02.11.2015 Views

sabah ülkesi

sabah_ulkesi_sayi_45_2015web

sabah_ulkesi_sayi_45_2015web

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

üç aylık kültür-sanat ve felsefe dergisi<br />

SAYI 45<br />

Ekim 2015<br />

Tasavvufun Altın Devri:<br />

Durağanlık ve İnhitâtın Başlangıcı<br />

Ekrem Demirli<br />

İslam Felsefesinin “Altın Çağı”nın Erken Dönem Koşulları<br />

Richard Taylor<br />

İslam Dünyası Gerilemeye Ne Zaman ve Nerede Başladı?<br />

İslam’ın “Altın Çağı” Üzerine Yeni Düşünceler<br />

Frank Griffel<br />

Ebru Sanatının Altın Çağları<br />

M. Uğur Derman<br />

Tezhip Sanatının Altın Çağı<br />

F. Çiçek Derman<br />

Hat San‘atının “Altın Çağ“ından Söz Edilebilir mi?<br />

İrvin Cemil Schick<br />

Ahşap Türk Konut Mimarisi<br />

Doğan Kuban<br />

Dimitri Gutas ve Birgül Oğuz ile Söyleşi


EDiTÖRDEN<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

İrtibat / Kontakt:<br />

Merheimer Str. 229 • D-50733 Köln<br />

T +49 221 942240-40<br />

F +49221 942240-21<br />

E info@<strong>sabah</strong>ulkesi.com<br />

Yayıncı / Herausgeber:<br />

İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG-Islamische Gemeinschaft<br />

Millî Görüş e. V.) ve Sabah Ülkesi Derneği<br />

(Verein zur Förderung der morgenländischen Kultur<br />

e. V.) adına yayın sorumlusu Bekir Altaş<br />

Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur:<br />

Ahmet Faruk Çağlar ( V. i. S. d. P. )<br />

Yayın Kurulu / Redaktion:<br />

Burak Yedek<br />

Yusuf Ziya Altıntaş<br />

Mehmet Kandemir<br />

Im Auftrag von IGMG - Islamische Gemeinschaft<br />

Millî Görüş e. V. und „Sabah Ülkesi Derneği – Verein<br />

zur Förderung der morgenländischen Kultur“<br />

durch 99names communication GmbH erstellt<br />

IGMG - Islam Toplumu Millî Görüş ve „Sabah Ülkesi<br />

Derneği – Verein zur Förderung der morgenländischen<br />

Kultur“ adına 99names communication<br />

GmbH tarafından hazırlanmıştır.<br />

İlan Servisi / Anzeigenservice:<br />

T +49 221 942240-40<br />

F +49 221 942240-21<br />

E tanitma@<strong>sabah</strong>ulkesi.com<br />

Abonelik / Abonnement:<br />

T +49 221 942240-40<br />

F +49 221 942240-21<br />

Yıllık abone ücreti/Jahresabonnement:<br />

20,- Euro<br />

IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.<br />

Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos.<br />

Tasarım / Gestaltung, Baskı / Druck:<br />

Yayıncı adına 99names communication GmbH<br />

tarafından hazırlanmıştır.<br />

Im Auftrag der Herausgeber durch 99names<br />

communication GmbH erstellt.<br />

Tiraj /Auflage: 15.000<br />

ISSN 2195-6456<br />

resokratik filozoflardan (ya da şairlerden) bugüne ulaşan en<br />

eski yazılı metinlerden biri olan, M.Ö. 700’lü yıllarda yaşadığı<br />

sanılan, kadim Yunan’ın Homeros’tan sonraki en önemli ikinci<br />

büyük şairi olduğu ifade edilen Hesiodos’un “İşler ve Günler”<br />

isimli eserinde şair beş soydan oluşan/gelen insanın “altın soy”-<br />

dan olan ilk neslinin/soyunun ölümsüz olduğunu, ancak zamanla insanın<br />

hata ve günahlarından dolayı alçaldığını ve bugünkü günahkâr, değersiz<br />

ve ölümlü nesle dönüştüğünü aktarır ve bu durumdan şikâyet eder. Hesiodos’a<br />

göre ölümsüz ve kusursuz olan bu ilk (altın) neslin yaşadığı çağ<br />

belki de sonraki “altın çağ” metaforlarının/idealizasyonlarının ilk örneği,<br />

ve dahi dayanağıdır.<br />

İnsan geçmişi yüceltmeye meyyaldir, hele de işler hâlihazırda pek istenildiği<br />

gibi gitmiyorsa... Ve her kategorizasyon gibi, geçmişi çağlara/dönemlere<br />

ayırmak da itibaridir, ne arandığına ya da bulunmak istendiğine göre değişir/değişebilir.<br />

Buna rağmen, belirli alanlarda tarih boyunca ortaya konan/<br />

çıkan eserlerin/sonuçların her zamankinden daha “rafine” olduğu kimi dönemlerden<br />

bahsedilebilir, bu “zirve” dönemleri öncesinden ve sonrasından<br />

ayıran karakteristik özellikler üzerine bugünden/şimdiden hareketle ışık<br />

düşürülmeye çalışılabilir.<br />

Bizler de bu sayımızda düşünce ve kültür-sanat geleneğimizin “altın çağ”-<br />

ları üzerine düşünmeye çalıştık, daha doğrusu bu “altın çağlar”ı mümkün<br />

kılan sosyal, kültürel, siyasal vs. şartlar ve bu “altın çağ”ların bugün için<br />

örneklik teşkil edip edemeyeceği üzerine... Ekrem Demirli tasavvuf geleneğinin<br />

altın çağını, öncesini ve sonrasını da içine alacak şekilde özetlemeye<br />

çalıştı. Richard Taylor İslam felsefesinin klasik/altın çağı kabul edilen, 9.<br />

yüzyıl ile 12. yüzyıl arasındaki felsefi etkinliği mümkün kılan şartları kaleme<br />

aldı. Mustakim Arıcı yazısında bu klasik dönemin hemen akabinde yaşanan,<br />

bir yönüyle daha sonraki verimli dönem(ler)i hazırlayan 13. yüzyılı<br />

merkeze aldı. Frank Griffel İslam felsefesi çalışmalarında artık yaygınlık<br />

kazanmış olan “altın” ya da “klasik” çağ dönemlendirmelerine ihtiyatlı yaklaşılması<br />

gerektiğini ifade etti. Fatih M. Şeker, yine eleştirel bir yaklaşımla,<br />

dönemler arası ayrım yapmanın, daha doğrusu bizatihi dönemlendirme<br />

eyleminin sakıncalarına/zorluklarına işaret etti. Dimitri Gutas ile ise İslam<br />

felsefesi çalışmalarına, bu çalışmalarda “ihmal edilen” döneme/dönemlere<br />

ve bunun sebeplerine dair kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.<br />

Dosya kategorimize Uğur Derman’ın Ebru sanatının altın çağını özetlediği<br />

yazısıyla giriş yaptık. Çiçek Derman tezhip sanatının altın çağını siz okuyucularımız<br />

için kaleme alma nezaketi gösterdi. İrvin Cemil Schick Hat<br />

sanatının altın çağından söz edilip edilemeyeceğini son derece yetkin bir<br />

şekilde tartıştı. Minyatür sanatının gelişimini ve zirve dönem(ler)ini Fatima<br />

Zahra Hassan aktardı. Edebiyatımızdaki “parlak” dönemleri Ertan Örgen<br />

özetlerken, Hasanali Yıldırım “7. Sanat” sinemanın Türkiye’deki serencamını,<br />

bir “Türk Sineması”ndan bahsedilip bahsedilemeyeceğini tartıştı.<br />

Kültür-Sanat kategorimizde yayımladığımız, başta Doğan Kuban’ın dünya<br />

mimarlık tarihindeki en özgün yapılardan biri kabul edilen “Türk Evi”nin<br />

bileşenlerini özetlediği yazısı olmak üzere, diğer deneme ve yazıları da ilgiyle<br />

okuyacağınızı ümid ediyoruz.<br />

Bir dahaki sayımızda buluşmak üzere,<br />

Ahmet Faruk Çağlar


iÇiNDEKiLER<br />

6 18 22<br />

26<br />

FELSEFE<br />

6<br />

10<br />

14<br />

18<br />

22<br />

Tasavvufun Altın Devri:<br />

Durağanlık ve İnhitâtın Başlangıcı<br />

Ekrem Demirli<br />

İslam Felsefesinin “Altın Çağı”nın<br />

Erken Dönem Koşulları<br />

Richard Taylor<br />

VII/XIII. Yüzyıl: İslam Felsefe-Bilim<br />

Geleneğinde Parlak Bir Dönem<br />

Mustakim Arıcı<br />

İslam Dünyası Gerilemeye<br />

Ne Zaman ve Nerede Başladı?<br />

İslam’ın “Altın Çağı” Üzerine Yeni Düşünceler<br />

Frank Griffel<br />

Altın Çağ Metaforu Etrafında<br />

Türk Düşünce Tarihi<br />

Fatih M. Şeker<br />

SÖYLEŞİ<br />

76<br />

26<br />

76<br />

Dimitri Gutas ile<br />

İslam Felsefesi Üzerine<br />

Ahmet Faruk Çağlar<br />

Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü Sahibi<br />

Birgül Oğuz ile Söyleşi<br />

Muazzez Tümay<br />

4<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

32<br />

iÇiNDEKiLER<br />

32<br />

Ebru Sanatının Altın Çağları<br />

M. Uğur Derman<br />

36<br />

Tezhip Sanatının Altın Çağı<br />

F. Çiçek Derman<br />

40<br />

Hat San’atının “Altın Çağ”ından<br />

Söz Edilebilir Mi?<br />

İrvin Cemil Schick<br />

44<br />

44<br />

İslam Dünyasında Minyatürün Altın Çağı<br />

Ve Kitap Sanatları Tarihinde<br />

Osmanlı Minyatürünün Önemi<br />

Fatima Zahra Hassan<br />

48<br />

Altın Çağ ve Osmanlı Mûsikisi<br />

Kudsi Erguner<br />

52<br />

Türk Edebiyatında<br />

Yıldızın Parladığı Zamanlar<br />

Ertan Örgen<br />

56<br />

Türk Sineması’nın Altın Çağı Var mı?<br />

Hasanali Yıldırım<br />

KÜLTÜR / SANAT<br />

68<br />

60<br />

İslam Mimarisinde Çağlar<br />

Geleneksel Bir Bakış<br />

M. Hosam Jiroudy<br />

63<br />

Ahşap Türk Konut Mimarisi<br />

Doğan Kuban<br />

68<br />

Rumeli Dergâhları<br />

Mehmet Cemal Öztürk<br />

60<br />

72<br />

Kültürümüzün Taşıyıcı Sütunu<br />

Almanya’daki Türk Edebiyatının<br />

Geçmiş Evreleriyle Geleceğine Bakış<br />

Kadri Akkaya<br />

SON ÜLKE<br />

80<br />

İyi zamanlar Sonrası<br />

Zor Zamanlar Manzaraları<br />

Yılmaz Gümüş<br />

TANITIM<br />

82 Kitap Tanıtım<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

5<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

Tasavvufun Altın Devri:<br />

Durağanlık ve İnhitâtın Başlangıcı<br />

6<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

Ekrem Demirli<br />

ir bilimi veya düşünceyi<br />

“zirve” devrinde<br />

tanıyıp onun en velûd<br />

isimlerine, kurucu<br />

düşünürlerine ve yüz yılların birikiminin<br />

izlerini taşıyan eserlerine<br />

aşina olmanın zihne bir haz<br />

verdiği muhakkak! Bu haz bir<br />

bilim ve düşüncenin olgunluk<br />

evresine/zirveye ulaşmış olmasıyla<br />

entelektüel çabaların zafer<br />

ile taçlandığına şahitlik etmekten<br />

kaynaklanır; “zirve” ziyan olmamanın delilidir! Bir<br />

şeyin kemâle ermiş olması bir zafer ve başarıya işaret<br />

eder. Kemâle ulaşan bir düşünce veya bilimden söz etmek<br />

onun hakkında birçok olumlu hükmü vermemizi<br />

sağlar: tutarlılık, sağlamlık-sahihlik, intibak, evrensellik,<br />

kendini koruyabilme, yenileyebilme vb. Ardından<br />

bu hazzın derinlerinde bir burukluk barındırdığını da<br />

hissederiz; kişisel tecrübem tam da böyle oldu! Akademik<br />

hayatımı İslâm düşüncesinin en verimli alanlarından<br />

birisini teşkil eden tasavvufun “kemâl” devriyle<br />

bu devrin düşünce hayatı, o hayatın sorunları, büyük<br />

eserler ve kurucu düşünürleriyle sonraki temsilcileri<br />

üzerinde çalışmaya adadım. Onları tanımanın insana<br />

verdiği haz ile burukluk, daha sonra da “karamsarlık”<br />

insanın iç dünyasında gelgitler meydana getirir. “Zirveye<br />

çıkmak” en iyimser yorumla uzun veya kısa süreli<br />

durağanlık evresinin ilk habercisidir; gerçekçi bir<br />

bakışla ise inhitât evresinin getireceğini hissetmekten<br />

kaynaklanır bu burukluk! Zihnimiz farklı bilgi kaynaklarından<br />

ve daha çok gözlemlerden “Her kemâlin<br />

zevâli vardır.” şeklinde bilgece bir ilkeyi benimsemiştir.<br />

Bir şey kemâle varmışsa artık kemâlin zevâle yüz tutacağını<br />

kabul etmek “olabilecek âlemlerin en mükemmelinde”<br />

câri kurallarla barışık yaşamanın bilgeliğidir.<br />

Zirveden veya kemâlden söz ederken akla gelebilecek<br />

bir soru şudur: Bir bilimin veya düşüncenin “zirve”<br />

veya kemâl/altın devrinden söz etmek ne zaman<br />

mümkün olabilir? Başka bir anlatımla zirveyi nasıl ve<br />

neye göre tespit edebileceğimiz bu bahiste üzerinde<br />

durmamız gereken ilk sorudur.<br />

Öncelikle iki husus göz önünde<br />

bulundurulabilir: Birincisi<br />

kemâlinden söz ettiğimiz devre<br />

ile önceki devirler arasında sürekliliğin<br />

tesisi gerekir. Söz gelişi<br />

fıkıh ilminin “kemâl” evresinden<br />

söz ediyorsak “zirve” olarak<br />

belirlediğimiz dönem ile önceki<br />

devir arasında bir süreklilik<br />

gözlemlenebilmelidir. Kopuşun<br />

olduğu bir yerde kemâlden söz<br />

etmenin anlamı yoktur. İkincisi<br />

zirve döneminden sonra o dönemi<br />

gölgeleyebilecek veya aşabilecek<br />

bir dönem gelmemelidir.<br />

Bu husus dikkate alındığında<br />

göreceli de olsa bilimlerin, düşünce<br />

ve sanat ürünlerinin zirvelerinden<br />

söz etmek için takip<br />

edebileceğimiz yöntemi tespit etmiş<br />

oluruz. Belki bir üçüncü şart<br />

daha akla gelebilir; o da zirve döneminin<br />

cihetinin tespitidir. Bununla<br />

birlikte şu hususu aklımızda tutmamız gerekir:<br />

Bütün bu sorulara cevap vermişken bile nesnel anlamda<br />

bir zirve tespiti yapabildiğimizden her zaman<br />

emin olamayacağız.<br />

Tasavvufun Altın Devri: Meyve Veren Asır (Taşlanır)<br />

“Tasavvuf bir din bilimidir.” Basit bir önerme şeklinde<br />

kurduğumuz bu cümle, geçirdiği tarihsel dönemler itibarıyla<br />

tartışılmış, eleştirilerle karşılaşmış bir cümledir.<br />

“Bilim” olduğu ölçüde tasavvuf bir başlangıç, gelişme<br />

ve olgunluk evresi içesinde ele alınabilir. Ancak dikkatimizi<br />

çeken hususlardan birisi tasavvufun en azından<br />

belirli bir evresinin “bilim” hüviyetini hâiz olmadığıdır.<br />

Bu devre, sünnî tasavvufun teşekkülünü önceleyen<br />

“ilk yönelimler asrı” ile onu takip eden üçüncü asırdır.<br />

Tasavvufun sonraki asırları için bu dönem bir referans<br />

çerçevesi olarak kabul edilmiş, kelimenin teknik anlamıyla<br />

“selef otoritesi” bu asırda karşılığını bulmuştur.<br />

Tasavvuf tarihi manevi hâllerin âyet, hadis ve tabakât<br />

kitaplarının tahsis edildiği bu imamların sözlerinin<br />

yorumlanmasından ibarettir. Başka bir ifadeyle sûfîler<br />

için Kitap ve Sünnet’in yanındaki öteki kaynak olan<br />

“İcmâ” bu asrın imamları olarak kabul edildi. Tasavvuf<br />

tarihinde bu dönem ile –ki genellikle Cüneyd-i<br />

Bağdâdî’yi kırılma noktası kabul edebiliriz- Cüneyd<br />

sonrası dönem arasındaki ilişkiyi kurucu devir ile şârihler<br />

devri şeklinde tasnif edebiliriz. Vakıa Ebu Nasr<br />

es-Serrâc, Kuşeyrî, Mekkî, Hucvirî vb. telif ettikleri,<br />

tasavvufun ilk devresi hakkında en önemli müracaat<br />

kaynakları sayabileceğimiz eserler gerçekte kurucu<br />

asrın eserleri değil, kurucu asrın<br />

takipçisi ve o sûfîlerin ve zâhidlerin<br />

sözlerinin tedvin ve şerh edildiği<br />

eserlerden ibarettir. Tasavvuf<br />

tarihi araştırmalarında bu husus<br />

gözden kaçırılır ve bu durum tasavvuf<br />

araştırmalarında yanılgılara<br />

yol açar. Tasavvuf tarihinde<br />

“birinci şârihler dönemi” bu ilk<br />

evrenin (zâhidlik evresi ile elimizde<br />

tabakât kitaplarında derlenmiş<br />

sözleri kalmış isimlerin dönemi)<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

7<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

ardından gelen ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin<br />

öncülüğünde teşekkül etmiş<br />

“sünnî tasavvuf ” anlayışı içerisinde<br />

yazılmış eserlerdir. Söz konusu<br />

eserler ilk dönemdeki imamların<br />

sözlerini referans çerçevesi olarak<br />

kabul ederek ortaya çıkmış, gerçek<br />

tasavvuf ile bâtıl ve heretik anlayışları<br />

tefrik etmek maksadı taşıyan<br />

eserlerdi. Öyleyse tasavvuf tarihinde<br />

ilk “şârihler nesli” “imamların”<br />

izini takip eden ve onların sözlerini<br />

“tedvin” eden bu isimlerdi.<br />

Tasavvufun altın devrini bu ilk imamların asrının<br />

teşkil ettiği –ikinci asrın başından dördüncü asrın<br />

başlangıcına kadar olan iki asırlık dönem- ikna edici<br />

gerekçelere dayanabilir: Her şeyden önce söz konusu<br />

insanların takip ettikleri aşırı riyâzetler, zâhidlik, ibadet<br />

hayatları vb. sonraki sûfîler için bile çetin sayılabilecek<br />

hayat tarzları onları mitolojik şahsiyetler hâline<br />

getirdi. Uzun perhizler, ibadetler, katı bir zâhidlik<br />

vs. Bu durum onların sözlerine de yansır: “Tasavvuf<br />

Allah’ın seni sende öldürmesi kendisiyle bâki kılmasıdır.”<br />

Bu dönemin ruhunu yansıtan bir tasavvuf târifidir<br />

bu! Başka hiçbir devresinde böyle “abartılı” örneklerle<br />

karşılaşmıyoruz. Bu dönemde ortaya çıkan<br />

tasavvuf anlayışı sonrası için iki şekilde ele alındı:<br />

Birincisi, büyük imamların sünnete uygun riyâzet ve<br />

mücâhede merkezli hayatları aşırı ve sapkın akımlara<br />

karşı tasavvufun kimliği olarak görüldü. Bu yönüyle<br />

söz konusu insanlar tasavvufu yaşayan ve onun<br />

spekülatif yönünden uzak duranlardı. Sonradan yaygınlaşan<br />

tasavvuf ise hâli değil, konuşmayı öne almış<br />

olmakla bu sûfîlerin yolundan uzaklaşmıştı. İkinci<br />

husus ise onların mânevi hâllerini anlatmak üzere<br />

kullandıkları bazı sözlerle ilgilidir. Bunların yoruma<br />

gerek olmayanları olduğu gibi alındı; yoruma gerek<br />

duyanlar ise “şatahat” başlığı altında toplanarak “ertelendi”<br />

veya “gizlendi”. Böyle sözlerin izahına dönük<br />

teşebbüsler olsa bile, şatahat “sırrı saklayan” olarak<br />

ehline bırakıldı ve tasavvuf içinde zenginlikten öte<br />

bir etkiye sahip olmadı.<br />

İlk dönem tasavvufunun ana çerçevesini “müntehî<br />

(seyr ü sülûku tamamlayan)” sınıfının hâller ve makamlar<br />

anlayışıyla şatahatlarda saklanan düşüncelerde<br />

bulabiliriz. İlk dönemlerin bu otoritesi sonrası için de<br />

geçerli idi. Fakat yine de bu ilk dönem bir olgunluk<br />

dönemi olarak görülemezdi. Bunun en önemli sebebi<br />

bu “mitolojik” evrenin bir dilinin olmayışıydı; ilk<br />

sûfîler veya zâhidler bir hayat yaşamışlar, bir tecrübe<br />

elde etmişler ve tasavvufun çerçevesini belirleyecek<br />

şekilde hemen bütün bahislere temas etmişlerdi. Fakat<br />

yaşadıklarını söze çevirebilecek ve anlaşılır bir<br />

dille izah edebilecek bir dilleri yoktu. Bu nazarî dilin<br />

gelişebilmesi en az üç dört asra ve<br />

bu zaman diliminde İslâm toplumunu<br />

derinden sarsan büyük<br />

entelektüel krizlere ve çatışmalara<br />

muhtaçtı.<br />

İlk sûfîlerin çerçevesini belirlediği<br />

düşünceler İbnü’l-Arabî’de<br />

nazarî anlatımını bulunca tasavvuf<br />

kelimenin teknik anlamıyla<br />

“kemâl” ve “altın” evresine ulaşmış<br />

oldu. İbnü’l-Arabî’nin ilk<br />

kaynağı şatahatlarda ve “müntehî<br />

(sülûku tamamlayan kâmiller)” sınıfının tasavvuf<br />

anlayışında dile gelen –aslında gelemeyen- îmâlar ve<br />

işaretler idi. İbnü’l-Arabî ilk dönem tasavvufunun bu<br />

iki noktada takip edebileceğimiz sözlerini ve anlatımlarını<br />

sistematik bir bütünlük içinde yorumlamakla<br />

tasavvufu yeknesak hâle getirmek istedi. İbnü’l-Arabî’nin<br />

düşüncesinin anlaşılmasında bu tavrın belirleyici<br />

rolü vardır. Her şeyden önce İbnü’l-Arabî<br />

sûfîlerin çelişkilerden arınmış tutarlı bir yönteme<br />

sahip olduklarını kabul ediyordu; “tutarsız” felsefe<br />

ile “yetersiz kelâm” karşısına neyi yerleştirecekti ki?<br />

Felsefe ve kelâmla mücadele ederken farklı asırlarda<br />

ve mekânlarda yaşamış sûfîlerin aynı düşünceleri<br />

dile getirmiş olduklarının tespiti gerekiyordu. İbnü’l-Arabî’nin<br />

bu çabası ilk şârihler neslinin takipçisi<br />

olduğu asra özel bir önem vermesini gerektirdi. Bu<br />

durumda ilk asır tekrar ehemmiyet kazanarak yeni<br />

döneminde de tasavvufun referans asrı hâline geldi.<br />

Bu isimlerin başında Bayezid-i Bestâmî gelir, hiç<br />

kuşkusuz! İbnü’l-Arabî’nin metafizik anlayışını onun<br />

kadar etkileyen başka bir sûfîden söz edemeyiz.<br />

Öyleyse şu soru ortada durmaktadır: Referans asrı ile<br />

altın çağ birbirinin aynı mıdır? Tasavvufun ilk evresi<br />

hakkında söylenmesi gereken husus şudur: Bu devir<br />

pek çok açıdan imamlar asrıdır, bu kesin! Lâkin onların<br />

sözlerine İbnü’l-Arabî’nin ve daha önceki birinci<br />

şârih neslin yorumlaması üzerinden âşinâyız. Başka<br />

bir anlatımla böyle sözler önümüzde bir dönem<br />

tarafından “yorumlanmış” hâlde durmaktadır. İlk<br />

sûfîler delillerini her zaman bulamayacağımız sözlerle<br />

parçalı bir tasavvuf anlatmışlardı. Anlattıkları<br />

parçalardan metin inşa etmek ve bütünlüğü ortaya<br />

koymak zaruriydi. Bu durum ilk dönem tasavvufunu<br />

sonraki döneme muhtaç kılmıştır. İlk dönem ikinci<br />

veya üçüncü devre tarafından “tefsir” edilince, metne<br />

dönüşmüş, göreceli olarak nazarî bir hüviyet kazanmış,<br />

tasavvuf tarihinde yerini almıştır. Tasavvufun<br />

ilk şârihleri bu yorumlama işini sınırlı bir ölçüde<br />

yapmayı yeğlemişlerdi. Bunun en önemli sebebi ilk<br />

şârihlerin amaçlarında bulunabilir: Onlar tasavvufu<br />

din bilimleriyle, bilhassa kelâm ve fıkıh ile uzlaştırmak,<br />

aşırılıkların önüne geçmek istiyorlardı. Bu da<br />

8<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

kelâm ve fıkhın gölgesinde bir tasavvuf anlayışı demekti.<br />

Dolayısıyla bu anlayış için lazım olduğu ölçüde<br />

önceki sözler yorumlanabildi. Bu durumda birinci “şârihler<br />

devri” için zirve dönemden söz etmek mümkün<br />

olamaz.<br />

İbnü’l-Arabî ve Konevî: Tasavvufun Altın Asrı<br />

Tasavvufun altın dönemi İbnü’l-Arabî’yle ortaya çıkmıştır.<br />

Her şeyden önce İbnü’l-Arabî‘nin bir geleneğin<br />

takipçisi olduğunun bilincinde olduğunu tarih yorumundan<br />

görürüz. Bunun için Hz. Peygamber’den<br />

itibaren kendisine kadarki yedi asırlık tarihi “mârifet<br />

teorisi” şeklinde tasnif eder. Ona göre zaman belirli<br />

bir maksada doğru ilerler. Zamanın kendisine doğru<br />

aktığı büyük maksat Hz. Peygamber’in varlığıdır. Bu<br />

durumda insanlık tarihinin altın asrı varlığın gayesine<br />

erdiği ve maksadın tahakkuk ettiği Hz. Peygamber’in<br />

asrıdır. İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle bu dönemde zaman<br />

başladığı ana tekrar dönmüş –dairevî varlık anlayışıvarlık<br />

tamamlanmış, kemâl gerçekleşmişti. Binaenaleyh<br />

insanlığın zirvesi Hz. Peygamber olduğu gibi varlığın<br />

kemâli de O’nda tahakkuk eder. İbnü’l-Arabî’nin<br />

düşüncesindeki nirengi noktası burasıdır. Peygamber<br />

ile zaman-varlık arasındaki irtibat göz ardı edilince,<br />

öteki düşüncelerinin anlaşılması mümkün değildir,<br />

daha doğrusu bir değeri yoktur. İbnü’l-Arabî kemâlini<br />

Hz. Peygamber’de bulan bir zaman ve varlık anlayışının<br />

yorumcusu olarak kabul edilmelidir. Burada zaman-varlık<br />

ile insan arasında kurulan metafizik irtibat<br />

Alman düşünür Martin Heidegger’in Varlık-Zaman<br />

(insan) irtibatında kısmen benzer. Her hâlükârda İbnü’l-Arabî<br />

varlığın belirli bir maksada doğru hareket<br />

ettiğini düşünür ve zamanın gayesi Hz. Peygamber’dir.<br />

İbnü’l-Arabî’nin düşüncesindeki büyük önerme budur.<br />

Bunun ardından zamanın bu büyük dönüşünü<br />

takip eden küçük evreden söz edebiliriz. Bu küçük<br />

dönüş Hz. Peygamber’in zamanının içindeki kısmî bir<br />

dönüşten ibarettir. Bunu İslâm’ın tarihi olarak kabul<br />

edebiliriz. İbnü’l-Arabî bu tarihi kendi içerisinde dönemlere<br />

ayırır. Önce Müslümanlar için büyük bir mesele<br />

olan sahabe nesli ile öteki asırların ilişkisini izah<br />

eder. Buradaki yaklaşım ilk zâhidler nesli ile sonraki<br />

sûfî nesli arasında da tesis edilebilir. İbnü’l-Arabî iman<br />

ve mârifet ayrımı üzerinde durarak ilk neslin üstünlüğünün<br />

iman bakımından olabileceğini, buna mukabil<br />

sonraki nesillerin mârifet cihetinden daha üstün olabileceğini<br />

söyler. İbnü’l-Arabî’nin bu bahisteki görüşleri<br />

velâyet ve nübüvvet anlayışının bir parçasıdır. Sonraki<br />

nesiller ilk neslin izini takip eder, fakat izde yürüyen<br />

izini takip ettiği kişiden daha çok şey görebilir (en<br />

azından onun görmediği izleri görür). Genel yaklaşım<br />

budur. Bundan hareketle İbnü’l-Arabî ilk neslin iman<br />

bakımından üstün olduğunu –ki bunun gerekçelerini<br />

izah eder- sonraki neslin de mârifet bakımından üstün<br />

olduğunu belirtir.<br />

Sonraki neslin mârifeti ise İbnü’l-Arabî döneminde<br />

zirveye ulaşır. Konevî, İbnü’l-Arabî’nin bu görüşlerini<br />

destekler. Ona göre bu dönem ağacın meyveye durduğu<br />

dönemdir. Zirveye ulaşmak Konevî’de bariz bir<br />

şekilde göreceğimiz üzere bir karamsarlığa yol açar.<br />

Konevî kendisinden sonra mârifette bir gerileme olacağını<br />

rüyalarında görür; bundan söz eder.<br />

İbnü’l-Arabî’nin tarih ve zaman anlayışı yaşadığı<br />

devri kemâl devri olarak görmesini istilzam ediyordu.<br />

Bununla birlikte iddiasını başka yönlerden de kanıtlamak<br />

mümkündür. Her şeyden önce bu dönem<br />

tasavvufun en temel iddiasının gerçekleştiği dönemdi.<br />

Tasavvuf kuşatıcı ve kapsayıcı bir ilim olmak iddiasındaydı<br />

(küllî ilim). Bunu Serrâc gibi ilk sûfîlerde<br />

bile görmekteyiz. Ancak bunu sağlayabilecek bir<br />

zemin veya araçlar yoktu. Bu durumda tasavvuf en<br />

iyimser yorumla fıkıh ve kelâm gibi ve onların kendi<br />

alanlarındaki otoritesini kabul eden bir din bilimi hâline<br />

gelebildi. İlk neslin başarısı buydu. İbnü’l-Arabî<br />

ile birlikte tasavvuf ilm-i ilahî, yani metafizik olarak<br />

kabul edildi. Artık tasavvuf öteki bilimlerle ilişkisinde<br />

bağlı bir ilim olmaktan çıkarak tikel bilimlerin<br />

gayesi olan külli bir ilim hâline geldi. Bunun için meselelerini<br />

yeniden belirledi, öteki bilimlerle ilişkisini<br />

yeniden kurdu, üslubunu değiştirdi, yöntemini açık<br />

ve belirgin bir hâle getirmek istedi, karşılaştırmalı bir<br />

yolla meseleleri vaz eyledi. Kendi dışındaki ekolleri<br />

–bilhassa felsefe ve kelâm gibi nazari disiplinleri- şiddetle<br />

eleştirdi ve onların yapamadığını yapmak istedi.<br />

Konevî’nin burada çok büyük bir etkisi olmuştur.<br />

Öte yandan bu dönem tasavvufun bütün meseleleri<br />

için bir kemâl devresidir. Tasavvuf sadece bir bilim<br />

olarak tedvin edilmedi; ilk dönemde tasavvuf eserlerinde<br />

yer alan bütün bahisler bu dönemde ayrıntılı<br />

ve sistematik bir şekilde ele alındı, tasavvuf küllî bir<br />

disipline dönüştü. Bu meyanda ortaya çıkan eserler de<br />

daha öncesinde veya sonrasında âşinâ olmadığımız<br />

eserlerdi. Üzerinde durmamız gereken son husus ise<br />

şudur: “Zirve dönem” hakkında başta söylediğimizi<br />

burada hatırlarsak, zirveyi gerilemenin takip edeceği<br />

kesindir. Artık zirve döneminin ‘takdis’ edilmesiyle<br />

birlikte eşdeğer bir üretimden söz edilemez. İbnü’l-Arabî<br />

ve Konevî’nin sonrasında gelen sûfîler arasında<br />

onlar kadar etkili bir isim ortaya çıkmadığı gibi onların<br />

eserleri kadar müessir veya değerli bir eser de<br />

yazılmadı. İbnü’l-Arabî sonrasının her iki düşünürü<br />

şeyh-i ekber veya şeyh-i kebir olarak nitelemiş olması<br />

bu kurucu düşünürler asrının bir övgüsünden ibarettir.<br />

İbnü’l-Arabî’yle birlikte zirvesine ulaşan tasavvuf<br />

–ilm-i ilahî- yeni bu zirveyi takip eden şârihler nesli<br />

eliyle sonraki çağlara taşındı. Bu da tasavvuf tarihinin<br />

ikinci şârihler nesli olacaktı.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

9<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

İSLAM FELSEFESININ<br />

“ALTIN ÇAĞI”NIN ERKEN DÖNEM KOŞULLARI<br />

10<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

Richard Taylor*<br />

û Abbas el-Saffah öncülüğündeki Abbasilerin<br />

Emevilere karşı yükselişiyle birlikte,<br />

İslam’ın kapıları kitlesel olarak Arap olmayan<br />

Müslümanlara da açıldı. Böylelikle,<br />

insanlar İslam halifesinin gölgesinde idari ve ticari<br />

alanlarda daha aktif rol aldılar. Bununla birlikte,<br />

Mansur tarafından yeni kurulmuş olan Bağdat’taki<br />

yönetimlerde zamanla daha etkin olmaya başladılar.<br />

Bu konuda özellikle Persler Abbasi hâkimiyetinin<br />

tesisi için, çok önemli olan aile bağlantılarını ve güç<br />

ittifaklarını kullanarak yönetimleri desteklemişlerdir.<br />

İslam’ın ilk yayılma döneminden sonra Emeviler<br />

tarafından kurulmuş olan imparatorluğun hâkimiyetinin<br />

el değiştirmesi ve yeni bir aile hanedanının<br />

kurulmasıyla, Mansur ve haleflerinin öncülüğündeki<br />

Abbasiler, sonraki yüz yılı aşkın süre boyunca devam<br />

edecek olan tıp, bilim ve felsefe alanlarında bir tercüme<br />

hareketine önayak olmuştur. Bu tercümeler vasıtasıyla,<br />

bahsi geçen alanlardaki kültürel miras, çoğunlukla<br />

Hristiyan Süryaniler tarafından Arap/İslam<br />

geleneğinin düşünürlerine aktarılmıştır. Bu Hristiyan-Süryani<br />

mütercimler, kadim Yunan eserlerini<br />

Süryani aracılar vasıtasıyla ya da doğrudan Yunancadan<br />

Arapçaya çevirmişlerdir. Yunan entelektüel mirasının<br />

9. yüzyılda aktarımı ve çoğaltılmasında, sayıları<br />

giderek artan zengin Persli ailelerin ve yönetimin<br />

ilgi ve desteği etkili bir rol oynarken, dikkat edilmesi<br />

gereken diğer önemli bir husus, mezkur dönemde<br />

mevcut olan materyallerin niteliğidir. Burada (hayvan<br />

derisinden imal edilen) parşömenden ziyade kâğıda<br />

erişimden bahsediyorum. Kâğıt imalatı tekniği<br />

İslam dünyasına yüksek ihtimalle Çinli kaynaklardan<br />

geçmiştir. 751 yılında Kırgızistan’da, Mansur tarafından<br />

gönderilen İslam ordusuyla Karluk Türkleri’nin<br />

birleştiği, Çinli Tang imparatorluğu ordusuna karşı<br />

verilen Talas Savaşı sırasında Müslümanlar kâğıt<br />

imalatının teknik bilgisine erişmişlerdir. Maliyeti<br />

parşömenden çok daha ucuz olan kâğıt, tercümelerin<br />

çoğaltılması, aktarılması ve hatta başka çalışma alanlarında<br />

yeni eserlerin kaleme alınmasını sağlamış,<br />

ilim tahsilinde çok önemli bir rol oynamıştır.<br />

9. yüzyılda Bağdat’ta gerçekleşen iki erken dönem<br />

tercüme hareketinde Süryani Nasturi Hristiyanlarından<br />

mütercim Huneyn İbn İshak el-‘İbadi ile ilk<br />

filozoflardan olan ve “Arapların filozofu” namıyla bilinen<br />

Kindî öne çıkmaktadır.<br />

Meşhur hikâyeye göre Huneyn (808-873) Yuhanna<br />

İbn Mâseveyh ile birlikte Bağdat’taki tıp eğitimlerini<br />

yarıda bırakarak dil öğrenmek ve bu dilde, tıp, bilim<br />

ve felsefe el yazmalarını okuyabilecek, tashih edebile-<br />

cek ve Süryaniceye çevirebilecek kadar uzmanlaşmak<br />

üzere Bizans’ın Yunanca konuşulan yörelerine gider.<br />

Yunanca ve Süryanice eserleri Arapçaya nitelikli ve<br />

kaliteli bir şekilde çevirmek üzere, oğlu İshak’ın da<br />

dâhil olduğu bir çalışma ekibi oluşturur. Bu ekip tercüme<br />

öncesi el yazmalarını karşılaştırmak ve her sözcüğü<br />

tek tek tercüme etmektense metinlerin anlamlarını<br />

daha iyi kavrayabilmek için cümlelerin bütün<br />

bütün tercüme edilebilmelerini sağlayacak teknik<br />

bir sözlük geliştirmek üzere çalışmışlar yapmışlardır.<br />

Aynı grup, ayrıca, Galen ve Hipokrat’ın tıbba ilişkin<br />

eserlerini Arapçaya çevirmiş, Platon’un eserlerinin<br />

özetlerini çıkarmıştır. Bununla birlikte, Aristo’nun<br />

mantık ve bilim kitabı Organon’un tam metninin<br />

yanı sıra filozofun tabiat felsefesi, psikoloji, ahlak ve<br />

metafizik alanlarındaki eserlerini de tercüme etmiştir.<br />

Eserlerini Arapçaya kazandırdığı Yunan felsefe<br />

geleneğine ait diğer filozoflar arasında Afrodisiaslı<br />

İskender, Porfirios, Proklos, Themistios da bulunmaktadır.<br />

Bu çalışmalar sonraki dönem düşünürlerinin<br />

felsefe geleneklerinin gelişmesine büyük katkı<br />

sağlamıştır.<br />

Alman düşünür Gerhard Endress’in “Kindî Halkası”<br />

dediği bir diğer tercüme hareketinin işleyişi ise daha<br />

farklıydı; yapılan tercümeler hassasiyet ve isabetlilik<br />

bakımından Huneyn’in tercümelerinden daha aşağı<br />

idi. Bu dönemde yapılan önemli tercümelerden biri,<br />

Eustathios tarafından tahrir edilmiş olan Aristoteles’in<br />

Metafizik’idir. Ne var ki, bu grubun en büyük<br />

katkısı, Yunan Yeni Platoncu Plotinus’un eseri Enneadlar’ın<br />

(Dokuzluklar) kısmi tercümeleri olmuştur;<br />

nitekim bu çalışma meşhur Molla Sadra (ö. 1640) dönemi<br />

ve sonraki dönem İslam felsefe geleneği açısından<br />

önemli bir kaynak teşkil etmiştir. Bu çalışmanın<br />

elimizdeki en geniş bölümü Kindî tarafından derlenmiş<br />

olan Aristoteles Teolojisi’dir. Bu ve Plotinus’un<br />

Arapça metinleri, Yeni Platonculuğa ait “Yukarıdaki<br />

Varlık” öğretisi “İlk ve Tek Varlık (Mutlak Bir)” anlayışına<br />

evrilmiştir; bu ikinci kavram herhangi bir şekli<br />

ya da sınırı olmayan “Saf, Arı Varlık”; Yaratan olarak<br />

“Mutlak Bir”, “Birlik’in menşei” ve “tüm yaratılanların<br />

kendisinden südur ettiği varlık” olarak anlaşılmaktadır.<br />

Dolayısıyla bu çalışma,varlık metafiziği<br />

ve yaratılış tabiatı konularında Kindî, Fârâbî ve İbn<br />

Sînâ’nın düşünce ekolünde önemli rol oynamıştır.<br />

Üçüncü bir tercüme hareketi Müslümanlar, Hristiyanlar<br />

ve Yahudilerin âlimler ve talebeler olarak birlikte<br />

faaliyet gösterdikleri 10. yy Bağdat’ında Ebû Bişr Matta<br />

(ykl. 870-940) gibi Hristiyan mütercimlerle başlamıştır.<br />

Tercüme edilen felsefe eserleri arasında Aristo’nun<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

11<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

Organon’u, tabiat felsefesi, psikoloji, metafizik ve şiir<br />

sanatı alanlarındaki eserlerle birlikte bu ve başka<br />

birçok eser hakkında Yunanca yorumlar da bulunmaktadır.<br />

Platon’un Timaios ve Yasalar adlı eserleri<br />

muhtemelen muhtasar biçimde tercüme edilmiştir.<br />

Bu yapıtlar, o dönemde etkin olan Fârâbî ve sonrasında<br />

İbn Sînâ ile İbn Rüşd için çok kıymetli birer<br />

kaynak olmuştur.<br />

İslam felsefesinin altın çağının başlangıcında etkin<br />

olan bir diğer önemli husus da yedinci Abbasi Halifesi<br />

Me’mûn (hükm. 813-833) tarafından başlatılmış,<br />

Mu’tasım ile Vâsık döneminde devam ettirilmiş ve<br />

Mütevekkil (hükm. 847-861) tarafından kesin surette<br />

kaldırılmış olan meşhur Mihne olayıdır. Me’mûn<br />

parlak zekâlı ancak ihtiyatlı bir siyasi liderdi. Aynı<br />

zamanda İslam eğitimi almış; bilim, felsefe ve din<br />

alanlarında entelektüel ve diyalektik tartışmalara ilgi<br />

duymuştur. Kendisi, dönemindeki halifelik kurumunu<br />

salt güçlü siyasi bir makamdan, dinî doktrinler<br />

hususunda İslam toplumuna liderlik edecek, güvenilir<br />

bir imamlık makamına dönüştürmeye çalışmıştır.<br />

Söz konusu mesele, (Kur’an’ın tıpkı Allah gibi ezelî<br />

mi yoksa yaratılmış mı olduğu hususu) gelenekçilerle<br />

Mu’tezile olarak adlandırılan rasyonalite eğilimli ilahiyatçılar<br />

arasında dinî tartışmalara neden olmuştur.<br />

Me’mûn bu tartışmaları fırsat bilerek taassubu (ortodoksiyi)<br />

tanımlamaya çalışmış, bu hakkı kendinde<br />

görmüş ve zamanındaki kimi Mu’tezilecilere uyarak<br />

ulemayı Kur’an’ın yaratılmış olduğunu kabul etmeye<br />

zorlamıştır. Bu doktrini kabul etmeyenleri cezalandırmak,<br />

hapse atmak ve işkenceden geçirmekle<br />

tehdit etmiştir. Bu öğretiyi benimsemeyi reddeden<br />

gelenekçiler arasında, Ehl-i Hadîs’e mensup olan Ahmed<br />

b. Hanbel de bulunmaktaydı. Me’mûn’un halefi<br />

Mu’tasım’ın idaresi zamanında İbn Hanbel işkence<br />

görmüş, ancak nihayetinde serbest bırakılmıştır.<br />

Sonraki zamanlarda, Me’mûn’un verdiği hükmün icrası<br />

etkinliğini yitirmiş; en sonunda da bu hükme riayet<br />

edilmemiştir. Çeşitlilik, farklılık ve münazaranın<br />

yerleşik olduğu dinî bir gelenek ve kültüre tutuculuğu<br />

ve hoşgörüsüzlüğü empoze etme çabası başarısız<br />

olmuştur. Her ne kadar Me’mûn ve halefleri bilim ve<br />

felsefe taraftarı olsalar da, Mihne vakasının başarısızlığı<br />

İslam’ın fikrî çeşitliliğe ve sonradan İslam topraklarına<br />

girerek İslam felsefesinin altın çağındaki düşünürler<br />

tarafından ilerletilip geliştirilecek olan yabancı<br />

ilim dalı felsefenin zenginliğine ne kadar açık olduğuna<br />

dair önemli bir delil olarak düşünülebilir.<br />

Altın Çağın Önemli Düşünürlerinden Bazıları<br />

Kindî, Aristoteles’in tercüme edilmiş kimi eserlerine,<br />

Arapça Plotinus materyallerine, Proklos’un eserlerine<br />

ve daha pek çoğuna erişmiştir. Günümüze yalnızca<br />

bir kısmı ve Arapçası ulaşmış olan ünlü eseri İlk<br />

Felsefe Üstüne Düşünceler’de bunun izleri görülebilir.<br />

Bu eserinin giriş bölümünde İslami kaynaklarda Yunan<br />

felsefesine de yer verilmesi gerektiğini söylemektedir.<br />

Nitekim Kindî’ye göre felsefe de aynen din gibi<br />

insanları hakikate, dolayısıyla da tüm hakikatlerin<br />

kaynağı olan Allah’a yönlendirir. Kindî’ye göre felsefe<br />

insanları “İlahî Bir”in tabiatının her şeyin sebep ve<br />

prensibi olduğunu görmeye yönlendirir. Bunun sonucu<br />

olarak, felsefeye çok değer verilmeli; felsefi eser<br />

müelliflerine Allah ve yaratılış ilmine katkılarından<br />

dolayı teşekkür edilmelidir. Kindî, eserlerinde akla<br />

dayalı bilgiyi amaçlamış, İslami öğretilerle felsefi öğretileri<br />

birbirine yaklaştırmıştır.<br />

Fârâbî uzun yaşamı boyunca pek çok eser yazmıştır;<br />

bunların bir kısmı hâlen Arapça olarak mevcuttur.<br />

Günümüz düşünürleri arasında Fârâbî’nin eserlerinden<br />

birinde yoktan var etme doktrinini işleyip işlemediği<br />

hâlen tartışma konusu olsa da, şurası açıktır<br />

ki Fârâbî tüm kâinatın determinist bir süreç sonucu<br />

ilk varlık, ilk prensip olan Allah’tan türemiş olduğu<br />

görüşündedir. O bunu Yeni Platonculuğa ait bir kavram<br />

olan südur (emanation) tabiriyle açıklar; buna<br />

göre Tanrı’nın taşmasıyla, tabii âleme varıncaya kadar<br />

farklı dereceler (âlemler, felekler, gökler ve akıllar)<br />

oluşur. Fârâbî’ye göre insan bilgisi tabii dünyayı<br />

görebilme ve insanların bilme arzularını tatmin edebilmeleri<br />

için faal akıl ile çalışmanın yanı sıra Allah<br />

tarafından tayin edilmiş daha ulvi bir aklın yardımıyla<br />

mümkün olmaktadır. Kindî’nin öğretisinden farklı<br />

olarak, Fârâbî’ye göre Tanrı’nın ve kâinatın doğasını<br />

anlayabilmek felsefe vasıtasıyla entelektüel arayışla<br />

mümkündür. Fârâbî için din, felsefi olarak akıl yürütmekten<br />

aciz insan topluluklarınca hakikatin daha<br />

iyi anlaşılabilmesine yarayan gerçekliğin sembolik<br />

tasavvurudur. Platon’un Devlet’inden ve Yunan geleneğindeki<br />

eserlerden etkilenen Fârâbî, kanun koyucunun<br />

birliği sağlamaktan ve toplumun şekillenmesinde<br />

faydalı olacak fikirlerin yayılması suretiyle,<br />

İslam felsefesinin altın çağının başlangıcında etkin olan bir diğer<br />

önemli husus da yedinci Abbasi Halifesi Me’mûn tarafından başlatılmış,<br />

Mu’tasım ile Vâsık döneminde devam ettirilmiş ve Mütevekkil<br />

tarafından kesin surette kaldırılmış olan meşhur Mihne olayıdır.<br />

12<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

toplumun iyiliği için rehberlik etmekten sorumlu<br />

olduğunu söyler.<br />

İslami felsefenin altın çağındaki en büyük ve en etkili<br />

felsefe İbn Sînâ’ya aittir. İbn Sînâ’nın sofistike ve ilmî<br />

derinliği haiz eserleri zamanla Aristoteles ve diğer<br />

Yunan düşünürlerin eserlerinin yerini almıştır. Keskin<br />

zekâlı, sistemli ve derin ilmiyle İbn Sînâ, önemli<br />

eseri Şifa’da, felsefeyi Aristocu bilimsel çalışma prensiplerine<br />

uygun şekilde yeniden düzenlemiştir. İçlerinde<br />

Aristoteles Teolojisi dâhil olmak üzere Kindî ve<br />

“halkası”nın eserlerini, bunun yanı sıra Aristo tercümelerini,<br />

Yunan geleneğine ait şerhleri ve Fârâbî’nin<br />

eserlerini incelediği anlaşılmaktadır. Bazı düşünürlere<br />

göre İbn Sînâ felsefe tarihinde yaratılışın felsefi<br />

konseptini şekillendiren ilk filozoftur. Felsefenin<br />

neredeyse her önemli alanında kendine ait pek çok<br />

kıymetli ilmî sentez bulunmaktadır. En fazla da metafizik<br />

ve felsefi psikoloji alanlarıyla ilgilenmiş; hem<br />

İslami hem de Latin geleneklerde yüzyıllarca tartışılmış<br />

argümanlar oluşturmuştur. Şifa külliyesinin son<br />

cildi olan İlahiyat’ta dinî meseleleri Fârâbî ekolüne<br />

benzer şekilde ele almıştır. Yalnız, İbn Sînâ Allah’ın<br />

insanlara peygamber göndermesinin insanoğlunun<br />

itminanı ve mutluluğu için gerekli olduğu düşüncesine<br />

daha çok vurgu yapmıştır.<br />

Günümüzün İspanya ve Kuzey Afrikası’nda yaşamış<br />

ve çalışmış olan İbn Rüşd, 9.-12. yüzyıllar arasındaki<br />

İslami felsefenin altın çağında önde gelen klasik<br />

akılcı filozofların sonuncusu olarak kabul edilebilir.<br />

Aynı dönemdeki pek çok diğer düşünürün aksine İbn<br />

Sînâ’nın izinden gitmeyen İbn Rüşd, insan rasyonalitesinin<br />

ve entelektüel derinliğinin vücut bulmuş hâli<br />

olarak gördüğü Aristoteles’in eserleri üzerinde çalışmayı<br />

tercih etmiştir. Aristoteles’in eserlerine yazdığı<br />

şerhlerle ünlü olan İbn Rüşd’ün, aklî yetilerin tabiatı<br />

ile Tanrı’nın eyleminin tabiatı konusunda eşsiz fikirleri<br />

vardır. Ayrıca, Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehâfutu’t-Tehâfut)<br />

adlı, Gazâlî’nin Filozofların Tutarsızlığı<br />

(Tehâfutu‘l-Felâsife) kitabına cevap olarak yazdığı<br />

eseri ile bilinmektedir. Bu kitapta felsefeyi savunmuş,<br />

hem Gazâlî’yi hem de İbn Sînâ’yı düzeltmeye çalışmış,<br />

aynı zamanda Gazâlî tarafından yapılan mesnetsizlik<br />

ve hatta imansızlık suçlamalarına karşı yetkin cevaplar<br />

vermeye çabalamıştır. Faslu’l-Makal adlı kitabıyla da<br />

bilinen İbn Rüşd, bu kitapta dinle ilgili konularda tam<br />

hakikati arayanlar için felsefenin zorunlu olduğuna<br />

dair dinî metotlara uygun şekilde kanıtlar getirmiştir.<br />

Bu kitapta ve pek çok kitabında yer alan görüşü şudur:<br />

Hakikat arayışında felsefenin metotları filozoflara<br />

Allah’a hakkıyla ibadet etme noktasında özel bir<br />

rol vermektedir. Yine de, dinî hususlarda filozoflarca<br />

yürütülen karmaşık akıl ve mantığın, felsefi ve yeterli<br />

akli yetileri olmayan halkla paylaşılmaması gerektiği<br />

konusunda uyarıda bulunmuştur.<br />

Sonuç<br />

9.-12. yüzyıllar arası dönemler İslami felsefenin gerçekten<br />

altın yıllarıydı ve bu dönem, yükselmekte olan<br />

İslam medeniyetinin fevkalade kültürel, bilimsel ve<br />

felsefi gelişmelerin İslam topraklarında temel oluşturmasını<br />

mümkün kılan tercüme hareketi sayesinde gerçekleşmiştir.<br />

Bunu mümkün kılan ise, hükümdarların<br />

ve âlimlerin yabancı kaynaklı fikirlere açık olmaları;<br />

tıp, bilim ve bu ilimlerin arkaplanındaki felsefenin gelişimini<br />

teşvik eden güçlü ekonomik şartların mevcudiyetiydi.<br />

Buna ek olarak, İslam’ın ilmî, felsefi ve dinî<br />

anlayış içerisinde çeşitliliğe açık oluşu ve bu ilimlerin<br />

toplumdaki yerleri önemli rol oynamıştır. Mihne vakasında<br />

görülen otoriter din anlayışının empoze edilmesine<br />

karşı yükselen itiraz da bu açık görüşlülüğe<br />

işaret etmektedir.<br />

Günümüz dünyası 9. yy ile 12. yy arasındaki dönemden<br />

oldukça farklı. Ne var ki bilim, teknoloji, insan<br />

hayatının idamesi ve kültürdeki gelişmelerin ortak<br />

koşulu açık görüşlülük ve ifade özgürlüğüdür. İslam<br />

felsefesinin altın çağında tartışma ve fikir ayrılıkları<br />

yaygındı ve bu durum felsefenin gelişmesini sağladı.<br />

Günümüzdeki bilim ise, düşünce farklılıkları ve keşif<br />

özgürlüklerine dayalı, dünya genelinde müşterek hâle<br />

gelmiş bir çalışmadır. Aynı şey, zamanımızda insan<br />

düşüncesinin gelişimine büyük katkısı olan felsefi metotların<br />

çeşitliliği için de geçerlidir. Artık Aristoteles<br />

geleneğiyle sınırlı kalmayan günümüz düşünürleri irfan<br />

ve bilgi arayışlarını özgürlük içinde sürdürüyorlar;<br />

bilgisayar, internet gibi teknolojik aygıtlar sayesinde<br />

ulusal ve kültürel sınırları aşarak fikir alışverişinde<br />

bulunabilyorlar. Tıpkı 9. yy ile 12. yy arası dönemde<br />

olduğu gibi, günümüzde de açık görüşlülük bilgiye<br />

ulaşma ve dünyayı anlamlandırma hususunda asli bir<br />

unsurdur.<br />

*Marquette Üniversitesi (ABD), Felsefe Profesörü<br />

İslami felsefenin altın çağındaki en büyük ve en etkili felsefe İbn Sînâ’ya<br />

aittir. İbn Sînâ’nın sofistike ve ilmî derinliği haiz eserleri zamanla<br />

Aristoteles ve diğer Yunan düşünürlerin eserlerinin yerini almıştır.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

13<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

VII/XIII. YÜZYIL: İSLAM FELSEFE-BİLİM<br />

GELENEĞİNDE PARLAK BİR DÖNEM<br />

Mustakim Arıcı*<br />

odern dönemde yazılan İslâm düşünce<br />

ve bilim tarihi çalışmalarına hâkim<br />

olan oryantalist yaklaşım yakın zamanlara<br />

kadar mezkur geleneği gerileme<br />

ve çöküş paradigmaları çerçevesinde mütala<br />

etmiştir. Kendi içinde bile tutarlılığı olmayan bu birbirinden<br />

farklı yaklaşımlara göre İslâm medeniyetinde<br />

felsefe ve bilim çalışmalarının gerilemesiyle ilgili<br />

olarak miladî X. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar farklı<br />

tezler öne sürülmekle beraber X. yüzyılın İslâm’ın<br />

rönesansı olduğu ve Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) eleştirilerinin<br />

felsefe ve bilime yıkıcı darbeyi vurduğu tezi<br />

daha da ön plana çıkmaktadır. Böylelikle Yunancadan<br />

yapılan tercümelerin etkisi ve belirleyiciliğine vurgu<br />

yapılarak Kindî (ö. 252/866), Fârâbî (ö. 339/950), Ebû<br />

Bekir er-Râzî (ö. 313/925), Bîrûnî (ö. 453/1061), İbn<br />

Sînâ (ö. 428/1037) gibi Gazzâlî öncesi isimlerin çalışmalarına<br />

bir değer atfedilmekte ve yaşadıkları dönem<br />

bir “altın çağ” olarak öne çıkarılmakta, İbn Rüşd (ö.<br />

595/1198) Endülüs’te istisnai bir isim olarak addedilmekte,<br />

yine Nasiruddin Tûsî (ö. 672/1274), Uluğ Bey<br />

(ö. 853/1449), İbn Haldûn (ö. 808/1406) gibi isimlerin<br />

çalışmaları de münferid olgular olarak zikredilmektedir.<br />

Bu tezlerin arka planında Ernest Renan gibi<br />

oryantalistlerin ırkçı paradigmaya dayalı düşünce ve<br />

bilim tarihi okumalarının belli bir döneme kadar etkisi<br />

bulunmaktaydı. Daha sonraları ise bu ırkçı yaklaşımların<br />

yerini “özgünlük” kavramına dayalı olarak<br />

Müslümanların belli bir tarihten sonra yeni fikirleri<br />

olan isimler yetiştiremedikleri ve önceyi tekrar eden<br />

bir şerh-hâşiye literatürünün hâkim olduğunu öne<br />

süren tezler aldı. Özellikle bu tezin Osmanlı’da ortaya<br />

konan her tür nazarî düşünce ve ilim faaliyetini yok<br />

saydığı anlamına geldiğine özellikle vurgu yapmak<br />

yerindedir. Türkiye’de İslâm medeniyetinin Arapça ve<br />

Farsça gibi klasik dillerine ve kaynaklarına vâkıf olmayan,<br />

İslâm’da felsefe ve bilim konusunu bilinçli bir<br />

çarpıtmaya dayanan kaynaklardan okuyan aydınların<br />

ve akademi mensuplarının bu tezleri hararetle savundukları<br />

bilinmektedir. Daha trajik olan ise Türkiye’de<br />

İslâm medeniyetinin klasik kaynaklarını yazıldıkları<br />

14<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

dillerden rahatlıkla okuyabilen araştırmacı ve akademisyenlerin<br />

ve hatta bir çok İlahiyat mensubu öğretim<br />

üyesinin de bu tezleri benimsemiş olması, bu perspektifle<br />

görüşlerini ders kitapları ve ansiklopedi maddeleri<br />

gibi araçlarla daha yaygın bir çevreye ulaştırarak<br />

yeni nesilleri de etkilemesidir. Bir anlamda “kendini<br />

inkar” anlamına da gelen bu yaklaşımların Türkiye’de<br />

çok farklı çevrelerde ve yaygın bir zeminde taraftar<br />

bulduğunu ifade etmek yerindedir. Öte yandan bu<br />

tezlere duygusal saiklerle karşı çıkmanın da beyhude<br />

olduğunu düşünüyoruz. Doğru olan yaklaşım İslâm<br />

düşünce ve bilim tarihinin tüm dönemlerini ortaya<br />

konulan yanlış tezlerden bağımsız olarak ele almaktır.<br />

Bu bağlamda ilgili dönemlerin tüm tarihî olgularını da<br />

hesaba katarak ilmî şahsiyetlerin ve mevcut literatürün<br />

eksiksiz bir dökümünü, tabir yerinde ise hasadını<br />

yapmak alanda çalışanların üzerine bir borçtur. Zira<br />

henüz yazma eser kütüphanelerimizin eksiksiz katalogları<br />

bile tam olarak hazırlanmamışken büyük tezler<br />

ortaya atmanın ne kadar da yanlış olduğu kendiliğinden<br />

ortaya çıkacaktır.<br />

Biz bu yazıda Osmanlı düşünce ve bilim mirasını anlamada<br />

çok önemli bir eşiği oluşturan hicrî VII. ve miladî<br />

XIII. asrın ilmî açıdan ne kadar zengin bir dönem<br />

olduğuna işaret edeceğiz. Bu yüzyılda özellikle Moğol<br />

İstilasının hayatın her alanını etkilediği gibi ilmî gelişmeler<br />

üzerinde de büyük tesirlerinin olduğuna başta<br />

işaret etmek yerindedir. İstilanın dehşetine tanık olan<br />

birçok tarihçi, insanlık tarihinde böyle bir felaket ve<br />

musibetin görülmediğini söyleyerek durumun vahametini<br />

ifade etmeye çalışmıştır.<br />

İstilanın meydana getirdiği tahribatı kabul etmekle<br />

birlikte ilk defa Barthold, Moğol hareketinin iktisadi<br />

ve ticari faaliyetlerdeki olumlu sonuçlarına işaret etmiş,<br />

kültür mübadelelerine imkân verdiğini ve yeni<br />

medeniyet merkezleri ortaya çıkardığını iddia etmiştir.<br />

M. Fuat Köprülü de uzun vadede Moğolların ve o zamana<br />

kadar İslâmiyeti kabul etmeyen Türklerin İslâmlaştığını,<br />

hatta Kırım gibi bazı yeni İslâm merkezleri<br />

ortaya çıkardığını, Moğol saldırılarından kaçan birçok<br />

âlim, şair ve mutasavvıfın Anadolu’ya gelip yerleşmesi<br />

neticesinde buradaki fikrî faaliyetlerin çoğaldığını dile<br />

getirmiştir. Zeki Velidi Togan ise Barthold’un tezini<br />

daha ileri götürmüş; istilanın İslâm medeniyetinin<br />

inhitatıyla alakasının bulunmadığını, kıtale en fazla<br />

Orta Asya ve Türkler maruz kaldığı hâlde bu devrin<br />

medeniyet inkişafı bakımından müspet, ileri ve Türkler<br />

için hayırlı olduğunu ifade etmiştir. Togan’a göre<br />

Moğolların İsmailîleri temizleyerek İslâm dünyasına<br />

yaptıkları hizmet, İslâmiyeti seçen İlhanlı hükümdarı<br />

Gâzân Han zamanında büyük bir imar faaliyetinin<br />

başlaması, Moğol tehlikesinden kaçan ilim ve kültür<br />

mensuplarının Anadolu’ya göçmesi ve burada fikrî bir<br />

canlılık meydana gelmesi bu müspet sonuçlardan bazılarıdır.<br />

Buna karşılık Osman Turan istiladan sonra<br />

başlayan imar ve kültür faaliyetlerinin geniş medeniyet<br />

harabeleri yanında sönük kaldığı düşüncesindedir.<br />

Dahası o Moğol İstilasının başlıca inhitat amili olarak<br />

görülmemesini hayretle karşılamış ve bu durumun<br />

müsebbibi olarak da Barthold’un ileri sürdüğü fikirleri<br />

görmüştür. Turan’a göre Moğol İstilasıyla birlikte İslâm<br />

medeniyeti çöküşe uğramıştır.<br />

Moğol tahribatının en şiddetli döneminden sonra<br />

VII/XIII. yüzyılın bilhassa ikinci yarısından itibaren<br />

kelâm, mantık, felsefe ve tasavvuf dallarında yaşanan<br />

canlılık ve bunun sebepleri, büyük şahsiyetlerin yetişmesi<br />

ve tam anlamıyla klasik denilebilecek eserlerin<br />

ortaya konması birçok yönüyle üzerinde durulması<br />

gereken, ancak henüz sebep ve sonuçlarıyla, müspet<br />

ve menfi yönleriyle vuzuha kavuşmayan bir olgudur.<br />

Bahsedilen bu olgunun Anadolu ayağı için Fuat Köprülü,<br />

buranın yeni bir İslâm kültür merkezi hâline<br />

gelmesini, Anadolu Selçukluları döneminde sağlanan<br />

asayiş, artan refah, sultanların ilim adamlarına gösterdiği<br />

itibar ve himaye, Moğol istilasının Anadolu’ya sürüklediği<br />

âlim, şair ve mutasavvıfların faaliyetlerinin<br />

sonucu olarak görmüştür. Siyasî istikrarsızlığa rağmen<br />

aslında sadece Anadolu’da değil Mısır, Maveraünnehir<br />

ve İran bölgesinde de birçok ünlü ilim adamının<br />

faaliyetleri bu yüzyılda büyük bir fikrî canlılık ortaya<br />

çıkarmıştır. Bu yüzyılda sadece mezkur ilimlerde değil,<br />

astronomi, coğrafya ve tıp alanında da çok önemli<br />

gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönem ayrıca tarih ve<br />

tabakat yazıcılığında da yeni bir dönemin başlangıcı<br />

olarak görülebilir. Zira bugün alanının klasikleri olan<br />

çok sayıda tarih ve tabakat kitabı VII./XIII. yüzyıl ve<br />

sonrasında yazılmıştır. Safiyyüddin el-Urmevî’nin (ö.<br />

693/1294) çalışmaları ile birlikte bu yüzyıl müzik biliminde<br />

de zirve noktası olarak görülmektedir. Fuat<br />

Sezgin’e göre bu yüzyılın duraklama başlangıcını içerdiğine<br />

ilişkin görüş, talihsiz olduğu kadar tarihî olgularla<br />

çelişen ve Arap-İslâm ilimleri tarihi konusunda<br />

bir zamanlar tam bir bilgisizlik içerisinde ortaya atılan<br />

bir görüştür. Hâlbuki durum bunun tam tersidir.<br />

Esasen Moğollar tarihte bilinen en büyük medeniyet<br />

yıkımlarından birini yaptıktan sonra zaman içerisinde<br />

devlet yönetimine yakın âlimler ve ilim hâmisi bazı<br />

yöneticilerin gayretleriyle imar faaliyetlerinde bulunuyorlardı.<br />

Birçok Moğol devlet adamı ya Müslüman<br />

idi ya da sonradan ihtida etmişlerdi ve bunlar şaman,<br />

Budist ve az da olsa Müslüman Moğol hükümdarlarının<br />

idaresinde ilmî eserler vücuda getirmeye gayret<br />

ediyorlardı. Özellikle Irak Valisi Atâ Melik Cüveynî,<br />

Anadolu Valisi Muînüddin Pervâne, üç Moğol idareciye<br />

vezirlik yapan Şemseddin Cüveynî, Reşîdüddin<br />

Fazlullâh, Olcaytu’nun veziri Tâceddin Alişah gibi<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

15<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

ilme büyük önem veren isimler sayesinde medreseler<br />

yeniden inşa edilmeye, ilim merkezleri canlanmaya<br />

başladı. İbnü’l-Fuvatî, İbn Battûta (ö. 770/1368-1369)<br />

gibi istiladan uzun bir zaman sonra yıkıma uğrayan<br />

bölgelerde gözlemlerde bulunan bazı tarihçi ve seyyahlar,<br />

birçok ilim merkezinin tahrip edilmiş hâlde<br />

bulunmasına karşılık onlarca ilim merkezindeki canlanmayı<br />

dile getirmektedir. Örneğin VIII/XIV. yüzyıl<br />

ortalarında Şîrâz’da medreselerin, mescidlerin ve hayır<br />

kurumlarının sayısı beş yüze ulaşıyordu. Ayrıca bunlara<br />

ait vakıflar da sayılamayacak kadar çoktu. Yine<br />

Mâzenderân, Kirmân ve Horasan şehirlerinde mahalli<br />

hâkimler, birçok medrese yaptırmıştı.<br />

İlhanlı döneminde medreselerin<br />

yapımı ve malî kaynak temini,<br />

İslâm tarihinde, özellikle Selçuklularda<br />

görüldüğü gibi şahıs<br />

merkezli olmuştur. Buna göre<br />

İlhanlılar döneminde sistematik<br />

olarak ilk teşebbüste bulunan kişinin<br />

Gâzân Han olduğunu söylemek<br />

mümkündür. Gâzân Han,<br />

ülke çapında başlattığı imar faaliyetleri<br />

kapsamına medreseleri de<br />

dâhil etmiştir. Tebriz’de yaptırdığı<br />

Gâzâniyye külliyesinde cami,<br />

han, dârü’s-siyâde, dârü’l-eytâm,<br />

rasathane, hastane, kütüphane,<br />

adliye, hamam gibi kurumların<br />

yanı sıra, Hanefî ve Şafiî medreselerine<br />

de yer vermiştir. Böylece<br />

istilanın ilmî alandaki olumsuz<br />

yansımaları bir yandan devletler<br />

eliyle tamir edilmeye çalışılırken<br />

diğer yandan âlim ve bilginler<br />

ilmî buhranı aşmaya çalışıyorlardı.<br />

Moğol İstilasından yaklaşık<br />

yüz elli yıl önce Gazzâlî’nin başlattığı ilmî ihya hareketi,<br />

istilanın olumsuz insanî ve siyasi etkileriyle bir anlamda<br />

inkıtaya uğramış, manevî ve epistemolojik bir<br />

krizle karşılaşılmıştır. Bu itibarla bahsedilen dönem,<br />

yeni şeylerin aranmasından ziyade mevcudun yeniden<br />

tasnif ve terkip edilerek korunma gayretlerinin hâkim<br />

olduğu bir dönem olmuştur. Bu dönemde dil ve mantık<br />

çalışmalarıyla metodolojiye büyük önem verilmesi,<br />

iki büyük sima Adudüddin Îcî ve İbn Teymiyye’nin bir<br />

anlamda Gazzâlî gibi ilim geleneğini muhkemleştirme<br />

gayretleri meselenin epistemolojik karakterli görüldüğünün<br />

yansımalarıdır. İlmî alandaki birbirinden farklı<br />

çabalar ve geleneği yeniden kurma gayretleri neticesinde<br />

yoğun bir düşünsel faaliyet ve farklı ekoller ortaya<br />

çıkmıştır. Bu dönemde ayrıca mantık karşıtlığı,<br />

ashâbü’l-hadîs geleneğinin ve İbn Haldûn’un eleştirileri<br />

İslâm düşüncesinin farklı yönelimleri ve zenginlikleri<br />

olarak temayüz etmiştir. Buna karşılık İbn Sînâ,<br />

Gazzâlî, Fahreddin Râzî, Şihâbüddin Sühreverdî (ö.<br />

587/1191) ve Sadreddin Konevî’nin (ö. 672/1273) düşüncelerinin<br />

sentezi şeklindeki ilim anlayışı güçlü bir<br />

damar olarak ortaya çıkmış, Osmanlı başta olmak üzere<br />

İslâm coğrafyasında yüzyıllar boyu hâkim olmuştur.<br />

Temelleri Gazzâlî’de olan mantık, dinî ve aklî ilimlerde<br />

mütebahhir, aynı zamanda tasavvuf pratiğine hayatında<br />

yer veren ve Osmanlı ilim dünyasını da etkileyen<br />

bir âlim prototipi büyük oranda bu yüzyılda şekillenmiştir.<br />

Burada Fahreddin Râzî’nin etkili konumuna da<br />

işaret etmek gerekir. Bu durum gerek klasik dönem<br />

eserlerde gerekse yakın dönemde yapılan çalışmalarda<br />

Râzî ekolü adıyla somut bir şekilde<br />

ifade edilmektedir.<br />

İbn Sînâ’nın tıp, mantık, doğa bilimleri<br />

ve metafizik alanında yazdığı<br />

eserlerini ilk kuşak öğrencilerine<br />

okuttuğu bilinmektedir.<br />

Aklî ilimler alanında İbn Sînâ’nın<br />

başlattığı ve talebelerinin devam<br />

ettirdiği tedris geleneği VII/XIII.<br />

yüzyılda etkin bir şekilde devam<br />

etmiştir. Bu dönemde mesela Kahire<br />

ve Dımaşk İbn Sînâ tıbbının<br />

en üst düzeyde tahsil edildiği ve<br />

uygulandığı merkezlerdi. İbn<br />

Sînâ’nın doğa bilimleri ve metafizik<br />

görüşlerinin okunması ise<br />

özellikle el-İşârât ve’t-tenbîhât<br />

merkezinde devam etmiştir.<br />

VII/XIII. yüzyılı felsefî düşünce<br />

açısından çok önemli kılan diğer<br />

bir durum İşrâkî felsefe metinlerinin<br />

varlığıdır. İşrâkî felsefe,<br />

kurucusu Şihâbüddin Sühreverdî’nin<br />

ölümünden sonra VII/XIII. yüzyılda onun metinlerine<br />

yazılan birçok şerhle varlığını kesintisiz olarak<br />

devam ettirdi. Bunların birincisi Hikmetü’l-işrâk’a<br />

ilk şerhi yazan Şemseddin Şehrezûrî (ö. 688/1288) ile<br />

temsil edilmiştir. O aynı zamanda meşhur felsefe tarihi<br />

Nüzhetü’l-ervâh ve ravdatü’l-efrâh’ın da yazarıdır.<br />

Sühreverdî şârihi İbn Kemmûne ve Hikmetü’l-işrâk’a<br />

şerh yazan diğer bir filozof Kutbüddin Şîrâzî’yi de bu<br />

çerçevede ele almak yerindedir.<br />

VII/XIII. yüzyıl, İslâm bilim tarihinde astronomi<br />

çalışmalarının büyük ivme kazandığı bir dönemdir.<br />

Nasîrüddin Tûsî önderliğinde kurulan Merâga Rasathanesi’nde<br />

yapılan çalışmalar daha sonrakilere<br />

kaynaklık etmiştir. Zira Tûsî’nin astronomi çalışmaları<br />

Anadolu Selçuklularının son döneminde ve Osmanlılarda<br />

etkili olan eserlerdir. Böylelikle Merâga<br />

16<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

Matematik-Astronomi Okulu mensuplarıyla bu birikim,<br />

Anadolu’ya girmiştir.<br />

Aklî/felsefî ilimlerle ilgili olarak bu yüzyılı ön plana<br />

çıkaran bazı tespitlere hususen işaret etmek istiyoruz.<br />

Gutas’ın İbn Sînâcı felsefenin altın çağını 1000-1350<br />

arası, Adil Fahurî’nin mantığın altın çağını 1000-1300<br />

arası, George Saliba gibi uzmanların astronominin altın<br />

çağını 1247-1600 yılları arası olarak görmeleri söz<br />

konusu yüzyıllardaki zenginliği yansıtmakla birlikte<br />

bazı araştırmacılar daha dar olarak VII/XIII. yüzyıla<br />

ve bilhassa Meraga merkezli canlılığa vurgu yapar.<br />

Saliba’nın astronomi için önerdiği “Meraga okulu” terimini<br />

Eichner, kelam ve felsefe için önermiş ve bu sahada<br />

bir Meraga devriminden (Marāgha school revolution)<br />

bahsedilebileceğini ileri sürmüştür. Eichner’den<br />

ilhamla Tony Street de mantıkta benzer bir Meraga<br />

devrimi olduğunu düşünmektedir.<br />

Burada son olarak tasavvuf alanındaki duruma işaret<br />

etmek istiyoruz. Bu yüzyılda Moğol saldırıları neticesinde<br />

şehirler tahrip edilmiş, on yıllarca süren büyük<br />

bir kargaşa ortamı İslâm coğrafyasının büyük bir kısmında<br />

hâkim olmuştur. Şehirler Moğollar tarafından<br />

arkası kesilmez saldırılara uğramış, üstelik bu saldırı<br />

ve yağmalar Moğolların süreç içinde İslâm’ı benimsemesiyle<br />

de kesilmemiş ve VIII/XIV. yüzyılın ilk çeyreğine<br />

kadar devam etmiştir. Bu durum sosyal hayatta<br />

maddî ve manevî bir tahribat ortaya çıkarmıştır. Abdülbaki<br />

Gölpınarlı’nın ifade ettiği gibi bir yandan siyasi<br />

mücadelelerin getirdiği huzursuzluk ve güvensizlik<br />

ortamı, bir yandan Moğol baskısı halkın büyük bir kısmını<br />

tarikatlara yöneltmişti. Öyle ki İslâm ilim ve kültür<br />

tarihinde VII/XIII. yüzyıl, tasavvufî hareketler ve<br />

dinî zümrelerin en dinamik olduğu dönemlerden biri<br />

olmuştur. Tasavvuf tarihinin en etkili şahsiyetlerinin<br />

başında gelen İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240), Endülüs’ten<br />

ayrıldıktan sonra 601/1204’te Anadolu’ya gelmiş, Malatya’da<br />

bir süre ikamet edip Sadreddin Konevî’nin babasıyla<br />

birlikte Konya’ya yönelmiştir. 1223 yılına kadar<br />

Anadolu Selçuklu başkenti Konya’da kalan İbnü’l-Arabî,<br />

Eyyûbî meliki Eşref ’in davetiyle Şam’a gitmiş,<br />

vefat edinceye kadar burada kalmıştır. Onun halifesi<br />

ve evlatlığı Sadreddin Konevî (ö. 673/1274) ile vahdet-i<br />

vücûd mektebi sonraki kuşaklara aktarılmıştır.<br />

İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini yorumlayan ve onlara<br />

sistematik bir üslup kazandıran Konevî, Şeyh-i Ekber’den<br />

sonra Şeyh-i Kebîr lakabıyla tanınmıştır.<br />

Kısaca işaret edildiği gibi Orta Asya’da başlayan Moğol<br />

İstilası kitlesel göçlerin Anadolu’ya yönelmesine sebep<br />

oldu. Bu göç dalgaları arasında çeşitli tasavvuf akımlarına<br />

mensup şeyhler ve dervişler de Anadolu’ya gelmeye<br />

başladı. 1221’de Moğollar tarafından öldürülen<br />

Necmeddin Kübrâ’dan sonra, onun yanında yetişen<br />

Necmeddin Râzî (Dâye) (ö. 654/1256) ve Bahâeddin<br />

Veled ile Kübrevîlik hareketi yayılmıştır. Çocuk yaşta<br />

babası Bahâeddin Veled ile Anadolu’ya gelen Mevlânâ<br />

(ö. 672/1273) eserlerini burada yazmıştır. İrfan, tahakkuk,<br />

aşk ve cezbenin ön planda olduğu bir tasavvuf<br />

anlayışına sahip olan Mevlânâ, İbnü’l-Arabî tarafından<br />

ortaya konulan vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiştir.<br />

Moğol İstilası sonrasında Anadolu’nun siyasi<br />

açıdan son derece istikrarsız olduğu bir dönemde yaşayan<br />

Mevlânâ, sosyal kargaşa ortamının had safhada<br />

olduğu bir arenada Moğollarla Selçukluların arasında<br />

bir barış ortamı oluşturmaya çalışmıştı. Mevlânâ’nın<br />

tesirleri oğlu Sultan Veled ve torunları vasıtasıyla ölümünden<br />

sonra da devam ettirilmiştir.<br />

Bu yüzyıldaki diğer önemli bir tasavvufî hareket olan<br />

Sühreverdîlik, Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî’nin,<br />

Bahâeddin Veled ile ilişkileri neticesinde<br />

Anadolu’ya girmiştir. Bahâeddîn Veled’in, Sühreverdî<br />

ile Bağdat ve Konya’da görüştüğü rivayet edilmektedir.<br />

Sühreverdî ayrıca halifenin emriyle fütüvvet teşkilatını<br />

işler hâle getirmiş ve I. İzzeddin Keykâvus’u da teşkilata<br />

dâhil etmiştir. Bu yüzyılın diğer büyük bir siması<br />

Hacı Bektâş-ı Veli (ö. 669/1271 [?]) de Moğol istilasından<br />

kaçıp Anadolu’ya sığınanlar arasındadır. Mevlânâ<br />

ve Hacı Bektâş-ı Velî ile aynı dönemde yaşadığı bilinen<br />

bir başka mutasavvıf, ünlü halk şairi Yunus Emre’dir.<br />

637/1239 yılında doğduğu rivayet edilen Yunus Emre’nin<br />

eserlerine bakıldığında amacının mutasavvıf<br />

şair olarak İslâm ahlâkını, Allah sevgisini ve varlıkta<br />

birliğe giden yolu söz vasıtasıyla çevresine yayma gayesini<br />

taşıdığı anlaşılır.<br />

Selçukluların siyaset sahnesinde çok güçlü bir şekilde<br />

rol alması ve yeni bir İslâm beldesi olarak Anadolu’nun<br />

temerküz etmesi, birçok âlim, filozof ve sûfinin Moğol<br />

istilasından uzaklaşıp batıya doğru gelmesi, İslâm<br />

felsefe-bilim mirasına ayrı bir hareket katmıştır. VII/<br />

XIII. yüzyıl İslâm coğrafyasında felsefe-bilim alanındaki<br />

hareketlilik ve farklı ilim gelenekleri arasındaki<br />

etkileşim gerçekten üst seviyededir. Çok dikkat çekici<br />

bir durum, işaret edilmekte olan isimlerin İslâm coğrafyasının<br />

birbiriyle uzak merkezleri arasında, hem de<br />

siyasî çalkantıların arasında yüzyüze veya mektuplar<br />

aracılığıyla irtibat kurmalarıdır. İslâm ilim mirasının<br />

harmanlandığı ve eşine az rastlanacak bir hareketliliğin<br />

yaşandığı bu yüzyılda çok sayıda âlim, filozof ve<br />

sûfi yetişmiştir. Dolayısıyla bu yüzyıl ilim geleneğini<br />

bir süzgeçten geçirerek yeniden ele alması, müstesna<br />

şahsiyetlere ve muazzam bir literatüre tanıklık etmesi<br />

bakımından önemli olduğu kadar Osmanlı, Safevî ve<br />

Babür hanedanları zamanında vücuda getirilecek olan<br />

ilmî birikimin alt yapısını oluşturması açısından da kilit<br />

bir öneme sahiptir.<br />

*Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

17<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

İSLAM DÜNYASI GERİLEMEYE NE ZAMAN VE NEREDE BAŞLADI?<br />

İSLAM’IN “ALTIN ÇAĞI” ÜZERİNE YENİ DÜŞÜNCELER<br />

Frank Griffel*<br />

ylül 1683’te Alman, Avusturyalı ve Polonya-Litvanyalı<br />

askerlerden oluşan büyük<br />

bir ordu Kutsal Roma İmparatorluğu’nun<br />

başkenti Viyana’yı kuşatmış bulunan ve kendisinden<br />

daha büyük olan Osmanlı ordusunu mağlup etti.<br />

Aynı yıl, John Locke İngiltere’den Hollanda’ya kaçarak<br />

kendisini Yahudi felsefeci Baruch Spinoza’nın<br />

eseriyle tanıştıracak olan mahfillere katıldı. Locke<br />

Hollanda’da, en önemli felsefi eseri olan ve nihayet<br />

1689’da Londra’da basılan The Essay Concerning<br />

Human Understanding (İnsan Anlığı Üzerine Bir<br />

Deneme) adlı eserinin taslağı üzerinde çalışacak vakit<br />

de bulmuştu.<br />

17. yüzyılın son on yılları modern Avrupa tarihindeki<br />

son derece önemli iki olayın başlangıcını içinde barındırmaktadır:<br />

Aydınlanma düşüncesi ve Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun askeri yenilgisi. Bu andan itibaren<br />

Avrupalılar, kendi tarihlerini bizim “modern” olarak<br />

tanımladığımız şekilde düşünmeye başladılar. Tarihi<br />

sürekli bir ilerleme olarak gördüler, onu giderek artan<br />

bir rasyonelleşme, özgürleşme ve de maddi servetin<br />

yaratımı ve siyasi gücün genişlemesi şeklinde anladılar.<br />

Buna mukabil, İslam dünyasına baktıklarında ise<br />

yalnızca bir gerileme gördüler.<br />

18<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

Ortaçağların başından itibaren orta Avrupalılar İslam’ı,<br />

Avrupa’nın ezeli düşmanı/rakibi olarak, Avrupa<br />

ne demekse onun mutlak zıddı olarak görmeye<br />

gittikçe daha fazla alışmaya başladı. 17. yüzyılın<br />

sonlarına varmadan ise İslam’ın ilk ordularının Avrupa<br />

için oluşturduğu tehdit ortadan kalktı. 1683’te<br />

Türklerin Viyana kuşatması —1526’daki ilk Türk<br />

kuşatmasının bir benzeri— orta ve doğu Avrupa ordularının,<br />

birkaç yıl içinde Balkanlar’daki Osmanlı<br />

topraklarının neredeyse yarısının kaybedilmesine<br />

yol açacak olan başarılı bir karşı atağına yol açtı.<br />

17. yüzyıl sona ermeden evvel, İslam orduları orta<br />

Avrupa ülkeleri açısından artık bir tehdit oluşturmayacaktı.<br />

Hatta tam tersi olacak, bir yüzyıl içinde<br />

bir Avrupa ordusu önemli bir İslam başkentinin<br />

kapısına dayanacak ve silahlarını oraya sevkedecekti.<br />

Temmuz 1798’de Napolyon komutanlığındaki<br />

Fransız ordusu Piramitler Muharebesinde Mısırlı<br />

kuvvetlere karşı kesin bir zafer kazandı. Bu yenilgi,<br />

ilk kez bir İslam <strong>ülkesi</strong>nin Avrupa’nın sömürge<br />

idaresine girmesine neden oldu. Bununla birlikte<br />

Piramitler Muharebesi, 1798 ila 1920 yılları arasındaki<br />

süreçte neredeyse tüm Müslüman ülkelere karşı<br />

kazanılan pek çok zaferin yalnızca ilki idi. 1920’de<br />

Şam’ın kapıları önündeki Maysalun Savaşı’ndan<br />

sonra Türkiye, İran, Afganistan ve Arap yarımadasındaki<br />

bazı prenslikler hariç tüm İslam ülkeleri Avrupalılarca<br />

yönetilmeye başlandı.<br />

20. asrın ortalarından dünyaya bakıldığında, İslam’ın<br />

gerileyişi açıkmış gibi görünüyordu. Sanayileşme<br />

önce İngiltere’de başlamış ve o zamana değin<br />

neredeyse tüm Avrupa ülkelerine yayılmıştı. Ancak<br />

1950’li yıllarda henüz tek bir İslam <strong>ülkesi</strong> dahi sanayileşmemişti.<br />

Sanayileşmeyle birlikte toplumda,<br />

servetin muazzam artışı ile yaşam standartlarının<br />

iyileşmesi, daha iyi sağlık hizmetleri, kitlesel okuryazarlık<br />

ve eğitim, ailelerin sahip olduğu çocuk sayısında<br />

kademeli düşüş gibi büyük çaplı değişimler<br />

meydana geldi. Sanayileşme bazı Müslüman ülkelerde<br />

henüz baş göstermeden bu süreç orta Avrupa’da<br />

çoktan tamamlanmıştı. Buna binaen, 1940’larda<br />

Müslüman dünyanın büyük kısmı Avrupalıların<br />

hâkimiyeti altındaydı ve İslam dünyasının bir gerileme<br />

içinde olduğu açıktı.<br />

Gelgelelim, bu bilgi yığınına başka türlü de bakılabilir.<br />

Bir açıdan, İslam dünyasının “Üçüncü Dünya”yı<br />

oluşturan diğer çoğu ülke gibi gerileme içinde olduğunu<br />

söyleyebilir. Diğer bir açıdan ise Avrupa’da,<br />

dünyanın başka yerlerindeki yaşam alanlarını genişletmeye<br />

iten radikal ve beklenmedik bir şeyin gerçekleştiği<br />

söyleyebilir. İşte bu bağlamda, 1700’den bu<br />

yana gelişen süreçte gerçekleşen şey İslam’ın çöküşü<br />

ya da gerilemesi değil, Avrupa’nın yükselişidir. İslam<br />

dünyası bu yükselişi ilk önce Balkanlar’da hissetti.<br />

Osmanlı kuvvetlerinin Avrupalılar tarafından defaatle<br />

yenilgiye uğratılması İslam dünyasında ilk dalga<br />

reformlara neden oldu. 1826’da yeniçerilik kaldırıldı<br />

ve kısa bir süre sonra da Tanzimat reformları (1839-<br />

76) başladı. Osmanlı İmparatorluğu daha fazla toprak<br />

kaybını önlemek için Avrupalıları zafere götüren<br />

silahları, örgütlenmeyi ve stratejileri benimsedi. Bu<br />

reformlar genellikle “modernleşme” olarak tanımlanmaktadır.<br />

Modernliğe girişi simgeledikleri için<br />

bu tanım doğrudur. Ancak bu reformlar, askeriye ve<br />

toplumun diğer alanlarının “Avrupalılaşma”sı ya da<br />

daha çok “Batılılaşma”sı olarak da tanımlanmaktadır.<br />

Batılılaşma, sömürge altında olmayan Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nu etkiledi, fakat İslam dünyasında<br />

daha sonra Avrupalıların hâkimiyeti altında giren<br />

ülkeleri daha fazla etkileyecekti. Bu, geleneksel İslam<br />

toplumlarının melez toplumlar hâline gelmesi<br />

demekti. Bu toplumlar kendi geleneksel örgütlenmelerini<br />

gittikçe daha çok Batılı usullerle meczettiler.<br />

Doğrudan sömürge idaresi altında olan Müslüman<br />

ülkelere Batılılaşma, bu ülkeleri daha iyi<br />

yönetmek ve onların zenginliklerini daha ustalıkla<br />

istismar etmek için getirildi. Avrupalılar toplumu,<br />

vatandaşının yararına “modern”leştiriyormuş gibi<br />

yapsa da biz asıl meselenin bu olmadığını artık<br />

biliyoruz. İyi niyetli olmuş olsalar dahi, Avrupalı<br />

sömürgeciler geleneksel Müslüman toplumların<br />

işleyişini anlamaktan yoksundu. Bunu neticesinde<br />

onları kalkındırmayı da beceremediler. Geleneksel<br />

Müslüman toplumların Avrupa toplumlarına<br />

göre düpedüz ikinci sınıf olduğuna inanıyorlardı ve<br />

mevcut olanın, Batılı olanın gelişiyle iyileştirileceğine<br />

kani idiler.<br />

1800’den önceki asırlarda —sömürgecilik başlamadan<br />

önce— İslam dünyasında gerileme anlatısı<br />

İslam dünyasının sömürgeleştirilmesinde temel<br />

esaslardan birini teşkil ediyordu. Avrupalı seyyahlar,<br />

yazarlar ve bilim insanları Ortadoğu’da maddi<br />

ve manevi bir çöküş gözlemlemiş ve bunun ilacının<br />

Avrupa sömürge hâkimiyetinde bulunduğuna kanaat<br />

getirmişlerdi. Avrupalılar, Aydınlanma boyunca<br />

ilerlemeyi doğal bir süreç olarak algılayageldiler.<br />

Onlara göre, eğer bir toplum Avrupa ile aynı müspet<br />

şekilde gelişmiyor ise orada yanlış bir şey vardı.<br />

Yine, İslam dininin içinde bulunduğu topluma iyice<br />

kazındığını ve bu nedenle de orada husule gelen her<br />

şeyi nihai olarak açıklayabileceğini düşünüyorlardı.<br />

Müslüman toplumlar, İslam dininin üzerilerindeki<br />

sıkı denetiminden dolayı orta Avrupa’nın müşahede<br />

ettiği gibi bir ilerlemeye tanık olmuyorlardı.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

19<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

Gelişmekte olan Müslüman ülkeler ise İslam ile yönetiliyor<br />

olan, ancak onun yerine sömürge idaresini<br />

tesis etmekte olan ülkeler demekti. Aydınlanma<br />

düşüncesi, İslam dünyasının sömürgeleştirilmesine<br />

meşruiyet sağlıyordu.<br />

1950 dolaylarında Batılı ülkelerle İslam dünyası<br />

arasındaki ekonomik uçurumun muazzam olduğu<br />

noktasında şüphe yoktur. O zamanlar en müreffeh<br />

ülke ABD idi; onu Yeni Zelanda, Avustralya ve İsviçre<br />

ile Birleşik Krallık gibi Avrupa ülkeleri izliyordu.<br />

1950’deki refah seviyelerine göre yapılan 52<br />

ülkelik listede 33. sıradaki<br />

yeriyle Fas, İslam ülkeleri<br />

arasında en üst sırada<br />

bulunuyordu. Fas’ın kişi<br />

başı gayri safi milli hasılası<br />

ABD’ninkinin %20’sinden<br />

daha azdı. Fas’ın bir sıra<br />

altında Türkiye bulunuyordu<br />

ve kişi başı gayri safi<br />

milli hasılası ABD’ninkinin<br />

%15’inden azdı. Ne<br />

yazık ki, 1800 dolaylarında<br />

İslam dünyasında yapılan<br />

ekonomik üretime ilişkin<br />

veriler bulunmamaktadır.<br />

Bununla birlikte Batı<br />

ile İslam ülkeleri arasında<br />

ciddi bir fark olduğundan<br />

şüpheliyim. 1800 yılı civarında<br />

dünya üzerinde en<br />

müreffeh iki ülke İngiltere<br />

ve Hollanda idi. Ancak bir<br />

yanda Kahire ve İstanbul,<br />

öte yanda Londra ve Amsterdam<br />

gibi şehirlerdeki yaşam standartları arasındaki<br />

fark bu tarihte çok yüksek olmayabilir.<br />

İslam ülkelerini ziyaret eden çoğu Batılı seyyah gerileme<br />

intibaıyla dönerken, oradaki kültürle iyice<br />

haşır neşir olan bazıları ise şahit oldukları örgütlenme<br />

ve uzmanlık düzeyinden etkilenmişlerdi. İngiliz<br />

Edward W. Lane, örneğin, 1830 dolaylarında<br />

Kahire’de beş yıldan uzun kalmış ve Mısır’da şehir<br />

hayatıyla ilgili 600 sayfayı aşan detaylı bir eser neşretmişti.<br />

O zamanlar Lane’nin bahsettiği “gerileme”,<br />

dindarlık ve geleneksel İslami eğitim ile ilgiliydi.<br />

Bunu şöyle açıklamaktaydı: “Fransız ordusu buraya<br />

girmeden önce eğitim Kahire’de çok daha üretken<br />

bir durumdaydı (…).” Lane’nin tasvir ettiği şey,<br />

1798’deki Fransız işgalinden sonraki Batılılaşmanın<br />

ilk etkileridir. 18. ve 19. yüzyıllarda Lane’nin ve diğerlerinin<br />

Müslüman şehirler hakkındaki detaylı<br />

tanımlarını okuyunca buralarda çöküş ya da gerileme<br />

içinde bir toplumun bulunduğu izlenimini<br />

edinmiyoruz. 17. ve 18. yüzyıllar Paris’in Binbir<br />

Gece Masalları’yla takıntılı olduğu, Amsterdam’ın<br />

Türk laleleriyle çılgına döndüğü, Londra’nın kahvehane<br />

kurumunu alıp benimsediği zamanlardı.<br />

İslam dünyasındaki kültür ürünlerinin 17. ve 18.<br />

yüzyıllarda Batı’ya aktarımı muazzamdır. Sonraları,<br />

sömürgecilik Batı ve İslam arasındaki ilişkinin<br />

niteliğini belirlemeye başladığında ancak, bu yıllar<br />

Müslümanların gerileme süreci olarak ilan edilmiştir.<br />

1800’den önce İslam toplumlarına bakacak olursak<br />

geniş ölçekli bir gerilemeden<br />

bahsetmek zordur.<br />

Elbette bazı ülkelerin,<br />

bilhassa da Babürlüler ve<br />

Osmanlılar gibi büyük imparatorlukların<br />

ekonomik<br />

durgunluktan kaynaklı<br />

ciddi siyasi sorunlar yaşadığına<br />

tanık oluyoruz.<br />

Ancak diğer Müslüman<br />

bölgeler, özellikle de Arap<br />

yarımadasındakiler, bundan<br />

kurtulmayı başarmış<br />

ve ekonomilerini güçlendirebilmiştir.<br />

1800’den<br />

önce İslam dünyasında<br />

gördüğümüz şey belirli bir<br />

ekonomik bölgede gerçekleşen<br />

olağan iniş-çıkışlardır.<br />

Daha 18. yüzyılda, Avrupalı<br />

güçler Hindistan’da<br />

Babürlüler ya da Balkanlar’da<br />

Osmanlılar gibi bazı İslam devletlerinin dönemsel<br />

zayıflıklarından faydalanmakta kararlıydılar.<br />

Bu durum, 1850’den sonra önde gelen Avrupalı<br />

güçler arasında İslam dünyasının sömürgeleştirilmesi<br />

hâline dönüştü. Fakat Müslüman orduların<br />

savaş meydanlarındaki yenilgisi bizi yanlış sonuçlara<br />

götürmemeli. İslam toplumları bazı Batılı yazarların<br />

okurlarını inandırmaya çalıştığı gibi çürümüş<br />

değildi. İslam medeniyeti, 1798’e —İslam dünyasında<br />

Avrupa sömürgeciliği başlayıncaya— dek,<br />

aşağı doğru değil, doğrusal bir gelişme sürdüren<br />

bir proje idi. İslam dünyasındaki ekonomiler, 18.<br />

yüzyılda İngiltere ve Hollanda’da elde edilen büyüme<br />

oranlarıyla rekâbet edemedi. Bununla birlikte,<br />

İslam medeniyeti tamamen çöküşte olan bir yol da<br />

izlemedi. Daha önceki yüzyıllarda ihdas edilmiş<br />

olan kurumları üzerinde sağlam bir biçimde durarak<br />

yavaş yavaş gelişti ve değişen koşullara ayak<br />

20<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

uydurdu. Dinî, yasal ve siyasi sistemi; kültürü, bilimi,<br />

edebiyatı ve felsefi fikirleri yavaş da olsa gelişti<br />

ve kendi toplumlarındaki değişimlere cevap verdi.<br />

Müslüman kültür, Avrupalıların içinden geçtiği bin<br />

bir çeşit devrime tanık olmadı. Kopernik devrimi<br />

yoktu, Descartes yoktu ve yine 1789 Fransız devrimine<br />

benzer bir şey yoktu. İslam kültürünün zihni<br />

gelişiminin bir parçası eskiyi tümüyle saf dışı etmek<br />

değil, onu yeni ve yabancı olanla birleştirmekti. İslam<br />

kültürü doğu, İran, Hint, Yunan ve orta Avrupa<br />

etkilerini meczetmişti. Kendi gelişim türü içerisinde<br />

bunların hiçbirini elememiş ancak onları pasifleştirmişti.<br />

İslam’da devrime<br />

değil toplum ve kültür<br />

içerisindeki pek çok farklı<br />

unsurun kendine yer bulduğu<br />

senkretizme doğru<br />

bir eğilim bulunuyordu.<br />

Bu genel olarak, hem<br />

iç şiddet (devrimler ve<br />

ayaklanmalar) hem de dış<br />

şiddet (savaş ve istilalar)<br />

açısından Batı’ya nazaran<br />

daha az şiddet içeren<br />

toplumların oluşmasını<br />

sağlıyordu. Batı’daki gibi<br />

hızlı bir ilerleme olmasa<br />

da 1800’den önce İslam<br />

toplumlarında herhangi<br />

bir gerileme de bulunmuyordu.<br />

Klasik döneminin<br />

ardından “gerileme içindeki<br />

İslam” anlatısı, Avrupalıların<br />

Müslümanlar<br />

üzerindeki hâkimiyetini<br />

meşrulaştırmayı hedefleyen<br />

bir Batılı sömürge dönemi uydurmacasıdır.<br />

Şayet elimizde İslam ülkelerinin ekonomik gücüyle<br />

ilgili güvenilir bilgiler bulunsaydı bu bilgiler ekonomik<br />

durgunluğun, çok büyük ihtimalle, Avrupalıların<br />

İslam ülkelerinin denetimini ele geçirdikten<br />

sonra başladığını gösterecekti. Sömürge hâkimiyeti,<br />

İslam ülkelerinin uzun zamandır var olan yasal sistemini<br />

ve çeşitli eğitim sistemlerini yıkıma uğrattı.<br />

Mevcut mal akışları, iş gücü olarak nüfus akışı ve<br />

para akışları büyük ölçekte zarar gördü. Uzayan sömürge<br />

hâkimiyetinin, sömürge ekonomilerinin kademeli<br />

olarak ekonomik gelişimine yol açtığı doğru<br />

olsa da Batı hukuku, eğitimi ve Batılı ticaret usullerinin<br />

gelişi büyük çaplı müdahalelere ve ekonomik<br />

gerilemelere neden oldu. Kültürel çöküş ise çok<br />

daha büyük idi. Tüm edebi biçimlerin modası geçti,<br />

eğitim biçimleri terk edildi ve hatta toplumun sahip<br />

olduğu değerler değişti. Bir nesil önce iyi, üretken<br />

ve verimli addedilen bir hayat tarzı, Batılı eğitimin<br />

gelişinden sonra değersiz ve işe yaramaz olarak görülmeye<br />

başlandı. Bu gelişmeler yalnızca doğrudan<br />

sömürge idaresi altındaki ülkeleri değil, Türkiye,<br />

İran ve Arap yarımadasındaki İslam ülkelerini de<br />

etkisi altına aldı.<br />

1100 civarında son bulan bir “altın çağ”dan sonra<br />

İslam toplumlarında başlayan sürekli gerileme fikri,<br />

Aydınlanma düşüncesinin bir parçası olarak gelişmiştir.<br />

Bu, başlangıçta, tamamen Batılı bir fikirdi<br />

ve bu fikir, 1860’tan önce<br />

İslam dünyasında yazılan<br />

eserlerde görülemez. Ancak,<br />

ne zaman ki, Batı’dan<br />

yapılan tercümelerle İslam<br />

dünyasına girdi, bu fikir<br />

pek çok Müslüman yazarın<br />

benimseyeceği şekilde güçlendi.<br />

Bizzat Müslümanlar,<br />

19. ve 20. yüzyıllarda kendi<br />

toplumlarının, Abbasilerin<br />

zirvede olduğu döneme kıyasla<br />

geride olduğu fikrine<br />

inanmaya başladılar. Bazıları<br />

Müslüman toplumların<br />

ilk zamanlarına dönmesi<br />

gerektiğini düşünüyordu.<br />

Bu durum, bizim,<br />

bugün hâlen gördüğümüz<br />

selefi düşüncenin muhtelif<br />

yönelimlerinin doğmasına<br />

neden oldu. Diğerleri ise<br />

Batılı usullerin, bazı İslami<br />

unsurlarla meczedilerek,<br />

tamamen benimsenmesinin Müslümanların ihtişamının<br />

geri dönmesini sağlayacağını düşünüyordu.<br />

Her iki yaklaşım da, bana kalırsa, yanlıştır. Her ikisi<br />

de sömürge çağının eşiğindeki Müslüman toplumların<br />

yetersizlik ve gerileme içinde olduğu fikriyle<br />

maluldür. Hâlbuki bu, gerçek bulgulara dayanmaktan<br />

çok politik bir olgudur. Umuyorum ki, bir gün,<br />

Müslümanlar kendi medeniyetlerinin, bugün itibarıyla<br />

neredeyse 1000 yıllık olan, sürekli bir gerileme<br />

içinde olduğu savına karşı ciddi bir eleştirel bakış<br />

geliştirecektir. Müslümanların kendi toplumları<br />

için samimiyetle başarmayı istedikleri türden bir<br />

gelişme, ancak, hepimiz bu fikri tümüyle geride bıraktığımızda<br />

mümkün olabilecektir.<br />

*Yale Üniversitesi (ABD), Öğretim Üyesi<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

21<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

ALTIN ÇAĞ METAFORU ETRAFINDA<br />

TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ<br />

22<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


FELSEFE<br />

Fatih M. Şeker<br />

ltın çağ metaforunun siyasetle fikriyâtın<br />

iç içe girdiği konulardan biri olduğu teslim<br />

edilmesi gereken bir hakikattir. Bir<br />

başka ifadeyle siyasî meselelerin fikrî<br />

bir zemine fikrî meselelerin de siyasî bir çerçeveye<br />

sahip olduğunu gösterebilecek hususlar bu vadide<br />

toplanabilir. Türk düşünce tarihinin Osmanlı asırları<br />

bir kül olarak göz önüne getirildiğinde görülür<br />

ki sonraki dönemler geride bıraktıkları devirleri<br />

idealize ederler ve bu idealizasyon meselelere göre<br />

değişir. Âşık Paşa-zâde, Kemâl Paşa-zâde, Lütfi<br />

Paşa, Taşköprî-zâde, Gelibolulu Âlî, Koçi Beg, Peçevî,<br />

Kâtip Çelebi, Na‘îmâ, Sehî Beg, Cevdet Paşa,<br />

Namık Kemal ve Yahya Kemal’in şahsında altın çağ<br />

farklı hükümdarlarla aynîleşir. Her devir kendine<br />

göre bir altın çağ modeli icad<br />

eder. Bu demektir ki altın çağ<br />

metaforunun öyle genel geçer<br />

bir tasvir ve tahlilini yapmak<br />

neredeyse imkânsızdır. Hâdise<br />

zamana ve zemine tabi olarak<br />

değiştiğine göre bu istikamette<br />

verilen hükümleri tarihî gerçeklerin<br />

yerine ikame etmek zannedildiği<br />

kadar kolay değildir. Bizden<br />

çok evvel Hâbnâme müellifi<br />

Veysî’nin de gündeme getirme<br />

ihtiyacı hissettiğine göre her düşünür<br />

kendi devrini krizle özdeşleştirme<br />

gayretkeşliği içine<br />

girer. Bu zaviyeden bakıldığında<br />

bir realizasyon olduğu kadar<br />

bir idealizasyon olan altın çağ<br />

anlayışının bir taraftan geçmişi<br />

cennet, mevcudu da cehennem olarak tasvir ettiği<br />

söylenebilir. Yaşanılan zamanı değerlendirmek için<br />

geçmiş bir ölçü ve standart olarak görülür. Mevcut<br />

vaziyet eleştirildiğinde geriye dönülür. Geriye dönüldüğünde<br />

de mevcut gidişât sorgulanarak idrâk<br />

edilen döneme hitap edilir.<br />

Batı düşüncesi için altın çağ Ortaçağ’dır; zira Avrupa’nın<br />

entelektüel tarihinde zirve bu zaman aralığında<br />

toplanır. Bizde ise entelektüel hayatın manivelası<br />

olarak felsefeyi görenler için zirvede İbn Sînâ,<br />

kelâmı kabul edenler için felsefeyi filozof kimliğine<br />

bürünerek hesaba çeken Gazzâlî, keşfi esas alanlar<br />

için de aklın otoritesini aklın imkânlarından istifade<br />

ederek sorgulayan hâliyle keşfe entelektüel bir alan<br />

açan İbnü’l-Arabî vardır. Esasen her üç düşünür de<br />

teşekkül eden birikimin bir semeresi ve hülasasıdır.<br />

Mesela Fârâbî, Mâtürîdî, İbn Sînâ ve Yûsuf Has Hâcib’ten<br />

geçildiğinde görülür ki Gazzâlî’nin gelmesi<br />

için bütün zemin hazırdır. İbn Sînâ Gazzâlî’nin<br />

Gazzâlî de aklı ortadan kaldırmayı değil, hakîkate<br />

ermek için onu itikâdî ve keşfî standartlara boyun<br />

eğer hâle getirmeyi hedefleyen İbnü’l-Arabî’nin<br />

yürüyeceği yolları döşer. Burada İbn Sînâ, Gazzâlî<br />

ve İbnü’l-Arabî’nin şârihi olarak görülebilecek düşünürlerin<br />

seleflerini demir leblebi hâline getiren<br />

taraflarına intikal ettiğimizde ise zirveye yeni zirvelerin<br />

eklendiği müşahede edilir.<br />

Seleflerinden hiç de aşağı kalmayan İbn Rüşd ve İbn<br />

Haldûn başta olmak üzere İşârât şerhi İbn Sînâ’nın<br />

cerhi olarak görülen Fahr-i<br />

Râzî ile en az Fususu’l-Hikem<br />

derinliğinde şerhler kaleme<br />

alan Dâvûd-ı Kayserî ve Abdullah-ı<br />

Bosnevî hemen akla<br />

gelebilecek örneklerdir. Gene<br />

Molla Câmî’nin ifadesiyle İbnü’l-Arabî’yi<br />

mahza metafizik<br />

bir çehreye büründüren Sadreddîn-i<br />

Konevî bir başka örnektir.<br />

Selçuklu-Osmanlı düşüncesinin<br />

remzi olan Gazzâlî<br />

altın çağı temsil eden düşünürse<br />

Gazzâlî-yi sânî vasfına sahip<br />

olan İsmail Hakkı Bursevî ile<br />

Gazzâlî ayarında bir mütefekkir<br />

olduğuna şehadet edilen<br />

filozof-şeyhülislâm Kemâl Paşa-zâde<br />

kimdir? Aynı şekilde<br />

İbn Sînâ altın çağın merkezî düşünürüyse onu hem<br />

tahkik hem de tenkit eden Gazzâlî İslâm düşünce<br />

tarihinin hangi aralığına sıkıştırılabilir? Yahut da<br />

Mesnevî’yi felsefî bir derinliğe büründüren Mevlânâ-yı<br />

Sânî İsmail Rüsûhî Dede nereye oturtulabilir?<br />

Fusûs ve Mesnevî şerhleriyle İslâm irfân mirasının<br />

lübbü’l-lübbü olan Ahmed Avni Konuk’un<br />

eserleri yalnızca İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ’ya dönüş<br />

müdür? Kâtip Çelebi, Na‘îmâ ve Cevdet Paşa’nın<br />

klasik dönem düşünce hayatını bir kalemde Mukaddime’de<br />

hülasa eden İbn Haldûn’la irtibatı da<br />

altın çağ metaforunun düşünceyi belirli isimlerde<br />

ve dönemlerde dondurmaktan başka bir mânâ taşımadığını<br />

göstermesi bakımından dikkat çekicidir.<br />

İyi bir örnek de şudur: Taşköprî-zâde siyasî açıdan<br />

zirveyi temsil eden Kânûnî Sultan Süleyman Hân<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

23<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


FELSEFE<br />

döneminin bir temsilcisi olsa da siyasetnâmeler bir<br />

bütün olarak okunduğunda ortaya çıkan tablo şudur<br />

ki Kânûnî Sultan Süleyman öyle iddia edildiği gibi<br />

Fatih Sultan Mehmed Hân veya Yavuz Sultan Selim<br />

devrinin ilerisinde değildir. Manzarayı tamamlayan<br />

bir başka husus da Taşköprî-zâde’nin geçmişe bakarak<br />

durduğu yeri tahkim ve takviye etmeye çalıştığı<br />

gerçeğidir. Fatih Sultan Mehmed Hân, Yavuz Sultan<br />

Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın hükümdarlık<br />

zamanları Gazzâlî, İbnü’l-Arabî ve Fârâbî’nin aktüel<br />

olduğu zaman dilimleridir. Üstelik Gazzâlî zevalde<br />

kemâli temsil eden Cevdet Paşa’nın şahsında da tazeliğini<br />

muhafaza eder. Vaziyet Cumhuriyet devrinde<br />

de öyledir. Köprülü’nün Türk<br />

Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’da<br />

Cumhûriyet Osmanlı irtibatını<br />

tabiî bir teşekkül hâline koyarak<br />

gündeme getirdiği Yûnus Emre,<br />

ikinci Gazzâlî olarak nitelenen<br />

Bursevî’nin Ferahu’r-Rûh’taki değerlendirmelerinin<br />

devamı olarak<br />

okunabilecek karakterdedir.<br />

Osmanlı düşüncesini Selçuklu<br />

asırlarının bir devamı olarak gören<br />

ve öteden beri hükmünü sürdüren<br />

çerçeveyi tazeleyen her bir<br />

düşünür, tarihte müşahhas hâle<br />

gelen zihniyet etrafında arayışını<br />

sürdürür. Tarihî aktüel kılarak<br />

kendisini geleneğe bağlar. Böylece<br />

tarihe mâl olmuş selefleriyle<br />

birlikte varlık ve mânâ kazanır.<br />

Meseleye Gazzâlî’nin yazdığı<br />

her satır muteberdir hükmünü<br />

veren Cevdet Paşa üzerinden<br />

devam edebiliriz. Yaşadığı devir<br />

her ne kadar zevâl devri olarak<br />

görülse de Paşa fikir hayatımızda kemâli temsil ettiğine<br />

göre bu durumu, pekâlâ Paşa’nın ve Paşa’yı<br />

yetiştiren geleneğin büyüklüğüne hamletmenin<br />

lüzumu ortadadır. Eliot’un bir klasik sadece bir medeniyet,<br />

bir dil ve edebiyat olgun bir çağa eriştiği zaman<br />

doğar ve nihayet bir klasik, olgun bir dimağın<br />

mahsulüdür sözünden hareket edersek en büyük<br />

müverrihimiz olarak kabul edilen Cevdet Paşa’nın<br />

Tarih-i Cevdet’ini Kemâl Paşa-zâde, Taşköprî-zâde,<br />

Kâtip Çelebi, Gelibolulu Âlî ve Naîmâ’yı yetiştiren<br />

bir geleneğin olgunluk noktası olarak görebiliriz.<br />

Yaşadığı devrin Cevdet Paşa’nın çok gerisinde kalması<br />

ise bizi şaşırtmamalıdır; zira gene Eliot’un değerlendirmesiyle<br />

fert olarak olgun bir dimağa sahip<br />

olan bir yazar, ulaştığı olgunluk seviyesinin altında<br />

bir devirde yaşıyor olabilir. Bu demektir ki biz onda<br />

kendisinden önceki birikimi öz hâlinde bulabiliriz.<br />

Hâliyle tarihî birikimin hem maziye istikamet veren<br />

hem de yaşadığı anın ihtiyaçlarını karşılayan cephesini<br />

öne çıkaran Cevdet Paşa’nın şahsında klasik dönem<br />

tarihçilerinin yeni baştan güncel hâle geleceği<br />

izahtan varestedir. Bu cephesiyle altın çağ metaforu<br />

siyasî gelişmelere indirgendiği takdirde zeval döneminde<br />

ortaya çıkan kemâl tipleri izah etmek mümkün<br />

değildir. Altın çağ metaforu bu bakımdan meseleyi<br />

şablona feda etmekte, düşünceyi kendi tabiatının<br />

dışına çıkarmaktadır. Hâlbuki teşekkül eden<br />

ilmî zihniyet, aktüel ihtiyaçları karşıladığı müddetçe<br />

hükmünü yürütmeye devam<br />

eder, tabiî olarak meseleleri<br />

çözmeyi sürdürür. Bu mânâda<br />

geçmiş modern bir karaktere<br />

sahip hâle gelir.<br />

Gözden kaçırılmaması gereken<br />

bir başka husus da zirveye götüren<br />

yolların da en az zirve kadar<br />

ehemmiyetli olduğu gerçeğidir;<br />

zira düşünce dediğimiz şey her<br />

şeyden evvel bir birikim eşliğinde<br />

yol alır. Bu zaviyeden bakıldığında<br />

altın çağ metaforunda<br />

zamana kafa tutmak, zamanın<br />

üstüne yükselmek mânâları olduğu<br />

gibi mefhum-ı muhalifinden<br />

hareket edildiğinde aktüelliği<br />

yitirmek de vardır. Maziye<br />

mütemadiyen dönme ihtiyacı<br />

hissedildiğine göre hâlıhâzırda<br />

mazi hükmünü yürütmüyor<br />

demektir. Yahya Kemal’in de<br />

dikkat çektiği gibi bir de şu var:<br />

“Hakikatte mazi, hâl ve istikbal<br />

yoktur. Ortada bir imtidâd vardır”; zira hâl dediğimiz<br />

şey yarından sonra mazi olacaktır. İstikbal dediğimiz<br />

gelecek günler de zaman yürürken hâl olacaklar, sonra<br />

da maziye karışacaklardır. Bu bakımdan öncekiler<br />

sonrakilerin yürüyeceği güzergâhı belirler; sonrakiler<br />

de öncekileri yeni baştan şekillendirir. Gerçekleşen<br />

her şey, gelecekte hayat bulacak şeylerin habercisi<br />

olur. Geçmişe ihtiyaç duymayan bir geleceğin mümkün<br />

olmadığı gerçeği kendini gösterir. Mazi hâli ve<br />

geleceği belirlediği gibi hâl ve gelecek de maziyi yeni<br />

baştan şekillendirir. İdrâk edilen zaman ve zeminden<br />

geçmişe bakma ihtiyacı hissedildiğine göre ölçü ve<br />

realitenin tarih olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.<br />

24<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


SÖYLEŞİ<br />

DİMİTRİ<br />

GUTAS<br />

İSLAM FELSEFESİ ÜZERİNE<br />

Prof. Dr. Dimitri Gutas İstanbul kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak 1945’te Kahire’de doğdu. İlk eğitimini İstanbul’da<br />

tamamlayıp 1965’te Robert Koleji’nden mezun olan Gutas, 1969’da Yale Üniversitesi’ni iftihar derecesiyle<br />

bitirdi. 1974’te aynı üniversitede klasik filoloji, dinler tarihi ve Arap dili ve İslam tetkikleri alanlarında doktorasını<br />

tamamladı. 1975-1998 yılları arasında başta ABD, Mısır, Almanya, Yunanistan ve Hollanda olmak üzere çeşitli ülkelerdeki<br />

üniversite ve araştırma merkezlerinde çalışmalarda bulunan Gutas, hâlihazırda Yale Üniversitesi’nde Arap<br />

Dili ve Edebiyatı profesörü olup 1998’den bu yana Yakın Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü Başkanlığı görevini<br />

sürdürmektedir. Prof. Gutas ile İslam felsefesinin dünü ve bugünü üzerine kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.<br />

Ahmet Faruk Çağlar<br />

Öz geçmişinize bakıldığında Yunan felsefesi<br />

ya da Bizans çalışmanız daha “doğal”<br />

bulunabilirdi belki de. Neden -sizin deyiminizle-<br />

“Arap Felsefesi” çalışmayı, İbn<br />

Sina uzmanı olmayı tercih ettiniz? Bu alanı<br />

seçmekteki motivasyonunuz ne idi?<br />

Tarih yazıcılığının iki türü vardır: Biri bilgiye<br />

dayalı ve nesnel; diğeri ise ideolojik ve öznel.<br />

İlkinde, tarihte ne meydana gelmiş, nasıl ve<br />

niçin meydana gelmiş sorularını araştırmaya<br />

ve sunmaya çalışırsınız. Bunu da mevcut tüm<br />

delillerin ışığında, belirli insanları, zaman dilimini<br />

ve bölgeyi referans alarak yaparsınız.<br />

İkincisinde ise ideolojik eğiliminize ve amaçlarınıza<br />

uyan delilleri seçersiniz. Arayıp bulduğunuz<br />

bu tarz deliller yeterli gelmeyince,<br />

başka hikâyeler uydurursunuz ve dolayısıyla<br />

elinizdeki konu ile ilgili olarak (örnek vermek<br />

gerekirse, belirli bir zaman ve mekândaki<br />

belirli bir halkın tarihi ya da bir kişinin veya<br />

26<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


SÖYLEŞİ<br />

fikrin tarihi) mitolojik bir hikâye<br />

sunabilmek adına toplayabildiğiniz<br />

malzemeleri ideolojik eğilim<br />

ve amaçlarınıza uyacak şekilde yorumlarsınız.<br />

Bu anlatı ya da hikâye,<br />

ele aldığınız konunun (belirli bir<br />

halk ya da kişilerin vs.) dünyada<br />

var olanların en iyisi, en şereflisi, en<br />

adili veya en cesuru vb. olduğunu<br />

gösterme çabasından ileri gitmez.<br />

Bahsettiğimiz ilk kategori ilimdir;<br />

ikincisi ise propagandadır. Kaldı<br />

ki ben bunu tarih yaklaşımı açısından<br />

“güzellik yarışması” olarak<br />

adlandırıyorum: Bu “güzellik yarışması”nda<br />

her ulus ve bu ulusun<br />

her bir bireyi “bizim kız”ın en güzel<br />

olduğuna inanmak ve bunu göstermek<br />

zorundadır. Şimdilerde, çoğu<br />

ulusal tarih, bu ikinci kategoriye<br />

giriyor. Bu tarih ve tarihçeler bir<br />

ulusun “yüceliğini” göstermek ve<br />

meşru kılmak için yazılmışlardır.<br />

Ayrıca, okulda öğrencilere öğretilen<br />

tarih de bu türü oluşturmaktadır.<br />

(Tüm ulusların okullarında<br />

okutulan tarih kitaplarına göz<br />

atmak size bu konuda bir fikir verecektir.)<br />

Maalesef bu “güzellik yarışması”<br />

niteliğindeki tarih anlayışı<br />

tüm ülkelerde, geniş insan kitleleri<br />

arasında oldukça yaygındır. Böylelikle,<br />

belirli bir ulusal, etnik, dinî<br />

arkaplana sahip tarih yazıcısı olan<br />

her bireyden beklenen sey, kendi<br />

geçmişini yüceltmesidir.<br />

Sorduğunuz soru aslında örtük<br />

olarak bunu farz ediyor. Ne var ki,<br />

buna karşın bir de bilimsel tarih<br />

yazıcılığı var; bununla ilgilenen<br />

kişi, herhangi birini ya da bir şeyi<br />

yüceltmek, onu haklı çıkartmak<br />

ya da yerin dibine sokmak amacını<br />

taşımaz. Yalnızca ve yalnızca o<br />

konuyu etkileyici bulur ve anlamak<br />

ister. Ben tarih alanında incelemek<br />

üzere farklı konular seçtim. İslam<br />

düşüncesi (felsefesi) de bunlardan<br />

biri. Bilgi evrenseldir ve ona ulaşmak<br />

başlı başına bir mükafattır.<br />

Aristoteles’in da dediği gibi -bunu,<br />

Diyebiliriz ki,<br />

[İslam felsefesi<br />

çalışmalarında]<br />

ilk sorun<br />

şudur: Ortada<br />

muazzam bir<br />

malzeme var ve<br />

bu malzemeyi<br />

inceleyen çok<br />

az kişi var.<br />

Aristoteles’in Yunan olduğu için<br />

değil, büyük bir filozof olduğu için<br />

ve bildiğimiz kadarıyla ilk kez o<br />

söylediği için söylüyorum-, “Bütün<br />

insanlar tabiatları gereği bilmeyi<br />

arzu eder.”<br />

İslam felsefesi üzerinde sıhhatli<br />

konuşabilmek için Arapça bilmenin<br />

şart olduğunu ifade ediyor,<br />

ancak bunun yeterli olmadığını<br />

ima ediyorsunuz. Arapça öğreniminin<br />

yanı sıra, İslam felsefesi<br />

ile sağlıklı bir irtibat kurabilmek<br />

için gerekli diğer şartlar neler?<br />

Felsefe, insanların ürettiği diğer<br />

şeyler gibi, ister entelektüel ya da<br />

toplumsal nitelikte, isterse maddi<br />

olsun, belli bir toplumda, zamanda<br />

ve mekânda yaşayan birey ya<br />

da bireylerin ürünüdür. Uzayda<br />

öylesine uçuşan sahipsiz düşünceler<br />

yoktur. Dolayısıyla, bu felsefe,<br />

zamanı, mekânı ve şahsi tecrübeleri<br />

kimliğini var etmiş bir bireyin<br />

belirli bir lisanda yazdığı bir şeydir.<br />

Bu kişinin ne dediğini tam olarak<br />

anlayabilmek için, onun dilini çok<br />

iyi şekilde bilmek yeterli değildir<br />

(gayet açıktır ki bu atılması gerekli<br />

ilk adımdır). Aynı zamanda, söz<br />

konusu kişinin içinde yaşadığı toplumu,<br />

bu toplumun tarihini, fikrî<br />

ve entelektüel hareketlerini; belirli<br />

fikirleri yücelten ve destekleyen<br />

siyasi ve toplumsal sınıfları; bunların<br />

arasında filozofun benimsediği<br />

fikirleri ve en nihayetinde, daha<br />

geniş çerçevede filozofun yaptıklarını<br />

ya da yapmak istediklerini<br />

anlamak gerekmektedir. İslam felsefesi<br />

özelinde, filozofun içerisinde<br />

yaşadığı mekânın ve zamanın toplumsal,<br />

siyasi, entelektüel ve edebî<br />

tarihini bilmek de gerekir.<br />

Uzun süredir tekrar ettiğiniz<br />

önemli tespitlerden biri, İslam<br />

felsefesine ait, henüz üzerinde<br />

çalışılmamış çok büyük çapta<br />

malzeme olduğu. Bu durum bugün<br />

de geçerli mi? Geçerliyse, bu<br />

önemli tespitin onlarca yıl önce<br />

yapılmış olmasına rağmen, neden<br />

bahsettiğiniz malzeme üzerinde<br />

hâlâ yeterince çalışılmadı/<br />

çalışılmıyor?<br />

İslam felsefesi, modernite öncesi<br />

dönemde -9. ila 18. yüzyıllar arası-<br />

bin yıllık bir geçmişe sahip. Bu<br />

dönem boyunca, bugün rahatlıkla<br />

felsefi yazın diyebileceğimiz yüzlerce<br />

edebî eser kaleme alınmıştır.<br />

Bu dönemin ilmî araştırmalarının<br />

geçmişi ise ancak 150 yıldır -19.<br />

yy ortalarında başlamıştır-; bu<br />

alanı inceleyen aydınlar daha yakın<br />

zamana kadar sayıca oldukça<br />

azdı ve inceledikleri alan da kısıtlı<br />

idi. Diyebiliriz ki, ilk sorun şudur:<br />

Ortada muazzam bir malzeme var<br />

ve bu malzemeyi inceleyen çok az<br />

kişi var.<br />

İkinci olarak, bu alanı inceleyebilmek<br />

için, edinilmesi güç olan<br />

bazı kabiliyetlere sahip olmak gerekmektedir.<br />

Bu alanda çalışmak<br />

için gerekli diller: evvela mutlaka<br />

Arapça ile Farsça; sonraki dönem-<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

27<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


SÖYLEŞİ<br />

ler için Osmanlıca; bunun yanı<br />

sıra ilmi bibliyografyayı okuyabilmek<br />

için İngilizce, Fransızca, Almanca<br />

ve belki de İspanyolcadır.<br />

İlgili alanlar ise şunlardır: felsefe,<br />

hem Yunan hem de ortaçağ Avrupası<br />

felsefesi -Yunan felsefesi,<br />

İslam felsefesinin kaynağını oluştururken,<br />

Ortaçağ Avrupa felsefesi,<br />

bu kaynağın devamı niteliğindedir-;<br />

İslam ilahiyatı –kelam- ve<br />

mistisizm ve elbette daha önce<br />

de sözünü ettiğim gibi, filozofun<br />

içinde yaşamış olduğu bölgenin<br />

toplumsal ve siyasi tarihleridir.<br />

Tüm bu konular çoğu üniversitede<br />

ders olarak okutulmadığı için -ve<br />

hatta İslam felsefesi çalışmaları<br />

ile alakalı dahi sayılmadığı için-,<br />

birçok âlim ve aydın, özellikle de<br />

daha genç nesiller, ilmî araştırmalar<br />

için gerekli fon bilgileri edinemiyorlar.<br />

Üçüncü olarak: Çalışma ve araştırmalar<br />

için gerekli olan felsefecilerin<br />

Arapça ve Farsça kaleme<br />

alınmış olan eserleri konusunda<br />

da sorunumuz var; bu eserlerin,<br />

basılmış olsalar bile, güvenilir<br />

baskıları yok; elimizdekiler yalnızca<br />

bazı el yazmalarının basit kopyalarından<br />

öteye geçmiyor ki bu<br />

nüshalarda da sözümona “editör”<br />

hataları bulunuyor.<br />

Dördüncü olarak, başlangıçta belirttiğim<br />

üzere, tarih yazımcılığı da<br />

sorunlu bir mevzu. Pek çok araştırmacı,<br />

İslam felsefesi alanında<br />

öznel, ideolojik yaklaşımı benimsemekte;<br />

sonuç olarak da ürettikleri,<br />

o düşünürün aslında ne düşündügünden<br />

çok, bu araştırmacıların<br />

belirli konularda ne düşündükleri<br />

olarak öne çıkıyor. Bu duruma düşenler<br />

arasında hem Avrupalı hem<br />

de Müslüman aydınlar yer alıyor.<br />

Avrupalı aydınlar meseleye oryantalist<br />

açıyla yaklaşırlarken, diğer<br />

yandan Müslümanlar savunmacı<br />

yaklaşım dediğimiz tavrı benimseyerek,<br />

Müslümanların sırf Müslüman<br />

oldukları için yaptıkları her<br />

Avrupalı aydınlar<br />

meseleye oryantalist<br />

açıyla yaklaşırlarken,<br />

diğer yandan<br />

Müslümanlar<br />

savunmacı yaklaşım<br />

dediğimiz tavrı<br />

benimseyerek,<br />

Müslümanların<br />

sırf Müslüman<br />

oldukları için yaptıkları<br />

her şeyin en<br />

iyisi olduğunu kanıtlama<br />

çabasına<br />

girişmektedirler.<br />

şeyin en iyisi olduğunu kanıtlama<br />

çabasına girişmektedirler.<br />

Burada açıkça belirteyim: Bilimsel<br />

tarih yazıcılığı tarihte -tarihin her<br />

türü; siyasi, entelektüel vs.- neler<br />

meydana geldiğini, neden ve nasıl<br />

cereyan ettiğini belirlemeyi amaçlar.<br />

Büyük bir tarihçinin dediği<br />

gibi, “Tarihe içkin mana, incelemek,<br />

düşünmek, araştırmaktan, ve<br />

varlığın sebep ve illetlerini dikkatle<br />

araştırıp, hadiselerin neden ve nasıl<br />

vuku bulduğunu inceleyip hakikate<br />

ulaşmaya çalışmaktan ibarettir.”<br />

Bunu söyleyen İbn Haldun idi<br />

-burada adını zikretmemin sebebi<br />

Müslüman olması değil; muazzam<br />

bir tarihçi olmasıdır.<br />

Bilimsel tarih yazıcılığı belirli bir<br />

fikri kanıtlamaya ya da hususi<br />

bir tarihî gerçekliği ya da şahsiyeti<br />

yargılamaya çalışmaz. Tarih<br />

yazıcısının sonrasında kanıtlayıp<br />

meşrulaştırmak zorunda kalacağı<br />

yerleşmiş, önyargılı fikirler zaten<br />

yoktur. Ne var ki, tarih yazıcılığında<br />

ulusalcı ve ırkçı yaklaşımlar<br />

-benim “güzellik yarışması” türü<br />

dediklerim- ise tam tersidir: Bu<br />

yaklaşımlar, belirli bir ulus ya da<br />

tarihî şahsiyetin büyük ve muzaffer<br />

olduğunu kanıtlamaya çalışır.<br />

The Study of Arabic Philosophy<br />

in the Twentieth Century başlıklı<br />

makalenizde bir plan/kroki veriyorsunuz,<br />

10. yy ile 18. yy arası<br />

İslam filozoflarına dair. Bahsi geçen<br />

listede ismi geçen filozofların<br />

sayısındaki cılızlığı göz ardı etsek<br />

dahi, yine de neredeyse son üç<br />

buçuk asırdır İslam coğrafyasında<br />

filozof yetiştiğine dair, felsefi<br />

düşüncenin canlı olduğuna dair<br />

bir emare yok listenizde. Bunun<br />

sebepleri hakkında neler söylemek<br />

istersiniz?<br />

Bahsini ettiğiniz o makalede yalnızca<br />

modernite öncesi, yani<br />

18.yy’a kadar olan dönemi inceledim.<br />

Evet, ancak Osmanlı İmparatorluğu’nda<br />

15. yüzyıldan 18.<br />

yüzyıla kadar süren çeviri faaliyetlerinin<br />

araştırılmayı bekleyen<br />

önemli bir dönem olduğunu söylüyorsunuz<br />

-yine uzun zamandır-.<br />

En önemli iddianız ise felsefi<br />

düşüncenin gelişiminde sosyal ve<br />

siyasal şartların belirleyiciliği. 6<br />

asırlık Osmanlı’nın herhangi bir<br />

döneminde felsefenin gelişimini<br />

mümkün kılacak sosyal ve siyasal<br />

şartlar hükümferma oldu mu?<br />

Halife Me’mun dönemi ile kıyaslanabilecek<br />

bir dönem yaşandı mı<br />

Osmanlı’da? Hasılı, Osmanlı’da<br />

da büyük/önemli bir felsefi etkinliği<br />

mümkün, hatta zorunlu kılan,<br />

bizi ikna edici hangi sosyal ve<br />

siyasal şartlardan söz edilebilir?<br />

Osmanlı dönemi uzmanı değilim,<br />

dolayısıyla buna cevap vermem<br />

mümkün değil.<br />

Öyleyse Osmanlı’nın büyük bir<br />

“siyasi” ve “askeri” güç olduğu<br />

mezkur dönemde -15. ve 18. yüzyıllar<br />

arasında- felsefi olarak da<br />

çok faal bir ilmî ortamın olduğuna<br />

dair kesin bir şey söyleyemez-<br />

28<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


SÖYLEŞİ<br />

siniz. Yani Osmanlı dönemindeki<br />

âlimlerin felsefi olarak ne denli<br />

“orjinal” eserler ortaya koyduğu<br />

ancak mezkur döneme ait eserler/<br />

yazmalar araştırıldığında net olarak<br />

söylenebilir, hasılı; Osmanlı’da<br />

güçlü bir felsefi etkinlik olup<br />

olmadığına dair henüz kesin bir<br />

yargıda bulunulamaz?<br />

Genel olarak sözünü edeceğim<br />

bilgiler yaygın olarak ve gayet iyi<br />

bilinmektedir. Osmanlılar, kendilerinden<br />

önceki İslam devletlerinin<br />

halefi olan bir devlet ve kültür<br />

olmakla birlikte tabii olarak, İslam<br />

topraklarında önceki yüzyıllarda<br />

var olmuş ilim ve irfanı benimsemişler<br />

ve teşvik etmişlerdir. Tahsil<br />

ettikleri birçok ilim alanına felsefe<br />

de dâhildi. Buna verilebilecek en<br />

sağlam kanıt, hükümranlığı süresince<br />

Osmanlı topraklarında icra<br />

ya da iktisap edilen binlerce felsefi<br />

el yazmalarıdır: Süleymaniye ve<br />

Topkapı başta olmak üzere, Anadolu’daki<br />

sayısız kütüphane ve külliye<br />

bu el yazmalarıyla doludur. Elimizde<br />

Katip Çelebi -öl. 1657- gibi<br />

Osmanlı muharrirlerinin yazılı<br />

beyanları da mevcut. Katip Çelebi<br />

15. ve 16. yüzyıllarda bir âlimin<br />

kıymetinin hem İslami hem de felsefe<br />

gibi kadim ilimlere ne kadar<br />

hâkim olabildiği ile ölçüldüğünü<br />

söylemiştir.<br />

Dolayısıyla, Osmanlı döneminde<br />

felsefe çalışmalarının yürütüldüğü<br />

şüphesiz bir gerçektir. Ne var ki,<br />

bu çalışmaların “orijinal” olup olmadığını<br />

sorgulamak ise, tarih yazımcılığını<br />

sözünü ettiğim güzellik<br />

yarışmasına çevirmek demektir;<br />

zira eğer o çalışmaların “orijinal”<br />

olduğunu kanıtlayabilirsek -tabii,<br />

bu bağlamda “orjinal” ne anlama<br />

geliyorsa artık-, bizim “yarışmacımız”ın<br />

en güzel olduğunu iddia<br />

etmiş oluyoruz. Öyleyse, araştırılması<br />

gereken asıl sorular şunlardır:<br />

Osmanlı âlimleri, felsefi çalışmalarında<br />

fiilen ne icra ediyorlardı?<br />

Bu çalışmaları yürütmelerindeki<br />

amaçları neydi? Ve son olarak, felsefe<br />

tahsil ettiklerinde ve kaleme<br />

aldıklarında, bu âlimlerin kendilerine<br />

dair ilmî tasavvurları neydi?<br />

Bu soruların araştırılmasına ise henüz<br />

başlanıldığını söyleyebilirim.<br />

Bugün de İslam coğrafyasının<br />

herhangi bir yerinde, Türkiye’de,<br />

İran’da, Mısır’da vs. Batılı üniversite<br />

ve kurumlarla boy ölçüşebilecek<br />

fiziksel ve entelektüel bir<br />

altyapının olmadığı açık. Üstelik<br />

yakın gelecekte bunun değişmesini<br />

sağlayabilecek sosyal ve siyasal<br />

bir irade de ufukta görünmüyor.<br />

Hasılı, mevcut sosyal ve siyasal<br />

şartlar itibariyle Müslümanların<br />

kendi düşünce geleneklerini yeterince<br />

araştırıp buradan hareketle<br />

bugünün insanına -Doğulu ya<br />

da Batılı, Müslüman ya da gayrimüslim-<br />

yeni bir şey söyleme/<br />

önerme şansının pek olmadığı<br />

söylenebilir mi sizce?<br />

Daha önceki sorularınızın işaret<br />

ettiği, üstü kapalı şekilde burada da<br />

bahsedilen sorun bana kalırsa aslında<br />

“İslam ile Bilim”dir ve dahi bu<br />

ikisinin uyumlu olup olmadığıdır.<br />

Bu sorunu bu şekilde ifade etmek<br />

zaten sorunun bir parçası. “İslam<br />

ve Bilim” ifadesi iki terimden oluşur<br />

ki bunlardan her birinin bağımsız<br />

ve aslî bir varlık olduğu yanlış<br />

olarak düşünülür; dolayısıyla<br />

burada ima edilen soru, bu ikisinin<br />

günümüzde ve tarihte biribirleriyle<br />

uyumlu olup olmaması ve karşılıklı<br />

ilişkileridir.<br />

Daha açık konuşmak gerekirse bu<br />

soru şöyle ifade edilebilir: Şayet,<br />

ortaçağ İslam medeniyetinin ihtişamı<br />

ve yalnızca Müslümanlara<br />

değil Avrupalılara da ilim öğreten<br />

yüzlerce bilimadamının yetişmesinden<br />

İslam sorumlu ise, o hâlde<br />

aynı İslam, günümüzde bilim baharını<br />

yeniden getirecek şartları<br />

neden oluşturmuyor? Ya da, ikinci<br />

soruyu şöyle sorarsak, İslam dünyasında<br />

günümüzde görülen çöküş<br />

ve bilimdeki gerilemeden İslam neden<br />

sorumlu tutuluyor?<br />

Bu sorunun bu şekilde anlaşılması<br />

ve bu şekilde formüle edilmesi tamamiyle<br />

yanlıştır. Yanlıştır, çünkü<br />

“İslam” nasıl ortaçağ ilimadamlarının<br />

başarılarından sorumlu değilse,<br />

günümüzdeki ilmi çöküşten de<br />

sorumlu değildir.<br />

Bunun iki ana sebebi var. Birincisi,<br />

geçmişte ve günümüzdeki bu<br />

gelişmelerde tarihsel faktör olarak<br />

görülebilecek tekil, aslî “İslam” diye<br />

bir kavram yok. Bu, kesin olarak<br />

tanımlanabilen ve Müslüman toplumlardaki<br />

tüm değişimlerde amil<br />

(faktör) olarak kabul gören bu tür<br />

“İslam” fikri, idealci bir oryantalist<br />

düşünceden başka bir şey değildir;<br />

bu düşüncenin, gerek tarihî realiteyi<br />

temsil etmek olsun, gerekse de<br />

geçmişi izah etmek olsun, herhangi<br />

bir tarihsel geçerliliği, meşruiyeti<br />

yoktur. Öte yandan, bunun mukabili,<br />

Peygamber zamanındaki normatif<br />

ideal “İslam” düşüncesidir.<br />

Peygamber zamanında belirli bir<br />

İslam mevcudiyeti vardı; fakat ne<br />

yekpareydi ne de normatifti: İslam,<br />

Peygamber’in yaşamı boyunca sürekli<br />

bir devinim içerisindeydi. Bu<br />

durum ilk olarak Kur’an surelerini<br />

Mekke ve Medine dönemi diye ikiye<br />

ayıran erken dönem Müslüman<br />

âlimleri tarafından dolaylı da olsa<br />

kabul görmüştü. Bunun yanı sıra<br />

bu âlimler, sebeb-i nüzul (asbāb<br />

an-nüzūl) tenkitleri ve özellikle<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

29<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


SÖYLEŞİ<br />

nesih vasıtasıyla Kur’an ve dolayısıyla<br />

İslam dogmasının gelişim sürecini,<br />

erken ve sonraki dönemler<br />

olarak ikiye ayırmışlardır.<br />

Şayet Peygamber dönemindeki<br />

idealleştirilmiş İslam’ı norm olarak<br />

almak istersek, bu “İslam” versiyonun<br />

Peygamber zamanında hangi<br />

yıl ve hatta aya tekabül ettiğine<br />

karar vermek gerekmektedir. Böyle<br />

bir periyot örnek bir norm olarak<br />

alındıgı takdirde, bu durum, İslam<br />

dogmasının değişen koşullara<br />

uyum sağlamasını kolaylaştıran<br />

sonraki tüm pozitif gelişmeleri geçersiz<br />

kılacaktır. Öyleyse diyebiliriz<br />

ki, oryantalist bakış açısından ya<br />

da ideal dini yalnızca Peygamber<br />

zamanına indirgeyen anlayışta, tarihî<br />

bir “aslî” İslam bulunmamaktadır.<br />

Birçok farklı İslam anlayışı<br />

mevcuttur; bunların her biri kendi<br />

zamanı ve bölgeselliğiyle tanımlanmış<br />

ve farklı muhteviyatları nedeniyle<br />

her zaman birbiriyle uyumlu<br />

olmamıştır. Bu formülasyon, aslına<br />

bakılırsa yeni bir şey değil; tüm<br />

dinler için geçerli. Dolayısıyla da<br />

Müslüman dünyası talebelerinin<br />

bunu ciddiye alması gerekiyor.<br />

Örnek vermek gerekirse, Yunanca-Arapça<br />

çeviri hareketinin son<br />

hızla devam ettiği dönemde Bağdat’taki<br />

Abbasî yönetiminin ilk iki<br />

yüzyılında görülen, bilimsel araştırmalardaki<br />

patlama, belirli bir<br />

grubun ya da kişilerin İslam anlayışı<br />

ile alakalı değildi. Ya da başka<br />

bir deyişle, o dönem ve bölgedeki,<br />

Abbasî elitlerince benimsenen fikirlerin<br />

kaynağı ve bu kaynakların<br />

oluşturduğu Abbasî İslam anlayışı,<br />

bilimsel ve felsefi faaliyetlerde herhangi<br />

bir rol oynamamıştır; din,<br />

bu tarihsel gelişmelerde oldukça<br />

tarafsız ve nötr idi. İslam’ın ilmi<br />

gelişmelere karşı tarafsızlığı İslam<br />

dünyasında sonraki yüzyıllar boyunca<br />

farklı bölgelerde de gözlemlenmiştir<br />

Parantez içinde olarak, burada<br />

İslami geleneğin içinden bir söylemi<br />

eklemek istiyorum. Hicretin<br />

üçüncü ve dördüncü yüzyılındaki<br />

Müslüman ilim adamları, tarihsel<br />

İslam’ın çokbiçimliliğini son derece<br />

iyi anlamışlardı; bunun yanı<br />

sıra, Müslümanların esasiyetçi ve<br />

idealist bir “İslam” kavramının geliştirilmesinin<br />

ya da “ortodoksluğu”<br />

–asli ve gerçek inancı- tanımlamanın<br />

mümkün olmadığını da<br />

görmüşlerdi. Birden fazla Kur’an<br />

kıraatının ve fıkıh ekolünün normatif<br />

olarak benimsenmesi de<br />

bunu göstermektedir.<br />

Bu durum ise hem epistemolojik<br />

hem de toplumsal sebeplerle<br />

açıklanabilir: Bu ilim adamları,<br />

bu hususta her geleneğin tasdiklenemeyeceğinin<br />

bilincindeydi;<br />

özellikle de bu gelenekler ilmine<br />

güvenilir, saygı duyulan kanaat liderlerine<br />

ait ise. Dolayısıyla, bahsi<br />

geçen din araştırmacıları, din<br />

âlimlerinin otoritelerini sarstıklarında<br />

ve bu âlimlerin herhangi<br />

birinin düşüncelerini dinî norm<br />

olarak empoze etmeye çalıştıklarında<br />

meydana gelecek kaosun<br />

farkındaydılar. Nitekim, tarihî<br />

hakikatler nedeniyle, Müslümanların<br />

kendilerini tanımlamalarındaki<br />

esneklik (flexibility), ortaçağ<br />

İslam döneminde iyice yerleşmiştir;<br />

bu yüzden modern araştırmacılar<br />

tarafından ciddi bir araştırma<br />

konusu olarak işlenmelidir.<br />

İkincisi, tarihin hangi noktası baz<br />

alınırsa alınsın, bir din, tarihsel<br />

olarak muayyen bir toplumun ideolojisidir.<br />

Aynı şekilde, toplumun<br />

çoğunluğundan sadakat ve saygı<br />

talep eden diğer toplumsal ideolojiler<br />

gibi, din, kendi başına tesirsiz<br />

olmakla birlikte, tarihsel bir amili<br />

yoktur. Tamamiyle, o ideolojiyi kimin<br />

ve ne amaçlarla kullandığına<br />

bağlıdır. Diğer bir deyişle, tüm ideolojiler<br />

gibi, her iki tarafı da etkileyebilir;<br />

hem iyiye hem de kötüye<br />

kullanılabilir. Aynı şekilde, kendi<br />

menfaatleri doğrultusunda, dini<br />

ideoloji olarak kullanan toplumun<br />

liderleri tarafından manipulasyona<br />

karşı savunmasızdır.<br />

Dolayısıyla İslam belli bir tarihte<br />

ve belli bir bölgede yaşamış olan<br />

Müslüman nüfusun inanç silsilesi<br />

olarak tanımlandığında, bu versiyonda<br />

İslam’ın herhangi bir tarihsel<br />

etkinliği kalmamaktadır; ne var<br />

ki, doğrusu şudur: O dönemde ve<br />

bölgede iktidar sahibi kişiler ya da<br />

gruplar tarafından İslam’ın nasıl<br />

kullanılmış olduğunu idrak etmek<br />

gerekir. İslam dünyasındaki ilmî<br />

gelişmeler hasebiyle çok önemli bir<br />

dönem olan Abbasîler döneminden<br />

başka bir örnek vermek gerekirse,<br />

Halife Me’mun hususunu ele<br />

alabiliriz. El-Me’mun, kardeşleriyle<br />

olan taht kavgaları nedeniyle patlak<br />

veren iç savaş sonrasında, hükümranlığını<br />

meşrulaştırabilmek için<br />

dini bu amaçlara binaen kullanmış;<br />

ve gücü kendinde toplayabilmek<br />

için kendini İslam mücahidi olarak<br />

göstermiştir. El-Me’mun’un izlediği<br />

bu politikanın pek çok biçimi<br />

vardı: Mihne mahkemeleri bunların<br />

en ünlüsüdür ve Hristiyan Bizanslılar’a<br />

karşı yürütülen şiddetli<br />

savaşlar bunlardan biridir. Döneminde<br />

başlatılan propaganda kampanyalarında,<br />

Bizanslıların yalnızca<br />

“kâfir”oldukları için değil, aynı<br />

zamanda kültürel anlamda Müslümanların<br />

da aşağısında oldukları<br />

için, Müslümanların saldırılarını<br />

hak ettiği söyleniyordu. Müslümanlar<br />

-Bizanslıların aksine- kadim<br />

Yunan ilmini takdir ediyor ve<br />

birçok kitabı Arapçaya tercüme ettiriyorlardı.<br />

Bu kampanyaları yürü-<br />

30<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


SÖYLEŞİ<br />

ten El-Me’mun çevresi, kısaca, “İslam”ın<br />

ilmî faaliyetlerle bizatihi ilgisi<br />

olduğu için değil, Bizans karşıtı<br />

propaganda ve El-Me’mun’un ilmî<br />

maksatlarını desteklemek amacıyla<br />

dini kullanmışlardır.<br />

Oldukça iyi bilinen başka bir örneğe<br />

bakalım: Farklı pek çok fıkıh<br />

âliminin mantık bilimine karşı<br />

tutumları. Şâfi İbn-es-Salah -ö.<br />

643/1245- caiz olmadığını söylerken,<br />

yine Şâfi âlimlerden Takiyuddin<br />

es-Subki (ö. 756/1355) bu<br />

hususta tarafsız kalmıştır. Ne var<br />

ki, Malikilerden İbn-Rüşd’ün -d.<br />

595/1198- kitabı Fasl El-Makal’de<br />

ise caiz olduğu yazılıdır. İlahiyatçı<br />

âlimler arasında da görüş ayrılıkları<br />

mevcut idi. Zahirilerden İbn-<br />

Hazm’a -ö. 456/1064- göre, mantık<br />

bilimi, daha geleneksel metodolojilerde<br />

değil de, yalnızca dinî ilimlerde<br />

kullanılmalıydı. Yine, Şâfi din<br />

âlimi Gazali -ö. 505/1111-, dinî<br />

nüshaların incelenmesinde hem<br />

mantık bilimine hem de geleneksel<br />

metodlara cevaz vermiştir. Öte<br />

yandan, Hanbeli İbn Teymiyye -ö.<br />

728/1328- ise, mantık biliminin<br />

kullanımını kesinlikle reddetmiştir.<br />

Bu delillerin bize gösterdiği şey,<br />

“İslam”ın bilime ve bilimsel metotlara<br />

karşı ya da taraftar olduğu değil<br />

-ki gerçekten belirleyici olsaydı,<br />

hangi âlimin “İslam” anlayışının<br />

baz alınması gerekirdi?-; her bir<br />

yaklaşıma getirilebilecek dinî argümanlar<br />

olduğu hakikatidir.<br />

Bu deliller ışığında yapılması gereken<br />

asıl şey, her bir din âlimini<br />

ve belirli bir görüşü destekleme<br />

niyetlerini araştırırken, toplumsal<br />

ve ideolojik çerçeveden ele almak<br />

gerekmektedir: Kimlerin menfaatine<br />

destek oluyorlar ve neden?<br />

Başka bir ifadeyle, buradaki mesele<br />

dinî değil, daha çok tarihî,<br />

siyasi ve içtimai niteliktedir. İslam’ın<br />

tarihteki bulgusal ve gelişmeci<br />

niteliğini yok saydığınızda<br />

-mesele “İslam ve Bilim” olmaktan<br />

çıkar ve daha doğru şekilde “İslami<br />

toplumlardaki ilimler” şekline<br />

Genç Müslüman<br />

öğrenciler, Avrupa ya<br />

da Kuzey Amerika’da<br />

ilim tahsil etmek için<br />

ülkelerini terk<br />

ettiklerinde ve ünlü<br />

birer bilim insanı<br />

olduklarında, onların<br />

bilim insanı olmalarını<br />

sağlayan “İslam”<br />

mıdır? Ya da tam<br />

tersini düşünelim,<br />

kendilerinden daha<br />

şanssız olan ve ülkelerini<br />

terk edemeyen<br />

erkek ya da kız<br />

kardeşlerini birer<br />

bilim insanı olmaktan<br />

alıkoyan “İslam”<br />

mıdır?<br />

bürünür- o zaman aslîleştirilmiş<br />

ve yüceltilmiş bir “İslam” anlayışının<br />

yanıltıcı tesirleri olmaksızın,<br />

araştırmaların tarihsel bir çizgide<br />

ilerlemesi mümkün olacaktır.<br />

Bu sorunsalın siyasi ve içtimai doğası,<br />

günümüz İslam dünyasına<br />

bakıldığında aleni şekilde görülmektedir.<br />

Söyleşi talebinizi ilettiğinizde,<br />

konuşmayı istediğiniz konulardan<br />

biri, “Müslüman toplumlar,<br />

bu entelektüel ve bilimsel geleneği<br />

nasıl yeniden canlandırabilir?” idi.<br />

Ancak, bu soruyu “İslam ve Bilim”<br />

tartışması bağlamınıda ele almak<br />

yararsızdır. Öyleyse, bilim insanı<br />

olmak isteyen gençlerin bilgiye ve<br />

maddi olanaklara erişimi olmadan,<br />

modern bilimsel araştırmalar nasıl<br />

yürütülebilir? Dahası, pek çok<br />

rejimin güçlerini muhafaza etmek<br />

adına ifade özgürlüğünü kısıtlaması,<br />

vatandaşlarını daimi surette<br />

göz hapsinde tutması ve aykırı fikir<br />

sahiplerinin cezalandırılması gibi<br />

durumlar söz konusu iken, İslam<br />

dünyasında hangi ülkede her türlü<br />

bilgiye erişim sağlanabiliyor?<br />

Daha açık söylemek gerekirse,<br />

bu sorunun bir başka yönünü de<br />

vurgulamak lazım: İslam âlemindeki<br />

hangi modern devlette, açık<br />

erişim ve ödünç alma ayrıcalıklarını<br />

sunan, Amerika ya da kuzey<br />

Avrupa’daki üniversitelerin kalibresinde<br />

bir araştırma kütüphanesi<br />

mevcut? Modern İslam dünyasının<br />

bugünkü durumunu, ortaçağ İslam<br />

âlemi ile karşılaştırmak elzemdir;<br />

nitekim, özellikle Bağdat’ta<br />

tüm sanat ve ilim kitaplarıyla dolu<br />

olan kütüphaneler bulunmaktaydı.<br />

İbn Sina’nın büyüdüğü Buhara’da<br />

yer alan Samanî kütüphanesinde<br />

“isimlerini birçoklarının bilmediği,<br />

benim de -İbn Sina- daha önce<br />

görmediğim pek çok kitap” bulunmaktaydı.<br />

Peki, Samanî kütüphanesi<br />

var olmasaydı, İbn Sina gibi<br />

muazzam bir filozof ve ilim adamı<br />

yetişir miydi? Öyleyse, araştırma<br />

kütüphanesine serbest erişim bilimsel<br />

çalışmalar için gerekli bir<br />

koşul ise -tek başına yeterli olmasa<br />

da-, çeşitli Müslüman toplumlarda<br />

gerek geçmişte gerek günümüzde,<br />

İslam’ın kütüphanelerin varlığıyla<br />

ne ilgisi var? Genç Müslüman öğrenciler,<br />

Avrupa ya da Kuzey Amerika’da<br />

ilim tahsil etmek için ülkelerini<br />

terk ettiklerinde ve ünlü birer<br />

bilim insanı olduklarında, onların<br />

bilim insanı olmalarını sağlayan<br />

“İslam” mıdır? Ya da tam tersini<br />

düşünelim, kendilerinden daha<br />

şanssız olan ve ülkelerini terk edemeyen<br />

erkek ya da kız kardeşlerini<br />

birer bilim insanı olmaktan alıkoyan<br />

“İslam” mıdır? İslam âleminin<br />

günümüzde bilimde geri kalmışlığı<br />

-tıpkı ortaçağdaki ilerleyişi gibibariz<br />

bir şekilde siyasi ve içtimai<br />

bir meseledir. Ve bu derginin önümüze<br />

serdiği soruları ele almak<br />

isteyenler, İslami toplumlarda ve<br />

devletlerdeki gerek günümüz gerekse<br />

de geçmiş siyasi ve toplumsal<br />

yapılara göz atmalıdır. Bu tartışmalara<br />

“İslam” kavramını zerk etmek,<br />

meseleyi bulanıklaştırır; aynı<br />

zamanda da öğrencileri tarihsel<br />

analiz ve siyasi eylemden uzaklaştırarak<br />

onları yanıltabilir.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

31<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

EBRU SANATININ<br />

ALTIN ÇAĞLARI<br />

M. Uğur Derman*<br />

bruculuk, kâğıt bezeme hünerleri arasında,<br />

taşıdığı renk ve şekil câzibesinin yanısıra,<br />

netice alınmasındaki hızı îtibâriyle benzeri<br />

olmayan bir sanat dalıdır. Eldeki verilere<br />

bakılırsa, ebre adıyla anıldığı Orta Asya’dan Hindistan’a,<br />

oradan da İran yoluyla Osmanlı topraklarına<br />

ebrî (bulutumsu) ismini alarak intikal ettiği görülür.<br />

Bunun sebebi, teknede hâsıl olan buluta benzer kümelerdir.<br />

Yüzünü ancak XVI. asırda İstanbul’a gösterdiği<br />

anlaşılan ebrî, “kaş” mânâsına gelen Farsça ebru<br />

kelimesi Türkçe söylenişe daha mûnis geldiği için, bu<br />

şehirde isim değişikliği geçirmek üzere XIX. yüzyılı<br />

beklemiştir. Su üzerinde kaşa benzer şekiller de oluştuğu<br />

için bu ad eskisine aykırı gelmemiştir. Biz de yazımızda<br />

ebrî ve ebruyu birlikte kullandık.<br />

Ebrî sanatıyla uğraşanların -diğer gelenekli sanatlarımızın<br />

aksine- pek azının adını biliyoruz. Bunların<br />

yüzlerce sene içindeki adedi 10’u geçmez. Bu kadar<br />

isim azlığına mukabil, XVIII. ve XX. yüzyıllarda yetişen<br />

iki büyük sanatkâr, ebruya altın çağını iki kere yaşatmışlardır:<br />

Hatib Mehmed Efendi (ö.1773) ve Necmeddin<br />

Okyay (1883-1976). Bu sanatın bilinen en eski<br />

ismi, XVI. asır İstanbul’unda yaşayan Şebek Mehmed<br />

Efendi’dir 1 . Mehmed La’lî el Fenâyî Efendi (ö.1700) de<br />

XVII. yüzyıl ebrîcilerindendir 2 . Fakat her ikisinin de<br />

bu yolda verdikleri eserleri ayırd edecek birikimimiz<br />

olmadığı gibi, bu sanatın Osmanlı öncesi Orta Asya’daki<br />

örnekleri zamanımıza gelmemiştir.<br />

Ebrîcilik tarihinde bilinen üçüncü isim ise, Hatib<br />

Mehmed Efendi olup bu sanata altın çağını yaşatan ilk<br />

32<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

büyük sanatkârdır. Fırçasından dökülen şaheserleriyle<br />

birlikte anacağımız Hatib Mehmed Efendi, sanat tarihimizin<br />

en parlak isimlerinden olduğu hâlde, lâyıkıyla<br />

tanınmamaktadır. İstanbul’da doğan Mehmed Efendi,<br />

1746 yılından îtibâren Ayasofya Camiinde Cuma namazı<br />

hutbelerini verdiği için Ayasofya Hatîbi veya sadece<br />

Hatib lakabıyla anılır. Tuhfe-i Hattâtîn 3 isimli -hat<br />

ve hattatlara dâir- kaynağımızda kendisinden “mubarek<br />

bir ihtiyar” vasfıyla bahsedildiğine göre, 30 Mart<br />

1773’deki vefâtı sırasında yaşı haylı ilerlemiş olmalıdır.<br />

1- Hatib Mehmed Efendi'nin kumlu hatib ebrusu (Süleymaniye<br />

Kütüphanesi, Hamidiye murakkaa/34)<br />

Sanatını kimden öğrendiği belirlenemeyen Mehmed<br />

Efendi’nin yetiştirdiği herhangi bir talebesi de bilinmemektedir.<br />

Lâkin, kendisinden evvel îmâl olunan<br />

ebrî kâğıdlarına kıyasla, renkleri ve boya serpmesindeki<br />

olağanüstü mükemmeliyetiyle dikkati çeker; bu tavrıyla,<br />

eserlerinde hüviyetini hemen belli eder. Ayrıca,<br />

ilk defa şahsen başlattığı ve iç içe damlatılmış birkaç<br />

câzip renkten tek atkuyruğu kılıyla kitreli su üstünde<br />

vücuda getirdiği yürek, çark-ı felek, denizyıldızı gibi<br />

şekillerden dolayı onun bu tarz ebrîlerine, dînî vazifesinden<br />

mülhem olarak, hatib ebrîsi adı verilmiş, sonraki<br />

yıllarda da kim tarafından yapılırsa yapılsın, bu<br />

ebrî nev’i “hatib” adıyla anılmıştır. Kumlu ebrî denilen<br />

tarzda da Hatib Mehmed Efendi’nin çok latîf uygulamalarına<br />

rastlanılır (Resim: 1-2).<br />

Hatib’in, bu sanatı altın çağına getirmekteki payı elbette<br />

büyüktür. Ancak, yaşadığı devrin şartları ona bu<br />

imkânları açmıştır. Osmanlı padişahları içinde kitaba<br />

ve kütüphaneye değer vermek hususunda ilk hatırlanacaklardan<br />

olan Sultan III. Ahmed (sal: 1703-1730),<br />

Topkapı Sarayı’nın Enderun’unda müstakıl kütüphane<br />

binası inşa ettirecek ve raflarını kıymetli yazma<br />

eserlerle dolduracak kadar bu sanatlara meftundur.<br />

Tahtta kaldığı 27 yıl zarfında hat ve kitap sanatlarıyla<br />

uğraşanları dâima kollamıştır. Kendisinin de hattat ve<br />

tuğrakeş olarak eserleri vardır. Hatib Mehmed Efendi<br />

de hünkârın takdirini görenlerden birisidir. Topkapı<br />

Sarayı’nda saklanan ve zamanla tamire ihtiyaç gösteren,<br />

murakkaa dediğimiz eski devirlerden kalma yazı<br />

albümlerinde, XVIII. asırdaki yenilenmeleri sırasında<br />

kenarsuyu ve yan kâğıdı olarak hep Hatib’in ebruları<br />

kullanılmıştır. Padişahın çektiği tuğralardan oluşan bir<br />

murakkaada da, ara kâğıdları Hatib’in hafif renkli battal<br />

ebrularından seçilmiştir (TSMK.A.3653) 4 .<br />

2. Hatib Mehmed Efendi’nin fırçasından yıldızlı hatib (solda) ve<br />

şal örneği (sağda) ebruları. (Süleymaniye Kütüphanesi, Hamidiye<br />

/ 31 murakkaasından )<br />

Sultan III. Ahmed’den sonra tahta geçen Sultan I.<br />

Mahmud (sal: 1730-1754) da kitap sevgisinde, öz<br />

amcası olan selefinden aşağı kalmaz. Ayasofya Camii<br />

dahiline o da muhteşem bir kütüphane yaptırmıştır.<br />

Hattâ bu kütüphanenin fihrist (katalog) defteri cildlenirken,<br />

Hatib Efendi’nin pek zarif bir ebrîsi yan kâğıdı<br />

olarak kullanılmıştır.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

33<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

3. Necmeddin Efendi’nin yazılı ebrîsi: “Gel Keyfim Gel” (Derman Koleksiyonunda)<br />

Sultan III. Osman’ın (sal:1754-1757) aradaki birkaç<br />

sönük yılından sonra tahta geçen Sultan III. Mustafa<br />

(sal: 1757-1774) da kitap ve kütüphanelere sahip çıkmış,<br />

bu arada Fatih Kütüphanesi’ni yeniden inşa ettirmiştir.<br />

Onun devrinde de Hatib’in takdîr gördüğünü<br />

rahatlıkla söyleyebiliriz. Sonra tahta çıkan Sultan I.<br />

Abdülhamid (sal: 1774-1789) devrinde bile Hatib<br />

Mehmed Efendi’nin nâdîde ebrîleri anlaşılan henüz<br />

bulunabiliyordu ki, bu padişahın Bahçekapı’da tesis<br />

ettiği Hamidiye Kütüphanesi’nde de seçme eserleri<br />

mevcuttur. Şunu da ekleyelim ki, padişahlar ve devlet<br />

erkânı dışında hüsn-i hat koleksiyonu yapanlar da,<br />

XVIII. asırda Hatib’in ebrîlerini kitap ve murakkaalarında<br />

severek kullanmışlardır.<br />

Derken, 30 Mart 1773 günü Hatib’in ikamet ettiği<br />

Sirkeci/Hocapaşa semtinde çıkan bir yangın, evindeki<br />

eserleriyle birlikte kendisinin de yanarak ölmesine<br />

sebeb oldu. Ebrîcilik bu acı kayıpla karanlık bir devreye<br />

girdi. XVIII. yüzyılın son çeyreğinden îtibâren ebrî<br />

ve ebrîcilik hakkındaki malûmatımız birden kesiliyor.<br />

Ancak, bu defa ebrînin vatanında, yâni Buhara’da öğrenip<br />

Üsküdar/Sultantepesi’ndeki Özbekler Dergahı’na<br />

şeyh olarak gelen Sâdık Efendi (ö.1846) ve oğlu<br />

Hezarfen İbrahim Edhem Efendi (1826-1904) İstanbul<br />

tavrına bağlı kalmadan, bu renk cümbüşünü yeniden<br />

gündeme getirirler. Hele Edhem Efendi pek çok<br />

hünerinin yanısıra, ebrîciliği sâyesinde dergâhına gelir<br />

sağlar. Fakat daha XVII. asırdayken Avrupa’ya taşınan<br />

ebruculuk, bir müddet sonra matbaalarda basılma<br />

yoluyla, çok ucuza müşteri bulmağa başlar. Tabii, bu<br />

kâğıtlar gümrüğe tâbi olmaksızın İstanbul’a da girince,<br />

kullanıldığı işlerde asıl ebruların yerine matbu olanları<br />

tercih edilmeğe başlanır. Tarz îtibâriyle bunlar yerli<br />

ebrulara benzemediği için, zevk ve kavram kargaşası<br />

yaratır.<br />

Tam o sırada, bu sanatlara çok istidadı bulunan ve bir<br />

yandan hüsn-i hat meşk eden Necmeddin isimli bir<br />

Üsküdar genci, eline geçen birkaç ebru kâğıdına karşı<br />

duyduğu hayranlık ve merak sâikıyle, bunun üstâdının<br />

Özbekler Şeyhi Edhem Efendi olduğunu öğrenip kendisine<br />

müracaat eder ve Dergâh’da hocasından tahsîle<br />

başlar. Lâkin Edhem Efendi’nin sekiz ay sonraki vefatı<br />

üzerine kendi kabiliyeti ve gayretiyle birikimlerine<br />

ilâvelerde bulunmayı başarır. Komşusu olan Üsküdarlı<br />

ressam Hoca Ali Rıza Bey’den (1858-1930) renk zevkını<br />

geliştirir. Hele ilerleyen zamanlarda Hatib Mehmed<br />

Efendi’nin ebrîlerine rastladıkça ondaki cevheri<br />

keşfeder ve bu üslûbda ebrîler yapmayı da sürdürür.<br />

Çalışırken kendini ebrînin cazibesine kaptırıp geceleri<br />

teknenin başına oturduğunda, okunan <strong>sabah</strong> ezanıyla<br />

ilerleyen vakti farkettiğini kendisinden işitmiştim.<br />

Ebrunun ikinci altın çağı işte bu Hezarfen Necmeddin<br />

Efendi’nin 1916’dan îtibâren ebru muallimi olarak<br />

katıldığı Medresetü’l-Hattâtîn’de Ramazan ayı<br />

boyunca açık kalan sergilerdeki eserleriyle yüz gösterir.<br />

Bu münasebetle gazete veya dergilerde neşredilen<br />

değerlendirme yazılarında kendisinin başlattığı<br />

34<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

yazılı ve çiçekli ebrîlerinden sitâyişle bahsedildiğini<br />

okumuşuzdur. Medresetü’l-Hattâtîn’deki faaliyetleri<br />

meyânında hem talebe yetiştirmek, hem de farklı<br />

eserler vücuda getirmek onun şiârı olmuş; Çiçekli<br />

ebru (Resim.4), yazılı ebru (Resim.3), akkâseli ebru<br />

gibi yeniliklere imza atmıştır. Şu hoş rastlantıya bakınız<br />

ki, XVII. asırda Hindistan’ın Bijapur şehrinde akkâse<br />

usulüyle ebrî-resimler yapılmıştır. Necmeddin<br />

Efendi’nin bunları görmesine ve işitmesine imkân<br />

bulunmadığı hâlde, hat sanatına tatbik ederek yazılı/<br />

akkâseli ebrîler yapmıştır. O da, Üsküdar Yeni Vâlide<br />

Camii’nin hâtibi olarak yıllarca Mehmed Efendi’nin<br />

yolundan gitmiş, lâkin karşısına Osmanlı’nın güçsüz<br />

son demlerinde hâmî vasfını taşıyan hünkârların çıkmayışını<br />

doğrusu dert edinmemiştir.<br />

Medresetü’l-Hattâtîn’in çeşitli isim değişikliklerinden<br />

sonra, 1936’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlanmasında<br />

da hizmetini sürdüren ve kemankeşliği sebebiyle<br />

1934’de soyadı olarak Okyay’ı alan Necmeddin Efendi,<br />

1948’de yaş haddinden emekli olmuşsa da, ebrîcilik faaliyetini<br />

1962’ye kadar evinde sürdürmüştür.<br />

Bahsimizi üstâd Okyay’ın ebruculuğuna dâir çok dikkate<br />

değer –millî ve siyâsî vecheli- bir hatırasıyla sonlandırıyorum:<br />

Bu sanatın uygulanmasında kullanılan<br />

ve Hindistan’dan getirildiği için edinilmesi zor olan,<br />

morumsu vişneçürüğü renkli lök boyasının Mısırçarşısı’ndaki<br />

bir dükkânda bulunduğunu işiten Necmeddin<br />

Efendi bu boyanın peşine düşer. Lâkin o gün 13 Kasım<br />

1918’dir ve 30 Ekim’de imzalanan meş’um Mondros<br />

mütârekesini müteâkıp, gemilerle gelen İngiliz-Fransız<br />

kuvvetleri İstanbul’u işgâle başlamışlardır. Lök<br />

boyasını satın aldıktan sonra, başına bir iş gelmemesi<br />

için Boğaz vapuruna binmeyip, Eminönü’nden sandal<br />

tutarak yabancı askerlerin arasından güçbelâ Üsküdar’a<br />

dönen Necmeddin Hoca, Toygartepesi’ndeki<br />

evine zorlukla erişir. Aradan neredeyse beş yıl geçtikten<br />

sonra, 2 Ekim 1923 günü yabancı kuvvetlerin gemilerle<br />

İstanbul’dan defoluşunu, evinin limanı gören<br />

bahçesinden dürbünle seyreden Necmeddin Hoca, o<br />

neş’e ile içeriye girip “Gel keyfim gel” celî ta’lîkını ebrulu<br />

olarak yazar. Ancak, renkleri serperken işgal günü<br />

zorlukla bulduğu lök boyasını da bilhassa kullanmak<br />

arzusunu duyar. O günlerde henüz girmiş olan 1342<br />

hicri yılını da, dalgınlıkla 1341 olarak yazısının altına<br />

yerleştirir (Resim.3).<br />

Ebru teknesinden çıkardığı eserini kurutup seyretmek<br />

maksadıyla karşısına aldığı sırada, bir yandan<br />

kahvesini yudumlarken, heyecanından fincanını<br />

“Gel keyfim gel”in üstüne döker; işte yazıda görülen<br />

lekeler bunlardır. Necmeddin Efendi çapında bir sanatkâr<br />

için, İstanbul’a gelişlerinde kendisiyle beraber<br />

4. Necmeddin Efendi’nin çiçekli ebrîsi (Derman Koleksiyonundan)<br />

bütün Türkleri hüzne boğan işgal kuvvetlerine karşı,<br />

bundan daha keyifli ve sanatkârâne bir intikam düşünülemezdi!<br />

Ebruculuk, son kırk yılda –görenlere şaşkınlık verecek<br />

derecede- yeniden aranır ve icra edilir bir dal<br />

hâline geldi, hattâ bâzı çevrelerde ayağa düşürülerek<br />

zenaat sınıfına indi. Bu arada klasik üslûbun dışındaki<br />

modern denemeler de kendine sâha buldu. Buna<br />

rağmen gelenekli Türk ebruculuğunun, kaidelerinden<br />

tâviz vermeden devam edeceği, memnuniyetle<br />

görülmektedir.<br />

1 Şebek Mehmed Efendi için bkz. M.Uğur Derman, Türk Sanatında Ebru, İstanbul 1977,<br />

s.29-30.<br />

2 Enfi Hasan Hulûs Halvetî (hzr. Mustafa Tatcı -Mûsa Yıldız) XVI. ve XVIII. Asırlarda Yaşayan<br />

Velîler ve Deliler, Tezkiretü’l-Müteahhırîn, İstanbul 2014, s.121.<br />

3 Müstakimzade Sadeddin, Tuhfe-i Hattâtîn (nşr. İbnülemin Mahmud Kemal), İstanbul<br />

1929, s.386.<br />

4 Bunun için bkz. M.Uğur Derman, Murakka’ı Hâs, İstanbul 2009.<br />

* Prof. h.c. ( Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi )<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

35<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

16. asır Kur’an-ı Kerîmi’nin serlevha tezhibi.<br />

Türk ve İslam Eserleri Müzesi -385<br />

TEZHİP<br />

SANATININ<br />

ALTIN ÇAĞI<br />

F. Çiçek Derman*<br />

arihi gelişimi içinde tezhip sanatı, inişli-çıkışlı<br />

bir çizgide, kâh gelişme, kâh<br />

gerileme göstermiştir. Bu sanat, başarılı<br />

yıllarını her zaman devam ettirememiş,<br />

zaman zaman kayıplara da uğramıştır.<br />

Gelenekli sanatlarımız içinde önemli bir yere sahip<br />

olan tezhip, altın çağını Sultan II. Bayezid (1481-<br />

1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Kanunî Sultan<br />

Süleyman (1520-1566), Sultan II. Selim (1566-<br />

1574) ve Sultan III. Murad’ın (1574-1595) saltanat<br />

yıllarında yaşamıştır. Beş Osmanlı padişahının hüküm<br />

sürdüğü bu altın çağı birdenbire meydana gelmemiş,<br />

öncesinde hazırlık ve sonrasında da yavaş<br />

yavaş bozulma dönemine girmiştir.<br />

Sanatımızda görülen altın çağ her zaman, devletin<br />

siyâsi ve ekonomik durumuyla yakın bağlantılı<br />

olmuştur. Ne zaman ki devlet güçlü ve kudretlidir,<br />

onunla birlikte sanat faaliyetlerinde de canlılık ve<br />

zenginlik görülmektedir. Üslûbların ortaya çıkışı,<br />

yeni tasarımların hazırlandığı ve yeni motiflerin<br />

desen içinde görülmeye başlaması, her zaman için<br />

devletin güçlü ekonomik ve siyasi yapısıyla doğru<br />

orantılı olarak seyretmiştir. Tezhip sanatında yaşanan<br />

altın çağ, vâr olan eski kaidelerin korunup ye-<br />

nilerinin ilâvesiyle meydana getirilmiştir. Bunda en<br />

önemli sebeplerden biri: Fethedilen yeni ülkelerde<br />

yaşayan sanatkârların İstanbul’a getirilişidir.<br />

Altın çağın hazırlık yıllarından başlayarak sona ermesine<br />

kadar devam eden en önemli husus, fetihlerle<br />

Osmanlı Devleti’nin hem toprak kazanmış,<br />

hem de sanatını zenginleştirmiş olmasıdır. Bu zenginleştirme,<br />

Fatih Sultan Mehmed’in 1473 yılında<br />

Otlukbeli Muharebesi’nde, Akkoyunlu Hükümdarı<br />

Uzun Hasan’ı mağlup ederek bu ülkenin sanatkârlarını<br />

büyük bir hürmet ve riayetle İstanbul’a getirtip<br />

kendi hizmetine almasıyla başlamıştır. Yavuz Sultan<br />

Selim de dedesi Fatih Sultan Mehmed gibi 1514<br />

yılında Çaldıran’da Şah İsmail’i yenerek Tebriz’de<br />

çıkarttığı 13 Eylül 1514 tarihli emirnameyle, Şah<br />

İsmail’in Horasan’dan, Herat’tan Tebriz’e getirdiği<br />

36<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

Altın çağın hazırlık<br />

yıllarından başlayarak sona<br />

ermesine kadar devam eden en<br />

önemli husus, fetihlerle Osmanlı<br />

Devleti’nin hem toprak<br />

kazanmış, hem de sanatını<br />

zenginleştirmiş olmasıdır.<br />

Ayrıca Yavuz Sultan Selim, Tebriz’de gerek Şâh’ın<br />

özel hizmetinde görevli, gerekse dışarıda serbest çalışan<br />

nakkaş, ressam, hattat, müzehhip, musikişinas<br />

gibi sanat mensuplarından bir haylısını toplayarak<br />

sefer dönüşü kışı geçirmekte olduğu Amasya’ya<br />

getirtmiş ve kendilerinin bulunduğu sınıflara göre<br />

saraydaki mevcut hizmetlere göndermiştir. Her iki<br />

Osmanlı padişahı tarafından İstanbul’a getirilen bu<br />

sanatkârların büyük bir kısmı Türkmen asıllıdır. En<br />

değerli harp ganimeti olarak görülen bu sanat erbâbı,<br />

kıymetini her devirde korumuştur. Bir anane<br />

hâlini alan bu anlayışa, yine Yavuz Sultan Selim’in<br />

1517 yılında yaptığı Mısır fethinde de riayet edilmiştir.<br />

Böylece İstanbul Nakkaşhanesi, farklı ülkelerden<br />

getirtilen farklı sanat görüşlerinin harmanlandığı<br />

ve yeni üslupların ortaya çıktığı canlı ve parlak<br />

bir sanat merkezi durumuna gelmiştir 2 .<br />

sanatkârların da içinde bulunduğu çeşitli konularda<br />

sanat sahibi olan bin kadar kişiyi, aileleriyle birlikte<br />

İstanbul’a yollamıştır 1 .<br />

Farklı coğrafya ve kültürden gelmesine rağmen bu<br />

kişiler, Saray nezdinde itibâr görmüş ve sanatlarıyla<br />

değerlendirilerek, Nakkaşhane’nin sernakkaşlığı<br />

gibi en üst kademeye dahi getirilmekte mahzur görülmemiştir.<br />

Hatta içlerinde Şahkulu (ö.1556) gibi,<br />

Saray bünyesinde kendisine özel atölye tahsis edileni<br />

bile vardır 3 . Bu da bize, Osmanlı Devletinin sanata<br />

bakışını ve kendi sanat gücünden emin olarak,<br />

farklılıkları bünyesinde birleştirip yepyeni üslûbların<br />

doğmasını sağladığını göstermektedir. Şahsî<br />

birikimiyle buraya gelen sanat erbâbını, Nakkaşhaneye<br />

dâhil olduktan sonra, artık Osmanlı sanatı<br />

için çalışmaya, çırak yetiştirmeye ve eser vermeye<br />

yönlendiren, işte bu sanat kuvvetidir ki, altın çağ<br />

süresince devam etmiştir.<br />

Altın çağı hazırlayan ve uzun süre devamını sağlayan<br />

başka bir önemli husus da, çağdaş devletlerle cülûs<br />

merasimleri, düğünler v.b.g. olaylarda yapılan hediyeleşmelerdir.<br />

Elçiler vasıtasıyla gönderilenler içinde,<br />

yazma eserler ilk sırada yer almaktaydı ve en itibarlı<br />

hediye kabul edilirdi. 1582 yılında Sultan III. Murad’ın<br />

şehzadesi için yapılan sünnet düğününde arz edilenler<br />

ise, yazma eser cihetinden pek zengindi 4 . Mukabil<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

37<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

başlıca üç sebep sıralanabilir: Sadelik, samimiyet ve<br />

denge. Eserlerde görülen açık ferah desenler, uyumlu<br />

renkler ve yüksek estetik zevkı, seyredene huzur<br />

veren derecededir. Çünkü Türk sanatkârı güzelliği<br />

fazla süste değil, sadelik ve âhenkte aramıştır. Bu<br />

özelliği sayesinde müzehhiblerimizin meydana getirdiği<br />

eserler bugün de, diğer İslâm ülkeleri içinde<br />

fark edilmesini sağlamaktadır.<br />

Tezhip sanatında görülen bu parlak devir maalesef<br />

devamlı olmamış ve yavaş yavaş değerini kaybetmiştir.<br />

Altın çağın sona ermesini hazırlayan en önemli<br />

husus; sanata ve sanatkâra hâmi olan Saray’ın 18.<br />

yüzyıldan îtibâren yüzünü Batı’ya çevirmesidir.<br />

Osmanlı Saray himayesi, Yıldırım Bayezid devriyle<br />

başlayıp artarak devam etmiştir. Sultan II. Bayezid<br />

devrinde yüksek meblağlarda para ve değerli<br />

kumaşların da ihsanlar arasında yer aldığı bilinir.<br />

Hattâ Kanunî Sultan Süleyman ve Sultan III. Murad<br />

devirlerinde, sanatkârların yakınlarıyla birlikte<br />

İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi, A.6662<br />

(Müzehhip Hasan bin Abdullah’ın zahriye tezhibi)<br />

hediye gönderilmesinde ise, daha mükemmeli hazırlatılmaktaydı<br />

ki bu, beraberinde gizli bir rekabeti de getirmiş<br />

olup tezhip sanatını olumlu yolda etkilemiştir.<br />

Yeni motiflerin kullanılması, yeni renklerin uygulanması<br />

ve sanatkâr celbetme gayreti, bu sanatı asırlardır<br />

ayakta tutmuştur.<br />

Altın Çağ yıllarında tezhip sanatının sahip olduğu<br />

özellikleri sıralarsak; birbirine benzemeyen çeşitli üslûplara<br />

sahiptir. Kullanılan renklerde âhenk ve asâlet<br />

görülür. Sanatın esâs malzemesi olan altın, iki veya üç<br />

farklı renkte uygulanarak, değişik parlatma şekilleriyle<br />

câzip bir zenginlik ve ihtişam arzetmektedir. Altın<br />

çağ eserlerinde görülen fırça kıvraklığı, inceliği ve sağlamlığını,<br />

evvelinde ve sonrasında bulmak mümkün<br />

değildir. Tezhip adeta demlenmiş ve kemâl safhasını<br />

yaşamıştır. Türk tezhibinin bu derece gelişmesinde<br />

Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, A.5<br />

(Müzehhip Hasan bin Abdullah’ın zahriye tezhibi)<br />

38<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

Saray’ın ve çevresinin istekleri bu yöndedir ve sanatkârlar,<br />

hayatlarını devam ettirebilmek için para<br />

kazanmak zorundadır. Kabul edemeyen ve uyum<br />

sağlayamayan sanatkârlarımız arasında, meslek değiştirmek<br />

mecburiyetinde kalanlar bile olmuştur.<br />

Sultan II. Mahmud’un (1808-1839) 1826 tarihinden<br />

sonra gayrimüslim tebaaya da nakkaşlık hakkını<br />

vermesiyle, 6 sanatımızda görülen bu bozulma<br />

hızlanmıştır. Tanzimat hareketiyle Batı’dan gelen ve<br />

-hat hariç- bütün sanatlara menfî tesir eden bu değişme,<br />

klasik sanatlarımız ve sanatkârları açısından<br />

büyük bir dönüm noktasını oluşturur. Batılılaşma<br />

fikrinin koyu savunucusu olan Sultan II. Mahmud<br />

ve Saray, Türk sanatkârları ve ustalarının meydana<br />

getirdikleri, el emeği göz nuru eserlere artık îtibar<br />

etmemektedir; bu hâl Sultan Abdülmecîd (1839-<br />

1861) devrinde daha da belirginleşerek sürer.<br />

Ancak, XX. yüzyıl ortalarında, gayretli tezhip hocalarının<br />

yılmadan, pes etmeden yaptıkları mücadele<br />

neticesinde bu sanat kaybolma durumunda iken aslına<br />

dönmüş ve bugünlere ulaşmıştır.<br />

Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, YY.913,<br />

zahriye tezhibi<br />

korunup kollandığı kaynaklarda belirtilmektedir 5 .<br />

Hükümdar için hazırlanan değerli bir hediyenin ihsânıyla<br />

o sanatkârın en az bir senelik geçimini sağladığı<br />

bilinmektedir.<br />

Ancak bu hâmîlik devamlı olmamış, sanatkâr topluluğu<br />

en büyük alıcısını, 18. asır başından itibaren<br />

kaybetmeye başlamıştır. Yüzünü Batı’ya çeviren<br />

ve yenilik uğruna Batı sanatını benimseyen Saray,<br />

gittikçe tesirini artıran yeni tezyînî unsurlarla ne<br />

olduğu belirsiz hâle gelen bezeme sanatına çok zarar<br />

vermiştir. Aslından tamamen koparılan tezhip,<br />

tanınmaz bir hâl almıştır. Bunu gören ve önlemeye<br />

çalışan bâzı müzehhiplerimiz, 18.yy.’dan itibaren<br />

tesirinde kaldıkları barok, rokoko ve ampir üslûblarını,<br />

Türk zevkiyle birleştirerek sanata zenginlik<br />

kazandırmaya çalışmışlarsa da netîcede başarılı olamamışlardır.<br />

Tezyînattaki bu değişim isteği, tabandan değil, tavandan<br />

gelmiştir ve zaman içinde bir kısım sanatkâr<br />

tarafından da kabul görmeye başlamıştır. Çünkü<br />

Makalemin son kısmında ise, günümüzde bambaşka<br />

bir fikrî ve kültürel düşünce yaşanıyor olsa da,<br />

tezhip sanatının ileriki yıllarda da değerini kaybetmeden<br />

devam edeceğine inancımı belirtmeliyim.<br />

Bu devamda asl olan, sanatı meydana getiren kaidelerin<br />

bozulmadan korunması yanında, altın çağın<br />

ilhamıyla ve günümüz anlayışıyla en güzel şekilde<br />

yaşatılmasına gayret gösterilmesidir. Bir sanatın<br />

devâmı, o günün anlayışını aksettirebildiği nisbette<br />

başarılıdır. Geçmiş bilinmeli, tanınmalı; ancak verilen<br />

eserlerde, çağdaş tasarımlar yer almalıdır. Üniversitelerde<br />

açılan Geleneksel Türk Sanatları bölümlerinin<br />

çoğalması ve talep görmesi ile, milletlerarası<br />

tezhip yarışmalarında Türk gençlerinin dereceye<br />

girme başarısı, bana bu ümidi vermektedir.<br />

1 Ali Haydar Bayat, “Osmanlı El Sanatlarının Gelişmesinde Ehl-i Hıref ’in Rolü ve Kimliği”,<br />

El Sanatları Dergisi, 1997, sy. 1, s. 56.<br />

2 F. Çiçek Derman, “İstanbul’da Tezhip Sanatı”, İstanbul Tarihi, İstanbul 2015.<br />

3 Filiz Çağman, “Saray Nakkaşhânesi’nin Yeri Üzerine Düşünceler”, Sanat Tarihinde Doğudan<br />

Batıya, Ünsal Yücel Anısına Sempozyum Bildirileri, İstanbul 1989, s.36.<br />

4 Orhan Şaik Gökyay, “Bir Saltanat Düğünü”, Topkapı Sarayı Müzesi Yıllık-1, İstanbul<br />

1986. S.31-32.<br />

5 Hilâl Kazan, XVI. Asırda Sarayın Sanatı Himayesi, İstanbul 2010.<br />

6 Vak‘anüvis Ahmed Lutfi, Tarih-i Lutfi, (1826-1861 tarihleri arasıdır), İstanbul 1290, c.<br />

1, s. 239; Tuncer Baykara, “II. Mahmud ve Resim”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari<br />

Bilimler Dergisi, 1980, Özel sayı, s. 509-515.<br />

* Prof. Dr. F. Çiçek DERMAN, Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fak. Emekli Öğr.Üyesi<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

39<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

İrvin Cemil Schick<br />

smanlı tarihini “kuruluş, yükselme, duraklama,<br />

gerileme” gibi devirlere ayırarak<br />

ele almayı ilkokul yıllarımızdan itibaren<br />

öğrendiğimiz gibi, minyatür, mimarlık,<br />

musıki, hüsn-i hat gibi uğraşlardan söz edince de<br />

aynı türden bir dönemselleştirmeye (periyodizasyon)<br />

başvurmak neredeyse doğal geliyor bize. Oysa epey<br />

zamandır tarihçiler Osmanlı devrinin böyle basit bir<br />

şema içinde ele alınamayacağını söylüyorlar. Hattâ ve<br />

belki daha da önemlisi, örneğin “gerileme” ile “gerileme<br />

algısı”nın çok farklı şeyler olduğuna dikkat çekiyorlar.<br />

Meselâ biz Kanûnî Sultan Süleyman dönemini<br />

Osmanlıların altın çağı olarak düşünüyoruz ama o dönemde<br />

fikirlerini kâğıda döken birçok kişi geleneksel<br />

toplumsal yapının bozulmasından, rüşvetin ve yolsuzluğun<br />

alıp yürümesinden şikâyet ediyor, devletin artık<br />

gerilerde kalmış olan “altın çağ”ına ağıtlar yakıyordu.<br />

Fuzûlî’nin “Selâm verdim rüşvet değildir deyû almadılar”<br />

sözleriyle başlayan ünlü Şikâyetnâme’si, Gelibolulu<br />

Mustafa Âlî’nin ve biraz daha sonra Koçi Bey ile<br />

Kâtip Çelebi’nin yazdıkları, bizim altın çağ addettiğimiz<br />

dönemin “içeriden” nasıl göründüğüne dair bir<br />

fikir veriyor. Diğer kültürel üretim dallarında da bu<br />

böyledir. Örneğin Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi<br />

kendi çağında artık musıkinin iyice yozlaştığına, bittiğine<br />

gönülden inanmıştı ama, bir Zekâi Dede’nin, bir<br />

Hacı Ârif Bey’in, hattâ bir Cinuçen Tanrıkorur’un varlığı<br />

böyle bir görüşle nasıl bağdaşabilir?<br />

Hat san’atının tarihyazıcılığına (historiyografi) da bir<br />

çeşit tarihselcilik (historisizm) hâkimdir ama, biraz<br />

farklı bir tarihselciliktir bu. Osmanlı san’atında sonuçları<br />

hep olumsuz addedilen Batı etkilerine tâbi olmadığı<br />

için hat san’atında bir gerilemeden söz edilmez, hep<br />

ilerlediği savlanır. Bu tarihin belli başlı menzil taşlarının<br />

(yani İbn-i Mukle, Yâkut, Şeyh Hamdullah, Hâfız<br />

Osman gibi hattatların) hep daha iyiye, daha doğruya<br />

yönelen, tabir caiz ise “evrilen” bir san’atın rotasını çizdiği<br />

belirtilir. Hattâ buna bir sanatsal Darwinizm bile<br />

diyebiliriz, çünki günümüze ulaşmayan hamlelerin bir<br />

doğal ayıklanma (seleksiyon) sürecine uğramış olduğu<br />

varsayılır, yani hat san’atının bugünkü hali, erekselci<br />

(teleolojik) bir biçimde, doğal ve başka türlüsü düşünülemeyecek<br />

bir sürecin olabilecek tek sonucu olarak<br />

görülür. Şeyh Hamdullah’ın Yâkut’un papucunu dama<br />

atması da doğal ve kaçınılmaz idi bu yaklaşıma göre,<br />

Hâfız Osman’ın aynı şeyi Şeyh Hamdullah’a yapması<br />

da. Ama Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey mukadder<br />

ve kaçınılmaz değildir, bir san’atın gelişimi de olmazsa<br />

olmaz bir ilerleyişin değil, çeşitli içsel ve dışsal etmenlerin<br />

sonucu olarak görülmelidir.<br />

Peki, eğer hat san’atı hep daha iyiye, daha doğruya<br />

giden çizgisel bir rota izlediyse, bir “altın çağ”ından<br />

söz etmek mümkün müdür? Bu soruyu cevaplandırmadan<br />

önce “altın çağ” için bazı kıstaslar saptamamız<br />

gerekir. Bu kıstasların ise öznel olması kaçınılmazdır.<br />

O halde öznel olacağını peşinen teslim ederek konuyu<br />

biraz tartışalım.<br />

Teknoloji. Çağlar boyunca teknolojinin değişmesi<br />

ve gelişmesi kaçınılmazdır. Örneğin yağlıboyanın<br />

40<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

15. yüzyılda Hollanda’da resim yapmak için kullanılmaya<br />

başlaması Avrupa san’at tarihinde büyük<br />

bir dönüm noktasıdır. Hat san’atında da bazı teknolojik<br />

dönüm noktaları vardır. Örneğin başlangıçta<br />

kullanılan tirşenin (parşömen) yerine kâğıt kullanılmaya<br />

başlanması hattatlara hem daha ucuz ve<br />

mebzul bir ortam, hem de kalemin daha rahat hareket<br />

ettiği ve hataların kolaylıkla düzeltilebildiği bir<br />

yüzey sunmuştur. Hattat Yâkutü’l-Musta’sımî’nin rivayete<br />

göre ilk defa kalemi dikine değil de muharref<br />

(yanlamasına) kesmesi, yazının karakterini çok derinden<br />

etkilemiş, o güne kadar yazılabilenden çok<br />

daha zarif harflerin oluşturulmasını mümkün kılmıştır.<br />

O halde “altın çağ” denince böyle teknolojik<br />

atılımlardan nasibini almış bir dönem akla gelir. Öte<br />

yandan Buhurîzâde Mustafa Itrî’nin elektronik ses<br />

cihazı kullanmamasının, yahut Bizans ikonalarında<br />

yağlıboya yerine tempera kullanılmış<br />

olmasının bir “kayıp” olarak nitelendirilemeyeceği<br />

de herhalde aşikârdır.<br />

Bu bakımdan teknoloji elbette kendi<br />

başına bir “altın çağ” yaşanması için<br />

yeterli değildir.<br />

Teknik. Teknolojiden farklı olarak<br />

teknik, san’atçının kullandığı âletlerle<br />

değil, o âletleri nasıl kullandığıyla ilgilidir.<br />

Örneğin Batı resim san’atında<br />

perspektif kullanılmağa başlanması<br />

önemli bir dönüm noktasıdır. Keza<br />

Batı müziğinde teksesliden çoksesliliğe<br />

(monofoniden polifoniye) geçilmesi<br />

son derece mühim bir menzil taşıdır.<br />

Hat san’atında da böyle teknik değişimler<br />

olmuştur. Örneğin hattat İbn-i<br />

Mukle’nin harflerin boyutlarını nokta<br />

hesabıyla ifade etmesi sayesinde yazının<br />

ebadıyla kalemin ucunun orantılı<br />

bir biçimde büyüyüp küçülmesini sağlaması, hat san’atını<br />

kökten değiştirmiştir. Mustafa Râkım Efendi ve<br />

Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi gibi hattatların perspektif<br />

ilmine vâkıf olması sayesinde binaların yüksek<br />

yerlerine konacak olan celî (büyük) kitâbelerin aşağıdan<br />

bakıldığında göze hoş görünmesini sağlaması, 19.<br />

yüzyıl hat san’atını dönüştürmüş bir teknik değişimidir.<br />

Öte yandan Türk klâsik musıkisini teksesli, yahut<br />

minyatür san’atını perspektifsiz oldukları için “ilkel”<br />

addeden görüşlere itibar etmediğimize göre, teknik<br />

ilerlemelerin kendi başlarına “altın çağ” anlamına gelmeyecekleri<br />

de kesindir.<br />

Himâye. Hiçbir san’at himâyesiz yaşayamaz. Günümüz<br />

burjuva toplumlarında san’atı himâye eden piyasadır;<br />

geçmiş devirlerde ise dinî kurumlar, aristokrasi, devlet<br />

gibi hâmiler vardı. Cosimo de’Medici gibi aristokratlar,<br />

Papa VII. Clemens gibi din adamları, Dominikan<br />

tarikatı gibi kurumlar olmasaydı, İtalya’da Rönesans<br />

vuku bulmayacaktı büyük ihtimalle. Osmanlılar için<br />

de durum böyledir. Nitekim çok tekrarlanan bir öykü<br />

vardır: Hattat Hâfız Osman, Sultan II. Mustafa’nın<br />

hüsn-i hat hocası iken, o meşk hazırlar, padişah da yanına<br />

oturup hürmetle mürekkep hokkasını tutarmış.<br />

Bir gün padişah hocasının yazısının güzelliği karşısında<br />

aşka gelip “Artık bir Hâfız Osman Efendi yetişmez”<br />

deyince, o da “Efendimiz gibi hocasına hokka tutan<br />

pâdişâhlar geldikçe, daha çok Hâfız Osman’lar yetişir<br />

hünkârım” demiş. Özellikle kendileri de hattatlıkta iddialı<br />

olan III. Ahmed, II. Mahmud ve Abdülmecid’in<br />

saltanatları, hat san’atına çok önem atfedilen ve İmparatorluğun<br />

dört bir köşesinin hat eserleriyle tezyin<br />

edildiği dönemler olmuştur. Öte yandan himâye kendi<br />

başına yeterli değildir elbette, himâye edilecek yeterli<br />

sayıda iyi san’atçının da varolması<br />

gerekir. Sultan II. Bayezid’in Şeyh<br />

Hamdullah kadar himâye edeceği<br />

beş-on hattat daha olsaydı, hat tarihi<br />

kim bilir nasıl farklı tezâhür ederdi.<br />

Büyük san’atçılar, büyük eserler. Elbette<br />

bütün san’atçılar bir değildir,<br />

bütün san’at eserleri eş değerde değildir.<br />

Nitekim san’at tarihi yazıldığında<br />

genellikle “büyük san’atçılar”<br />

ve “büyük eserler” odak noktası olur.<br />

Öte yandan bu yaklaşım aslında<br />

çok sorunludur, zira kimin ve neyin<br />

san’at bakımından büyük addedildiği<br />

son derece değişkendir. Bugün<br />

Batı müziğinin devlerinden olduğu<br />

su götürmeyen Bach, Felix Mendelssohn<br />

kendisini keşfedip kamuoyuna<br />

tanıtana kadar modası geçmiş,<br />

unutulmuş bir besteciydi. Bugün en<br />

çok beğenilen hattatların başında gelen Karahisârî<br />

Şemseddin Ahmed Efendi, Kanûnî devrinde “hattın<br />

güneşi” addediliyordu ama, öğrencisi ve evlâtlığı Hasan<br />

Çelebi’nin de vefatından sonra terk edilmiş, Şeyh<br />

Hamdullah üslûbunun karşısında tarihe karışmış olan<br />

Yâkut üslûbunun son çırpınışıydı. Hat eserlerini süsleyen<br />

tezhib de birçok aşamadan geçmiştir. Günümüzde<br />

klâsik dönem üslûbu revaçtadır ama, 18. yüzyıl ortalarından<br />

20. yüzyıl ortalarına kadar modası geçmiş addediliyor,<br />

yerine Batı’dan mülhem “barok” ve “rokoko”<br />

tezhibler müşteri buluyordu. “Onlar bize yabancıydı,<br />

yozdu, Ermeni ressamlarının işiydi” gibi sözler, neredeyse<br />

iki yüz sene boyunca Müslüman Türklerin neden<br />

onlara bu kadar rağbet ettiğini açıklamaktan âciz<br />

kalıyor üstelik. O halde sorun şudur: “Büyük” san’atçılar<br />

ve eserler nasıl seçilecektir? Zaman ve mekân aşırı<br />

“büyüklük” diye bir şey söz konusu olabilir mi?<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

41<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

Konuyu fazla uzatmayalım. Kıssadan hisse şudur ki,<br />

tek başına hiçbir kıstas, bir “altın çağ”ın varlığı için<br />

yeterli değildir. Hat san’atının da birçok altın çağı<br />

olmuştur. Hicret’in ikinci-üçüncü yüzyıllarında istinsah<br />

edilen Kûfî Kur’ân-ı Kerim yazmaları teknik<br />

açıdan ilkeldi ama harikulâde güzellikte olanları vardı;<br />

Abbâsî devrine neden hat san’atının bir altın çağı<br />

demeyelim? Safevî döneminin nesta’lik’leri de, Osmanlıların<br />

sülüs-nesihleri ve özellikle celîleri de birer<br />

altın çağa tekabül eder. Ama ille de bütün hat san’atı<br />

için tek bir “altın çağ” seçmek gerekiyorsa, tarihçilerin<br />

pek sevdiği deyimle “uzun 19. yüzyıl” diyebiliriz.<br />

Yani 18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyıl başlarına<br />

kadar süren, san’atçı adlarıyla söyleyecek olursak, İsmâil<br />

Zühdî Efendi ve Mehmed Esadü’l-Yesârî Efendi<br />

ile başlayan, Mustafa Râkım Efendi, Kadıasker Mustafa<br />

İzzet Efendi, Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi,<br />

Mehmed Şefik Bey, Abdullah Zühdî Efendi, Abdülfettah<br />

Efendi, Hasan Rıza Efendi, Mehmed Şevkı<br />

Efendi, Mahmud Celâleddin Efendi ile devam eden,<br />

Sâmi Efendi, Mehmed Nazif Bey, Ömer Vasfi Efendi,<br />

Hulûsi Efendi, Tuğrakeş İsmâil Hakkı Bey, Kâmil<br />

Efendi ile sona eren dönem. Çünki bu dönem boyunca<br />

yukarıda sözünü ettiğimiz kıstasların her biri, ve<br />

daha birçok elverişli şart, hep bir araya gelmiş, hat<br />

san’atının altın çağını oluşturmuştur.<br />

Neydi bu şartlar? Örneğin teknoloji açısından büyük<br />

boy kâğıt ve cam tabakalarının mevcudiyeti<br />

sayesinde celî levhalar yaygınlık kazanmış olabilir.<br />

Çünki daha önceleri kâğıt çok pahalıydı ve büyük<br />

varaklar olarak mevcut değildi, düz cam da büyük<br />

üretilemediğinden yazılan büyücek yazılar ancak<br />

ahşaba yapıştırılarak teşhir edilebiliyor ve dayanıksız<br />

oluyordu. Celî yazılar ise 19. yüzyılda Osmanlıların<br />

hat san’atına ettikleri en büyük armağandır. Teknik<br />

açısından usta-çırak ilişkisi sayesinde teknik bilgi birikimi<br />

doruk noktasına çıkmış olabilir. Gerçekten de<br />

yazının çağlar boyunca geliştiği, güzelleştiği meydandadır.<br />

Bunun ardında ise keşfedilen yeni oranların,<br />

yeni şekillerin, yeni dengelerin, yeni yöntemlerin bir<br />

nesilde hemen unutulmaması, hocadan talebeye intikal<br />

ederek birikmesi yatmaktadır. Bunun belki en<br />

açık şekilde görüldüğü yer tuğradır: Mustafa Râkım<br />

Efendi’nin yeniden tanzim ettiği tuğra, kendisinden<br />

sonra gelen öğrencisi Hâşim Efendi, Abdülfettah<br />

Efendi, Sâmi Efendi ve İsmail Hakkı Bey gibi tuğrakeşlerin<br />

elinde daha da mükemmelleşmiş, ama ana<br />

hatlarıyla aynı kalmış, hiç Râkım öncesine dönüş yapılmamıştır.<br />

Himâye açısından peş peşe hüsn-i hatta ilgi duyan<br />

padişahların tahta çıkmasıyla gerek kâğıt, gerekse taş<br />

üzerinde hat siparişleri artmış olabilir. Özel mülkiyetin<br />

ve özel girişimin, nesilden nesile tevarüs edilen<br />

bir çeşit nev-zuhûr bürokrat aristokrasisinin gelişmesiyle<br />

saray ve yakın çevresi dışında kayda değer bir<br />

himâye ağı ortaya çıkmış olabilir. Üst sınıfların ibâdet<br />

pratiklerinin değişmesiyle evlere dinî yazıların konması<br />

âdet haline gelmiş olabilir. Tekkelerin güçlenmesiyle<br />

dinî ve bilhassa tasavvufî temalı hat eserlerine<br />

talep artmış olabilir. Eğitimli nüfusun artışıyla hat<br />

san’atına ilgi pekişmiş olabilir. Bunların ve akla gelebilecek<br />

başka etmenlerin hangilerinin hat san’atının<br />

19. yüzyıl Osmanlı toplumunda zirveye tırmanmış<br />

olmasında rol oynadığı şimdilik bilinmiyor. Tarihî<br />

verilerin bir de bu gözle elden geçirilmesi gerekiyor<br />

ki, maalesef hat san’atının tarihi bugüne kadar pek az<br />

istisnayla bu şekilde yazılmadı.<br />

Bununla birlikte daha genel olarak Osmanlı kültüründe<br />

hat san’atının neden bu kadar merkezî bir yer<br />

tuttuğu hakkında bazı hipotezler öne sürülebilir. Sanırım<br />

bunların başında Türklerin dine ve tanrı kavramına<br />

soyut ve aşkın yaklaşımı gelir. Dua ederken<br />

Allah’ı “noksan sıfatlardan tenzih eden” bir yaklaşım<br />

ile dinî kıssaları veyahut kişileri (örneğin peygamberleri)<br />

gerçekçi resimlerle temsil eden bir yaklaşım<br />

elbette çok farklı san’at anlayışlarına götürürler.<br />

Bunlardan birincisinin hâkim olduğu bir kültürde ise<br />

yazı kaçınılmaz olarak önem kazanacaktır, çünki yazı<br />

sözün resmidir. Ne mimesis yani taklittir, ne diegesis<br />

yani anlatıdır, yazı anlamı simgesel olarak aktarır. Ve<br />

dolayısıyla aşkın olan kavramları somutlaştırmaz, bir<br />

bakıma onlara maddiyât külfetini yüklemez. Sözgelimi<br />

Sistine Şapelinin tavanındaki Michelangelo’nun<br />

42<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

“Hz. Adem’in Yaradılışı” resmini düşünelim. Eserin<br />

san’at değerine elbette diyecek yoktur, ama o resme<br />

bakınca insan yalnız Hz. Adem’i değil, Tanrı’nın kendisini<br />

bile mücessem bir şekilde karşısında görür.<br />

Göklerde oturan ak sakallı bir tanrı figürü ise İslâm’a<br />

ve özellikle Türk İslâmı’na çok aykırı gelir. Tanrı kavramının<br />

“Allah” adının resmiyle simgeleştirildiği bir<br />

levha ise Türklerin dinî kültürüne daha uygundur.<br />

Hat san’atı bol miktarda lâ-dinî eserler üretmiştir<br />

elbette, ama hat eserlerinin büyük çoğunluğunun<br />

kaynağını dinden aldığına şüphe yoktur. Dinin ve<br />

dinî metinlerin insanların günlük hayatının bir parçası<br />

olduğu dönemleri geride bıraktığımız, gündelik<br />

hayatın sekülerleştiği, çoğu insanın Arap harflerini<br />

okuyamadığı, okusa da manâsını çıkaramadığı çağımızda<br />

hat san’atı eski anlamını koruyabilir mi? Yoksa<br />

hat eserleri bundan sonra Pierre Nora’nın deyimiyle<br />

“hafıza mekânları” (lieux de mémoire) olmaya<br />

mahkûm mudurlar? Gerçek bir “kültür savaşı”nın<br />

halen cereyan etmekte olduğu günümüz Türkiye’sinde<br />

bu konuda kesin bir tahmin yürütmek zordur,<br />

ama şahsen ben zamanın geriye çevrilebileceğine<br />

inanmıyorum. Hat eserleri bugün yeni palazlanmış<br />

olan muhafazakâr burjuvazi için bir statü sembolü ve<br />

yatırım nesnesi haline gelmiştir ve hiç olmazsa kendi<br />

tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki bu kesimin<br />

eserlere yaklaşımı —mütedeyyin kimliklerine rağmen—<br />

herhangi bir burjuva koleksiyoncununkinden<br />

farklı değildir. Ama şu da var ki, son otuz yılın klâsik<br />

Osmanlı san’atları bakımından önemli bir getirisi,<br />

Cumhuriyet rejiminin erken dönemindeki irrasyonel<br />

düşmanlığın bir nebze hafiflemesi, halk arasında hat<br />

san’atına yüzeysel de olsa bir ilgi uyanmış olmasıdır.<br />

Şimdilik bununla yetinmek durumundayız.<br />

Bu durum bütün İslâm âleminde bir değildir. İran’da<br />

Tanrı’nın resmi çizilmez ama peygamberlerin resmi<br />

tarih boyunca çizilmiş, İran kültürü böyle bir somutluktan<br />

belli ki rahatsız olmamıştır. Türkler arasında<br />

ise başlangıçta Peygamber’in resmi çizilirdi gerçi,<br />

ama özellikle 16. yüzyıldan itibaren temsiller giderek<br />

soyutlaşmış, 17. yüzyılın sonlarında ise hilye-i şerîfe<br />

denilen ve Hz. Muhammed’in sözlerle betimlendiği<br />

hat eserleri yaratılmıştır. Böylelikle Peygamber’in<br />

zihinlerde beliren imgesi, betimlemeyi okuyanlara<br />

kalmış, san’atçı bir imge dayatmamıştır. Arap kültüründe<br />

de çoğunlukla Allah aşkın olarak kavramsallaştırılır<br />

ama, özellikle Hanbelî mezhebinde müşebbihe<br />

denilen, Tanrı’ya somut nitelikler izafe eden bir<br />

yaklaşım var olmuştur. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de geçen<br />

Allah’ın yüzü, eli, parmakları, kürsisi, arşı üzerine<br />

istiva etmesi gibi motifler Türk dinî kültüründe hep<br />

mecâzî olarak yorumlanmış, bu şekilde Tanrı’nın aşkınlığına<br />

halel getirilmemiştir.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

43<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

İslam Dünyasında Minyatürün Altın Çağı Ve<br />

Kitap Sanatları Tarihinde<br />

Osmanlı Minyatürünün Önemi<br />

Fatima Zahra Hassan*<br />

inyatür resim, sanat ve zanaat (ki bu kelimeler geleneksel<br />

toplumlarda birlikte kullanılır) anlamına<br />

gelen çevresel bir sanattır. Geleneksel toplumlarda,<br />

kutsal ve dünyevi olan arasında ve dolayısıyla<br />

yaşam ve sanat arasında ayrım yoktur. Minyatürün de içinde yer<br />

aldığı geleneksel sanatlar “Biz Allah’tan geldik ve dönüşümüz O’nadır”ın<br />

günlük ve daimi hatırlatıcısıdır.<br />

Minyatür resmin ise özgün bir yeri vardır. Çünkü o, insan suretini<br />

temsil eden bir sanat formudur, fakat bunu asla imiş gibi bir surette<br />

yapmaz. Bununla beraber, minyatürün en önemli yönü onun bizleri<br />

hayal dünyası gibi bir dünyaya -bizlere cennetten bir anlık bir<br />

görüntü sunan bir dünyaya- taşımasıdır. Minyatür, bunu, yalnızca<br />

iki boyutun var olduğu bir yerde, bir üçüncü boyutu yaratarak yapmaz:<br />

yassı bir 1yüzey, fırça ya da kalem vardır ve sanatkâr bir derinlik<br />

algısı yaratmaya çalışmaz; eşyanın kendisinden ziyade özünü<br />

yansıtmaya uğraşır. “Minyatüre, neredeyse sadece ona özgü olan<br />

güzelliğini veren şey, tasvir edilen sahneden çok, o sahneyi saran<br />

şiirsel havanın soyluluğu ve basitliği tasvir etmesidir.” 1<br />

Oldukça incelikli bir sanat çeşidi olan minyatür resim ya da elyazması<br />

resimleme sanatının ilk olarak tarihi kaydetmek, vekayiname<br />

tutmak, edebiyat, şiir, tıp, matematik, fen, coğrafya vs. alanlardaki<br />

kitapları tasvir etmek amacıyla başladığını biliyoruz. Bu, kitapların<br />

elle yazıldığı, tasvirlendiği, süslenip ciltlendiği zamanlardaydı.<br />

Zaman içerisinde, kademe kademe, en önemlisi matbaa icat edilip<br />

yaygınlaşınca hâkimiyetini kaybetti. Toplumsal, siyasi ve iktisadi<br />

koşullardaki hızlı değişim geleneksel toplumda bozulmaya yol açtığı<br />

gibi geleneksel sanat formlarına da zarar verdi.<br />

Minyatür resmin altın çağının, doğusundan batısına İslam dünyasına<br />

hâkim olan İlhanlılar/Moğollar, Timurlular, Safviler, Babürlüler<br />

ve Osmanlılar gibi farklı hanedanların idaresi altında, 14. yüzyıldan<br />

17. yüzyıla uzanan süreç olduğu düşünülmektedir.<br />

İslam’ın gelişinden sonra elyazması resimleme sanatının başlangıcı,<br />

net bir şekilde Bizans ve Çin’den etkilenmiş olan Arap Resim<br />

Okulu olarak bilinir. Bizans İmparatorluğu için çalışan sanatçılar<br />

farklı bir değerler sistemine sahip idareciler için çalışmaya başladılar.<br />

Bağdat, Musul ve Şam 13. yüzyılın başlarında elyazması<br />

44<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

resimleme sanatının önemli merkezleriydi. Bunların<br />

ardından İlhanlı/Moğol Okulu ile Timurlular, erken<br />

İran ve Safevi Resim Okulu, Hint-İslam Babürlü biçimiyle<br />

birleştiren İran Okulu gelmektedir. Semerkant,<br />

Buhara, Herat, Şiraz, Tebriz, İsfahan, Delhi, Lahor ve<br />

Decan resim ve kitap sanatlarının önemli merkezlerinden<br />

birkaçıdır. Moğollar, barbarlıklarının aksine<br />

sanatın büyük hamileri idiler. Reşidüddin’in Dünya<br />

Tarihi, Kelile ve Dimne ve Firdevsi’nin Şehname’si<br />

gibi bazı mühim kitap projelerini sipariş etmişlerdi.<br />

Minyatür resim sanatının Müslüman idareciler altında<br />

neşvünema bularak dünyada henüz eşi görülmemiş<br />

bir seviyeye taşındığını söylemeye ise gerek yok.<br />

7. yüzyıldan itibaren İslam İspanya’dan Çin’e yayılmaya<br />

başladı. İslam toprakları sanat ve kültürün desteklenmesi<br />

için bol ve zengin kaynaklarla doluydu. Âlimler,<br />

sanatkârlar sanatsal çalışmalara destek olan yeni hamilerle<br />

çalışmak için uzak yerlerden akın ediyordu.<br />

Müslüman idareciler kitap projesi yapmaya ve kitap<br />

üreten merkezler ihdas etmeye ilgi duyuyorlardı. İlmi<br />

ve tarihi belgelemek ve muhafaza etmek amacıyla<br />

resimli elyazmaları üretsinler diye her etnik ve dinî<br />

kesimden sanatkâr görevlendiriliyordu. Destekçiler,<br />

genellikle idareciler, İslam hâkimiyetinin “Altın Çağ”ı<br />

boyunca sanat ve zanaati destekleme noktasında kararlı<br />

ve iştiyaklı idiler. Sosyo-politik ve kültürel ortam<br />

ve etkenler kitap resimleme sanatı olarak ortaya çıkan<br />

minyatür resmin oluşmasında önemli bir rol oynadı.<br />

İdarecilerin istikrarı ve istekliliği, toplumda, kitap yapım<br />

sanatının, etkin bir resim bileşeniyle büyümesinde<br />

benzeri görülmemiş bir ilerleme ve sürekliliğe sebebiyet<br />

veren çoğulculuğa önayak oldu. Minyatür resim<br />

bilgiyi eski çağlarda, tüm dünyaya iletmenin anahtarı<br />

oldu ve gelecek nesiller için tarihi kaydetmede de destansı<br />

bir rol oynadı.<br />

Dünya tarihi, edebiyat, şiir ve matematik, fen, astronomi,<br />

astroloji, coğrafya ve kartografya, ev idaresi,<br />

sağlık, tıp ve cerrahi kitapları ile hükümdarların<br />

yaşamöyküleri ve vekayinameler metni görsel olarak<br />

izah etmek için güzel bir biçimde resimli elyazmalarına<br />

dönüştürüldü. Resimli kitap hazırlanırken<br />

güzellik boyutu üzerinde sıkı sıkıya durulmaktaydı.<br />

Sanatkârlar, kitap sanatında hakikat, güzellik ve iyiliği<br />

icra ederek İslami ve geleneksel sanatların temel<br />

unsurlarına bağlı kalıyorlardı.<br />

Minyatür resim geleneksel toplumda geliştiğinden asla<br />

tümüyle dünyevi olmayan bir sanattır. Minyatür, hiç<br />

doğacılık iddiasında olmayan temsili bir sanat olarak<br />

gelişmiştir ve sanatkârlar bizzat bu dünyanın yalnızca<br />

geçici bir fenomen olduğunun ve doğanın güzel dışsal<br />

biçimlerinde sonsuz bir iç öz yattığının derin bilincine<br />

sahiptiler: biçim, renk ve ahenk sembolizmi yoluyla<br />

minyatür ressamının yakalamaya çalıştığı şey budur.<br />

Titus Burckhardt, “Arts of Islam – Language and Meaning”<br />

adlı kitabında, hakiki İran minyatürünün İran’ın<br />

İlhanlılarca 1256’da fethedilmesine dek husule gelmediğini<br />

ve 16. yüzyılın ortalarından itibaren Safevilerin<br />

hâkimiyeti altında zeval bulduğunu yazar. 2 Yine, Çin<br />

resmi ile (1256-1336, Moğollar hâkimiyetinde) ilk<br />

doğrudan, sonrasında da Timurlular (1387-1502) ve<br />

esasında Çin’le ilişkiler geliştirmiş olan Safeviler hâkimiyetindeki<br />

temasın minyatür sanatına yeni bir soluk<br />

kattığını söyler. Hakiki İran minyatürü ise “İslam toprağındaki<br />

tartışmasız mükemmel temsil sanatı” 3 olan<br />

minyatür resmin en eski ve en saf ekolüdür. Osmanlı<br />

Türk ve Babür olmak üzere iki ana minyatür ekolüne<br />

önayak olan İran minyatürüdür.<br />

Firdevsi’nin destanı 1010 gibi erken bir tarihte bitmiş<br />

olsa da 14. yüzyıla kadar gerçek İran minyatürünün<br />

bugüne dek ayakta kalmış örneği bulunmamaktadır.<br />

Burada genel anlamda “Arap resmi” ya da “Bağdat<br />

Ekolü” diye adlandırılan resimler olmasına rağmen<br />

minyatürden kastımızın ne olduğunu biraz daha açmak<br />

önemli: Örneğin Kelile ve Dimne varyasyonları<br />

(Nasrullah, Şiraz, 1333), Camiü’t-Tevarih (Reşidüddin,<br />

Tebriz, 1314) ve Şehname’nin “Demotte” gibi bazı<br />

erken varyasyonları. Burada bir olay veya bir hikâye ya<br />

da bir şiirin bir bölümünün tasviri olduğu için bu bir<br />

kitap sanatıdır; kitaplar hediye olarak uzun mesafelere<br />

taşındığı için de taşınabilir olmak zorundadır. Yüzyıllar<br />

içinde bu kural bir miktar esnemiş ve Victoria ve<br />

Albert Müzesi’nde pamuk kumaş üzerindeki Babürlü<br />

Ekolü Hamzaname (1582’de tamamlanmıştır) gibi<br />

bazı minyatürler oldukça büyük hâle gelmiştir.<br />

Geçmişin büyük minyatür ressamları en muhteşem<br />

eserlerini, Rumi, Hafız, Nizami, Cami, Firdevsi ve<br />

Sa’di gibi tanınmış sufi şairlerden bazılarının yazdığı<br />

büyük sufi şiirlerinden sahneler tasvir ederek ürettiler.<br />

Bu ressamların en tanınmışlarından birisi de 1440<br />

civarında Herat’ta (bugünkü Afganistan) doğan Behzad<br />

(Kemaleddin Behzad) idi. İranlı tarihçi Handemir<br />

(1475-1535/7) şöyle yazmıştır: “Onun mucizevi vasıflar<br />

bahşedilmiş parmakları, âdemoğulları arasındaki<br />

bütün sanatkârların resimlerini silip süpürmüştür.<br />

Onun fırçasının bir kılı, maharetiyle, cansız bedenlere<br />

can vermiştir.” 4<br />

Minyatürcü, Hint-İran bölgesinde musavvir ve nakkaş<br />

olarak bilinir. Bu belli bir uzmanlığa işaret etmeyen<br />

resimleri anlatmak için kullanılan genel bir kavramdır.<br />

Çoğu ressam belli bir uzmanlığa sahip olsa da<br />

çoğunluk, tekniklerin pek çoğunu bilmekteydi. Bazen<br />

bir sanatkâra verilen isim ya da unvan (lakap) onun<br />

uzmanlığını göstermekteydi, mesela müzehhib ve cedvelkeş<br />

gibi.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

45<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

İslam dünyasında, minyatürcülerin<br />

dâhil olduğu<br />

ve içinde çalıştığı daimi<br />

bir lonca ve atölye<br />

sistemi var olsa da bu<br />

sanatkârların kimliğinin<br />

etnik, toplumsal<br />

ya da coğrafi bir temeli<br />

olmadığı görülmektedir.<br />

İslam dünyasının<br />

minyatürcüleri<br />

farklı farklı<br />

altyapılardan gelmişlerdir;<br />

bazıları<br />

ressam ve kaligraf<br />

ailelerine mensupken diğerleri<br />

zengin ailelerdendiler. Pek çoğu mütevazı köklere<br />

sahip olup sonradan hanedan yahut da zengin bir<br />

hami/sponsor tarafından keşfedildikten sonra ancak<br />

meşhur olmuştur.<br />

İslam dünyasında minyatür sanat ve zanaatinin hayatta<br />

kalmasını sağlayan şey bu hamilik sistemidir.<br />

Bir sanatkârın kariyeri, ancak bir hami tarafından<br />

fark edilip ona tabi kılındığında mümkün olabiliyordu.<br />

Hamiler bu sanatkârların eğitimine, bazen<br />

satın almaya güçlerinin yetmediği malzemeleri alarak,<br />

bazen de geçimlerini sağlayarak maddi olarak<br />

katkıda bulunuyordu.<br />

Bir minyatür sanatçısının en yüksek emeli hükümdarlık<br />

ailesinin ya da atölyesinin bir parçası olmayı<br />

başarmaktı. Sanatkârın statüsü, bu durumda, yalnızca<br />

bir saray ressamı olmaktan daha fazlasıydı; sarayda<br />

resmî görevli statüsü elde edebiliyordu. Babür<br />

İmparatoru Ekber’in gözde sanatkârı Hace Abdüssamed’in<br />

durumu böyleydi; Hace Şiraz’dan Hindistan’a<br />

gelmiş ve kendisine Şirin Kalem payesi verilmişti.<br />

Onun rolü, minyatür resmin Babür Ekolünü kuran<br />

en önemli saray ressamlarından biri olmaktan daha<br />

büyük bir hâle gelmiş, kendisi resim atölyesinin ve<br />

özellikle de Hamzaname’nin 1400 tane resminin<br />

üretiminden sorumlu denetmeni olmuştu. Renkli<br />

kariyerinde sahip olduğu diğer vazifeler arasında Fatehpur-sikri’deki<br />

darphaneyi yönetmek ve Multan’ın<br />

yöneticiliğini yapmak mevcuttu.<br />

Hanedana giren sanatkârlara yeterli bir geçim sağlansa<br />

da onlar saraylı hamilerinin mülkü hâline geliyordu.<br />

Bazıları, (Babür İmparatoru) Hümayun’un (Safevi<br />

imparatoru) Şah Tahmasp’a bin tümen teklif ettiği Mir<br />

Müsaver’in durumunda olduğu üzere mücevherler<br />

gibi prensler arasında takas ediliyordu. Dahası iş, sanatkârın<br />

özel yetenekleri değil, sarayın ihtiyaçları doğrultusunda<br />

veriliyordu. Sanatkârın kariyeri saraylı haminin<br />

zevkine ve isteğine göre ilerleyip sona eriyordu.<br />

Daha bağımsız olan sanatkârlar da vardı fakat tarihî<br />

kaynaklar sarayla ve şehzadelerin atölyeleriyle ilgili olduğundan<br />

bu sanatkârlar hakkında çok az bilgi bulunmaktadır.<br />

Ancak, saraydaki atölyelerin ilk sıralardaki<br />

ressamların çoğunu topladığını varsayarmak yanlış<br />

olmaz. Bunu mevcut, bağımsız bir biçimde üretilen ve<br />

çoğunlukla da “taşra tarzı” diye adlandırılan resim ve<br />

elyazmalarının vasat niteliğinden anlıyoruz.<br />

Resim ya da elyazmasının konusunu ya da temasını<br />

âdet olduğu üzere saraylı hami belirlemekteydi. İdarecinin<br />

bu etkisi minyatür resmin Safevi ekolünde açıkça<br />

görülmekteydi. Bu en çok sanatın büyük hamisi olan<br />

ve fakat aynı zamanda hanedanının titiz bir mukayyidi<br />

olan Şah Tahmasp’ın hükümranlığı sırasında üretilen<br />

resimlerde görülmektedir. Ismarladığı elyazmaları hediye<br />

olarak yabancı topraklara gönderilmiştir; bu aynı<br />

zamanda hükümdarlığının görkemini yansıtmaktadır.<br />

Resimler, hükümdarlığının zenginliğini tasvir etmek<br />

için yapılmış ve etkileyici mimari mekânlarla geometrik<br />

ve çiçek desenli İran halıları ile süs motiflerinin ihtişamlı<br />

ayrıntılarıyla bezenmiştir. Bu etki, minyatürün<br />

yalnızca İran okullarında değil, taşradaki Babür okulları<br />

ve bazı Osmanlı resim tarzında da görülmektedir.<br />

Babür imparatoru Ekber, örneğin, tarih ve edebiyata<br />

ve karşılaştırmalı din çalışmalarına meraklıydı. Bu<br />

merak onun hükümranlığında ısmarlanan ve yapılan<br />

inanılmaz sayıda elyazmasına yansıtılmıştır. Bunlar<br />

arasında, Hindu destanı Mahabharata hikâyelerini<br />

içeren Rizmname, Hz. Peygamber’in amcası Hamza<br />

ile ilgili hikâyelerin olduğu Hamzaname, Firdevsi’nin<br />

Şehname’si ile Ebulfazl tarafından Ekber’in hayatının<br />

anlatıldığı vekayiname Ekbername bulunur. Ekber’in<br />

saltanatı esnasında işlenen diğer ana konular, temelde,<br />

Nizami’nin Hamsa’sı, Cami’nin Heft Peyker’i, Sa’di’nin<br />

Bostan ve Gülistan’ı gibi klasik İran şiiri ve edebiyatından<br />

türetilmekteydi. Bu sözlerin çoğu büyük savaşlar,<br />

saray yaşantısı ve tarihi olaylardan sahneler yansıttığından<br />

resimlerin biçimi mimari kompozisyonları,<br />

temsili sanat ve geniş peyzajları vurguluyordu. Minyatür<br />

resmin bu veçheleri Babür İmparatoru Ekber zamanında<br />

gelişti ve minyatür sanatının Babir ekolünün<br />

temelini oluşturdu. Önceden, stil ve teknik temelde<br />

İran okuluna dayanmaktaydı. Ekber’in merakı, böylece<br />

Hint-Paki altkıtasında, temelleri Mir Seyid Ali ve<br />

Hace Abdüssamed Şirazi tarafından atılmış olan yeni<br />

bir minyatür okulu ihdas etti.<br />

Sanattan iyi anlayan, sanata yeteneği bulunan ve minyatür<br />

resmin tutkulu bir aşığı olan Babür İmparatoru<br />

Cihangir (17. yy.) devrinde resimler, sanatkârla uzun<br />

uzun tartışılıyordu. Bunun içinde konu, kompozisyon,<br />

ölçü, renkler, sınırlar, resme eşlik eden metin ve diğer<br />

önemli unsurlar ya da özellikler mevcuttu. Burada, bir<br />

haminin yapılan resmin stili ve vasfı üzerinde önemli<br />

bir etkisinin bulunduğunu belirtmek önemli. Standart<br />

46<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

ve genel stil, bu şekilde, diğer ressamların taklit etmesi<br />

için belirlenmiş oluyordu.<br />

Bazı durumlarda, İmparator Cihangir ile Cihangir’in<br />

diğer bir gözde sanatkârı olan ressam devletin kendisine<br />

Nadirü’l-Asr (zamanının harikası) unvanını verdiği<br />

Üstad Mansur gibi usta sanatkârlar imparatora önerilerde<br />

bulunuyordu.<br />

Tabiata derin bir aşk duyduğundan tabiat teması Cihangir’in<br />

zamanında baskındı. Onun döneminde<br />

üretilen elyazmaları hayvan, kuş ve çiçek motifleri<br />

kullanılarak yapılan güzel bordürlerle öne çıkmaktadır.<br />

Manzara betimlemeleri de yaygın hâle gelmiş ve<br />

bu dönemin önemli sanatkârlarından Üstad Mansur,<br />

Devlet ve Abdülhasan’ın eserlerinde görünür olmuştu.<br />

Hükümdarın kişisel merakının da resimlerin konusu<br />

üzerinde önemli bir etkisi vardı.<br />

Osmanlılar da İslam dünyasındaki sanat, zanaat ve<br />

mimari üzerinde ciddi bir role sahiptiler. Vurgunun<br />

çoğu mimari, seramik ve çiniye yapılmakta ve resim<br />

yönü gözardı edilmektedir. Osmanlıların minyatür sanatı<br />

ile elyazması tasvir ve tenviri alanında da büyük<br />

katkısı olmuştur.<br />

Osmanlı Sultanı İkinci Mehmed’in 15. yüzyıldaki<br />

hükümdarlığı esnasında Nakışhane adıyla bir atölye,<br />

sultan ve saray mensupları için tenvir ve tasvir edilmiş<br />

elyazmaları yaratmak için İstanbul’da Topkapı<br />

Sarayı’nda kurulmuştur. Saraydaki bu atölye sanatkâr<br />

ve zanaatkarların en iyi şekilde eğitildiği bir akademi<br />

olmayı başarmıştır.<br />

16. yüzyılın başları, büyük usta Behzad’ın Tebriz’e<br />

göçmesini kaçınılmaz kılacak olan Herat’taki meşhur<br />

saray atölyesinin kapanmasına tanıklık etti. 1514’te<br />

Osmanlı İmparatoru Yavuz Sultan Selim Tebriz’i fethederek<br />

elyazmalarını İstanbul’a geri getirdi ve Topkapı<br />

Sarayı’nda Nakışhane-yi İrani’yi kurdu.<br />

Osmanlı tarihinde minyatür ve kitap sanatı çalışanlar<br />

için, bu iki saray nakışhanesinin iki farklı ekol ve minyatür<br />

stili üretmiş olmayı başarmaları oldukça<br />

ilgi çekici olacaktır. Nakışhane-yi<br />

Rum’daki sanatkârlar,<br />

Şehinşahname<br />

gibi halkı gösteren ve bir<br />

dereceye kadar hükümdarların<br />

ve hanedanın özel<br />

hayatını, kutlama ve şenliklerini,<br />

saray portrelerini ve<br />

tarihî olayları içeren imparatorun<br />

kişisel vekayinamesi<br />

ve incelemeleri üzerinde uzmanlaşmıştır.<br />

Nakışhane-yi İrani’deki sanatkârlar ise meşhur Leyla<br />

ve Mecnun hikâyelerini, İskendername ya da hayvan<br />

fablleri ve antolojilerini içeren Şehname, Miracname,<br />

Hamse gibi geleneksel İran edebiyat ve şiir eserlerinde<br />

uzmanlaşmıştır. Burada aynı zamanda kuş ve hayvanlar,<br />

çiçek ve bitkiler, kimya, astroloji, kozmoloji ve tıp<br />

üzerine bilimsel eserler, teknik kılavuzlar, rüya tabirleri<br />

vb. kitaplar da mevcuttu.<br />

Osmanlı resminin altın çağının 16. yüzyılın ikinci yarısı<br />

Muhteşem Süleyman (1520-1566) ile II. Selim (1566<br />

– 1574) dönemleri olduğu düşünülmektedir. Osmanlı<br />

stili resmin oturmuş özellikleri bu dönemde ortaya<br />

çıkmıştır. Öne çıkan iki saray ressamı bulunmaktadır:<br />

Nakkaş Osman ve Nigari; her ikisi de kendi resim tarzlarını<br />

tematik resimler, figür ve portrede ustalaşarak<br />

oluşturmuşlardır. Klasik Osmanlı resim tarzı II. Selim<br />

(1566 – 1574) ile III. Murat (1574 – 1595) döneminde<br />

kurulmuştur. Dönemin tanınmış sanatkârları Nakkaş<br />

Osman, Ali Çelebi, Molla Kasım, Hasan Paşa ve Lütfi<br />

Abdullah’tır.<br />

Osmanlı hükümranlığında en ünlü ressamlardan biri<br />

Matrakçı Nasuh’tur. Yavuz Sultan Selim ve Muhteşem<br />

Süleyman döneminde yaşamıştır. Nasuh minyatür resmi<br />

içinde farklı bir tür yaratmış ve kartografik resimlemeleriyle<br />

ünlü olmuştur. Herhangi bir figür çizmeden<br />

şehirler, limanlar ve kaleler yapmış, tek bir resimde<br />

farklı bakış açılarıyla pek çok perspektifi birleştirerek<br />

kendine has çizim ve işaretleme sistemleri kullanmıştır.<br />

Kompozisyonları biriciktir ve resimleri, çizdiği yerlerin<br />

geleceğe ait havadan görünüşlerine dönüştürür.<br />

İmgeleri ileriye dönüktür ve izleyiciyi yoğunlaştırır.<br />

Nasuh zamanının ötesindeydi ve değişik yükseklik ve<br />

açılardan belli geniş alanlara bakıyormuş gibi resim<br />

yapıyordu.<br />

Minyatür sanatının güzelliği, onun icra edildiği İslam<br />

dünyasında canlanmış olmasıdır. İslam dünyasının sömürgeleştirilmesinden<br />

dolayı pek çok sanat ve zanaat<br />

sömürgeci güçler elinde acı çekmiş ve tümünde olmasa<br />

da geçerliliğini yitirmiştir. İran, Türkiye, Orta Asya<br />

ülkeleri, Hindistan ve Pakistan’da sanatkâr ve zanaatkârlar<br />

bu asırlardır süregelen geleneği devam ettirmeyi<br />

başarmıştır; pek çok sanatkâr şu anda bu sanat şeklini<br />

icra etmekte ve eserlerini tüm dünyada sergileyerek<br />

Batı‘da da onu popüler hâle getirmektedir.<br />

*Minyatür Sanatçısı, Akademisyen (Royal College of Art, Londra)<br />

1 Titus Burckhardt, Art of Islam Language and Meaning, III. Bölüm (World of Islam<br />

Festival Trust Publishing Company Ltd., London. 1976).<br />

2 Titus Burckhardt, s.31<br />

3 A.g.e., s. 30-37.<br />

4 Bu büyük ölçüde Titus Burckhardt’ın Art of Islam Language and Meaning adlı eserinin III.<br />

bölümüne dayanmaktadır. (World of Islam Festival Trust Publishing Company Ltd, 1976).<br />

*Minyatür Sanatçısı, Akademisyen (Royal College of Art, Londra)<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

47<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

ALTIN ÇAĞ VE OSMANLI MÛSİKİSİ<br />

Kudsi Erguner<br />

üklenen manalar farklı da olsa, çoğu şehir,<br />

devlet, medeniyet ve güzel sanatın<br />

“altın çağ” olarak adlandırılabilecek bir<br />

dönemi olmuştur. İnsanlık tarihini dönemlere<br />

ayıran Hint ve Eski Yunan efsanelerine göre,<br />

altın çağ; ölümlü olmakla beraber, inanılan tanrılar<br />

gibi, her türlü üzüntü, eziyet, huzursuzluktan uzak,<br />

daima genç kalan, devamlı ziyafette yaşayan, ölümü<br />

bile huzurlu bir uyku olarak tadan insanların çağıdır.<br />

Yine aynı efsanelere göre, hırs, kibir, gurur, korku,<br />

huzursuzluk, güvensizliğin altın çağı sona erdirdiğine<br />

ve tüm kavramların birbirine karıştığı günümüzün<br />

demir çağını başlattığına inanılır.<br />

Kıymetli bir maden olan altınla kıyas edilen çağ,<br />

genelde maddi refah olarak anlaşılsa da, manevi<br />

değerlerin yüceldiği asır olarak da algılanmalıdır.<br />

Aslında maddi mefhumlarda aranan mutluluk tarif<br />

edilemez. Zira böyle bir mutluluk, istenileni elde<br />

etmek üzere başlayan bir eylemden başka bir şey<br />

değildir. Her arzu bir eksilikten doğar, bu eksiklik<br />

giderildiğinde yaşanan haz sadece yeni bir istek doğana<br />

kadar devam eder. Dolayısıyla her saadet yeni<br />

bir arzunun ve mutsuzluğun da tohumlarını eker.<br />

Devletlerin, imparatorlukların tarihine bakıldığında<br />

ise genelde madden başlayan altın çağların, aynı<br />

48<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

zamanda manevi çöküş dönemlerinin başlangıcı<br />

olduğunu da görebiliriz. Yükseliş devirlerinde yaşamış,<br />

cengâver olduğu kadar adil ve âlim hükümdarların<br />

mirasları, onların kibirli, zalim, cahil torunları<br />

tarafından yağma edilmişlerdir. Elde edilen zenginlikler<br />

toplumları azdırıp, kendi kendilerini yok<br />

etmeye mahkum ettirmiştir, söz gelimi Batı’daki<br />

Roma İmpartorluğu; Doğu’da ise Gazneli, Selçuklu,<br />

Mogol ve Timur’un İmparatorlukları tattıkları kısa<br />

bir yükseliş ve altın çağdan sonra uzun bir dekadans<br />

yaşamışlardır.<br />

Osmanlı Mûsikisi’nde ise bu eğilim tam aksi yönde<br />

gelişmiştir; yükseliş ve çöküş devirleri imparatorlukla<br />

doğru orantılı olarak yaşanmamış, çöküş<br />

devrinde elden giden huzurun yokluğu, manevi<br />

değerlerin hissedilen eksiklikleri, yeni bir hareket<br />

doğurarak, müzikte bir altın çağ başlangıcına zemin<br />

hazırlamıştır.<br />

Osmanlı Devleti’nin Altın Çağı<br />

Osmanlı Devleti’nin ilk padişahları, her türlü şatafat,<br />

rahat ve eğlenceden uzak yaşayıp, büyük bir<br />

imparatorluk kurarak, “altın çağ”ın temellerini atmışlardır.<br />

1520 yılında vefat eden Sultan Yavuz Selim’in<br />

sekiz yıl süren padişahlığı sürecinde Osmanlı<br />

hazinesi en zengin dönemini yaşamış, “Bundan böyle<br />

her kim bir kuruş ilâve ederse onun mührü ile açılsın!”<br />

dedigi hazine, imparatorluğun sonuna kadar<br />

sadece Sultan I. Selim’in mührüyle açılmıştır.<br />

Kânûnî Sultan Süleymân’ın hükümdar olduğu Osmanlı’nın<br />

altın çağı ancak yarım asır sürebilmiş,<br />

yerine geçen oğlu Sultan II. Selim ile geriye gidiş<br />

başlamış, şatafat, eğlence ve safâya düşen mirasyedi<br />

Osmanlıların çöküşü tam dört asır sürmüştür.<br />

Lâkin bu çöküş dönemi, yukarıda da ifade ettiğim<br />

gibi, Osmanlı Mûsikisinde tam tersi bir biçimde<br />

altın çağa dogru yüceliş döneminin de başlan gıcı<br />

olmuştur.<br />

Osmanlı Mûsikisi<br />

Klasik anlamda doğu saray müziklerinin babası,<br />

1435 yılında Herat’ta ölen Abdülkâdir Merâgî’dir.<br />

Kendi bulduğu, bugün terk edilmiş olan Kâr, Murabba<br />

ve Nakış formlarındaki eserleri Osmanlı Mûsikisi’nin<br />

de kaynağını teşkil ettiğinden hocaların<br />

hocası, yani hâce-i hâcegân olarak yâd edilir.<br />

Osmanlı Devleti’nin temellerinin atıldığı XIV. ve<br />

XV. yüzyıldan günümüze gelen Meragî’nin kârları<br />

ve yine aynı asırlara ait Mevlevi ayinleri tetkik edildiğinde,<br />

devrin müziklerindeki ihtişamın melodilerin<br />

arı, sâde ve özlü oluşundan kaynaklandığını<br />

hissederiz.<br />

Osmanlı Devleti’nin altın çağının padişahı olan<br />

Kanûnî önce içkiyi, sonra da içkiye vesile olduğu<br />

için mûsikiyi yasaklamıştı. Nişancı Mehmed Paşa<br />

Erbâbı çeng (yani müzisyenler) için, “...Her biri gâm<br />

köşesinde kaybolup gizlendiler kızgın ve kırgın olarak<br />

bir köşeye sindiler.” diyerek avâm mûsikisinin yasaklandığını<br />

yazmıştır. Neticede işret meclislerinde<br />

eğlenceye yönelik avâm mûsikisi unutulup gitmiş,<br />

sadece saray ve dergâhlarda dinlenilen havâs, yani<br />

Divân Mûsikisi’nin bazı eserleri günümüze kadar<br />

gelebilmiştir.<br />

Yine aynı sebepler ve mûsiki sanatının üzerindeki<br />

dinî tartışmalar nedeniyle, XV. yüzyılda tanık olduğumuz<br />

şiir, hat, mimari, çinicilik, tezhip ve minyatürdeki<br />

şahikaya, mûsikide ancak iki asır sonra<br />

varılır. Diğer güzel sanatlardaki bu yüceliş Osmanlı<br />

Mûsikisi’nin XVIII. ve XIX. yüzyıllarda, iki asır sürecek<br />

olan altın çağına da zemin hazırlamıştır.<br />

XVI. Yüzyıl Osmanlı Mûsikişinasları<br />

Saraydan çıkmadan, haremde eğlenceye dalmış olan<br />

II. Selim ve oğlu III. Murad’ın devirlerinde devlet<br />

Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa sayesinde ayakta<br />

kalabilmiştir. Mûsiki dâhil güzel sanatlara mana<br />

kazandıran, başta Kanûnî Sultan Süleyman’ın süt<br />

kardeşi Yahya Efendi, Zenbilli Ali Efendi, Sünbül<br />

Sinan, Merkez Efendi gibi devrin mutassavıf derviş<br />

ve evliyâlarının sözleri ile şiirleridir. Eserlerinin<br />

çoğu zamanımıza Maldovya Prensi Dimitri Kantemir’in<br />

yazdıgı risâle ve Polonya asıllı Ali Ufkî’nin<br />

mecmuası sayesinde gelebilen, o devrin bestekârları<br />

arasında Mahmud Çelebi, Kırım Hanı Gâzî Giray<br />

Han, Kemençevî Şah Kulu, Emir-i Hac, Hasan Can,<br />

Nefirî Behram Aga sayılabilir.<br />

Bu döneme damgasını vuran en önemli hadise ise III.<br />

Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’e hazırlattığı sünnet<br />

düğünüdür. Asya, Avrupa ve Afrika’nın tüm sultanlarına,<br />

krallarına elçilerle davetiyeler yollanmış, beylerbeyleri<br />

ve valilerin hepsi çağırılmış, düğün alanı olarak<br />

hazırlanan At Meydanı’nda elli iki gün boyunca<br />

davetlilere çeşitli ikramlar ve gösteriler sunulmuştu.<br />

Kendine ısmarladığı küçük bir köşkü bile çok şatafatlı<br />

bularak defterdarını israfla suçlayan Yavuz Sultan Selim<br />

ve öncesi padişahların sade, gösterişten uzak hayatlarıyla<br />

kıyaslandığında, maddi zenginliğin getirdiği<br />

altın çağın aynı zamanda çöküşü nasıl hazırladığını<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

49<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

bu mübalağalı sünnet düğününden<br />

anlamak mümkündür.<br />

XVII. Yüzyıl Osmanlı Mûsikişinasları<br />

Venedik asıllı annesi Safiye Sultan’ın<br />

doyumsuz hırs ve rüşvet<br />

entrikalarına teslim olan III.<br />

Mehmed, XVII. yüzyılın ilk padişahıdır.<br />

Oğullarının çoğunu<br />

katlettiren III. Mehmed’in yerine<br />

oturan oğlu I. Ahmed, devleti<br />

kısa zamanda annesi Safiye’den de ihtiraslı, Rum<br />

asıllı karısı Kösem Sultan’a devretmişti. Valide Sultan<br />

olarak yıllarca devlete hâkim olan bu kadın gücünü<br />

kendi çocuklarının dahi katline göz yumarak<br />

korumuştu.<br />

I. Ahmed’in vefatının ardından uzun yıllar kafes arkasında<br />

yaşattığı, ölüm korkusundan aklını yitirdiği<br />

için tarihe “Deli Mustafa” olarak geçen kardeşi Sultan<br />

I. Mustafa, ihtilal sonucu genç yaşta katledilen<br />

yeğeni Genç Osman ile I. Ahmed’in diğer oğulları,<br />

gaddar IV. Murad, Deli İbrahim ile avdan başka bir<br />

şey düşünmeyen oğlu Avcı Mehmed sırasıyla tahta<br />

oturmuşlardı.<br />

İhtilal ve deli padişahların yarattığı bu kargaşaya<br />

daha sonra bir de Kadızâdeliler Hareketi olarak anılan<br />

bağnaz ve yobaz bir dinî hareket eklenmiştir. Bu<br />

hareketin liderleri Kadızade Mehmet Üstivânî Mehmet<br />

ve Vânî Mehmet Efendilerin mûsikiyi, tasavvufu,<br />

şiiri, edebiyatı, velhasıl tüm güzel sanatları haram<br />

saymaları, bütün dînî gelenekleri bid’at, yoldan<br />

çıkış olarak kabul etmeleri göz önüne alınıp, üstüne<br />

bu harekete taraftar olmak zorunda kalan padişah<br />

ve saray erkânı da ilave edildiginde, bu asırda güzel<br />

sanatların gelişmesine uygun bir ortam olamayacağı<br />

bârizdir.<br />

“Allah’ın bir rahmeti” olarak zuhur eden Aziz Mahmûd<br />

Hüdâî Hazretleri’nin varlığı yaşanan bu huzursuz<br />

yüzyılda bîçâre padişahların ve halkın sığınağı<br />

olmuştur.<br />

Kudümün rahmeti zevkü safâdır yâ Resulallah<br />

Zuhûrun derd-i uşşâkadevâdır yâ Resulallah<br />

Hüdâî’ ye şefaat kıl eğber zâhir eğer bâtın<br />

Kapına intisâb etmiş gedâdır yâ Resulallah<br />

Şiiri ve bestesi kendisine ait olan çargâh makamındaki<br />

bu tevşih ile devrin mûsikişinasları arasında<br />

anabilecegimiz Hudâî’nin yanı sıra, Galata Mevlevihanesi’nin<br />

şeyhi, Mevlânâ’nın Mesnevisine yazdıgı<br />

muazzam şerhden dolayı Hazreti Şârih ünvanıyla<br />

anılan Ankarâvî İsmail Resûhi<br />

Dede, Pîr-i Sânî olarak anılan kâdirî<br />

şeyhi İsmail Rumî gibi büyük<br />

mutasavvıflar bu hârâbede açan<br />

çiçekler gibidirler.<br />

Bütün bu kötü şartlara rağmen<br />

Benli Hasan Aga, Ali Şirugânî,<br />

Hafız Post, Şeyhül İslam Esad<br />

Efendi, Seyyîd Nuh gibi bestekârlar<br />

muhteşem eserler vermişlerdir.<br />

Şeyhül İslam Esad<br />

Efendi’nin yazdığı Atrabul âsâr fi tezkiret-i Urefa-yi<br />

edvâr adlı eseri devrin mûsikişinaslarının biyografileri<br />

üzerine elimizdeki en önemli kaynaktır.<br />

Osmanlı Mûsikisinin Altın Çağı – XVIII. Yüzyıl<br />

XVIII. yüzyıl başında padişah olan Sultan III. Ahmed<br />

ile veziri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa zamanında<br />

başlayıp, Patrona Halil İsyanı ile sona erdiğinden<br />

sadece on iki yıl süren Lâle Devri’ni mûsikimiz<br />

açısından altın çağın oluştuğu süreç olarak<br />

kabul edebiliriz.<br />

Altında mı üstünde midir ceneti âlâ<br />

Elhak bu ne hâlet bu ne hoş âb-u havâdır<br />

Her bagçesi bir çemenistânı letâfet<br />

Her kûşesi bir meclîsi pür feyzi safâdır<br />

Dizeleriyle dönemi tasvir eden şair Nedîm, bu meşhur<br />

şiirinde İstanbul’un bir taşını bütün Acem mülküne<br />

eş tutar. Yine aynı şair;<br />

Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan<br />

Sözleriyle sanki savaş meydanlarındaki yenilgileri,<br />

çöken devletin çatırdılarını unutmayı, hiç olmazsa<br />

şu son demleri, zevk ve safâ ile yaşamayı önerir.<br />

I. Mahmud, III. Osman ve III. Mustafa ile devam<br />

eden XVIII. yüzyıl, her şeye rağmen bitip tükenmeyen<br />

devlet mirasının ehliyetsiz ellerde hebâ olmaya<br />

devamını sahneler. III. Mustafa sadrazamına mührü<br />

verirken aşağıdaki sözleri sarf edip, çaresizliğini<br />

ifade etmiştir:<br />

Yıkılıptur bu cihân sanma ki bizde düzele<br />

İşimiz kaldı hemân merhameti lemyezele.<br />

Kuzey Karadeniz ve Tuna kıyılarının kilit noktası<br />

olan, hatta o devirde İstanbul’un kapısı addedilen,<br />

Özi Kalesi’nin Rusların eline düştüğü haberini alınca<br />

üzüntüsünden vefat eden I. Abdulhamid’in yerine<br />

geçen Sultan III. Selim’in zerafeti, ruh inceliği,<br />

sanatkârlığı sayesinde Osmanlı şiiri ve mûsikisi doruk<br />

noktasına varmıştır.<br />

50<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

Sanki dertler, acılar sanatkârların hissiyatını coşturmuş,<br />

şiir ve mûsiki, vazgeçilen dünyadan mana<br />

âlemine açılan bir bahçe gibi, birbirinden güzel<br />

çiçeklerle donanmıştır. İstanbul’un beş mevlevihanesinde<br />

tarihin en önemli şeyhleri ve bestekârları<br />

ayinler, kârlar, murabbâlar bestelerken, Enderun<br />

müzisyenleri zevk sahibi sanatsever sultan ve devlet<br />

erkânına her gün yepyeni eserler sunmuştur.<br />

Diğer yandan Rum, Ermeni ve Yahudi bestekârlar<br />

gerek danî müziklerinde, gerekse Klasik Osmanlı<br />

Müziği’nde muhteşem eserler vermeye başlamışlardı.<br />

Zaharya Efendi, Petraki Lampadarios, Hamparsum<br />

Limoncuyan, Tanbûrî Isak Fresco Romano<br />

devrin büyük üstadları arasındaydılar.<br />

Mevlevihanelerde, Buhûrîzâde Mustafa Itrî, Kutbunnayi<br />

Nâyî Osman Dede, Seyyîd Ebûbekir Dede<br />

ile oğulları, Neyzen Abdulbâkî Nâsır Dede, Ali Nutkî<br />

Dede sanata, özellikle mûsikiye tarihin en derin<br />

ve zengin abidelerini işliyorlardı.<br />

Enderûn’da Abdul Halîm Aga, Küçük Mehmet Aga,<br />

Eyyubî Bekir Aga, Enfî Hasan Aga, İbrahim Aga,<br />

Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Sultan I. Mahmud,<br />

Tanbûrî Mustafa Çavuş, Tab’î Mustafa Efendi,<br />

Vardakosta Ahmed Aga ve Şakir Aga’ların eserleri<br />

belki de şark mûsikisinin en muhteşem örneklerini<br />

veriyordu.<br />

Büyük bestekâr, şair, hattât, neyzen ve tanbûrî Sultan<br />

III. Selim, Isfâhânek-i Cedid, Hicâzeyn, Şevk-i<br />

Dîl, Arâzbar Bûselik, Hüseynî Zemzeme, Rast-ı Cedîd,<br />

Pesendîde, Nevâ Kürdî, Sûzidilârâ ve Şevkefza<br />

adıyla on yeni makam bulmuş ve bu makamlarda<br />

hepsi birbirinden güzel eserler bestelemişti. Kendisi<br />

de bir Mevlana ve Mevlevilik muhibbi olan Padişah,<br />

devrin Galata Mevlevihanesi Şeyhi Galib Dede’nin<br />

hayranı, mevlevihanenin dervişi ve müdavimiydi.<br />

Suzidilara makamında bestelediği Mevlevi ayini bu<br />

formun şaheserleri arasındadır.<br />

onu teşvik etmiştir. Ancak kendisi, Batılılaşma döneminde<br />

Sultan Abdulmecid’in ifrat derecede piano<br />

ve opera hayranlığından rahatsız olmuş “Buranın<br />

tadı kaçtı.” diyerek, talebeleri Dellalzâde İsmail ve<br />

Mutaf ’zâde Ahmed Efendi’lerle gittiği hacda vefat<br />

etmiştir.<br />

Osmanlı Mûsikisi, İsmail Dede’yi darıltan Batıcılık<br />

yüzünden saray erkânı tarafından terk edilse de,<br />

özel meclislerde zevk sahibi insanların teşvikiyle<br />

bir müddet daha yaşamaya devam etmiştir. Bu dönemde,<br />

sanki frenkleşmiş saray ve fanatik Batı hayranlarına<br />

inat, İsmail Dede ve yetiştirdiği bestekâr<br />

talebelerinin hepsi ortaya muhteşem eserler çıkarmışlardır.<br />

Cumhuriyet’in radikal Batıcılık dönemi<br />

ile günümüzün köylü-kentli keşmekeşine rağmen,<br />

Osmanlı mûsikisinin altın çağının tozları, bugün<br />

dahi müzisyenlere ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.<br />

Eskiden Mevlevi dervişleri birbirlerinden ayrılırken<br />

“Allah derdini arttırsın!” diye dua ederlermiş. Bugün,<br />

dertlerin ve yaşanan zorlukların insanın kemâline<br />

vesile olduğuna inanılan medeniyetle, her istediğini<br />

hemen elde edebilmenin, maddi refahın, dertsiz,<br />

gamsız yaşamanın huzur ve mutluluk kaynağı olacağı<br />

zannedilen medeniyet çatışma hâlindeler. Globalleşen<br />

dünyada ve özellikle İslam âleminde görülen<br />

çöküş nedeniyle, kaybolan değerlerin, zevkin,<br />

manevi neşenin eksikliği gittikçe hissedilmekte ve<br />

bu boşluğu dolduracak yeni değerler aranmaktadır.<br />

Hazine üstüne oturup yokluktan şikâyet edenlerin bu<br />

mirasdan daha fazla istifade ederek yeni bir altın çağ<br />

başlatabilmelerini ümid ediyoruz.<br />

Altın çağın doruk noktasındaki en büyük hazine<br />

ise Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’dir. Yenikapı<br />

Mevlevihanesi’nde şeyh Ali Nutki Dede’nin dervişi<br />

olmuş, Abdulbâkî Nâsır Dede’den ney meşk etmiş,<br />

aynı mevlevihanede çile doldurarak “Dede” unvanını<br />

almıştır. Mûsikimize “Dede Efendi müziği”<br />

dedirtecek kadar birbirinden güzel binlerce eser<br />

ile müzik severleri bugün dahi mest etmeye devam<br />

etmektedir. Sabâ, Nevâ, Bestenigâr, Sabâ Bûselîk,<br />

Hüzzâm, Isfahân ve Ferâhfezâ makamlarında bestledigi<br />

Mevlevi ayinleri birer şaheserdir.<br />

III. Selim’den sonra, kendisi de bestekâr olan Sultan<br />

II. Mahmud, Dede’ye büyük hürmet göstermiş,<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

51<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

TÜRK EDEBİYATINDA YILDIZIN PARLADIĞI<br />

ZAMANLAR<br />

Ertan Örgen*<br />

ir milletin edebiyatının uzun asırlar<br />

içerisindeki seyrini derinlikli olarak inceleyen,<br />

tartışan bilimsel çalışmalar temelde<br />

iki amacı saptarlar. Birincisi milletin<br />

sahip olduğu kültürel değerleri tespit,<br />

ikincisi bu değerlerin geleceğe ve insanlık adasına<br />

dönük zenginlikleridir. Bu zaviyelerden bakıldığında<br />

çok köklü bir değerler sistemi üretmiş olan Türk edebiyatı,<br />

derin bir kültürel arka plan ile Türk milletinin<br />

yaşama ve üretme becerisinin tanığı olmuştur.<br />

Türk edebiyatı, Fuat Köprülü’den beri kültür ve medeniyet<br />

perspektifi esas alınarak üç dönem üzerinden<br />

incelenmektedir. Bu üç döneme parlayan yıldızlar<br />

olarak bakıldığında İslamiyet öncesi dönemde, tabiatla<br />

baş başa, göçebe bir kültürün sade güzelliği öne<br />

çıkar. İslamiyet’le beraber geniş bir kültür havzasında<br />

büyük bir coğrafyaya yayılışın ve bir medeniyetin bütün<br />

şubelerinin hayata ve insana edebi bir zenginlikle<br />

bakışının büyüklüğü görülür. Batı etkisindeki dönem<br />

ise gelenekle Batı aklının ürettiği kavramlar üzerinde<br />

bir sentez arayışıdır.<br />

52<br />

say ı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

İslamiyet öncesi dönem, dilin sadeliği ve tabiatla baş<br />

başa bir paylaşımın doğallığıdır. Bu döneme damga<br />

vuran sözlü edebiyat her kuşağın kendi zamanından<br />

kattıklarıyla zenginleşerek halk edebiyatının sade ve<br />

derin yapısı içinde yaşamaya devam eder. Özellikle<br />

mit ve destan anlatmaları ile büyük bir coğrafyaya<br />

yayılan bu dönem Türk edebiyatı, Altay-Yenisey sahasından<br />

Sibirya’nın güney kısımlarına ve Seyhun’a<br />

(Amuderya) uzanan Türklerin sadece atlı göçebe bir<br />

hayat tarzına değil aynı zamanda tarım, ticaret gibi<br />

yerleşikliğe dair uğraşlara sahip olduğunu gösterir.<br />

Yazı ilgisi ise Orhun Kitabeleri’nden Uygur metinlerine<br />

uzanarak geniş bir kolektif bilincin var olduğunu,<br />

bunun kozmogoniden destan parçalarına kadar devlet,<br />

insan, toplum, kültür, aile, sanat gibi alt başlıklara<br />

kadar incelikle işlendiğini gözler önüne serer. Özellikle<br />

Oğuz Destanı’nda kültürel birikimin süzülmüş<br />

bir özünü buluruz. İnsan ve doğa karşı karşıyadır,<br />

insan doğayı aklı sayesinde yener. Düşmanları vardır,<br />

mücadele eder, aklı ve duygularıyla bir gelecek kurar.<br />

Türklerin İslâmiyet’i kabulü yaygın olarak 10. yüzyıldadır.<br />

İnanç ve uygulama kaynakları olarak Kur’an,<br />

hadis, fıkıh gibi ilimler ve yeni bir coğrafya üzerinde<br />

tanışılan Arap ve İran kültürü, yoğun bir anlama ve<br />

tercüme faaliyeti içerisinde Türkleri karşılar. Asya<br />

içlerinden Hazar denizi, Mısır ve Anadolu’ya doğru<br />

yayılan Türkler için bu yeni kültür ve medeniyet dairesini,<br />

savaşçı ve teşkilatçı bir milletin başka kültür<br />

ve medeniyetleri kendilerine mahsus bir biçimde içselleştirmesi<br />

ve geliştirmesi olarak görmek de mümkündür.<br />

Çünkü iç içe geçen bu kadar kültürel kaynak<br />

arasında kendi dillerini, geleneklerini yaşatmayı<br />

başarmışlardır. İlk dönem İslami eserler diye bilinen<br />

metinlerde bunun canlı örnekleri vardır. Divânü Lügati’t-Türk,<br />

Kutadgu Bilig, Divân-ı Hikmet, Atabet’ül-<br />

Hakâyık yeni karşılaşılan coğrafyayı anlamak kadar<br />

içselleştirip dönüştüren eserlerdir. Selçuklu dönemi<br />

içerisinde gelişen düşünce ve sanat anlayışının hayata<br />

büyük bir tesiri olduğu muhakkaktır. Ancak bu<br />

konuda günümüze ulaşan kaynak sayısı çok sınırlıdır.<br />

Fakat hemen onun sonlarına doğru oturmuş bir<br />

inanç sistemi olarak Celâleddin Rûmî ve Yunus Emre’de<br />

görülen derinlikli birikim, maddi ve manevi hayatı<br />

bütün yönleriyle anlatabilme özelliği, büyük bir<br />

bilim ve kültür zeminine sahip bulunulduğunun işaretidir.<br />

Büyük bir sûfî olarak Celâleddin Rûmî, özellikle<br />

Mesnevi’si ile sonraki çağlara büyük bir kaynak<br />

olmuştur. Hatta bir biçim adı olan mesnevi denilince<br />

ilk akla gelen onun eseridir. Kâinatı ve Allah’ı tek bir<br />

esas üzerinde “vahdet-i vücud” felsefesiyle tanımlayarak<br />

insanı konumlandıran bu sufizmle bugün<br />

evrensel bir şöhrete ulaşmıştır. Daha kırsaldan ve<br />

doğa ile bitişik konuşan Yunus Emre yine tasavvufi<br />

bir kaynaktır. Şiirlerini Celâleddin Rûmî gibi Farsça<br />

değil Türkçe söylemiş olması, ona asırlarca halk arasında<br />

yaygın bir şöhret kazandırmıştır. Moğol baskısı<br />

altındaki Anadolu toprakları, onun şiirindeki inanç<br />

ve tevekkülle huzur bulmuş ve kolay gibi görünen<br />

ancak söylenişi büyük ustalık isteyen şiirleriyle Türk<br />

edebiyatının büyük adlarından birisi olmuştur.<br />

“Yunus der ki: Gör takdirin işleri,<br />

Dökülmüştür kirpikleri, kaşları.<br />

Başları ucunda hece taşları,<br />

Ne söylerler, ne bir haber verirler.”<br />

İslamiyet öncesi ve sonrasına ilişkin kültürel geçişleri<br />

izlediğimiz Dede Korkut Hikâyeleri ise Türk sosyal ve<br />

siyasi hayatına dair çok mühim bir kaynak olmanın<br />

yanı sıra dil mirası ve destan üslubu ile Türk edebiyatının<br />

parlayan yıldızlarındandır.<br />

Türk edebiyatında şiir olarak en büyük dönemin<br />

Klasik Türk edebiyatı olduğu iddia edilebilir. Tam<br />

anlamıyla kurulup yerleştiği 15. yüzyıla kadar gelenekleşmiş<br />

İran edebiyatını ve Arapçayı kendi bünyesiyle<br />

kaynaştırması ve ona kendisine özgü bir biçim<br />

vermesi dolayısıyla zaman zaman İran etkisi olarak<br />

değersizleştirilen bu edebiyat, Tanpınar’ın 19. Asır<br />

Türk Edebiyatı Tarihi’nde konumlandırdığı üzere bir<br />

imparatorluk ve saray istiaresidir. Oturmuş teşrifat<br />

düzeninden, mazmun ve edebi söz sanatlarından,<br />

soyutlanmış ve idealize edilmiş hayat algısına kadar<br />

klasiğin özelliklerini taşır. Her klasik gibi etkileşimlerin,<br />

değişmezliklerin ortasındadır. Bu şiir edebiyatının<br />

ilk büyük ustaları Şeyhî, Ahmet Paşa ve Necatî’dir.<br />

Aruz ölçüsünün ve biçimin daha da yerleştiği<br />

16. yy.’da daha büyük şairler yetişmiştir. Bunda Yavuz<br />

Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim gibi<br />

kendileri de şair olan padişahların ülkeyi geniş bir<br />

coğrafya ve zenginlik içinde yönetmiş olmalarının<br />

payı büyüktür. Zatî, Hayâli Bey, kırk yıl şiir tahtına<br />

oturan Bâkî; biraz daha kenarda kalmış olsa bile şiir<br />

gücü ile daima etkili olan Fuzulî, âdeta büyük bir<br />

kubbeden seslenirler. Şiirin sesindeki o kendine güven<br />

ve şiir dilindeki incelik, klasik olmalarını sağlamıştır.<br />

Bâkî, “Çok olmaz bu tarza gazel Bakiyâ/ Güzel<br />

söz güherdür güher az olur” derken, Fuzulî “Gazel bildürür<br />

şâirün kudretün/ Gazel artırur nâzımun şöhretin”<br />

dizeleriyle lirik sözün dil ve zihniyet bakımından<br />

bir medeniyet emaresi olduğunu bildirir.<br />

Osmanlı Devleti’nin zayıflama izlerini taşıyan 17. yy.,<br />

merkezde beliren otorite zaafı, Celali İsyanları ve nihayet<br />

Karlofça Anlaşması ile duraklama döneminin<br />

başlangıcıdır. Ancak edebiyatta böylesi bir zaaf söz<br />

konusu değildir. Sadece hiciv şiirlerinin artışı ile dönem<br />

arasında bir bağlantı kurulabilir. Bu da olsa olsa<br />

dönemin ruhunu yansıtan bir aynaya benzer. Türk şi-<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

53<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

irinin büyük övgü ve yergi ustası Nef ’î, bilgisi ile döneminde<br />

saygı görmüş ve şiirlerinde de sadeliğin, dil<br />

zevkinin örneklerini vermiş Şeyhülislam Yahya, Sebk-i<br />

Hindî tarzının temsilcileri olarak Neşatî ve Nailî,<br />

bu yüzyılı dolduran şahsiyetlerdir. Ayrıca nesir türünde<br />

Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si imparatorluk<br />

coğrafyasının tanığı olarak dil, din, folklor gözlemleri<br />

açısından önemli bir kaynaktır. 18. yy.’da çözülüşe<br />

karşı mühendishanenin kurulması, ordunun yeniden<br />

düzenlenmesi gibi ıslah çalışmaları göze çarpar. Edebi<br />

alanda ise Nâbî, Nedim ve Şeyh Galib gibi isimler,<br />

klasik edebiyatın zevk ve dil imkânları açısından zirveye<br />

ulaştığını işaret der. Bu aynı zamanda onun, değişen<br />

bütün bilimsel ve siyasal gelişmeler karşısında<br />

söylediği son sözlerdir. Bir medeniyetin zirve noktası<br />

olarak görebileceğimiz Şeyh Galib’in şu beyti dünya<br />

ve insan ilgisine klasiğin ne denli tasarruf ettiğini<br />

gösterir: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/<br />

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Kendine bir<br />

hoşça bak; sen âlemin özüsün, varlıkların gözbebeği<br />

olan insansın”. Takip eden yüzyıl artık zevkin çözülüşü,<br />

onun yerine kelime oyunlarının gelişi gibi bir<br />

uzatmaya gider.<br />

Tanzimat’a giden süreçte, orduya dönük ıslahat girişimleri<br />

yerini zamanla kurumsal ve kültürel yapılanmalara<br />

bırakır. Savaşlar ve kaybedilen topraklar<br />

yenileşmeyi resmi olarak 1839 Tanzimat Fermanı ile<br />

sonuca ulaştırır. Burada gazeteleri, tercümeleri, yeni<br />

okullardan yetişen kuşakları dikkate alınca Tanzimat’ın<br />

değerlerine inanan bir sosyolojik tabanın da<br />

gelişimini düşünmek gerekir. Nitekim Tanzimat sonrası<br />

dönem, Batı medeniyeti etkisinde gelişen Türk<br />

edebiyatı demektir. Duygularıyla geleneğe, düşünceleriyle<br />

Batı’ya dönük bu kuşak, bir ansiklopedist tavrı<br />

ile yeniye ait her şeyi taşımak isterken kararsızdır ve<br />

aynı zamanda ihtida ettirilmiş bir Batı’dan yanadır.<br />

Ancak ithal bilgi kökleri, seküler bir yapıyı doğurmaktadır.<br />

Bu değişimin ardından edebiyat sanatı,<br />

artık işe yeniden başlamak zorundadır ve bir yığın<br />

tercümenin arasında şiir sosyal hayata yaklaşırken<br />

basitleşir ama yanı başında çok güçlü bir nesir edebiyatı<br />

doğar. Bunu besleyen dönemin diliyle “edebiyat-ı<br />

sahiha” yani gerçekçi edebiyattır. Edebiyatın siyasallaşması<br />

anlamına da gelen bu yeni edebiyat, devlete<br />

bağlı şair ve yazar anlayışını da etkilemeye başlamış,<br />

sivil denebilecek yaklaşımlar doğmuştur. Bunlardan<br />

neredeyse ilki olan Şinasi, “hak, kanun, medeniyet”<br />

kavramları üzerine sosyal yönü baskın bir edebiyatı<br />

miras bırakırken “hürriyet” üzerinden Namık Kemal<br />

yeni kuşaklara bir heyecan üslubu aktarmıştır.<br />

Ancak Tanpınar’ın diliyle Batı etkisi “bir medeniyet<br />

krizi”dir ve kendisine mahsus bir alan yaratmaya başlaması,<br />

burjuvazi bir temelle mümkün olacaktır. İlk<br />

Tanzimat ediplerinin ardından gelen kuşaklarda küçük<br />

duygulanmalar, edebiyatı kaplayacak ve Servet-i<br />

Fünûn topluluğu bu duygusallığın içerisinde yol alacaktır.<br />

Ortaya çıkan bireye dönük bu edebiyat, aslında<br />

modern edebiyatın temsilidir. Fakat tarih ve Türk<br />

siyasi hayatı buna henüz çok geniş bir zemin hazırlamadığı<br />

için 1908 Meşrutiyet’i ile siyasi harareti yüksek<br />

bir edebiyat, Namık Kemal’den gelen ateşli üslubu<br />

devralacak ve bu Cumhuriyet sonrası romantik bir<br />

memleket edebiyatını da besleyecektir. Tanzimat’la<br />

birlikte üçüncü dönemini yaşayan Türk edebiyatı önceki<br />

klasiğin düzeyine modernliğin izinde yaklaşır.<br />

Milli Edebiyat döneminde sadeleşen Türkçe, arayışın<br />

içinde klasiğin tekrar kurulabileceğini düşündürtür.<br />

Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay gibi yazarların kaleminde<br />

berrak, akıcı bir üslup vasıtası olarak parlar.<br />

Yahya Kemal Beyatlı gelenekle modern arasındaki<br />

insanı, “tarihiliği” içerisinde zarif bir dille şiirleştirir.<br />

Onun yanı başında modernin imajinatif anlatma<br />

çabasının ismi olarak Ahmet Haşim vardır. Modern<br />

sanatın insansızlığı ve hikâyesizliği, bireye ait görüntüler<br />

Haşim’de yoğunluktadır.<br />

Yeni Türkiye, millileşme süreci içerisinde bir romantizm<br />

yaratarak yoğun bir memleket edebiyatı düşünce<br />

ve duygusuyla uzun zaman yol alır. İlk hececi kuşağın<br />

ardından gelen Kısakürek, Tarancı, Dıranas ve<br />

Tanpınar dilin zarafetini esas tutarak ritmik bir şiir<br />

meydana getirirler. Artık Batı etkisi ile gelenekten<br />

gelen mistik, metafizik yansıtmalar daha uygun bir<br />

kompozisyon kurar.<br />

Öykü ve romanda ise Tanzimat ve Servet-i Fünûn<br />

kuşaklarının Batılı örnekleri taklidinden ibaret gibi<br />

duran anlatmaları, Cumhuriyet dönemi itibarıyla en<br />

azından kompozisyon açısından bir başarıya ulaşır.<br />

Yerli hayatı anlatma çabası giderek ivme kazanır.<br />

Kültür değişimi, insan ve çevre ilgileri itibarıyla kü-<br />

Tanzimat sonrası dönem, Batı medeniyeti etkisinde gelişen<br />

Türk edebiyatı demektir. Duygularıyla geleneğe,<br />

düşünceleriyle Batı’ya dönük bu kuşak, bir ansiklopedist<br />

tavrı ile yeniye ait her şeyi taşımak isterken kararsızdır ve<br />

aynı zamanda ihtida ettirilmiş bir Batı’dan yanadır.<br />

54<br />

say ı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

çük bir zümrenin değil toplumsalın izdüşümü olarak<br />

canlanır. Özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in sağlam<br />

yapılı romanlarından sonra Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun<br />

Kiralık Konak, Yaban gibi düşünceyi<br />

sanatsal metaforlarla anlatabilme düzeyine çıkan<br />

romanları, klasik düzeyinde eserleri ile Peyami Safa<br />

önemli adlardır. Safa, modern roman tekniklerini,<br />

bireyin psikolojisini ve ideolojiyle ustaca birleştiren<br />

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız, Matmazel<br />

Noraliya’nın Koltuğu gibi eserleriyle Türk romanına<br />

ciddi bir irtifa kazandırmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar,<br />

Kemal Tahir, Orhan Kemal, Tarık Buğra gibi usta<br />

isimlerle Türk romanı giderek yükselen bir grafiğin<br />

içerisine girmiştir.<br />

Türk edebiyatı, siyasi tema olarak Tanzimat’tan beri<br />

kültür ve medeniyet, milliyetçilik başlıklarını izlerken<br />

Cumhuriyetle beraber geçmişten kopuşun ve<br />

onun yerine konulan milli hayatın yani folklorun<br />

peşine düşer. Buradan zamanla sosyal gerçekçilik düşüncesi<br />

doğrultusunda az gelişmişlik ve köy edebiyatı<br />

belirir. 1940-1970 yılları arasında yoğunluklu bir köy<br />

edebiyatı sürer öykü ve romanlarda. Bu feodalizmle<br />

eşleştirilen bir perspektifin ardında bürokrasi eleştirisi<br />

olarak da canlanır. Türkiye’nin kırsaldan şehre<br />

göçünün 1950 ve sonrasında hızlanması, öykü ve<br />

romanın kır-kent çatışması, şehirleşme problemleri<br />

dolayısıyla yeni bir alan bulması anlamına gelir. Buradan<br />

itibaren Leyla Erbil, Füruzan, Adalet Ağaoğlu<br />

gibi kadın öykücü ve romancılar da sahne alacaklar<br />

ve özellikle 1970 sonrası hem sayı hem nitelik olarak<br />

bir yükseliş göstereceklerdir.<br />

Şiirde ise modern atılımın neredeyse son durağı olarak<br />

İkinci Yeni, soyut ve imajinatif bir dünya algısı<br />

etrafında bireye odaklanır. Böylelikle Türk şiiri modernlikle<br />

olan karışık ilgilerini daha baskın sayılabilecek<br />

bir yeni anlayışa teslim eder. Bu şiir, kaynak<br />

olarak Batılı edebi akımlardan sürrealizme, düşünce<br />

olarak varoluşçuluk fikrine yakın durur. Özellikle<br />

imgeyi alan olarak genişletmeleri ve şiiri dize yapısından,<br />

öyküden uzaklaştırma çabaları dolayısıyla<br />

sonraki şiiri derinden etkilemişlerdir. Modern Türk<br />

şiirinin gövdesi olarak tanımlayabiliriz İkinci Yeni’yi.<br />

İlhan Berk, Edip Cansever, Turgut Uyar imgeleri ve<br />

bireye bağlı yaşantıları dikkate alırken Cemal Süreya,<br />

humora yaslanan ve görselliği önceleyen tavrı ile<br />

Sezai Karakoç ise geleneksel temaları modern şiirin<br />

teknikleriyle yansıtışı ile güçlü birer kaynak olmayı<br />

başarmış isimlerdir. 1960 İhtilâli sonrasında, toplumcu,<br />

siyasi rengi yüksek bir şiir doğar ve bunu<br />

İkinci Yeni’nin imkânlarını sürdürerek yapan şairler<br />

gelir. Bunların başında İsmet Özel gibi imge sağanağını<br />

ustaca kullanan bir şair ve estetik düzeye bağlılık<br />

manasında Hilmi Yavuz vardır.<br />

1980 sonrası şiir, önceki edebi hareketlerin zenginliğini<br />

göstermez. İhtilâlin yarattığı atmosfer, şairleri<br />

adeta kendi içlerine gömülü duruma getirir. Öykü<br />

ve romanda da benzer bir durum olmakla birlikte<br />

küreselleşmenin, liberal ekonomi rüzgârları etrafında<br />

Türkiye’ye girişi, anlatılacak insan ve toplum<br />

manzaralarını önceki ideolojik kampların ateşli sembol<br />

ve söylemlerinden sıyırarak yeni bir tarihsellik<br />

düşüncesi ile anlatır. Bu bireyin daha çok tüketime<br />

odaklanması, teknolojinin hayata daha çok girmesiyle<br />

ivme kazanarak postmodern anlatma hizasına<br />

gelir. Tarihin yeniden kurgulanması, fantastik ve<br />

oyun sayılabilecek ilgiler çerçevesine yerleştirilmesi<br />

roman ve öyküye büyük ve kurtarıcı bir anlatma düzeyi<br />

vermez. Bu dönemde sonradan Nobel edebiyat<br />

ödülü alacak olan Orhan Pamuk, gerek roman tekniği<br />

gerekse anlattığı dünya itibarıyla yetkin bir isim<br />

olarak öne çıkar. Türk edebiyatında roman patlaması<br />

denilen yıllara gelinir.<br />

Baştaki tespitimizin ışığında, Türk edebiyatı destan<br />

gibi büyük anlatmalar ile kendi değerler manzumesini<br />

kültürel kodlar olarak millete benimsetmiş, Klasik<br />

Türk edebiyatı ile zirveye ulaşmış, saf şiirin bütün<br />

imkânlarını göstermiş, son dönem itibarıyla modernliğin<br />

içerisindeki arayışını nitelikli ürünler vererek<br />

sürdürmüştür. İnsanlık adasına ilişkin edebiyat alanında<br />

evrensel ölçekte büyük bir güldeste oluşturmuştur.<br />

Ancak Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük<br />

bir sanatkâr bile birçok dile daha yeni çevrilmektedir.<br />

Geç kalınan ve ihmal edilen yön, bu büyük isim ve<br />

eserlerin dünyaya tanıtılmasında olmuştur.<br />

*Balıkesir Üniversitesi, Öğretim Üyesi<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük bir sanatkâr bile birçok<br />

dile daha yeni çevrilmektedir. Geç kalınan ve ihmal edilen<br />

yön, bu büyük isim ve eserlerin dünyaya tanıtılmasında<br />

olmuştur.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

55<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

TÜRK SINEMASI’NIN ALTIN ÇAĞI<br />

VAR MI?<br />

Hasanali Yıldırım<br />

ürk Sineması’nın altın çağı” ifadesi,<br />

içinde gizli bir kabulü barındırmakta:<br />

Ortada bir Türk Sineması<br />

var; öyleyse bu sinemanın değişik<br />

dönemlerinden söz edilebilir. İyi de, bu sinemanın<br />

zirveye tırmandığı dönemi ne zamana denk gelmekte;<br />

altın çağı yani?<br />

Bu ifadenin kendisinden çok, bu ifadenin içinde yatan<br />

o gizli kabulü teşrih, bu yazının asıl mevzuu...<br />

Kültür ufkumuzun yeni istikametgâhından hareketle<br />

değerlendirmeyi deneyelim:<br />

Çoluk çocuğun ağzında pelesenkleştiğinde bile gerçekliğinden<br />

fazla bir şey yitirmeyen çok az tespit<br />

vardır. Bunlardan biri de, sinemayı Avrupalılar’ın<br />

icat ettiği, buna karşın Amerikalılar’ın bir yaşama<br />

biçimi hâline getirdiği görüşü. Fakat böylesi sözleri<br />

sarf edenlerin kulak ardı ettikleri, hâlbuki konuyu<br />

tam göbeğinden ayrımlayan nokta şu: Hollywood<br />

sineması yüz küsur yıldır genişleyerek yoluna devam<br />

ederken; başka bir ifadeyle, milyonları kendine<br />

râmetme pahasına sinemanın içindeki gizilgüç<br />

oranında saklı zerre miktarı yaratıyı dışlayıp işi<br />

bütünüyle eğlenceye dökmüşken, Avrupa sineması<br />

kendi duyarlılığı doğrultusunda, farklı akımlar, öteki<br />

sanatlar için yol açıcı okullar, büyük yönetmenler,<br />

önemli filmler üretme doğrultusunda gelişti. Bunca<br />

zaman zarfında dünyanın öbür ülkelerinden kimileri<br />

de gerek biçim, gerekse biçem açısından Avrupa<br />

sinemasıyla yarışmayı veya en azından aynı kulvarda<br />

at koşturmayı seçti.<br />

Çekilen yıllık film sayısıyla bazı dönemler dünya rekorunu<br />

bile elinde bulunduran Hindistan gibi kimi<br />

sinemalarsa kendisine Hollywood’u rehber seçtiğin-<br />

56<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

den olsa gerek, (zaten o yüzden bu ülkenin sineması<br />

Bollywood diye anılmıyor mu?) yakın çevresinde<br />

kalabalık bir izleyici kitlesi bulan yapımlara imza<br />

atsa bile, bir yılda çevrilen film sayısına oranla yaratıcı<br />

işler alanında fazla söz sahibi olamadı. (Tabii<br />

ki Satyajit Ray ve Mrnal Sen gibi isimleri unutmuş<br />

değilim.)<br />

En Yaygın “Sanat”: Sinema<br />

Bugün dünyada ülke kabul edilen neredeyse tüm<br />

topraklarda şu veya bu düzeyde sinema filmi çekilmekte.<br />

Buna karşın bütün bu ülkelerin sinemada<br />

söz sahibi olduklarını söylemek mümkün değil.<br />

Çünkü bir ülkede filmin üretilmesi ile bir sinema<br />

anlayışının varolması birbirinden çok ayrı şeyler.<br />

Daha açıkçası, sinema salonlarının veya çekilen yapımların<br />

niceliği, bir filmin niteliğine pek bir şey<br />

katmamakta. Öyleyse nasıl oluyor da, örneğin Batılı<br />

sıradan insanın nezdinde hâlâ mağara devrine<br />

yakın yaşayan Afrika’da, dünya çapında ses getiren<br />

sinemacılar yetişebilmekte? Daha ilginci, kapı komşusu<br />

olduğumuz, ne kapı komşusu, evin has ahalisinden<br />

kendimizi saydığımız Avrupa sineması ile<br />

ülkemiz sinemasını şöyle bir gözümüzün önüne<br />

getirdiğimizde, niçin bir-iki isim andıktan sonra (O<br />

da hatır belâsına...) başımızı öne eğmek durumunda<br />

kalıyoruz?<br />

Peki nedir ülke sineması? Hangi sihirli el sinemacıların<br />

kamerasına dokunuyor da çektikleri filmler bir<br />

kendine özgülük kazanabiliyor? Bir ülkenin sinemasının<br />

kendi adıyla anılması için, orada çekilen filmlerde,<br />

söz konusu ülkenin oyuncularının yer alması,<br />

yazarlarının senaryosuna imzasını<br />

atması ve filmlerin o ülkede doğan<br />

yönetmenler tarafından çekilmesi<br />

yeterli mi? Şu ya da bu biçimde<br />

üretilen filmlerin izleyicisi de aynı<br />

ülkenin insanları diye, en azından<br />

mekanizmanın yıllarlık bir süreç<br />

arzetmesinden şüphe etmemek mi<br />

gerekir? Hangi şartlar yürürlükte<br />

kaldığı müddetçe bu ön kabulün<br />

sorgusu geçersizdir?<br />

Edebiyat ile Sinemadaki Fark<br />

Sorunun akışını değiştirmeyi deneyelim.<br />

O yüzden de ilkin başka<br />

bir soruyla başlayalım: Dünyada<br />

henüz hak ettiği yankıyı bulmasa<br />

da bir Türk edebiyatından, özellikle<br />

de bir Türk şiirinden söz<br />

edebilir miyiz?<br />

Bu soruya verilecek karşılık belli: Elbette! Hem de<br />

gönül rahatlığıyla ve göğsümüzü gere gere söyleyebiliyoruz<br />

bunu. Peki yönetmenlerimiz, senaristlerimiz,<br />

görüntü yönetmenlerimiz, kurgucularımız;<br />

romancılarımızdan, hikâyecilerimizden, şairlerimizden<br />

daha “yeteneksiz” oldukları için mi durum<br />

böyle?<br />

Keşke öyle olsaydı da, suçu şu ne idüğü belirsiz “yetenek”<br />

denen şeyin üzerine yıkar ve sıyrılırdık işin<br />

içinden. Ne gezer!<br />

Öyleyse acı gerçeği utanmadan veya utandıktan<br />

sonra gereği için adım atma amacıyla itiraf edelim:<br />

Çoktan balonu patlamış Yılmaz Güney gibi ırkçılığının<br />

hatırına adam sadedine giren, dışarıda ödüllendirilmiş<br />

isimlerin arkasına sığınmadan kabullenelim,<br />

Türk sineması diye bir şey yok! Zaten hiç<br />

olmamıştı ki! Evet Yeşilçam Sokağı’ndan, oradaki<br />

işlerden benim de haberim var ama müdavimlerinin<br />

sinemadan haberdarlıkları su götürür; hele<br />

kendi kültürlerinin ne denli cahili kaldıkları, cümle<br />

alemin malûmu...<br />

“Kendi” Ol(a)mayan bir Kitle<br />

Minik ama ibretlik bir örnek:<br />

İşin aslını bir sinema emektarından dinleyene değin,<br />

ben de Yeşilçam filmlerinde namaz sahnelerinin<br />

azlığını dünya görüşü farklılığı ekseninde değerlendirenlerdendim.<br />

Ne ki mesele çok daha vahimmiş.<br />

“Yerli” filmlerde namaz sahnelerinin azlığı<br />

çok daha farklı bir nedene dayanmakta: Çoğunlukla<br />

çekim ekibinde iki rekât namazın nasıl kılınacağını<br />

bilen biri olmadığı için senaryodan<br />

bu çeşit sahneler çıkarılırdı.<br />

Kendi tarihine, kendi kültürüne,<br />

“kendine” bu denli yabancılaşmış,<br />

başka bir toplumdan sözedebilir<br />

miyiz acaba?<br />

Yine de Türk Sineması diye bir<br />

şey yok! Hiç olmamıştı ki. Hem,<br />

nasıl olabilirdi Türkiye şartlarında.<br />

Peki öyleyse, bir dönem<br />

yılda 300’e varan bir yoğun film<br />

çekme vakıasını nasıl açıklamak<br />

gerekiyor? Dışa bağımlılıkla!<br />

Bu nasıl bir çelişki mi?<br />

Eğer bir ülkede ham film dışarıdan<br />

getirilirse, kamerası, ışığı,<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

57<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


DOSYA<br />

bilumum set alet edavatı aynı yerden ithal edilirse,<br />

oyuncunun kılık kıyafeti bir tutam baharat miktarınca<br />

yerli kokmazsa, aynı oyuncunun jest ve mimiklerinden<br />

hâl ve harekâtına değin bütün kıpırtıları falan<br />

ve filân yabancı artistin/aktörün davranışlarından<br />

aparmaysa, senaristin sigara kâğıdına çiziktirdiği üçbeş<br />

satır, zaten bir yabancı filmden “esinlenme”yse,<br />

yönetmenin bütün mahareti, şu şu yabancı filmlerdeki<br />

kareleri aynen çekmekten öteye geçememişse,<br />

en ünlü sinema eleştirmeninin (Şaşırmayın! Bizim<br />

sinemamız yok ama “eleştirmenlerimiz” var; hem de<br />

sürüsüne bereket.) bir film hakkındaki yargısı “Şunu<br />

beğendim. Öbürü mü? O yaramaz. Ah, o filme bittim,<br />

azizim.” düzeyinde seyrediyorsa; bunca arbede<br />

yetmiyormuş gibi izleyici de filme, fotomodelleri,<br />

mankenleri, şarkıcı-türkücü tayfasını görmek için<br />

gidiyorsa, o ülkede yerli ve kendine özgü bir sinemadan<br />

nasıl söz edebileceğiz?<br />

Kendine Özgü Sinema<br />

Sorumuzu yineleyelim: Bir ülke, kendi adıyla anılan<br />

bir sinemaya nasıl sahip olabilir? Cevap açık: Kendine<br />

özgü bir “dil” ve duyarlılık geliştirebildiğinde!<br />

Harbi Umumi sırasında yitirdiği itibarını geri kazanmak<br />

için Cinecitta adlı dev stüdyoları kuran ve<br />

çok geçmeden “neo-realismo” gibi kendine özgü bir<br />

sinema anlayışı geliştiren İtalya, belgesel sinemadan<br />

tutun da, kendi halkına özgü hayat algısını kahramanlıkla<br />

örülü bir tür drama anlayışına taşıyan İspanya,<br />

psikolojik/felsefi göndermeleri yoğun bir<br />

insan merkezli sinema icat eden Polonya... Kısaca<br />

söylemek gerekirse bir kültürün mirasçısı olduğunu<br />

iddia eden neredeyse her ülkenin kendi adıyla anılan<br />

bir sineması var. Yinelemek gerekirse,<br />

dünyada kendi adıyla anılan<br />

bir sinemadan söz ettiren her<br />

ülke, ürettiği filmlerde “kendini”<br />

yansıtacak bir “dil ve duyarlılık”<br />

ortaya koyabiliyorken, yerli denilen<br />

sinema acaba hangi kültürel<br />

görevleri üstlendi; en azından rakipleri<br />

karşısında hangi savunma<br />

tedbirleri aldı?<br />

Bir asra merdiven dayamış “bizim”<br />

sinemamızsa çok daha başka<br />

mecralarda dolaşmakta: Sinemanın<br />

odağında yer alan temel öğe<br />

senaryodur. Ancak teknik açıdan<br />

yetkin ve tutarlı bir senaryoyla dişe<br />

dokunur bir film çekilebilir. Şimdi<br />

şunu sormanın vakti: Onbinlerce<br />

film çekilen ülkemizde, aynı sayıda senaryonun da<br />

yazılması gerekir, değil mi? Peki, eldeki sayı kaçtır<br />

dersiniz? Ülkemizde senaryo kuramına veya senaryo<br />

tekniğine dair kaç makale sayabiliriz?<br />

Bizdeki durum tabii ki bize özgü: Senaristimiz, senaryo<br />

tekniği hakkında fazla bir şeyler bilmese de<br />

cesaretle yüzlerce senaryo “yazar” ve tümünün ürüne<br />

dönüştüğünü görür. Çünkü zaten hepsi sipariştir. Aslında<br />

işi kolaydır senaristin: Türkiye’de iş yapmış yabancı<br />

filmlerin konularını ve anlatım kalıplarını birebir<br />

aparmak, bunun üzerine Türk yer ve kişi adları<br />

eklemek. Eğer bizdeki senaryolarda bir zihin gayreti,<br />

bir yaratıcılık aranacaksa tam burada aranmalı: Esas<br />

oğlanın adı Ahmet mi olsun, Mehmet mi?<br />

Demek ki bir Türk edebiyatından söz edebilmemizi<br />

sağlayan edebiyatçılarımızın kendilerinden çok, hâlâ<br />

kırıntısının kudretini sömürdüğümüz o muhteşem<br />

dilimiz.<br />

Sanat mı, Teknik mi?<br />

Genel anlamda sinema sanat değil bir zenaattir; tekniktir.<br />

Dolayısıyla “sinema yapma”nın ilk şartı gerekli<br />

teknik kıvraklığa ulaşmaktır. Hakkını teslim etmek<br />

gerek. Dünyada bu anlamıyla sinemayı en lâyıkıyla<br />

kıvıran Amerikan zihni. Fakat bu durumun doğurduğu<br />

acı gerçek şu: Madde ve çıkar temelli bir ilişkiler<br />

ağıyla örülü “başka” bir dünyaya özlemin merhametsiz<br />

nümûneleriyle başbaşa kaldı yıllarca insanımız.<br />

Çünkü sinema, icad edildiği topraklardan başlayarak<br />

tüm Batı’da, kapitalist dünya görüşünün yardımcı<br />

unsurlarından biri olarak tüketim toplumunun iştihasını<br />

kabartmak misyonuyla görevlendirilmişken,<br />

Batı-dışı toplumlar için bir yan<br />

görev daha da üstlenmişti: Batı<br />

tarzı hayatı özendirmek, zevk ve<br />

eğlencenin hayatın vazgeçilmez<br />

koşulu olduğu doğrusunu pekiştirmek...<br />

İnsanları geçmişinden<br />

ve geleneklerinden uzaklaştırarak,<br />

arzusu, beklentisi, beğenisi<br />

aynı, “tek tip” insan yetiştirmek.<br />

Beğenileri tek tipleştirilmiş bireylerin<br />

zevk ve kültürlerini, kısaca<br />

tüketim alışkanlıklarını yönlendirmek,<br />

dilediğini satın aldırmak,<br />

hatta çok gereksiz bir nesnenin<br />

bile hayati bir ihtiyaç olduğunu<br />

“keşfettirmek” öylesine kolay ki.<br />

Gizli misyonu kapitalist dünya<br />

görüşünü yaygınlaştırmak olan<br />

58<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


DOSYA<br />

Hollywood sineması yüz küsur yıldır gittikçe gelişerek<br />

yoluna devam ederken, Avrupa sineması da, dahası<br />

Batı-dışı ülkelerin sinemaları da “yerlilikleriyle”<br />

kendinden söz ettirmeyi başarabilmiştir.<br />

Bu açıdan bir kez daha bakalım: Hangi hakla ve özgüvenle,<br />

(Bir bütün teşkil edemeyen birkaç istisna<br />

dışında elbette.) Türk Sineması diye bir şeyden nasıl<br />

söz edeceğiz?<br />

Yerli-Yerel Ayrımı<br />

Türk Sineması’na dair herhangi bir konuda sağlıklı<br />

düşünebilmek için öncelikle yıllardır ihmal edilen bir<br />

ayrıntının üzerinde durmak gerek: Bir ülkenin toprakları<br />

üzerinde çekilen filmlerin, o ülkenin adıyla<br />

anılması her zaman mümkün müdür?<br />

yönetmenlerin kendine yabancılığını sergilemekten<br />

başka bir marifet ortaya koyamaması mukadder.<br />

Bu yüzden Türk izleyicisinin, kendinden hiçbir şey<br />

bulamadığı, hatta onu kendine yabancılaştıran yerli<br />

filmleri izlemek yerine, kendisine daha iyisini vadeden<br />

yabancı örneklere koşmasına pek fazla kızmamalı.<br />

Üstelik hiç olmazsa o filmlerde kendisini<br />

kimse aptal yerine koyan bir anlatım dilini tekrarlamıyor.<br />

İzleyici açısından bakarsak, varsın o yabancı<br />

filmler kendisini, kendi insanına ve kültürüne yabancılaştırsın;<br />

ne gam!<br />

Böyle bir düzeyde Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem<br />

gibi isimlere sahiden de büyük görevler düşmekte.<br />

Türk Sineması’nın gelecek altın çağının temellerini<br />

atmak şart.<br />

Soruna bu açıyla yaklaşmayı denediğimizde ve yıllardır<br />

önümüze sunulan şablonlar doğrultusunda düşünmekten<br />

tereddüt etmeye başladığımızda, karşımıza<br />

çıkacak tabloyu dil ile ikrar, sanıldığından da zor:<br />

“Yerli” yönetmen, yabancı meslektaşlarının yoğun<br />

“etkisi” altında kalması yetmiyormuş gibi, bir de “Seyirci<br />

anlamaz ki!” ölmez kuralıyla, apardığını bile<br />

doğru düzgün hikâyeleme şansını yitiriyorsa, nasıl<br />

bir Türk Sineması’ndan söz edebileceğiz? Çünkü bu<br />

filmlerdeki tipler bu toprağın insanı gibi hissetmez,<br />

düşünmez, davranmaz, konuşmaz; hatta bir Türk<br />

gibi yemez, içmez bile.<br />

Yönetmenler ve yapımcılar bu işin farkında değil<br />

mi? Ne diye bunca yabancı kültür kırıntıları arasına<br />

bir-iki “yerel” öğe sığıştırmayı yerlilik sanmakta inat<br />

ederler?<br />

Bu yüzden gönül rahatlığıyla değil kahrolarak yinelemek<br />

gerek: Bir bütün teşkil edemeyen birkaç istisna<br />

dışında, neredeyse bütün teşkil edemeyen birkaç<br />

istisna dışında, neredeyse Türk Sineması diye bir<br />

olgu yok.<br />

Altın Çağ Gelecek<br />

Bir ülke sinemasından söz ettirebilmek için Metin<br />

Erksan ve Halit Refiğ gibi bir iki isim nasıl yeterli<br />

olabilir? Yerliliği “içerikte” öne çıkardığını söyleyen<br />

yönetmenler bile yerli bir dil oluşturma zorunluluğunun<br />

farkında değilse hangi yerlilikten söz ediyoruz?<br />

Şu hususu motto hâline getirmemiz şart: “Yerel” unsurları<br />

kullanmak bir eseri yerli yapmaz. Çünkü yerlilik<br />

bir duyarlılık ve gelenek sorunudur. Tersi durumunda,<br />

kendi tarihinden yola çıktığı ürünlerde bile<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

59<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

İslam Mİmarİsİnde Çağlar<br />

Geleneksel Bİr Bakış<br />

M. Hosam Jiroudy*<br />

slam’ın ilk dönemlerinden bu yana, yayıldıkları<br />

geniş coğrafyada Müslümanların inşa<br />

ettikleri yapılara bakıldığında tarihsel olarak<br />

değişken, tarz olarak da çeşitli inşa gelenekleri<br />

olduğu görülmektedir. Kemer, kubbe, eyvan,<br />

avlu vb. unsurlar genel olarak “İslami mimari”yle ilişkilendirilse<br />

de bu ibtidai formların çoğunun kökeni<br />

özel olarak İslami değildir, çünkü bu unsurlar önceki<br />

pek çok kültür ve medeniyete ait olabilmektedir. Dahası<br />

Müslümanların kendi zihniyetlerini ifade etmek<br />

için benimsediği formlar, bu unsurların biçimleri,<br />

düzenlemeleri ya da orantıları açısından belli veya kabul<br />

görmüş kompozisyonları da takip ediyor değildir.<br />

Esasında mesela cami konusunda kubbe, kemer ve minareler<br />

yöreden yöreye ciddi farklılık göstermektedir. 1<br />

Ancak ilginçtir ki bu unsurlar, özgün bir tasarım mantığıyla<br />

bir araya getirildiğinde, şüphesiz, “İslami” olan<br />

bir mimari ifade üretmektedir. Bu anlayış İslam’da mimarinin<br />

rolünün ve doğasının ne olduğu, bunun nasıl<br />

husule geldiği ve bu biçimin temel işleviyle farklı olasılıkları<br />

arasındaki ilişkiyi izah edebilecek ilkelerin neler<br />

olabileceği sorularını akla getirebilmektedir.<br />

Son yüzyılın ortalarında, hem Batı’dan hem de daha<br />

sonra İslam sanat ve mimarisini konu alan İslam<br />

dünyasında biliminsanları artan sayıda yayın ortaya<br />

koydular. Bazıları bu sanatsal olgunun tarihî,<br />

kültürel, toplumsal ve siyasi yönleriyle iştigal ederken<br />

daha az sayıda çalışmada bunun sembolik ve<br />

metafizik ilham kaynağının ne olduğu çözülmeye<br />

çalışılmıştır. Mesela bir görüşe göre, bir tarafta hamiler,<br />

diğer tarafta da mimarlar arasındaki çatışma,<br />

tartışma ve rekabet duygusu gibi etkenlerin İslam<br />

mimarisinin genel çeşitliliğinin şekillenmesinde<br />

rol oynamış olabilir. 2 Bir diğer yayında ise biçim<br />

ve tarzdaki çeşitliliğin İslam kültürünün “fethettiği<br />

yahut döndürdüğü kültürlerin unsurlarını sürekli<br />

içine almaya” meyilli olmasına bağlanabileceği ileri<br />

sürülmektedir. 3 Başka yorumlara göre, erken cami<br />

60<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

mimarisinde kullanılması benimsenen biçimler, İslami<br />

ibadetlere bağlı özel zorunluluklara bağlı olarak<br />

benimsenmiştir. 4<br />

Bugün –genel olarak- İslam’da sanat ve mimariyle ilgilenen<br />

çalışma alanında, farklı bakış açılarıyla sanat yaratımında<br />

dinin değerini inceleyen iki temel yaklaşım<br />

bulunmaktadır. Bunlardan biri, konu hakkındaki yöntembilimsel<br />

ve uygulamacı yaklaşımdır. 5 Bu yaklaşım,<br />

sanatın ortaya çıktığı ve genelde ilham kaynağı olarak<br />

inanç ve dinin manevi değerlerini keşfetmekten ziyade<br />

tarihi olaylara odaklanmaya eğilimli olan koşulların<br />

derinlikli bir incelemesini sağlar. İkinci yaklaşımsa sanatın<br />

doğasının geleneksel algılanışıdır. 6 Bu, mevzuyu<br />

tarih ötesi bir perspektifle ele alır ve yaşayan bir gelenek<br />

olarak İslami dünya görüşü içerisinden bir anlayış<br />

önermeye çalışır. İlk tutum, tarihin bir nesnesi olarak<br />

sanatın koşullara bağlı yönüyle iştigal ettiğinden tanımlayıcı<br />

olurken, ikincisi, yaratıcı enerjinin gerçek<br />

kaynağıyla ilgili olduğundan daha yorumlayıcıdır.<br />

Geleneksel yaklaşımı takip edersek, burada bir medeniyet<br />

olarak İslam’ın -her şeyden önce- dünyaya dair<br />

özgül bir anlayış öneren kurumsal bir din üzerine<br />

kurulmuş olduğu tartışılabilir; öyle ki, diğer koşullar<br />

farklı yerlerde ortaya çıkan yorumlarla imkân ve şeraitin<br />

muhtemel kombinasyonu olarak bu amaç ve<br />

anlama hizmet etmek için bir araya gelirken, “İslami”<br />

olarak adlandırılacak herhangi bir eserin içgüdüsel ve<br />

fıtri amacı olduğu varsayılabilmektedir.<br />

Kesinlikle İslam mimarisi içerisinde yer alan pek çok<br />

yer (coğrafya) bulunmaktadır. İslami mimarinin bilinen<br />

kategorizasyonları örneğin Emeviler, Abbasiler,<br />

Memlukler, Safeviler ve Osmanlılar genel olarak farklı<br />

yerlerde zamanın hâkim hanedanıyla bağıntılandırılmaktadır.<br />

Ancak bu, yalnızca siyasi ve toplumsal koşulların<br />

İslam sanatlarında tarihsel bir düzenlemeye<br />

götürecek bu tarzları oluşturduğu anlamına gelmemektedir.<br />

Bunun yerine, yerin bağlamı ve doğası sorunu<br />

zamandan daha büyük bir birleştirici olarak ortaya<br />

çıkmaktadır. Yapılar, yaratıldıkları tarihi dönemden<br />

ziyade yörelerini yansıtabilir. Tarzdaki çeşitlilik, tarihsel<br />

bir gelişmenin sonucu olmaktan daha çok “çeşitli<br />

etnik ortamların bir arada oluşunun” sonucudur. “Mesela<br />

onüçüncü ve onaltıncı yüzyıl İran sanatı arasında<br />

ya da onikinci ve onsekizinci yüzyıl Mağrip sanatı<br />

arasındaki fark, çağlar boyunca Mağrip ve İran sanatı<br />

arasındaki farktan daha azdır” 7 . Hatta Müslümanlar<br />

yapılarını inşa ettikleri zaman temel olarak kendi bağlamını<br />

yansıtan malzemeleri kullanmışlardır. 8 Mesela<br />

Samarra’daki büyük cami sarmal minaresiyle tuğlalardan<br />

yapılmıştır, bu Mezopotamya mimarisinin öne<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

61<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

çıkan bir özelliğidir. Mısır’daki Sultan Hasan Camii taş<br />

kullanılarak inşa edilmiştir; muhtemelen Kahire’nin<br />

güneydoğusundaki Mukattam Tepesi’ndeki taş ocağından<br />

elde edilmiştir. 9 Kızıl taşla beyaz mermerin<br />

Lahor’daki Badşahi Camii’nde kullanımı Hint altkıtasındaki<br />

çoğu Babür yapısında bulunan bir özelliktir. 10<br />

Durum şudur: taş ocaklarına yakın yerlerde taşlar, nehir<br />

yataklarına yakın yerlerde ince kum, ormanlarda<br />

ahşap malzemeler tarihsel döneme bakılmaksızın kullanılmıştır.<br />

Ayrıca her bir bağlam, bölgede daha önce<br />

var olan mimari dili benimsemiş ya da tevarüs etmiş<br />

ve onu İslami dünya görüşüne uygun bir şekilde geliştirmiştir.<br />

11 Tonozlu eyvanın kökeni Mezopotamya’dır.<br />

Kemerle bağlanan dört destekleyici unsurun oluşturduğu<br />

kübik zemin ve sekizgen zemine dayanan bir<br />

kubbeyle oluşturulan mekân, kökleri eski İran’a kadar<br />

gidebilecek yaygın bir formdur. 12 Bizans kilisesinden<br />

camiye dönüştürülen Aya Sofya 13 büyük ölçüde Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun mimari modelini etkilemiştir.<br />

14 Bu tür temayüller diğer bilinen dinî kültürlerde<br />

de yaygın olduğundan 15 ben İslam ve mimari arasındaki<br />

ilişkinin tarih içinde kökleştiğini ve İslam’ın kendisinden<br />

çok daha eski olduğunu düşünüyorum. Bir<br />

medeniyetin yapı mirasının bir kısmını anlamak, yapı<br />

formundaki dönüşümün dinamiklerini incelemeyi<br />

gerektirir. Bu açıdan, İslam’ın inşa geleneği bir boşluk<br />

içindeki yalıtılmış bir olgu olarak değil, önceki devir<br />

ve kültürlerin kavramlarını asimile eden, dönüştüren<br />

–ve bazen de reddeden- inşa gelenekleri zincirinin bir<br />

devamı olarak görülmelidir. 16<br />

Her neslin kendi mimari ifadesini yarattığını ve ilerlemenin<br />

şeylerin zamanla iyileşmesi demek olduğunu<br />

iddia eden modernizm fikrinin aksine, geleneksel İslam<br />

sanat ve mimari anlayışı zaman içindeki değişime<br />

bakışta farklı bir perspektif sunmaktadır. Bu anlayış,<br />

çoğunlukla eskiyi “ilkel” yeniyi ise “ileri” kabul eden<br />

doğrusal bakışla, bir düşünce, bir kültür merkezinden<br />

aynı medeniyet içindeki başka bir kültür merkezine<br />

geçerken şeklî değişimin ortaya çıkmasıyla, “organizma<br />

ve kurumlara has” 17 “yükseliş ve düşüşler”e dayanan<br />

döngüsel tarih anlayışını birbirinden ayırmaktadır.<br />

Bu ise, çevre ve koşullara verdikleri cevaplarla<br />

İslami “tarzlara” aynı ilkelerin çoklu ifadeleri olarak<br />

bakma zaviyesini genişletmektedir; bu durumda hiçbir<br />

bölge veya dönem İslam mimarisinin “altın çağı”<br />

ile bağlantılandırılamaz. Daha ziyade, tüm tarzlar,<br />

kendi içinde, İslam ile oldukça çok ilişkilendirilen<br />

“tevhitte kesret yahut kesrette tevhit olgusu”nu 18 ifade<br />

etmektedir. Evet, ilk inşa edilen model basit ve temel<br />

olabilir, ancak mimari daha sonra kendisini özgün bir<br />

biçimde, her nerede olursa olsun, İslami olarak ifade<br />

edebileceği bir aşamaya ulaşmıştır.<br />

Belki de islami mimari olarak tanımlanabilecek olan<br />

şey, salt, belli formların özgül kullanımı değil, İslam’ın<br />

kendi anlamını ve sanatsal bilincini bu formlara kazıma<br />

şeklidir. Bu anlamlar, belki de, onun kendi tabiat<br />

anlayışını ifade etme ve evrenle olan ilişkisini modelleme<br />

şeklinde, “astronomik ve kozmolojik sembolizm” 19<br />

diye anılan şeyden geliyordur. Veyahut da dinî düşüncenin<br />

oluşturmuş olduğu, “belli bir mekân algısı ile<br />

karmaşık, çok katmanlı bir dünya görüşünün şekillendirdiği<br />

mekânsal bir örgütlenmeye doğru olan eğilim<br />

olarak anlaşılan” 20 “mekânsal duyarlılık” idrakinden.<br />

Ve dahi özgül görüntüsel bir tarz yaratmaktan ziyade<br />

daimi bir soyut cennetsel imge yansıtma girişiminden.<br />

1 El-Said, Issam & Parman, Ayse, Geometric Concepts in Islamic Art, London, World of<br />

Islam Festival Publishing Company Ltd., 1976, s. 125.<br />

2 Tabbaa, Yasser, The Transformation of Islamic Art during the Sunni Revival, Seattle, University<br />

of Washington Press, 2001. s. 167.<br />

3 Hattstein, Markus & Peter Delius eds., Islam: Art and Architecture, Königswinter: Konemann,<br />

2004, s. 9.<br />

4 Davies, J.G., Temples, Churches and Mosques: A Guide to the Appreciation of Religious<br />

Architecture, Oxford, Basil Blackwell, 1982, s.120. Mesela Davies, mihrap bölümüne, imamın<br />

sesinin mekan içerisinde yankılanması maksadıyla akustik nedenlerle izin verildiğini<br />

öne sürmektedir.<br />

5 Konu hakkında etraflıca yazmış bulunan Oleg Grabar ve Nasser Rabbat gibi sanat tarihçileri.<br />

6 Titus Burckhardt , Frithjof Schuon ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi ebedi veya geleneksel<br />

felsefe âlimleri.<br />

7 Buckhardt, Titus, Art of Islam: Language and Meaning, World of Islam Festival Trust,<br />

Kent, Westminster Press, 1976, s. 117. Buckhardt ırk, dil, zanaatkarlık ve hatta topografya<br />

gibi özelliklere, İslam mimarisi içinde özel bir tarz oluşturmak için sentezlenen ve kendi<br />

başlarına tek tek ele alındığında herhangi niteliksel bir etkisi olmayan etkenler olarak vurgu<br />

yapmaktadır.<br />

8 Elbette ki, yapının belli bazı kısımları için uzak yerlerden malzemelerin getirildiği vakidir<br />

ancak bana göre bu, mevcut yöresel malzemenin yetişmediği durumlarda ya yapısal ya da<br />

sembolik nedenlerledir.<br />

9 Behrens-Abouseif, Doris, Cairo of the Mamluks: A history of the architecture and its culture,<br />

New York, I.B. Tauris, 2007, p.101.<br />

10 Lewcock (1995), p.118.<br />

11 Bu eğilim yalnızca İslamın ilk yapılarıyla ilişkilendirilmemekte, sonraki pek çok yapıda<br />

da ortaya çıkmaktadır.<br />

12 Ardalan, bu yapının Sasanilerin çehar tak’ından ya da tetrapilon veya daha sonraları İran<br />

camilerinde görülebilecek olan Zerdüştlerin sönmeyen ateşinin kutsal mekanından geldiğini<br />

öne sürer. Ardalan, Nader. ‘The Visual Language of Symbolic Form: A Preliminary<br />

Study of Mosque Architecture’. Architecture as Symbol and Self-Identity içinde, edited by<br />

Jonathan G. Katz. Philadelphia, Aga Khan Award for Architecture, 1980. s. 21.<br />

13 Osmanlı mimarisi hakkında zamandizinsel bir araştırma ve kaynakça örnekleri için bkz.<br />

Goodwin, Godfrey, A History of Ottoman Architecture, London, Thames & Hudson, 1987.<br />

14 Bu eşmerkezli model, tek bir kubbeyi destekleyen dört payandalı hipostil planı örtmek<br />

için lazım olan çok sayıda sütunun yerini alabilecek yeteneğe sahiptir.<br />

15 Roma bazilikasından Hristiyan kilisesine döndürülmesi gibi.<br />

16 Seyyed Hossein Nasr, "Relationship between Culture and Religion", The Islamic Cultural<br />

Centre of Northern California’daki bir ders, Oakland, CA, May 17, 2014.<br />

17 El-Wakil, Abdel Wahid, ‘Identity, Tradition and Architecture’, ‘Arab Architecture : Past<br />

And Present’, Antony Hutt, ed., An Exhibition Presented By The Arab-British Chamber Of<br />

Commerce At The Royal Institute Of British Architects, Antony Hutt, ed., Durham, The<br />

Centre For Middle Eastern & Islamic Studies, University Of Durham, 1984, s. 28.<br />

18 Buckhardt (1976), s. 117.<br />

19 Critchlow, Keith, ‘Astronomical and Cosmological Symbolism in Islamic Patterns’. Theories<br />

and Principles of Design in the Architecture of Islamic Societies içinde. Margaret<br />

Bentley Sevcenko (ed). Cambridge, Massachusetts: Aga Khan Program for Islamic Architecture,<br />

1998, s. 47-56.<br />

20 Akkach, Samer, Cosmology and Architecture in Premodern Islam, Suny Series in Islam,<br />

New York, State University of New York Press, 2006, s. xvii.<br />

*Mimar ve Akademisyen (The Prince’s School of Traditional Arts, Londra)<br />

62<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

AHŞAP<br />

TÜRK KONUT MIMARISI<br />

Doğan Kuban<br />

ürk toplumunun en zengin kültür mirası<br />

sivil mimarisi idi. Bugüne bunun çok<br />

küçük bir bölümü kalabilmiştir. Bu yok<br />

etmenin sözde yenileşme adına yapılması<br />

ve tarihi boyunca cahil kalmış toplumun kendi maddi<br />

çevresinin kalan mirasını yok etmesi kültür tarihimizin<br />

en büyük yıkıntısı olmuştur.<br />

Bütün kültürler, ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar kendi<br />

konut geleneklerini yaratırlar. Bu gelenek zamanla<br />

başka geleneklerden biçimsel ve kültürel olarak ne<br />

kadar etkilense de sonunda kendine özgü bir konut<br />

tasarımı geliştirir. Ev her zaman toplum yaşamını<br />

yansıtan en önemli kültür ürünüdür.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

63<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

Osmanlı çağının Türklerin işgal ettikleri geniş coğrafyada<br />

etkilendiği eski ve yerel konut gelenekleri<br />

vardır. Bunların içinde özellikle Mezopotamya ve<br />

Kuzey Suriye’nin Eyvanlı ve revaklı konut tasarımları,<br />

Anadolu’da Hitit dönemine kadar uzanan galerili<br />

ev geleneği, Osmanlı döneminde Türk göçerlerinin<br />

yerleşmeye başladığı 14. yüzyıldan sonra örnekleri<br />

kalmadığı için aşamalarını saptayamayacağız bir ev<br />

tipolojisine temel oluşturmuştur. Erken örnekleri 17.<br />

yüzyıldan geri gitmeyen Osmanlı dönemi konut mimarisinin<br />

karakteristik ve 17. yüzyıldan itibaren kendine<br />

özgü bir tipoloji geliştirmiştir. Gerçi bu gelişme<br />

yanında eski yerel gelenekler tasarımsal ve malzeme<br />

özellikleri ile yer yer yaşamaya da devam etmişlerdir.<br />

Suriye, Irak, Güney Doğu Anadolu ve Doğu Anadolu,<br />

Orta Anadolu ve Batı Anadolu son döneme kadar<br />

yerel geleneklerini sürdürmüşlerdir. Mardin evi, Diyarbakır<br />

evi, Urfa evi, Erzurum evi, Kapadokya evi,<br />

Bodrum evi gibi örneklerini hâlâ bildiğimiz Türk<br />

öncesi yapı gelenekleri Türk Hayatlı Evi dediğimiz<br />

sinkretik yapı tasarımı ile yan yana günümüze kadar<br />

yaşamıştır.<br />

Osmanlı öncesi Bizans konut mimarisi verileri hemen<br />

hemen kalmamıştır. Anadolu’daki Bizans geleneği<br />

genelde taş malzemeye dayanır. Osmanlı döneminin<br />

yarattığı konut tipolojisi ise taş alt yapı üzerinde<br />

ahşap malzeme ile yapılan karmaşık bir sistemdir.<br />

Osmanlı dönemi konutlarına karakter kazandıran<br />

evin temel üst yapısının ahşap olmasıdır. Bu tipolojinin<br />

ilk örnekleri olasılıkla batı ve kuzeybatı Anadolu’da<br />

gelişmiştir. 16. ve 17. yüzyıldan başlayarak, İstanbul’a<br />

geldiği de söylenebilir. Fakat tarihi saptanan<br />

örnekleri 18. yüzyıl başında, Kağıthane’de yapılan<br />

saraydır. İstanbul’a geldikten sonra uzanarak daha<br />

sonraki dönemlerin gelişen ve sonunda karmaşıklaşan<br />

kent evi tipolojilerini de üretmiştir.<br />

Osmanlı kültüründe konut mimarisi büyük önem<br />

taşır, çünkü dünya mimari tarihi içinde Türk ahşap<br />

konutu kendine özgü bir niş, bir üslup yaratmıştır.<br />

Bunun başka örneği yoktur. Etkileri de Mısır’a ve<br />

Arabistan’a kadar uzanmıştır.<br />

300 yıl izlediğimiz bir süre içinde gerek plan düzeni<br />

gerek mekânsal ve boyutsal özellikleriyle, dünyanın<br />

en güzel konut üsluplarından birini oluşturur. Bu Avrupa<br />

ya da Uzakdoğu gelenekleriyle, mimari ayrıntıları<br />

ve mükemmelliği açısından boy ölçüşemese bile,<br />

Türklerin yaşam koşulları içinde insani ve işlevsel<br />

olağanüstü bir mekânsal ortam yaratmıştır.<br />

Osmanlı kültürünün dünya mimari tarihindeki statüsü<br />

Ayasofya ve Bizans geleneğinden gelen kubbeli mekânın<br />

taş malzeme ve tuğla kubbe ile anıtsal cami tasarımda<br />

gelişmesidir. Bu cami tasarımı Sinan’ın yaratıcı<br />

64<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

dehasının varyasyonları dışında,<br />

19. yüzyıla kadar sürmüş ve Cumhuriyet<br />

döneminde de çok kötü<br />

bir taklit davranışı içinde 100.000<br />

kadar cami ile hâlâ sürmektedir.<br />

Sadece 19. yüzyılda kesin bir Batı<br />

taklidine yönelmeleri bu ataleti bir<br />

yüzyıl ortadan kaldırmıştır.<br />

Fakat dinî mimarinin yanında<br />

yaşam kültürü kökenleri Yakındoğu<br />

geleneklerine uzanan Anadolu<br />

kültürü yukarıda sözünü<br />

ettiğim uzun bir gelişme döneminde<br />

oluşan bir konut tipolojisi<br />

yaratmıştır. Anadolu’nun orman<br />

alanlarının ekonomik yapı malzemesi<br />

sağlaması bu konut mimarisinde<br />

ahşabın taş yerine geçmesine<br />

neden olmuştur.<br />

Osmanlı dönemi mimari tarihinde<br />

büyük camileriyle ünlenmiştir.<br />

Bunda başkent İstanbul’un ve<br />

Sinan’ın dehasının yeri büyüktür. Osmanlı kültüründe<br />

dine verilen önem ve sosyal yaşamın sadeliği, aristokrasi<br />

ve burjuvazinin yokluğu, Avrupa ile karşılaştırıldığı<br />

zaman, ahşap konut mimarisi üzerinde yeterli<br />

bir ilgi uyanmasını engellemiştir. Kaldı ki ahşap<br />

yapının sınırlı ömrü ve bunun en gösterişli örneklerinin<br />

yapıldığı İstanbul’da sürekli yangınlar ve oldukça<br />

küçük ve yüksel olmayan konut boyutları bu mimari<br />

üzerinde özel bir ilgi gelişmesini engellemiştir.<br />

Sultanların saraylarının 18. yüzyılda Avrupalı yazar<br />

ve gezginlerin gözlem ve resimlerine yansıyan zenginliği<br />

sadece sınırlı sayıda gravürde kalmıştır.<br />

Günümüzde mimarlık tarihçilerinin çalışmaları bu<br />

zengin, insani boyutları ve tasarımı ile özgün ahşap<br />

konut mimarisinin giderek daha fazla tanınmasına<br />

yol açmaktadır.<br />

Anadolu’da Hayatlı Evin Gelişimi<br />

Bütün tarihi boyunca tarımsal yaşamın egemen olduğu<br />

Anadolu’da kent nüfusunun özellikle İç Anadolu’da<br />

hiçbir zaman beş-on bini aşmadığı yüzyıllarda yaygın<br />

konutun tipolojisi aşağı yukarı her bölgede aynıdır. Ev<br />

ve küçük bir avludan oluşan konut ünitesi, zemin katı<br />

genelde taş, üst katı ahşap bir strüktürdür. Taştan zemin<br />

katında, mutfak, ahırları ve depolar vardır. Üst<br />

kata serbest bir ahşap merdivenle çıkılır. Üst katlar<br />

bir veya birkaç cepheden payandalarla desteklenen<br />

çıkmalarla genişler. Bu evler genelde ahşap ve kiremit<br />

örtülü bir çatı ile örtülür. Üst katın<br />

temel özelliği taştan zemin kata<br />

göre değişik öğelerle yüzeyi büyüten<br />

ahşap çıkmalardır.<br />

Evlere özellik kazandıran en<br />

önemli mimari öğe “Hayat” denilen<br />

açık galeridir. Üstü kapalı bu<br />

galeri revaklarla avluya bakar. Bu<br />

revaklı galeri avlu ile görsel olarak<br />

bütünleşen iki katlı bir yaşam<br />

alanı olarak evin asıl kullanıcısı<br />

olan kadının yaşamının geçtiği<br />

mekândır.<br />

Zemin kattan başlayarak çatıya<br />

kadar yapı yüzeyi genişler. Üst<br />

kattaki yaşama bölümünün ana<br />

planı uzun yüzyıllar değişmeden<br />

devam etmiştir. Bu plan temelde<br />

Hayat’a açılan bir eyvan etrafında<br />

iki odadan oluşur. Bu plan tipolojisi<br />

İran’dan başlayan ve kuzey<br />

Suriye’de ve Dicle-Fırat (üst Mezopotamya)<br />

bölgesinde bugün de<br />

görülen taş konut geleneğinin karakteristik plan öğesi<br />

olan eyvanlı sofadır. Anadolu’daki bu konut geleneğinin<br />

taş duvarlı zemin katı, plan olarak, karakteristik<br />

bir tipolojiye sahip değildir. Fakat ahşap yaşama<br />

katı olan birinci kat hemen hemen hiç değişmeden<br />

yüzyıllar boyunca aynı kalmıştır. Hayatlara olasılıkla<br />

18. yüzyıldan itibaren galeri üzerinde avluya bakan<br />

bir üçüncü oda eklendiği görülür.<br />

Bu konutların odalarının en büyük özelliği çok<br />

amaçlı olmalarıdır. Oda günlük yaşamın bütün işlevlerine<br />

hizmet eden bir mekândır. Yatak, oturma,<br />

misafir, yemek odası olarak her işleve hizmet eder.<br />

Odalarda sabit yatak yoktur, çünkü Türkler yer yataklarında<br />

yatarlar. Gündüzleri şilteler, yastıklar ve<br />

örtüler yüklere kaldırılır. Bu odaların yatak odası olarak<br />

kullanılan bir tanesinde hamam olarak kullanılan<br />

bir gusülhane vardır. Gusülhane yük sırası içinde bir<br />

küçük bölümdür. Evin tuvaleti her zaman, tarımsal<br />

yaşamın bir tür göstergesi olarak, evin içinde değil,<br />

dışındadır. Bu odalar en basit tasarımlarda dışarıya<br />

açılan cepheler boyunca pencereler altına yerleştirilmiş<br />

ahşap sedirlerle donatılır. Genelde hayat ya da<br />

eyvan duvarında bir ocak vardır. Bunların gelişmiş<br />

örneklerinin çoğu İstanbul’dadır. Ocak, gusülhane<br />

ve yükler hayat duvarında olur, odanın girişi eyvanla<br />

hayat köşesinde yapılır. Odanın döşemesi seki altı<br />

ve seki üstü olarak ayrılır. Sedirler seki üstündedir.<br />

Hayattan odaya girildiği zaman ayakkabılar odanın<br />

dışında veya seki altında bırakılır. Kuşkusuz bu ideal<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

65<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

öğelerin ve tasarımın varyasyonları<br />

vardır. Fakat bu tipoloji<br />

yaygındır. Hayata açılan eyvanın<br />

döşemesi de hayat’dan bir<br />

basamak daha yukarıda yapılır.<br />

Hayat ya da sofa tarımsal yaşamın<br />

en vazgeçilmez öğesidir.<br />

Çünkü insanlar ömürlerini<br />

odada değil, açık alanlarda geçirirler<br />

ve işlerinin birçoğunu<br />

da Hayat’da yaparlar. Başka<br />

bir değişle Hayat (Arapça avlu<br />

anlamına gelir) gerçekten eski<br />

Anadolu hayatının (yaşam)<br />

odağıdır. Anadolu insanın yaşamının<br />

mekânsal simgesidir.<br />

Kırsal Yapıdan Kentsel Yapıya<br />

Kentlerin büyümesi çok yavaş<br />

olmuştur. Anadolu’nun küçük<br />

kent ve kasabalarında konut<br />

tipolojisinde önemli değişiklikler olmamıştır. Kaldı<br />

ki büyük çoğunluğu köylerde yaşayan insanların<br />

konutları zaten kentlerde geliştiğini gördüğümüz ev<br />

tipolojisinin aynısı değildir. Köy konutları genelde<br />

kerpiç ve büyücektir ve büyük oranda da taş ve tek<br />

katlıdır. Boyutsal olarak da büyük değildir. Genelde<br />

ahşap çatı da karakteristik değildir. Çatı düz ve kilden,<br />

her yıl yenilenen bir örtüdür. Küçük kentlerde<br />

ve ormanlık bölgelerde konut yüksekliği ikiyi geçmez<br />

ve kiremit çatı uygulaması da batıdaki bölgeler dışında,<br />

yaygın değildir.<br />

Sıradan bir ahşap yapının ortalama ömrü yüzyılı<br />

geçmediği için 17. yüzyıldan bu yana gelişmenin kronojik<br />

bir panoramasını yapmak olanağı pek yoktur.<br />

Türkiye’de 20. yüzyıl başında kentsel dokuda, gelişimini<br />

izleyebileceğimiz bir süreklilik de olmamıştır.<br />

Kuzeybatı Anadolu, Marmara bölgesi, batı Anadolu’nun<br />

incelenen yapıları içinde 19. yüzyıldan geriye<br />

giden bir örnek çok az bilinmektedir. Bunların Cumhuriyet<br />

döneminde yazılan mimari tarihlerine girmiş<br />

örnekleri sayılıdır. Sivil mimarinin en karakteristik<br />

örnekleri Bursa, Kocaeli bölgesi ve İstanbul’dadır.<br />

Kentsel alanda ahşap konut mimarisinin gelişmesinin<br />

en karakteristik örneklerini İstanbul’da bulabilirdik.<br />

Günümüzde bu olanak yok olmuştur. Çok<br />

karakteristik ve en iyi korunmuş kent olarak Safranbolu<br />

ve Sinop, Kastamonu, Amasya, Tokat, Ankara<br />

kentleri ve bazı küçük kasabalar ahşap mimarinin<br />

toplu olarak karakterini koruduğu yerlerdir. Bunun<br />

yanında batı Anadolu’nun deniz kenarında olmayan<br />

illeri, Kula, Birgi ve Milas gibi<br />

kasabalar ile tanınmış örnekleri<br />

içeren kentlerdir.<br />

İstanbul’da Hayatlı Ev tarımsal<br />

ortamdan uzaklaşıldığı için<br />

Hayat’ın, yani dış galerinin bir<br />

iç sofaya dönüşmesiyle kapalı<br />

bir kent evi olur. Bu sofalı ev<br />

tipolojisi genelde sofa kenarının<br />

dört köşesinin odalar tarafından<br />

işgal edilmesi ve sofanın odalar<br />

arasında eyvanlarla dışa açılması<br />

şeklinde gelişmiştir. Bu, 19. yüzyılda<br />

kent içindeki küçük parselli<br />

ve dar sokaktaki evlerin çekirdek<br />

planı ve daha büyük yalı<br />

ya da köşk türünden konutların<br />

karnıyarık denilen karakteristik<br />

planlı ve yaygın örneğidir. Kuşkusuz<br />

özellikle kent içinde bu<br />

simetrik planlamanın çok çeşitli<br />

varyasyonları vardır. Fakat genel olarak odalarla ve<br />

helalarla çevrili orta sofanın bir kenarı dışarıya açılır.<br />

Bu tipolojinin tanınmış örnekleri Bursa’da 2. Murat<br />

Evi denilen, fakat daha geç döneme ait ev. Kula ve<br />

Milas evleri, İstanbul’da örneği pek kalmamış kent içi<br />

evleridir. Bu geleneği en iyi temsil eden yapı Birgi’deki<br />

Çakırağa Konağıdır. Bu yapı zengin bir Anadolu<br />

ahşap konutunun mekânsal kompozisyonu ve onun<br />

dış şekillenmesi açısından en önemli tarihî örneklerden<br />

biridir.<br />

Anadolu’da ahşap konut mimarisinin kent ölçeğinde<br />

korunabildiği tek kent olan Safranbolu kendine özgü<br />

bir konut üslubu yaratmıştır. Genelde 19. ve 20. yüzyıl<br />

başlarından kalan İstanbul konutlarının daha çok<br />

konak ve yalı boyutunda kendilerine özgü bir yerel<br />

üslubu vardır. Bunlar özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından<br />

kalan ve Avrupa mimari üsluplarının etkilerini<br />

gösteren yapılardır.<br />

Türk ahşap konut mimarisinin tasarım olarak ulaştığı<br />

en önemli aşaması ise merkezi planlı, haç planlı<br />

mekândır. Bu geometrik ve simgesel plan türünün<br />

gelişmesi daha çok saray yapılarının 17. yüzyıldan<br />

sonraki gelişmelerinde ve toplumun üst düzeylerindeki<br />

idari kadronun ve sultanların büyük yalı ve konaklarında<br />

selamlıklarda kullanılan divanhanelerinde<br />

görülür. İstanbul’da bunun erken örnekleri Topkapı<br />

Sarayı’ndaki Bağdat Köşkü, Revan Köşkü; Anadolu<br />

Hisarı’nda Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’nın<br />

66<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

divanhanesi, Emirgan Kasrı ve<br />

yıkılmış olan Bebek Kasrı gibi<br />

yapılardır. Daha geç dönemde<br />

devlet ricalinin yalıları içinde<br />

Çengelköy’de Sadullah Paşa Yalısı<br />

gibi konutlar da bu gelişmenin<br />

tanınmış örnekleridir.<br />

Bunların içinde çoğunun tasarımları<br />

çağdaş mimarinin en<br />

gelişmiş mekân tasarımlarıyla<br />

boyun ölçüşecek kadar yalın<br />

geometrik ve bol ışıklıdır. Özellikle<br />

Anadolu Hisarı’ndaki Amcazade<br />

Hüseyin Paşa Yalısı’nın<br />

divanhanesi, bugün içinde bulunduğu<br />

harap duruma karşın<br />

Osmanlı sivil mimarisinin en<br />

görkemli ve evrensel nitelikte<br />

örneklerinden biridir.<br />

Saray ve Kasırlar<br />

Osmanlı’da saray sözcüğü genelde sultanların oturduğu<br />

konutlara verilir. İlk devlet merkezleri olan<br />

Bursa ve Edirne’de bu sarayların restorasyonunu yapacak<br />

bilgi yoktur. Edirne Sarayı’nda birbirlerinden<br />

bağımsız kule köşk ya da mutfak gibi birkaç elemanın<br />

kalıntısı vardır, elimizdeki tek örnek Topkapı Sarayı’dır.<br />

Burada da Saray’ın tümüne egemen olan bir<br />

geometrik konsept yoktur. Saray küçük bir kent olarak<br />

Fatih zamanında eski Byzantium üzerinde surlar<br />

içinde tasarlanmış değişik işlemli 3 avlu etrafında,<br />

çeşitli dönemlerde yapılan birbiriyle üslupsal ilişkisi<br />

olmayan pavyonlardan oluşmuştur. Tek köşklerin<br />

çoğunun ilginç tasarımlar vardır. Genelde konut<br />

mimarisinden esinlenir, fakat daha anıtsal boyutlara<br />

ulaşırlar. Bununla birlikte zenginlikleri ötesinde yaratıcı<br />

bir mimarinin belgeleri değildir. Daha sonraki<br />

dönemlerde inşa edilen (18. ve 19. yy’da) birkaç kasrı<br />

ve sahil sarayını Avrupalı ressamların yapıtlarından<br />

tanıyoruz. Bunlar arasında rökonstrüksiyonları yapılabilenler<br />

arasında Beşiktaş Sarayı, Hatice Sultan<br />

Sarayı, Aynalıkavak Sarayı, Beyhansultan Sarayı gibi<br />

yapılar sayılabilir. Topkapı Sarayı’nda, Barok üslupta<br />

yapılan III. Osman Köşkü bugüne ulaşılabilen yapılardan<br />

biridir<br />

yöresel niteliklerini de vurgulayarak<br />

bir yeni değerlendirmesinin<br />

yapılması hem Türk sanat tarihçileri<br />

hem de dünya sanat tarihi<br />

bağlamında önemli bir çalışma<br />

alanı olarak yeni çabalar gerektirmektedir.<br />

1930’lu ve 40’lı yıllarda, Güzel<br />

Sanatlar Akademisi çevresinde<br />

ve Sedat Hakkı Eldem’in öncülük<br />

ettiği tarihî konut mimarisinden<br />

esinlenerek çağdaş konut tasarlamak<br />

eğilimi moda olmuştu.<br />

Bunların en ünlü örnekleri Sedat<br />

Hakkı Eldem’in yaptığı birkaç İstanbul<br />

evidir. Temelde bu tarihten<br />

esinlenen modern Türk evi<br />

bazı plan motiflerin varlığına karşın<br />

saçak, revak ve çıkma gibi birkaç<br />

harcıâlem motifin kullanılmasıyla<br />

sağlanmaya çalışılan bir<br />

sinkretizmdir. Cam malzemenin kullanılmasından<br />

önce bir süre devlet yapılarında ve mimarlık öğretiminde<br />

etkili olmuştur. Fakat mimari geleneği zengin<br />

olan Japonya, Hindistan gibi ülkelerde görüldüğü<br />

gibi, modern yaşamın bütün boyutlarıyla değişmesi<br />

ve yeni malzeme teknolojinin geçmişe göre tümüyle<br />

karakter değiştirmesi nedeni ile uzun ömürlü ve<br />

yaygın olamamıştır. Türkiye’de geleneksel mimarinin<br />

en çok iki ya da üç katlı ahşap malzemeye dayalı ve<br />

genelde insan ölçeğinde kalan üslubuyla, çağdaş yapıların<br />

ilişkisi devam edemezdi. Betonarme ve cam<br />

kullanılışı, çok katlı yoğun yapı eğilimin artmasıyla<br />

da çelişiyordu.<br />

Bugün özellikle Asya ülkelerinde gelenekten etkilenen<br />

mimari tasarımlar çok nadirdir. Türkiye’de bu<br />

yolda eski akademi geleneğini canlandırmaya çalışan<br />

güncel denemeler vardır. Onlar da çok azdır. Kaldı ki<br />

geçmişten esinlenmek dünyanın bugünkü sayısal ve<br />

ekonomik boyutlarıyla ve kentlileşmesiyle uyuşması<br />

olanaksız bir istektir. Ancak eskinin gerçek bir kopyası<br />

ya da çok duyarlı estetik yorumlara dayalı yeni<br />

yaratmalar olabilir. Fakat Türkiye’de bunu sağlayacak<br />

kuramsal estetik birikim yoktur.<br />

Osmanlı kültürünün ve yakın doğunun en zengin<br />

sivil mimari koleksiyonunu içeren bu gelenek çeşitli<br />

araştırmalarla belgelenmiş ve bir ölçüde tarihi<br />

yazılmış olsa bile dünya mimarlık tarihinde estetik<br />

nitelikleriyle henüz yeterince tanınmamıştır. Bundan<br />

sonraki aşamada Osmanlı çağı sivil mimarisinin<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

67<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

RUMELI DERGÂHLARI<br />

Mehmet Cemal Öztürk<br />

izans ve Balkan Yarımadası’nın siyasî ve<br />

sosyal durumu Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki<br />

iskan siyasetine yardımcı olmuştur.<br />

XIV. yüzyılda Balkanlar’da güçlü,<br />

merkezî bir devlet bulunmuyordu. Sırp ve Bulgar<br />

Devletleri parçalandığı için başka güçlerin istekleri<br />

aynı yerde odaklanıyordu ve Balkanlar’a sahip olmak<br />

istiyorlardı.<br />

Türkler, Bizans’ın, Selanik’i ele geçiren Sırp Stefan Duşan’a<br />

karşı yardım isteği üzerine 1349’da Rumeliye çıkmışlar,<br />

ve 1354’te Çimpe kalesi kendilerine üs olarak<br />

verilmiştir. Bu tarihten sadece yedi yıl sonra Edirne<br />

fethedilmiştir. Çeşitli kaynaklar Arapların, önceden<br />

bölgeye geldiklerinden bahsederlerse de, Araplardan<br />

günümüze bir eser intikal etmemiştir. Osmanlılardan<br />

önce, Karadeniz’in kuzeyinden Hunlar, Bulgarlar,<br />

Macarlar, Kumanlar, Uzlar, Avarlar, Peçenekler de Rumeli’ye<br />

gelmişler ancak Slav kavimleri arasında genel<br />

itibariyle asimile olmuşlardır.<br />

Selçuklu sultanı II. İzzeddin Keykavus, kardeşleri ve<br />

Baycu Noyan’la taht kavgasını kaybedince ailesiyle,<br />

1260’ta dayısı Bizans İmparatoruna sığınmış ve önce<br />

Romanya-Dobruca bölgesine daha sonra Kırım’a yerleşmiş,<br />

1279’da Kırım’da ölmüştür. Mezarı hakkında<br />

bilgi bulunmamaktadır. Selçuklu tahtına Moğolların<br />

desteği ile IV. Rükneddin Kılıçarslan geçmiştir.<br />

68<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

Hoca Ahmed Yesevî<br />

(v. 1160)’nin dervişlerinden,<br />

II. İzzeddin<br />

Keykâvus’un maiyetindeki<br />

Sarı Saltuk<br />

(v.1298), Anadolu’daki<br />

Türk aileleri ile birlikte<br />

İznik ve Üsküdar’dan<br />

geçerek Dobruca’ya<br />

gitmiştir. Sarı Saltuk, Dobruca’daki Baba Dağı’na yerleşmiştir.<br />

Sarı Saltuk hazretleri bu coğrafyada 12 bin<br />

kişilik Çepni Türkmen obasını yerleştirmiş, gaza ve<br />

cihadda bulunmuştur. Bazı rivayetlerde kafirlerin dillerini<br />

âlim bir rahib kadar bildiği, onların kiliselerine,<br />

şehirlerine ve hükümdar saraylarına kadar gidebildiği,<br />

rahip kıyafetiyle vaazlarda bulunduğu, nice kişinin<br />

Müslüman olmasına vesile olduğu nakledilir. Hatta,<br />

İzzeddin Keykâvus’un Bizans sarayında bulunan oğlunu<br />

kurtarması da bazı rivayetlerde yer alır. Vefat ettiğinde<br />

cesedinin konması için yedi tabut yaptırılmasını<br />

istemiştir. Günümüzde başta Romanya Babadağ’da<br />

olmak üzere, Mostar, Ohri, İpek, Akçahisar, Varna<br />

(Kaligra/Balçık), Babaeski’de ve daha birçok yerlerde<br />

adına izafe edilen türbeler, makamlar bulunmaktadır.<br />

Moğol istilasından bunalanlar huzur ve sükûnu, Abdalan-ı<br />

Rum’un çatısında aramışlardır. Anadolu’daki<br />

sufî derviş toplulukları, Gaziyan-ı Rum, Ahiyan-ı<br />

Rum, Bacıyan-ı Rum ve Abdalan-ı Rum olarak dört<br />

gruba ayrılmıştır. Gaziyan-ı Rum, daha çok uçlarda,<br />

Bizans’la mücadele hâlinde olan, dinî-askerî teşkilatı,<br />

Alpleri, Ahiyan-ı Rum, sanat ve ticaret teşkilatını Ahileri,<br />

Bacıyan-ı Rum bunların kadın kollarını, Abdalan-ı<br />

Rum da Horasan erenlerini ifade eder.<br />

Ayrıca, Anadolu’da felsefî ve nazarî alanda Muhyiddin-i<br />

Arabî, aşk, sanat ve estetik alanda Mevlana Celaleddin-i<br />

Rumi, teşkilat alanında Hacı Bektaş-ı Veli,<br />

şiir alanında Yunus Emre, iktisat ve ticaret alanında da<br />

Ahi Evren insanlara yol göstermişlerdir.<br />

1354’te Rumeli’ye geçen Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman<br />

Paşa, buradaki ana yollar boyunca akınlar<br />

yapmağa başlamıştı. Osmanlı kuvvetleri batıya, kuzeybatıya<br />

ve kuzeydoğuya doğru ilerlerken Romalıların<br />

yaptırdığı ve daha sonra da Bizans’ın kullandığı<br />

yollardan yararlandılar. Bu yollar Sol Kol (Via Egnatia-canib-i<br />

yesar), Orta Kol (Via Militaris-tarik-i<br />

evsat) ve Sağ Kol (canib-i yemin-Kırım-Karadeniz<br />

ticaret yolu) olarak biliniyordu.<br />

Rumeli’yi iskânla ilgili bilgilere öncelikle, Aşıkpaşazade<br />

ve Oruç Bey tarihlerinde, Yazıcıoğlu Ali’nin Selçuknamesi’nde<br />

ve Saltukname’de ulaşmaktayız. Fetih<br />

ve iskândan sonra tutulan tahrir defterlerinde de tekke<br />

ve zaviye bilgilerine<br />

ulaşılabilmektedir.<br />

Bilhassa Fatih, Yavuz<br />

ve Kanuni devirlerinde<br />

tutulan tahrir<br />

kayıtları, bir seyahatnamelerden<br />

ya da şifahi<br />

bilgilerden daha<br />

gerçekçi sonuçlara<br />

ulaşmamızı sağlar. Çünkü sathi bilgilerden ziyade, tekkelerdeki<br />

dervişlerin isimleri, tekkedeki kazan sayıları<br />

gibi bazı eşyalar, tekkenin arazileri, değirmenleri ne<br />

varsa kaydedilmiştir.<br />

O tarihte yıkılmış olan Altınordu Devleti’ne mensup<br />

olan Müslüman ahali henüz Kuzeydoğu Bulgaristan’dan<br />

ayrılmamıştı. Altınordu halkının aynı bölgede<br />

oturması da Dobruca’nın fethini ve iskânını kolaylaştırıyordu.<br />

Ayrıca kuzeydoğu Bulgaristan’da yaşayan ve<br />

Hristiyanlaşmış olan Kuman, Kıpçak ve Gagavuzların<br />

aynı dili konuştuklarına şahit oldular. 1081 yılında<br />

Kuman ve Peçenek Türkleri aralarında anlaşarak<br />

“Kuman-Peçenek Türk Federasyonu”nu kurmağa<br />

muvaffak olmuşlar ve Kumanova kentini başkent yapmışlardır.<br />

Fakat bu iki kardeş Türk kavmi Bizanslılarla<br />

ve gayri Türk unsurlarla savaşacakları yerde, Bizanslılar’ın<br />

adi politik entrikaları yüzünden birbirleriyle<br />

savaşarak birliği yıkmışlardır. Bu sebeple federasyon,<br />

1091 tarihinde yıkılarak varlığını ve politik fonksiyonunu<br />

tarihin karanlıklarına terk etmiştir. Onlar<br />

da Hristiyan olmalarına rağmen Anadolu’dan gelen<br />

Türkmenler gibi Şamanî inanç motiflerini henüz terk<br />

etmemişlerdi. Bu nedenle aralarında kolayca iletişim<br />

kurabildiler. Bu suretle toplumların bir arada yaşaması<br />

kolaylaşmış devletin iskân politikası ilk aşamada başarıya<br />

ulaşmış oluyordu.<br />

Daha önce belirtildiği gibi Sarı Saltuk Dobruca’da oturan<br />

bütün Türk toplumları tarafından aziz kabul ediliyordu.<br />

İbn-i Batuta, 1328 yılında Babadağ’da türbesini<br />

ziyaret ettiği Sarı Saltuk’un İslamiyet’e hizmetinden ve<br />

kerametlerinden söz etmiştir.<br />

Osmanlı Devleti, Rumeli’ye geçtiği andan itibaren istimalet<br />

vererek, yerli halkla uzlaşmacı, iyi geçinme politikası<br />

uygulamış, onların Osmanlı’ya meyletmesini<br />

sağlamıştır. Reaya fukarasını zi-kudret ekabire karşı<br />

korumuşlardır. Özellikle Balkanlar’ın fethinde “toprak<br />

ve reaya sultanındır” prensibini ilan ederek yerli idarecilere<br />

karşı toprağı ve köylü emeğini; devlet veya tımar<br />

rejiminin garantisi altına sokmuşlar, yerel idarecilerin<br />

yerine merkezi imparatorluk rejimini ihya etmişlerdir.<br />

Balkan tarihçileri, anarşiden bıkmış olan köylülerin<br />

Osmanlı’nın merkeziyetçi yapısını uygun bulduklarını<br />

ve benimsediklerini kaydederler.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

69<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

Orduyla birlikte hareket<br />

eden çeşitli tarikatlara<br />

mensup şeyh ve dervişlerin<br />

cesaret verici<br />

ve olumlu davranışları<br />

yeni toprakların benimsenmesinde<br />

gazilerin ve<br />

göçmenlerin üzerindeki<br />

etkisi çok büyük olmuştur. Şeyh ve dervişler daha<br />

Süleyman Paşa ile Rumeli’ye geçişlerinden itibaren<br />

yol kavşaklarına, derbentlere ve iskâna uygun yerlere<br />

yerleşerek zaviyeler kurmuşlar, gelen-geçeni misafir<br />

etmişler, çevrelerini şenlendirmişlerdir.<br />

Bu şeyh ya da dervişler sadece derviş kimliği taşıyan din<br />

adamları değil, aynı zamanda çiftçilik yapan, sanat ve<br />

ilimle uğraşan, misafire hizmet eden şahıslardır. Böylece<br />

sevgi, şefkat ve saygıdan mahrum kalan geniş halk<br />

kitlelerine Allah sevgisine dayalı bir insan sevgisi ile insanların<br />

kalbini İslâm ve tasavvufa ısındırmışlardır.<br />

Balkan milletleri ve Hristiyanlığa karşı direnişçi olmuşlar,<br />

Hristiyanlık ancak 9. ve 10. yüzyıldan itibaren<br />

Balkanlar’a yerleşebilmiştir. 1204’teki Latin istilasıyla<br />

artan, Latin kilisesi ile Rum kilisesinin mücadelesinden<br />

de iyice bezmişlerdi. Bu mücadelede önde gelen<br />

mezheplerden biri de Ermenistan’dan Güney Fransa’ya<br />

kadar uzanan Bogomil mezhebidir. Monofizit olan ve<br />

mistik özellik taşıyan Bogomiller kolayca İslam’a intikal<br />

etmişlerdir. Balkanlar’da Slavlara karışan diğer<br />

Türk boyları Osmanlılarla karşılaşınca kaybetmedikleri<br />

bazı âdetlerin ve kelimelerin benzerliği sebebiyle<br />

de Müslüman olarak idarelerine destek vermişlerdir.<br />

Osmanlı padişahlarının Rumeli’ndeki fütuhatları ve<br />

icrââtları esnasında da ahiler, şeyhler yeralmışlar, kendisine<br />

mahsus usullerle oraları da Türkleştirmeğe İslamlaştırmağa<br />

ve imar etmeğe çalışmağa koyulmuştur.<br />

Balkanlar’da 16. yüzyıl öncesinde Ahiler ve Bektaşiler<br />

görülmektedir. Ahilerin ilk başlarda Rumeli’de akınlara<br />

katılıp, buralarda kendi adlarına tekke açmalarına<br />

rağmen, daha sonraları bu tekkelere genellikle Bektaşilerin<br />

yerleşmiş oldukları görülmektedir. Balkanlarda,<br />

Seyit Ali Sultan (v.1412’den sonra)’ın Dimetoka’daki<br />

Kızıl Deli Tekkesi (1401’de inşa edilmiş) ve yine<br />

ona çok uzak olmayan Hasköy (Haskova)’deki Osman<br />

Baba (v.1478) Tekkesi ile daha sonra Varna’daki Akyazılı<br />

Sultan (v.1451’den önce) Tekkesi, Bektaşilik’in<br />

merkezleri hâline gelmiştir.<br />

Meselâ Ahi Musa ailesine Gelibolu’da bahşedilen<br />

imtiyazlar ve arazilere bakarsak: 767/1365 tarihinde<br />

tanzim edilmiş olan vakıfname mucibince; bu ailenin<br />

mülkü evlâdlık vakıf olarak Ahi Musa’nın evlâdına ve<br />

evlâdı inkıraz bulduktan sonra akrabalarından veya<br />

köylülerinden her kime Ahilik icazeti verilmişse ona<br />

şart konulmuştur. Bu<br />

şart, Ahiliği teşvik ve<br />

himaye etmek üzere<br />

konulmuş olduğu gibi,<br />

Ahilik teşkilâtının önemini<br />

de göstermektedir.<br />

Bundan başka istilâyı<br />

müteakib birçok<br />

derviş ve Ahi unvanına sahip kimselerle birlikte Rumeli’ne<br />

geçen bu şeyhin, ilk Osmanlı padişahları nezdindeki<br />

itibarı, mevkii bu ailenin diğer mülkleriyle de<br />

göze çarpmaktadır. Aynı ahinin çiftliklerinden başka,<br />

Malkara şehrinde bir başhane ile dükkânı ve değirmenleri<br />

mevcut bulunmaktadır. “Kızıl Deli Derbendi”<br />

ismi verilen bu derbendi kendileriyle birlikte olan<br />

dervişleriyle beraber hıfzetmektedirler ve bu derbend<br />

onlar sayesinde Müslüman ve kâfir haneli bir köy haline<br />

gelmiştir. Demek oluyor ki, Allah’ın dağında böyle<br />

asayişin ve yolculuğun temini için şenlendirilmesi lâzım<br />

gelen bir derbend yerinde zaviyeyi tesis ve köy vücuda<br />

getirmiş olan bu Bektaşi şeyhleri aynı zamanda<br />

hizmetleri takdir edilen jandarmalar, dağ başlarında<br />

emniyeti temin etmekte olan insanlardır. İlk zamanlarda<br />

ancak bu gibi hizmetleri mukabilinde örfî tekâliften<br />

(vergilerden) muaf tutulmuşlar ve kendilerine<br />

dağ başında ancak bir harabenin mülkiyeti verilmiştir.<br />

Bu dervişlerin geldikleri yerlerde fevkalâde imtiyazlarla<br />

karşılaştığını da zannetmek doğru değildir. Bir asker<br />

gibi harb edebildiği hâlde yine bir köylü gibi çalışan bu<br />

dervişlerin çoğu bu devirde henüz öşürden bile muaf<br />

değillerdi. Gazi askerler oldukları da malûmdur. Ekseriya<br />

bu gibi hizmetler mukabili olarak kendilerine<br />

verilen boş topraklar üzerine âileleriyle birlikte yerleşmektedirler.<br />

Bu suretle birçok köylere isimlerini veren<br />

şeyhler mevcuttur.<br />

Sultan Süleyman tahrirlerine göre; bu sıralarda<br />

Anadolu vilâyetinde (623), Karaman’da (272), Rum<br />

vilâyetinde (205), Diyarbakır’da (57), Zülkadiriye’de<br />

(14), Paşa livasında (67), Silistre livasında (20), Çirmen<br />

livasında (4) zaviye mevcut bulunduğunu hatırlamak<br />

da lâzımdır.<br />

Bu zaviyelerin her birinin en lüzumlu ve tenha yerlerde<br />

mamur bir konak yeri hizmetini gördüğünü,<br />

derece derece muhtelif büyüklükte olanlarının, imaretli<br />

ve kervansaraylı şekillerinin mevcut bulunduğunu<br />

da biliyoruz. Bunlardan Gümülcine Evrenos Gazi<br />

zaviye ve imareti 1370’te inşa edilip, günümüze intikal<br />

eden ilk örneklerdendir. Yaptığı imar faaliyetleri,<br />

kurduğu vakıflarla fethettiği bölgelerin ekonomik ve<br />

sosyal yapısını değiştiren Gazi Evrenos Bey, bu özelliği<br />

nedeniyle diğer akıncı aileleri olan Mihaloğulları,<br />

Malkoçoğulları, Turahanoğulları gibi ailesinin kendi<br />

adıyla anılmasını sağlamıştır.<br />

70<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

Zaviye şeyhliklerinin ekserisi, vaktiyle o zaviyeleri<br />

tesis etmiş olanların evlâdları elinde ve evlâdlık vakıf<br />

olarak bulunmakla beraber; zamanla evlât münkariz<br />

olunca veya şeyhlerin bazı yolsuzlukları görülünce,<br />

yerine devlet tarafından başkalarının tayin edildiği ve<br />

bu suretle vakfın evlâtlık vakıf halinden çıkarak bir<br />

âmme vakfı hâline girdiği görülmektedir. Diğer taraftan<br />

bu zaviyelerden bir kısmının doğrudan doğruya<br />

devlet tarafından açılmış olması da mümkün olduğu<br />

gibi, bazı vâkıflar şart olarak “hâkim-ül-vakt, her kim<br />

bu makamın hizmetine elyak ise onu şeyh nasb eder”<br />

kaydını koymuş bulunmaktadırlar. Diğer vakıflar gibi,<br />

zaviyeler de vâkıfların tayin edeceği şartlar dâhilinde<br />

idare edilmektedirler, onların da bazen mütevellileri<br />

ve nazırları vardır.<br />

Mevlevilik, Saraybosna İsa Bey Mevlevihanesi ile,<br />

Nakşibendilik Fatih’in Bosna’yı fethi sırasında ordusundaki<br />

Ayni ve Şemsi Dedeler ile Balkanlar’a gelmiştir.<br />

Ayrıca Ubeydullah Ahrar’ın halifesi Abdullah<br />

Simavi (v. 1491) Evrenoszade Gazi Ahmed Bey’in<br />

davetiyle Yenice Vardar’a yerleşmiştir. Gazi Hüsrev<br />

Bey hankahı 1530’da Bosna’da ilk inşa edilen Halveti<br />

tekkesidir. Yine Bosna’daki Hacı Sinan Kadiri tekkesi<br />

IV. Murad zamanında kurulmuştur. Sadilik, 1737’de<br />

vefat eden İşkodralı Süleyman Acizi Baba tarafından<br />

Rumeliye getirilmiştir. Prizren’de medfundur. Kalkandelen<br />

Harabati Baba tekkesi (1538), Budapeşte<br />

Gül Baba (v.1541) türbesinin inşası Kanuni zamanına<br />

tesadüf eder. Balkanlarda Melamilik de eskiye<br />

dayanır. 2. Devre Melamilerinden Bosna-İzvornikli<br />

Hamza Bali farklı fikirlerinden dolayı 1567’de asılmıştır.<br />

3. Devre Melamilerin kutbu addedilen Mısırlı<br />

Muhammed Nuru’l-Arabi Koçana-Üsküp-Tikveş’te<br />

yaşamış, Usturumça’da 1887’de vefat etmiştir (tekke<br />

ve türbesi ortadan kaldırılmıştır). Rifailik ve Şazelilik<br />

de Rumeli’ye en son gelen tarikatlardandır. Tarikatlerin<br />

müessislerine pir denmektedir. Bu sebeple pirlerin<br />

bulunduğu tekkeler de asitane olarak adlandırılır. Bu<br />

bağlamda Rumeli’de dört pir/asitane bulunmaktadır<br />

ki, bunlar: 1- Limni’de medfun Hz. Pir Niyazi-i Mısri<br />

(v.1693) hazretleri 1 . 2-Selanik’teki Hz. Pir Ahmed<br />

Zühri (v.1744) ve Asitanesi 3- Ohri’deki Hz. Pir Mehmed<br />

Hayati (v.1766) ve Asitanesi ile 4-Usturumça’daki<br />

Hz. Pir Muhammed Nurü’l-Arabi (v.1887) ve Melami<br />

Asitanesi. Bunların dışında Prizren’deki Saraçhane<br />

tekkesi günümüzde bölgede Halveti-Ramazani Asitanesi<br />

addedilmektedir.<br />

Hasılı, Sarı Saltuk hazretleriyle Rumeli’ye geçen dervişler,<br />

ilk asırlarda asayiş icab eden yerlere yerleşerek,<br />

hem asayişin sağlanmasında hem de insanların maddi<br />

ve manevi hayatlarını idamelerine destek olmuşlardır.<br />

Fetihlerde yer alarak devletin tahsis ettiği arazileri,<br />

kurulan vakıfların sayesinde en istikrarlı bir şekilde<br />

değerlendirmişlerdir. Tekkelerin altın çağı denebilecek<br />

bu durum 1300’lü yıllardan 1683’teki 2. Viyana<br />

muhasarasına kadar sürmüştür. Bu tarihten itibaren<br />

yaşanan toprak kayıpları, insan kayıp ve göçlerini müteakiben<br />

tekke, zaviye ve imaretler de ya yıkılmış ya da<br />

başka bir amaçla kullanılmaya başlamıştır. İlk iki yüzyıl<br />

ahi şeyhleri ve dervişlerinin, alperenlerin mekânı<br />

olan tekke ve zaviyeler, bu tarihten sonra tarikat şeyhlerinin<br />

idaresine geçmeye başlamıştır.<br />

1715’teki Mora Seferine ordu şeyhi 2 olarak katılan Moravi<br />

Yahya Efendi, Mora’nın Venediklilerden istirdadıyla<br />

Mora’da kalmış ve kırk kadar tekkenin inşasına<br />

muvaffak olmuş. Ancak 1821 Rum isyanıyla Mora’daki<br />

tekkeler yıkılmış, şeyhler ve dervişlerden bazıları şehit,<br />

bazıları esir olmuştu. 1878 Berlin Antlaşması’yla nefes<br />

alınmışsa da Rusların, Avusturya’nın ve diğer düşmanların<br />

Rumeli’deki iğvaları sürmüş, nihayet 1912 Balkan<br />

Harbi ile 500 yıllık yurdumuz yaban ellere kalmıştır.<br />

Türkiye’de 1925’e kadar faal olan tekke ve zaviyeler<br />

seddedilmiş, bunun üzerine Konya Çelebi’si Bakır<br />

Çelebi (v.1944), Halep’e, Hacı Bektaş-ı Veli postnişini<br />

Salih Niyazi Dedebaba, Tiran’a göç etmiş ve orada 11<br />

sene şeyhlikten sonra 1941’de vefat etmiştir.<br />

1. Dünya Savaşı sonrası 1919-1945 arası krallıklar<br />

döneminde varlıklarını korumaya çalışan tekkeler 2.<br />

Dünya Savaşı sonrası kurulan komünist rejimde daha<br />

ağır şartlarla karşı karşıya kalmıştır. Osmanlı idaresinden<br />

ayrılan Balkan milletleri yaklaşık 50-60 yıllık<br />

prenslik ve krallık rejimlerinden ve 45 yıl kadar da<br />

Rusların komünist baskısı altında yaşadıktan sonra<br />

1990’lı yıllarda yeniden bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır.<br />

Bu esnada sadece Bosna-Hersek, Makedonya,<br />

Kosova, Arnavutluk’taki tekkelerden pek azı günümüze<br />

kadar ayakta kalabilmişlerdir. Günümüzde göze<br />

çarpan en bariz bir durum da Bektaşiliğe ve Rifailiğe<br />

mahsus bazı özellik ve icraların bütün tarikatlerce<br />

uygulanmasıdır. Yunanistan, Bulgaristan, Romanya,<br />

Hırvatistan, Karadağ ve Slovenya’da bazı türbeler günümüze<br />

intikal edebilmişse de tasavvufi icraatler hususunda<br />

bir faaliyet işitilmemektedir. Balkanlardan<br />

göç yavaşlasa da durmamaktadır. Avrupa ve Amerika’ya<br />

göç edenler arasında tarikat erbabı da olup, göç<br />

ettiği ülkelerin şartlarına göre faaliyetlerine devam<br />

ettikleri görülmektedir. Günümüze intikal edebilen<br />

eserlerle ilgili envanter çalışmaları hâlen sürmektedir.<br />

Ancak kabaca Osmanlı eserlerinin %90’ının ortadan<br />

kalktığı düşünülmektedir.<br />

1 1900’lü yılların başında Bursa’dan bazı şeyh ve dervişler Niyazi Mısri hazretlerinin<br />

cesedini Bursa’ya nakletmek için Limni’ye gittikleri, ancak oradaki papazların, “o bizim<br />

de azizimiz” diyerek nakl-i kubura mani oldukları nakledilir.<br />

2 Ordu şeyhliği Fatih Sultan Mehmed zamanında başlamış, Tanzimat’a kadar devam<br />

etmiştir.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

71<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

Kültürümüzün Taşıyıcı Sütunu<br />

Almanya’daki Türk Edebiyatının<br />

Geçmiş Evreleriyle Geleceğine Bakış<br />

Kadri Akkaya<br />

lmanya’daki Türk Edebiyatını edebiyat<br />

kamuoyunda sadece “Gurbetçi” söyleminin<br />

ilerisinde, bu yeni coğrafya ve dönemdeki<br />

kalıcı söz ve yazın varlığımızı<br />

sürekli takip eden, değerlendiren çok az<br />

edebiyat eleştirmeni ve akademik edebiyat araştırmacısı<br />

olması bir derdimiz; kültürden sorumlu karar verici<br />

makamların ilgisizliği ise bir başka büyük derdimiz.<br />

Vakıf kültür değerimizi yaşatmanın ülkü sahibi örneği<br />

olma isteğindeki edebiyatsever girişimcilere ve sorumlu<br />

kurumlara önbilgi niyetine; kültürümüzün en<br />

önemli taşıyıcı sütunlarından biri olan edebiyatımızın<br />

Almanya’daki önemli geçmiş evrelerini, unutulmaması<br />

gereken isimleri, eserleri ve bu eserlerin sahiblerini<br />

tespit ederek Almanya’daki Türk Edebiyatının geleceği<br />

konusuna ışık tutmak istedik.<br />

Konuya girmeden, iki kelimeye, yani “Gurbetçi” ve<br />

“Türk” kavramlarına şöyle bir duyarlılıkla bakılmasını<br />

arzu ederek başlayalım: Almanya ile Türkiye arasında<br />

İşgücü Andlaşması neticesinde buraya göçerek<br />

yerleşmiş insanlarımızın hepsini “Türk”lük vurgusuyla<br />

adlandırmak yerinde olsa gerek. Saygın Alman<br />

kurumları, Almanya Türklerini her ne kadar Türk,<br />

Kürt, Çerkez; Alevi, Sünni ve sair kategorilerine ayırsa<br />

da; Almanya kamuoyundaki yaygın kanaat gibi, ve<br />

bu kanaatın uç sesi kültür ırkçısı NSU örgütünce seri<br />

bir şekilde öldürülen sekiz Türkiyelinin değişik etnik<br />

ve dinî kökenlerine bakılmadan salt “Türk” olduklarından<br />

dolayı öldürülmüş olması gibi. Yani, tıpkı bin<br />

yıldır Anadolu’ya “Turkia/Türkyurdu” dendiği ve bu<br />

anlayışın Almanya’daki Türkiye kökenli tüm insanlar<br />

için hâlâ kullanılıyor olduğu gibi. İsmimizi ne kadar<br />

kâbul etmek istemesek de –ki bu adlandırma yüzyıllar<br />

sonra ilk kez 1923’de kabullenildi- bu üst aidiyetimizin<br />

bize hep hatırlatıldığı gibi.<br />

Fotoğraflar: Isabelle M. Beck<br />

72<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

Tüm zorluklara rağmen yaşanılan mekânın artık vatan<br />

yapılmaya çalışıldığı, yarım asrı geçmiş bir süreç<br />

sonunda bu insanlara hâlâ “Gurbetçi” demek, onların<br />

toplumsal nesnellikten toplumsal öznelliğe geçişlerine<br />

yardım etmeyen bir bakış açısıdır. Dört nesildir yaşanılan<br />

toplumda doğan, orada sosyalleşen insanların<br />

hâlâ “Gurbetçi” görülmesi isabetli bir bakış açısı olmasa<br />

gerektir. Almanya Türkleri artık sosyolojik bir<br />

olgu, dolayısıyla Almanya Türk Edebiyatı da kültürel<br />

bir olgu ve zenginlik.<br />

Nasıl ki çoğunluğun Almanca konuştuğu ülkelerin<br />

dışındaki coğrafyalarda, örneğin Macaristan, Romanya<br />

ve Rusya’da Alman Edebiyatı’ndan bahsediliyorsa;<br />

çoğunluğun Türkçe konuşmadığı ülkelerde, özellikle<br />

Almanya’da yadsınamayacak Türk toplumunun ürünü<br />

olan Almanya Türk Edebiyatı da toplumsal ve kültürel<br />

bir gerçeklik.<br />

Almanya’daki Türklerin ve onların edebiyatının temelleri<br />

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine dek götürülebilir.<br />

Ancak ilk sembol Selçuklu sipahisi Selim Zoldan’ın<br />

ve onunla beraber ya da ondan sonra çoğunun güney<br />

Almanya dolaylarındaki, kiminin de Berlin ya da<br />

Hannover gibi kentlerdeki esir olarak yaşamları zamanından<br />

kalmış birkaç istida mektup örneğinden başka<br />

şimdilik arşivlerde bir şey yok. 14. ve 15. yüzyıllarda<br />

Almanya’ya esir olarak getirilen Müslüman çocukların<br />

çoğunun ya da bazı sipahilerin vaftiz edildikten sonraki<br />

asimile olmuş yaşamlarında, getirdikleri kültürden<br />

kaybolmadan kalan birkaç özelliği bugün dahi görmek<br />

mümkün: Bir zamanlar ataları Osmanlı sipahisi olan<br />

ünlü bir Alman tarihçinin ailesinde olduğu şekilde,<br />

neredeyse 400 yıla yaklaşan bir zamandan beri erkek<br />

çocuklarına Almanca isim yanında sürekli Haydar ön<br />

ismini de koymuş olmaları gibi.<br />

Türkçeye henüz “Marş, marş!” gibi Almanca kökenli<br />

kelimeler girmeden önce “Yogurt” sözcüğü ya da<br />

Köşk’ten ilham “Kiosk” diğer Türkçe kelimelerle beraber<br />

Almancada kalıcı olduğu gibi, edebiyatımıza ilgi<br />

ve onun kimi özellikleri Almanya’ya Türklerin işçi göçünden<br />

yüzyıllarca önce göç etmiş diyebiliriz.<br />

Günümüz Türkçesiyle 2015’de tıpkıbasımı yapılan<br />

Dede Korkut’un nadir nüshalarından biri yüzyıllardır<br />

Dresden kent kütüphanesindeydi. Latifi tezkiresinde,<br />

Türkçe yazılmış en güzel “Yusuf-u Züleyha” olarak<br />

takdim edilen Ziyai Yusuf ’un 16.yy’da kaleme aldığı<br />

ve günümüze ulaşabilen tek Mesnevi nüshası Almanya’daki<br />

başka bir kütüphanede edebiyatımızın cazibesini<br />

yayıyordu. Yine Yunus Emre’nin ilahilerinin, işçi<br />

göçünden beş yüz yıl önce Almanya’daki kalemiye<br />

sınıfınca iyi bilindiği günümüzde az bilinir: Georg<br />

von Ungarn Anadolu’nun köylerinde yirmi bir yıllık<br />

zoraki yaşamının akabinde <strong>ülkesi</strong>ne döner dönmez<br />

1480’li yıllarda yayımladığı hatıralarında, Anadolu’da<br />

bir zamanlar, “Yûnus bu sözleri çatar halka ma’ârifet<br />

satar / Kendüsi ne kadar dutar söyledügi yalanı gör.”<br />

söyleyişiyle seslendirilen ilâhiyi akademi dili Latince<br />

uyarışıyla, “Jonus bii czusleri tsattar, halka moriffet<br />

satar / Gendiczi ne kadar dutar, czoledigi ialani goer.“<br />

şeklinde yayımlar.<br />

Almanlar ile Osmanlı’nın tam bir asır önce I. Dünya<br />

Savaş’ında ortak olmaları öncesi ve esnasında oryantalistlerin<br />

ilgisi Türkçeden Almancaya sırf akademik<br />

çeviri uğraşlarından çıkarak gittikçe edebi konu ve<br />

türlerin Almancaya çevirilerine de yönlenmiş. Yine de<br />

Türk Edebiyatından ilk çeviriler daha çok silah arkadaşlığının<br />

gelişmesine yardım eden uğraşlar: Mehmet<br />

Emin Yurakul’dan şiirler, Halide Edip’den Yeni Turan<br />

çevirisi bunlara örnekler. Namık Kemal’ın Vatan Yahut<br />

Silistre adlı eseri ya da Ömer Seyfettin’den hikâye çevirileri<br />

geçen yüzyılın başlarındaki muhtemel “ortağın”<br />

edebiyatına ilginin diğer örneklerini teşkil ediyor.<br />

Edebiyat araştırmacılarının kapsamlıca ilgilenmesi<br />

umuduyla Türkçeden Almancaya önemli edebiyat tercüme<br />

eserler ve antolojiler listesi şöyle verilebilir: Kara<br />

Fazlı’nın Gül-ü Bülbül’ü Rose und Nachtigal adıyle<br />

1834 yılında, J. V. Hammer-Purgstall tarafından; Meisters<br />

Nasreddins Schwaenke adıyle, 1855 yılında W.<br />

V. Camerloher tarafından Nasreddin Hoca’dan fıkra<br />

seçkileri; Battal Gazi’nin uzun halk hikâyeleri Die Fahrten<br />

des Sajjid Bathal ismiyle 1871 yılında H. Ethe tarafından<br />

ve 1908-1911 yıllarında Baki Divanı’nın hepsi<br />

Rudolf Dvorak tarafından tercüme edildi. J. Ignacz<br />

Kunos 1905 yılında İstanbul Masalları seçki tercüme<br />

antolojisi; 1913 yılında Ahmet Mithat’ın Eyvah adlı<br />

drama tiyatro eseri; 1916 yılında Friedrich Schrader<br />

tarafından Yeni Turan roman çevirisi; Habib Edib’in<br />

1917 yılında Potsdam’da Türkçeden Hikâyeler çevirileri;<br />

1918 yılında Halid Ziya’dan roman çevirisi; Otto<br />

Spies’den 1920 yılında başka bir Nasreddin Hoca fıkra<br />

çevirileri; 1923’de Heinrich Donn’un Halide Edib’in<br />

Ateşten Gömlek romanının çevirisi; 1933 yılında Müfide<br />

Ferid’in Affolunamayan Günah’ının çevirisi; Annemarie<br />

Schimmel’den 1947 yılında Nur Baba romanının<br />

Flamme und Falter adıyle tercümesi; 1954 yılında<br />

F. V. Rummel’in Unser Guter Fehim Bey adıyle Fehim<br />

Bey ve Biz roman çevirisi; 1958 yılında J. Hein tarafından<br />

Dede Korkut kitabı çevirisi; 1959 yılında Nazım<br />

Hikmet’in şiirlerinden şeçkiler ve yine 1960 yılında<br />

Doğu Berlin’de ondan bir tiyatro çevirisi; 1962 yılında<br />

Yaşar Kemal’in Teneke romanının W. Brands tarafından<br />

UNESCO desteğinde Anatolisches Reis adıyle çevirisi;<br />

1963 yılında N. Hikmet’ten (bu kez Batı Almanya’da)<br />

şiir tercümeleriyle, 1965 yılında Aziz Nesin’den<br />

Zübük roman tercümesi; Orhan Veli Kanık’ın Garib<br />

adlı şiirlerinin tamamının Yüksel Pazarkaya tarafından<br />

1984 yılında çevirisi; 1971’de yine Yüksel Pazarkaya’nın<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

73<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

Mordern Türk Şiirlerinden Örnekler şeçki tercümeleri;<br />

Yağmur Atsız’dan 1976’da Türk Edebiyatından Seçmeler<br />

ve Alman Edebiyatındaki Türkiye İzlenimleri<br />

adlı antoloji; A. Schimmel’in 13. Yüzyıldan Günümüze<br />

Türkçe Şiirler (1986) seçkileriyle, yine onun 1989<br />

yılındaki Wanderungen mit Yunus Emre adlı tercüme<br />

antolojisi; Beatrix Caner’in 2001 yılındaki Ahmet<br />

Hamdi Tanpınar’dan Sommerregen çevirisi ve TEDA<br />

destek proje çerçevesinde 2008 yılında Sabine Adatepe<br />

tarafından Mustafa Kutlu’dan Sternenstaub adıyle çocuk<br />

öykü çevirisi.<br />

Türk kültürü ve edebiyatıyla Almanca akademik uğraşının<br />

ve tercümelerin köklü tarihi temellerine şu<br />

önemli akademisyenler katkıda bulundu: Johannes<br />

Leunclavius (1541-1594), H. Megiser (1554-1614),<br />

Johan D. Schieferdecker, H. F. Von Diez (1751-1817),<br />

Freiherr von Hammer-Purgstall (1774-1856), Wilhelm<br />

Radloff (1837-1918), Martin Hartmann (1851-<br />

1919), Oscar Rescher (Osman Reşer 1883-1972), Karl<br />

Steuerwald (19051989), Otto Spies (1901-1976), Horst<br />

Wilfried Brands (1922-1998) ve 2010 yılında ölen H.<br />

Ahmed Schmiede ile 2003 yılında vefat eden Annemarie<br />

Schimmel.<br />

Günümüzde yaşayan Türkolog ya da Türkçe edebiyat<br />

tercümesiyle uğraşanlara ise Erika Glassen, Cornelius<br />

Bischoff, Beatrix Caner, Marc Kirchner, Catharina<br />

Dufft, Monika Carbe, Barbara Yurtdaş ve Özgür Savaşcı<br />

ya da Sevgi Ağcagül örnek gösterilebilir.<br />

Bugüne kadar Almanya’daki geniş kamuoyunda hâlâ<br />

hakkıyle ve geniş yelpazesiyle tam bilinmeyen Türk<br />

Edebiyatını yakın geçmişte kendi açılarındaki tercüme<br />

yayınları ile tanıtanlara Literaturca, Ararat, Express<br />

Edition, Dağyeli ve Önel gibi küçük ölçekli diğer<br />

yayınevleri örnek verilebilir.<br />

2008 yılında Frankfurt Kitap Fuarı’nda Türkiye’nin<br />

onur konuğu ülke olması vesilesiyle Robert-Bosch<br />

Vakfı “Türkische Bibliothek” projesine fon sağlamış<br />

ve 2005 ile 2010 arasında, Unionsverlag tarafından 20<br />

eserin yayınlanmasını sağlamıştır. Hülya Adak, Halide<br />

Edip Adıvar, Adalet Ağaoğlu, Sabahattin Ali, Oğuz<br />

Atay, Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Aslı Erdoğan, Memduh<br />

Şevket Esendal, Ayşe Kulin, Murathan Mungan,<br />

Hasan Özdemir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hasan Ali<br />

Toptaş, Ahmet Ümit, Halid Ziya Uşaklıgil ve Murat<br />

Uyurkulak bu vesileyle Almancaya tercüme edildi.<br />

Bunlar ve 1970’li ya da 1980’li yıllardaki çeviriler de,<br />

ne zamanının kitap piyasasını ne de Türk Edebiyatının<br />

geniş yelpazesini temsil etmiyorlar.<br />

Türkçeden Almancaya edebiyat çevirilerini değerlendirirsek,<br />

19. yüzyılda toplam 130 çeviri olduğunu<br />

tesbit edebiliriz. Diğer çeviri evresi ise 1962’de Yaşar<br />

Kemal’in Teneke romanının Anatolischer Reis adıyla,<br />

Nazım Hikmet’in şiirlerinin In Jenem Jahr 1941 adıyle<br />

(1963) ve 1965’de Aziz Nesin’in Zübük romanın çevrilmesi<br />

dönemidir.<br />

2000’lerin ikinci yarısından sonra çevrilmeye başlanan<br />

çok sayıda Türkçe kitabın yayımlanmasına ise<br />

şu önemli üç faktör sebep oldu denebilir: Birincisi;<br />

2005’den bu yana Türkçe Çeviri Projesiyle (TEDA)<br />

162 kitabın (750 kitabın %22’sinin) Almancaya çeviri<br />

desteği almış olması; ikincisi, Orhan Pamuk’un Nobel<br />

ödülü alması ve üçüncüsü ise Türkiye’nin 2008’de<br />

Frankfurt Kitap Fuar’ına onur konuğu ülke olarak katılmış<br />

olması.<br />

TEDA Çeviri Destek Projesi dışında Almanca ile<br />

Türkçe arasında karşılıklı çeviriye destekler kendini<br />

kurumsal olarak her yılın güz mevsiminde Tarabya<br />

Çeviri Ödülü ile gösteriyor. Her yıl 7.500 € olarak belirlenen<br />

“Büyük Ödülü” en son 2014 yılında çevirmen<br />

ve akademisyen Gürsel Aytaç aldı.<br />

I. Dünya Savaşı’nda Rusya, Fransa ve İngiltere safında<br />

savaşırken Almanlara esir düşmüş Müslüman askerlere<br />

“ümmet şuuru” vermek için Berlin’e gelen ve orada<br />

üç ay kalan Mehmet Âkif, Berlin Hâtıraları adlı şiirinde<br />

Almanya’yı Türkiye ile kıyas etmesi, yazarlarımızın<br />

Almanya’ya işçi göçünden önceki ilgisine ilk örneklerden<br />

biridir. Âkif gördüğü otelleri, kahvehaneleri ve<br />

yolları İstanbul’dakiler ile karşılaştırır:<br />

“Çamur bu beldede âdet değil ne kış ne yaz / Geçende<br />

haylice kar yağdı Berlin’in içine / Bıcık bıcık olacakken<br />

yer takır takırdı yine!” Çok uzun şiirin başka bir bölümünde<br />

Alman bir anneye hitaben: “...Hesaba katmıyorum<br />

şimdilik bizim yakada / Sönen ocakları; lakin<br />

zavallı Afrika’da / Yüz elli bin kadının tütmüyor bugün<br />

bacası...” diye seslenerek o ortaklığın hiç de katlanılmayacak<br />

sonuçlarını sıralar.<br />

Sabahattin Ali de iki yıl Berlin’de tahsil için kalmıştır.<br />

Onun Kürk Mantolu Madonna’sı (1943) Almanya’ya<br />

işçi göçü öncesi edebiyatımıza başka bir iyi örnek. Bu<br />

uzun hikâyenin kahramanları üzerinden her iki toplumun<br />

sosyal ve kültürel değişimlerinin anlatımı gerçekten<br />

edebi ustalık örneğidir.<br />

Esad Bey nam-ı diğer Kurban Said’in Das Mädchen<br />

vom Goldenen Horn (1938) / Haliç’in Kızı (1964) adlı<br />

romanı; Osmanlı paşa babası ile beraber İstanbul’dan<br />

Berlin’e göçmek mecburiyetinde kalan roman kahramanı<br />

Aziyade’nin, yıllar sonra hem göç hem de yaşanılan<br />

yeni topluma uyum sorunlarını da içeren ve<br />

Türklerin Almanya’daki ilk Almanca edebiyat eserleri<br />

kategorisindendir. Onu şimdi başta Feridun Zaimoğlu<br />

olmak üzere Almanca yazan diğer Türk kökenli yazarlar<br />

takib etmekte.<br />

74<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

İşgücü göçü sonrası ortaya çıkan Türklerin Almanya’daki<br />

edebiyatının temel örneklerini söyle sıralayabiliriz:<br />

Almanya Almanya adlı kitabıyla Nevzat Üstün,<br />

Türkler Almanya’da ile Bekir Yıldız; Mecbur Ettiler<br />

ve Türk’ün Almanya Çilesi adlı eserleriyle Fahri<br />

Özcan, Bekleyen Tren adlı tiyatro oyunuyla Yüksel<br />

Pazarkaya ve İki Dünya Arasında romanıyla Mehmet<br />

Niyazi Özdemir. Aras Ören’in Berlin Üçlemesi,<br />

Güney Dal’ın E-5 adlı romanı. Fürüzan’ın bir yıllık<br />

Alman Kültür Değişim bursu çerçevesinde kaldığı<br />

Berlin, onun Yeni Konuklar, Ev Sahipleri ve Berlin’in<br />

Nar Çiçeği adlı eserlerine vesile oldu. Gülten Dayıoğlu’nun<br />

çocuk ve gençlere yönelik Yurdumu Özledim<br />

adlı eseri ise göçmenin sılasına geri dönme arzusuna<br />

değinen uzun bir hikâye. Daha sonra, Yemen<br />

Nire Almanya Nire adlı kitabıyla Sadık Fehmioğlu,<br />

Almanya’da Yirmi Ay adlı kitabıyla Mehmet Çakan,<br />

Fikrimin İnce Gülü adlı romanıyla Adalet Ağaoğlu,<br />

hikâyeleriyle Fethi Savaşçı, An(n)a Aşkı ile Mahmut<br />

Aşkar; Almanya’nın Zencileri adlı kitabıyle Dursun<br />

Akçam, Son Cennet ile Orhan Aras, birçok romanıyla<br />

Hasan Kayıhan; Vatan Olan Gurbet-Vatanda Bir<br />

Garip Kul adlı kitabıyla Ali Özdemir, Şakir Bilgin,<br />

Mustafa Can, E. Sevgi Özdamar, Cengiz İyilik, Necati<br />

Mert, Yusuf Aktürk, Fethi Savaşçı, Fakir Baykurt,<br />

Habib Bektaş ve bir Türk üniversite öğrencisinin Alman<br />

kız öğrenci Hildegard’a olan aşkını anlatan İki<br />

Dünya Arasında adlı romanı ile Mehmet Niyazi Almanya’daki<br />

Türk Edebiyatının önemli isimleri.<br />

Sözlü edebiyatımızın taşıyıcısı halk ozanları ise buradaki<br />

Türk edebiyatının temelinde ve gelişmesinde<br />

önemli bir yer tutarlar. Mahsuni Şerif, Ozan Arif,<br />

Şahballı, Ozan Yusuf Polatoğlu ve Neşet Ertaş bunların<br />

en bilinenleri. Uğur Işılak’ın da saz ve söz üstadı<br />

olan Ozan Polatoğlu kırk yıllık Almanya işçi göçmenliğini<br />

Bu Sıra adlı türküsünde şöyle dile getiriyor:<br />

“Rüzgara kapıldı dalım budağım / Sandal da su<br />

tutar oldu bu sıra / Sudan tat almıyor dilim dudağım<br />

/ Sabır taşı yutar oldum bu sıra.”<br />

11 Ağustos 2015 günü ölen Tarık Dursun K.’nın Almanya’daki<br />

Türk Edebiyatına çoğunca göz ardı edilen<br />

iki önemli eser katkısı var: Kayabaşı Uygarlığının<br />

Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü adlı romanı ve Bağrıyanık<br />

Ömer İle Güzel Zeynep hikâyesi. Roman,<br />

Türklerin yaşam ve düşüncelerindeki değişimleri<br />

Almanya’ya işçi göçü örneğinde güzel bir dil ile işlerken;<br />

“sözde” bir uygarlığın toplum yaşamını da edebi<br />

ironisiyle yeriyor. Bağrıyanık Ömer ile Güzel Zeynep<br />

hikâyesi, rahmetli olan film yapımcısı Ahmet Bayazıt<br />

ile rejisör Yücel Çakmaklı tarafından uyarlanarak televizyon<br />

filmi yapılmıştır.<br />

süre çıkan Yabanel Dergisi, Demet Dergisi, Tohum<br />

ile Anadil dergileri. Almanya’daki ilk şiir ağırlıklı<br />

dergi ise Gültekin Emre’nin Berlin’de kısa bir süre yayımladığı<br />

Parantez idi. Edebiyat ağırlıklı olmamakla<br />

birlikte, 1985 yılında Anayurt dergisi Arif Nihat Asya<br />

şiir ve Ömer Seyfettin hikâye yarışması düzenlemişti.<br />

Yazın Dergisi “Avrupa’daki Türklerin Kültür ve Sanat<br />

Dergisi” şiarıyla iki aylık olarak, 1984-2009 yılları<br />

arasında Engin Erkiner’in yayın yönetmenliğinde<br />

yayımlandı.<br />

Kafdağı, İlhan İlkılıç yönetiminde Eylül 1991’de,<br />

Kudret Aktaş, Kays Mutlu, Mustafa Yaprak, Kâmil<br />

Aydoğan, İmam Cengiz, Selahaddin Ertuğrul, Cengiz<br />

Şahin, Sinan Öztürk, Hüseyin İnan ile yolculuğuna<br />

başladı ve Almanya’da bir türlü algılanmak istenmeyen<br />

İsmet Özel, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu,<br />

Sadık Yalsızanuçanlar, Fatma Barbarosoğlu ve Mustafa<br />

Kutlu gibi diğer Türk edebiyatçılarını tercümelerle<br />

tanıtmaya çalıştı.<br />

Kafdağı’nın selefi Wird dergisiydi, ki onun mutfağından<br />

da Kepade dergisi vardı ki, belki de Türklerin<br />

Almanya’da yayınladıkları ilk mizah dergisiydi. Almanya’da<br />

sadece edebiyat ürünlerine has Türkçe bir<br />

edebiyat dergisinin eksikliği çoğu yazarlarca ve edebiyatseverlerce<br />

hâla şiddetle hissediliyor.<br />

Almanya’daki edebiyatımızın geçmişini sorgulayarak<br />

gelecekteki kalitesinin daha da yükseltilmesi<br />

ülküsüyle yayınevlerinin, yazarların, dergi mutfağında<br />

özveriyle uğraş verenlerin; kısacası tüm edebiyat<br />

kamuoyunun ve okuyucuların Almanya’daki<br />

Türk Edebiyatı konusunda beraberce beyin fırtınası<br />

yapmaları hem Almanya’daki Türk Edebiyatının<br />

geleceğine yön verecek hem de Almanya’daki Türk<br />

kültürünün önemli sütunlarından Türkçe edebiyatın<br />

yeni nesillere aktarımına köprü olacaktır. Gerek<br />

şahısların gerekse kurumların bu yolda yürürken<br />

taşıdıklarının ceset değil de ait oldukları bedenleri<br />

olmasının şartı, şair Yunus Emre gibi aşkla işe odaklanmalarıdır.<br />

Yoksa muhannete muhtaç olunarak<br />

oyalanacak çok iş var.<br />

Edebiyat ile uğraşanlara okul görevi gören dergileri<br />

saymak gerekirse; 1980’li ve 1990’lı yıllarda kısa bir<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

75<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


SÖYLEȘİ<br />

AVRUPA BİRLİĞİ EDEBİYAT ÖDÜLÜ SAHİBİ<br />

BİRGÜL<br />

OĞUZ<br />

SÖYLEŞİ<br />

Birgül Oğuz 1981’de İstanbul’da doğdu.<br />

İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı<br />

Edebiyat Bölümü’nü bitirdi. Aynı<br />

üniversitenin Kültürel İncelemeler yüksek<br />

lisans programından mezun oldu.<br />

Çeşitli dergilerde çok sayıda öykü, deneme<br />

ve çevirisi yayımlandı. İlk öykü kitabı<br />

Fasulyenin Bildiği ile 2007 Yaşar Nabi<br />

Nayır Gençlik Ödülü’nü aldı. Son öykü<br />

kitabı Hah ise Avrupa Birliği Edebiyat<br />

Ödülü’ne layık görüldü. Birgül Oğuz ile<br />

edebiyata, dünyayı edebiyat aracılığıyla<br />

anlama/yorumlama çabasına dair kısa<br />

bir söyleşi gerçekleştirdik.<br />

Fotoğrafçı: Philippe Dalman<br />

76<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


SÖYLEȘİ<br />

Muazzez Tümay<br />

Yuhanna İncili’nin ilk ayeti;<br />

“Önce söz (logos) vardı. Söz Tanrı’ylaydı.<br />

Söz Tanrı’ydı.” şeklinde.<br />

Siz de sözün gücünden bahsediyorsunuz.<br />

Söz (ifade) gücüyle en<br />

çok neyi değiştirsin ya da mümkün<br />

kılsın istersiniz?<br />

Sözün bir gücü olduğuna, hatta sözün<br />

bir güç olduğuna inanıyorum.<br />

Her yöne kullanılabilecek bir güç<br />

bu tabii. Yani kötü şeylere de iyi<br />

şeylere de neden olabilir. Sözün<br />

gücünü savaş çığırtkanlığı için de<br />

kullanabilirsiniz, insan ve dünya<br />

arasındaki sevgi bağını güçlendirmek<br />

için de. Burada, sözün ardındaki<br />

niyet kadar o sözün başını alıp<br />

nerelere gidebileceği de önemli. Ne<br />

de olsa samimiyet, doğruyu söylediğimiz<br />

inancıdır yalnızca. Savaşın<br />

doğru olduğuna inanıyorsam bunu<br />

samimiyetle dillendirebilirim; doğru<br />

bildiğimi dillendirdiğime göre<br />

de iyi niyetli biri sayılabilirim.<br />

Ama kime göre öyleyim gerçekten?<br />

Ve ağzımdan çıkan sözün nerelere<br />

gidebileceğini önceden bilmem<br />

mümkün mü?<br />

Söz bir güçtür, evet. İnsandan insana<br />

geçer, kimi zaman yüzyıllar<br />

öncesinden gelir, bizi şimdimizde<br />

bulur, bizi etkiler, bizi ikna eder<br />

ya da doğru bildiğimizden eder.<br />

Söz pek çok şeyi değiştirebilir. Ne<br />

güzel! Ama bu bazen korkunç da<br />

olabilir! Tam da bu nedenle, söz,<br />

gücüyle şunu değiştirse ya da şunu<br />

mümkün kılsa keşke, diyemem.<br />

Sözün gücüne inanıyorsak, sözün<br />

tehlikesine de inanıyoruzdur. Edebiyatta<br />

“söz” hem araç hem amaç<br />

olduğu için; sözün hareketini, nereden<br />

gelip nereye gidebildiğini,<br />

neleri dokuyup neleri sökebileceğini<br />

kendi bünyesinde deneyimleyip<br />

başkalarına da gösterebildiği için<br />

belki çok önemli edebiyat. İnançlarımızın,<br />

kanaatlerimizin, kendilik<br />

fikrimizin ve dünya fikrimizin<br />

oluşmasında bunca önemli yeri<br />

olan sözün ve söz gücünün güzelliğini<br />

ve tehlikesini aynı anda üstlenebilme<br />

kapasitesine sahip bir alan<br />

bence edebiyat.<br />

“Doğduğumuz günden beri dünya<br />

iyi okumamız ve iyi yorumlamamız<br />

gereken bir metin olarak<br />

açılıyor önümüzde.” diyorsunuz.<br />

Orada öylece durmuş yorumlanmayı/anlaşılmayı<br />

bekleyen bir<br />

dünya, bir evren var mı gerçekten?<br />

Bizden bağımsız, bizim dışımızda...<br />

Biz olmasak da varlığını<br />

sürdürebilecek, biz algılamasak<br />

da var olmaya devam edecek...<br />

Bizden bağımsız, bizim dışımızda,<br />

biz algılamasak da var olmaya<br />

devam edecek bir dünya var mı?<br />

Varsa da insan o dünyaya erişebilir<br />

mi? Erişse de onun nasıl bir dünya<br />

olduğunu dillendirebilir mi? Bence<br />

varsa da erişemez ve zaten erişse de<br />

dillendiremez. İdraki ve dolayısıyla<br />

dili aşan bir şey bu. Onun üzerine<br />

konuşmak spekülasyon olur.<br />

Ama konuşabiliriz tabii, zaten konuşuyoruz<br />

da ve konuşmaya, onu<br />

tahayyül etmeye devam edeceğiz<br />

elbette; spekülasyon güzel bir şey...<br />

İnsanın sınırları var, evet. Ama bu<br />

sınırlar onu sınırlamıyor yalnızca,<br />

onu daha da yaratıcı kılıyor.<br />

Dünyanın önümüzde bir metin<br />

gibi açıldığını söylerken şunu demek<br />

istiyordum aslında: Biz dünyayı<br />

ve dünyadaki yerini anlamaya<br />

çalışan, dünya ve kendi üzerine düşünen<br />

varlıklarız. Bizi sardunyadan<br />

ya da alabalıktan ayıran en büyük<br />

fark bu galiba. Ama bu, dünyanın<br />

bizim dışımızda olduğu, bizden bağımsız<br />

olduğu anlamına gelmiyor.<br />

Bizim dünyayla ancak böyle ilişkilenebildiğimiz<br />

anlamına geliyor.<br />

Dünyayı daha iyi anlamak ve<br />

ona yerleşebilmek için bir “araç”<br />

olarak edebiyattan bahsediyorsunuz.<br />

Olup biteni anlama ve<br />

anlamlandırma çabamızda millet<br />

olarak en sık başvurduğumuz<br />

“araç” sanıyorum edebiyat. Aziz<br />

Nesin’in deyimiyle, memlekette<br />

her üç kişiden beşi şair, yer gök<br />

edebî neşriyat, edebî mecmua...<br />

Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Edebiyata<br />

bu denli meyilli bir millet/<br />

kitle olmamızın sebebi ne sizce?<br />

Edebiyatı okuma, yorumlama ve<br />

yeniden yazma sanatı olarak da<br />

tanımlamak mümkün. Dünyayı<br />

da sayısız işaretin buluştuğu bir<br />

metin gibi gördüğümüzü, onu<br />

okuduğumuzu, onu yorumladığımızı<br />

ve sonra da onunla ilgili anladıklarımızı<br />

dile getirme ihtiyacı<br />

duyduğumuzu düşünüyorum. Bu<br />

durumda, dünyayla aramızda bir<br />

diyalog başlıyor sanki. Dünya bize<br />

bir şey söylüyor, biz de ona karşılık<br />

veriyoruz. Dünyaya yerleşmekten<br />

kastım biraz da buydu: Ona<br />

müdahil olma, onunla konuşma,<br />

ondan öğrenme… Edebiyat bu işi<br />

çok daha profesyonel bir yerden<br />

yapıyor. Orada bize yol yordam da<br />

gösteriyor.<br />

Aziz Nesin’in bu ince alayına gelince…<br />

Doğru yanları olabilir tabii,<br />

bir sözde-şair, sözde-edebiyatçı<br />

patlamasından söz ediyor anladığım<br />

kadarıyla. Bu durumda, edebiyata<br />

eğilimimiz de sözde-eğilim<br />

oluyor galiba. Açıkçası ben, o kadar<br />

da edebiyata meyilli (ne sözde-meyilli<br />

ne de gerçekten meyilli) bir<br />

toplum olduğumuzu düşünmedim<br />

pek. Yani bu anlamda başka toplumlardan<br />

görünür bir farkımız<br />

olduğunu hiç düşünmedim. Ama<br />

Aziz Nesin’in baktığı yerden öyle<br />

görünüyor olabilir.<br />

Avrupa Birliği Edebiyat ödülünü<br />

de alan “Hah” isimli öykü<br />

kitabını yazmanızın sizin için<br />

babanızın yasını tutmanın tek<br />

yolu olduğunu söylüyorsunuz.<br />

Bizde kendisine atıfta bulunulabilecek<br />

bir “yas kültürü” ya<br />

da “yas edebiyatı” var mı? Türk<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

77<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


SÖYLEȘİ<br />

edebiyatında “yas”ı konu edinen<br />

–belki sizin üzerinizde de etkili<br />

olmuş olan– başka edebî eserler<br />

bulunuyor mu?<br />

Atıfta bulunabileceğimiz bir mersiye<br />

geleneği var tabii. Bu türün<br />

kendi geleneksel işaretleri var.<br />

Ya da Abdülhak Hamit Tarhan’ın<br />

“Makber”i gibi, “mersiye” olarak<br />

tanımlanamayacak olan ama yas ve<br />

ölüme dair yazılmış çok sayıda şiir<br />

var elbette.<br />

Ama ben “yas edebiyatı” deyimini<br />

biraz daha geniş anlamda<br />

kullanıyorum. Yas, ölüm, kayıpla<br />

meşgul, daha doğrusu bu konuları<br />

merkezine almış metinler için<br />

kullanıyorum.<br />

Bence Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı<br />

da yas edebiyatı başlığı altında<br />

okunabilir. Leylâ Erbil’in Üç Başlı<br />

Ejderha’sı, Tanpınar’ın Huzur’u;<br />

hatta, baba kaybı bağlamında Mai<br />

ve Siyah bile. Ama içinden ölüm<br />

geçen her metni “yas edebiyatı”<br />

diye nitelemiyorum elbette. Dediğim<br />

gibi, yas süreci, ölümü anlama,<br />

kayıpla başa çıkma gibi meselelerle<br />

son kertede meşgul metinler için<br />

kullanıyorum bunu.<br />

Psikoloji tarihinde -bugün de<br />

etkili olan- önemli bir yeri vardır<br />

“yas”ın sağaltıcı etkisinin...<br />

“Hah”ı yazmakla tuttuğunuz yasın<br />

sizdeki ve belki okuyucu üzerindeki<br />

sağaltıcı etkisi mi Avrupa<br />

Birliği Ebebiyat Ödülü jürisini<br />

etkileyen? “Yas”ın Batı kültüründe,<br />

bizde olduğundan çok daha<br />

önemli/önemsenen bir tema olduğu<br />

da düşünüldüğünde...<br />

Yasın sağaltıcı etkisi çok önemli,<br />

evet. Bu nedenle yas’ı bir imkân<br />

olarak da görmek lazım. İşleri<br />

içinden çıkılmaz yapan şey, yasın<br />

yasaklanması, engellenmesi. Tutulabildiğinde,<br />

insanı hayata ve<br />

dünyaya daha da sıkı bağlayan bir<br />

süreç yas.<br />

Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü<br />

Jürisi, tek tek her ülkeden gelen<br />

ulusal PEN raporlarından hareketle<br />

veriyor ödülü. Türkiye PEN’in<br />

Hah’ı ödüle aday gösterme gerekçesinde<br />

yasın sağaltıcı etkisine dair<br />

bir şey yoktu. Ama detayları bilmiyorum<br />

tabii.<br />

Ödüllerin bir kitabı öne çıkarmak,<br />

onun dolaşıma girmesine katkıda<br />

bulunmak gibi bir işlevi var. Ödül<br />

jürilerinin işi zor gerçekten, çünkü<br />

bir kitabı öne çıkarmak aynı<br />

zamanda büyük bir sorumluluk<br />

da üstlenmek ve risk almak demek.<br />

Hele ki bu ödül geniş okur<br />

kesimlerince tanınmayan yazarlara<br />

veriliyorsa. Avrupa Birliği Edebiyat<br />

Ödülü de bu sorumluluğu<br />

üstleniyor. Ama buna ek olarak,<br />

kitapların başka dillere çevrilme<br />

mekanizmalarını olabilecek en<br />

demokratik ve sağlıklı biçimlerde<br />

yürütmenin önünü açıyor. Hah’ın<br />

kendine başka dillerde de yaşama<br />

alanı bulma şansı ve ihtimalini bu<br />

ödüle borçluyum. Bundan sonrası<br />

metinle okur arasında olup bitecek<br />

şeylere bağlı tabii.<br />

Yaptığı şeyi bu kadar iyi bilen,<br />

açıklayabilen biri olarak yaptığınız<br />

şeyin içinde kaybolduğunuzu,<br />

eridiğinizi hissedebiliyor musunuz?<br />

Sormak/söylemek istediğim;<br />

sanatçıların eserlerine/sanatlarına<br />

bir naifliğin eşlik etmesi beklenir.<br />

Sanatçı biraz da “yapan ama<br />

yaptığını açıklayamayan” kişidir.<br />

Söz konusu edebiyat olduğunda<br />

da bu beklentiyle mi yaklaşmalıyız<br />

esere?<br />

Haklısınız, böyle bir beklenti oluyor!<br />

Romantik şairlerden kalma<br />

mitik sanatçı portresinin izleri<br />

bunlar hâlâ. Ki bu kötü değil elbette:<br />

Ne yaptığını bilmeden, yaptığı<br />

şeyin içinde kaybolup eriyerek<br />

yazan ve sonrasında ne yaptığını<br />

anlamakta ve dillendirmekte güçlük<br />

çeken pek çok insan var. Yazdığı<br />

şiiri neden öyle değil de böyle<br />

yazdığını açıklayabilen birine karşı<br />

yargılayıcı bir ton edinmediği sürece,<br />

bu bakış açısında bir sorun yok.<br />

Ama, bir benzetme yapacak olursak,<br />

“şairlerin esmer olması beklenir,<br />

siz sarışın bir şair olarak bu<br />

konuda ne düşünüyorsunuz? Yani,<br />

esmer olmadığınıza göre belki de<br />

gerçek bir şair değilsiniz?” gibi tuhaf<br />

yerlere de varabilir bu! Hatta<br />

bazen varıyor da!<br />

Ben kendinin farkında olan, kendi<br />

sınırlarının farkında olan metinleri<br />

okumayı ve yazmayı sevdim hep.<br />

Bu bir metni yazarken ona kapılıp<br />

orada kaybolmadığım anlamına<br />

gelmiyor. Ayrıca neyi yazacağını<br />

bilerek masaya oturan biri olmadım<br />

hiç. Önündeki boş sayfada<br />

beliren ve çoğalan yazıya şaşırarak,<br />

hatta bazen korkarak bakan; ama<br />

tuhaf bir merak ve itkiyle yine de<br />

onu yazmaya devam eden ve yazdığını<br />

anlamaya çalışan biri oldum.<br />

Ama esin perilerinin ele geçirdiği,<br />

vahiyle, esrimeyle, peygamberane<br />

yükselişlerle yazan biri de değilim.<br />

Yani ne yaptığımı genel olarak biliyorum.<br />

Bilmeden yapıyorsam<br />

da sonrasında dönüp bakıyorum,<br />

kendi beğeni ölçütlerime göre düzeltip<br />

değiştiriyorum onu. Zira<br />

insan yaptığı işin içinde kaybolup<br />

eriyorsa orada saçmalıyor da olabilir<br />

ya da belki aklın tüm baskısından<br />

kurtulduğu için şahane şeyler<br />

yapıyordur. Ama durup sakince<br />

bakmak gerekiyor bunu tespit edebilmek<br />

için. Orada belki başka bir<br />

akıl devreye giriyor.<br />

Bir yazar bir metni yazdığı sürece<br />

onun yazarıdır. Metin bittiğinde<br />

yazar artık o metnin okurudur yalnızca.<br />

Ve en azından hemen her<br />

okur kadar onun da metin hakkında<br />

bir fikri vardır ve bunu dillendirebilir.<br />

Bir de tabii içine şair ruhu<br />

üflendiği için değil de edebiyata<br />

meraklı olduğu ve çok kitap okuduğu<br />

için yazan bir insan olarak<br />

şunu da eklemeliyim: Bir metnin<br />

bittiği ama henüz yayımlanmadığı<br />

esnada, karar vermek zorunda<br />

olan bir yazar vardır. Yazarların iyi<br />

78<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


SÖYLEȘİ<br />

okurlar olmaları gerektiğini düşünüyorum.<br />

Çünkü o karar ânında<br />

kendi okurluklarından, beğenilerinden,<br />

ölçütlerinden başka kullanabilecekleri<br />

bir şey yoktur. Benim<br />

kendime sorduğum soru şu oluyor:<br />

Bu metni yazdım, evet, ama bu<br />

metin başkalarını da ilgilendiriyor<br />

mu? Bu sorunun yanıtını verebilmem<br />

için ne yazdığımı, onu nasıl<br />

yazdığımı, verdiğim radikal emeğin<br />

kapsamını, metnin iyi dokunup<br />

dokunmadığını bilmem gerekiyor.<br />

Yayımlanmasına karar verdiğim<br />

bir metin hakkında bunca konuşkan<br />

olabilmemin nedeni bu olabilir.<br />

Ben tüm bu açıklamaları metni<br />

yayımlamadan önce zaten yapmış<br />

oluyorum. Metin hakkındaki fikrimi<br />

başka okurlarla paylaşmakta<br />

hiçbir sıkıntı görmüyorum. Bunu<br />

sadece kendi yazdığım metinler<br />

için değil, okuru olduğum metinler<br />

için de yapıyorum. Edebiyatın insandan<br />

insana geçen bir ruh olduğunu<br />

en çok da böyle anlarda, başka<br />

okurlarla diyaloga girme şansını<br />

yakaladığımda hissediyorum.<br />

Bir söyleşinizde, “Yazı bize insanlığımızı<br />

geri veriyor.” diyorsunuz.<br />

Hâlbuki yazının keşfi ve yaygınlaşması<br />

dün kadar yeni. Duygu ve<br />

düşüncelerini yazı ile ifade etmenin<br />

öncesinde insan, binlerce yıl<br />

boyunca dünyayı sözlü olarak anlamaya,<br />

anlamlandırmaya çalıştı.<br />

Ve bizimki gibi hâlâ sözlü kültürün<br />

çok etkin olduğu bir toplumda,<br />

bizi insan kılan başka unsurlar<br />

da olsa gerek; içinde yazının<br />

pek de büyük bir yer kaplamadığı<br />

başka unsurlar... Ne dersiniz?<br />

Elbette haklısınız. Sadece yazının<br />

bize insanlığımızı geri verdiğini/<br />

verebileceğini hiç düşünmedim<br />

ben de. Ayrıca insanlığımızın bizden<br />

alınabilir ya da bize geri verilebilir<br />

bir şey olduğunu da pek düşünmüyorum.<br />

Elbette insan duygu<br />

ve düşüncelerini yazıyla ifade etmeden<br />

önce de dünyayı sözlü olarak<br />

anlamaya, anlamlandırmaya<br />

çalışmıştır. Gerçi biz bundan an-<br />

cak o duygu ve düşünceler yazıya<br />

da geçirildiyse haberdar oluyoruz.<br />

Ama sözlü kültür, yazıya geçirilse<br />

de geçirilmese de vardır; insanı<br />

insan kılmak için değilse de insanı<br />

insana anlatmak için belki.<br />

“Yazı bize insanlığımızı geri veriyor.”<br />

cümlesini yas ve yasın yazısı<br />

üzerine konuşurken söyledim o<br />

söyleşide. Orada demek istediğim<br />

şuydu: Ölüm bizim idrak ve tahayyül<br />

gücümüzü aşıyor bazen. Ama<br />

yine de onu idrak etmek istiyoruz.<br />

Ama onu her idrak etmeye çalıştığımızda<br />

dönüp dolaşıp yine hayata,<br />

acz ve mucizeye her dem açık<br />

hayata varıyoruz. Bu çok insani<br />

bir çaba. İnsanın mucize isteyen o<br />

kaygılı ve umutlu yanını iyice görünür<br />

kılan bir çaba. Bu çabayı,<br />

yasın yazısında tüm dürüstlüğü,<br />

çıkmazları ve umut dolu yönelişleriyle<br />

görmek mümkün. “Yazı bize<br />

insanlığımızı geri veriyor.” derken,<br />

yasın yazısı bize insan olmanın bu<br />

yanını anımsatıyor; bunu unuttuysak<br />

eğer, onu bize geri veriyor demek<br />

istemiştim.<br />

Sizce “Bir metin ancak onu önceleyen<br />

başka metinlerin varlığında<br />

kendi anlamını buluyor.” En çok<br />

hangi metinlerin sizi öncelediğini<br />

düşünüyorsunuz? Hikâyelerinizi<br />

anlayabilmek için önce neyi,<br />

hangi metinleri okumuş/anlamış<br />

olmalı okuyucularınız?<br />

Bu soruya yanıt vermek hayli zor.<br />

“Bir metin ancak onu önceleyen<br />

başka metinlerin varlığında anlamını<br />

buluyor.” derken, son derece<br />

genel geçer ve hayli kapsamlı bir<br />

şeyden söz ediyordum: Mesela<br />

Cervantes’in Don Quijote’si, onu<br />

önceleyen şövalye romansları olmasaydı<br />

muhtemelen yazılmayacaktı.<br />

Ya da Joyce’un Ulysses’ini<br />

okurken Homeros’un Odysseus’undan<br />

haberdar olmak okuma deneyimimize<br />

bambaşka boyutlar katar,<br />

katabilir.<br />

Bunu hemen her metin için söylemek<br />

mümkün. Metinler, birbirleriyle<br />

konuşur, birbirlerinden<br />

etkilenir, birbirlerini etkiler, kimi<br />

zaman birbirlerini yeniden yazar.<br />

Ama bu demek değildir ki bir<br />

okur, okuduğu metnin etkilendiği<br />

tüm metinlerden haberdar olmazsa<br />

o metni anlayamaz. Bana göre<br />

bir metnin etkilendiği, işaret ettiği<br />

başka metinlere yol almak, bir metinden<br />

bir diğerine seyahat etmek<br />

oldukça keyifli bir şey. Ama başka<br />

bir okur için bu son derece sıkıcı,<br />

okuma eylemini hantallaştıran bir<br />

süreç olabilir.<br />

Hah’ın el aldığı, etkilendiği, kimi<br />

zaman hesaplaşmaya çalıştığı çok<br />

sayıda başka metin var. Ama Hah’ı<br />

anlamak ya da onunla bağ kurabilmek<br />

için tek tek her metne uğraması,<br />

onları okuyup anlaması<br />

gerekmiyor okurun. Neyse ki gerekmiyor!<br />

Eklemek istediğiniz bir şey...<br />

Bu güzel ve düşündürücü sorular<br />

için size çok teşekkür ederim!<br />

Avrupalı genç münevverlerin sizi<br />

ve eserlerinizi tanımasını istiyor,<br />

bunu önemsiyoruz. Vakit ayırdığınız<br />

için biz teşekkür ederiz.<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

79<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KÜLTÜR I SANAT<br />

İYI ZAMANLAR SONRASI<br />

ZOR ZAMANLAR MANZARALARI<br />

Yılmaz Gümüş*<br />

yi zamanlar sonrası zor zamanlara mahkum<br />

düşmüş bir toplulukla ilgili münasebetler<br />

konusunda aracı ve örnek konumunda onların<br />

arasından biri olarak getirilmiş Bay<br />

O, zor zamanların hakimlerine yaptığı konuşmasında,<br />

iyi zamanların hatırasına sarılarak zor<br />

zamanları aşmaya çalışan zor zaman mirasçılarının<br />

çabalarının kötülüğünden ve tehlikesinden bahsederek,<br />

onlarla baş edebilmenin ve onları ilelebet<br />

bertaraf etmenin yolunun onları emin olabilecekleri<br />

insanlara dönüştürerek zor zamanların hakimlerinin<br />

paydaşları yapmalarından geçtiğini anlatır.<br />

Zor zamanlarda iyi zamanlara tutunarak yaşamayı<br />

sürdüren Güven isimli bir genç konuşmadan sonra<br />

yanına gelip zor zamanların kendilerini içinde<br />

eritip dönüştürdüğünden şikâyet edince Bay O, öne<br />

eğmiş olduğu başını hafif kaldırarak, mavi gözlerindeki<br />

gizemli bakışı, salonun ışığının azalmaya<br />

başladığında içeri vuran ışıkla birlikte daha da bir<br />

gizem kazanan ve başka bir insanın konuştuğunu<br />

düşündüren ses tonuyla “Zor zamanlarda kaideler<br />

farklı işler.” der.<br />

Konuştukça koltuğuna iyice yerleşen Bay O, ses tellerini<br />

en güven veren tınıya akord ederek kendinden<br />

emin bir şekilde sözlerine devam eder ertesi<br />

günlerde yapmış olduğu bir sohbetinde. Sadelik boyasıyla<br />

makyajlanmış gibi kısık göz, eğik baş ile asırların<br />

derdiyle dertlenmiş düşünceli hâller postunu<br />

üzerine giyerek kürsüde etkileyici bir konuşma ya-<br />

80<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>


KÜLTÜR I SANAT<br />

pan Bay O, iyi zamanların zor zamanlar varisi muhataplarına,<br />

zor zamanları aşmanın formulünden<br />

bahsederken, güven veren emin kişi olmayı öğütler<br />

verdiği misallerle.<br />

Dinleyiciler arasında bulunan Güven, zor zamanların<br />

hakimlerine yapmış olduğu konuşmayı hatırlatarak<br />

eman sahibi olmanın özünün bu şartlarda<br />

nasıl şekil alabileceğini sorar. Yüzündeki tebessümle<br />

temelden sarsılmışlığını örtbas etmeye çalışırken<br />

karşısındaki muhataplarının kendilerinden biri olduğu<br />

hissini vererek duygudaşlığını kazanmak üzere<br />

şu hikâyeyi anlatır:<br />

İtiraz etmeyi adeti bilen bir adamın yanına gücün<br />

temsilcisi gelir ve bundan böyle her istediğini yerine<br />

getirmekle mükellef olduğunu, onun emirlerine<br />

uymasının zorunlu olduğunu belirtir ve bunu kabul<br />

edip etmediğini sorar. İtiraz etmeyi âdeti bilen<br />

adam, gücün temsilcisini evine davet eder ve yedi yıl<br />

boyunca her istediğini yerine getirir. İstediğini yedirir<br />

içirir, istediğini giydirir. Ta ki gücün temsilcisi bu<br />

keyifli yaşamın neticesinde semirip hareket edemez<br />

ve nefes alamaz hâle gelip ölene kadar. İtiraz etmeyi<br />

âdeti bilen adam son bir kez yanına gider, battaniyeyi<br />

soğumaya başlamış olan cesedinin üzerine çekip<br />

“hayır” der. 1<br />

Güven, Bay O’ya, anlattığı hikâyenin emin olmayı<br />

ifade etmediğini, bilakis emin olmakla çeliştiğini<br />

ifade eder. Kürsüden indiğinde karşısında bu huzur<br />

vermeyen kişiden gözlerini gizlercesine “Sende<br />

amma müşkülpesent ve tutucu birisin. Anlamaz<br />

mısın; zor zamanlarda kaideler farklı işler.” diyerek<br />

sıyrılmak ister Bay O.<br />

Güven, emin olmanın, güzel’in, doğru’nun, hakikat’in<br />

yolunda olmayı ifade ettiğini belirterek, bu<br />

yolun samimiyet, reddetme kabiliyeti, fedakârlık ve<br />

sebat gerektirdiğini anlatır. “İyi zamanları anımsamak<br />

zor zamanları aşmak isteyen eman sahiplerinin<br />

bedenine ruh olur.”<br />

Rahatsızlığını bir an için gizleyemeyen, tekrar kendinden<br />

emin bir ses tonuna geçebilmek için kitaplardan<br />

edindiği fakat muhatabının hayatına tekabül<br />

etmeyen, onun düşünce dünyasını kavrayamamış<br />

aciz bilgilerle söylenenlerin etkisini kırmak ister<br />

Bay O: “İyi zamanları anımsamak bizim de mesleğimizdir.<br />

Fakat senin çizmiş olduğun yol çaresizlerin<br />

ve çaresizlikten doğan boşlukta kendini yok ederek<br />

içindeki boşluğa mutluluk arayanların yoludur.<br />

Hiçbir şeyi kabul etmeyerek hiçleşmeyi bir yaşam<br />

biçimi olarak seçerler kendilerine. Bu yolla hiçbir<br />

yere varılamayacağı gibi kişi kendini de heder eder.”<br />

Bu arada önemli ve altı dolu olduğuna inandığı<br />

cümleler etmiş olmanın verdiği, doyuma ulaşmış kişinin<br />

şişkin yüz ifadesiyle yakmış olduğu sigarasından<br />

çekerek dumanını kenara üfler. Sigarayı tuttuğu<br />

elini Güven’in omuzuna atar ve beraber yürümeye<br />

yönlendirir. Dostane bir hava vermek üzere omuzuna<br />

rahat bir edayla atılan elle, zor zamanlardaki<br />

zayıflığının kendisine hissettirilmeye çalışıldığını<br />

fakat aslında karşısındaki kişinin içten içe ve farkında<br />

olmadan kabahatini bastırdığını bilir Güven.<br />

Nihai amaç, muhatabının kendi düşünce dünyasına<br />

iltica etmesini sağlamak ve duygularını ve vicdanını<br />

zor zamanların kârını maksimize edene kadar kiralamaktır.<br />

Sorularla karşısındakini konuşturarak<br />

kendi çözümler eczanesinden pratik ilaçlar takdim<br />

etmek ister. Fakat bünyeler farklı olduğu için, ilaçların<br />

tesiri de farklı olur. Kimi için ilaç olan, kimi için<br />

etkisiz bir karışımdır. Yürümek düşünmenin önünü<br />

açar. Yürürken düşünceler de yürür. Fakat niyete<br />

göre yol alır.<br />

Arkadaşcanlısı tavırlarının ve rahat kahkahalarının<br />

arasına yerleştirdiği “bir meselesi olan insan” hâliyle<br />

mevcut şartların dikkate alınması gerektiğini<br />

anlatır Bay O. Mevcut şartların devasa ve aşılamaz<br />

bir canavara dönüştüğü anlatımlarda onları dikkate<br />

alarak atılan adımların önemi ve ne kadar da kahramanca<br />

olduğunu resmetmeye çalışır. Olumsuz olan<br />

fakat Bay O’ya göre kaçınılmaz ve örnek bir yöntem<br />

olan bu adımlar, yürüyüş esnasında zihin ve gönül<br />

dünyalarının birbirinden uzaklığını iyice ortaya<br />

koyar. Her bir adım, her bir cümle ile Güven’in fikir<br />

dünyasıyla aradaki mesafe açılmaktadır. Güven,<br />

yaşanılan zor zamanların gazisi olarak anlatılanları<br />

değerlendirmek üzere Bay O’nun kalbinin anlayamacağından<br />

emin olmasına rağmen gönlünün diline<br />

tercüman olmaya çalışır:<br />

“Güzel ve doğru olan bir şeyi elde etmenin yolu da<br />

doğru ve güzel olmalı değil midir? En yüksek ahlakı<br />

temsil eden anlayışın kendini kabul ettirme biçimi<br />

de o şeyin temizliğine, duruluğuna eşdeğer olmalıdır.<br />

Yiğitlik hikâyeleriyle büyümüş bizlere, buna yakışmayacak<br />

yöntemleri meşrulaştırıcı gerekçeler sunmayın,<br />

bayım. Doğru niyetle, doğru yöntemle, doğru bir hedefe<br />

gidilmediği takdirde failin doğruluğu hakkında<br />

şüphe dolar kalbimize. Bunlardan biri doğru olmazsa,<br />

korkarız, melekler gelmez yardımımıza.”<br />

*Osnabrück Üniversitesi, Akademisyen<br />

1 Bertolt Brecht’in “Maßnahmen gegen die Gewalt” isimli meselinden esinlenerek<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong><br />

81<br />

sayı 45<br />

10 | 2015


KiTAP TANITIM<br />

Dimitri Gutas<br />

Kitap Yayınevi<br />

YUNANCA DÜŞÜNCE<br />

ARAPÇA KÜLTÜR<br />

Halife el-Mehdi, Aristoteles'in Topika'sının Arapça'ya çevrilmesini<br />

emretmişti. Nasturi patiği I. Timotheos, İS 782 civarında kitabı<br />

Süryanice'den çevirdi. Yunanca'sına danışmayı da ihmal etmedi.<br />

Mehdi iyi bir öğrenciydi; kitabı dikkatle okudu ve açık bir münazarada<br />

İslam'ı savundu. Tartıştığı Hıristiyan, Patrik I. Timotheos'tan başkası değildi.<br />

Timotheos, anılarında halifenin kendisiyle tanrıbilim tartışmasına girmesine<br />

ilk başta şaşırdığını; fakat daha sonra Mehdi'nin Hıristiyanlığa yönelttiği<br />

Bütün itirazlarını üstesinden geldiğini -gayet kibarca- anlatır. Aristoteles'in<br />

Topika'sı o dönemde sadece biriydi. Yunanca-Arapça çeviri hareketi Arap<br />

Abbasi hanedanının iktidara gelmesi ve ardından Bağdat'ın kuruluşuyla<br />

birlikte (İS 762) başladı. İki yüzyılda astroloji, simya, fizik,<br />

matematik, tıp ve felsefe gibi çeşitli konuları kapsayan<br />

dindışı bilimsel ve felsefi Yunanca eserlerin neredeyse<br />

tamamı Arapça'ya çevrildi. İnsanlık tarihinde yeni<br />

bir çağ başlatan bu hareket Perikles Atina'sı, İtalyan<br />

Rönesansı veya 16.-17. yüzyıl bilimsel devrimiyle aynı<br />

kategoride yer alır ve insanlık tarihi için çok önemlidir.<br />

Doğan Kuban<br />

Eren Yayıncılık<br />

TÜRK HAYAT'LI EVİ<br />

Türk evi tarihsel bir gerçek olduğu kadar<br />

pritoresk bir imgedir. Onaltıncı yüzyıldan<br />

beri gezginlerin gözlemleri, Osmanlı <strong>ülkesi</strong>ni<br />

betimleyen Batılı ressamların gravür ve resimleri,<br />

bütün dünyaya farklı bir kentsel geleneğin br konut<br />

kavramının görüntülerini tanıtmıştır. Avrupalılar<br />

Osmanlı başkenti İstanbul, imparatorluğun diğer<br />

büyük merkezleri Edirne, Bursa, İzmir, Konya ve<br />

Amasya'ya, Balkanlardan İran ve Mezapotamya'ya<br />

kadar daha küçük kentlere, mimari tasarım olarak<br />

yabancı bulsalar bile, bazan hayranlıkla bakmışlardır.<br />

82<br />

sayı 45<br />

10 | 2015<br />

<strong>sabah</strong><br />

<strong>ülkesi</strong>

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!