayı daha kolay<br />

atlatanlar ise travma anıyla yüzleşenler, duygularını çevrelerindekiyle paylaşanlar ve sorunları için<br />

yardım almayı seçenler oluyor.<br />

Bu hastalığın başka bir etkisi de, afetzedeyi başına gelenler için suçlayacak birini bulma arayışına<br />

itmesi. Bu durumda yine afetzedelerin tepkileri farklılık gösterebiliyor. Örneğin, kişi eğer afet<br />

sırasında bir kayıp vermediyse kendini suçlayabiliyor. Neden mi? Hayatta olduğu için. ‘Neden ben<br />

değil de onlar?’ diye bir sorgulamaya girerek kendinin hayatta olmasından dolayı vicdan azabı çekebiliyor.<br />

Çoğu zaman bu durum afetzedenin yemek yeme, uyku gibi yaşamsal faaliyetlerinin aksamasına<br />

sebep oluyor, çünkü kişi yemek yemeyi bile hak etmediğine inanıyor. Bunun filmdeki örneği, Max’in<br />

uçak kazasından sonra tekrar uçakla seyahat etmeye çalışarak veya alerjisi olduğu halde çilek yiyerek<br />

bilinçsizce kendine zarar vermeye çalışmasıydı. Max bu şekilde vicdan azabını hafifleteceğine inanıyordu.Afette<br />

bir kayıp verenler ise hem kendini hem başkalarını suçlamaya eğilimli olabiliyor. Örneğin,<br />

uçak kazasında bebeğini kaybeden Carla, uçağın düşme anında kendisine yardımcı olan hostesi<br />

suçlamıştı. Gerekçesi ise ‘hostesin ona her şeyin yoluna gireceğini söylemesi, ancak hiçbir şeyin<br />

yoluna girmemesi’ idi.<br />

Tüm bunların yanında afetzedeler hayatlarından soyutlanıp çevrelerindeki<br />

her şeye karşı yabancılaşabiliyor. Kişi, normalde çok<br />

sevdiği işlerden ve insanlardan<br />

kendini izole edip tamamen kafasında yaşamaya başlıyor. Bu süreçte kişinin muhtemelen<br />

travma anı hakkında konuşmak istemeyeceğini belirte-<br />

lim. Yine de, travma anı hakkında<br />

konuşma isteği olsa da bunu aynı travmayı tecrübe<br />

etmiş biriyle yapmak istiyor,<br />

çünkü diğerlerinin onu anlamayacağını<br />

düşünüyor. Bunun çok net<br />

bir örneğini Fearless filminde görmek<br />

mümkün. Başrolümüz<br />

Max,<br />

normalde çok sevdiği karısı ve çocuklarını kazadan<br />

sonra kendinden<br />

uzaklaştırıyor ve bu süreçte iletişime geçtiği tek kişi<br />

aynı uçak kazasında bulunmuş<br />

Carla oluyor. Max ve Carla kazadan önce tanışmı- yorlardı, ancak kazayı birlikte<br />

tecrübe etmeleri birbirlerine duygusal bir yakın-<br />

lık hissetmelerine sebep oldu.<br />

Öyle ki Max, hastalık sürecinde Carla’ya aşık oldu-<br />

ğunu bile düşündü. Oysaki bu<br />

sadece hastalığın verdiği bir yanılgıydı.<br />

23<br />

süreçte ona travma anını hatır-<br />

Normalde tepki vermediği şeyler<br />

verebilir. Max’in, oyun oynarken<br />

konsolunu çöpe atması gibi.<br />

Ayrıca, kişi çoğu zaman bu hastalığı yaşadığı<br />

latacak her şeye büyük bir öfke ve nefretle yaklaşır.<br />

sinirini bozar hale gelir ve bunlara çok büyük tepkiler<br />

‘öldüm’ diyen oğluna sinirlenip ani bir tepkiyle oyun<br />

Tüm bunlardan anlayabileceğimiz üzere, afetlerin<br />

fiziksel etkileri bir şekilde iyileşse de psikolojik etkileri<br />

daha az görünür olmasına rağmen iyileşmesi çok<br />

daha uzun zaman alıyor. Yine de afet sonrası ortaya<br />

çıkan bu tarz psikolojik rahatsızlıkların çözüme<br />

kavuşması imkansız değil, aksine afetzede<br />

psikolojik tedavi süreciyle sağlığına kavuşabiliyor.<br />

Filmimizdeki karakterler sağlığına<br />

kavuştu mu diye sorarsanız, spoiler. Ancak<br />

şunu söyleyebilirim ki, çözüm travma<br />

anıyla yüzleşip hastalığı kabullenerek<br />

yardım almakla başlıyor.


Elif Kalafat<br />

Defterler, kendi konforlu ve güvenli alanImIZI oluştururken ihtiyaç<br />

duyduğumuz daimî yoldaşlarImIZ... Hepimizin, içselleştirdiği ve elinin<br />

altIndan ayIrmak istemediği bir defteri vardIr. O deftere kavuşana dek çoğumuz<br />

sayIsIZ kez denemeler yaparIZ. Bazen bu sektör bizi bir karadelik<br />

gibi içine çeker, defterlerle dolu bir dehlize sürükleniyormuş hissine kapIlIrIZ.<br />

Ne mutlu ki, bu sektörde yolumuzu aydInlatan ve hepimizin aradIğI<br />

o şanslI defter olmaya aday bir marka var: Kağıtco! Gelin, bu markanIn<br />

kurucu ortağI olan Elif Kalafat’In ve defterlerinin hikayesine ortak olalIm.<br />

Elif Kalafat, 21 yaşında. London School of Economics’te (LSE) ve İstanbul<br />

Bilgi Üniversitesi’nde, Ekonomi ve Yönetim bölümünde öğrenimine devam<br />

ediyor. Sayfalarca İyilik adInda bir sosyal girişimi ve Kağıtco adInda<br />

kurucu ortağI olduğu bir defter markasI Var. YakIn zamanda ünlü bir<br />

Instagram hesabİ olan ve dünyanIn dört bir tarafIndaki Müslüman kadInlarIn<br />

ilham verici öykülerine yer veren MUSWIB’e bir röportaj verdi. RöportajInda<br />

girişimlerinin ana kaynağI olan mottosundan şöyle bahsediyor: “İnsanlarIn hikâyelerinin<br />

bir parçasI olmak beni çok mutlu ediyor. Aynİ Zamanda, bende var olan bir<br />

şeyin muhakkak ki zekâtInI Vermem gerekiyor gibi hissediyorum, bu bir bilgi de<br />

olabilir bir beceri de. SanIrIm bu yüzden, hiçbir şeyi sadece kendim için yapamIyor,<br />

hep birilerinin de benimle beraber faydalanmasInI istiyorum.”<br />

Bu doğrultuda, kendisini fark ettiği günden beri çabalIyor. Hep bir derdi var, her<br />

içinde “faydalI olmayI” gözetiyor. Çevremizi güzelleştirmenin kendi dünyamIZda<br />

büyük farklar yaratacağIna inanIyor. Sayfalarca İyilik adInI Verdiği sosyal<br />

girişimi ile fon oluşturup ihtiyaç sahibi ailelere yardIm ediyor, sosyal medyada düzenli<br />

şekilde bilgilendirici içerikler üretiyor, üyeleriyle 6 özel alanda okumalar yapIyor.<br />

En önemlisi de ekibiyle birlikte üyelerine kendilerini keşfetmeleri için bir alan<br />

yaratmaya çalIşIyor, hata yapIp deneyim kazanmalarInI istiyor.<br />

Deyim yerindeyse bulaşıCI iyilik zincirine her geçen gün yeni halkalar eklemekle<br />

meşgul.<br />

Diğer bir gayreti ise defterler. Elif, hep çok defteri olan biriymiş fakat sevdiği özelliklerin<br />

tek bir defterde toplandIğIna hiç rastlamamIş. Kendi tabiriyle “mükemmel<br />

defter” arayIŞI, KAGITCO markasInI oluşturmasIna vesile olmuş. TasarIm alanInda<br />

yetenekli arkadaşıyla ortak olup bu içe giren Elif, geçtiğimiz yIl, seri üretim olmayIp<br />

özel bir tasarIma sahip olan, yazarken kişinin özgür hissettiği iç kâğIt ve dokulu<br />

kapak kâğItlarIna sahip ilk defterleri bizlerle buluşturdu. Defterlerinin bazI müşterileri<br />

için çok değerli bir günlük, bazIlarI için yanIndan ayIrmadIğI bir ajanda, bazIlarI<br />

için de en sevdiği resim malzemesi olduğunu<br />

belirten Elif, KAGITCO’nun başarIlI bir kadIn<br />

girişimi olduğunu şu cümlelerle özetliyor: “TasarImIndan,<br />

üretimine; satIŞINdan muhasebesine<br />

kadar her noktasIyla iki genç kadIn olarak bire bir<br />

ilgilendik. MatbaacIlar sitesi gibi erkek egemen<br />

bir üretim alanInda bunu başarabildiğimiz için<br />

mutluyum.”<br />

Genç kadIn girişimcilerin sayISInIn giderek arttIğI<br />

bir dünyada yaşamak oldukça umut verici. İlham<br />

verici başarI hikayelerinin de başarI olgusunda<br />

bulaşıcı bir rol üstlendiğini düşünüyoruz. Yeni<br />

sayImIZda, Elif gibi pIrIl pIrIl diğer girişimcilerin<br />

birbirinden güzel öyküleriyle görüşmek üzere!<br />

24


Şule Yücebıyık<br />

25<br />

Çoğunluklu gençler tarafından, Bilim Virüsü kurcusu olarak tanınan Şule Yücebıyık’a birde burdan bakalım.<br />

1973 İstanbul doğumlu olan Şule Yücebıyık, 1994 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası<br />

İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Mezun olduğu üniversitenin aynı bölümünde Avrupa Birliği ve<br />

Uluslararası İlişkiler Tarihi alanında yüksek lisans yaptı. Ardından profesyonel iş yaşamına TRT İstanbul<br />

Haber Merkezi’nde başlayan Yücebıyık, 1994 yılında Yeni Yüzyıl Gazetesi ekonomi muhabiri olarak devam<br />

etti. 1996 – 2005 arasında Milliyet’in Ekonomi Bölümü’nde muhabir, köşe yazarı ve editör olarak çeşitli<br />

görevlerde bulundu. 2005-2008 yılları arasında Başkan Yardımcısı olarak geçtiği Global Hill & Knowlton<br />

Halkla İlişkiler Ajansı’nda 2008 yılına kadar bulunan Yücebıyık, daha sonra Borusan Holding<br />

Kurumsal İletişim Direktörü olarak görevini 10 yıl sürdürdükten sonra<br />

bu görevinden ayrıldı.<br />

Kurumsal İletişimin ‘sosyal fayda yaratma’ merkezli olarak yönetilmesi<br />

gerektiğine motto edinen Şule Yücebıyık, bu alanda faaliyet gösteren yerel<br />

ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarında aktif görev alıyor. 2014’ten<br />

bu yana BM’ye bağlı Women Empowerment Principles’ın (WEP’s)<br />

Uluslararası Danışma Kurulu üyeliğini sürdürüyor. Savunucusu olduğu<br />

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği alanında bir çok hareket başlattı. Örneğin;<br />

#SevgiDildeBaşlar ve #AdınıKoy gibi hareketleri ile kamuoyunda büyük<br />

etki yarattı.<br />

Şule Yücebıyık, ‘Türkiye’nin en büyük kurumsal iletişim profesyoneli<br />

ağı olan, Kurumsal İletişimciler Derneği’nin (KİD) Başkandır. Aynı<br />

zamanda sosyal iletişimlerini artırmak isteyen, dünyayı değiştirebileceğine<br />

inan ve hedefleyen kurumlara danışmanlık ve iletişim hizmetleri<br />

sunmak amacı ile Science Of Impact platfomunu kurmuştur. Şu an<br />

Science Of Impact platfomu ile Birleşmiş Milletler’in 17 Küresel<br />

Amaç’ına hizmet eden ‘etki projeleri’ geliştiriyorlar.Aynı zamanda<br />

Yücebıyık,2018 yılında Tek yolun bilim olduğunu inanarak çıktık<br />

yola sloganı ile, lise hazırlık, 1,2 ve 3. Sınıfta okuyan, bilim tutkusu olan<br />

öğrencilere 21’inci yüzyıl yetkinlikleri kazandırma amacı ile Bilim Virüsü<br />

adlı sosyal girişimini kurdu. bilimin insanlığın ortak dili olduğuna inanan<br />

gönüllü kurum ve kişilerle birlikte yüzlerce gence virüs bulaştırmaya ve<br />

gençleri her koşula adapte etmeye devam ediyor.<br />

En önemlisi 8 mart dünya kadınlar gününde Avrupa Komisyonu’nun<br />

stratejik ortağı olan ve Avrupa’nın 21 ülkesinde, bir çok kişi ve kuru<br />

mun temsil edildiği Euclid Network tarafından Avrupa’nın en iyi 100<br />

kadın sosyal girişimci arasına girmeyi başarmıştır.<br />

Şule Hanımın bilimin ışığında, sevgi ve azim ile elde ettiği bu<br />

başarı tüm insanlığa, bilhassa biz kadınlara ilham oluyor, olmaya da<br />

devam edecek. Girişimci kadınların sayıca fazlalaştığı güzel günlerde,<br />

yeni başarı biyografileriyle görüşmek dileği ile...”


<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

2021 EKİM <strong>Sayısı</strong><br />

Betül Solmaz<br />

Afganistandaki yeni oluşumu<br />

Taliban.<br />

Deoband medreselerinin katkısı<br />

neler? - sayfa 3<br />

“70 sente muhtaç<br />

Türkiye”den<br />

New York<br />

Türkevi açılışına<br />

Bazılarınız bu söyleme zamanında<br />

tanıklık etti bazılarınızsa bu söylemle<br />

şu an karşılaşmakta. Ama aslında Başbakan<br />

Demirel o dönemlerin sıkıntılı<br />

sürecini tasvir etmiş. 1970’ler Türkiye<br />

adına sıkıntılı ve zikzaklı dönemlerdi.<br />

Özellikle Türk-Amerikan ilişkisinin<br />

en zorlu olduğu dönemlerinden biriydi<br />

de diyebiliriz. İlişkilerin gerilmesinin<br />

başlıca sebebi, 1974 Kıbrıs Barış<br />

Harekâtı sonrasında ABD’nin Türkiye’ye<br />

uyguladığı üç yılı aşkın sürecek<br />

olan silah ambargosuydu. Bu ambargo<br />

Türkiye’nin ekonomisine büyük bir<br />

darbe olmuştu. Bu duruma karşılık<br />

olarak Süleyman Demirel Türkiye’de<br />

bulunan Amerikan askerî ve istihbarat<br />

üslerini Türk Silahlı Kuvvetlerine devretme<br />

kararı vermişti. Ayrıca krediler<br />

alınarak dönen bir hükümet sisteminin<br />

oluşmasıyla ekonomik kriz yaşayan<br />

Türkiye aynı zamanda batı dünyasında<br />

da baş gösteren ekonomik krizlerle<br />

de karşı karşıya kalmıştı. Bir diğer<br />

yandan koalisyon hükümetleriyle de<br />

siyasi sürtüşmelerin yaşanmasıyla<br />

tüm bu sıkıntılı süreçte takdir edersiniz<br />

ki Türk- Amerikan ilişkileri de<br />

fazlasıyla gerilmişti. Tam da böyle bir<br />

dönemde Türk - Amerikan ilişkilerini<br />

düzeltmek, imajımızı yeniden şekillendirmek<br />

için dönemin Başbakanı<br />

Demirel ve dönemin Dışişleri bakanı<br />

Çağlayangil 3.2 milyon dolar ödeyerek<br />

satın alınan Birleşmiş Milletler<br />

Genel Merkezi’nin karşısında bulunan<br />

New York Türkevi, 3 <strong>Ekim</strong> 1977<br />

açıldı.Açılışından itibaren çeşitli kültür<br />

sanat etkinliklerine de ev sahipliği<br />

yaptı.<br />

Oyun değiştirici kart<br />

AUKUS mu?<br />

Avustralya’nın ihaneti...- sayfa 5<br />

Ancak zamanla binanın ihtiyaçları<br />

karşılamakta yetersiz kalması üzerine,<br />

yıkılarak yerine yenisinin yapılmasına<br />

karar verildi. Temeli 2017<br />

yılında Cumhurbaşkanı Recep<br />

Tayyip Erdoğan tarafından atıldı.<br />

Ve hepimizin bildiği üzere açılışı da<br />

20 Eylül 2021 tarihinde gerçekleşti.<br />

1.5 milyar dolar değerinde olan<br />

bina toplam 36 kattan oluşuyor.<br />

İçinde misafirhane, yurt, 200 kişilik<br />

oditoryum, toplantı, sergi salonları,<br />

20 araçlık otoparkın yanı sıra BM<br />

Temsilciliği ve NY Başkonsolosluğu<br />

bulunmakta. Aynı zamanda<br />

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti<br />

New York Temsilciliği de Türkevi’nde<br />

faaliyet gösterecek. Tasarımı<br />

Amerikan mimarlık firması Perkins<br />

Eastman tarafından yapıldı. Baş<br />

mimarı<br />

Jonathan Stark, Türkiye’ye gelerek<br />

inceleme yaptıktan sonra projeye<br />

son halini verdi.<br />

Bina tasarımda özellikle Selçuklu<br />

ve Osmanlı mimari motiflerden<br />

olan “Lale” dikkat çekiyor. Binanın<br />

bana göre en büyük özelliği<br />

yeşil bina kapsamında olan “Leed<br />

Silver” sertifikasına sahip olması.<br />

Yani yağmur sularının biriktirilerek<br />

kullanılmasına olanak sağlayan depo<br />

sistemiyle çevre dostu gökdelen<br />

özelliği taşıyor.<br />

Binanın fiziki özellikleri kadar açılışa<br />

katılan kişiler büyük önem arz<br />

etmekte bizler için. Açılışta yoğun<br />

bir programı olmasına rağmen BM<br />

Genel Sekreteri Antonio Guterres<br />

de yer aldı.<br />

Çin versiyonlu Mortgage krizi<br />

kapıda mı?<br />

Evergrande birden nasıl bu hale<br />

geldi? - sayfa 9<br />

Önem arz eden bir diğer isim ise<br />

açılışa katılımıyla Yunanistan<br />

ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi<br />

kesiminde tepki alan, 2019’da<br />

Rum Patrikhanesi tarafından<br />

Amerika Birleşik Devletleri’ne,<br />

Başpiskopos olarak atanan İstanbullu<br />

Türk vatandaşı Elpidophoros<br />

Lambriniadis.<br />

Türkevi’nin açılışıyla birlikte,<br />

burada yürütülecek olan sanat ve<br />

kültürel faaliyetlerin ülkemizin<br />

imajına büyük katkılar sağlayacağı<br />

kesin. Ancak naçizane bu<br />

konu üzerinde bir şeyi hatırlatmakta<br />

fayda var. Ülkemizde çözülmemiş<br />

birçok sorun olabilir,<br />

bu sorunların çözülmesini talep<br />

etmemiz ve çözülene kadar da<br />

takibinde olmamız en doğal haklarımızdan<br />

bir tanesi ancak ülke<br />

adına iyi işler gerçekleştirilirken<br />

bunları siyasetçiklerimize alet<br />

etmemeliyiz. Rekabet kültüründeki<br />

ötekinin mutluluğu benim<br />

mutsuzluğum, ötekinin başarısı<br />

benim başarısızlığım algısını bu<br />

konularda ortadan kaldırmamız<br />

gerek. Ülke adına iyi bir şey<br />

varsa sahip çıkmasını ve takdir<br />

etmesini bilmemiz gerek. Erich<br />

Fromm’un çok güzel bir sözü<br />

var: “Her toplum<br />

ihtiyaç duyduğu<br />

karakteri üretir”.<br />

Bizim<br />

ülkemizin<br />

de ihtiyaç<br />

duyduğu karakter<br />

ya da<br />

ideoloji her<br />

ne derseniz<br />

bu “Adalet”<br />

olmalı.


<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

2<br />

“Kiralar artıyor,<br />

maaşlar yerinde<br />

kalıyor” Sloganı Bu<br />

Sefer de Almanya’da!<br />

Almanya’nın başkenti Berlin’de, ülkede artan<br />

konut fiyatlarını protesto etmek için ülkenin çeşitli<br />

bölgelerinden gelen binlerce kişi Alexander<br />

Meydanı’nda toplandı.<br />

Meydanda “Yerinden edilme ve kira çılgınlığına<br />

karşı Berlin ittifakı” tarafından “Herkes için<br />

konut. Yüksek kiralarla semtlerimizden kovulmaya<br />

hep birlikte karşı çıkalım” sloganları<br />

yükseldi.<br />

Protestocular daha sonra üzerinde “Kira artışlarını<br />

durdurun”, “Herkes için konut”, “Kar için<br />

değil, insanları için konutlar”, “Kiralar artıyor,<br />

maaşlar yerinde kalıyor. Yeter artık!” ve “Bu<br />

kent bizim” yazan pankart ve dövizler taşıyarak<br />

Unter den Linden ve 17 Haziran caddeleri üzerinden<br />

Zafer Anıtı’na kadar yürüdüler.<br />

Aynı zamanda protestocular, federal ve eyalet<br />

hükümetleri, kira artışlarına karşı mücadele<br />

etmemekle suçladı ve yetkililerden kiraların<br />

artmasına karşı önlemelerin alınması ve herkese<br />

kiraları ödeyebileceği konutların sağlanması<br />

talep edildi.<br />

Bunun üzerine konutları elinde bulunduran şirketlerin<br />

kamulaştırılması durumu referanduma<br />

gidecek.<br />

Türk Müzeleri Hakkettiği<br />

Değeri Görmeye Başladı!<br />

Dünyanın en önemli çağdaş arkeoloji müzelerinden olan Troya Müzesi, 2020<br />

Avrupa Yılın Müzesi Özel Takdir Ödülü’nü almasının ardından Avrupa’nın<br />

önemli müze ödüllerinden 2020/2021 “Avrupa Müze Akademisi Özel<br />

Ödülü”ne layık görüldü. Troya Müzesi, Avrupa Yılın Müzesi ile Avrupa Müze<br />

Akademisi Özel Ödülleri’nin her ikisini de alan ilk Türk müzesi oldu.<br />

Troya Müzesi, 14 ülkeden 50’den fazla müzenin başvurduğu bu ödülün sahibi<br />

oldu. Jüri, Troya Müzesi’ni, “Enerjik ve ileri görüşlü, duvarları dışındaki<br />

zengin arkeolojik alanların modern sakinlerini kendi toplumlarının tarihiyle bir<br />

araya getirmesi bakımından diğer müzelere örnek” diye tanıttı. Müze, Birleşmiş<br />

Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından 1998’de<br />

Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilen Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye<br />

köyünde yer alan 5 bin 500 yıllık geçmişe sahip Troya Antik Kenti’nin<br />

girişinde bulunuyor. Yapımına 2013’te başlanan ve 2018’in ekim ayında<br />

ziyarete açılan 90 bin metrekare büyüklüğe sahip 3 katlı Troya Müzesi, müze<br />

teşhir, depolama, idari birimler, sosyal donatı mahalleri ile açık teşhir, peyzaj<br />

ve ziyaret alanlarından oluşuyor.Müzeyi gezerken Troas Bölgesi Arkeolojisi,<br />

Troya’nın Tunç Çağı, İlyada Destanı ve Troya Savaşı, Antik Dönemde Troas<br />

ve İlion, Doğu Roma ve Osmanlı Dönemi, Arkeoloji Tarihçesi, Troya’nın İzleri<br />

hikayelerine tanıklık edeceksiniz. Özellikle eski kazı başkanı Prof. Dr. Manfred<br />

Osman Korfmann’ın en büyük hayallerinden biriydi ören yerinin yanı<br />

başında kurulacak bir Troya Müzesi. Bu konuda emeği geçen herkese teşekkür<br />

eder, bu tarz gururlandırıcı haberlerin devamını dileriz.<br />

Mavi, sürdürülebilir gelecek için bir adım<br />

daha attı. Kampanyanın ismi “Mavi Dönüşüm<br />

Başladı”. Marka, sürdürülebilirlik<br />

stratejisi kapsamında Geri dönüştürülmüş<br />

plastik şişeler ve malzemeler ile daha az su<br />

ve daha az enerji harcayarak, %100 vegan<br />

olmak özelliği taşıyan jean üretti. Doğaya<br />

daha saygılı ürünler yapma mottosuyla iki<br />

yıl önce hayata geçirdiği All Blue koleksiyonunu,<br />

geri dönüştürülmüş plastik şişelerden<br />

üretilen yeni Mavi Pro Sport Repreve®<br />

koleksiyonu ile genişletti.<br />

Lider Markadan Örnek Proje<br />

Böylelikle yeni koleksiyon için 593 bin 750<br />

plastik şişe geri dönüştürüldü.<br />

Mavi CEO’su Cüneyt Yavuz koleksiyonun<br />

lansmanında çarpıcı sözlerinden biri ise:<br />

“Lider marka sorumluluğuyla sürdürülebilir<br />

bir gelecek için üzerimize düşen sorumluluğu<br />

almaya çevresel sürdürülebilirlik odaklı<br />

uygulamalarımızı arttırarak doğayı koruyan,<br />

tasarruf ve verimlilik sağlayan ürünler geliştirmeye<br />

devam edeceğiz”. Tüm markaların<br />

yaşadığımız dünyaya daha saygılı<br />

olduğu zamanları da görmek dileğiyle…<br />

Betül Solmaz


2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

<strong>LAF</strong> GAZETESİ 3<br />

Taliban<br />

Afganistan, Orta Asya’nın güneyinde<br />

yer alan, yaklaşık 40 milyon<br />

nüfusunun büyük çoğunluğunu<br />

Peştunların, Hazaraların, Taciklerin ve<br />

Özbeklerin oluşturduğu başkenti Kabil olan bir<br />

ülkedir. Afganistan’ın tarihi boyunca çeşitli dış<br />

müdahalelere maruz kalmış bir devlet olduğu<br />

görülmektedir. 1919 öncesi dönemde İngiliz<br />

Anonim Şirketi East India Company tarafından<br />

ele geçirilen Afganistan, babasının ölümü sonucu<br />

başa geçen Amanullah Han ile topraklarındaki<br />

yabancı işgalini temizlemeye başladı.<br />

Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dostane<br />

ilişkileri ile tanınan Amanullah Han 1919<br />

yılında İngiltere ile gerçekleştirdiği<br />

Rawalpindi Antlaşması ile 50 yıl sürecek<br />

bir monarşi yönetiminin temellerini atmış<br />

oldu. Muhammed Zahir Şah’ın tahttan<br />

indirilip yerine eski Başbakan Muhammed<br />

Davud Han’ın getirilmesiyle Afganistan<br />

Cumhuriyeti kuruldu.<br />

İlerleyen zamanda sosyalist devrimle de<br />

karşılaşan Afganistan, bu dönemde<br />

Sovyetler Birliği tarafından işgal edildi.<br />

Sovyetlerin ülkeden çekilişi ise 1989<br />

yılına kadar devam etti. 1996 yılında ise<br />

Afganistan tarihinin en önemli<br />

sorunlarından biri haline gelen Taliban,<br />

5 yıl sürecek bir yönetime sahip olup<br />

Afganistan İslam Emirliği’ni kurdu.<br />

Yaşananları daha efektif şekilde idrak<br />

edebilmek için Taliban’ın doğuşuna ve<br />

gelişimine hâkim olmak gerekir.<br />

Yazımızın ilerleyen kısmında bu hususlara<br />

değineceğiz.<br />

Taliban’ın oluşumunda en etkili<br />

faktörlerden birisi de Afganistan’ın<br />

güneyindeki Deoband Medreseleridir.<br />

Radikalleşmiş İslam öğretilerini<br />

kullanan Deoband Medreseleri ile<br />

Peştunların gücünü pekiştirmek<br />

isteyen etnik ideolojinin aynı noktada<br />

buluştuğunu görmekteyiz.<br />

Sovyetlere karşı gösterilen<br />

direnişte yer alan mücahitlerin de<br />

katılımıyla Afgan Talibanı’nın<br />

misyonu<br />

belirlenmiştir.<br />

“<br />

Afganistan Kralı<br />

Hakimiyet-i Milliye<br />

gazetesine verdiği demeçte<br />

şunları söyler:<br />

“Gazi, dünyanın en büyük<br />

adamı ve en mühim<br />

askeridir.Kendileriyle<br />

haberleşiyor,tanışıyor ve<br />

seviyordum. Fakat<br />

görüştükten sonra<br />

kıymetinin büyüklüğünü<br />

daha iyi anladım.”<br />

(Hakimiyeti Milliye, 28.5. 1928.)<br />

Örgütün amaçlarından birisi İslami cihadın zorunluluk<br />

olduğunu insanlara benimsetmektir. En büyük amaçları<br />

ise Afganistan’da şeriat ile hüküm veren bir devletin<br />

kurulmasıdır. Taliban’ın ortaya çıkışındaki bir diğer sebep<br />

ise ülkedeki iç ve dış karışıklıklar olmuştur.“Ülkenin<br />

birçok<br />

kentinde yaşanan çatışmaların yanı sıra<br />

Hizbi İslami partisi ve İttihad-ı İslami partisi arasındaki<br />

çatışmalarda yalnızca Koti Sengi’de 700 kişi hayatını<br />

kaybetmiştir.” (Sönmez, Bozbaş, Konuşul, 2020, s.63)<br />

Bunların haricinde yasa dışı elde ettiği bağışlar da gelir kaynakları<br />

arasında bulunmaktadır.<br />

Örgütün yönetim kısmının Pakistan’ın Quetta şehrinde kurulan<br />

Quetta Şura adlı yapı olduğu bilinmektedir. Taliban’ın<br />

kurucu lideri Molla Ömer’dir. Kurucu liderler arasında Molla<br />

Baradar da bulunmaktadır. Molla Ömer döneminde Taliban’ın<br />

sert bir politika izlediği bilinmektedir. Bilinen özelliklerinden<br />

birisi Müslüman olmayanlarla konuşmak istememesidir. Bir<br />

dönem iş birliği yaptıkları El-Kaide lideri Usame Bin<br />

Ladin’le aralarındaki en önemli farklardan birisinin bu<br />

olduğu düşünülmektedir. Buna ek olarak kendisinin<br />

ölümü sonrası vekili Molla Baradar, Molla Ömer’e<br />

nazaran daha ılımlı bir politika yürütmüştür. Müzakere<br />

süreci Molla Baradar’ın döneminde başlamıştır.<br />

1996-2001 yılları arasında Afganistan İslam Emirliği<br />

olarak yönetimde söz sahibi olan Taliban, 2001’deki<br />

Amerikan İşgali sonucu rejiminin devrilmesi<br />

sonucu ile karşı karşıya kaldı. Bu durumun sebep<br />

leri arasında Usame Bin Ladin’in Amerika<br />

Birleşik Devletleri’ne teslim edilmemesi olduğu<br />

bilinmektedir. İlerleyen süreçte Taliban ve<br />

Amerika arasında gerginlikler yaşandı.<br />

Taliban, intihar bombacıları ile saldırılar<br />

düzenlerken Amerika ise bu duruma bölge<br />

ye asker sevkiyatı gerçekleştirerek cevap<br />

verdi. Barış müzakerelerinin başlangıcı<br />

2010 yılında kurulan Afgan Yüksek<br />

Barış Konseyi olarak kabul edilir.<br />

Günümüze kadar gelinen süreçte çeşitli<br />

gelgitler yaşansa da 2015 yılında Molla<br />

Ömer’in ölümünün duyurulması ile<br />

sürecin seyri değişti. Nihayetinde 28<br />

Şubat 2020 tarihinde Doha’da<br />

Amerika Birleşik Devletleri ile Taliban<br />

arasında barış antlaşması imzalandı.<br />

Antlaşmanın içeriğinde yaptırımların<br />

kaldırılması, karşılıklı esir takası,<br />

Afganistan’daki Amerika Birleşik Devletleri<br />

ve müttefiklerinin asker sayısının<br />

azaltılması gibi önemli uzlaşma noktaları<br />

bulunmaktaydı.


<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

4<br />

16 Ağustos 2021<br />

tarihinde Afgan kolluk kuvvetlerinin<br />

Taliban karşısında daha<br />

fazla direnemeyeceği ortaya çıktı.<br />

Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin de ülkeyi<br />

terk etmesiyle Taliban yönetimi devraldı.<br />

Taliban’ın katılımcı bir İslami hükümet<br />

kuracağı iddiası bulunmakta, aynı zamanda katı<br />

görüntüsünden de bazı tavizler verebileceğini de<br />

belirtmektedir. Bu süreçte Rusya ve Çin gibi büyük<br />

güçlerin bölgede söz haklarını kaybetmemek için<br />

çeşitli çalışmalar gerçekleştireceğini söylememiz<br />

mümkün. Taliban’ın kuruluşunda başrolde yer alan<br />

Pakistan’ın da bu dönemde Taliban’ı destekleyeceğini<br />

düşünüyorum. 20 yılı aşkın bir proje olan Taliban,<br />

Pakistan’ın içinde yaşanabilecek olası bir Peştun<br />

sorununu da önlemiş oldu. Taliban’ın bu seferki<br />

yönetim tecrübesinin öncekisine kıyasla daha meşru<br />

olacağını söylemek, sanırım yanlış olmaz. 2000’li<br />

yılların başında sadece Pakistan, Suudi Arabistan ve<br />

Birleşik Arap Emirlikleri tarafından tanınan Taliban<br />

yönetimi, günümüzde ise uluslararası arenada kendine<br />

yer bulacak gibi duruyor. İngiltere Savunma Bakanı<br />

Ben Wallace, belirli normların karşılanması durumunda<br />

Taliban’la çalışabileceklerini belirtti. Bununla<br />

birlikte, birçok ülke diplomatik merkezlerini halen<br />

aktif bulunduruyor. Taliban’ın iddia ettiği ılımlı yönetim<br />

anlayışını gerçekleştireceği kanaatindeyim. Ancak bu<br />

anlayışın uluslararası camiayı ne kadar tatmin edeceği<br />

konusunda şüphelerim bulunuyor. Taliban’ın henüz bütün<br />

şartlarında mutabakata varılmamış bir anlaşma sonrası<br />

yönetimi ele geçirmesi de tereddütleri artırmaktadır.<br />

Taliban tarafından “işgalci” olarak adlandırılan NATO<br />

ve ABD askerlerinin aslında ülkedeki temel hak ve<br />

hürriyetlerin korunmasında önemli bir araç olduğunu<br />

düşünmekteyim. Ortak endişelerden birisi de özellikle<br />

kadınların ve çocukların temel haklarının korunmasıdır.<br />

Bölgenin tarihinin getirmiş olduğu psikolojik<br />

ve toplumsal baskılar, sağlıklı bir sürecin yaşanmasının<br />

önündeki en büyük engeldir. Şahsi<br />

görüşüm, Afganistan’ın kendi kaderine<br />

bırakılabilecek ehliyete sahip olmadığı<br />

yönündedir. Taliban, adil bir şekilde seçim<br />

yapılmasını kabul etmeli, saldırgan tutumundan<br />

vazgeçmelidir. İnsan haklarına<br />

ve hürriyetlerine saygılı bir yönetim<br />

sergileyeceğini uluslararası camiaya<br />

kanıtlamalıdır. Uluslararası örgütler<br />

Afgan halkının yanında bulunmalı<br />

ve bu sürecin en yakın<br />

takipçilerinden olmalıdır.<br />

Yusuf Ziya Ekşi


2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

5<br />

Oyun<br />

Değiştirici<br />

Kart<br />

AUKUS Mu?<br />

Avustralya, Fransa ile 2016 yılında imzaladığı 90<br />

milyar dolara ulaşan devasa denizaltı anlaşmasını<br />

iptal etti. İptal edilen anlaşma yerine Avustralya,<br />

ABD ve İngiltere birlikte yeni bir üçlü güvenlik<br />

ortaklığına gidecek ve nükleer denizaltılar üretecekler. Bu<br />

gelişme ABD Başkanı Joe Biden, İngiltere Başbakanı Boris<br />

Johnson ve Avustralya Başbakanı Scott Morrison tarafından<br />

düzenlenen basın toplantısında resmi olarak duyuruldu. Basın<br />

toplantısında Biden tarafından “mevcut tehditlere yönelik<br />

bir güncelleme” ve “ittifaklara yatırım” olarak lanse edildi.<br />

Açıklanan bilgilere göre üç ülkenin oluşturacağı yeni güvenlik<br />

paktının kısa ismi AUKUS olacak. Aslıda AUKUS anlaşması,<br />

16 yıl önce Hindistan, Japonya, Avustralya ve ABD arasında<br />

varılan Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nun, Batılı ülkeler tarafından<br />

oluşturulan ve yeniden devreye sokulan bir pakt olarak tanımlarsak<br />

yanlış söylemiş olmayız.<br />

Atılan bu stratejik adımın Çin’in bölgede yükselen nüfuzunu<br />

kırmak adına olduğu düşünülüyor. Özellikle tartışmalı su yollarından<br />

biri olan ve zengin kaynaklara ev sahipliği yapan Güney<br />

Çin Denizine, Pekin tarafından yapay adacıklar inşa edilmesi<br />

ve Pekin’in buradan gemilerini geçirerek yüzde 90 üzerinde hak<br />

iddia etmesi çevre ülkelerle zıtlaşma yaşanmasına sebebiyet<br />

veriyor.<br />

Canberra’daki Avustralya Stratejik Politika Enstitüsü’nden<br />

savunma stratejisi uzmanı Malcolm Davis’e göre ise: “Bu<br />

denizaltılar, giderek yükselen ve bölgede sadece ABD’ye değil,<br />

tüm ülkelere meydan okuyan Çin’e karşı Avustralya’nın savunmasını<br />

güçlendirmeyi hedefliyor. Çin’in giderek büyüyen askeri<br />

gücü gerçek bir tehdit oluşturuyor. Her türlü kötü olasılığa karşı<br />

hazırlık yapıyoruz. Buna bu on yıl içinde Tayvan üzerinde ABD<br />

ve Çin’in bir güç savaşına girme olasılığı da dahil”.<br />

Aslında birçok yetkili ABD ile ilgili son birkaç yıldır akıllarda<br />

olan sorulara şimdilik bir cevap bulmuş gibiler. Örneğin;<br />

ABD’nin cesareti var mı? Bu gelişmeyle birlikte bu ve buna<br />

benzer soruların cevaplarının şimdilik evet olduğunu düşünülüyor.<br />

Politico kaynaklarına göre AUKUS kapsamında üç ülke<br />

yapay zekâ, siber savunma, denizaltı sistemleri ve uzun menzilli<br />

saldırı kabiliyetleri hakkında bilgi paylaşımı gerçekleştirecek.<br />

Aynı zamanda nükleer savunma altyapısına dair ülkeler arasında<br />

bilgi paylaşımı da yapılacak.


<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

6<br />

Plana göre İngiltere, Avustralya’ya nükleer<br />

reaktör teknolojisi konusunda yardımcı olacak.<br />

Aslında Avustralya, dünya uranyum rezervlerinin<br />

yaklaşık %33’üne sahip olmasına rağmen<br />

nükleer enerjiye geçiş yapmış bir ülke değil. İç<br />

kamuoyunda uzun yıllar tartışmalara neden olan<br />

nükleer enerjiye geçiş konusunda Avustralya artık<br />

kesin bir karara varmış gözüküyor. Denizaltılar<br />

ise Avustralya’da üretilecek. Avustralya Başbakanı<br />

Morrison, Avustralya’ya ait olacak nükleer<br />

denizaltıların Fransız Naval Group’un denizaltıları<br />

inşa etmeyi planladığı şehir olan<br />

Adelaide şehrinde üretilecek.<br />

Nükleer denizaltıların Avustralya Donanmasına<br />

büyük bir güç sağlayacağı kesin. Aynı zamanda<br />

Avustralya çok daha yüksekten oynayabilecek bir<br />

konuma da erişmiş oldu. Böylelikle Avustralya,<br />

ABD ve İngiltere’nin yardımıyla dünyada nükleer<br />

denizaltıya sahip olan ülkeler arasında yerini aldı.<br />

Diğer altı ülke ise şöyle: ABD, İngiltere, Çin,<br />

Fransa, Hindistan ve Rusya. Yetkililer ise Avustralya’nın<br />

nükleer denizaltılara kavuşmasının<br />

bölgede jeopolitik bir “oyun değiştirici” olacağı<br />

kanaatinde. İngiliz bir yetkili ise yeni kurulan<br />

güvenlik paktı hakkında şu ifadeleri kullandı:<br />

“AUKUS; içerisinde ABD, İngiltere, Yeni Zelanda,<br />

Avustralya ve Kanada’nın yer aldığı istihbarat<br />

paylaşımı içeren Five Eyes’ın aksine deniz ve<br />

savunma teknolojisi paylaşımına odaklanacak.”<br />

Ancak Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern<br />

yaptığı açıklamada ise Avustralya’ya ait nükleer<br />

denizaltıların Yeni Zelanda sularına giremeyeceğini<br />

belirtti. Ardern, bu kararın iki ülke arasındaki<br />

yakın ilişkileri etkilemeyeceğini de ekledi. Bu<br />

açıklamadan sonra Five Eyes üyesi olan Yeni Zelanda’nın<br />

AUKUS’ta dışarıda bırakılması durumu<br />

seçenekler arasında.<br />

Şu ana kadar anlaşmaya en sert tepki takdir edersiniz ki<br />

onların tabiriyle sırtlarından bıçaklanan Fransa’dan geldi.<br />

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian tarafından<br />

yayımlanan açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “Gerçekten<br />

sırtımızdan bıçaklandık. Bu tek taraflı, nezaketsiz ve<br />

öngörülemez kararın Sayın Trump’ın yaptıklarından<br />

bir farkı yok. İtimadımıza ihanet edildi. Müttefikler<br />

birbirine bunu yapmaz. Bu anlaşmayı bizzat ben<br />

müzakere etmiştim.” İngiltere Savunma Bakanı Ben<br />

Wallace, Fransa’yı “İngiltere’nin Avrupa’daki en<br />

büyük partneri” olarak nitelendirdi. Aynı zamanda<br />

Fransa’nın “arkasından iş çevirmediklerini” de<br />

vurguladı. İngiltere’nin bu açıklamalarına Fransa<br />

içinden ne dedi bilinmez ama ben: “Hoş geldin<br />

Hüsamettin Cindoruk!” derim. Fransa’nın eski Washington<br />

Büyükelçisi Gérard Araud ise konuya ilişkin<br />

atılan bir tweet’te şu ifadeler kullanıldı: “Dünya bir<br />

orman. ABD ve İngiltere’nin Avustralya’da Fransa’yı<br />

sırtından bıçaklaması Fransa’ya bu acı gerçeği hatırlattı.<br />

C’est la vie (Yaa, hayat böyle işte!)”<br />

Diğer bir tepki ise Çin’den geldi. Çin, AUKUS anlaşmasını<br />

Hint-Pasifik bölgesi için bir tehlike olarak tanımlıyor.<br />

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zhao Lijian,<br />

“ABD, İngiltere ve Avustralya’nın nükleer denizaltı iş<br />

birliğine girmesi bölgesel barış ve istikrarı ciddi biçimde<br />

bozuyor, silahlanma yarışını körüklüyor, uluslararası silahsızlanma<br />

için yürütülen yoğun çalışmalara zarar veriyor”<br />

şeklinde açıklamalarda bulundu.<br />

Ayrıca Çin’in Washington Büyükelçiliği tarafından yapılan<br />

açıklamada ise üç ülkenin “Soğuk Savaş zihniyeti ve ideolojik ön<br />

yargılarından kurtulması gerektiği” not edildi. Öte yandan Çin de<br />

bazı önlemler almaya başladı. 1 Eylül’de kıyılarının yakınından geçen<br />

yabancı gemilere karşı Yeniden Düzenlenen Denizcilik Güvenliği<br />

Trafik Yasası’nı uygulamaya koyan Çin, böylelikle Doğu ve Güney<br />

Çin Denizi’nde yabancı gemileri durdurabilmesi için Pekin’e daha fazla<br />

yetki ve güç sağlamış oldu. Ayrıca Çin yüksek ihtimalle Avustralya’nın<br />

ithalatına yönelik yeni sınırlayıcı politikalarını da devreye sokacağı<br />

kesin.<br />

Ancak 2015’ten beri Çin’le sorunlar yaşayan Avustralya’nın, yeni gelecek<br />

hamlelerden büyük ölçüde etkileneceğini düşünmüyorum.<br />

Çünkü çoktan Avustralya<br />

yeni pazarlara yelken açtı bile.<br />

Özetle atı alan, Üsküdar’ı geçti.<br />

Masada kimin kazançlı çıkacağını<br />

eli güçlü olan söyleyecek…<br />

Beş Göz İttifakı<br />

Betül Solmaz


2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

<strong>LAF</strong> GAZETESİ 7<br />

Sorun<br />

Havuzu<br />

Eğitim denince aklınıza gelen ilk şey nedir? Kitap mı? Kalem? Öğretmen?<br />

Belki de üniversite... Öğrenim esnasında kullanılan araç gereçler veya denk<br />

geldiğiniz insanlar.. Hadi biraz daha ileri gidelim. Akademi, fikirler, icatlar,<br />

deney araç gereçleri, edebiyatçılar, Shakespeare, Einstein, Mendel, boya<br />

fırçaları, hayal gücü, entelektüalizm... Olması gereken ve olan<br />

arasındaki fark benim için ilk defa bu kadar büyük ve belirgin<br />

çünkü bu soruyu her yaşta ve eğitim seviyesinde olan insanların<br />

olduğu mecralarda sorduğumda aldığım cevaplardan birkaçı<br />

şunlar:‘’Çöp’’, ‘’Uykusuzluk’’, ‘’Sınav’’, ‘’Kölelik’’,<br />

‘’ödev’’, ‘’stres’’, ‘’erken kalkma’’, ‘’can sıkıntısı’’,<br />

Bu cevapları veren insanlar birbirlerinden oldukca farklı<br />

sahipler ama düşününce hepsinin ortak noktası kendilerini<br />

istedikleri adımları atamamış veya çok zor atmış olmaları.<br />

bıkkınlık ve geçirdikleri tüm bu eğitim sürecinde harcanmışlık<br />

söylediklerimin bizi getirdiği noktada sorulması gereken şey şu:<br />

demek ve eksikliğinde neden hayata umutsuz bakan bir insan sürüsü<br />

‘’Zaman kaybı’’, ‘’rutin’’,<br />

‘’harcanmışlık’’...<br />

kişilik, hedef ve kabiliyetlere<br />

gerçekleştirme yolunda<br />

Dolayısıyla üzerlerinde bir<br />

hissi var. Buraya kadar<br />

Kendini gerçekleştirmek ne<br />

oluşuyor?<br />

yerde görmek için attığı<br />

Kendini gerçekleştirmek, kişinin kendisini olabileceğini düşündüğünü<br />

adımların boşa çıkmamasıdır. Bir amaç uğrunda kendisi için sonucunu alabildiği eforu sarf etmesi, bulunduğu<br />

noktadan mutlu ve mutmain olmasıdır. Felsefenin temel sorularından olan “Neden varım?” sorusu insanın<br />

bu hayatta bir amacının olması gerektiğinin ve kendisine gidecek bir yol tanımladığının en büyük<br />

delillerden biri sanırım. Bir şey yapmalıyız, amaç ve uğruna zaman harcayacağımız bir şeylere ihtiyacı<br />

var ruhumuzun. Bu durumda o şeylere sahip olmadığımızda veya harcadığımız tüm efora rağmen<br />

hedefe ulaşamadığımızda içimizde oluşan büyük boşluğu ve yıkıcılığını tahmin etmek zor<br />

olmamalı.“5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun?” sorusuyla anca tüm eğitim öğretim hayatı<br />

bittikten sonra muhattap olan insanımız bu soruya “Emin değilim” cevabını verdiğinde<br />

şaşırmamak lazım çünkü okuldayken sadece önüne konulanları ezberlemesi ve istenilen<br />

zamanda kusması öğretildi. Sınav her şeydi ve matematikte kötü olmak hayattaki her<br />

şeyden daha ölümcüldü. Nasıl hissettiği hiçbir zaman önemli olmadı ve tüm kabuslar<br />

aynı soruyla başlıyordu: ‘’Kaçıncı oldun?’’<br />

Baştaki soruya geri dönelim. Eğitim denilince akla ilk gelen kelimelerden biri<br />

olarak sık<br />

karşılaştığım cevaplardan biri de “Finlandiya” idi. Bu ülkenin neyi farklı yaptığına<br />

biraz dikkatli<br />

baktığımızda öğrenciyi mutlu ve zihnen sağlıklı tutmaya odaklı, gereksiz olan<br />

her şeyi müfredatından<br />

uzaklaştırmış, öğrenciye hayatta ihtiyacı olan becerileri edindirmeye çalışan ve<br />

en önemlisi ilerde ne olmak<br />

istedigiyle ilgili zihninde bir seyler oluşturma hedefiyle ilerleyen bir eğitim<br />

sistemi görürüz. Kısacası bu<br />

sistem öğrenci temellidir. Sınav sürecinin kritiğini yapmak için yanına gittiğim<br />

bir akademisyen “Bizdeki<br />

sistem ders odaklı. Müfredat ağırdır ama sonuç olarak bilgili ve üretken öğrenciler<br />

yetişir” demişti.. Hayır!<br />

Bu bahsedilen Çin’dir, Kore’dir, Japonya’dır. Haftada 1 gün tatil ya vardır ya yoktur.<br />

Hayat okulda başlar<br />

ve okulda biter. Öğrenci eve akşam gelir. Ama sonuca bakıldığında her ne kadar öldürücü<br />

ve insandan uzak<br />

bir sistem olsa da ortaya konulmuş bir akademik başarı, eğitim sonucu işleyen bir üretim ve<br />

yapılan uluslararası<br />

testlerde bir kendini kanıtlamışlık vardır. Bizdeki sistem ise hiçbir şekilde bu değil... Çünkü bizim sistemimiz ne akademiyi<br />

ne de öğrenciyi merkeze alır. Başa geçen kimse onun kendini kanıtlama ve oyun alanıdır eğitim sistemimiz. Değişim yaptığını kanıtlamak<br />

için sınavların isimlerini değiştirir ama sınavın ülkemizdeki yerini ve gerekliliğini hiç sorgulamamıştır bu zihniyet. Hiçbir<br />

şeyden haberi olmayan ilkokul çocuklarının yanına gitmesinin tek sebebi “image maker” ların ona bunu söylemesidir. Sistemimiz<br />

yenilikçi, inovatif, öğrenci veya gelecek temelli değildir. Dinazorları memnun etme ve göz<br />

boyama temellidir. Tüm bunların sebebi en temelde çözümden ziyade vitrini ön planda tutan<br />

ve kedi-köpek ilişkisinden öteye gidememiş hükumet muhalefet ilişkisi ve Türk eğitim<br />

sistemini uzun süreli değil, görevde kaldığı süre boyunca iyi göstermeye odaklanmış ufku<br />

dar zihniyetlerdir. A veya B kişisinin geçmesinin bu durumda bir yararı yoktur çünkü<br />

siyasi algılar ve araçlar değiştirilmediği sürece bu süreç böyle devam eder...


<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

8<br />

Eh, sonuç olarak bu durumda “Okusam<br />

n’olacak daha iyi bir mağarada mı<br />

yaşayacağım?’’ diyen gençlerin ve başka<br />

ülkelere verdiğimiz beyinlerin varlığı<br />

çok da şaşırtıcı olmasa gerek..<br />

Eğitim sisteminin işlerliğini üniversiteye<br />

giren öğrenci sayısıyla ölçen ve bununla<br />

övünen dinazor sistemimiz bu yıl yine<br />

sınıfta kalmıştır sayın umutsuzlar. Her<br />

mahalleye üniversite açtığında eğitimde<br />

çağ atladığını zanneden sistem sözcülerimiz<br />

gerek hem liseye hem üniversiteye<br />

giriş sınavlarında canımız ciğerimiz matematik<br />

sorularını olimpiyatta sorar gibi<br />

sorması, gerek bunun sonucunda barajı<br />

geçemeyen yüzlerce kişiyi susturmak<br />

için baraj puanını düşüreceğini söylemesi,<br />

geçen yıl sınav tarihleriyle oyuncak<br />

gibi oynaması, kamuoyunun tepkisine<br />

göre ‘reaksiyonel’ bir tavır sergilemesi,<br />

sınav sorularının çalınmasıyla ilgili çıkan<br />

haberlere açıklama yapmaya bile gerek<br />

duymaması, her iyi sistemde olması gereken<br />

“standarda ve uzun süreli işlerliğe<br />

sahip olma” özelliğinden yoksunluğu, en<br />

basitinden “eğitim değil rant” vizyonunu<br />

kanıtlar nitelikte aldığı turizm kararları<br />

sonucunda tarafını oldukça net şekilde<br />

belli etmiştir.<br />

Bana sorarsanız bizim bu noktadan<br />

sonra eğitimde değişikliğe değil devrime<br />

ihtiyacımız var. En başta “Hiçbir şey<br />

tutmazsa öğretmen olurum” algısını<br />

yok etmeli ve eğitimcilere hak ettiği yeri<br />

hak ettigi şekilde vermeliyiz. Bunun için<br />

üniversitelerde kontenjanlar azaltılarak<br />

bölüme ciddiyet kazandırılmalı -ki bence<br />

bu birçok bölüm için yapılmalı- ve mezun<br />

olacak öğretmen adayları psikolojik<br />

yeterlilik testlerine görev süresinde de<br />

periyodik olarak devam edecek şekilde<br />

tabii tutulmalıdır. Öğrenci müfredatlarında<br />

öğrenci psikoloji ve gelişimine<br />

odaklı şekilde sadeleştirme ve geliştirme<br />

yapılmalı, daha kalem tutmasını yeni<br />

öğrenmiş bebişleri 30 40 sayfa ödevlerden<br />

uzak tutmalı, her seviyeden öğrencilerin<br />

okulu -ve dolayısıyla eğitimi-bir<br />

zaman kaybı olarak değil fırsat kapısı<br />

olarak görmesini sağlamalıyız. Erich<br />

Fromm’un da dediği gibi “Eğitimin temel<br />

amacı, çocukları kendi yeteneklerinin<br />

bilincine vardırmaktır.” İlkokuldan<br />

itibaren becerilerini keşfetmeleri için<br />

çeşitli faaliyet, spor, sanat ve sosyalleşme<br />

aktiviteleriyle donatmalıyız okullarımızı<br />

çünkü ülkemiz değil ne yapacağını ne<br />

yapabileceğini bile bilmeyen, kendisini<br />

tanımayan gençlerle dolup taşıyor.<br />

Gerekli gereksiz her bilgiyi ezberleyen<br />

ve başarılı(!) bir öğrenci olan gencimiz<br />

mezun olduktan sonra elinde kendisini<br />

bir sonraki tatmin noktasına taşıyacak<br />

hiçbir insani beceriye sahip olmadığını<br />

fark ediyor ve kişilik bunalımının<br />

kapıları aralanıyor. Bu yüzden özellikle<br />

karakter ve hayata bakış açısının geliştiği<br />

lise çağlarında öğrencileri umutsuzluktan<br />

uzak tutulmalı ve geleceğe en teşvik<br />

edici şekilde doğru rehberlerle gerek ülke<br />

gerek dünya şartlarına hazırlamalıyız.<br />

Hazırlanmak denince aklına sınav gelen<br />

değerli umutsuzlar! Sınav ne olursa olsun<br />

hayatın bir gerçeğidir. Bir hocamın da<br />

dediği gibi sınav ‘’Çok şeydir ama her<br />

şey değildir’’. Dolayısıyla ancak hak ettigi<br />

değeri vermeliyiz aksi takdirde 18-20<br />

yaşında sınav sandalyesini ıslatan stres<br />

mağdurlarını görmeye daha çok alışmamız<br />

gerekecek. Zaten bence bu sebeple<br />

üniversiteler sadece tek bir sınavla değil,<br />

lise boyunca her dönem gerekli kurum<br />

tarafından yapılacak standart sınavların<br />

sonuçları, sosyal aktivite/proje belgeleri<br />

ve mülakatla almalı öğrencilerini... Bir<br />

merkezden yapılacak rutin -yılda 2 keresınavlar<br />

sayesinde sınav ortamına alışan<br />

öğrencilerin sonuçları öğretmenlerin<br />

anlatım yeterlilikleriyle ilgili de merkeze<br />

gerekli bilgiyi vermiş olacak ve işini hakkıyla<br />

yapmamış, bir yandan telefonuyla<br />

oynayıp bi yandan dersi slayttan oynatan<br />

öğretmenlere(!) de gerekli müdahaleyi<br />

yapmayı sağlayacaktır.<br />

Aah ah biz böyle yazıyoruz olması<br />

gerekenleri, olmasını istediklerimizi,<br />

hepimizin söyleyecek önerecek bir<br />

şeyleri var. Sanayi devri fabrikalarının<br />

çalışanlarını eğitme metodunun bugün<br />

eğitim adı altında kullanılıyor olması<br />

hepimizi rahatsız ediyor. Şahsen ilkokul<br />

4’ten beri gerek disleksi temelli arithmophobia<br />

(sayı fobisi) ve düşük ders<br />

notlarım gerek okul üniforması ve klasik<br />

eğitimci normlarını saçma bulmamdan<br />

dolayı anarşist(!) tavırlarım gerekse olup<br />

biteni eleştirmem sebebiyle okul ve eğitimciler<br />

tarafından çok kez yapamadığım<br />

veya yanlış yaptığım şeyleri düşünmek<br />

üzere boş odalarda bırakıldım. Şu güne<br />

kadar aldığım her cezada ve işittiğim her<br />

azar esnasında aynı şeyleri düşündüm:<br />

‘’Neden her şey bu kadar yanlış?’’<br />

‘’Neden hep yanlış taraftayım?’’ ‘’Neden<br />

kimse bir şey yapmıyor?’’ ‘’Tüm bunları<br />

düzeltemez miyiz?’’.<br />

Bu sorular azalmak yerine gün geçtikçe<br />

çoğaldı, çoğalmaya da devam ediyor sevgili<br />

umutsuzlar. Soru havuzundan çekip<br />

önümüze getirdikleri sorular gibi ben de<br />

aklımın dehlizlerindeki havuzdan yeni<br />

dertler getirip yüklüyorum omuzlarıma...<br />

Umutsuzlar diye seslendiğime bakmayın,<br />

kim bilir belki bugünün mağdurları<br />

yarının umudu olur ve bu ülkenin<br />

gençleri hak ettiği eğitimi olması gereken<br />

şartlarda alır ve benimser. Umarım...<br />

Sare Tokuş<br />

Şahsiyet<br />

Dizisi<br />

Uyarlanıyor<br />

Şahsiyet dizisi “El Asesino Del Olvido”<br />

adıyla Meksika’ya uyarlanıyor. Dizinin başrollerini<br />

Damián Alcázar ve Paulina Gaitán<br />

paylaşıyo.<br />

Dizi, Şahsiyet ile paralel bir kurguya sahip<br />

olacak. Alzheimer hastası Pascual’ın; geçmişte<br />

yaşanan bir suçun<br />

peşine düştüğünü ve bu sırada gizemli ölümlerin<br />

altında imzası olan isimleri araştıran<br />

Jimena ile yollarının kesiştiğini göreceğiz.<br />

Yapımın ilk bölümlerinin yönetmeni ise El<br />

Chapo dizisi ile tanınan Ernesto Contreras<br />

olacak.<br />

10 bölümden oluşması planlanan El Asesino<br />

Del Olvido’nun HBO Max’te ekim ayı içerisinde<br />

platformdaki yayınlanması bekleniyor.


2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

<strong>LAF</strong> GAZETESİ 9<br />

Çin versiyonlu<br />

Mortgage Krizi<br />

Kapıda<br />

Bir dönem Çin’in<br />

en büyük gayrimenkul<br />

şirketiyken<br />

bugün geleceği en<br />

belirsiz şirketi haline<br />

gelen Evergrande’nin<br />

ödeyemediği<br />

305 milyar dolar<br />

borcu, teslim edemediği<br />

1,4 milyon<br />

konutu var. Son derece<br />

finansal zorluklar<br />

çeken şirket, hükumet<br />

kanadının da yardımını<br />

alamayacak gibi<br />

gözüküyor.<br />

Peki olay kahramanımız<br />

birden nasıl bu<br />

hale geldi?<br />

Gayrimenkul ve inşaat sektörü Çin’de nasıl işliyor<br />

gelin kısaca onlardan bahsedelim.<br />

Xi Jinping (Şi Cinping), 2017’de gerçekleşen<br />

19. Çin Komünist Partisi Olağan Kongresi’nde<br />

“Evler yaşamak içindir, spekülasyon için<br />

değil” açıklaması ile 2020’ye kadar ılımlı<br />

seviyede refah bir toplum oluşturma hedefini<br />

açıklamıştı. Bu hedefe istinaden reform ve<br />

duruma göre çeşitli politikalar hazırlandı ve<br />

uygulandı. Çin’in gayrimenkul ve inşaat<br />

sektörüne yönelik politikalarındaki çeşitlik<br />

ve zikzaklar, ekonomi yönetiminin bu<br />

sektörle ilgili ikileminden kaynaklanıyor.<br />

Fiyat artışları ve satılamayan/satılmayan<br />

konut stoklarındaki artış, sektörde bir<br />

balon oluştuğunu gösteriyor. Öyle ki Çin<br />

için bu sektör yatırımlarındaki %10’luk<br />

düşüşün GSYH büyüme hızını yüzde 1<br />

düşüreceği tahmin ediliyor. Sektördeki bu<br />

ciddi daralmanın ekonomik büyüme ve yerel<br />

yönetimlerin gelirleri açısından ciddi<br />

sonuçları bulunuyor.<br />

Bu durum ülke yönetimi, diğer tarafta<br />

gayrimenkul balonu, öbür taraftan<br />

ekonominin yavaşlama riski ile oluşabilecek<br />

hedef sapmaları riski nedeniyle Çin<br />

ekonomik politikalarında zikzaklı bir rota<br />

çizmek zorunda kalıyor.<br />

mı?<br />

Ancak, Çin’in<br />

2007’den beri<br />

gayrimenkul<br />

piyasasına yönelik<br />

yaptığı tedbirler<br />

olmasaydı ve firma<br />

ların elinde kalan<br />

konutlar satılmış<br />

olsaydı bile tüm bu<br />

risk teşkil eden<br />

unsurlar ortadan<br />

kalkmayacaktı.<br />

Çünkü konutlar<br />

satılsa bile boş<br />

kalacaktı. Çin’in<br />

gayrimenkul<br />

piyasası için<br />

yaptığı tedbirlerin<br />

ve politikaların çoğu 2. ve 3.konut alımlarına<br />

yönelik olduğundan, tedbirlerin ve<br />

politikaların ana hedefinin yatırım amacı<br />

taşıdığı aşikâr. Bu nedenle yatırım<br />

amacıyla alınan konutların çoğu uygun<br />

satış döneminde değerlendirilmek adına<br />

boş bırakılıyor. Öyle ki Çin’de hane<br />

halkı bazında ev sahipliği oranı,<br />

kentsel bölgelerde %89, kırsal bölgeler<br />

de yüzde %97, toplamda ise %90’ın<br />

üzerinde ev sahibi oranı bulunuyor.<br />

Diğer Avrupa ülkelerinde ise oranlar<br />

çok farklı: ABD’de %65,<br />

Türki ye’de %60, Almanya’da ise<br />

%53 oranı bulunuyor.<br />

Çin’in ev sahiplik oranın bu<br />

kadar fazla olması, reform döne<br />

minde gayrimenkullerin, kırsal<br />

kesimdeki topluluğa, kentsel bölgelerde<br />

iş yerlerinin çalışanlarna<br />

bedelsiz veya uygun şartlarla<br />

verilmiş olmasından kaynaklanıyor.<br />

Sorunun ana sebebi gayrimenkul<br />

ve inşaat piyasalarına yönelik<br />

reform ve politikalarından değil,<br />

finansal sisteme yönelik politika<br />

larından kaynaklı.


2021 <strong>Ekim</strong> <strong>Sayısı</strong><br />

10<br />

Örneğin; yatırımcılara kaynaklarını değerlendirmek<br />

için banka mevduatı dışında başka seçenek<br />

sunulmuyor ve mevduat faiz oranları uzun dönemdir<br />

sıfır düzeylerinde olması, yatırımsal olarak<br />

gayrimenkul piyasasına talep artışı sağlıyor.<br />

Ve böylelikle piyasa balonlarında görülen kendi<br />

kendini besleyen beklenti süreci ortaya çıkıyor.<br />

Sonuç olarak, Çin’in çizdiği bu politikalar ile<br />

gayrimenkul ve inşaat sektöründeki şirketlerin<br />

yüksek borçlanma düzeyi arasında derin bir<br />

ilişki var. İnşaat sektörünün borçlanma ihtiyacını<br />

temel olarak yukarıda da değindiğim gibi satılmamış<br />

konut stoklarının bir yansıması olarak ele<br />

alabiliriz. Yani inşa edilmiş ancak satılamamış<br />

konut stokları ile beraber, sektördeki firmaların<br />

borçlanma düzeyi de artıyor.<br />

Bu firmalar arasına da olayımızın kahramanı<br />

olan Evergrande girdi. Kim bu Çin’in en büyük<br />

gayrimenkul şirketi konumunda olan ancak<br />

bugün geleceği belirsiz şirket haline gelen<br />

Evergrande?<br />

Dünyada en büyük gelire sahip 500 kurumun<br />

listelendiği Fortune 500 şirketi arasında<br />

122’nci sırada yer alıyor.1996’da Çin’in güneyindeki<br />

Guangzhou’da kuruldu. Gayrimenkulün<br />

yanı sıra sağlık, elektrikli araç, internet gibi<br />

alanlarda da faaliyet gösteren şirket, Guangzhou<br />

Futbol Kulübü’nün de sahibi. Şirketin resmî<br />

sitesindeki bilgilere göre toplam varlık değeri,<br />

355 milyar doların üzerinde. Her yıl yaklaşık<br />

3,8 milyondan fazla kişiye istihdam sağlayan<br />

Evergrande Group’un emlak kanadı Evergrande<br />

Real Estate’in Çin’in 280 şehrinde yürüttüğü<br />

1300 projesi bulunmakta.Ancak şu an döneminin<br />

en yüksek borca sahip olan firması şeklinde<br />

literatürümüze girdi.Şirketin yaklaşık 2 trilyon<br />

Yuan (305 milyar dolar) borcu bulunuyor. Bu<br />

miktar, neredeyse Singapur’un milli geliri kadar.<br />

<strong>LAF</strong> GAZETESİ<br />

Herhangi bir yerden fon almazsa Evergrande’nin<br />

projelerini bitirmesi de tedarikçilerinin<br />

parasını ödemesi de mümkün görünmüyor.<br />

Çin’in Konut ve Kalkınma Bakanlığı’ndan 15<br />

Eylül’de yaptığı açıklamada Evergrande’nin<br />

büyük bankalara yapacağı, 20 Eylül’de vadesi<br />

gelen kredi faiz ödemelerini gerçekleştiremeyeceğini<br />

belirtti. Bu açıklamanın ardından<br />

uluslararası kredi kuruluşu S&P, Evergrande’nin<br />

notunu CC ‘ye indirdi.<br />

Evergrande Group’un Hong Kong’da işlem<br />

gören hisseleri son bir yılda %85 değer kaybetti.<br />

<strong>Ekim</strong> 2020’de 20 Hong Kong Doları’ndan<br />

işlem gören hisseler, 2,50 dolar seviyesine<br />

kadar gerilemiş durumda.<br />

İflas haberleri ile ilgili Evergrande Grup Yönetim<br />

Kurulu Başkanı Hui Ka Yan imzasıyla<br />

yayınlanan yazılı açıklamada şu ifadeler yer<br />

aldı:<br />

Normal şartlar altında Çin’de eylül ayı, gayrimenkul<br />

satış sözleşmelerinin rekor kırdığı bir<br />

dönemdir. Ancak Evergrande ile ilgili medyada<br />

çıkan haberler, grubumuzun potansiyel<br />

satışlarına olan güvene gölge düşürdü.<br />

Şirketimiz eylül satışlarında düşüşün, dolayısıyla<br />

nakit birikimindeki bozulmanın ve nakit<br />

akışı üzerindeki baskının devam edeceğini<br />

öngörmektedir. Grubun karşı karşıya olduğu<br />

likidite problemini çözmek için Evergrande’nin<br />

sahip olduğu varlıkların satışıyla ilgili<br />

potansiyel yatırımcılarla görüşmeler devam<br />

etmektedir. Ancak 31 Ağustos’tan bu yana<br />

esaslı bir gelişme kaydedilmemiştir.<br />

Evergrande’den yapılan açıklamaya göre<br />

Hong Kong’ta yer alan şirketin “China<br />

Evergrande Centre” adlı merkezi de satılması<br />

planlananlar arasında. Bağımsız ekonomik<br />

araştırma şirketi Capital Economics’in<br />

9 Eylül’de yayımladığı rapora göre<br />

haziran sonu itibarıyla Evergrande’nin<br />

elinde “tamamlama<br />

sözü” verdiği 1,4 milyon<br />

konut var.Bu, yaklaşık<br />

10 milyon insanın<br />

Evergrande’den bir<br />

açıklama beklediği<br />

anlamına<br />

geliyor.<br />

Evergrande’nin<br />

yükümlülüklerinin<br />

128<br />

banka ve<br />

121 bankacılık<br />

dışı<br />

kuruluşa yayıldığı<br />

ifade<br />

ediliyor.<br />

Evergrande’nin yatırımcıları<br />

arasında Allianz, Ashmore,<br />

BlackRock gibi firmaların olduğunu<br />

hatırlatan Financial Times<br />

kurumun borçlarını ödeyememesi<br />

durumunda bunun küresel<br />

piyasalara da yansıyacağını,<br />

pek çok yatırımcının sıkıntılı<br />

zamanlarda Çin hükümetinin<br />

desteğine güvendiğini aktardı.<br />

Resmi verilere göre Çin’in ticari<br />

bankalarının batık kredi oranları<br />

son çeyrekte yüzde 1,76 ile<br />

“yönetilebilir” bir seviyedeydi.<br />

Ancak IG Group’un analistlerinden<br />

Alexandre Baradez,<br />

AFP’ye verdiği röportajda,<br />

Evergrande’nin bir Lehman<br />

Brothers olayına dönüşmesinin<br />

piyasa için sürpriz olmayacağını<br />

söyledi.<br />

“Lehman bir şoktu. İyi derecelendirilen<br />

bir banka bir gecede<br />

yok oldu. Evergrande için ise piyasa<br />

hazırlığını yaptı” diyen Baradez,<br />

“Küresel finansal sistem<br />

bozulmaya karşı güvende olsa<br />

bile Evergrande’nin çabasının<br />

Çin ötesine yansıması olabilir”<br />

ifadelerini kullandı ve ekledi:<br />

Bankanın yabancı müşterilerine<br />

borcu görece daha az. Çin<br />

vatandaşı olmayan yatırımcılara<br />

ödenmesi gereken borç, yaklaşık<br />

7 milyar dolar. Bu, absorbe<br />

edilmesi imkânsız ya da korkulacak<br />

bir miktar değil. Ancak<br />

elbette ki Amerikalı bir fon<br />

Evergrande’ye ait bonoyu aldıysa,<br />

karşılamak için başka pozisyonlarını<br />

satması gerekecek. Bu<br />

da bir domino etkisi yaratacak.<br />

Aynı zamanda Capital Economics<br />

Baş Asya Ekonomisti Mark<br />

Williams ise müşterileriyle<br />

paylaştığı notta “Finansal<br />

piyasaların şu anda alarm vermiyor<br />

olması, hiç alarm vermeyecekleri<br />

anlamına gelmiyor”<br />

dedi.<br />

Evergrande önünde iki yol var<br />

ya “Çin’in Lehman Brothers’ı<br />

olacak” ya da “Too big to fail/<br />

batmak için fazla büyük”<br />

sloganı ile yerini koruyacak.<br />

Ancak bana kalırsa dünya piyasasında<br />

domino etkisi yaratacağı<br />

aşikâr…<br />

Betül Solmaz


Yaşam, size verilmiş<br />

boş bir filmdir.<br />

Her karesini<br />

mükemmel bir biçimde<br />

doldurmaya çalışın.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!