10.10.2015 Views

EDEBİYAT-KÜLTÜR-SANAT

KD-DERGİ

KD-DERGİ

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

İKİ AYLIK <strong>EDEBİYAT</strong>-<strong>KÜLTÜR</strong>-<strong>SANAT</strong> DERGİSİ<br />

YIL: 1 SAYI: 1 EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

ASLAN KOCAMAN | BRIAN DETTMER | CANAN YILDIRIM |CHARLES BUKOWSKI | DOĞAN ATEŞ | ERGE ÖZCAN<br />

EMİR YAKAMOZ | EMRE YILDIRIM | EKOİN KAJMER | FATİH AKÇA | GECE İŞARETİ | GİZEM ALTINORDU | HATİCE TOSUN<br />

HERMANN HESSE | HIDIR MURAT DOĞAN | KÜBRA SIRMALI | LAURA MAKABRESKU | MAX EHRMANN | MELTEM DOĞAN<br />

MUSTAFA AĞAOĞLU | OĞULCAN KÜTÜK | PAYANDA | SARAH KANE | SEVGİ DOĞAN | ŞİRİN DÖĞÜŞ | TUĞBA TURAN<br />

ULVİ KOÇU | VOLKAN DAĞYELİ | YUNUS EMRE KOŞAR | YASİN ÖZDİL | YÜKSEL BATU | W.H. AUDEN


BURADAYIZ.<br />

VE KABUL EDİN, HEPİMİZ ÖLÜMLÜYÜZ.


Görsel: gratısography<br />

Sanırım endüstri toplumu ve popüler kültürün girmediği,<br />

ulaşamadığı herhangi bir nokta kalmadı yeryüzünde.<br />

Bin yıllardır Dünya’nın geri kalanına gitmeyi reddeden ve<br />

bu sebeple “ilkel” diye adlandırılan o bilindik Afrika kabilelerine bile<br />

bulaşmış bir şeyden bahsediyoruz burada.<br />

Belgesel niyetine rahatsız edilmiş bir aşiret değilse ne bu?<br />

İşte tam da bu yüzden, Kaybolan Defterler ekibi olarak belki bizler de<br />

“ilkel” diye adlandırılmak isteriz.<br />

Bir kaç kişiyle yola çıktığımızda, aramızda anlaşmıştık.<br />

“Söylenmemişi söyleyelim sadece” demiştik o gün.<br />

Sanırım öyle de oldu.<br />

Henüz büyüyoruz. Büyüyeceğiz.<br />

Yeni kelimeler, yeni düşler kurmayı öğreneceğiz belki.<br />

Hiç yazılmamış şiirler, hiç anlatılmamış öyküler,<br />

hiç çekilmemiş fotoğraflar, çizilmemiş resimler olacak<br />

tam da buralarda, defterimizde.<br />

Henüz büyüyoruz ve evet öğreniyoruz, öğreneceğiz...<br />

“Peki derginin ilk teması neden Otopsi?”<br />

derseniz eğer, şöyle cevaplayabiliriz:<br />

Bizler, yerküre üzerinde asılı duran insanlar, yani hepimiz; fiziken<br />

ölüyor ve çürüyoruz...<br />

Ancak aynı zamanda,<br />

başkalarının düşlerinden de kovuluyor, öldürülüyoruz.<br />

Ha elbette, bizler de yok ediyoruz ve kafamızın içinde koca bir mezarlıkla<br />

geziniyoruz...<br />

Çünkü, büyüyoruz.<br />

Büyürken düşüyor, kirleniyor, yaralanıyoruz.<br />

Kirleniyoruz çünkü doğduk, ölüyoruz.<br />

Ölüyoruz ve öldürüyoruz, hem de canlı yayında;<br />

Ayak uçları yerküreye değmiş hiç bir şey, masum değildir artık…<br />

____________________<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

Genel Yayın Yönetmeni


1<br />

GÜRUH<br />

KIYMETLER<br />

KONÇERTOSU<br />

CANAN YILDIRIM<br />

aşamalar<br />

hermann<br />

hesse<br />

43<br />

VOLKAN<br />

DAĞYELİ<br />

GÖÇEBE<br />

2<br />

FAİLİ<br />

MEÇHULÜM<br />

YALNIZLIĞIMDA<br />

ASLAN<br />

KOCAMAN<br />

28<br />

cenaze<br />

hüzünlerİ<br />

W.H.AUDEN<br />

42<br />

TAM<br />

YERE<br />

ÇAKILACAKKEN<br />

HIDIR MURAT<br />

DOĞAN<br />

Bİr Yazar OtopsİSİ<br />

Denemesİ Olarak<br />

İlk Kİtap:<br />

Hanene Ay Doğacak<br />

HATİCE TOSUN<br />

NEŞTERİN<br />

PARLAYAN<br />

GÖZÜ<br />

GECE İŞARETİ<br />

32<br />

68<br />

6<br />

GİZEM ALTINORDU<br />

BİR<br />

VAPURUN<br />

OTOPSİSİ<br />

54<br />

KİMSE<br />

HAYATTAN<br />

SAĞ<br />

KURTULAMAZ<br />

Sarah Kane<br />

10<br />

ŞİRİN DÖĞÜŞ<br />

BULAŞICI<br />

HASTALIKLAR<br />

30<br />

DEHŞETENGİZ<br />

EKOİN KAJMER<br />

22<br />

KİTAP<br />

CERRAHI<br />

brıan<br />

dettmer<br />

78<br />

YÜKSEL BATU<br />

ATEŞ BİTER,<br />

KÜL KALIR<br />

3<br />

başlangıç ayİNİ<br />

oğulcan kütük<br />

KARANLIK<br />

ÇÖKTÜ<br />

GECEYE<br />

DOĞAN ATEŞ<br />

29<br />

58<br />

YUNUS EMRE KOŞAR<br />

ölüm<br />

her<br />

ruhu<br />

serbest<br />

bırakır<br />

56<br />

VAY OTOPSİ!<br />

EMİR YAKAMOZ<br />

52


SINIR ÖTESİ<br />

HAREKAT<br />

TUĞBA TURAN<br />

25<br />

mİRÎN<br />

KÜBRA SIRMALI<br />

9<br />

icinde<br />

. .<br />

-<br />

-ki<br />

-ler<br />

bu defterde ne yazıyor?<br />

YARALARI<br />

FOTOĞRAFLAMAK<br />

LAURA<br />

MAKABRESKU<br />

KALABALIKLAR<br />

DAHİSİ<br />

CHARLES BUKOWSKI<br />

30<br />

44<br />

endİşe<br />

ulvi koçu<br />

5<br />

hakkında<br />

kaybolandefterler<br />

/zine<br />

açık<br />

kalp<br />

ameliyatı<br />

meltem doğan<br />

CEHENNEME<br />

DOĞRU<br />

UZAYAN<br />

GÖLGE<br />

FATİH AKÇA<br />

GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

YAYIN KURULU<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

FATİH AKÇA<br />

HATİCE TOSUN<br />

MELTEM DOĞAN<br />

ASLAN KOCAMAN<br />

EKOİN KAJMER<br />

16<br />

50<br />

DİZGİ-TASARIM<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

KAOTİKA<br />

EMRE YILDIRIM<br />

62<br />

Yakarış Hâlİnden<br />

Oldukça Mânâ OtopSİSİ<br />

payanda<br />

MAX EHRMANN<br />

DİLEKLER<br />

26<br />

YASİN ÖZDİL<br />

SOĞUK<br />

BİR AYRILIK<br />

ÇEVİRİLER<br />

ERGE ÖZCAN<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

KAPAK GÖRSELİ<br />

GRATISOGRAPHY<br />

Tüm içeriğin hakları saklıdır.<br />

İzinsiz kullanılamaz.<br />

© Ekim 2015<br />

aylan ve<br />

galİP’İN TÜRKÜSÜ<br />

mUSTAFA AĞAOĞLU<br />

46<br />

49<br />

41


{ }<br />

Neque porro quisquam est qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit…<br />

Acıyı seven, arayan ve ona sahip olmak isteyen hiç kimse yoktur. Nedeni basit. Çünkü o acıdır…<br />

[MARCUS TULLIUS CICERO, De finibus bonorum et malorum, M.Ö.45]<br />

Görsel: Matthew Wiebe


Güruh Kıymetler<br />

Konçertosu<br />

CANAN YILDIRIM<br />

saatler nasıl kısalıyor burada bilirsin, kangren gecikiyorsa<br />

bana yağmurlu bir bulut at şakağımda serinlik bana kopan<br />

gözlerimin ay ışığını gecesini alnında taşıyan söküklerimi<br />

bana sızısından yeni çekilmiş gölgesini at nefesimin<br />

şimdi gülün kımıltısı cenaze çelenginde güzel mi kokar<br />

sanıyorlar şuramda duran sözün kekeme anıtı çok saygı<br />

görür belki, yüzde formalite ve kaygılar temsiliyse kirpiğin<br />

ıslaklığında bana bir hat; ateş içinde susmanın metafiziğinde<br />

dişli bir kapan at<br />

bana durağan bir tohum dimağından doğrulacak bir çekirdek<br />

nasırlı topraklar at karınca aklıyla ellerimin denizler<br />

çoğaltır ki tuzu dudağın fırtına telaşıyla ağarması susuzluğun<br />

bana dilimin dönmediği bir ikrar ve psişik bir pencere<br />

at kuşların uçmadığı<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

1<br />

Görsel: Milada Vigerova


göçebe<br />

VOLKAN DAĞYELİ<br />

“Yurtsuz. Ardında hikayeler bırakan. Ait olmayan. İnsanlar, kentler ve hayatlar içinden geçip giden.<br />

“<br />

2<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Görsel: joshua earle<br />

ATEŞ BİTER,<br />

KÜL KALIR<br />

YÜKSEL BATU<br />

insanın mahşeri yalnızlığıdır benim alnım<br />

pervazlara asılı bütün balkonlar ve cam<br />

kenarları bana hasret nezaretidir.<br />

ateş bitince kül gül solunca acısı kalırmış.<br />

ben ağlak bir sesin rengiydim kendi kalbine<br />

sığmayan ne zaman güzel günlerden konuşsam<br />

pusludur hava ya da annem desem<br />

bir yığın suskunluk dökülüyor beyaz<br />

kağıtlara yorgun kelimelerle<br />

bir gazel gibi tütüyor şimdi yollar kimin<br />

acısından geçiyoruz ey! bilsem ve inansam<br />

durgun bir suda açılacak gözlerimiz göğsümüzde<br />

çarpan kapılar susacak giderim<br />

acımı sırtıma vurup ki ben kuşların uzun<br />

uzun kalmadığını hüznümü atlarla bölüşürken<br />

gördüm.<br />

ah nasıl da duyulmaz bir çığlıktır dağınık<br />

bir bahçedir yaşamak toplanmıyor çünkü<br />

anladım herkes makas herkes bıçak..<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

3


SEVGİ DOĞAN<br />

time time<br />

olympus om 10/fomapan100<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

4<br />

olympus EKİM-KASIM om 10/fomapan100<br />

2015<br />

OTOPSİ


endişe.<br />

ULVİ KOÇU<br />

yangınlar kuşanmış bir coğrafyayı<br />

rengârenk sayfalarla gösteriyor atlaslar<br />

hecesi çalınmış bir çocuk sesi miydi<br />

üzerine titrediğimiz masallar<br />

ne büyükanne ninnileri anlatır<br />

ne gösterişli gazete sayfaları<br />

bir ağıt ülkesi ki yüreğim<br />

geceler sıralıdır kendimden geçtiğim<br />

çalgı diye bomba türküleri<br />

dinletiyor üniformalı amcalar<br />

sonra gök aydınlık marşlarını<br />

acı ve elemle söylüyor<br />

dilsizim. kelimelerim işgal altında<br />

hücre duvarlarında<br />

tırnaklarla kazılı<br />

ya da bir ateş ortasında<br />

yanmakta sayfalar boyu<br />

gözlerine âmâ düşmüş<br />

bir soytarı şiiri midir<br />

insan hakları<br />

eğer değilse<br />

kim talan etti<br />

o güzelim dağları?<br />

ve and olsun ki tarih derslerine<br />

yangınlar kuşanmış bir coğrafyayı<br />

ölümlerle terbiye ediyor hünkârın sarayı<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

5


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Neşterİn<br />

Parlayan<br />

Gözü<br />

GECE İŞARETİ<br />

Görsel: GABBY T PHOTO<br />

6<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


“ölüler koşamaz. Bekler ölüler bir ırmak kenarında<br />

Doğumu getirecek olan kayığı”<br />

Bunu yazmışım bir kağıt parçasına<br />

Kadavramın solgun ışığı, yeşertmeden portakal ağaçlarını<br />

Ruhumu kelepir fiyattan geceye teslim ettiğim<br />

Bir zamandı<br />

Iki jilet ve konyak<br />

Icra ederken, zamanımın son ayak seslerini<br />

Hayatımdan daima uzak tuttuğum kravat<br />

Yerine getirdi, en hakiki vazifesini<br />

Yara, başladı sızlamaya<br />

Koluma bağladığım boyun bağına<br />

Daha geçerken geçirdim dişlerimi<br />

Aldım intikamını bütün ölülerin<br />

Son bir kez evimin tadına bakmak istedim<br />

Kafam kıyak, bir fırt daha<br />

Baygınlık geldi.<br />

Görevini gerçekleştirirken doktor, uzaktan izledim<br />

Neşterin parıltısı, gençlik çağı gözlerim<br />

Ilk darbede aktı kuruyup giden yerlerim<br />

Saç diplerimde, yaşamın zayıflığı<br />

Sakallarımda bir tan kızıllığı<br />

Gözlerim fersiz, ağzım yaşarken ki ağzım<br />

-susmuş<br />

Boğazımdan halen akmakta asıl mesele<br />

Mesela hayretler içinde<br />

Yaktığım son sigara, tütüyor<br />

Yetmezliğini beslediğim ciğerlerimde<br />

Aşağı süzülüyor sıcaklık yavaşça<br />

Midemde uçuşan kelebeklerim<br />

Saplanmış duruyorlar<br />

Tek tek çıkarıyorlar titizlikle<br />

Doğumuma bu kadar özenmedikleri halde<br />

Kalbimi açıyorlar<br />

Kilidini hep yuttuğum<br />

Bir şaşırmak mı bu? Şaşırmaktan ziyade bir<br />

şiirin doğrulanışı<br />

Kalbim, elle tutulan hüzün.<br />

Beynim, korkuyorlar<br />

Beden her ne kadar zaman olsa da<br />

Fikir zaman öte<br />

Çocukların hala orda<br />

Beynim, korkuyorlar.<br />

Cansız yatarken bile ulaşamıyor ruhsuz kaytam<br />

bıyıkları<br />

Yaşarken düzemedikleri yerlerime<br />

Hiç ayılmamışçasına gidiyorum<br />

Hiç yoktan -son kez- kendime gülümse<br />

Belki diyecekler arkamdan<br />

Ne adam ama -ne kötü yaşam- şah!<br />

Mat, hadi eyvallah.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

7


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

8<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

SEVGİ DOĞAN


Mirîn<br />

KÜBRA SIRMALI<br />

çakıldık,<br />

rüyamızdaki apartman boşluklarına.<br />

yattığımız yatak,<br />

battığımız batak oldu bir anda.<br />

içimiz, dışımızla tersyüz.<br />

bedenimiz ruhumuza hapis.<br />

konacak dalı yok artık<br />

parmağımızdaki serçenin,<br />

salkım saçak değil artık ellerimiz.<br />

ölü dizelerle dolu kovuğumuzdan<br />

dikiş tutmaz yaralar sarkıyor ilmek ilmek…<br />

yutkunuyoruz,<br />

sustuğumuz yerden kısılıyor sesimiz.<br />

yarınlarımız, yarımlarımızı<br />

umutlarımız, unuttuklarımızı alıp<br />

gecenin lacivertine saklandı.<br />

dirile dirile öldük,<br />

burnumuz bile kanamadan<br />

bir adamın en uzun öyküsünde.<br />

-ki sebebimizdir.-<br />

öle öle dirileceğiz artık,<br />

bir yudum suyla bile durulanmadan<br />

bir kadının en kısa şiirinde.<br />

Görsel: GABBY T PHOTO<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

9


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Her toprağın neyi taşıyacağını ve neyi reddeceğini düşünün.<br />

[Publius Vergilius Maro, M.Ö. 70 – M.Ö. 19]<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

KİMSE<br />

HAYATTAN<br />

SAĞ<br />

KURTULAMAZ:<br />

Sarah Kane<br />

10<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Zincirleme bir kaza biçimi olarak:<br />

Ölürcesine yaşamak…<br />

Bütün yüce dinlerin ve dogmatik adamların<br />

söylemidir bu:<br />

“Dünya bir sınavdır ve mutlak insan, mükafatını<br />

ölümden sonra alır…”<br />

Oysa yerküre üzerinde yaşamış veya yaşayacak<br />

hiç kimse, bu sınava girerken her<br />

hangi bir tercihte bulunmamıştır ve bulunmayacaktır…<br />

Belki de Dünya, insanoğlu için bir çeşit cezadır,<br />

kim bilir…<br />

“Her zaman bir parçama sahip olacaksın.<br />

Çünkü hayatımı ellerinde tuttun…”<br />

Uçurumlarda sergilenen tiyatro<br />

Genellikle bütün iklimlerin ve bütün coğrafyaların<br />

rüzgarları birbirinden farklıdır.<br />

Dingin bir tınısı vardır mesela sıcak deniz<br />

kıyılarının… Oysa insan dediğiniz şey, evreni<br />

kirletir… Ve kozmos, bir tokat vurur, mutlak<br />

hıncını alır biçimde…<br />

Bazen, bazı şeyleri yüzüne çarpmak gerekir<br />

insanın… İster Afrika çöllerinde, ister uzak<br />

tundra düzlüklerinde, ister Avrupa limanları,<br />

İster Güney Amerika tepelerinde olsun, insan<br />

mutlak kirlidir… Şehirlere indikçe, daha<br />

da kararır, kokar…<br />

“Hayatın çok acımasız olduğunu algıladıktan<br />

sonra, olabildiğince insanlık, mizah ve özgürlükle<br />

yaşayın.”<br />

Vakit doldu mu?<br />

Hayır, buna kendim karar veririm<br />

İşte tam da burada, “In-yer-face theatre”<br />

yani “Suratına tiyatro” ya da diğer bir adıyla<br />

“Yüze vurumcu tiyatro” kavramı, doksanlarda<br />

Birleşik Krallık’ta ortaya çıkmıştı. In-yerface,<br />

kendini yaratan yazarların Şiddet, cinsellik,<br />

uyuşturucu, cinayet gibi öğeler içeren<br />

oyunlar yazma eğilimiyle birlikte gelişti. Bu<br />

akım; Cruel Britannia, New-Brutalism, New<br />

European Drama gibi isimlerle de anılsa da<br />

In-yer-face terimi, bunların arasından en<br />

çok kabul gören isim oldu.<br />

Kuzeyden esen bir çeşit travma<br />

In-yer-face, Britanyalı tiyatro eleştirmeni ve<br />

Boston Üniversitesi’nin London Graduate Journalism<br />

programının yardımcı öğretim üyelerinden<br />

olan Aleks Sierz tarafından ortaya atılmıştı<br />

ve ilk baskısı 2001 Mart’ında Faber and Faber<br />

tarafından yapılan “In-Yer-Face Theatre” adlı<br />

kitabıyla, daha da popüler hale geldi.<br />

“In your face” terimi ise, çağdaş yazar Simon<br />

Gray’in prömiyeri 2001 Şubat’ında Londra’da<br />

yapılmış olan “Japes” adlı oyununda yer alan<br />

bir diyaloğu tarif etmek amacıyla kullanılmıştı.<br />

Britanyalı genç oyun yazarlarının yarattığı “inyer-face”<br />

akımı, seyircinin oyuna katılmasını ve<br />

sahnedeki müstehcen ya da şok edici unsurlarla<br />

etkilenmesini amaçlıyordu.<br />

İngiltere’nin kötü kızı<br />

“O benim, zihnimin altına yapıştırılan,<br />

hiç tanışmadığım yüzüm…”<br />

Sarah Kane, 3 Şubat 1971’de, dindar ve<br />

evanjelik bir gazeteci ailenin çocuğu olarak<br />

Brentwood, Essex ‘te doğdu. Protestan muhafazakarlığı<br />

içerisinde geçirdiği ergenlik dönemi<br />

sırasında, kararlı ve dine bağlı bir Hristiyan’dı…<br />

Ancak daha sonra, eserlerinde de “İnancın bir<br />

delilik” olduğunu nitelediği gibi dinsel bütün<br />

geçmişini reddetti. O yıllarda, yerel ve genç<br />

tiyatro gruplarına ilgi duymaya başladı. Soho<br />

Polytecnic’te Shakespeare ve Chechov gibi<br />

dünyaca ünlü oyun yazarlarının bir çok eserini<br />

yönetti. 1992’de Shenfield Lisesi’nden mezun<br />

olarak Bristol Üniversitesi’nde Tiyatro okumaya<br />

ve hemen akabinde oyun yazarı David Edgar<br />

önderliğindeki Birmingham Üniversitesi’nde<br />

oyun yazarlığı yüksek lisansı yapmaya başladı.<br />

Artık sahne onun mabediydi ve geçmişine dönüp<br />

baktığında gençlik yıllarını “vahşi ve çılgın”<br />

olarak yorumluyordu.<br />

Yarasa çöplüklerinde<br />

ölümle flört eden martılar var<br />

Dinginlik korkutucudur. Susmak, bir Dünya<br />

savaşı sonrası öylece kalakalmış herhangi bir<br />

mayının uzun ve anlamsız bekleyişini anımsatır.<br />

Terk edilmiş topraklara geri dönüldüğünde,<br />

kimse bilmez yerlerini onların…Korkudan girilememiş<br />

sınırları anımsayın… Her an patlayabilir…<br />

Böyledir…<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

11


Ben düşündüğünüzden<br />

daha öfkeliyim…<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Kane, gençlik yıllarında Howard Baker’ın<br />

karanlık dünyasından etkilenerek “Jakoben”<br />

akımını benimsemişti. “Jakobenizm”,<br />

ideolojisini genel kitle ideolojisinden üstün<br />

gören ve dikte yoluyla bu ideolojiyi kabullendirmeyi<br />

amaçlayan bir politik akımdı.<br />

Kelime anlamı itibarıyla “keskin devrimci”<br />

anlamına geliyordu.<br />

İşte tam da burada, bütün dünyasını<br />

tiyatro sahnesine adamış üstün yetenekli<br />

bir oyuncu, aşk ve yaşam üzerine karanlık<br />

düşünceler besleyen bir insan olan Kane,<br />

yazdığı oyunlarda bir yandan da İkinci<br />

Dünya Savaşı’ndan sonra sahne sanatlarında<br />

doruğa çıkan Absürd Tiyatro’nun ve<br />

Beckett Tiyatrosu’nun, karakterin de ölmesinden<br />

sonra yansıtmış oldukları “figür”<br />

kişiliklerden ötürü buldukları tanımlama<br />

olan “Post-dramatist” bir kimliğe bürünerek,<br />

tecavüz, seksüel kimlik ve hastalık<br />

gibi sorunlara değinen bir kadın haline<br />

dönüştü…<br />

Sızlayan perdelerin arasında<br />

“Hayatta deliler gibi aşık olduğum o birisi<br />

yok aslında…” diyecek kadar cesur bir<br />

kadın olan Kane, oyunlarında; aşkın kurtarıcılığı,<br />

cinsel arzu, acı, fiziksel ve psikolojik<br />

şiddet temalarını işledi. Bu oyunlar; şiirsel<br />

yoğunluk, fazlalıklardan arındırılmış dil,<br />

tiyatro formunun araştırılması ve ilk dönem<br />

eserlerinde rastlanan aşırılık ve şiddet<br />

içeren sahne aksiyonu gibi karakteristik<br />

özelliklere sahipti.<br />

“Burdayım, çözümüm yok.<br />

Ama sen, sen yine de bir şeyler söyleyebilirsin.”<br />

Kane’in yazdıkları, Naturelistik eğilimli 20.<br />

Yüzyıl İngiliz tiyatrosu anlayışıyla uyuşmuyordu.<br />

Bu yıllarda; Kapitalist Kültürle süre<br />

gelen kavgası da oyunlarına yansımaya<br />

başladı. Cinselliğe aç erkekler, kadınlık<br />

duygusunu silaha dönüştürmüş kadınlar,<br />

açlık, yoksulluk, sokaklarda geçen hayatlar,<br />

kapitalist sistem içinde bataklığa saplanmış<br />

kişilerin şekil ve davranışlarını işlediği<br />

eserleri anarşist bir başkaldırı niteliği<br />

taşıyordu.<br />

“Gençlik eserleri” olarak tanımladığı ve yazdıklarının<br />

arasında saymadığı eserlerinin dışında;<br />

Birmingham Üniversitesi’nde yüksek lisans<br />

öğrenimi görürken, ilk oyunu olarak nitelendirdiği<br />

“Blasted”ı yazmaya başladı.<br />

“Dünya üzerinde hayatı anlamlı yapan<br />

herhangi bir ilaç yoktur…”<br />

Derin bir yaranın koynunda uyumak<br />

Blasted, Leeds kentindeki bir otel odasında<br />

geçmektedir. Oyunda kadın düşmanlığı, ırkçılık<br />

ve homofobi içerikli ilk perde, bahar yağmuru<br />

sesi ile sona ermektedir. Orta yaşlı gazeteci<br />

Ian, kuşkulanmayı aklına getirmeyecek<br />

kadar küçük olan Cate’i elde edememiştir.<br />

Tüm oyun boyunca hem suç işleyenin hem de<br />

kurbanın gözünden şiddet değerlendirilir. Cate<br />

bütün gece tecavüze uğramıştır. Sabahın ilk<br />

ışıklarıyla uyanan Cate, Ian’a saldırarak kaçar.<br />

Aniden bir asker odaya girer. Oda bir havan<br />

topu mermisi ile delinir; sahne aniden Bosna’da<br />

bir savaş alanına dönüşür ve üçüncü<br />

perde başlar. Asker, tüm savaş sırasında tanık<br />

ve dahil olduğu tecavüz, soykırım, işkencelerden<br />

bahseder. Ian’a tecavüz eder ve gözlerini<br />

emerek söker. Kız arkadaşının intikamını alır.<br />

Sahne güz yağmuru sesiyle sona ermektedir.<br />

Asker intihar etmiş, Ian ise kördür. Şehir<br />

askerler tarafından işgal altına alınmıştır. Bunu<br />

elinde ölü bir bebekle geri dönen Cate söyler.<br />

Bebeği odaya gömer ve gider. Oyunun içeriği<br />

bir hayli sarsıcıdır: Mastürbasyon, ağlamak,<br />

sarılmak, cesedi öpmek, ağlamak, acıkmak,<br />

ölü bebeği yemek, ağlamak, yağmur, ölüm…<br />

Ian ölür. Cate bir asker ile yatarak karşılığında<br />

sosis kazanır. Ian sosisi yer ve teşekkür eder.<br />

“Doktora gittiğimi ve bana kahrolası bekleme<br />

odasında yarım saat yaşamak için sekiz dakika<br />

verdiğini hayal ettim…”<br />

Blasted, ilk kez o yılın sonunda, üniversite öğrencileri<br />

tarafından sergilendi. Oyunu burada<br />

izleyen, üstelik önceleri oyuna korkuyla bakan<br />

Mel Kenyon, oyunun yapımcılığını üstlendi. Bu<br />

sayede Sarah Kane, Kraliyet Sarayı Tiyatrosu’nun<br />

kapılarından girebilmiş oldu.<br />

Blasted, 1995’te yılın en tartışmalı oyunu<br />

olarak gündeme oturdu. Oyunu başarılı bulan<br />

Martin Crimp, Harold Pinter ve Caryl Churchill<br />

gibi yazarlar hariç, Entelektüel kitle tarafından<br />

yoğun şekilde eleştirilen oyun, “iğrenç bir pislik<br />

ziyafeti” olarak yorumlandı.<br />

12<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Zihninden yara almış<br />

martılar sahnesi<br />

Tiyatro oyunlarında sade ama şiirsel bir<br />

üslup kullanan Kane, yine aynı yıl yazıp<br />

yönettiği, 11 dakikalık Skin adlı kısa filmde,<br />

siyahi bir kadın ve ırkçı Skinhead arasındaki<br />

ilişkiyi betimliyordu. Film, Ekim 1995’te<br />

Londra Film Festivali’nde görücüye çıktı<br />

ve ardından 1997’de bir İngiliz televizyon<br />

kanalı tarafından yayınlandı. Filmin oyuncu<br />

kadrosu Ewen Bremner, Marcia Rose,<br />

Yemi Ajibade and James Bannon’dan<br />

oluşuyordu.<br />

Blasted’tan sonra 1996 yılında; Sarah Kane’in<br />

“Yüze vurumcu Tiyatro” ile flörtü eski<br />

yunan mitlerinden phaedra’nın yaşadıkları<br />

üzerinden yola çıkan ve bir aşkı erotik düzeyde<br />

simgeleyen “Phaedra’s Love” isimli<br />

oyunla devam etti.<br />

“Ben, ipin ucundaki canavarım…”<br />

Severek ölmeyi isteyen kadınlar<br />

cemiyeti<br />

Roland Barthes’ın “Aşık olmak, Auschwitz<br />

gibi…” savını okuduktan sonra yazdığı<br />

ve James Mcdonald tarafından yönetilen<br />

“Cleansed”in galası, Nisan 1998’de Aşağı<br />

Kraliyet Sarayı tiyatrosunda yapıldı. Bu<br />

oyun, aynı zamanda Kraliyet Sarayı tarihinin<br />

en pahalı tiyatro çalışması oldu.<br />

“Bazen etrafımda dönüp kokunu duyuyorum<br />

ve gidemiyorum, senin için taşıdığım bu kahrolası<br />

korkunç lanet özlem olmadan gidemiyorum.<br />

Ve inanamadığım şu ki, bunu senin için<br />

hissediyorum ve sen hiç bir şey hissetmiyorsun…<br />

Hiç bir şey hissetmiyor musun?”<br />

Kane’in düşlediği gibi oluşturulan sahne<br />

düzeni, Sadist Tinker tarafından denetlenen<br />

ve temizlenen bir işkence odasını temsil<br />

ediyordu. Klinik depresyon, acı, cinsel<br />

arzu, mazoşist duygular, hem psikolojik<br />

hem fiziksel acı ve işkenceden oluşan hikayelerini<br />

sahneye uyarlayan Kane, bu kez<br />

bir genç kadın ve kardeşi, hasta bir çocuk,<br />

bir gay çift, bir dansçı ve çok sayıda aşk<br />

repliğinin yoğun şekilde seyirciye sunulduğu<br />

oyunda, Dünya’daki aşırı zulmü yine<br />

kendi üslubuyla resmediyordu. İşkence<br />

gerçekliğiyle insan sınırlarını zorlayan oyun,<br />

“Bir ayçiçeği büyümeye yerden başlar ve<br />

başının üstüne ulaşır…” teması ile ilerlemekteydi.<br />

Küstah bir sabaha cevap<br />

“Ölüm benim aşığım<br />

ve beni içeri sokmak istiyor…”<br />

Kane’in dördüncü oyunu Crave’di… İlk kez<br />

Traerse Tiyatrosu’nda sahnelenen Crave’de,<br />

seyirciye dönük biçimde oturan dört insanın<br />

hikayesini anlatıyordu. Monolog bir eser olarak<br />

yazılmış oyun, aslında soru-cevap bütünlüğü<br />

taşımaktaydı. Bu da tam anlamıyla<br />

“Yüzevurumcu Tiyatro”nun odak noktasıydı.<br />

Seyirci kendini tanımalıydı. Beklenenin aksine<br />

olumlu eleştiriler alan Crave, Kane’in olgunluk<br />

eseri olarak kabul edilmektedir.<br />

“Ölümün kemiklerimin dışarı çıkışı gibi olurdu.<br />

Kimse neden olduğunu bilmezdi ama ben yere<br />

düşerdim.”<br />

“Ve beni sevmiş olduğu zamanların, ona işkence<br />

yapmadan önce, içimde onun için yer olmadan<br />

önce, birbirimizi yanlış anlamamızdan önce,<br />

aslında onu gülümseyen ve güneş dolu gözleriyle<br />

gördüğüm ilk anın anısıyla titriyorum, hıçkırarak<br />

ağlıyorum, ve o zamandan beri acısını çektiğim o<br />

anın sızısıyla inliyorum.”<br />

Gecenin en karanlık anı<br />

yada 4.48 Psikozu<br />

Dört kırk sekiz, istatistiklere göre dünyada intihar<br />

oranının en çok yaşandığı zaman dilimidir.<br />

Öldürücü şeyler en çok geceleri parıldar… Bir<br />

sigara… Bir bomba… Bir hayat…<br />

1998 yılında Sarah Kane’in şiddetlenen depresyonu<br />

nedeniyle her sabah 4.48’de uyanmaya<br />

başlaması ve bu oyunu kaleme almasıyla<br />

son oyunun ismi böyle ortaya çıktı. “4.48<br />

Psychosis” bir yazarın herhangi eseri olma<br />

özelliğinden çok, Kane’in ölümünden birkaç<br />

ay önce yazdığı bir İntihar Mektubu niteliği<br />

taşımaktaydı.<br />

“Ve fareler yüzümü kemiriyor, daha ne olsun?”<br />

Son oyunu olan 4.48 Psychosis’te, Dünya’nın<br />

kaotik sorunlarını kendi iç sorunlarıyla bütünleştirmiş<br />

bir kadını anlatır Kane… Aile yaşantısı,<br />

arkadaş ilişkileri, sosyal çevresi problemli<br />

olan ana karakterin; dünyada yaşanılan ve<br />

günden güne kötüye giden adaletsiz sistemlere<br />

karşı isyanı duyuluyordu. Anormal ile normal<br />

kavramlarını sorgulayan konu, yaşantıları<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

13


oluşturan kanunların kimlerce, hangi genele<br />

göre yazıldığı eleştirisini bizlere sunmakta;<br />

Cinsellik, bireysel yalnızlıklar, kişilerin<br />

hak ve özgürlükleri, şizofren bir insanın<br />

beyninden seyircilere aktarılmaktaydı.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Eksiltili bir kaçışın anatomisi<br />

Bir kum saatini duvara fırlatmayı düşündünüz<br />

mü hiç? Psikoloji bilimi, bu durumu<br />

“Desantrasyon” terimiyle açıklıyor… Bu<br />

tanım “odaktan uzaklaşma” veya “renk<br />

skalasında fluluk” olarak betimleniyor…<br />

Bazen, Dünya’nın suratına indirilecek herhangi<br />

bir yumruğu düşler insan… Bu her<br />

zaman böyledir…<br />

“- Bir plan yaptın mı?<br />

– Aşırı doz alıp, kendimi astıktan sonra bileklerimi<br />

keseceğim…<br />

– Hepsi bir arada mı?<br />

– Yardım çığlığı atacak değilim ya…”<br />

Uzun yıllar depresyon tedavisi gören<br />

Sarah Kane, 28 yaşında King’s College<br />

Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi’nde birkaç<br />

başarısız denemenin ardından ayakkabı<br />

bağcığı ile intihar etti. Saat 4.48’di…<br />

Psikanaliz makinesinden<br />

muafiyet isteği<br />

Bir intihar mektubu olarak yazdığı 4.48<br />

Psychosis’te, travmatik bir yaşamın son<br />

sözlerini açıkça görebilmek mümkündür.<br />

Yaşadığı dönemin tiyatral yaklaşımlarını<br />

elinin tersiyle iten Kane, kendi üslubuyla<br />

karanlık bir evreni sahnelemeye devam<br />

ediyordu…<br />

“Beden ve ruh asla evlenemezler. Ne isem<br />

o olmaya ihtiyacım var. Ve beni cehenneme<br />

mahkum eden bu uyumsuzlukla<br />

sonsuza kadar böğüreceğim. Çaresiz<br />

umutlanış beni kurtaramaz. Ümitsizlik içinde<br />

boğulacağım. Kendi soğuk siyah göletimde,<br />

tinsel zihnimin kuyusunda, biçimsel<br />

düşüncem çoktan yok olup gitmişken,<br />

biçime nasıl geri dönebilirim? Onaylayabileceğim<br />

bir hayat değil, beni yok eden<br />

şeyler yüzünden sevecekler beni…”<br />

Nietzsche “Öldürmeyen şey güçlü kılar”<br />

der. Ah ne büyük yanılgı. Kane’in ölümünden<br />

sonra, Blasted için yapılan kötü eleştirilerin<br />

sahibi olan yazarlar, oyunu tekrar değerlendirdi.<br />

The Guardian yazarı Michael Billington,<br />

Kane’nin intiharının ardından “Hep söylediğim<br />

gibi, onu yanlış anladım. O büyük bir yetenekti.”<br />

dedi.<br />

Beni yok eden şeyler yüzünden<br />

sevecekler beni…<br />

Kane’in eserleri, İngiltere’de geniş kitlelere<br />

ulaşmadığı ve birçok gazete eleştirmeni<br />

tarafından yoğun şekilde eleştirildiği halde,<br />

Avrupa ve Güney Amerika’da yoğun ilgi gördü.<br />

2005 yılında, tiyatro yönetmeni Dominic<br />

Dromgoole onun için; “Şüphesiz ki en çok<br />

sahnelenen yabancı yazar” cümlesini kurdu.<br />

Araştırmacı-oyun yazarı Mark Ravenhill<br />

onun ardından oyunları için büyük övgülerde<br />

bulundu. Almanya’da aynı zaman diliminde,<br />

17 ayrı noktada eserleri sahnelendi. Kasım<br />

2010’da, New York Times’ta tiyatro eleştirmeni<br />

olan Ben Brantley, Kane’in Blasted oyunu<br />

için “yıkıcı” tanımını kullanarak “New York’ta<br />

gerçekleştirilen en önemli Premierlerden biri”<br />

cümlesini kurdu…<br />

Kane’in en sevdiği ve en çok okuduğu şair,<br />

Sylvia Plath; Hayranı olduğu müzik grubu,<br />

Joy Division; intiharından hemen önce tiyatro<br />

uyarlamasını yapmaya calıştığı kitap ise, Goethe’nin<br />

“Genç Werther’in Acıları” eseri idi…<br />

Sylvia Plath etkisi<br />

Psikolog, James Kaufman, 2001 yılında yaptığı<br />

çalışmada, kadın yazarların ruhsal sorun<br />

yaşama ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu<br />

belirtiyordu. Kaufman ortaya attığı bu yeni<br />

teoriye ‘Sylvia Plath etkisi’ adını verdi.<br />

Bu kavram, özgün üretimle deliliği bağdaştırmıştı.<br />

Bu teoriye göre Plath’ın intiharı ondan<br />

sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir.<br />

Virginia Woolf, Sara Teasdale, Anne<br />

Sexton, Alda Merini gibi kadın yazarları da<br />

içine alan bu kavramın temsilcilerinden biri de<br />

Sarah Kane oldu…<br />

14<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Örümcekli raflara bırakılmış bir<br />

çeşit intihar mektubu<br />

Bir yazarın kaleminden mutlaka kendi kanı<br />

akar sayın okuyucu, bilmelisin… Burdan<br />

senin yaralarına kaç vesayitle gidiliyor,<br />

söylesene…<br />

Bütün yazıcılar, aslında öldükten sonra<br />

yazmaya başladılar. Çünkü; bir dalgıca ilk<br />

dibe vuruşunda bir rehber gerekir, biliyorsun…<br />

Bir anlatıcı en çok, en çok kendi<br />

yaralarını mı anlatır? Bir anlatıcı en çok, en<br />

iyi kendi yaralarını anlatır… Bir balığa bak,<br />

acılarının muadili yoktur. Bir dalgıç bile anlayamaz<br />

bazı, nedense bir karaya vuruşun,<br />

soru işaretlerini… Bukowski’nin, Özlü’nün,<br />

Plath’ın, Marmara’nın kalem uçları fosil<br />

kokuyordu.<br />

Bir anlatıcının paralel yükümlülükleri vardır<br />

anlıyor musun? Çoğunlukla, iyi anlatıcılar;<br />

dibi tanıyan dalgıçlardır bir nebze. Hasbelkader<br />

bir gün denize girersen eğer; Korkma<br />

çünkü, henüz karşılaşmadık…<br />

“Üzgünüm, çünkü geleceğin umutsuz ve iyileştirilemez olduğunu hissediyorum, her şeyden<br />

sıkıldım ve hiçbir şeyden tatmin olmuyorum, başarısızlığın ta kendisiyim, suçluyum ve cezalandırılmam<br />

gerek, kendimi öldürmek istiyorum, eskiden ağlardım, şimdi ise gözyaşlarımın<br />

ötesindeyim, insanlar ilgimi çekmiyor, hükmümü kaybettim, yiyemiyorum, uyuyamıyorum,<br />

düşünemiyorum, yalnızlığımın, korkularımın, öfkemin üstesinden gelemiyorum, kendimi<br />

şişman hissediyorum, yazamıyorum, sevemiyorum, kardeşim, sevgilim öldüler, ikisini de ben<br />

öldürdüm, ölüme doğru ilerliyorum, ilaçlardan korkuyorum, sevişemiyorum, sikişemiyorum,<br />

yalnız kalamıyorum, başkalarıyla olamıyorum, kıçım kocaman oldu, vajinamdan tiksiniyorum.”<br />

Sarah Kane, 4.48 Psychosis<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

15


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Görsel: eva carollo<br />

16<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

AÇIK<br />

KALP<br />

AMELİYATI<br />

MELTEM DOĞAN


“Çok zor… Ben buradayım, o nerede?”<br />

Ellerini yanağına yapıştırıp sanki karşısındaymış gibi duvara daldı. Bir erkeğin zorluklar listesinin<br />

son sırasındaki madde bulmuştu onu. Aşık olmuştu… Üstelik iki kızı, bir karısı, bir<br />

evi, her sabah selam verdiği mahalle bakkalı, sokağın köşesindeki mobilyacısı, her akşam<br />

uğradığı kahvesi vardı. Tüm bunları nasıl bırakırdı? Öyle demişti sevgilisi. Sonra kalkıp yan<br />

masadaki adamın burnuna sunmuştu peruğunun kokusunu. İmkansız aşk dedikleri buydu,<br />

hem de yeşilçama yakışır türden. Saatlerce içtiği rakısı en sonunda onu esir almıştı, çoktan<br />

uyanmak istemeyeceği, mümkünü olmayan rüyalarına dalmıştı.<br />

Kapının köşesinden seyrediyordu babasını Melek. Erkeklerden nefret edeceğine dair söz<br />

vermişti kendine… Her liseli kızın mutlak kırgınlığı, defterinin arasında unuttuğu bir yazısı,<br />

boş boş tahtaya baktığı anları vardır. Melek tüm bunlardan muaf olmuştu. Babasını anlıyordu,<br />

annesine ihanet ettiğini düşünerek... Sonuçta aldatılan annesiydi. Babasını salonda<br />

bırakıp mutfağa yöneldi.<br />

Annesi masada oturmuş, perde arkasından sokağı seyrediyordu. Cama çıkmak olmazdı,<br />

karşı komşu “gözüme duman kaçtı…” yalanına inanmayacak kadar meraklı ama aynı zamanda<br />

kördü. Zira komşusu bir yangının içindeydi. Usulca oturdu Melek annesinin karşısına.<br />

Tüm hatlarını seyretti. Güzeldi işte… Küçük burnu, kemikli suratı, zayıflıktan çıkmış köprücük<br />

kemiği, saçları yeni beyaza boyanmış bir duvara yanlışlıkla dokunmuş, ama hemen<br />

fark edince sadece aralara bulaşmış kadar beyazdı. Gözlerinin altı çukurdu, annesinin tüm<br />

hayatı oraya sığmış gibiydi. Gözyaşlarıyla temizlediği hayatı... Annesini böyle görünce babasını<br />

öldürmek istiyordu. Bir aşkı hak etmiyor muydu yani? Hem onca yıl boşuna mı uğraştı,<br />

iki tane kız büyüttü, bir koca büyüttü, bol meraklı komşular susturdu, işe gitti… Hayat bu<br />

kadar basitken yanı başında bir kadın varken, insan arka koltuğunda oturup sigara içti diye<br />

hiç tanımadığı bir kadına aşık olur muydu?<br />

“Ben hiç aşık olmadım… Nasıl bir duygu? Yani insan nasıl hissediyor? Aşk yalnızlıktan daha<br />

mı büyük?” Döndü kızının suratına baktı.<br />

Melek annesinin çaresizliğinde kavruluyor, kalbinin kırıklarının ucu sivrilip ruhuna batıyordu.<br />

Hiç aşık olmamış birine aşk nasıl anlatılırdı? Bir an korku sardı içini, acaba annesi günlüğüne<br />

mi bakmıştı? Bunu yapmamalıydı, o gün saatlerce ağladığını, bir daha kimseyi öyle sevemeyeceğini,<br />

zaten en çok onu sevdiğini bilmemesi gerekiyordu. Annesi suratına bakmaya<br />

devam edince, bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu.<br />

“Anne sen yalnız değilsin. Ben varım, ablam var.”<br />

“Yalnızlık paylaşılan bir şey değil ki kızım…”<br />

Kalktı masadan, buzdolabına yöneldi. En alt gözdeki sebzelikten patlıcanları aldı. Dolabın<br />

kapağını kapattı. Patlıcanları yıkamaya başladı. Arkasında onu izleyen Melek’e dönüp,<br />

“Ablan gelmeyecek bu akşam. Kızartayım mı, yoksa dolmasını mı istersin?“ Annesinin bu<br />

duruluğu, hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam etmesi, korkutmuştu Melek’i. Onu kaybedemezdi<br />

buna dayanamazdı, annesi ölmemeli ve delirmemeliydi. Bir anda fırlayıp sarıldı<br />

annesine, ağlamaya başladı. Bağırıyor ve yalvarıyordu.<br />

“Anne bunu yapma, lütfen! Hiçbir şey olmamış gibi davranma!” Kollarıyla annesini sarsarak<br />

kendisine gelsin istiyordu. Annesi gülümsedi, sarıldı.<br />

“ Yalnızlık sakinliktir…” Kızını sandalyeye oturtup, su içirdi. Saçlarını okşadı, öptü. Tezgahtaki<br />

patlıcanları yıkamaya devam etti Çünkü dünya henüz durmamıştı, henüz sular altında<br />

kalmamıştık, bir göktaşı tepemize düşmemişti, boynuzlu koyun boynuzsuz koyundan hak<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

17


iddia etmemişti. O zaman neden durmalıydı? Devam etti, yaşamaya ama en çok da yalnızlığı<br />

yaşamaya…<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Melek odasına giderken, babasının salondan gelen sesini dinlemek için vazgeçip babasından<br />

hesap sormak için yanına gitti. Anlamadı babasının neler mırıldandığını, duymak için<br />

eğildi. Babası ağlıyordu. Bir yandan bir şarkı fısıldıyordu.<br />

“Ben seni unutmak için sevmedim… Ulan kalbim acıyor be. Dayanamıyorum. Kalp acı,<br />

dünya hüzün, göz yaş dolu…” Sesi titriyordu babasının. Surat ifadesi ne düşündüğünü belli<br />

edemiyordu. Hem acı çekiyor, hem utanıyor, hem de isyan ediyordu.<br />

“Ben ister miydim? Böyle ateşlerde yanmayı… Ben bilmiyor muyum lan! Karım var, kızlarım<br />

var. Çok seviyorum lan, çok.” Hesap soracağını unuttu Melek. Babasını yerine yatırmak için<br />

kafasını kaldırdı. Babasının kolunu omzuna doladı.<br />

“Hadi baba yardım et bana, yerine götüreyim seni.” Adam yarı baygın bir şekilde gözlerini<br />

açtı, ağlamaya devam etti, kızına dayanarak kalktı.<br />

“Melek kızım, görme babanın perişanlığını, acizliğini, bu kalp mahvetti beni. Ben hepinizi<br />

seviyorum. Ama bu aşk kahretti beni…” Hem sayıklıyor, hem hıçkırıyordu babası. Melek<br />

dayanamayıp ağlamaya başladı, biliyordu bunun nasıl bir duygu olduğunu. Ne menem bir<br />

acıydı bu. Babasını yatağına yatırıp, odasına geçti.<br />

Melek odayı ablasıyla paylaşıyordu. Duvarda posterler, ablasıyla gittiği konserlerin biletleri ve<br />

düş kapanı vardı. Düş kapanının altında, “Görülen her düşün hatırına… Şimdi uyanık kalma<br />

zamanı” yazıyordu. Uzandı yatağına, hiç gitmek istemediği o güne gitti.<br />

***<br />

Uçuruma… Binaların arka tarafında kalmış, park yapılamamış ama sahiplenilememiş, hiçbir<br />

binaya ait olmayan, üç ağaçlı o yere. İlk buluşmalarında oraya gitmişlerdi. Okulun ilk günü<br />

onun için kaçmıştı, heyecandan nasıl davranacağını bilemiyordu. Sanırım o kocaman yumruğa<br />

yumruk atma çabası bundandı. Elindeki kolanın pipetinden suratına kola fışkırtıyordu<br />

Melek. Onun yanında, yaşayamadığı tüm sevinçleri yaşıyordu. Orada öpüşmüşlerdi, orada<br />

sarılmışlardı ve her şey orada bitiyordu. “Kalbim yok benim.” dedi. Melek gözyaşlarını gizlemiyordu<br />

artık. Ama inanamıyordu, nasıl olurdu, bu düş yalan mıydı? Melek günlerce ağlamıştı.<br />

Onu unutmak gerekti. Ve Melek’in en iyi özelliği hiçbir şeyi unutmamaktı…<br />

***<br />

Odasına geri döndü Melek. Yatağında döndü. Babasının acısını dindirmek, annesinin yalnızlığına<br />

çare bulmak istiyordu. Mutfaktan gelen patlıcan kızartması kokusu, tüm bu çabalarına<br />

ara vermişti. Öğrenmişti, sevdiği ne varsa hepsini hiç beklemeden yaşamalıydı. Çünkü her<br />

şey bitiyor bir daha hiç olmuyordu. Şişmiş gözleriyle mutfağa gitti.<br />

Annesine arkadan sarılıp, beyazlarından öptü.<br />

“İyi ki kızartmasını yapmışsın Anne.”<br />

Annesi sarımsakları soymak için sudan geçiriyordu. Elinden alıp soymaya başladı. Havanda<br />

dövdü, çırpılmış yoğurdun içine koyup çırpmaya devam etti.<br />

Annesi mutfaktaki küçük televizyonda kanal aramaya başlamıştı. Haber saatiydi.<br />

“50 yaşındaki emekli öğretmen Selçuk Taş, 18 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi Cemil Kapı’nın<br />

umudu oldu… Beyin kanaması geçiren emekli öğretmen Selçuk Taş’ın beyin ölümü<br />

gerçekleştiği için, ailesinin isteğiyle yaşam ünitesinden ayrıldı. Sağlığında organlarının ba-<br />

18<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


ğışlanmasını isteyen Taş, kalbi delik lise son sınıf öğrencisi Cemil’in umudu oldu. Yaşamı<br />

boyunca kendini öğrencilerine adayan bu iyi yürekli öğretmenimiz, son görevini de yaptı.<br />

İşte gerçek öğretmen, işte vefalı insan…”<br />

Melek ellerinde Selçuk öğretmenin kalbini taşıyan, sağlıkçıları dikkatle izledi. Annesine dönüp,<br />

“50 yaşındaki bir kalp çok yorgun değil midir mi anne? Hem şimdi o kalbin içindekileri, bakalım<br />

bu çocuk sevecek mi?” dedi, ekmeğini patlıcanın yağı bulaşmış yoğurda batırırken.<br />

“O kalp yorulmamıştır. Hem sevmekten kim usanır, ayrıca kalbin içindekiler, adamın ruhuyla<br />

gitmiştir. Geriye sadece adamın çok seven kalbi kalmıştır. Yani o lise öğrencisi, artık çok<br />

seven çok vefalı biri olarak hayatına devam edecektir…”<br />

Sustu Melek aynı ses yankılandı kulaklarında, “Kalbim yok benim…”<br />

Sabaha kadar uyuyamadı Melek. Babasını düşündü, kendisini düşündü, o’nu düşündü.<br />

Kalbi vardı, bunu biliyordu, sarıldığında başını göğsüne yasladığında duymuştu sesini. Vardı<br />

ama tıpkı Cemil’in kalbi gibi delikti, yoksa nasıl “yok” derdi. Peki babası? Onun kalbi çalışıyordu…<br />

Fazlasıyla çalışıyordu, hatta babasına acı veriyordu.<br />

Duş almak için odasından çıktığında, babasıyla karşılaştı. Babası bir anda irkildi, sanki ziline<br />

basıp kaçtığı o apartman teyzesine yakalanmış gibiydi. “Affet kızım” der gibi baktı Meleğin<br />

yüzüne. Melek daha fazla dağılamaz sandığı kırıklarını içinde süpürürken büyük bir şefkatle<br />

babasına baktı. Babası kızının olgunluğuna şaşırdı, gözleri doldu. Melek babasına sarılıp,<br />

“Daha fazla üzülme baba hepsi geçecek. Acı çekmeyeceksin…” dedi. Adam hıçkırıklarını<br />

içine gömdü, fakat kendini durduramıyordu. Yaralı ve büyük bir aslanın göğüs kafesi gibi<br />

inip kalkıyordu kemikleri. Melek daha sıkı sarıldı babasına. Banyoya girmekten vazgeçti.<br />

Mutfağa gidip, buzluktaki buz tabletlerini aldı. Çocukken her Pazar pikniğe giderken, kolalar<br />

ısınmasın diye aldıkları o küçük plastik dondurucu termosu aldı.<br />

Salonda oturan babasına,<br />

“Hadi baba, çocukken piknik yapmaya gittiğimiz o göl kenarına götür beni.” Tüm yorgunluğuna<br />

rağmen, kendini affettirme fırsatı bulan adam hemen kalktı ayağa. Odasına gidip<br />

giyinmeye başladı. Annesi sabahtan çıkmıştı evden, teyzesine gidip evini temizleyecekti,<br />

haber vermek gerekirdi. Buzdolabın üstündeki not defterine, “Bizi merak etme anne, mutlu<br />

olacağız…” diye yazdı. Babası hazır bir şekilde onu kapının önünde bekliyordu.<br />

Yolda giderken elini camdan dışarı çıkardı Melek. Ne zaman hissetmek istese bunu yapardı…<br />

Tüm rüzgarı iliklerinden ruhuna gönderirdi, sonra ciğerleri yardımıyla tüm acısını dışarı<br />

solurdu. Hiç konuşmadılar yol boyunca. Melek bir eczanenin önünde babasını durdurdu.<br />

Elinde vicks reklamlı poşetle geri döndü. Babası hiç sormadı, Melek ne istese, ne yapsa<br />

razıydı.<br />

Geldiklerinde Melek başını babasına çevirip,<br />

“Hazır mısın Nejat kaptan?” dedi. Babası belli belirsiz salladı başını, anlam verememişti.<br />

Çok önemli değildi. Burası ona iyi gelmişti. Daha önce kim olduğunu hatırladı. Mangal<br />

yaptığı iki taş arasında hala duman tütüyordu sanki. Karısı ah evet, bir an karısını getirdi<br />

gözünün önüne mangal dumanı. Güzeldi aslında ve çok sessiz. Hiç şikayet etmezdi ve tüm<br />

acılara inceden gülümserdi. Meleğin salladığı ağaca baktı. Kökünden çürümeye başlamıştı.<br />

Tüm geçmişinden kafasını kaldırıp baktı Meleğe kızı ne çok büyümüştü meğerse… Melek<br />

ayak başparmaklarıyla suyu ürkütüyordu. Babası ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp yanına<br />

oturdu.<br />

“Benden nefret ediyor musun kızım?” Melek suyu titretmeyi bıraktı, ayaklarını bütün halinde<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

19


suya soktu.<br />

“Etmeliyim, annem için bunu yapmalıyım. Ama yapamıyorum baba. Kalbim paramparça<br />

anneme üzülüyor, senden nefret ediyor ve anlıyor ,aslını istersen sanırım deliriyorum baba.<br />

Hala o kadını seviyor musun?” İçinden dua ediyordu Melek. Hem “evet” desin istiyordu,<br />

hem “hayır”. Babasının gözlerinin içine bakıyordu, kalbini görmeye çalışarak.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

“Evet…” dedi, sesi titreyerek devam etti. “İnsan seçemiyor kızım, hangi uçurumdan atlayacağını<br />

bilemiyor. Dibini gördüm sanıyorsun, oysa düştükçe daha çok ilerliyorsun, çarptığın<br />

kayalar son bulmuyor. Ben yuvarlanıyorum aşağıya doğru, kayalara çarptıkça kanıyorum<br />

ama bir türlü bitmiyor. Sen oluyorsun bir kaya, annen oluyor, ablan oluyor. Çok zor be kızım.”<br />

Melek babasını gözyaşından öptü, omzuna yaslandı. Babası saçlarını öptü. Melek babasına<br />

sarılıp, kulağına fısıldadı.<br />

“Sona geldik baba, burası uçurumunun sonu. Artık üzülmeyecek ve çarpmayacaksın. Affet<br />

baba, kalbin bana lazım çünkü.” Adam ne olduğunu anlamak için, kafasını Meleğin saçlarından<br />

tam ayıracakken, Melek elindeki falçatayı babasının boynuna sapladı. Nejat acı<br />

içinde inledi, uçurumun son taşına, Meleğin dizine devrildi. Melek falçatayı çekti babasının<br />

boynundan kanlar fışkırdı her yere. Hemen uzattı bedenini babasının sürükleyerek, gömleğini<br />

yırttı. Neşteri aldı çantasından, adem elma kemiğinden midesine kadar kesti, küçük el<br />

keseriyle göğüs kemiğini ayırdı. Kalbe ulaştı, tıpkı arkeolojik kazı sonucu ulaşılan en değerli<br />

taş gibi, yavaşça avucunun içine aldı. Aort damarını kesti yavaşça, bir zamanlar en sevdiği<br />

içecekleri koyduğu dolaba, şimdi çok seven bir kalp koymuştu. Babasını öpüp yavaşça<br />

çevirerek, göle attı. Fazla vakti yoktu, biliyordu. Hemen çevirdi numarayı, unutmamış olması<br />

canını sıkmıştı.<br />

“ Alo. Melek, çok zaman oldu nasılsın?” Melek durakladı önce, zaman yoktu, bunun tadını<br />

çıkaramazdı.<br />

“İyi… Uçurum, uçuruma gel.” Telefonu kapattı. Arabaya hızlı adımlarla yürüdü, yavaşça yan<br />

koltuğa koydu buzluğu devrilmemesi için, emniyet kemerinin ayarını yapıp sardı.<br />

Oradaydı, başında siyah şapka vardı. Melek, o şapkayı dershane çıkışı sırf arkadaşlarına<br />

ayıp olmasın diye gittiği alış veriş merkezinden almıştı. Bir kere bile taktığını görmemişti. İşte<br />

şimdi başındaydı. Yanına gitti. Meleği görünce sigarasını yere fırlattı, omuzlarından çekip<br />

göğsüne bastırdı. Meleğin kulağında ses yankılandı, inanmadı çünkü “Kalbim yok” demişti.<br />

Geri çekildi Melek.<br />

“Babamın kalbini getirdim sana. O çok aşıktı, annem sevmekten usanılmaz dedi. Ben hiç<br />

unutmuyorum; seni, düşlerimi ve şapkanı.”<br />

***<br />

“Evet sayın seyirciler gün geçmiyor ki bir vahşet haberiyle daha karşılaşmayalım. Bu seferki<br />

vahşetin adresi İstanbul Küçükçekmece. Vahşet mağduru talihsiz vatandaşımız taksi şoförü<br />

Nejat Er, faili meçhul bir infazla hayata gözlerini yumdu. Cesedine ulaşılan Er’in önce boğazı<br />

kesilmiş daha sonra da darp edilerek, kalbi yerinden sökülmüş. Katilin olay yerinden kaçarken<br />

maktulün arabasını da çaldığı ortaya çıktı. Tüm mobese kameralarından takip edilen<br />

araba, en son Bakırköy’de görülüyor. Sahile terkedilen arabada yapılan incelemede parmak<br />

izi bulunmamakla birlikte, tüm emniyet görevlileri katil ya da katillere ulaşmak için yoğun<br />

çaba sarfediyor. Organ mafyası mı yoksa kan davası mı? Bu neyin öcü? İki çocuk babası<br />

taksi şoförü Nejat Er’in katili veya katilleri şuan elini kolunu sallayarak sokaklarda geziyorlar.<br />

Emniyet müdürlüğünden yapılan açıklamaya göre, katil en kısa zamanda yakalanacaktır…”<br />

20<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


SEVGİ DOĞAN<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

21


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

EKOİN KAJMER<br />

Dehşetengiz<br />

- ablacım ben evde kendim de bu giz ile dehşetiyorum -<br />

Nehirler okuyucu. Sana Kızılırmak’la birleşemeyen bir nehrin hikayesini anlatamamak için upuzun<br />

adımlar ötenden yazıyorum. Selamlar. Ve selam-ın aleyküm(ki?)ler ve aleyküm(kiydi yahu?)<br />

selamlar.<br />

Etkileyici giremezsen dindar gireceksin. Otopsi masasının şakası olmaz. Masayla şaka olmaz<br />

bi defa okuyucu. Okuman, bu yazının okunası bir yazı olduğu anlamına gelmiyor, oysa okunası<br />

bir yaz atlatmıştık gibi gelmişti bana tüm bu vakit bolluğunda. Kıçımıza kadar yani sürecek<br />

kadar boldu vakit. Ama biliyorsun vakitlerle de şaka olmaz. Vakitler şakaya gelmez. Şakalar<br />

vakte gider. Çünkü vakit gelip giden bir şey değildir. Dün’den geliyorsun yarın’a ya, yarın da<br />

dün’den yeğ değildir tam da bu yüzden.<br />

Bende de böyle bir akşamın gecesi başladı bu baş ağrısı ve yorgunluk hali. Meyve hali gibi bir<br />

şey oldum sonra. Domatesler geliyor kamyonla, bir bakıyorum marul azalmış mesela, fiyatı artıyor<br />

ağlayamıyordum da. Kadıköy’de bir kent ozanı diyor ya bir şarkısında “durmaz yan yana<br />

gözyaşı ve marul” diye, diyor yani işte. Ne güzel de demiş gibi. Ulan deminden beri diyeceğim<br />

diyemiyorum sanırım tüm sorun burada başlıyor(,) ölüm(,) sebebi(,) sebepsizlikle gelen bir girememe<br />

durumu. Yazıya. Anlatıma. Gözüne. Ruhuna. (sana ve bana ve bir de gittiğin arabanın<br />

tekerine). Alla’m çok şükür ilk paragrafı ortaladım. Şut-tu şuttum, ah(bir şey olmayacak gibi<br />

oldu) ve gool! Ve şimdi tüm saha önce sağa bakıyor. Sonra bir de Sağa bakıyor. Şirinevler’de<br />

bir genç şivesizce boğuluyor (bir şeyin olacağı varmış). Ve Okunması okunası olduğuna gaflet<br />

gofret ve delalet etmeyen yazılar nehrinde yine terse (akıntıya karşı) yüzen balıklarıyla (hani<br />

hayat ya) bir adam ayaklarını suya sokuyor. Bir adam bağa pamuk sokuyor. Pamuk bağları.<br />

bağlama telleri. Bağzısı bacılar. Bağcılar.<br />

Mutluluğu yok sayamazsın. En azından çıkarmada etkili eleman. Zaman gibi mutluluk da (vatan<br />

gibi bir şeymiş galiba) bölünemeyen bir bütündü (kahretsin-di). Hayatımdaki bir mutsuzluk<br />

yüzünden diğer şeyleri yok sayamadım bu yüzden hiç. Bir ev gibiydi mutluluk. Ve bir odanın<br />

lambası yanmadığında diğer odadakini söküp oraya takıyordum (gençken öyle yapardık yokluktan<br />

değil var olsunluktan). Bu yerine koymak değildi. öbür odanın aydınlanamayacağı fikri,<br />

oraya yeni lamba alınsa da asıl lambanın diğer odada olduğunun (ay ne kadar salak bir bilgi<br />

–Nurten hanım yalnız sizin odanın lambası aslında tuvaletindi geçen bura yanmadı da oradan<br />

taktım sorun teşkil edeceğini sanmıyorum ama yine de aklınızda olursa sevinirim) bilinci gibi<br />

hep akılda kalacaktı.<br />

Evde nasıl ki lambalar böylece yer değiştirmeye başladıysa benim de hayatımda hep bir şeyler<br />

yer değiştirdi. Belki bu yüzden de biraz, yani bunu da ‘işte o yüzden’lik dilimine katabiliriz ölüm<br />

sebebinin, hep ışığı yanar oldum. Yanmayan odanın karanlığı oraya girene kadar bilinmiyordu,<br />

biri geldiğinde ondan önce fark ettirmeden koşup başka bir yerden lamba takıyordum zaten.<br />

Bir ben biliyordum. Yanmayan asıl odayı. O oda da beni yaktı işte. Bu döngü gel zaman git zaman<br />

(ayıp ediyorsun vakit gelip gitmez, affedersin geldim zaman gittim zaman) başa vardığında,<br />

fay kırılıyordu. Deprem kaçınılmazdı. Biraz sallanılsındı. Biraz sallantılansındı. Sallaspaghetti<br />

aleyhi ve sellem’di.<br />

Ama bir şair der, gerçek yolculuk geriye dönüştür.<br />

(taktirillahi tirililer-de. Tövbe de hafız adamı yakarlar, artık adam olan yaksın, ben yanmasam<br />

diyorsun nasıl çıkar çıkarımlar çaresizliğe, ah ben de diyordum ben ne diyorum)<br />

22<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Görsel: ekoin kajmer<br />

23


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Kendi yolculuğuma… okuyucu kendimizi kandırmayalım. Bu varoluşsalık beni nasıl<br />

sikiyorsa ben de öyle kafa sikiyorum işte. Durum da bu. Amına koyayım yazının da<br />

ağzına sıçtık. Edebiyatta böyle şeylere yer yok. Ama tıpta da (ta tam!) utanma olmaz.<br />

Ama bu lambalar çok germeye başladı beni. En son puzzleımı ortaokulda yaptım-dı.<br />

Bittiy-di. (bittiy ne lan?, bilmiyorum sus.)<br />

Nehirler okuyucu. Nehirlerden bahsetmek istiyorum. Dikey ve yatay nehirler. Şaka bir<br />

yana bunlara katlanmak zorunda değilsin. Kimsenin kimseye katlanması domalması<br />

gibi bir durum söz konusu olmamalı. Açık açık yazayım. Durum bu. Bir okuyucudan<br />

diğerine giderken yalan söyleyen yazarların bıraktığı o izi bırakmayacağım sana. Benim<br />

yazamazlığım en fazla tutar beni öldürür ya da piyasada bir editör beni bıçaklar aramızdaki<br />

her şeyi öldürür.<br />

Birkaç sene oluyor. Nehirdim, aktım (dışa akan her şey içe de akar). Çiçekler açtı,<br />

ağaç dibinde insanlar hamaklarında yattı. Ama akılsız bir akış, daha başlamadan gelen<br />

alkış gibi. Belki biraz da akılsızlık (suyun aklı olmazdı) bilmiyorum. Ne biri elektrik elde<br />

etti, çiçeklerini suladı önüme barajlar kurup (ister miydim de sanki?) ne de denize ulaşabildim.<br />

Aktığımla kaldım. Emdi de toprak nereye götürdü, emmediyse hiç güneş de<br />

mi doğmadı, yükselip bulut olup yağmur olup yağmadım gürleyemedim tekrar, bilmiyorum.<br />

Der ya şair, adımdan gayrısını bilmiyorum, öyle bir şey.<br />

Balıklarım ters döndü önce (ters mi? Öldüler mi yani?, hayır canım terse yüzdüler yani,<br />

sırt üstü mü yüzdüler demek istiyorsun, bilmiyorum normalde nasıl yüzüyorlarsa aynı<br />

şekilde diğer yöne yüzdüler işte, işyerindeki saçma kurallar boşverseydin, ne dediğini<br />

anlamıyorum yeter sus) sonra çiçekler ve o hamaklı insanlar kayboldular.<br />

Ve büyük bir aralık başladı. Ve aralık o kadar uzun sürdü ki,<br />

Topraktan çiçekten sevda kuşunun kanadından avarelerden sokak köpeklerinden<br />

taştan taşandan uykudan aydınlıktan esmer şekerden kabak çekirdeğinden bahçe<br />

çitinden ve gün dünü dürüp bizi yarına götürüp zamana sürüp ekmek arası rakı kafası<br />

otopsi masası bir can biraz hicran yiyor alışık olduğumuz gibi her zamanki gibi yüreği<br />

kocaman yunus balığı parmaklarımız masajsız şakaklarımız şakalaştıklarımız arsız edilgen<br />

çatısız fiil bahçeleri allah konuşmazlığı komşu susmazlığı vakit arsızlığı yahut belki<br />

de bir onbaşının kovandaki arının törpülenmiş zamanın kaybolmuş turistleri çocuk<br />

gölgesi güzel günler güneşli günler melodiler sayma sayıları bir kavanoz dibi iplikler<br />

incelikler sevgi şefkat gelincik çiçeği gönül hanesi para pul hayal meyal kemikten etin<br />

sıyrılması tren vagonları yolcu bavulları aralıklar mutfaklar şarap mantarı avarelikler ve<br />

ah ve kahve kokusu bir dönme dolap türküsü gitar telleri ellerin ve ellerimiz cesaretsizlik<br />

bahçesinde su alan kalbim her seyyar arabanın gözlük kabının vardiya değişimlerinin<br />

sahipsiz afişlerin tutkusuz insanların pişmiş patatesin saf niyetlerin kırık aynasında<br />

görüntüsü hepsi birer boncuktu gözümde asacaktım gökyüzüne…<br />

Şimdi kendimden sıyrılıyorum bir kasabın eti kemiğinden sıyırması gibi.<br />

ve benim biricik yüreğim kan çanağı bir gece vaktinde.<br />

Bu geri kazanılmayan enerji yazısı oldu ama okuyucu. Hâlâ okunulası olması konusunda<br />

kararsızlıklarım var. Bir editör beni bıçaklayacak. Ve ben kamu spotu olacağım.<br />

Sokak lambasına kendini asan şairin ruhu, Mağazadaki spot lambaya kendini asan bir<br />

çalışanınkiyle neredeyse aynı.<br />

İçten ol okuyucu. Dediği gibi Kaşan şehrinden bir şairin, “bankada da ağacın altında<br />

da içten olalım”<br />

Tüm bu kelime yığınını okumuş olman biraz da benim suçum.<br />

“Suçlu yok yanlış var” der bir şarkıda.<br />

Güzel şeyler yazmak istiyor aklım ama parmaklarıma nazı geçmez<br />

Garip çocuğum ben, kimse buradan trene binmez.<br />

24<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


- sınır ötesi harekat -<br />

TUĞBA TURAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

25


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

Yakarış Hâlİnden<br />

Oldukça Mânâ OtopSİSİ<br />

PAYANDA<br />

Görsel: noah hutson<br />

26<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Fısıldanıyor yeniden rahmin çiçeklerine<br />

Yağ ve bitir ateşi, üstüne<br />

Bir atın gözyaşını yerleştir. Duru bir gün geçmedi ki<br />

Kalsın karasıyla hayat. Vurgun bir geminin<br />

Son baktığı kıyı, ellerim kadar uzaktır<br />

Muhteniz<br />

Bir darbe almadan yıkılacak kuşlar için<br />

Yemindir, mücerrid<br />

Tan çizmeye çıktıysa gece alaçalı bir yangın yüzsüzlüğüne<br />

Cehennemden başlayan bir gecedir yakan<br />

Sahne sesleriyle insan odalarının<br />

Gövdesi şahin gizemiyle<br />

Kırık otların sözleriyle<br />

Bütünleşen yayılan ve oklardan sağ çıkan<br />

Yüce kalplerini gömmek için toprak<br />

Özünden çıkılmayacak ölümümün.<br />

Şimdi anlatmak için oldukça dünya. Sevmek için oldukça dünya.<br />

Cesaret kamışından çekmek için kahrı oldukça dünya. Yan ve kül şarkısını<br />

Dans ederek izlemek için oldukça dünya. Baş dönmeleri<br />

Ateşlenmeler histerik ve bağımlılıklar adına vel leyli izâ yağşâ oldukça dünya.<br />

Âyetlerden bilinince yaşam, kutsal kılınınca zindân<br />

Hayvan çün: güzel değil insan olmak oldukça dünya. Sepetleriyle<br />

Çiçekleri eriten ahenkli yıkılış<br />

Çalan kapıları gece yarısı bir tütsü elinde<br />

Mezarlara varılarak marşlar çalarak sözcükler ezerek<br />

Bu tohumdan zehir yerde oldukça dünya<br />

Güven çalgısı başlı başına tenha. Uyku komasından kalkalı<br />

Çekingen bir yakarışı atlattı boynuna su parçacıklı<br />

Temiz hissiyatlar için temiz boşluk yükü için<br />

Oldukça dünya<br />

Sersemletici ağusuyla çimenleri ezen<br />

Yağmur tapınağında kuru vaha<br />

Vicdân pusulası verem nöbetleri intihar krizleri adına<br />

Oldukça dünya<br />

Bitmeli, kamaşıp yıldızın birinden<br />

Zihninden aşağı kayıp düşmeli.<br />

Bittikçe cennet, oldukça dünya.<br />

Riyâ ve rüya.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

27


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

faİLİ<br />

meçhulüm<br />

yalnızlığımda<br />

ASLAN KOCAMAN<br />

utanmaz bi çaresizlik<br />

unutmalar meclisinde<br />

kirliliğe bilenmiş bir kalem<br />

tarihin satırlarını süslüyor<br />

oysa kana boyanıyor<br />

ellerimi sivrilttiğim kalemler<br />

beş parmağın beşi de vicdan<br />

bi cinayetin vicdanı bırakılmış bedenimde<br />

faili meçhulüm yalnızlığımda<br />

***<br />

binalar, binalar, gölgesiz ölüler!<br />

cinayetleri de vurdular,<br />

işçi kazaları deniliyor bunun yerine<br />

nem kusturuyor bu zahmetsiz sözler<br />

içimdeki yangına ben bi sigara daha ararken<br />

zararından bahsediyor, birileri<br />

-kim bu, ardıllaşan zahmetsiz imparatoriçimdeki<br />

yangına ben bir sigara daha ararken…<br />

duy beni, rüzgârın yüzünde<br />

bi çocuğun gülüşünde<br />

-biraz da ürkütücü olan bir nefes olarakişit<br />

faili meçhul yalnızlığını<br />

***<br />

ütopyalar salgın hastalıklardır<br />

kurtul, bu aman vermez yaradan<br />

bi geceye uyan ve<br />

rüyaların ezberini boz<br />

Görsel: ELIJAH HAIL<br />

28<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


BAŞLANGIÇ AYİNİ<br />

OĞULCAN KÜTÜK<br />

I.<br />

çiçek eker gibi geçtim rüzgarından dünyanın<br />

yolun pıtrağından, virajından ömrün...<br />

annemin öğüdünü dinleyip tarazladığım<br />

uykularımı ona bıraktım.<br />

dinledim yeminden dönen muhabbet kuşlarını,<br />

payımı aldım, babama sakladım.<br />

II.<br />

ağzımda gürleyip duran nefsi, ağacın<br />

konuştuğu sesi, yaprağın bir gün döküleceği<br />

sırrını, gülün şubat infazını,<br />

ayçiçeğine akşamın yaklaştığını sustum.<br />

yüzüm kırıldı, kırıldı yen içinde kaldı.<br />

boynumdan topuğuma vurun beni.<br />

III.<br />

ellerinizi sevip göçtüydüm nehirle bir<br />

dedim su da olmak gerek bazan dünyaya<br />

bir gün belki birazdan, gelirse zalim bir haber<br />

sizden ya da benden<br />

emanet dizeler çekelim gölgelerimize.<br />

IV.<br />

dediler ki ; ölüm tek dünyalık değil çocuk<br />

harbine şahit lazımdır insanın<br />

kalbine elbet bir şehit.<br />

tam böyle zamanlarda<br />

şehirde bağıran rüzgarı, susan taşları<br />

bir saat öncesine dönülmeyen keskin<br />

çizgiyi<br />

saniyenin hükmünü, noktanın ne anlattığını,<br />

sonra onların dilini<br />

harelenen kılıcını zamanın,<br />

canımızda biten yabanıl yılları<br />

ve elbette adımı.<br />

V.<br />

VII.<br />

Görsel: stocksnap<br />

bunlar için bağışla, ve yarım hevesini<br />

elbette<br />

bir kırlangıcı öldürme yine avcunda<br />

ben biraz bağıracağım sen<br />

biraz üzül ve git sonra.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

29


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

ŞİRİN DÖĞÜŞ<br />

bulaşıcı hastalıklar / infectious diseases / maladies contagieuses<br />

drawing on photography<br />

30<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

31


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

tam<br />

yere<br />

çakılacakken<br />

HIDIR MURAT DOĞAN<br />

[ ÆGROTO DUM ANİMA EST, SPES EST / HASTA NEFES ALDIKÇA, UMUT VARDIR. ]<br />

ERASMUS, ADAGES, 2.4.12<br />

32<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


“GBT’ler temiz komutanım” dedi asker kimliklerimizi<br />

uzatırken. Hırıltı yapan telsizin sesini kıstı<br />

“Bırakabiliriz” dedi.<br />

Yüzbaşı arabanın içini süzdü, gözlerini kıstı,<br />

tavana avucunun içiyle vurdu “Tamam” dedi<br />

“Tamam, ama Mürşitpınar kapalı olabilir.”<br />

“Tamam geç!” der gibi bir el hareketi yaptı. Birinci<br />

vitese taktım. Derin bir nefes aldım. “Tamam”<br />

dedim “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

Civan sustu. Bir şey demedi. Sonra ben de sustum,<br />

yutkundum öylece.<br />

Bazı zamanlar öyledir. Belki de ne bileyim, bazı<br />

yollar… Virajın arkasında ne olduğunu bilemezsiniz.<br />

Altı şeritli otobanda son sürat giderken,<br />

üzerinize göktaşı da düşebilir. Burası Dünya<br />

sayın okuyucu, burası Dünya çünkü…<br />

Şansınız varsa bire takar, derin bir nefes alır “Tamam”<br />

dersiniz “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

***<br />

İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen<br />

acıları vardır. Belki normal şartlar altında açığa<br />

çıkmazlar. Yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />

Bazen kente yine kar yağsa diyorum kendi<br />

kendime, buz tutsa ortalık... Ne bileyim, vali bey<br />

okulları tatil etse falan...<br />

Bir keresinde, yani geçen sonbahar, avuç içlerimizde<br />

fotoğraf makinelerini kenetlemiş İstiklal’den<br />

aşağı doğru yürüyorduk. O hafta sonu<br />

Meltem çalışıyordu. Tünelin oraya yaklaşırken<br />

Meltem bana dönüp “Gelsene” demişti. “Gelsene,<br />

şurada bir şey var, bir bakalım…”<br />

Kalabalığa doğru yürüdük. Filistin için İsrail’e<br />

Boykot Girişimi öncülüğünde düzenlenen bir<br />

eylemdi. Sendika bayrakları, bir yuva deliğine<br />

üşüşen karınca kafaları gibi bir araya toplanıyorlardı.<br />

Birkaç gün önce İsrail, Gazze’yi abluka altına almıştı.<br />

O gün bu gündür çeşitli gruplar, Taksim’in<br />

muhtelif yerlerinde eylemler düzenliyorlardı.<br />

Kalabalığın arasına dalıp fotoğraflar çekmeye<br />

başladık. Bağırtılar havada çarpışıyordu. Arada<br />

bir atılan Arapça sloganlara mümkün olduğunca<br />

eşlik ediliyordu. Meltem, ÖDP grubunun arasında<br />

kaldı. Ben öne çıktım, grubun karşı tarafına<br />

geçip pankartlar ve insanlardan görüntüler alıp<br />

geri dönüyor, sonra yeniden gidiyor ve yine geri<br />

dönüyordum.<br />

Alper Taş, bir adım önümüzde yürüyordu. Muhtemelen<br />

Arap kökenli biri öfkeyle bağırdı karşıdan.<br />

Bir diğeri cevapladı, havaya yumruğunu<br />

kaldırdı. Anlamıyordum ama evet, hınç doluydu.<br />

Aynı ritim aynı vurucu nakarat, cadde aralığını<br />

çınlatıyordu:<br />

“Filistin’e özgürlük, İsrail’e Boykot!”<br />

***<br />

Bir bilge hep şöyle der; “Acıyan yerin neresi olursa<br />

olsun, çığlık hep ağızdan çıkar…”<br />

Yalan söyledim. Böyle bir söz var mı bilmiyorum,<br />

belki de şu an ben uydurdum, onu da bilmiyorum…<br />

Bu biçimde sanırım yarım saat kadar yürüdük.<br />

Galatasaray Lisesi’nin önüne vardığımızda basın<br />

açıklaması yapıldı. Birkaç kare daha aldım. Sonra<br />

Meltem’le göz göze geldik. “Hadi gidelim” der<br />

gibi baktı. Kalabalığın sağ tarafını, Galata yönünü<br />

işaret ettim. Fotoğraf makinesini çantama<br />

yerleştirdim. El ele tutuşup aşağı doğru yürüdük.<br />

İstanbul’a geleli neredeyse her hafta bir eylem,<br />

bir konser veya başka bir etkinlikteydik. Eylem<br />

fotoğrafı çekmeyi çok severim ben. “Buraya<br />

kadar geldi!” denilen her şeyin, ağızlardan taştığı<br />

o eşsiz sahneler…<br />

Geçen yıl Kent Mitingi’nde şans eseri fotoğrafını<br />

çektiğim ve o kareden hemen sonra polis müdahalesiyle<br />

gaza boğulup kalp krizi geçiren, aslında<br />

hiç tanımadığım, çok sonradan fotoğrafların<br />

arasında gezinirken fark ettiğim Elif teyze’nin,<br />

159 gün komada kaldıktan sonra öldüğünü<br />

varsaymazsak, güzel şeydir eylemleri fotoğraflamak,<br />

bilmelisiniz…<br />

Kadıköy Vapuru’nun 15 dakikası vardı. Kalabalık,<br />

Karaköy terminali kapılarına yığılmıştı. Arada<br />

bir, tek tük, bizim gibi İsrail’e Boykot eyleminden<br />

çıkanları ellerinde tuttukları dövizlerden tanıyabiliyorduk.<br />

Ben mi? Ben mümkün olduğunca<br />

elimde döviz taşımam. Yani her türlüsünü…<br />

***<br />

Birkaç yıl önce 4+4+4 yasasına karşı düzenlenen<br />

eylemden hemen sonra Sıhhiye’den<br />

Mülkiyeliler’e doğru yürürken, Kızılay’ın orta<br />

yerinde çantama asılı duran Eğitim-Sen şapkası<br />

yüzünden durduk yere göz altına alındığımdan<br />

beri, çantamda gezdiriyorum hepsini… Dolar da<br />

biriktirmiyorum…<br />

Çocukken koltuklarda ters dönüp tavana basıyormuş<br />

gibi davranan adamlar el kaldırsın,<br />

çünkü ben de buradayım.<br />

***<br />

Vapur yanaştı. Kapılar açıldı. Meltem “Dışarıda<br />

oturalım, hava güzel…” dedi. Ön tarafa doğru<br />

uzanan, oturakların içte kalan ucuna oturduk.<br />

İnmesi kolay olsun diye. Filistin meselesinden,<br />

Yaser Arafat’ın söylemlerinden, Ortadoğu’nun<br />

bugün neden böyle olduğundan, Mossad’dan,<br />

1972 Münih Yaz Olimpiyatlarından, Sonrasında<br />

gelişen olaylardan bile bahsettik. Kimse hissedemez<br />

sayın okuyucu. Bir acı sadece bir başkasının<br />

sohbetine konuk olur, asla kalbine değil…<br />

Yanımıza kırmızı t-shirtlü yirmili yaşlarda biri<br />

oturdu, telefonda İngilizce bir şeyler anlatmaya<br />

başlamıştı, Hamile bir kadın dört beş yaşlarındaki<br />

kızıyla önümüzden geçmeye çalışıyordu.<br />

Elinde Cumhuriyet gazetesi tutan fötr şapkalı bir<br />

adam sağ yanda sırasını bekliyordu.<br />

Sonra halatlar söküldü, martılar uçuştu ve vapur<br />

sallanıp duran iskeleye paralel biçimde rıhtımdan<br />

uzaklaştı.<br />

Makineyi çıkardım. Gün batımına doğru tuttum.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

33


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

34<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

Galata kulesini de kadraja aldım. Bilindik<br />

ve her “Photography” imzalı İstanbul<br />

fotoğrafçısının arşivinde olması gerektiği<br />

gibi, bir kare çektim.<br />

Bu zorunludur sayın okuyucu. Fakir çocuklar,<br />

martılar, acıdan delirmiş adamlar,<br />

balıkçılar ve alan derinlikleri… Fotoğrafçılara<br />

silah zoruyla çektirilir. Arayıp<br />

Çemişgezek Fotoğraf Sanatçıları Derneği’ne<br />

de bunu sorabilirsiniz…<br />

Meltem’le omuz başlarımızı birleştirdik.<br />

Akşam güneşi retinalarımıza doluştu.<br />

Makinenin dijital ekranını açtım, fotoğraflara<br />

bakmaya başladık. Bir daha, sonra<br />

bir daha… Sağ baş parmağım tuşun<br />

üzerinde, ekrandan akıp giden fotoğrafları<br />

hızla geçiyordum. Bir daha ve bir<br />

daha... Sonra durdum. Bir tık geri döndüm.<br />

Ekranda yumruğu havada, acıyla<br />

haykıran kırmızı t-shirtlü yirmili yaşlarda<br />

biri vardı. Meltem’le birbirimize baktık,<br />

gülümsedik. Sol yanıma döndüm. Makineyi<br />

havaya kaldırıp yanımdaki çocuğa<br />

gösterdim. Telefonu kapatmıştı. Ekranda<br />

kendini görünce gülümsedi.<br />

Hatem. O gün tanıştık onunla. Gazze’li.<br />

Çok içten bir çocuk. Hukuk okuyor burada.<br />

Karşıya geçene kadar bize uzun<br />

uzun anlattı. Telefonunu avuç içinde kenetlemişti.<br />

“Günlerdir anneme babama<br />

kardeşlerime ulaşamıyorum” dedi “Ne<br />

yapacağım bilmiyorum…”<br />

Derin bir nefes alıp “Tamam” demiştim<br />

“Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

Kimse hissedemez sayın okuyucu. Bir<br />

acı sadece bir başkasının sohbetine<br />

konuk olur, asla kalbine değil…<br />

Bir şey yapamadım o gün. Hatem’e<br />

fotoğrafını yolladım o akşam. Facebook<br />

sayfasından paylaştı birkaç dakika sonra.<br />

Kardeşi fotoğrafın altına yorum yaptı.<br />

Arapça metinler yazıyordu. Gülümseme<br />

simgeleri olduğuna göre her şey yolundaydı<br />

şimdilik…<br />

Yineledim. Derin bir nefes alıp “Tamam”<br />

dedim “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

Bir gece rüyamda gördüm onu. Gülümsüyordu.<br />

Hatta inanır mısınız? Kalabalık<br />

bir yerdeydik. Arapça bağırıyordu uzaktan<br />

biri ve hatta sonra adını bir şehir<br />

hatları vapuruna verdiler onun.<br />

***<br />

İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen<br />

acıları vardır. Belki normal şartlar<br />

altında açığa çıkmazlar. Yeter ki yeni bir<br />

deprem olmasın.<br />

Sanırım ya 2005 ya 2006’ydı. Ankara’da<br />

soğuk bir Ekim günü. Hatta o günün<br />

fotoğrafı var. Şu Hitit Heykeli’nin üstüne<br />

pankartlar asan çocukları çekmiştim o gün.<br />

Harici belleğimden sizin için bulabilirim eğer<br />

isterseniz.<br />

Bir terk edilişin hemen ardıydı. Hani böyle bazen<br />

gelir sanırsın hani. Ne bileyim bir sonbahardır ya<br />

da böyle bir kış ama, güneş açar, sen güneş açtı<br />

sanırsın, ısıttı sanırsın. Ama ısıtmaz. Kuzey yarımkürede<br />

genellikle güneş tam olarak ısıtmaz ve<br />

genellikle kışlar soğuk, kar yağışlı ve yalnızlıklarla<br />

geçer Ankara’da... Arayıp Kurtuluş Parkı’ndaki<br />

donmuş kuşlara konuyu teyit ettirebilirsiniz…<br />

Terk ediliyorsunuz sayın okuyucu. Mütemadiyen<br />

ve çok güzel terk ediliyorsunuz. Ve bir terk ediliş<br />

şöyle oluyor: Pencereden bakmayı öğreniyorsun,<br />

tıkanmış lavaboları açmayı; ocağın altını<br />

kısmayı öğreniyorsun sonra, güneşle konuşmayı…<br />

Bir bilge hep şöyle der, ki bunu zaten biliyorsunuz;<br />

“Acıyan yerin neresi olursa olsun, çığlık hep<br />

ağızdan çıkar…”<br />

Hoparlör gürültüsü Mithatpaşa Caddesi’yle çaprazında<br />

kalan Atatürk Bulvarı’na doğru boğuk<br />

boğuk dağılıyordu. İlkay Akkaya “Ilgıt ılgıt esen<br />

seher yelleri” türküsünü söylüyordu ve ben yürüyordum.<br />

Meydan tenhalaşmıştı. Hangi partinin<br />

olduğunu hatırlamadığım birkaç küçük bayrağa<br />

ayağımla vurdum sanırım. Sonra kendime geldim.<br />

“Ne yapıyorum lan ben?” dedim. Montumun<br />

iç cebine elimi daldırdım. West’ten bir tane<br />

çekip çıkardım. O zamanlar West içiyordum,<br />

evet. Şöyle parlak ve bordo renkli bir kutusu<br />

vardı. Sonra nedense kayboldu o sigara. Var mı<br />

hala? Bilen varsa bana bildirsin. Güzeldi tadı.<br />

Zafer Çarşısı’nın önündeyken yağmur atıştırmaya<br />

başladı. Kapüşonumu çektim, kafama<br />

geçirdim. Akşam oluyordu. Sanırım ikiz ve onlu<br />

yaşlarda iki çocuğu çekiştiriyordu bir kadın. Biri<br />

daha gerideydi, öteki umursamaz. Umursamaz<br />

olan tuhaf tuhaf bakınıyor, diğeri bağırıyordu.<br />

“Anne hani alacaktık, ben dönmem eve, sen söz<br />

vermedin mi?”<br />

Çocuklara ne veriyorlar? Bu çocuklara ne veriyorlar<br />

söylesenize? Gülümsemiyorlar, yürümüyorlar,<br />

doğru düzgün konuşamıyor, zıkkımın dibinin<br />

en tazesini istiyorlar. AVM’lere gidip bowling<br />

topuna dönüşüyor, televizyon karşısında piksel<br />

piksel susup, iPhone’larıyla katliamlar kaydediyorlar.<br />

Üstelik yüksek çözünürlükte... Bazen öylece<br />

düşünüyorum; aslında çocuğu okula değil<br />

de, belediye otobüsüne yazdır ondan iyi.<br />

Bir omuz omzuma çarpıp geçti. Dalgın bir omuz.<br />

İstemsizce arkama döndüm. Sol yanımdan baktım.<br />

Bir an dönüp bir şeyler söylese, kavgaya girişecektim<br />

besbelli. O an döndü. Ha sonra belki<br />

biz, yere düşüp ters bakan, gökte süzülüyormuş<br />

gibi davranan adamlar olduk galiba, kim bilir. O<br />

an döndü ama dönmeseydi... 16-17 yaşlarında<br />

bir yeni yetme. “Pardon abi” dedi kafasını eğerek<br />

“Afedersin biraz dalgınım da…”


Bir keresinde yine demiştim. Bütün tuhaf adamları<br />

kendime çekerim. Sanırım bunu yapmakla<br />

yükümlüyüm. Bizim oralarda eski bir gelenekti<br />

bu belki de.<br />

Yere düşen telefonunu topladı. Bataryasını yerden<br />

alıp bizzat ben uzattım. Parçaları birleştirdi.<br />

Taktı. Açma kapama düğmesine asıldı. Yok.<br />

Çalışmadı. Bir daha. Yine yok. Sonra yine. Yok.<br />

Nubar, 17 yaşındadır. Sağ kaşının kenarında<br />

bir beni var. Bir de çok fazla çıkmamış bıyıkları.<br />

Uzun uzak yollara bakan gözbebekleri bir de...<br />

Bir başka zaman size adı Mehmet konulmuş<br />

Ermeni bir arkadaşımı anlatmıştım. Ama okumadınız.<br />

O öldü. Kendini astı çünkü. Nubar,<br />

Mehmet’ten sonra ilk tanıdığım Ermeni’ydi. Öyle<br />

kibar bir çocuktu ki, inanamazdınız.<br />

Bir pasajın girişine oturduk. Yağmur hızlanmıştı.<br />

Gidecek yerimiz yoktu. Telefon hâlâ çalışmıyordu.<br />

Buralardan gidememiş, gitmemiş, fakir<br />

bir ailenin çocuğu. Çok şaşırmıştım. Hep öyle<br />

anlatılırdı çünkü; Ermeni’ler zengin adamlardı.<br />

Ankara Kalesi’nin dibinde bir gecekonduda yaşayanına<br />

ilk kez rastlıyordum.<br />

Bir teyzesi var. Arşo... Arşo’nun tipik bir hikayesi...<br />

Bir Türk’e gönül koyuyor. Ama evlenemiyor<br />

sonra. Sonra Nubar’ın anne ve babası Fransa’dan<br />

gelirken bir trafik kazasında ölünce, kağıt<br />

topağına dönüşmüş arabadan tek kurtulan Nubar’ı<br />

yanına alıyor. Sanırım yirmi yıldır Ankara’da<br />

yaşıyorlar. Üstelik mahalleli Ermeni olduklarını<br />

bilmiyor, biliyor musunuz? Nubar’ı oralardan<br />

sorarsanız, kimse göstermez.<br />

Bu açıklıktan Ulus yönü, Necatibey caddesi girişi<br />

az da olsa görünüyordu. Merdivenin üçüncü<br />

basamağındaydık.<br />

“Gideceğim zaten abi…” dedi “Gideceğim, teyzemi<br />

de alacağım yanıma…”<br />

Ne demeliydim ki? Gitmesi gerekenler gidemez<br />

muhakkak, gidenler genellikle gitmesi en gereksiz<br />

olanlardır. Ki zaten ben hiç haz etmem gidecekmiş<br />

gibi duranlardan.<br />

Bir saat kadar önce terk edilirken “Gitmeseydin<br />

işte ne bileyim oturup seninle bilfiil simitler<br />

ve martılardan falan konuşurduk.” dediğimde<br />

yüzüme kapıyı çarpan kadının ardından tam ağıt<br />

yakacakken, Nubar anlatıyordu: Yarısı öldürülmüş,<br />

kalanların çoğu yollarda ölmüş bir aileyi<br />

anlatıyordu. Nehir boylarında ağırlık olmasın diye<br />

suya atılan bebekler ve samanlıklara saklanan<br />

çocuklardan bahsediyordu. Ankara çok gürültülü<br />

sağnak yağışlıydı ve bulutlar asrın hüznünü<br />

taşıyordu o gün.<br />

Yugoslavya’da bir tırın altında paramparça<br />

olmuş bir Ford Galaxy’nin içinde tek kurtulan<br />

oydu. Fransız basını olayı manşetten geçmişti<br />

belki ama, yerel mahkeme çocuğun teyzesine<br />

verilmesinde karar kılmıştı.<br />

“Ermeniler” dedim kendi kendime “Hep uzun yol<br />

hikayelerine sahipler…”<br />

Ne demeliydim ki? Gitmesi gerekenler gidemez<br />

muhakkak, gidenler genellikle gitmesi en gereksiz<br />

olanlardır. Ki zaten ben hiç haz etmem gidecekmiş<br />

gibi duranlardan, bilirsiniz...<br />

Telefona birkaç kez daha vurdu. Cebimden birkaç<br />

hafta önce babamın aldığı ve henüz taksitlerini<br />

bile ödemeye başlamadığı 6230’u çıkardım.<br />

Kapağını söküp sim kartımı aldım. Sağ cebime<br />

attım. Kapağı kapatıp ona uzattım.<br />

“Hayır abi” dedi “Hayır, olmaz, alamam…” Kafasını<br />

sol yanına döndü, çaresizce sustu.<br />

“Bana lazım değil zaten artık…” dedim.<br />

“Abi ne demek lazım değil?” dedi “Lazım olur,<br />

almam bunu ben…”<br />

Durdum öylece. Düşündüm. Kendime bir küfür<br />

savurdum sonra. “Çocuğun derdine bak, bir<br />

de bana bak” dedim kendi kendime. “Nefissiz<br />

pezevenk” dedim sonra.<br />

Yineledim. Derin bir nefes alıp “Tamam” dedim<br />

“Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

***<br />

İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen<br />

acıları vardır. Belki normal şartlar altında açığa<br />

çıkmazlar. Yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />

Bazen saçma sapan şeyler düşlüyorum. Tuhaf,<br />

eğreti. Müritlerine dandik bir Renault Flash’tan<br />

başka araba kullanmaya izin vermeyen bir cemaat<br />

mesela. Öyleydi. İnanmazsınız belki ama<br />

neredeyse vuracaklardı adamı.<br />

Veya rüyalarıma giriyor bazen “Tartılar seni<br />

söyler” isimli şarkı. Bazen çıkıp bağırasım geliyor<br />

pencerenin pervazlarından. Buralarda ölüm<br />

sıradanlaştı. İrin akıyor bir yüzden ötekine her<br />

vakit her adım.<br />

Civan’la Mürşitpınar’a vardığımızda kar başladı.<br />

“Hayret!” dedim kendi kendime “Buralara kar<br />

yağıyor mu?” Oysa ben çöl iklimine kar yağmaz<br />

diye düşlüyordum.<br />

“Yağıyor” dedi Civan.<br />

İrkildim. “Efendim?” dedim.<br />

“Abi yağıyor” dedi.<br />

“Tamam” dedim “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

Avuç içlerinin terlediğini gördüm. Soğuktu üstelik.<br />

Merak etmeyin bir sapık değilim ama<br />

olmadık zamanlarda olmadık yerlerine bakarım<br />

insanların. Çünkü muhakkak bir şey yırtıldığında<br />

muhakkak aşağı doğru akar içindeki her şey…<br />

Ki bir bilge hep şöyle der; “Acıyan yerin neresi<br />

olursa olsun, çığlık hep ağızdan çıkar…” Bilirsiniz…<br />

Kampa vardığımızda, arabayı taşlık yolun hemen<br />

kenarına çektim. Birkaç çocuk etrafımıza doluştu.<br />

Ne dediklerini anlamadım. Öylesine güzel<br />

ama karartı yüzler.<br />

Civan bir şeyler sordu. Çocuklar cevapladılar.<br />

Ben sigaramı çıkardım. Birkaç yudum çektim,<br />

bekledim.<br />

Sınırın hemen ötesinde dağ kubbelerinden simsiyah<br />

dumanlar yükseliyordu. Bir adam bağırtı-<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

35


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

36<br />

larla yanımızdan geçti. Arka tarafta, yırtık<br />

bir çadırın dibine çöktü yaşlı bir kadın.<br />

Dizlerini dövmeye, başörtüsünü yırtmaya<br />

başladı.<br />

İçten içe korkuyordum. “Tamam” dedim<br />

kendi kendime “Tamam, her şey iyi<br />

olacak…”<br />

Civan’a döndüm. “Acını sakla!” dedim<br />

“Acını sakla gitmeden…”<br />

***<br />

Sanırım geçen yıl, bir Cumartesi yine<br />

Taksim’de buluşmak için Meltem’le sözleşmiştik.<br />

O gün Kapitalist düzen onu<br />

yine çalışmaya zorlamıştı. Sabah vardiyasında<br />

çalıştığı günlerde, öğlen ikide<br />

çıkar işten. Eğer o gün hafta sonuysa,<br />

ben Kabataş’a geçerim, sonra Taksim’de<br />

buluşur, yeniden aşağı, Karaköy<br />

yönüne doğru yürürüz. İstiklal’de belki<br />

Atlas Pasajı’ndaki sinemaya uğrar, Issız<br />

Adam’da burada geçen kek içerikli o final<br />

sahnesiyle dalga geçeriz. -O sahnede<br />

arkada kalan kafede gerçekten güzel<br />

kek yapıyorlar çünkü...- Yine o zamanlarda<br />

belki ara sokaklar veya rastladığımız<br />

eylemlerde fotoğraflar çekeriz. Ama<br />

muhakkak Hayri Usta’da ikişer Adana<br />

dürüm yer, Kaçak Çay’da üçer çay içeriz.<br />

Bir çeşit ritüeldir bu bizim için.<br />

O gün yine geç kaldım. Bir türlü vapur<br />

saatlerini tutturamıyorum Kadıköy’de...<br />

Kabataş Motoru’na daha yirmi dakika<br />

vardı. Karaköy Vapuru kalkıyordu o an.<br />

Ona atladım.<br />

Meltem’le sözleştik. Hatta bana sinirlendi.<br />

O, meydandan aşağı doğru yürüyecek,<br />

ben ise Galata yönünden yukarı<br />

doğru çıkacaktım. Orta bir yerde buluşurduk<br />

muhakkak.<br />

Telefon çaldı. “Neredesin?” dedi “Sen<br />

neredesin?” dedim.<br />

“Tamam” dedi “Seni gördüm kapat!”<br />

Sinirliydi yine muhakkak. Bir türlü alışamıyordum<br />

İstanbul’a. Yetişemiyordum.<br />

Meydan hınca hınç doluydu. Pankartlar,<br />

hoparlörlerden çıkan boğuk sesler,<br />

fotoğraflar.<br />

Cumartesi Anneleri’nin bilmem kaçıncı<br />

haftası törenlerle kutlanıyordu yine iki<br />

Toma tarafından… Kent meydanlarının<br />

gothik heykelleri var olmalı, karartı renkli<br />

metal ve beton yığınları değil… Hangi<br />

yüzyıl bu? Demiri yeni mi buldunuz?<br />

YKY’nin pervazına oturduk. Öylece dinledik<br />

boğuk megafon seslerini. Bacaklarımın<br />

arasına sokuşturduğum çantayı<br />

çektim. Fermuarını açtım. Fotoğraf<br />

makinesini çıkarıp 16-50’lik lensi taktım.<br />

Ayağa kalkıp fotoğraflamaya başladım.<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

***<br />

Meltem’le acılardan konuştuk o gün, kırılmış<br />

umutlardan. Kuşlardan konuştuk sonra, kapan<br />

ve tutsaklardan…<br />

“Ne çok acı var” dedik sonra “Ne çok acı dolu<br />

gün?”<br />

“Norveç’te de böyle midir?” dedim “Acaba?”<br />

“Orada da hapishaneler var mı? Kuşlar sadece<br />

keyfiyetten ötürü mü göç ediyorlar?”<br />

Ferhat Tunç megafonu aldı. Yaşlı bir kadını tanıttı<br />

o an. Alkışlar ve ıslıklar İstiklal’i çınlatıyordu. HDP<br />

bayraklı yirmi yirmi beş kişilik bir grup yukarıdan<br />

aşağı doğru yürüyüp alkışlar çalarak kendilerini<br />

yine alkışlarla karşılayan kalabalığın arasına karıştılar.<br />

70-300 Tele objektifi taktım. Tepe lambaları<br />

yanan polis otobüsünün önünde duran iki<br />

polisin dalga geçer gibi gülümsediğini rahatlıkla<br />

görebiliyordum.<br />

Birkaç kadının portresini aldım. Hatta o an Elif<br />

Teyze’yi düşündüm. Fotoğrafını çektiğim çok<br />

insanı öldürdüm çünkü… Oturduğum yerde,<br />

gözümü kadrajdan çekmeden etrafı dolandım.<br />

Birkaç defa o tarafa sonra bu tarafa çevirdim<br />

lensi. Sonra bir an durdum.<br />

19-20 yaşlarındaydı. Kadrajın içindeki yeşil çizgilerin<br />

ortasında öylece duruyordu. Yapayalnız.<br />

Karartı. Suskun. Siz daha iyi bilirsiniz ama sayın<br />

okuyucu, bir bilge hep şöyle der; “Acıyan yerin<br />

neresi olursa olsun, çığlık hep ağızdan çıkar…”<br />

Üzüntüden kararan insanlar vardır sayın okuyucu.<br />

Üzüntüden yanaklarında oyuklar açılan…<br />

Oradaydı. On beş yirmi metre ileride. Durdum.<br />

Gözüm kadrajda öylece bekledim. Sonra bir an<br />

gördüm, yanağından aşağı doğru bir damla yaş<br />

süzülüyordu. Ellerini kafasının arasına aldı. Bekledi.<br />

Göz çukurlarına yaşlar doluştu.<br />

Bazen fotoğraf makineme sığdırmaya uğraştığım<br />

acıların ta kendilerine seslenesim geliyor:<br />

“Kımıldamayın, çekiyorum…”<br />

***<br />

Yirmi dakika kadar sonra Tünel’in oralardaydık.<br />

Meltem bir butiğin camında asılı duran bir çantayı<br />

gösterdi. Bakındı. Kapıdaki kıza çantanın<br />

fiyatını sordu. Sonra “Kalsın!” dedi “O kadar<br />

para veremem…”<br />

Sonra yine tam da o an, kalabalığın arasından<br />

çıktı o: Civan… Kadrajdaki çocuk yani… Üzerinde<br />

düz ve gri bir t-shirt vardı. Ya da hayır. Tam<br />

hatırlamıyorum fakat üzerinde “Royalty” gibi bir<br />

şey yazıyordu. Tipik, anlamsız bir kumaş parçası...<br />

Ya da öyle bir şeydi işte, bilmiyorum…<br />

İki eli iki cebinde, her şeyden uzak ve öylece<br />

hiçti Civan. Üzerine kapanmış bir çağın yorgunluğu…<br />

O an Hatem’i anımsadım. Hislerim beni yanıltmadı.<br />

Vapurlar genellikle hikayeler taşıyan birer<br />

toplu taşıma aracıdır sayın okuyucu. Bunu ben<br />

de o gün öğrendim.<br />

***


Bu kez peşinden gittik Meltem’le. Kabataş-Kadıköy<br />

vapuru iskeleye yanaştı. Takip ettik. Burun<br />

kısmına oturdu. Gün batımı Haliç’i kamçılıyordu.<br />

Elleri iki yanında öylece bekliyordu Civan. Yanına<br />

oturduk.<br />

“İyi misin?” dedi Meltem. Yutkundu. Bir şey demedi<br />

bir süre.<br />

“Tamam” dedim içimden “Tamam, her şey iyi<br />

olacak…”<br />

Civan 19-20 yaşlarındadır. Bunu kendisi de<br />

bilmiyor. Üzüntüden kararan insanlar vardır sayın<br />

okuyucu, bunu zaten biliyorsunuz... Üzüntüden<br />

yanaklarında oyuklar açılan adamlar… Oradaydı.<br />

Yanımda.<br />

Kobane’den kaçmış. Amcası ile beraber. Annesi<br />

ve dört kardeşini kaybetmiş yolda. Sonra kampa<br />

gelmişler işte. Amcası yeniden öte tarafa dönmüş.<br />

Civan’ın annesini bulmak için. Birkaç gün<br />

beklemiş Civan. Öylece umutla. Ama yok. Sonra<br />

bir hafta, belki de on gün… Kimse gelmemiş…<br />

İçinde bir düş, kamptan ayrılmış, kaçmış yani.<br />

İstanbul’a gelmiş. İçini kocaman bir pişmanlık<br />

kaplamış sonra. Az çok Türkçe biliyor. En azından<br />

derdinin binde birini anlatabilecek kadar.<br />

***<br />

Kadıköy Rıhtım’dan Bakırköy iskelesine doğru<br />

yürüdük. İleride deniz fenerine uzanan kayalıkların<br />

üzerine çıktık.<br />

Burayı hatırlıyorum. Gezi’nin ilk günlerinde Meltem’le<br />

ilk kez bu tarafa geçmiş ve burada oturmuştuk.<br />

Elini tutmuştum hatta. Gezi Parkı’ndan<br />

gökyüzüne uçurulan dilek balonları bu açıklıktan<br />

kolaylıkla seçilebiliyordu o gün.<br />

Sonra sustuk hepimiz. Civan eksiltili Türkçesiyle<br />

söze girişti:<br />

“Abi o kadınlar çocukları için ağlıyordu değil mi?”<br />

“Evet” dedim “En azından kemiklerini bulmak<br />

için…”<br />

“Abi benim annem de çok ağlar” dedi “Çok<br />

ağlamıştır…”<br />

“Mutlaka” dedim “İçinde hisseder seni…”<br />

“Ya öldüyse?” dedi “Ben de bunu bilmiyorum<br />

işte…”<br />

Ağlamaklıydı.<br />

“Tamam” dedim omzunu sıkıp “Tamam, her şey<br />

iyi olacak…”<br />

***<br />

İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen acıları<br />

vardır sayın okuyucu. Bunu siz de biliyorsunuz.<br />

Belki normal şartlar altında açığa çıkmazlar<br />

ama yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />

Bütün geceyi yolda geçirdik. Birkaç kez kahve<br />

aldığımı hatırlıyorum. Sabaha karşı Adana-Gaziantep<br />

otoyolunda uykusuzluktan arabayı şeritte<br />

tutamadığımı da. Meltem hamileydi o günlerde.<br />

Öylece bırakıp nasıl da çıktım yola? Bir an önce<br />

İstanbul’a geri dönmeliydim ama, Civan’ı da<br />

öyle bırakamazdım. Beni bu hale sokan şeyi kim<br />

üstlenecek? DHKP-C mi?<br />

***<br />

Kırşehir’li bir arkadaşım var. İyi bir çocuk… Karartı<br />

yüzlü bir çocuk... Ki karartı olmak güzeldir<br />

sayın okuyucu. Eğer kararan siz değilseniz…<br />

Terk edilişini hatırlıyorum onun. Ne acıdır belki<br />

yalnızlık.<br />

Unutuluyoruz sayın okuyucu. Unutuluyoruz mütemadiyen,<br />

yerküre üzerinde... Doğuyor, büyüyor<br />

ve unutuluyoruz. Ama unutmuyoruz. Emin<br />

olun unutmuyoruz sayın okuyucu.<br />

Terk ediliyorsunuz sayın okuyucu. Mütemadiyen<br />

ve çok güzel terk ediliyorsunuz. Ve bir terk ediliş<br />

şöyle oluyor: Pencereden bakmayı öğreniyorsun,<br />

tıkanmış lavaboları açmayı; ocağın altını<br />

kısmayı öğreniyorsun sonra, güneşle konuşmayı…<br />

Terk edenler sadece sevgililer değildir bence<br />

fakat, Ahmet’in sanırım kalbi durdu o an. Ki bir<br />

noktadan sonra kir göstermez bazı hatıralar sayın<br />

okuyucu. Önce bir kadın gider, sonra arkadaşlar,<br />

sonra martılar, simitler falan…<br />

Bir keresinde Ankara’da bir akşam, Sakarya<br />

caddesi üzerinde bir barda oturup, tınılayan<br />

müziğe eşlik ederek seslenmiştim ona: “Elbet bir<br />

gün unutacağız, bu böyle yarım kalmayacak…”<br />

O akşam bilmem kaçıncı terk edilişimin arefesiydi.<br />

Nubar’la tanışmadan bir gün önceydi üstelik.<br />

O yirmi dört saat içerisinde kıyametler kopmuştu<br />

sonra… Arayıp Ankara Büyükşehir Belediyesi<br />

Fen İşleri Daire Başkanlığı’na da sorabilirsiniz<br />

ama, hatları cızırtı yapıyor, ne dediklerini anlamazsınız…<br />

Kimse hissedemez sayın okuyucu. Bir acı sadece<br />

bir başkasının sohbetine konuk olur, asla<br />

kalbine değil…<br />

Ahmet’e yıllar sonra sormuştum, “Unuttun mu?”<br />

demiştim:<br />

“Gelgelelim sonra burnumdaki eti aldılar.” dedi<br />

o an “Artık onsuzluktan daha çok sızlayabiliyorum.”<br />

***<br />

İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen acıları<br />

vardır sayın okuyucu. Yalansa yalan deyin...<br />

Belki normal şartlar altında açığa çıkmazlar ama<br />

yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />

Geçen gün aradı Ahmet. Unutmuş. Havadan,<br />

sudan, hatta Neşet Ertaş’tan, Kırşehir’in elmalarından<br />

konuştuk. Anneannesini anlattı sonra.<br />

Ne bileyim takma dişlerinden falan. Hep derim<br />

zaten: Dünyaya aşure yemeye gelmiş teyzeleri<br />

üzmeyin. Onları sevin. Onları koruyun. Bizler de<br />

büyüyoruz çünkü. Yakında çürüyüp ekşiyerek<br />

kokacağız hepimiz...<br />

“Mevsimlik işçiler bu yıl erken dönüyor abi.”<br />

dedi sonra Ahmet “Geçen yıl mutlu gelip mutlu<br />

gittiler oysa. Niye böyle oldu ki? Bir sürü şey<br />

almışlardı geçen yıl. Ha belki içleri dertlidir ki<br />

herhalde öyle... Bu yıl mutlu geldiler aslında ama<br />

ne bileyim erken gidiyorlar, huzursuzlar. Elimden<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

37


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

38<br />

geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum ama nasıl olacak bu işler bilmiyorum. Esnaf kızıyor<br />

burada ama yardım ediyorum. Benimle de küstüler. Ne zor şey abi yaşamak.”<br />

İyi çocuklar da var sayın okuyucu. İyi çocuklar, iyi umutlar. Varlar.<br />

***<br />

Kafamdaki her hücrede artık Suriye’liler oturuyor. Yaprak dökümlü bir parka nazır herhangi<br />

bir pencerelerden bağırıyor çocuklar. Bekliyorum, öylece bekliyorum. Bir başka gün, bir<br />

başka zaman, bir mucize yaratırım diye bekliyorum.<br />

Bir oğlum var. Adı Roni. Aydınlık demek üstelik. Korkuyorum çünkü bir oğlum var. Adı Roni.<br />

Aydınlık demek üstelik…<br />

***<br />

O gece Civan kayboldu ortadan. Karşıya geçmiş. Sınırın öte yanına. Bunu ben de çok sonra<br />

öğrendim. Kampta bekledim iki gün. Gelen giden yok. İstanbul’dan patronum aradı. Bir<br />

yalan uydurdum. Telefonu kapadım. Son gece kar bastırdı. Fırtına. Her şey bir sisin arasında<br />

kayboldu.<br />

***<br />

Bir ay sonra bir gece Acıbadem’deki evde pencereyi açıp sigaramı yakmıştım. Meltem iki<br />

gün önce doğum iznine ayrılmıştı. Doğuma daha bir ay vardı. Roni’nin tekmeleri o gece<br />

daha azdı. Bu sayede Meltem, erkenden uyumuştu. Bense bir yandan Soundcloud’dan<br />

Max Richter açmıştım. Belki baharın kokusunu içime çekemiyordum ama birinci katta, elli<br />

kedi besleyen üniversiteden hoca olarak atılma kadının balkonundan buram buram tüten<br />

çürük kokuları odaya doluşuyordu. Uyuyakaldım. O gece rüyamda gördüm onu. Civan’ı<br />

yani… Otopsi masasında uzanıyordu, çenesi bağlanmıştı ve yüzüne bir floresan tutulmuştu.<br />

Ama gülümsüyordu, inanın bana gülümsüyordu. Hatta inanır mısınız? Kürtçe bağırıyordu<br />

uzaktan biri ve hatta sonra adı bir düğünde oynanan halayı kastediyordu onun.<br />

Bir bilge değil ama ben hep şöyle derim; “Acıyan yerin neresi olursa olsun, çığlık hep ağızdan<br />

çıkar…”<br />

***<br />

Haberleri izleyemiyorum, gazeteleri okuyamıyorum. Adımı söyleyemiyor, umudumu avuçlarımda<br />

taşıyamıyorum. Bir oğlum var. Adı Roni. Aydınlık demek üstelik… Korkuyorum çünkü<br />

bir oğlum var, evet. Adı Roni. Aydınlık demek üstelik…<br />

Televizyonda gördüm sahildeki çocuğu geçen gün… “Nasıl yani, nasıl lan, nasıl ölür çocuklar?”<br />

dedim kendi kendime.<br />

Hatem, Civan, Nubar ve Ahmet. Bir gemi ayarlayacağım onlara bir gün. Sevdiğim herkesi<br />

alıp, buralardan gideceğiz, hem de gerçekten.<br />

***<br />

Eylül Akdeniz’e gayet ılık geldi bu sene... Kent merkezleri sıcak üstelik. Roni uyuyordu<br />

pusetinde. Karşıda duran adada otlar hışırdıyor, Tisan’ın beyaz evleri gün batımını eğreti bir<br />

turuncuyla selamlıyordu. Rüzgar yanağıma dokundu. Meltem’e döndüm.<br />

“Baypas ameliyatı tarihe karıştı o gün seninle…” dedim.<br />

Gülümsedi. Gülümsedik. O sustu, ben de sustum, yutkunduk öylece bir an. Roni’ye baktık,<br />

şöyle dedim:<br />

“Adın galiba bir kaldırım adıydı senin Antik Yunan’da”<br />

***<br />

Bazı zamanlar öyledir. Belki de ne bileyim, bazı yollar… Virajın arkasında ne olduğunu bilemezsiniz.<br />

Altı şeritli otobanda son sürat giderken, üzerinize göktaşı da düşebilir. Burası<br />

Dünya sayın okuyucu, burası Dünya çünkü…<br />

Şansınız varsa bire takar, derin bir nefes alır “Tamam” dersiniz “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />

***<br />

Hayat, bir çok kez vurdu. Hayat bizi bir çok kez vurdu çünkü hâlâ yaşıyoruz. Gelişine sert<br />

vurdu gerçekten. Iskalamıştı. Sahiden ıskalamıştı aslında. Yaşıyorduk ve utanıyorduk o gün,<br />

hem de orada. Sahile dalgalar vuruyordu.<br />

“Düşünsene” dedim “Belki de ufuk çizgisinin oradan mülteciler lastik botlarla geçiyordur”<br />

Yat turları demir alıp baslı gümbürtüleriyle uzaklaştılar .<br />

“Sanırım yine camları kırık otobüsler geçecek” dedim “Otobüsler geçecek evet, kentlerin<br />

orta yerinden üstelik. Edirne’ye mülteciler yürüyecek. Sokağa çıkma yasağı ilan edilecek<br />

tüm uzak şehirlerde, bir sürü umut infilak edecek kent meydanlarında ve sanırım en çok yine<br />

çocuklar ölecek…”<br />

Meltem karanlıkta parıldadı. Şalını kendi omzundan alıp Roni’nin üzerine örttü.<br />

“Besbelli bu kış çok uzun sürecek” dedi. Gülümsedik. Öylece gülümsedik…<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


SEVGİ DOĞAN<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

39


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

40<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Aylan ve Galİp’İn Türküsü<br />

MUSTAFA AĞAOĞLU<br />

Kandil gibi yanar adalar<br />

Bir boydan bir boya<br />

Bir renk cümbüşü alır götürür<br />

Veyahut ölünün başucunda yanan gözler olur<br />

Hüzünlü-acılı<br />

Aldanırım<br />

Cümbüşler-ışıklar çoktan unutuldu<br />

Toprağın altında<br />

Sudan yeni çıkmış bir çocuğun suretinde gömülüdür<br />

Hüzündür<br />

Bağlarımızı tekrar boydan boya saran ilk gençlik yangınıdır<br />

Firezler gibi tutuşuruz<br />

Bir boydan bir boya<br />

Çabuk geçer ateşi<br />

Çabuk biter harı<br />

Bir kül kalır-bir koca alan kapkara<br />

Derler ki eylül ayında böcekler-kuşlar<br />

Sahilinde ölen çocukların türküsüne başlar<br />

Erkenden yakılan türküler her ağustosta başlar kıyılarına varır<br />

Genç denizcilerin ölüsü kalkar<br />

Ağı çeker<br />

Bir türkü tutmuştur şimdi<br />

Alev olur geceler boyu<br />

Türküler türküler ışıklı-hüzünlü<br />

Ağlarında beşik gibi bir çocuğu sallar dururlar<br />

Ağlamadan<br />

Gülerek uyur<br />

Acının ve ölümün ardında hainler ve simsarlar<br />

Birde gözyaşı sevicileri kaldı<br />

Yaşam dedim bir ölüm çukuru<br />

Üstünde kelebekler<br />

Durdum oturdum ve düşündüm<br />

Küllerini avuçlarında tutanlar<br />

Ne kadar uzağa savurabilir kendini<br />

Konacakları yer bir koy<br />

Köpüklü veyahut dingin<br />

Yaşamak<br />

Yüreğin onmaz acıların umudu dedim<br />

Sarıldım bir bahar sandım<br />

illustrasyon: matteo lapenna<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

41


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

cenaze<br />

hüzünlerİ<br />

W. H. Auden<br />

Çeviri: Erge Özcan<br />

Tüm saatleri durdurun, telefonu kesin,<br />

Sulu bir kemik vererek,<br />

köpeğin havlamasını engelleyin,<br />

Piyanoları susturun ve çalarken<br />

boğuk sesli davullar,<br />

Tabutu çıkarın dışarı, gelsin yas tutanlar.<br />

Uçakların gökyüzünde inleyerek<br />

daire çizmesini sağlayın<br />

Yazarken gökyüzüne mesajı: “O öldü” diye<br />

Siyah fiyonklar takın,<br />

beyaz boyunlarına güvercinlerin<br />

Trafik polislerine siyah,<br />

pamuktan eldivenler giydirin.<br />

O benim Kuzey’imdi, Güney’imdi,<br />

Doğu’mdu ve Batı’mdı,<br />

Çalışma haftam ve pazar dinlencemdi.<br />

Öğlem, gece yarım, konuşmam, şarkım;<br />

Aşk sonsuza kadar sürer sandım; yanılmışım<br />

Artık yıldızlara gerek yok, söndürün hepsini<br />

Ay’ı paketleyin, parçalayın Güneş’i<br />

Boşaltın okyanusu, süpürün ormanı<br />

Artık hiçbir şey güzelleştiremez hayatı.<br />

42<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


AŞAMALAR<br />

Hermann Hesse<br />

Çeviri: Erge Özcan<br />

Her çiçeğin soluşu ve gençliğimizin geride kalışı gibi,<br />

Her aşamada yaşam, her erdem ve bizim gerçeklik algımız<br />

Doğduğu gibi bir gün sona erer.<br />

Yaşam bizi her yaşta çağırdığı için,<br />

Hazır ol kalbim, ayrılıklara, yeni çabalara,<br />

Cesaretle hazır ol, pişmanlık olmaksızın<br />

Eski bağların veremediği yeni bir ışığı bulmaya.<br />

Çünkü tüm başlangıçlarda sihirli bir güç yatar<br />

Bize yol göstermek ve yaşamamıza yardımcı olmak için,<br />

Uzak diyarlara sakince yol almamızı sağlamak ve<br />

Yuvaya dair duygularımızın bizi hapsetmesini engellemek için.<br />

Kozmik güç bizi kısıtlamaya çalışmaz,<br />

Aksine bizi daha geniş yerlere taşımayı amaçlar.<br />

Eğer biz kendimizin yaptığı bir yuvayı kabul edersek<br />

Tanıdık tüm bu alışkanlıklar tembellik yapacaktır.<br />

Ayrılışa ve gidişe hazırlıklı olmalıyız,<br />

Aksi takdirde kalıcılık denen şeyin kölesi olmaya devam ederiz.<br />

Ölüm anımız bile bizi daha taze ve yeni mekanlara gönderebilir<br />

Ve yaşam, bizi yeni yarışlara çağırabilir<br />

Bırak olsun kalbim, elveda de, son değil...<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

43


kalabalıklar<br />

dahİSİ<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

CHARLES BUKOWSKI<br />

ÇEVİRİ: ERGE ÖZCAN<br />

Ortalama bir insanda herhangi bir günde, herhangi bir orduyu doyuracak kadar<br />

Hainlik, nefret, şiddet, saçmalık mevcuttur.<br />

Cinayet işleme de en usta olanlar, cinayet aleyhine vaaz verenlerdir<br />

Nefret etmede en usta olanlar, sevgiyi vaaz edenlerdir<br />

Ve son olarak, savaşta en usta olanlar, barışı vaaz edenlerdir.<br />

Tanrıyı vaaz edenlerin, Tanrıya ihtiyacı vardır<br />

Barışı vaaz edenlerin, içlerinde barış yoktur.<br />

Barışı vaaz edenlerin, içlerinde sevgi yoktur.<br />

Vaazcılardan sakının<br />

Her şeyi bilenlerden sakının<br />

Sürekli kitap okuyanlardan sakının<br />

Fakirlikten iğrenenlerden yahut da onunla gurur duyanlardan sakının<br />

Çok çabuk övenlerden sakının,<br />

Çünkü onlar karşılığında övgüye ihtiyaç duyanlardır.<br />

Çabuk sansür edenlerden sakının,<br />

Çünkü onlar bilmediklerinden korkanlardır.<br />

Sürekli çevresinde kalabalık arayanlardan sakının,<br />

Çünkü onlar yalnızken, hiçbir şey olmayanlardır.<br />

Ortalama erkekten, ortalama kadından,<br />

Ve onların ortalama sevgisinden sakının!<br />

Onların sevgisi de ortalamadır ve daima ortalamayı arar.<br />

Fakat nefretlerinde bir deha yatmaktadır.<br />

Nefretlerinde seni, herhangi bir kimseyi öldürmeye yetecek kadar büyük bir deha yatmaktadır.<br />

Yalnızlık istemedikleri için,<br />

Yalnızlığı anlamadıkları için,<br />

Kendilerinden farklı olan herkesi yok etmeye çalışırlar.<br />

Sanat yaratma yetileri olmadığı için,<br />

Sanatı anlama yetileri de bulunmaz.<br />

Yaratıcıları oldukları başarısızlıklarını<br />

Dünyanın başarısızlığına yorarlar<br />

Yeterince sevmeyi başaramadıklarından,<br />

Senin sevginin de eksik olduğuna inanırlar.<br />

Ve senden nefret ederler!<br />

Ve nefretleri öyle mükemmel olur ki…<br />

Parlayan bir elmas gibi<br />

Bir bıçak gibi<br />

Bir dağ gibi<br />

Bir kaplan gibi<br />

Bir baldıran zehri gibi<br />

Onların en iyi oldukları sanattır nefret.<br />

44<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


illustrasyon: HIDIR MURAT DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

45


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

DİLEKLER<br />

Max Ehrmann<br />

Çeviri: Erge Özcan<br />

Gürültü ve karmaşanın arasında sessizce yol al<br />

Ve hatırla, sessizliğin içinde nasıl bir barışın var olabileceğini<br />

Mümkün olabildiğince, ama tutsak olmadan,<br />

Tüm insanlarla iyi geçin.<br />

Gerçeklerini sessiz fakat açık bir şekilde ifade et;<br />

Ve diğerlerini dinle,<br />

Donuk ve cahil olanlar dahil;<br />

Çünkü onların da kendilerine göre bir hikayeleri vardır.<br />

Yüksek sesle konuşan, agresif kişilerden uzak dur,<br />

Onlar ruha sıkıntı verenlerdir.<br />

46<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

Eğer kendini başkalarıyla kıyaslarsan,<br />

Ya kibirli ya da üzüntülü olursun;<br />

Çünkü her zaman senden daha iyi ve daha kötü olan birileri olacaktır.<br />

Başarılarından planların kadar sevinç duy<br />

Ne kadar mütevazi olursa olsun, kendi kariyerine duyduğun ilgiyi kaybetme<br />

Çünkü o, zamanın değişen hazinesi karşısında sahip olduğun gerçek mülktür.<br />

İş ilişkilerinde tedbiri elden bırakma;<br />

Çünkü dünya aldatmacalarla doludur.<br />

Fakat bu tedbirinin, seni erdeme karşı kör etmesine izin verme<br />

Çünkü hala pek çok insan, yüksek idealler için yaşamaktadır<br />

Ve her yerde yaşam, kahramanlıklarla doludur.<br />

Kendin ol!<br />

Özellikle, sevmediğin halde seviyormuş gibi davranma.<br />

Sevgi hakkında kuşkucu da olma;<br />

Çünkü sevgi, tüm o çoraklık ve hayal kırıklıklarına rağmen<br />

Aynı çimen gibi ansızın büyüyecektir.<br />

Yılların rehberliğini nazik bir şekilde kabul et,<br />

Gençliğine dair şeyleri ise asaletle terk et.<br />

Beklenmedik bir talihsizlikte seni koruyan güç olması için, ruhunu besle.<br />

Fakat kendini karanlık hayallerle de strese sokma<br />

Bil ki, pek çok korku, bitkinlik ve yalnızlıktan doğar<br />

Tüm bu disiplinin ötesinde,<br />

Kendine nazik ol!<br />

Çünkü sen de en az ağaçlar ve yıldızlar kadar,<br />

Bu evrenin çocuğusun<br />

Ve burada olmaya hakkın var.<br />

Kavrasan da kavramasan da<br />

Şüphesiz, evren olması gerektiği gibi işlemektedir.<br />

Bu sebeple, Tanrıyla barış içinde ol,<br />

Kendini onun ne olduğuna inandırmış olursan ol,<br />

Ve emek ve verimlerin ne olursa olsun,<br />

Yaşamın gürültülü karmaşası içinde, ruhundaki huzuru koru.<br />

Tüm yalanlarına, angaryasına ve hayal kırıklıklarına rağmen,<br />

Dünya hala güzeldir.<br />

Neşeli ol!<br />

Mutlu olmak için gayret et!


SEVGİ DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

47


SEVGİ DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

48<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


soğuk<br />

bİr<br />

ayrılış<br />

YASİN ÖZDİL<br />

Birbirimizin gözünden düştük önce. Bunu rapora eklemeliyim.<br />

Eskiden o bulaşık yıkarken bardakları düşürürdü. Diplerini iyi<br />

temizlemek gerekirmiş, sıkıca kavradığı halde her seferinde elinden<br />

fırlıyorlarmış. Köpükten dolayı, sen anlamazsın, derdi. Aslında ben<br />

anlardım. Sonuçta sırayla yıkıyorduk ya işte kadınsılığından hep<br />

kendi yıkıyormuş gibi hatırlıyordu. Sesimi çıkartmıyordum. O bardakları<br />

kırsa da ben onu kırmıyordum. Keşke hep bardaklar düşseydi<br />

gözünden. Dağılan camlar her yerime batsaydı da cam gibi gözlerinde<br />

umutsuzluğu görmeseydim. İlkokula yeni başlayan bir çocuğun okula<br />

gitme heyecanıyla bir araya gelip ‘’ekmek bitti’’ sözünü duyup bayinin<br />

önünden dağılan ihtiyarlar gibi dağılmasaydık. Masanın üstünde<br />

öylece uzanmış yatıyor evliliğimiz ve ben ölüm sebebini bulmaya<br />

çalışıyorum. Hafızam bir neşter edasıyla tam ortadan yarıyor hayatımızı.<br />

Onun gülüşüyle başlıyor her şey. Yalnızlıktan önce bile onun<br />

gülüşü vardı. Sonra etrafına koca bir evren kuruluyor. Neyim varsa<br />

yıkıyorum topraklarına sorgusuz sualsiz. Büyük vinçlerle çekiyorum<br />

kalbimi, sokağın girişine gözlerinin penceresine bakabilen bir ev<br />

dikiyorum. Aydınlattığı sokağın köşesinde sigara içen adamlar var.<br />

Biliyorum, hepsi onunla aydınlanmak istiyorlar. Ama onlar izmaritlerini<br />

duvar diplerinde bırakıyorlar. Bense gün doğarken tek tek<br />

topluyorum attıklarını. Evliyken, uyanınca saçlarını topladığım gibi.<br />

Hadi ben aydan başka geceyi aydınlatan bir çift el bulmuştum da o<br />

bende ne bulmuştu? Hatırlıyorum. Bir keresinde ‘’sende sürekli bir<br />

hüzün hali var ben galiba ona aşığım’’ demişti. Hüznüm bulaşıcıymış<br />

meğer. Kestiğim yerlerden gözyaşları akmaya başladı şimdi avuçlarıma.<br />

Nasıl katlandım onu o kadar üzmeye? Ben nasıl katlandım<br />

kendime? Önceleri sokağındaki taşları tek tek öpesim varken zamanla<br />

nasıl söktüm hepsini yerinden? Ama o da benim gecekonduma sırtını<br />

yaslamıştı. Dürüm yemeye gidelim dediğimde yüzünü ekşitmemişti<br />

mesela. Bununla aldatmıştı beni. Sonraları belediye gibi yavaştan<br />

oranın arsasının bana ait olmadığını hatırlatmaya başladı. ‘’Sana mı<br />

mecburum ben? Daha iyilerini de bulurum’’ demişti mesela. Bir gün<br />

uyandığımda gecekondumu yıkıp bina yapmak istediğini söylediğini<br />

duydum. Bıkmış bu çatlak duvarlardan. ‘’Daha düzgün bir adam<br />

olamaz mısın?’’ Oysa bilmiyordu ki ilk o çatlaklardan sızmıştı güzel<br />

kokusu içime. İşte böyle zehirlemeye başladık evliliğimizi. Şu an karar<br />

verdim. Ölüm nedeni kesinlikle zehirlenme. Hayır, hayır bu kadar<br />

basit olamaz. Sırf birbimizi değiştirmeye çalışıyoruz diye silinmiş olamayız<br />

bu topraklardan. Kentsel dönüşümle yok olmaz hiçbir mahalle.<br />

Sadece içlere kapanır bütün evlerin kapıları. Daha derinlere inmeliyim.<br />

Mesela kahvaltılardaki sessizliklerden bahsetmeliyim. ‘’Tuzu<br />

uzatır mısın?’’ gibi cümleler dahil değil. Kahvaltının kurulduğu sofranın<br />

altındaki örtünün desenlerini incelediğimiz sabahlardan bahsediyorum.<br />

‘’Neden anlatmıyorsun?’’ demişti. ‘’Neden anlamıyorsun’’<br />

demiştim ben de. Orda öylece oturuyo olmamı neden anlamıyordu?<br />

Balkonun kapısını sıkı sıkıya kapatmamı neden anlamıyordu? İçeri<br />

giren rüzgarın beni alıp götürmesinden korktuğumu bilmiyordu işte.<br />

Evimizin önündeki asmalara gülerek bakmıyordu artık. ‘’Yaprakların<br />

arasından kurtulup gözlerine değen sabah güneşi sana bir şey anlatmıyorsa<br />

ben anlatamam zaten’’ demiştim. Derinlere indikçe daha çok<br />

acı veriyordu hatıralar. Güzel günler silinip gidiyordu zihinlerden.<br />

Hepsi değil ama. Bir bakış, bir gülüş kalıyordu geriye. Mesela bana<br />

şarkı söylediği o akşamlar yapışmıştı aklımın duvarlarına. Ama kötü<br />

günler... İşte onlar hep orda bizi bekliyordu. Hafızanın bu ikiyüzlülüğü<br />

bitiriyordu bizi. Kızgınlık anında söylenmiş bir söz gelip sinsice<br />

giriyordu yatak odamıza. Dışardaki insanlar daha çabuk unutuyordu<br />

oysa. Bazen düşünüyorum da insanlar iyi ki unutuyordu yoksa<br />

aralarında yaşamaya nasıl yüzüm olurdu? İşte şimdi neşter doğru yere<br />

girmişti. Buz gibi evliliğimizin sıcak kalmış tek yeri hatıralardı. Fotoğraflarla<br />

ispatlanmaya çalışan gülümsemeler hafızalardaki gözyaşlarına<br />

direnemiyordu. Ben de daha fazlasını kaldıramayıp çekip gidiyordum.<br />

Çünkü bir kadının ağladığını görmek bütün göğünüzü karartmaya<br />

yetiyordu. Otopsimiz de burada bitiyordu.<br />

görsel: Åse Bjøntegård Oftedal<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

49


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

CEHENNEME<br />

DOĞRU<br />

UZAYAN<br />

GÖLGE<br />

FATİH AKÇA<br />

50<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


…bıraktım gözlerimi<br />

ipe asılan çamaşır gibi<br />

bayraklanan yüzümü es geçtim<br />

merhaba!<br />

ur!<br />

işte geldim<br />

gözlerini namlularla tokuştur<br />

ateşten ayraçlar kavramış ellerini<br />

çıkar ve göster kan durmayı öğrendiği gün<br />

başlar ölüm diyerek incit kuralları<br />

düğmemi ilikle kestiğin çocuk sesleriyle<br />

çünkü bahara yaprağı daldır<br />

aşk ve ur insanca bir sırdır<br />

bunu ör!<br />

aşktan bıçak bilemeyi öğrendim<br />

sürterek kendimi ağrıya<br />

oysa şiir uzaktan yaveridir aşkın deyip sustu<br />

kulaklarım kertildi pasla<br />

ovdum dudaklarımı zamanla<br />

bir ışık sessiz olsa da olur<br />

işte geldim is içinde ya da pustum aynalarda<br />

göğsüm açıl ölüm hep genç bir oyuktur<br />

sınadım ömrümü uzarken gölgem cehenneme<br />

bunu kimseye söyleme<br />

ey korkunç güzellikle çarpışan iç güdü<br />

nasılsın! hatırla kan da durur<br />

yaşamak ayrılıkla yüzerse<br />

kıtaların gök derisini takılır<br />

mızrakların ucuna aşkın kafatası<br />

merhaba!<br />

ur!<br />

İşte yaşadım<br />

kuşları korumak için kalkan trenlerde<br />

bunun için bıraktım gözlerimi<br />

görsel: Fritz Bielmeier<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

51


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

52<br />

görsel: noah hutson<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

vay EMİR YAKAMOZ<br />

otopsİ!<br />

Yapılan otopside kim olduğum değil, kim olmadığım ortaya çıktı. Oysa<br />

ben, benimle beraberken bilinmezleri bilen; bulunmazları bulan bir ben<br />

bilirdim ki bir daha bulamadım bendeki beni. Kalabalıktan kaçan kadınlar<br />

gibi eksik kaldığım her yanımı kızıl karanfillerle kurguladım. Ne kadar<br />

kırılırsam, o kadar kanıyordu kangren kıyılarımın kozaları. Cesedim kırış<br />

kırış olana dek, ne düşünce payı aradı ne de şaşılası bir dürüstlüğe sahip<br />

oldu. Sadece günah çıkarıyor, kirpiklerim tenimi öpüyor; sessizliğe<br />

sancı saran sakar sayıklamalar ölümün güvertesinde son düşünü bile<br />

bile yakıyordu.<br />

Sahi, kusursuzca mı ölmüştüm? Alacaklarımın peşinden koşarken,<br />

ödediklerimden dem vurmayı mı unutmuştum? Çoğalsam, dağılsam,<br />

doğursam da nihayetinde âşkla ölmüştüm. Kalbe cihad çağrısı yapan<br />

azılı bir militan vurdu beni. Kördüğüm olan ruhumun iplerini, uçurtmaya<br />

tutkun göğün ellerine gönülsüz teslim eden, yine onlardı.<br />

Ne duruyorsunuz, açsanıza bedenimi! Neyden korkuyorsunuz?<br />

Galeyana gelecek alfabemden mi, hıçkırık dergâhındaki son demden<br />

mi? İçimdeki kör kuyu bana istenilenden fazlasını vermemeyi aksi takdirde<br />

verebileceğimden fazlasını isteyeceklerini bağırıyordu.<br />

Âh, 21.5 cm’lik otopsi bıçağı gıdıkladın biraz! Unutma, dirilerin ölüm<br />

provası yaptığı yerden geldim ben. Evet, nefesin içindeki ölüm rengi<br />

de benim; yaşamın toprağında hüznün göğünü doğuran da. Gülhane<br />

Parkı’nda alınan havanın temizi, kirlisi de benim. İnadına tutunulan<br />

yaşamın kelebek ömrüne sığdırdığı gökkuşağı cenneti ben, tek hecenin<br />

ilminde bilerek ve isteyerek ölümü seçen yine ben…<br />

Cümlemi cebren cansızlıkla cezalandırmaya başlıyordu bileyleme<br />

masatı. Kurtarın beni, alaca ağlayan Anka’nın asıldığı âhir ağacında<br />

kesiyorlar bedenimi! İnsanın insana mıdır hep ilk işgali? Onlar imdadımı<br />

işittikçe, inzivaya imkân ilişiğinde ilerliyordum . Bardağın boş bölümü<br />

bile dolu artık, bilincim başka yere birikecek. Bırak yakamı doktor,<br />

benim artık ilmek ilmek örülen sağlamlığımdan bile şüphem var, hırçınlığım<br />

bundan…<br />

İçim içime sığmıyor doktor, ne yapıyorsun sahi? İnan bana, bugün bile<br />

aklımdaki ve gönlümdeki savaşları bitiremedim; sefam olsun scalpel kılıklı<br />

herif. Ne kadar uğraşsan da dökmeyeceğim içimi sana; bir yangının<br />

gözü olmuştum son döküşümde, o günden sonra kendime dolmayı<br />

seçtim. Hadi temizle temizleyebilirsen şimdi.<br />

Vur kır, parçala kes, böl, unutma ki insan kendisi için değil başkaları<br />

için bölünür, yeteri kadar boşluğa gömülüyken. Benimkine “hayata<br />

yetmezlik sendromu” diyorlardı zaten. Ömrüm boyunca rutubetli bir<br />

duvarın dibinde tekliğime terkedilip çürürken, ‘biz’ kadrosuna da hiç<br />

alınmamıştım.<br />

Neyse, buralar ürkütücü ve soğuk, derin manalarda üşümekteyim.<br />

İmgelerim de git gide bozuluyor sanırım. E yeter bunca satır aralarına<br />

düştüğüm, lime lime doğranırken. Bir şey söylemeliyim şöyle ki: deliliğe<br />

vurup saklamayacağım artık hıçkırıklarımı. Ömrüm ise bir kadavranın<br />

tenine sinen yakarış olacak şüphesiz. Gaipten duyduğum seslerin bağrından<br />

geliyor, içimdeki beni vuranın nefesi. Şu köşede de, üstü başı<br />

epeyce eskimiş ‘umut’ gözüküyor; Tanrım nasıl da yıpranmış! Hayatımın<br />

son demindeyim, bir tane sosyal mesaj vermeliyim:<br />

Ey insanlık! Madde olarak kalmanın verdiği çaresizliktesiniz, faturanızı<br />

atmayın, nasıl olsa değişeceksiniz…


görsel: jack spades<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

53


görsel: Matthew W. Manry<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

BİR<br />

VAPURUN<br />

OTOPSİSİ<br />

GİZEM ALTINORDU<br />

54<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


1.<br />

Boncuk’un Şükürleri.<br />

Kafasını göğe kaldırdı Şükrü Abi. Gök yoktu. Akasyalar, yabozlar ve göçecek kuşlar vardı. Martılar kargaları<br />

kovalıyordu, ama gök yoktu.<br />

-”Bu dünya bir gözden yaş niyetine düşmüş.”<br />

Şükrü Abi’nin tek gözünü, annesi Boncuk’un beslediği kedi mi yedi, bilmem. Ama diğer gözü dünyayı,<br />

sürekli izlediği denizin maviliğinde görürdü. Berrak, tertemiz.<br />

Annesi Boncuk, bir pencere önü çiçeğidir. Kedisi Böcek ise beslediği çiçeklerin üstünde uyurdu.<br />

-Boncukcum, nasılsın?<br />

-İyiyim vre, bi’ Avrupa’yı dolaştım da geldim.<br />

-Şükrü Abi mi bindirdi seni trene?<br />

-Yok, o abin çıkar mı meyhanesinden, ben yayan gittim de geldim.<br />

Bir meyhanem olsa, orada bir menekşe yetiştiririm, ismi Şükrü Abi. Balıkların adlarını, hangisinin kaç duble<br />

rakıya meze olacağını ezbere bilen. Adanın bütün sokaklarında bir kadını çimdirmişliği vardır elbet. Tek gözü,<br />

bütün kadınları güzel görür, iki kolu, hepsini sarardı.<br />

Vapurdayız. Altı otuz. Sabahtan, tüm müptezeller rakı bardaklarını saklar Hacıyatmaz’ın dolaplarına. Şükrü<br />

Abi cepçi. Şükrü Abi öyle çıkarır ki cebinden o bardağı, sanırsın ateş yakacak da, yeniden bir bardak yaratacak.<br />

İnce belli. Aklının hulyasında o dalgalar hep lodostan.<br />

-Gel gel, yangınları seyredelim.<br />

-Seyredelim be, Şükrü Abi, ama sen bana bakma.<br />

-Kızım, senden büyük yangın mı var?<br />

-Var Şükrü Abi. Bak Dragos’un zengin damlarına.<br />

-Şükrü Abi be.<br />

-Söyle ciğerparem.<br />

-Şu Kaşık Adası bir gün bizim olur mu dersin?<br />

-İki kadeh daha içersen bütün adalar senin ciğerim.<br />

Şükrü Abi. Pencere önü çiçeği Boncuk’un oğlu. Boncuk’un tatlı dilleri hiç susmasın diye, Allah’a inanır, dua<br />

ederdim. Ölmesindi. Boncuk ölürse, anneannem de ölürdü. Ölmesindi Boncuk. Bu sıkıntı Şükrü Abi’ye de<br />

sirayetti. Dedim:<br />

-Şükrü Abi, sevmedin mi be?<br />

-Sevmem mi, dedi. Yangın gibi sevdim de, Boncuk yalnız kalmasın. Döndüm.<br />

-Ellare, Şükrü Abi. Ben bakarım Boncuk’a, suyunu eksiltmem, sen git.<br />

Gitmedi. “Bu kadını bırakma” diye tembihledi etraftaki bütün adamlara. Gittiler.<br />

2.<br />

Vapurların Ölümü.<br />

Bir akşam oldu, iki oldu, beş oldu. Ada’dan vapurlar kalktı gitti, çok oldu. Ben ne bileyim, martıların adı ne.<br />

Ben akasyayı bilirim, dikenli ve çiçekli. O ki, pencere önünün bir başka bekçisi.<br />

“Ah ulan Şükrü Abi” dedim. Haber geldi.<br />

Bir Hacıyatmaz vapur. Lodos vakti. Kıyıya oturmuş. Dalgalar içine doluşmuş. İnatla dalgalara direnen tek<br />

filikası, tek gözü. Sayıklar dururmuş bir çiçeğin adını. Sefa apartmanı bilmemkaçıncı daire. Bütün sevdalılara<br />

sevdalı bir vapur. Yıldırımlar düşmüş üstüne, ortadan ikiye ayrılmış. Lodos vakti yıldırım düşmezdi hani? Hani,<br />

Hacıyatmaz batmazdı? Bu acı, boğaza düğümlenen zeytin çekirdeği.<br />

Kalbi durmuş makinenin. İpleri çürümüş, öyle yazmışlar. Zaten eski vapurlarmış bunlar, kumar oynamak<br />

artık yasakmış da falan. İçki içmek yasakmış da falan. Öyle yazmışlar. E öyle lodosların, tipilerin içinden eski<br />

vapurlar geçmemeliymiş, kaptanlar nasıl dikkat etmezmiş böyle şeylere. Öyle yazmışlar. Artık kalbi kaldırmayacakmış,<br />

zaten biliyormuş, ne diye içermiş böyle bir vapur. Öyle yazmışlar. Kaşık Adası’nın yan tarafı. Yazgısı<br />

böyleymişler. Öyle yazmışlar. Kader, bu coğrafyanın boyun büküğü. Kim koydu ilk şerhi, anidenlere?<br />

Velhasılı kelam, bizim vapur ölmüş, kalp krizi. Ben sandım, Boncuk’a birşey oldu, gittim Böcek’e sordum,<br />

Boncuk yok. Boncuk sâlada. Boncuk’u Avrupa’nın trenlerine şimdi kim bindirecek?<br />

Kızı yanındaymış. Sevmişti hani, Boncuk’u bırakamamıştı. Bir sevdanın gebeliğinden kızı. O görmüş.<br />

Aynı masada oturmuş rakı içiyordu, yangınlar bu sefer bize vurmada.<br />

Bir vapura güneş batarken, Şükrü Abi ölmüş.<br />

Göğe bakıyordu, gök, deniz, ada.<br />

“Bu dünya bir gözden yaş niyetine düşmüş.”<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

55


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

ölüm<br />

her<br />

ruhu<br />

serbest<br />

bırakır.<br />

YUNUS EMRE KOŞAR<br />

Sessiz. Çok fazla sessizlik. Bir gök gürültüsü kadar sessizlik. Bir fırtına kadar sessizlik. Bir ayrılık kadar sessizlik.<br />

‘’Anlat.’’<br />

Hızlı düşünmem gerekiyor. ‘’Yalnız hissediyorum.’’ Söylediklerim kafamda bir zil sesi gibi yankılandı. Belki deliriyorumdur.<br />

Ya da çoktan delirmiş olabilir miyim?<br />

‘’Sizce deliriyor muyum?’’<br />

‘’Evet.’’<br />

Ne dedi o? ‘’Ne dediniz?’’<br />

‘’Hayır, tabii ki delirmiyorsun.’’<br />

Delirmediğimi söyledi ama gözleri öyle demiyordu. Gerçekten bir doktora benziyordu. Çatık gri kaşları, buruşmuş<br />

alnı, dikkatlice ütülenmiş kareli gömleği, gömleğiyle aynı renkteki duvarda asılı olan bir diplomaya sahipti. Evet.<br />

Tam anlamıyla kafamdaki doktor imajına birebir uyuyordu. Gözlerini bana dikmiş bir şeyler söylememi bekliyordu.<br />

Hızlı düşünmem gerekiyor.<br />

‘’Sizce deliriyor muyum?’’ Aynı soruyu ikinci defa sordum. Bu konuda iyi hissetmiyorum.<br />

‘’Bu soruyu birden fazla sorman cevabı değiştirmeyecek, dinlenmen gerekiyor.’’<br />

Hayatımız, zamanın işleyişindeki anlık bir parıltı değil midir? İnsanlığın, ilk anından beri hissettiği şeyi yaşıyorum.<br />

Yalnızlık. Benim parıltım içimdeki boşluğum. Şimdi bir parıltı, sonra diğeri. Onun artık olmayışı düşüncesine alıştığım<br />

için kendimden nefret edeceğim. Bir yıl boyunca, zaman zaman aklıma gelir belki.<br />

‘’Bugünlük bu kadar yetmez mi?’’ Gömleğiyle aynı renkteki duvarlar üstüme geliyor gibi. Hüzün gibi sarı.<br />

‘’Pekala, gidebilirsin.’’<br />

Eve vardığımda akşam olmuştu. Sigara yakmalıyım. Neyi yanlış yaptım acaba?<br />

Yanlışlarımı ararken, bir şeye nasıl odaklanabilirim? Bir şeyler yazmalıyım.<br />

‘’ İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir.‘’<br />

Freud mutluluğu en uçlarda aramış, bedenini ve zihnini yormuştu belki de. Hepsi aynı bulanıklığın bir parçası gibi.<br />

Seçim yaptığımız illüzyonu yaratıyorlar. Mutluluk. İnsanların büyük bir kısmı mutlu olmak ne demek onu bile bilmiyor.<br />

Tercihlerimiz bizim için önceden hazırlanmış gibi. Çok uzun zaman önceden.<br />

‘’Kontrolün yokmuş gibi hissettiğin için üzgünüm.’’<br />

Bulanıklık. İllüzyon. Yine aynı odadayım. Duvarıyla aynı renk giyinen adamın odasındayım.<br />

‘’Yalnız olmak istemiyorum. Mutlu olmak istiyorum.’’ Mutluluk, yalnızlıkla zıt ölçüde. Ne kadar yalnızsam o kadar<br />

mutsuzum.<br />

Yazıma devam etmeliyim. Kontrolü kaybediyorum. Ama hala doktorun odasındaydım.<br />

‘’Bana anlatmak zorundasın. Benden bir şeyler gizlersen sana yardımcı olamam. Neden yalnız hissettiğini anlat’’<br />

Sus artık! Hiçbir şey anlatmak zorunda değilim. Yine aynı bulanıklık. Doktorun söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu.<br />

Ben ise Freud’un alıntısıyla cümleme başlamıştım.<br />

‘’Uyanık mısın?’’<br />

Uyanık mıyım? ‘’Bilmiyorum. Odamda ne yapıyorsunuz?’’ Bu soruyu sorduktan sonra<br />

aslında odamda olmadığımı fark ettim. Freud’un alıntısı zihnimi kurcalıyor. Neden? Sanırım kayboluyorum. İçimdeki<br />

boşluk giderek büyümeye devam ediyor ve ben o boşluğun içinde kayboluyorum.<br />

‘’Çok fazla düşünüyorsun. Her şey üzerinde bu kadar çok düşünmemen gerekiyor.<br />

Herkes hata yapabilir. Önemli olan hatalarından...‐’’ ‐ ders çıkarmak‐ ‘’...‐ders çıkarmak.’’<br />

İşte yaşadığım dünya böyle bir yer. İnsanlar başka birini yönetmek ve kullanmak için birbirlerinin hatalarından<br />

medet umuyor. Sıcak, pis, acımasız insanlık döngüsü. Kendimi bu döngüden soyutluyorum. Kendimi kapattım.<br />

Kimsenin beni bulamayacağı soğuk, kusursuz labirentimi yarattım. Belki de yalnızlığı yenebilirim. Artık daha normal<br />

olabilirim.<br />

Instagram’da kedi fotoğraflarını beğenir, arkadaşlarımı etiketlerim. Belki yine o arkadaşlarımla sinemada Oscar’a<br />

56<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


görsel: jake melera<br />

aday filmleri izleriz. White chocolate mocha içerim. Kusursuz labirentimi daha sıcak bir hale getirebilirim.<br />

Ama hayır. Ben tüm bunların yerine duvarıyla aynı renkte giyinen adamın odasındayım. Tüm duvarlar üzerime gelirken, doktorun<br />

mu yoksa gerçekten duvarların mı üzerime geldiğini anlamıyorum. Sarı duvarlar kadar hüzünlüyüm. Yalnızım.<br />

‘’ İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir‘’ Yine Freud’un alıntısına bakıyorum. Kağıda yazdığım tek cümle bana ait<br />

olmayan bir cümle. Tüm hayatım gibi.<br />

Yaşadığım hayat bana ait değil. Hatırladığım anılar bile bana ait değil. Ne zamandır duvarıyla aynı renk giyinen adamı tanıyorum?<br />

Neden duvarıyla aynı renk giyinen adamı tanıyorum?<br />

‘’Anlat.’’<br />

Hızlı düşünmem gerekiyor. ‘’Ölüyorum.’’ Söylediklerim kafamda bir zil sesi gibi yankılandı. Belki deliriyorumdur. Ya da çoktan<br />

delirmiş olabilir miyim?<br />

‘’Sizce deliriyor muyum?’’<br />

‘’Hayır, tüm bunlar nasıl başladı?’’<br />

‐Pıt‐pıt‐pıt‐pıt‐ Şakaklarımdaki basıncı hissedebiliyorum.<br />

Bedenim ruhumun bir hapishanesi. Bedenimden kurtulduğumda her şeyi, her anıyı tekrar yaşayabiliyorum.<br />

‘’Bana gitme dediğini hatırlıyorum’’<br />

‘’Başka neyi hatırlıyorsun?’’<br />

Gözlerimi kapattığımda zamanda süzülüyorum. Sanki tüm yaşananlar..<br />

‘’Başka neyi hatırlıyorsun? Hızlı düşünmem gerekiyor.<br />

‘’Gittiğimi hatırlıyorum’’ Her şey, açıklamasını yapamadığım her şey o an başladı.<br />

Gidişimle kayboldum. Gittiğimde yolculuğumu asla tamamlayamadım. Yolun neresindeyim asla cevaplayamadım.<br />

‘’Gittiğimi ve bir daha hiçbir şeyin yolunda gitmediğini de hatırlıyorum, sizce deliriyor muyum?’’ ‐Pıt‐pıt‐pıt‐pıt‐ yine aynı basıncı<br />

hissediyorum şakaklarımda.<br />

Zihnimin bulanıklığı kış sabahların andırıyor. Önümü görmek için gözlerimi kısmak bir işe yaramıyor. Masamın başında, beyaz<br />

kağıda bakarken, kalemimi kemiriyorum. Yazıyı tamamladığımda daha iyi hissedeceğim sanırım.<br />

‘’ Onu unuttuğumu sanıyordum, sanırım unutamamışım. Bu his ruhumu kemiriyor. Çığlıklar sarmış dört bir yanımı. Zihnimde<br />

bir silah, namlusunda anılar. ‘’<br />

‘’Anlat.’’<br />

Bir kez daha duvarıyla aynı giyinen adam karşımda ve aynı şeyi söylüyor. Ne anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Gerçekten yaşıyor<br />

muyum bunları bundan bile emin olamıyorum. Zihnim bana oyun mu oynuyor? Doktora ilk ne zaman geldiğimi hatırlayamıyorum.<br />

Hızlı düşünmem gerekiyor. ‘’Yalnız hissediyorum.’’ Söylediklerim kafamda bir zil sesi gibi yankılandı. Daha önce de aynı cümleyi<br />

kurduğuma eminim. Deliriyor muyum? Ya da çoktan delirmiş olabilir miyim?<br />

‘’Sizce deliriyor muyum?’’ Bu soruyu da daha önce sorduğumu hatırlıyorum.<br />

‘’Evet.’’ Şakaklarımdaki basınç beni mahvediyor...<br />

‘’Ne dediniz?’’<br />

‘’Hayır, tabii ki delirmiyorsun.’’<br />

‘’Anlat’’<br />

Başa dönüyoruz. İçimdeki çığlıkları bastırıyorum.<br />

‘’Deliriyorum öyle değil mi?’’<br />

Anlık bir bulanıklık.<br />

‘’Anlat’’ . Zihnimdeki silah tek bir anıyı ateşleyip duruyor. İtiraf etmem gerekeni itiraf etmediğim sürece aynı döngüyü tekrar ediyorum.<br />

Fakat benim söyleyebileceklerim çok sessiz. Sessiz. Fazla sessiz. Bir gök gürültüsü kadar sessiz. Bir fırtına kadar sessiz. Bir<br />

ayrılık kadar sessiz. Ve bir ölüm kadar sessiz.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

57


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

DOĞAN ATEŞ<br />

karanlık<br />

çöktü<br />

geceye<br />

görsel: ıvan bastıen<br />

58<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Karanlıktan korktuğum gün öldü babam.<br />

Kelimeler düğümlendi. Kimseler konuşmadı. Yapraklar yollara saçıldı. Biraz sararmışlar. Ağaçlar<br />

koca binaların içerisindeki insanlar kadar yalnız. Aylardan eylül.<br />

Kara bir perde olarak gerildi karanlık. Bir yanı ölüm kokusu sardı diğer yanı ise yaşam korkusu.<br />

Ortada, hayali bir çizgi üzerinde yürümeye başlamıştım. Ağır bir yolculuk olacağını aklıma getirmemiştim.<br />

Çöl fırtınalarında gözüm kapalı yürüyordum, diyorum o zamanlar için. Fakat şehrin<br />

toprak yollarında olduğumu büyüdükçe anladım.<br />

Devlet gelmez bizim buralara. Televizyonların şaşalı dünyasına yirmi üç yaşımda gittiğim Ankara’da<br />

tanık oldum. Suyu iki sokak ötedeki kuyudan çıkarıyoruz. Kimi zaman içinden su yılanları<br />

da eşlik ediyor. Bir oldu. İki oldu. Üçüncüsünde artık başından tutabilecek kadar cesaretim vardı.<br />

Telefon mu? Mahallenin hatta üç sokak ötedeki insanların bile mektuplarını yazdığımı bilirim.<br />

Yazmayı böyle böyle sevdim. Her gün birisine yazıyordum. Babam öldüğü gün son cümlelerimi<br />

yazdım. Her şey başlıyorsa bitecekti. Yolun sonu çıkmazdı. Çıkmadı. Karanlık.<br />

Sabah kahvaltılarında domates, peynir, zeytin ve çaydan fazlasını ayda yılda bir görürdük. Bu<br />

bizim için en büyük devletti. Babamın evimizin içinde kurduğu devlet. Hemen önünden kara bir<br />

tren geçer. Toz duman pencerelerden içeri dolar. Devletin üzerinden tren geçiyormuş, dediğim zamanlar.<br />

Devlet, insanların üzerinden sahiden geçiyordu o zamanlar. Her köşe başında bir tank bir<br />

tabur asker. Vur. Şunu da vur. Yakala. Ensesinden tut gecenin. Devleti yıkacak karanlık. Aydınlık<br />

böyle böyle terk etti işte ülkenin sınırlarını. Kimse görmedi. Karanlık.<br />

Kaç yaşında olduğumun bir önemi o zamanlar için yoktu. Şimdi var mı onu da bilmiyorum. Yaşıyorum.<br />

İnsanın yaşının bir önemi yoktur ki. Sonu ölüm. Er ya da geç çalar kapını. Kapıyı üst üste<br />

iki kere kilitlemişsin çok mu? Ölüm, kurum kaplı bacadan da girer, derdi babam. Sonra sigarasını<br />

tüttürür içi kurum bağlardı. Ölüm ciğerlerinden gelmedi. Bekledi. Bekledikçe daha çok sigara içti.<br />

Yolun sonu çıkmadı. Devlet görmedi. Ciğerler. Karanlık.<br />

Şehrin iki kahvehanesi vardı. İkisi de çam ağaçlarının altındaydı. Benim için ikisi de kahvehane<br />

idi. Çocuktum. Yedi belki sekiz yaşında bir çocuk. Saklambaç oynamanın ne olduğunu sadece<br />

izleyerek öğrendiğim yaşlar. Meşin yuvarlağı okula giden çocukların konuşmalarından öğrendiğim<br />

bu yaşlarda kaybettim annemi. Bir bütün olmuştu pencere önündeki yatağı ile. Ben ise hep<br />

paramparça. Sarılamadık. Kokusunu duyamadık açlıktan kokan nefesimizi. O gün hissettiğim tek<br />

şey annemin buz gibi olan elleriydi. Kutupların soğuğunu taşımıştı ellerinde ve benim ellerim o<br />

günden sonra hiç ısınmadı. Sobaya daha çok odun attım soğuk kış aylarında. Biraz daha. Biraz<br />

daha. ‘’Oğlum odun kalmayacak, kış uzun sürecek’’ dedi babam. Üşüdüm. Pencere önünde, kafeste<br />

duran kuşumuz üşümesin istedim. Bir sabah titreyerek uyandım. O da titriyordu. Tek tek<br />

kapıları çaldım.<br />

‘’Sıcak bir yuva arıyorum. Kendim için değil. Bu kuş için. Bizde çok üşüyor artık’’<br />

Ayaklarım su ile doldu. Çamura bata çıka yürüdüm saatlerce. Yoruldum. Babamdan az biraz yaşlı<br />

bir amca kabul etti. İstediğim zaman onu görebilecekmişim bir de. Üzüntüm hafiflemedi. Eve<br />

döndüm. Kuşları cam arkasından izlemeye başladım. Saklambaç oynarken ağaçtan düşen çocuklara<br />

üzüldüm. Kanatları kırılmıştı çünkü. Meşin yuvarlağı patlayınca üzülen çocukların da üzüntüsüne<br />

eşlik ettim. Anlamadılar. Benim kuşumun yokluğunu hiç fark etmediler.<br />

Kuşlar geldi. Kuşlar gitti. Sabah kahvaltılarına bal ekledi babam. Tadımız yine de yerine gelmedi.<br />

Tuz ekti kahvaltı sofrasındaki domateslerin üzerine.. Ama nafile. Göç yıllarca süregeldi. Her şey<br />

değişti. Kara tren önce gecikti. Sonra hiç gelmez oldu. Kahvehanenin bahçesindeki çam ağaçları<br />

fırtınaya yenik düştü bir kış vakti. Yıkıldılar. Yerine yenisi hiç dikilmedi. Çocuklar evlerine kapandılar.<br />

Beni mi örnek aldılar? Hayır. Mumlar rafa kaldırıldı. Gaz lambaları süs niyetine asılmaya<br />

başlandı. Elektrikler kesilmez oldu. Buna alışmak kolay değildi. Gece lambası üretmişler. Gecen<br />

aydınlanıyor. Korkmuyorsun.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

59


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

On sekiz yaşındayım. Bir ses duydum. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Herkes evine dönmüştü<br />

çoktan. Kahvehanede de kimse kalmazdı. Dışarıda yağmurla birlikte bir fırtına kopuyordu. Gözlerimi<br />

açmadan seslendim babama. Ses etmedi. Yatağına doğru uzandım. Elimle şöyle bir yokladım.<br />

Hiç gelmemiş. Ayağa kalkıp bakmak istedim. Habersiz bakkala dahi gitmezdi oysa.<br />

Az önce duyduğum ses artık daha yakından geliyordu. Birileri kapının önünde konuşuyordu.<br />

Saniyeler sonra kapı çaldı. Gece lambasının aydınlığında yürüme başladım kapıya doğru. Kapıyı<br />

açar açmaz ‘’Nerede kaldın baba’’ diye bağıracaktım. Olmadı. Elektrikler gitti. Anlık bir korku ile<br />

kapıyı kapattım. Karanlığın ardında polislerin olduğunu öğrendiğimde tekrar kapıyı açtım. Hastaneye<br />

gitmemiz gerektiğini söylediler. Aceleyle giyinirken bir yandan titriyor bir yandan da korkuyordum.<br />

Ne olduğunu bilmiyordum. On beş dakikalık kısa bir yolculuktan sonra başhekimin<br />

odasına oturttular. Önünde duran kağıdı uzattı başhekim:<br />

Otopsi Raporu. Yakın mesafeden sırtına iki el ateş edilmiş. Ad Soyad? Babam.<br />

Koşarak eve gittim. Yağmur. Çamur. Fırtına. Korka korka koştum sokakların arasından. Bahçe<br />

kapısından geçip salona girdiğimde nefes nefese kalmıştım. Kuş kafesinin üzerine bir poşet geçirdim.<br />

Annem öldüğü zaman kuşumu bıraktığım, babamdan az biraz yaşlı amcanın evine yürüdüm.<br />

Çok geçmeden kapısını çaldım. Uzun uzun vurdum kapısına. Uykusundan uyanıp gelesiye kadar<br />

on dakika geçti. Hiç pes etmeden vuruyordum.<br />

Ne var, ne istiyorsun, dedi. Kuş, dedim. Aylar önce babam aldı, üşemeyecekti, söz vermişti bana.<br />

Sözünde duramadı. Yıllar önce de gelmiştim sana. Annem öldüğünde bir kuş getirmiştim. Tereddüt<br />

etmeden aldı. Kızmadı. Öfkelenmedi. Küfür etmedi. Şaşırmıştım. Bir iki adım attıktan sonra<br />

bir ağacın altına oturdum. Ağladım. Kimseler geçmiyordu sokaktan. Daha çok ağladım. Yağmura<br />

karıştı gözyaşlarım. Bir saat oldu. İki saat oldu. Sabaha karşı polisler evin önünde durdu. Ne olduğunu<br />

anlamadan ağacın arkasından izlemeye başladım. Konuşmalar az çok duyuluyordu.<br />

Ayağa kalktım. Hızlı adımlarla yürüdüm. İki polisin arasındaki adamın karşısına dikildim.<br />

Konuşamadım. Tek kelime çıkmadı dudaklarımın arasından. Koşarak içeriye girdim. Odaları tek<br />

tek dolaştım. Duvarlarda, masaların üzerlerinde, televizyonun yanı, pencerelerin önü.. akla gelebilecek<br />

her yer kuş. İçi pamukla doldurulmuş kuşlar. Annem öldüğü zaman getirdiğim kuş. Kitaplığın<br />

önünde. Az önceki kuş nerede peki? Mutfakta. Kanlar içinde. Yetişemedim.<br />

Yıllar önce dağlık arazide avlanırken de babam yetişememişti anneme ve bu adamın kurşunlarına<br />

yenik düşüp pencere kenarından devam etti hayatı izlemeye. Ben de yetişemedim babama. Üzgünüm.<br />

Karanlık. İlk kez korkuyorum. Karanlıktan korktuğum gün öldün baba.<br />

Yetişemedim.<br />

Karanlık çöktü geceye.<br />

60<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


SEVGİ DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

61


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

62<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


.<br />

kaotika<br />

EMRE YILDIRIM<br />

2023 iç savaşının ardından çok uluslu holdinglerin Yeni<br />

İstanbul projesini finanse edeceklerini duyurmasıyla<br />

imzalanan şartnameye göre Avrupa yakası beş bölgeye<br />

ayrılarak koordinasyon merkezi olacak, çizilen yeni sınırların<br />

dışında kalan Anadolu kesimiyle iletişim koparılacak,<br />

zamanında yeşilin hakim olduğu bu çorak topraklar kent<br />

pisliğinin aktığı bir çöplük olarak kullanılacaktı. Şirket<br />

temsilcilerinden oluşan Arı Kurul, İstanbul’un hırpalanmış<br />

dış cephesini kısa sürede onardı. Geçmişin koygun<br />

izlerinin silinmesi ve elitler arasında milliyetçi duyguların<br />

filizlenmemesi için kent mimarisini ‘ortak kültür, ortak anlayış’<br />

sloganı altında dünyanın diğer seçkin şehir kermenlerine<br />

benzeterek tek tipleştirdi. Devrimci eylemlerin sert<br />

karşılık bulacağı yüksek frekanslı radyo sinyalleriyle Asya<br />

kıtasının belirli bölgelerine yayıldı. Kurul bununla kalmayıp<br />

kentin dış surlarına dev dijital panolar asarak davasından<br />

vazgeçen asilere avamlardan farklı muamele edileceğinin<br />

ve sur dışı radyoaktif atıklar bölümünde görevlendirileceklerinin<br />

müjdesini verdi; türdeş ırkların mutluluk döngüsünün<br />

bilişim çağının bir getirisi olduğu, eşitlik idealinin<br />

verimsiz Anadolu topraklarında değil, ihtiyaçları gelişkin<br />

teknolojilerle karşılanan ekstropyanların yaşadığı dünya<br />

tüketim merkezlerinde aranması gerektiği ve devrimin<br />

bir illüzyon, gözetimin ise anayasal bir ayrıcalık olduğu<br />

propagandası gün aşırı yapıldı. Güncellenerek yaygınlaşan<br />

yüksek frekanslı sinyaller sayesinde binlerce devrimci<br />

kent kapılarına hücum etti, çelimsizler ayıklandı, yeterli<br />

kuvvete sahip bulunanlar milenyum başında üretilmiş<br />

yetersiz koruyucu kıyafetlerle donatılarak basitçe onurlandırıldıktan<br />

sonra bir daha çıkmamak üzere kimyasal<br />

atık mahzenlerinde köleliğe terk edildiler. Kentin mikrobik<br />

kalkanı dışına aktarılan kimyasal zehirler çorak toprakları<br />

gri bir toz bulutuyla kaplayıp asiler sermaye ve gücün<br />

önünde diz çöktükçe devrimciler ile cumhuriyetçilerin iç<br />

savaştaki sırt sırta mücadelesi unutuldu; davalarından<br />

vazgeçmeseler de, direniş söylencesi arazi halklarınca<br />

anılmaz oldu.<br />

Yeni İstanbul’da yaşayan ekstropyanlar; asiller, varsıllar,<br />

bürokratlar, neoburjuvalar ve rütbeli erillerden oluşmakta,<br />

Anadolu arazisinde ise sosyal, politik ve askeri etkinliğini<br />

yitirmiş paryalar ve baldırıçıplaklar hüküm sürmekteydi.<br />

Kentin manyetik koruma alanı içinde kalan Has Deniz haricindeki<br />

bölgede sular çekilmiş, iki ağzı doldurulup akış<br />

yasaklanınca güzelliğiyle birlikte boğazın nemli iklimi de<br />

kuraklaşmıştı. Ulaşım, yerçekimsiz trenler, 2040’lı yıllarda<br />

yaygınlaşmış göktaşıt ve skylonlarla Birleşik Avrupa Konfederasyonu<br />

topraklarına doğru sağlandığından değerini<br />

yitiren iç denizler kurutuldu. Boğaz üzerine kurulu dört<br />

köprü de aynı gerekçelerin yanı sıra Anadolu arazisiyle<br />

iletişimin kopartılması ve devrimci eylemlere zemin<br />

hazırlamaması amacıyla yıkıldı. Eski Haliç’i kapsayacak<br />

şekilde tasarlanan kalkan planına göre Balat sahili kubbe<br />

dışı alan sayılıp terk edilmişti. Saraylar yıkılmış, mabetler<br />

uçsuz bucaksız topraklara taşınmış, tepkiyle karşılaşmamak<br />

adına görkemli ama biçimsiz çelik binalar kent<br />

merkezinde yükselirken ötedünya inancı Kutsal Birikim<br />

Bankası’nda açılan zekat ve sadaka hesapları üzerinden<br />

güvenceye alınmıştı. İnsan doğasına ve estetiğe aykırı<br />

bu yapılar egemen gücün bir sembolü olarak ön plana<br />

çıkarıldı. Böyle anlatılmıştı devrimcilere; oysa aralarında kent<br />

surları içine girip olan biteni gözleriyle görmüş biri yoktu.<br />

Yalnız, Üsküdar-Sirkeci arası tüp geçit ile eskiden Kız Kulesi<br />

olarak anılan Tüm Gözlem Kulesi tahrip edilmeden bırakılmıştı.<br />

Devrimci İstihbarat Örgütü tarafından verilen bilgilere<br />

göre kule uzun zamandır askeri birliklerce korunuyor<br />

fakat bunun kesin nedeni anlaşılamıyordu. Ayrıca boğazın<br />

kurutulmasıyla ortaya çıkan dev vadinin göbeğindeki geçit<br />

adeta bir hortum gibi kıvrılarak harabe halindeki Sarayburnu’na<br />

varıyor, kubbe dışında kalmasına rağmen Üsküdar ve<br />

Sirkeci geçişlerinin iridyumla izole edilmesi gizemini koruyordu.<br />

İridyumu delmek asilerin imkanları ötesindeydi. Tüm<br />

Gözlem Kulesi’ne ulaşmak mümkün olsa da kule komutanı<br />

Albay Feramuz Fiskeli’nin namı Anadolu gerillaları arasında<br />

kulaktan kulağa dolaşıp efsaneleşmiş, yakaladığı asilerin bir<br />

daha geri dönmediği ayyuka çıkmıştı.<br />

Toz toprak içinde kalmış, acayip giyimli bir grup adam yaralıları<br />

yeraltı kliniğine açılan tünele taşıdılar. Aralarından biri<br />

bileğine monteli ileti aygıtıyla içeridekilere görsel kimlik onayı<br />

sundu. Kayalarla kamufle edilmiş kapı kum zemini titreterek<br />

açıldığında askerler yaralıları apar topar içeri aldılar, kapı<br />

gümbürtüyle kapandı, dışarıyla ilişki kesildi.<br />

Seyrinde gitmeyen bir şeyler olmalıydı ki hemşire ve doktorlar<br />

bu hırpanilerin başına üşüşerek soru yağdırmaya<br />

başladı. Beyaz kapının arasından bir baş uzanıp da “Getirin!<br />

Çabuk, çabuk!” diyene dek koşuşturma dakikalarca devam<br />

etti. Sedyeye yerleştirilen yaralılar ameliyata alınmadan<br />

hemen önce Dr. Cerrah Tongu göğsü kan içindeki sarı<br />

saçlı ere doğru eğildi, eliyle göğüs boşluğunu yoklayıp geri<br />

çekildi:<br />

“Bunu kurtaramayız, yarası derin. Şoka girmiş zaten, birazdan<br />

ölür. Bırakın yolculuğunda rahat etsin.”<br />

Hemşire sedyeyi ameliyathaneden çıkartırken “Yoldaş!” diyerek<br />

selam verdi, Dr. Tongu dava hiyerarşisi gereği verilen<br />

bu selamı gülümseyerek karşıladı. Ameliyathane hazırlandı,<br />

yaralının bileklerine ve göğüs çeperine elektrodlar takıldı.<br />

Dr. Tongu iri göğüslü, kızıl saçlı, güzel mi güzel ve çok<br />

bilmiş stajyerden güçlükle nefes alan adamın veri aktarımını<br />

yapmasını rica etti. Stajyer, biçarenin ense kökünde elini<br />

gezdirdi. Sedyenin karşısına yerleştirilmiş şeffaf ekran saniye<br />

geçmeden karmakarışık görsellerle doldu.<br />

Kaşlarını çatan Cerrah Tongu stajyere düşünceli bir ifadeyle<br />

bakıp “Çok kötü!” dedi. “Operasyon fiyaskoyla sonuçlanabilir.”<br />

“İçini açalım!” diye teklif etti stajyer, güneş gibi parlayan<br />

saçlarını kulak arkasına atarken.<br />

Dr. Tongu yüzünü buruşturdu, “İzin almak gerek ve o budalalara<br />

daha fazla dert anlatmak istemiyorum.”<br />

Kızılbaş “Ben hallederim,” diyerek kapıya yöneldi.<br />

Doktor yardımcısına güvenmesine rağmen sırıtarak sordu:<br />

“Sen! Nasıl halledecekmişsin bakalım?”<br />

Portakaldan daha büyük bir beyni olduğu her halinden belli<br />

olan kadın “Ben onlardan daha akıllıyım!” deyip önlüğünün<br />

üzerinden kalçasına bir tokat attı. Cerrah Tongu zihninde<br />

canlanan sahne nedeniyle stajyerin kapattığı kapıya hayranlıkla<br />

bakakaldı. Devrim güneşi beş dakika sonra elinde<br />

imzalı bir belgeyle geri geldi. Şunlar yazılıydı:<br />

Enformasyon Aktarım Komünü’ne,<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

63


20130106 kodlu ikinci nesil androidin veri aktarımı başarısızlıkla<br />

sonuçlandı. Sahip olduğu istihbarat göz önüne<br />

alındığında açık otopsi yapılması kritik önem arz etmektedir.<br />

İzin talebimi bilgeliğinize sunarım.<br />

Dr. Cerrah TONGU<br />

-ONAYLANDI<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

64<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

“Bravo kadın! İş bitiricilikte üstüne yok, başarılı bir devrim<br />

hekimi olacaksın.”<br />

Stajyer mahçup bir ifadeyle sırıttı: “Gerçekten böyle mi<br />

düşünüyorsunuz?”<br />

“Şey, hayır. Bence halk kurulunda yer almalısın. Bürokratik<br />

becerin tıp bilginden önde gidiyor.”<br />

“Kurula kadınları kabul etmiyorlar biliyorsunuz.”<br />

“Evet. Halbuki kurucuları kadınlardı.”<br />

Gözleri androidin üzerinde gezen stajyer iç çekerek “Kurallar<br />

değişiyor,” dedi.<br />

“Haklısın, devrim de devrilerek ilerler,” diye ekledi Dr.<br />

Tongu ve neşteri 0106’nın göğüs çeperine taktı. İnsansı<br />

cihaz beş santimlik alet derisine saplanır saplanmaz<br />

yerinden öyle bir fırladı ki hazırlıksız yakalanan doktorla<br />

stajyer geri adım atıp sendelediler. 0106 ezberindekileri<br />

dökmeye başladı:<br />

“Devrim: Tahakküm, otorite ve zorbalığa karşı yeni,<br />

eşitlikçi ve aktif bir duruş sergilemenin en ideal yolu.<br />

Gerillalar olarak emelimiz Arı Kurul’u yıkarak Bağımsız<br />

Komün’ün haklı davasını sonuna kadar savunmak.<br />

Yeni İstanbul: Dünyanın kardeş halklarına karşı cephelenen,<br />

kültürel çeşitliliği yok ederek yeni bir etnik kimlik<br />

yaratma sevdasındaki kan emicilerin bina ettiği teknoküresel<br />

lağım çukuru.<br />

Devrim Tanrıları: Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir<br />

Ilyich Ulyanov, Leon Trotsky.<br />

Alt Başlık: Anarşizm…”<br />

“Ah Bakunin aşkına, sustur şunu be kadın!”<br />

Stajyer, elektrodların bağlı olduğu cihazda birkaç tuşa<br />

bastı. Kablolarda hafif bir gerilme oldu ve verilen akım<br />

0106’yı sakinleştirdi. Cerrah Tongu neşteri androidin<br />

göğsüne daldırdı, boşluğa kadar kesti ve iki eliyle tutup<br />

kalın deriyi ayırdı. Yarı baygın halde operasyonu izleyen<br />

0106 gülümseyince “Ne gülüyorsun evladım?” diye<br />

sordu Dr.Tongu.<br />

“Gıdıklandım,” dedi er. “Ne yapıyorsunuz?”<br />

Stajyer “Bilgilere erişmek için seni tamir etmemiz lazım,<br />

otopsi yapıyoruz!” diye çıkıştı.<br />

0106’nın mayışık suratı endişeden uzak, bakışları düşsüz<br />

ve huzurluydu. Son bir gayretle “Ben ölü değilim ki!” diye<br />

yakardı.<br />

Devrimci tıpçılar kısık sesle gülüşüp birbirine baktı. Doktor:<br />

“Ölü olmadığını biliyoruz yoldaş ama yaşadığın da pek<br />

söylenemez öyle değil mi?” deyince kendini tutamayan<br />

yoldaşlar ameliyathanenin gri duvarları arasında yankılanacak,<br />

kuvvetli bir kahkaha koyverdiler. Devrelerindeki<br />

gerilim arttıkça duyusal kodları hareketlenen 0106 kendinden<br />

geçmeden evvel şöyle sayıkladı:<br />

“Ne ala! Kimse yok. Patlamalar ve sızı yok. Emirler<br />

sustu. Vicdanımın şakımasını duyuyorum. Böyle olmalı<br />

ölmek, böyle olmalıydı yaşamak. Zorlamalardan uzak,<br />

hür düşüncelerle, barış içinde ve kedersiz. Suskunluğun<br />

emirleri nasıl reddedilmez bir nidayla sesleniyor; suskunlukta<br />

vicdanım devrim subaylarından daha ceberut bir<br />

tanrı! Olanları defalarca düşünmek, anları tekrar tekrar<br />

yaşayıp hatırlamaktan daha vahim bir sürgün mü var?<br />

Ah, niçin var olduğumu bilmiyorum; gitmeyi isteyeceğim<br />

bir cennetim bile yok!”<br />

Dr. Tongu yarım saat içinde arızayı bulup giderdi. Faşist<br />

alerjisi olan android 0106 bu esnada yarı uyanık şekilde<br />

sayıklamaya devam ediyor, ara sıra başını öne eğip kurcaladıkları<br />

mekanik donanımına bakarak tatlılıkla gülümsüyordu.<br />

Doktorlar için bu gülümsemenin korkutucu bir yanı<br />

vardı. Androidin yüzü kendi türlerine öyle benzer tasarlanmıştı<br />

ki, jetpack motoruyla aynı malzemeden yapılmış<br />

organlarında gezen ellere gülümsemesi hüzünlendiriyordu<br />

onları. Devrim kanunlarına aykırıydı bu keder. Devrimci<br />

pratik olmalıydı, olaylara işlevsel yaklaşmalı, katışıksız bir<br />

kıymet olan materyal gerçeğe ulaşmanın yollarını arayıp<br />

duyguların ötesini görebilmeliydi. Duygu! İnsanlığın başına<br />

ne geliyorsa bu naif hisler yüzündendi. Androidler de faşist<br />

diktatörler tarafından bu yüzden üretilmiş, hissiz ve cabbar<br />

olan bipedler sayesinde savaşlar daha net sonuçlar vermeye<br />

başlamıştı. İşe yaramaz hurdalar asilerin eline geçince<br />

devrimsel kodlarla yeniden programlanmış, makineler saf<br />

değiştirip antifaşist biyonik komandolara dönüşmüştü.<br />

Dr. Tongu elindeki tornavidayı 0106’nın gözüne yaklaştırıp<br />

“Bak yoldaş!” dedi. “Eğer bir daha gülümseyecek olursan<br />

kafatasındaki bütün vidaları sökerim!”<br />

Android kasılarak gülmeye başladı. Bir yandan dolanmış<br />

dilinden ötürü yarım yamalak özür diliyor, diğer yandan<br />

ruhsuz bir ifadeyle gülüp titriyordu.<br />

“Seni öldürürüm!” dedi Dr. Tongu.<br />

Devrimci tavrından vazgeçmeyen 0106 “Öyle olsun!” diye<br />

söylendi. “Ama unutma doktor; beni öldüren sen isen, ellerin<br />

kan içinde demektir.”<br />

Cerrah Tongu yağ içindeki ellerine baktı. Stajyerle göz göze<br />

gelip işlerini elden geldiğince çabuk halletmek için hızlandılar.<br />

“Kadın!” diye seslendi doktor. “Şuna ters akım başlat, kendine<br />

gelsin artık!”<br />

Stajyer kablolarla oynadı, bir iki düğmeye basıp masa altındaki<br />

pedala abanarak bir takım enerji salınımı üretti. Garip<br />

sesler çıktıktan sonra kablolar gerildi, androidin cildi, kas<br />

ve dokuları kıpırdadı, yüzündeki mayhoş ifade yerini cevval,<br />

kararlı ve cesur bir gerillanın tehditkar ciddiyetine bıraktı.<br />

Dr. Tongu “Şimdi anlat bakal…” demeye kalmadan stajyer<br />

lafa girip “Bana ne zaman ismimle hitap edeceksin?” diye<br />

sordu. Yersiz sorgudan rahatsız olan doktor sert çıkarak:<br />

“Kuralları biliyorsun. Titre sahip olmadıkça sadece bir kadın<br />

olarak kalırsın. Bu yüzden buradasın. Kimliğini edinmek<br />

için.”<br />

“Benim bir kimliğim var! Kendimi kanıtlamam için daha ne<br />

yapmam gerekiyor? Tek isteğim bana biraz kibar davranman!”<br />

“Sabretmeyi ve yetinmeyi öğrenmelisin. Bak devrim heyeti<br />

kimlik sevdasına komünden ayrılmak isteyen bir kadını karargahtan<br />

çıkartıp araziye saldı. İki gün sonra ağlayarak geri<br />

döndü, ajanlık yapıyor diye uyutmak zorunda kaldılar.”<br />

“Ben onlar gibi değilim!”<br />

“Hepimiz birbirimiz gibiyiz. Aynı maddeden üretildik, duygusal<br />

olmayı bırak.”<br />

“Duygusal mı? Bu karargahta benden daha zeki kadın<br />

olduğunu sanmıyorum!”<br />

Android ile Cerrah Tongu aynı anda bastılar kahkahayı.<br />

Münazarayı “Senin kafatasının içerisinde kocaman bir kalp<br />

var!” diyerek sonlandırdı doktor. Boydan boya yarılmış göğüs<br />

kafesinde ışıklar yanıp çarklar dönen 0106 “İyi dedin!”<br />

dedi, doktor ile ellerini buluşturup devrim selamı verirken<br />

ağızlarından “Kutsal Marx ve yüce Lenin pratiği!” sözü<br />

yükseldi.<br />

Ansızın ciddileşen Cerrah Tongu “Evet, zevzekliği bırak da<br />

anlat bakalım. Bizim için nelerin var?” deyip eğlenceyi yarıda<br />

kesti. Stajyer kollarını bağlayıp ikisini izlerken androidin<br />

nahoş çıplaklığı onu rahatsız etmedi. 0106 Yeni İstanbul’un<br />

detaylı bir haritasını çıkarmanın arazi şartları dolayısıyla<br />

mümkün olmadığını iddia etse de giriş çıkışları tespit edebildiklerini,<br />

kubbe içine giren yollardan dört tanesinin Balkanlar<br />

yönünde olduğunu, üç tanesinin kuzeye, üç tanesinin<br />

de Hriso Keras’a baktığını söyledi. Dr. Tongu boş gözlerle


akıp tek dokunuşla susturdu 0106’yı.<br />

“Bak,” dedi ılımlı ve tavizkar ses tonuyla. “Onlarca yıldır<br />

içimizden oraya giren olmadı. Bana doğru dürüst isimler<br />

lazım. Eski bir İstanbul haritası çıkartıp suratına yaklaştırdı:<br />

“Dediğin yerler nereler göster bakalım!”<br />

Androidin gösterdiği girişlere silindir şeklinde açıklıklar<br />

çizen Tongu bunları kubbe içine doğru uzatmaya başladı.<br />

Batı tarafına biri kapalı dört giriş, kuzey tarafına üç ve<br />

eski Haliç’e üç. Sonuncuyu da çizdikten sonra bir an<br />

duraksayıp hayretle haritaya daldı.<br />

“İnanılır gibi değil, şuna bak!”<br />

Eski İstanbul üzerine yerleştirdiği girişlerin birleştirilmiş<br />

eskizini stajyere gösterdi. “Neye benzediğini görüyor<br />

musun?”<br />

Boynunu kasıp gerileyerek çizimi daha dikkatli incelemeye<br />

çalışan kadın karalamayı bir şeye benzetemediğini<br />

söyledi. Cerrah Tongu elini 0106’nın göğsüne daldırıp üst<br />

sol taraftan bir mekanizmayı kablolarıyla birlikte çekince<br />

androidin gözleri fal taşı gibi açıldı:<br />

“Yandım!”<br />

Yoldaşlar itibarsızca ona baktılar. “Tepkisel koşullanma,”<br />

dedi 0106 mahcupça mırıldanarak.<br />

Doktor kafa sallayıp stajyere döndü ve androidden uzattığı<br />

on bir çıkışlı metal küple harita üzerine çizdiği şekil<br />

arasında bağ kurmasını bekledi.<br />

“Anlamıyorum!” diye dertlendi stajyer.<br />

Asabi bir tavırla “Bu ne?” diye soru Dr. Tongu.<br />

“Can küpü.”<br />

Öbür elini kaldırdı:<br />

“Peki bu ne?”<br />

“Harita.”<br />

Küpü haritadaki çizimin üzerine vurarak yerleştirdi.<br />

0106 “Ah!” diye inledi tekrar.<br />

Cerrah Tongu’nun çizimiyle can küpü arasında biri hariç<br />

bütün hatlar birbirini tutuyor, sadece altta, devrim karargahına<br />

beş bin metre ötedeki Haliç ağzına denk düşen<br />

bir girişte tutarsızlık göze çarpıyordu.<br />

“Şimdi anladın mı?” dedi Tongu otoriter bir tavırla.<br />

Gözlerini kısıp kaşlarını kaldıran kadın olumsuz yanıt<br />

verdi.<br />

“Kalp yoldaş kalp! Bu aptallar yaptıkları her işe bir hikmet,<br />

tanrısal bir düzenlilik getirmek için biyobenzeşimsel<br />

yaklaşımlar üretirler.” Parmağını Haliç’in eski boğazla<br />

birleştiği girintiye bastı.<br />

“Orada bir giriş daha olmalı!”<br />

“Orada giriş miriş yok. Bana bu alüminyum tuğlayı göstermek<br />

yerine basitçe ‘Kalp’ diyebilirdin,” diye söylendi<br />

stajyer.<br />

0106 “Ahh!” diye inledi. Dr. Tongu ve stajyer ‘Yeter!’<br />

dercesine baktılar.<br />

“Bu gerçekti,” dedi 0106. “Kalbimi kırdın!”<br />

Doktor androidin omzunu sabırsızca sarstı. “Haliç’te<br />

herhangi bir çıkış gözüne çarpmadı mı 0106? Manyetik<br />

tarama verilerine ulaşamıyoruz. Bize gördüklerini anlat.”<br />

“Etrafından dolanırken Hriso Keras’ı çevreleyen kubbenin<br />

tepesinde gürültülü bacalar gördüm. Açılıp kapandıkça<br />

yeşil-siyah bir duman üflüyorlardı. Üzerimizi kaplayan bu<br />

tabaka oradan sızıyor.”<br />

“Endüstriyel atık mahseni!” dedi şen şakrak bir kahkaha<br />

patlatan Cerrah Tongu. “Tahmin etmeliydim! Bizim tarafa<br />

dönük bir girişleri olmalı yoksa pisliklerini yığacak yer bulamazlar.<br />

Görünürde bir giriş yoksa yer altından mutlaka<br />

bir geçiş olmalı. Şu tüp geçit atıkları Anadolu’ya taşıyor<br />

olabilir.”<br />

Yumruğunu haritaya vurdu. “Tüm Gözlem Kulesi! Lanet<br />

olsun. Bu aptal kuleyi neden yıkmadıklarını tahmin etmeliydik.<br />

Adamlar hiçliğin, kepazeliğin ortasında balçığa<br />

batmış bir kuleye asker yerleştiriyor ve biz bunun nedenini<br />

bile sormuyoruz. Bu taraftan gelebilecek tek saldırı<br />

noktasını koruyorlar. Bazen fazla devrimci olduğumuzu<br />

düşünüyorum!”<br />

“Ne demek istiyorsun?” diye atıldı stajyer ayaklanarak.<br />

Dr. Tongu odadan apar topar çıkarken “Ara sıra yapıcı fikirler<br />

üretmeliyiz,” dedi. Android ile stajyer, doktorun arkasından<br />

kapının kapanışını izledi. Ameliyathaneden çok atölyeye<br />

benzer ufak odada, 0106 ve stajyer sessizce beklediler. Bir<br />

süre sonra 0106 oldukça patavatsız bir tavırla “Ona aşık<br />

mısın?” diye sordu.<br />

“Aşık mı? Biz devrimciyiz 0106! Dava için buradayız.”<br />

“Evet, evet biliyorum,” diye geçiştirdi 0106.<br />

“Ama ara sıra beni üzüyor.”<br />

“O zaman seviyorsun demektir.”<br />

“Klişe analizlerine ihtiyacım yok 0106! Bu karargahta her<br />

şey ölü!”<br />

“Kabul etmiyorum! Bu karargah devrimin kalbi. Özgür düşüncenin,<br />

bağımsızlığın ve yaşam hakkının savunulduğu yer<br />

burası. Bu karargah umudun kendisi.”<br />

“Umut mu? Burada artık kan ve kederden başka şey yok.”<br />

Kapı tiz bir sesle açıldı ve Dr. Tongu başta olmak üzere<br />

kamuflaj giysili, deri pantolonlu iki subay puro dumanı üfleyerek<br />

içeri girdi. Mahremiyet endişesiyle göğüs çeperini birleştirmeye<br />

çalışan 0106’ya “Rahat!” komutu verip, stajyerle<br />

yoldaş selamına gerek duymadan basitçe bakıştılar.<br />

“Anlat bakalım Cerrah,” dedi bir tanesi. Doktor bir çırpıda<br />

öngörüsünü dile getirdi:<br />

“Haliç bölgesinde bir giriş olduğunu sanıyorum. Androidler<br />

oradan girecekler. Muhtemelen korkunç bir manzara olacak<br />

ama bizimkileri etkilemez. Yeni İstanbul’u dev bir organizma<br />

olarak düşünün, Haliç girişi oranın sindirim sistemi. Sonrasını<br />

kestiremiyorum ama kubbenin altında bir yerlerde dev bir<br />

sera, yapay bir orman olması lazım; şehrin solunum sistemi.<br />

Bu lanet yarasaların yarattığı her şey yapay ama büyük<br />

gücün insan doğasında saklı olduğunu iyi biliyorlar. Daha<br />

kusursuz bir tasarım olamazdı.”<br />

“Nasıl girilecek?”<br />

“Kuleye saldırıp girişi öğreneceğiz. Teslim olan devrimcilerden<br />

atık bölümünde hayatta kalan var mı?”<br />

“Son teslim olanlardan biri Layemut. Yaşadığını umuyoruz.”<br />

“İşimizi görür. Gerisi size kalmış!”<br />

Gün içerisinde hazırlıklar tamamlanıp 0106’nın rötuşları<br />

yapıldı. Devrim kodlaması belirsiz bir hata verdiğinden<br />

doğru programlanamasa da kumandanlar androidin görev<br />

bilincinin ve sadakatinin yerinde olduğuna kanaat getirdiler.<br />

Muhafızlar 20130106 ile ona eşlik edecek dördüncü nesil<br />

devrimci android 17891407’yi tanıştırdılar. Karşılaşacakları<br />

zorluklar, şehrin çetin savunma mekanizması, gelişmiş<br />

silahlar ve askeri kuvvet hakkında bilgi verildi. Seçenek<br />

kalmaması halinde kullanması şartıyla 1789’un beline termonükleer<br />

bir bomba yerleştirilip sirenler, marşlar eşliğinde<br />

uğurlandılar.<br />

Engebeli araziyi bir çırpıda geçen androidler, öğlenin<br />

kavurucu sıcağında Tüm Gözlem Kulesi yakınlarına mevzilendiklerinde<br />

ortalık ıssız ve tehlikesizdi. Feramuz Fiskeli’nin<br />

kulede bir yerlerde olduğunu bilmeleri androidleri etkilemiyor,<br />

kodlarına yansıtılmamış bu bilgi dolayısıyla ürkeklik<br />

göstermiyorlar, görevlerini bir an önce yerine getirmek için<br />

can atıyorlardı. Yalnız, 0106’nın suratına yansımayan hüznü<br />

fark eden 1789 merakını dile getirdi:<br />

“İyi misin yoldaş?”<br />

0106 kafa sallamakla yetindi.<br />

“Biliyorum sıcak devrelerimizi gevşetiyor, biraz daha dayan,<br />

devrim tarihine adımızı yazdırmak üzereyiz.”<br />

Genç android’in dava aşkıyla çınlayan sesinde kahraman<br />

olacağına inanan yeni yetmelerin heyecanı seziliyordu.<br />

“Hadi ilerleyelim!” dedi 0106. Kulenin kapısına kadar beş<br />

yüz metre sürünüp, on beş metrelik beton temele belli<br />

etmeden tırmandılar. Girişe yaklaştıklarında kuleden<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

65


kahkaha ve müzik sesleri yükseliyor, iki askerin tok ve<br />

kaba konuşmaları duyuluyordu. Androidler doğru zaman<br />

olduğunu düşünüp kapıdan içeri daldılar.<br />

Sıcak temas beklendiğinden hızlı ve hasarsız atlatıldı.<br />

Yatakta yatan iki kapitalist komando yarı çıplak ve silahsızdı.<br />

Yanlarında boş yemek kapları, su dolu sürahiler,<br />

kullanılmamış birkaç kondom ve silahları duruyordu.<br />

Onları ne olduğunu anlayamadan etkisiz hale getirip üst<br />

kattan inen bir tanesiyle burun buruna geldiler. Bıyıklı<br />

ve sert mizaçlı er uzun menzilli lazer tüfeğini tutarken<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

titriyor, tetiğe basmayacağı her halinden anlaşılan adam<br />

ölmemek için gözleriyle yalvarıyordu. 0106’nın silahını<br />

yere indirip askeri yatıştırmasına zaman kalmadan 1789<br />

karnında koca bir delik açtı. Yere yığılan erin iç organları<br />

basamaklara yayıldı.<br />

Tiksinerek bakan 1789 “Biz en azından ortalığı bu kadar<br />

kirletmiyoruz!” diye söylendi. 0106 devrim kaideleri gereği<br />

susmayı tercih edip merdivenleri koşarak çıktı. Oradaydı.<br />

Anadolu arazisine çevrilmiş bir lazer mitralyözün<br />

başında, titreyen dizleri ve buruşuk suratıyla Albay Feramuz<br />

Fiskeli duruyordu. Bir baskın gerçekleşmeyeceğinden<br />

ve Anadolu arazisine saldıkları korkudan öyle emindi<br />

ki, beklemedik karşılaşma dolayısıyla önce androidlerin<br />

arasından sıyrılıp kaçmaya, beceremeyince mitralyöze<br />

tırmanıp pencereden atlamaya çalıştı; gözü yemeyince<br />

ellerini kaldırıp aman diledi. 0106 Albay’ın ellerini nanoteknoloji<br />

ürünü mıknatıslı kelepçelerle sabitledi.<br />

“Albay Fiskeli!” dedi gözlerinin içine bakarak. “Devrim yasaları<br />

gereğince tutuklusunuz. Şimdi sorularımıza cevap<br />

veriniz!”<br />

“Ben bir şey bilmiyorum!” diyerek sorgudan kurtulmaya<br />

çalıştı Feramuz Fiskeli.<br />

0106 tüp geçidin içinden kente giriş olup olmadığını<br />

sordu.<br />

“Siz,” dedi Albay büyüklük taslayarak. “Hep böyle saf<br />

oluyorsunuz. Ne yapacaksınız? Yeni İstanbul’u işgal edip<br />

eşitlik ve adalet mi dağıtacaksınız?”<br />

“Deneyeceğiz!” diye cevapladı 0106. “Şimdi bizi girişe<br />

götür.”<br />

“Kendi tarafınızda, kendi düzeniniz size yetmedi mi?<br />

Şehri istila edip insanları öldürerek mi devrim yapacaksınız?”<br />

“Devrim kanla gelir, kansız devam eder,” dedi 1789.<br />

0106 tekrar etti:<br />

“Bize geçidi gösterin! Gizli bir geçit olduğunu biliyoruz!”<br />

“Saçma! Siz imkanların peşindesiniz Stalin’in piçleri!”<br />

Kafasının yanına bir mermi sıktı 1789. Feramuz Fiskeli<br />

istemsizce eğildi.<br />

“Biz Stalinist değiliz ahmak herif! Marx’ın ışığında Lenin<br />

pratiğinin askerleriyiz!<br />

“2050’lere geldik, hala mı aynı hikaye!”<br />

Androidler cevap vermek yerine işe koyulmayı tercih ettiler.<br />

Gizli geçidi göstermesi için sürüklenmeden önce Albay<br />

“Siz makinelerin anlamadığı şey ne biliyor musunuz:<br />

Düşündüğünüz, inandığınız ne varsa size anlatılanlardan<br />

ve kodlardan ibaret. Tüm bu gördüğünüz düzen ve bizler,<br />

toplumsal iradesizliğin ve baskının ürünüyüz.”<br />

“Ee?” dedi 1789 albayın ensesine sertçe vurarak.<br />

“E si, siz de bizim ürünümüzsünüz. Hepsi yukarıdakilerin<br />

bir oyunu folyo beyinliler.”<br />

0106 ve 1789 bir an durup birbirlerine baktı. Albayın<br />

gösterdiği gizli girişten tüp geçide çıkıp atık mahzeninin<br />

derinliklerine doğru meyus androidler olarak düşünceli bir<br />

sessizlikle ilerlediler.<br />

Onları etkilemeyen gayritabii ve berbat bir koku sardı<br />

etraflarını. Feramuz Fiskeli yol boyunca birkaç kez durup<br />

öğürdü, eski ve yırtık ilanların bulunduğu duvarlara<br />

yaslanarak dinlenmek zorunda kaldı. Bir ara “Yeter!” diye<br />

yakındı. “Yeter daha fazla ilerleyemem, genzim tutuştu,<br />

66<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

ciğerlerim yanıyor.” 1789 yakasına yapışıp kent girişine kadar<br />

onlarla gelmeye zorlamasa gerisin geri döner, kimsenin<br />

onu bulamayacağı düşman topraklara sığınır, kaybolurdu.<br />

Devrimcilerin tüylerini ürperten Feramuz Fiskeli buydu işte.<br />

Tüp geçide inşa edilmiş bir yan yoldan kent surlarının ardına<br />

geçmeyi başardıklarında Albay kendinden geçmek üzereydi.<br />

0106 ona gitmesini söyledi. 1789 ise onun savaş esiri<br />

olduğunu iddia ederek yanlarına almalarını önerdi.<br />

“Bize yük olur. Kent merkezinde onunla uğraşamayız,” diye<br />

mazeretini açıkladı 0106.<br />

1789 öldürme fikri ortaya attığında Feramuz Fiskeli “Allah’tan<br />

kork!” diye bağırdı.<br />

Silahını indirdi android, başını dikleştirip ekşi ve küçümseyici<br />

bir ifade takındı:<br />

“Benim yaratıcım sensin ve senden korkmuyorum!”<br />

1789 şakağına dayadığı silahını ateşleyip tek mermiyle işini<br />

bitirdi Albay’ın. Böyle geldi on yılı aşkın zamandır devrim<br />

ve kapitalist kaynaklarında korkusuz diye anılan Feramuz<br />

Fiskeli’nin sonu.<br />

1789’un tüyler ürperten soğuk kanlılığı karşısında merhamet<br />

nutuğunun işe yaramayacağını bilen 0106 ‘yazık’<br />

dercesine kafa sallamakla yetindi. Teknolojik Çağ savaş<br />

hukukuna göre 1789’un Albay’ı öldürme hakkı vardı ancak<br />

0106’ya göre kendini başkasının canı üzerinde hak iddia<br />

edecek kadar üstün görmek kazanmanın değil, şiddete ve<br />

çarpık eğilimlere olan meyilin göstergesiydi. Bilinçlerin darağacı<br />

çoktan hazırdı ve uygun aday bulunca haklı katillere<br />

dönüşüyordu galipler.<br />

Dr. Tongu’nun dediği çıktı. Yan yol onları daha derli toplu,<br />

biraz daha aydınlık ve dinamik bir başka geçide çıkarttı.<br />

Sağlam bir maddeyle yalıtılmış koridorda ‘Geleceksel<br />

Lezzet’, ‘Uyum Hapı – Memnuniyet Garantisi-’, ‘Otoriteye<br />

İnanmak: Öğrenmekle Zaman Kaybetmeyin, Sizi Yönetenlere<br />

Güvenin’ türü dijital reklamlar bulunuyordu. Androidler<br />

ilerledikçe atık mahzeninin kimyasal buharıyla karışmış insan<br />

dışkısı kokusu yoğunlaştı. Dev borulardan gelen atıklar<br />

daha büyük bir havuzun içine boşaltılıyor, burada gördükleri<br />

işlem sonrasında yer altına inen başka bir dev boruyla baldırıçıplaklar<br />

bölgesine salınıyordu. Her defasında yenilenen<br />

bu işlemi, acayip kıyafetleri içinde tanınmaz hale gelmiş eski<br />

devrimciler üstlenmişti. Androidler yanlarından geçerken<br />

dönüp bakma ihtiyacı duymadılar. İşleriyle öylesine ilgili,<br />

emekleri dolayısıyla öyle uyuşmuş ve çaresizlerdi ki görevleri<br />

dışında bir şeye güç yetirip olan bitenin farkına varacak<br />

halleri kalmamıştı. Yalnız, bu isli, puslu, ağılı mahzenden<br />

çıkarlarken işçilerden bir tanesi gaz maskesini çıkartıp 0106<br />

ile göz göze geldi. Saçı sakalı karışmış, göz altları morarıp<br />

çökmüş, burnu damarlı, dişleri dökük ve umutsuz adamı<br />

0106’ya hatırlatan tebessümü oldu. Teslim olan devrimcilerin<br />

sonuncusu, bileği bükülmez cengaver Layemut idi<br />

bu. 0106 ona doğru adım atınca Layemut bir el hareketiyle<br />

androidleri durdurdu, beklemelerini işaret edip bir süreliğine<br />

kayboldu. Elinde bir kağıtla döndüğünde devrimci işçiler<br />

yerlerinden kıpırdamadan elden ele uzatarak androidlere<br />

ilettiler notu. Şunlar yazılıydı:<br />

-Yerimden ayrılamam. Burayı derhal terk edin. Karşınıza<br />

ormanlık bir alan çıkacak. Rahatça geçeceksiniz. Şehir içi<br />

ulaşım kanalları üç ayrı kola ayrılıyor. Ortadakini takip edince<br />

kent merkezine varacaksınız. Karşı direnişe kalkışacak kimse<br />

yok. Gördükleriniz sizi şaşırtabilir, davadan vazgeçmeyin.<br />

Saraya varın, bütün pisliği orası pompalıyor.<br />

Bipedler solunum sistemini hızla geçtiler. Yapay koruluktan<br />

aşağı inen yoldan şehrin keşmekeşliği görünüyor, yelpaze<br />

gibi sağa sola kıpırdayan binlerce insan kafası buyruksuz,<br />

başıboş dalgalanıyordu. Koruluğun şehirle kesişen kısmında<br />

çatala benzeyen bir yola geldiler. Ortadaki hariç diğer iki yol<br />

uzayıp bir tünele bağlanıyor, ortadaki ise kentin içine doğru<br />

daha ince yollara ayrılıp damarlanıyordu. Layemut’un dediği<br />

gibi ortadakinden devam ettiler.


“Dolaşım sistemi olmalı bu!” dedi 1789.<br />

Kent merkezine kadar askere, savunma mekanizmasına<br />

ya da namlusu onlara dönük taretlere rastlamadılar.<br />

Çatışmak zorunda kalmadıkları için memnun ama tetikte<br />

devam ettiler. Yeni İstanbul’un merkezine varan köşeyi<br />

döndüklerinde anlatılanlardan oldukça farklı bir manzara<br />

onları bekliyordu. Çaresizce savrulan binlerce insan<br />

metruk binalarla çevrili şehirde boş gözlerle dolanıyor;<br />

kimisi dileniyor kimisi de sindikleri duvar köşelerinde<br />

titreyerek ölümü bekliyordu. Yer yer çirkin üniformalı, şok<br />

coplu polisler ve sürekli yer değiştirip herkesi gözleyen<br />

mobil kameralar göze çarpıyordu. Neredeyse hiçbir<br />

binada pencere yoktu. İnsanı içine çekip çiğneyen sonra<br />

da geri tüküren gri ve tek tip yapılar estetik yoksunluğunun<br />

değil, insanı köleleştirmek isteyen uğursuz zihinlerin<br />

bir yansımasıydı. Kalabalığın yaklaşmaktan çekindiği bir<br />

yerde küçük, sulak bir bölge vardı. Sıcaktan bunalanların<br />

serinlemek için kullandığı parklarla çevrili gölet zaman<br />

içinde etrafı çoraklaşıp verimsizleşmiş bir hurdalığa, gri<br />

bir sisle kaplanmış, kabarcıklı, yeşil-siyah bir muhallebiye<br />

dönüşmüştü. Buranın hemen yakınında, kadınların<br />

zor kullanılarak erkeklerin altına atıldığı damsız bir yapı<br />

yükseliyor, biraz ötede, bitap düşmüş zayıf katırların<br />

üzerinde tombul kalantor özenle seçtikleri küçük çocukları<br />

kucaklayıp yanlarına katarak olağanüstü güzellikte bir<br />

sarayın yüksek duvarları içerisine kaçırıyordu. Beğenilmeyen<br />

ufaklıklar ise açlıktan gözü dönmüş adamlar tarafından<br />

hunharca tepelenerek kimi işlere koşuluyor, o lanet<br />

kuytuluklarda istismara uğruyor, birçoğu dayanamayıp<br />

ölüyor, hayatta kalanlar da sistemi sürdürecek vicdansızlara<br />

devşiriliyorlardı.<br />

Yüksek binalar, güneşten de parlak ışıklar, yaşamanın<br />

hakkını veren insanlar ve muhteşem bir intizam ile<br />

karşılaşmayı bekleyen 0106 bu çürük şehir karşısında<br />

silahını indirdi. Bir saniyeliğine, sadece bir saniyeliğine<br />

bu şartlarda süren gayrimeşru bir yaşamın, kıt koşullar<br />

el verdiğince devam eden hürlüğün ve çalınmış ümitlerle<br />

mutlu olmayı beklemenin nasıl olacağını hayal etti. Şehir<br />

merkezinin bayıltıcı pusuna doğru çekilirken bu şeytani<br />

karşılaşmanın huzursuzluğuyla aptallaştı.<br />

“Lenin, Marx, Bakunin, Mao…ve tüm tanrılar adına; bu<br />

ne rezillik!” dedi kaşlarını çatan 1789.<br />

Duvar dibinde oturan bir ihtiyara doğru yürüyen 0106<br />

“Anlamıyorum. Hiç anlamıyorum,” diye yakındı.<br />

Kısa, kır sakallı adamcağız gözlerini kapatmış dinleniyor,<br />

kavuşturduğu elleriyle midesini ovuşturuyordu. Androidleri<br />

görünce tane tane konuştu:<br />

“Söyleyin gençler! Bir cürüm mü işledik?”<br />

“Devrim tanrıları seni korusun ihtiyar. Biz Bağımsız Komün<br />

gerillasıyız. Şehre ne oldu böyle?”<br />

“A! Devrimci gençler, yolu yeni buldunuz anlaşılan. Şehre<br />

bir şey olduğu yok –inleyerek nefes alıp verdi- bu rüsvalık<br />

otuz yıldır devam ediyor. Şirketler istikrarı üç beş sene<br />

sağlayabildi. Ardından katmanlar arası bir pogrom patlak<br />

verdi ve her şey değişti. İstikrarsızlık değişimin habercisidir.<br />

İstikrar diye bağıran birini duyarsanız kurulu düzenin<br />

devamını istediğini anlayınız, istikrarsızlık devrimin<br />

annesidir. İşleri toparlayamayınca despot tavırlar başladı,<br />

yasaklar geldi, halk arasından bazıları şirket sahiplerine<br />

yardakçılık yapıp diğerleri üzerinde söz sahibi oldu.<br />

Korku, açlık ve iradesizlikle gelen istikrarsızlık beklenenin<br />

aksine faşist devrimi peydahladı. O duyduğunuz seçkinlik<br />

masalları, asil yaşamlar ve transhümanist düşler böylece<br />

yok oldu.”<br />

“Şu saray! Orada her şey yolunda gibi!”<br />

“Evet. Orası holding sahiplerinin, ailelerinin, ceo’ların ve<br />

çalışanlarının yaşadığı yer: Asalet ve Korunma Sarayı.<br />

Türlü pislikler döndüğü söyleniyor, artık umurumda bile<br />

değil.”<br />

“Anlaşıldı,” dedi 0106. “İstanbul’un kalbini bulmamız gerekiyor,<br />

bir fikrin var mı?”<br />

Adamın yorgun çehresi yumuşadı. Parmağıyla sarayı göstererek<br />

“İstanbul’un kalbi; buranın kalbi işte bu saray, o da<br />

kan ve keder pompalıyor!” dedi ihtiyar.<br />

Gitmeden önce 0106 Feramuz Fiskeli’yi tanıyıp tanımadığını<br />

sordu. İhtiyar, seneler önce sürekli olay çıkartan bir çetenin<br />

elebaşı olduğunu ve bu tür bir efsane yaratarak onu şehirden<br />

sürdüklerini anlatırken ekledi:<br />

“Korku imparatorluğunun öncelikli kaidesi: Hegemonya!”<br />

“Hegemonya!” dedi 1789. “Antonio Gramsci, 1891-1937…<br />

”<br />

0106 onu susturdu ve ihtiyarla selamlaşıp saraya doğru<br />

koştular. Yöneldikleri tarafta bir bağırış çağırış kopuyor, ellerindeki<br />

kağıtları sallayan halk esirlerle başkaldıranların dövüştürüldüğü<br />

kafesin önünde çılgınca tepiniyordu. Eli silahlı<br />

otomatonlardan tedirgin olmayan insanlar bu çileli yaşam<br />

yerine ölümü sorgusuzca kabullenebilecek bezginlikteydiler.<br />

Saray girişi korunmuyordu. Saltanatın mutlak hakimleri<br />

halkın sinikliğinden öylesine eminlerdi ki kapıya asker koymaya<br />

gerek duymamışlar, baskı ve zorbalıkla oluşturdukları<br />

otokontrolün halk arasında itidal sağlayacağından emin hale<br />

gelmişlerdi.<br />

Merdivenleri tırmandılar. Tanımadıkları ileri teknoloji ürünü<br />

eşyaları, araç-gereç ve cihazları arkalarında bırakıp, klasik<br />

müzik yayılan dev salona apar topar girdiler. İçeride imansız<br />

bir şölen vardı. Göbekli bunaklar gencecik kızlarla dans ediyor,<br />

bazısı kadınların uzuvlarından bir şeyler atıştırıyor, diğeri<br />

bir köpeği öldüresiye kırbaçlıyor ve zevk salyaları saçıyordu.<br />

Bitmişti her şey. 0106 sonsuz bir umutsuzlukla çevrelendiğini<br />

hissetti. 1789 gördüklerinden öyle tiksindi ki zırhının<br />

titanyum korumasını açtı. Onları fark eden kodamanlardan<br />

biri salonun ortasına çırılçıplak çıkıp androidleri işaret<br />

ederek savaşa, kana, ölüme ve adalet adına nara atmaya<br />

başladı. Şunlar duyuldu:<br />

“Askerler koşun! Onurumuz, namusumuz tehlikede! Sizler<br />

Yeni İstanbul rüyasının neferlerisiniz. Toprağınızı, milletinizi,<br />

asil ırkınızı kanınızın son damlasına kadar koruyunuz! Şehitlik<br />

için saldırın!”<br />

Salondan uluma benzeri bir ‘Hurra’ sesi yükseldi. Sağdan<br />

soldan çıkan modern yeniçeri kıyafetli, lazer silahlı, dev cüsseli,<br />

altıncı nesil siborglar ateş ederek androidlere koştular.<br />

Kargaşanın iyice uyardığı şiddetperestler tutkuyla birbirlerine<br />

saldırıp şehvet ve kan ile inleyerek sadistleştiler. Gösterişçi<br />

faşistlerden biri bu sahne karşısında elini diğerine çarparak<br />

“Hitler, Gentile ve Maistre adına, hayret bir şey!” dedi. “Bu<br />

numarayı her defasında yiyorlar.”<br />

Küçücük kızlar o gece orada insanlıklarını bıraktılar; hayvanlar<br />

o gece orada ne hata işlediklerini bilmeden can çekiştiler.<br />

1789 ve 0106 silahlarını indirdi. “1789,” dedi özgür bir<br />

dünya hayali kuran 0106. “Acı her yerde. Burada ve devrimde,<br />

sağda solda hep ölüm var. Kahrolsun ideolojiler ve<br />

insanı köleleştiren her şey 1789. İnsan olmadığım, kalpsiz<br />

olduğum için mutluyum.”<br />

1789 beline uzandı, “Kutsal Marx ve yüce Lenin pratiği!”<br />

deyip düğmeye bastı.<br />

Devrim karargahında bir koşuşturma baş gösterdi. Dr. Tongu<br />

ve stajyer kadın zevk inlemelerini yarıda kesip giyindiler.<br />

Komuta merkezine çıktıklarında Yeni İstanbul’un manyetik<br />

kubbesi içinde yayılan elektronik yaygaranın tadına vardılar.<br />

“Devrim kazandı!” diye bağırdı kumandanlar ve Dr. Tongu.<br />

Stajyer, doktorun kulağına yaklaşıp ağlamaklı ses tonuyla<br />

“On binlerce insan öldü!” dedi.<br />

Cerrah Tongu kısa kesti:<br />

“İhtilal satürn gibidir, kendi evlatlarını yer.”<br />

“Ama bu çok fazla…O kadar insan!”<br />

“Sana kafatasının içinde kalp taşıdığını söylemiştim. Boş ver<br />

bunları, biz kazandık Behice.”<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

67


Bİr Yazar OtopsİSİ Denemesİ<br />

Olarak İlk Kİtap:<br />

Hanene Ay Doğacak<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

HATİCE TOSUN<br />

Otopsi’yi “Ölüm sebebini belirlemek amacıyla bir cesedi inceleme işi, ölü açımıdır.” diye tanımlıyor<br />

Türk Dil Kurumu. Düzeltiyorum, birazdan yapılacak olan otopsi; “Doğuş sebebini belirlemek amacıyla<br />

bir yazarın ilk kitabını inceleme işi, satır açımıdır.”<br />

Ters çevrilen fincanlarda söyleyemediklerini duymak isteyen kulaklar vardır. Parmaklarını kıtlatarak beklerler<br />

karşıdaki dudaklardan dökülecek gizi. Bunca fısıltının arasında özellikle duyulmayanlar da vardır,<br />

duyulmak istenmeyenler de. O yüzden her falın sonu “hanene ay doğacak”la biter. Bir umut başlayan dökülmeler,<br />

iki avuç arasına gizlenen diğer sırlarla yine bir umut biter.<br />

Şebnem İşigüzel, bu ilk kitabıyla dillere pelesenk olan ‘aşk’ın duymazdan gelinen fısıltılarını çekip çıkarıyor.<br />

Aşkı, ameliyat masasına yatırıp kendine has neşteriyle ayyuka çıkarıyor. “O zamanlar çocuk sayılırdım.<br />

Şimdi olsa yazamazdım. Yazmazdım değil, yazamazdım.” dediği öykülerini yirmi yaş cesaretiyle<br />

sıçratıyor duvarlara: heteroseksüel, homoseksüel, ensest ilişkiyi; ölü seviciliği, tabu yıkan aşkın bilmediğimiz<br />

hallerini; gitmeleri, gelmeleri, kalmaları, kadını, erkeği ve çocuğu. Daha evvel sekiz günah eklenmişti<br />

insanın yasak listesine: kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke, tembellik ve gökkuşağı.<br />

İç içe geçmiş yaşamlarda dokuzuncu günahı ‘aşk’a veriyor İşigüzel ve oturuyor dokuz hikâye yazıyor.<br />

İlk hikâye olan Sevgili Bayan Ardavak, sonuna gelindiği zaman ‘ardavak’ın ‘kadavra’nın tersten okunuşu<br />

olduğunu hissettirebilecek incelikte, tabuları ters yüz ettiren, ölü sevici, alt metinde birden fazla kaygı taşıyan<br />

bir hikâyedir. Bedensel verilerinden yola çıkarak kadın kadavrasının hikâyesine âşık olan bir cerrah,<br />

bakirliğini aşka dönüştüren bir asistan, morg çekmecelerinde ameliyat masalarında sıcak su ile gevşetilen<br />

donuk etler; yaşanan günden uzak olmayan ama gözlerin hep zıt yöne çevrildiği bir kesitlerdir.<br />

“Ne üzücüdür ki, orta yaşlı morg görevlisi, âşık olduğu kadavranın katilini bulamadan tutuklanıp hapse<br />

girdi. Hapse girdi, çünkü her zamanki gibi demir çekmecesini çekip de sevgili kadavrasını bulamadı.<br />

Onun yan odada hocalar ve stajyerler tarafından kesilip biçildiğine tanık olunca da üçünü ağır yaralamış<br />

birisini de oracıkta öldürüvermiş. Ortalık kan içindeydi. Orta yaşlı morg görevlisi kadavranın üzerine kapanmış,<br />

onu yeni kaybetmişçesine ağlıyordu.”<br />

Sonrasında gelen üç hikâye ise bir “ensest ilişki üçlemesi” tadındadır: Tabut, Suya Yazılan Mektuplar, Bir<br />

Öğleden Sonra. Bilinçli olarak ensestin tüm türlerini deneyen İşigüzel; Tabut adlı hikâyede; dayı-yeğen<br />

ensestini, Suya Yazılan Mektuplar adlı hikâyede; anne-oğul ensestini ve son olarak da Bir Öğleden Sonra<br />

adlı hikâyede; baba-kız ensestini ele alır. Bu üç hikâyeyi üçleme yapan tek unsur “ensest “ortak paydası<br />

değildir tabii ki de. İşigüzel, imgelerini ustalıkla ardalamıştır hikâyelerine.<br />

Üçlemenin ilk halkası olan Tabut hikâyesinde hareket noktası olarak seçilen imge psikanaliz yaklaşımın<br />

da güçlü imgelerinden biri olan “ayna” dır:<br />

“Aynada yüzünü seyrederken sevdiği erkeği kaybetmiş bir kadının gözlerindeki ifadenin nasıl olabileceğini<br />

düşündü. “<br />

Hikâye, bir kadının aynasından sıçrayan kırılmalardan oluşmaktadır. Babasını kaybetmiş bir kız çocuğunun<br />

annesinin gözlerinde gördüğü çaresizlik; tavanındaki çatlaktan sızar, aynı kız çocuğunun bacak<br />

arasında elleri dolanan dayısına attığı bakıştaki çaresizlik ile birleşir ve memleketine kaçmaya çalışırken<br />

sevdiğini kaybeden tabut başındaki bir kadının bakışındaki çaresizlikte donar kalır. Bu hikâyedeki zaman<br />

* * *<br />

68<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

69


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

kırılmaları paragraf aralarına ustalıkla serpiştirilmiştir. Hikâyenin sonuna doğru vurgulanan mavi-mor<br />

arası bir renk imgesi okuru satır arasından üçlemenin ikinci halkası olan Suya Yazılan Mektuplar’a<br />

çekmektedir.<br />

Suya Yazılan Mektuplar hikâyesi bir başka adamla evlenmiş bir anne ile tüm tablolarında mavi-mor<br />

arası bir renk kullanan bir oğulun ensest ilişkisini anlatmaktadır. Esasında bu ilişkiye, kabul<br />

edilen tabirde ensest demek İşigüzel’in hikâyeyi, aradaki aşkı işleyiş tarzına haksızlık etmek olur.<br />

Hikâye, Freudyen bakış açısının desteklediği Oidipus Kompleks’ten beslenmektedir. Oidipus<br />

Komplekse göre erkek çocukların anneleri ile kurduğu bağ “normları kabul etme” evresine kadar<br />

cinsel haz boyutundadır. Ne zamanki erkek çocuk, baba faktörünü ve toplumsal normları kabul eder<br />

o vakit kompleks çözülmüş olur. İşigüzel, bu hikâyede çıkış noktasını bu saptamadan alıp normatif<br />

düzeni inkâr eden bir ilişkiyle nihayete erdirir. Bunun en güzel kanıtı annenin cevapsız kalan mektuplarıdır.<br />

Komplekse göre yanıtsız kalan aşk erkek evlada ait iken hikâyede ise durum anne aleyhine<br />

dönmektedir. Kompleksin en baskın belirtileri\ evreleri ve psikanaliz imgeler hikâyenin satır<br />

aralarına ustalıkla yedirilmiştir:<br />

“ Sen babanın yüzünü hiç hatırlamadığını, bazen benim yüzümü de unuttuğunu söylemiştin.” ( Erkek<br />

evladın baba faktörünü yok sayma\ saf dışı bırakma arzusudur.)<br />

“Yalnızca gözlerime siyah birer bant koymuşsun.” (Gözlerin kapatılması duyulan hazzı yok saymaya<br />

çalışan bir rüya imgesidir.)<br />

“Benden sürekli kaçmanın nedenlerini biliyorum. Artık sen de o düzenin tutsağısın. Yaşamda her<br />

şeyin bir düzeni vardır, öyle değil mi? Duyguların, para kazanmanın, tercihlerin, dileklerin…<br />

Birbirimizi anne oğul sevgisinin dışında sevmemiz bu düzene uymuyordu.” (Erkek evladın “ben”<br />

den sıyrılıp “simgesel düzen” e geçiş evresidir. Freudyen bakış açısına göre bu evrenin kabulü ile<br />

kompleks çözülmüş olur.)<br />

“ Bu dayanılmaz ağrılar başlamadan önce bir gece ay ışığının denize dökülmesinden cesaret alarak<br />

denize girdim. Karanlık sularda kulaç atarken cesaretim beni korkuyla baş başa bırakmıştı.<br />

Yarı yolda telaşla geri dönüp kumsala çıkmak istedim. Sonra yıldızsız gökyüzünde bir fluluk içinde<br />

görünen aya bakıp mağaraya doğru kulaç atmaya devam ettim. Mağarada dehşetli güzellikte bir<br />

karanlık vardı. Hafif bir dalga kayalara çarpıp dağılıyordu ve bu sesi dinlemek insana huzur veriyordu.<br />

“ ( Su ve deniz ile ilgili unsurlar psikanalitik açıdan anneyi ve anne rahmini temsil eder.<br />

Korkunun anne rahmine dönünce dineceğine, huzur bulunacağına inanılır; bir sığınak olarak görülür.<br />

Burada mağara sığınak olma noktasında anne rahmine benzetilmiştir. O yüzden mağaraya doğru<br />

yapılan yüzme eylemi korku ile başlayıp huzur ile sonlanmıştır.)<br />

Suya Yazılan Mektuplar’ın nihayeti ise okuru bir arafla karşılaştırmaktadır. Baştan beri kaleme alınan<br />

mektuplar var mıdır, bu annenin kendine ettiği bir bilinç oyunu mudur yoksa erkek evladın bir<br />

rüyası mıdır?<br />

Üçlemenin son zinciri olan Bir Öğleden Sonra hikâyesi de işte tam da buradan kendine çevirmesini<br />

sağlar okurun gözlerini. Belki de psikanalitik yazımın en yoğun olduğu hikâye olarak ön plana çıkmaktadır.<br />

Hikâye, ana karakter olan genç kızın rüyası ile başlar. Saatler sonra birebir hayatına geçirecek<br />

olduğu anları önce rüyasında prova eder ancak birkaç farkla; rüya boyu kendisinin yerine,<br />

geçen yaz kütüphanede onları suçüstü yakalayan memureyi; babasının yerine de kır saçlı bir adamı<br />

koyar, kendisi ise bir sokak köpeği olarak dâhil olur bu kurguya. Freudyen bakış açısı kapsamında<br />

rüyalar bilinçaltında gizlenen gerçeklerin, isteklerin bilinç yüzeyindeki anlatımı olarak kabul görür.<br />

O yüzden genç kızın rüyadan uyandıktan sonra defterine aldığı notlar esasında İşigüzel’in önümüze<br />

serdiği imgelerdir:<br />

“Kütüphane, bir saat, kütüphane memuru, soluk mavi ışık, kitapçı vitrini, tüm renkler kayboldu,<br />

köpek, çaresiz, kır saçlı adam, havlama, kurbağaya dönüşen prens, taksi, şoför, kenar mahalle, hurdalıklar,<br />

‘Tsesne’, danışma, koridor, 13, kırık ayna, gözlerini sıkıca bağladılar, sıcak, gümüş çekmece<br />

sapı, annemle de yaptığını bilmeye katlanamıyorum, baba, biricik kızım.<br />

Her şey, rüyadan çok, yaşadığım pek çok şeyi dışarıdan izlemeye benziyordu.”<br />

70<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Görüldüğü üzere diğer iki öyküde de olduğu gibi zaman kırılması\rüya, ayna\ yansıma, mavi-mor arası<br />

bir renk\soluk mavi bir ışık imgeleri ve yaşanılan ilişkilerdeki gönüllülük\aşk hali bu öykünün de genelini<br />

teslim almış durumdadır. Sadece üçlemenin bu öyküsüne has olarak, kitabın ilk öyküsü olan Sevgili Bayan<br />

Ardavak’a gönderme yapan bir ayrıntı vardır. Kız ile babasının gitmeyi tercih ettikleri otelin adı olan Tsesne,<br />

kökenini ensest kelimesinin tersten yazılışından almaktadır. Son olarak İşigüzel, bu öykünün başına metinler<br />

arası geçiş, bir atıf ekleyerek edebiyatta ensest kavramını bilinçli kullandığının bir kez daha altını çizip üçlemeyi<br />

sonlandırmıştır:<br />

“Bil ki, şu benim oğlum, çocukluğundan beri kendi öz kız kardeşinin aşkıyla tutuşmuştur. Ergenlik yaşlarına<br />

ulaşır ulaşmaz aralarında o kötü hareket oluverdi. Ona dedim ki: “Bu alçakca hareketlerinden sakın!” Ne<br />

senden önce ne de senden sonra kimse bunu yapmamıştır ve yapmayacaktır. Yoksa hükümdarlar arasında<br />

ölünceye kadar utanç ve iğrençlik içinde kalacağız. Ve atlı tatarlar tüm dünyaya öykümüzü aktaracaklar!<br />

Binbir Gece Masalları”<br />

Benimle Ölür Müsün, varış noktasında başlayan bir aşk hikâyesidir. Âdemoğlu için hayatın başlangıç noktası<br />

doğum, varış noktası ise ölümdür. Bu öykü adamını elinden tutup varış notasına sürükleyen bir kadının<br />

hikâyesidir. Kadın, hikâyenin başında varışı kendi göğüsler, bile isteye.<br />

“Benimle ölür müsün?” demişti. Bunu sanki “Benimle birlikte yaşar mısın? Benimle evlenir misin? Benimle<br />

gelir misin? Benimle yürür müsün?” der gibi söylemişti. Ben yine aptalca şeyler söyleyip çıkıp gitmiştim.<br />

Bu gidemeyişle beraber adam ekseni etrafındaki tüm imgeleri bu varışın bir metaforu olarak işlemeye başlar.<br />

Yıllar evvel örgüt evindeki baskından sağ kurtulan iki kişiden biri olmasına hayıflanır. O kez gidemediği<br />

ölüme âşık olduğu kadınla da gidemediği için acziyetini dizlerine vurur. Şoförü olduğu otobüs, yaşam denilen<br />

olgunun bir örneklemidir artık onun için. İki kez ıskaladığı karar verme hakkını üçüncüde yakalamak<br />

ister. Tanrısının onun için seçtiği varış yolunu değil kendi yolunu seçmek ister. Kontağı çevirmedeki on beş<br />

dakikalık gecikmenin her duraktaki daimi yolcularını nasıl etkilediğini irdeler. Kendini yaratıcı, otobüsünü<br />

yaşam, durakları ve duraklardaki karakterleri kendi yaşamından kesitler olarak serpiştirir. Ve her birinin aslında<br />

ölümü nasıl da arzuladığını… Son kavşakta yolu seçer, bu kez kendi seçer ve geri kalan tüm sözleri gaz<br />

pedalına bırakır.<br />

“Sağdaki kanyona giden yola sapıyorum. Kimse ses çıkarmıyor. Beş yüz metre sonra uçurumla bitiyor, bunu<br />

biliyorlar. Hızlanıyorum. Yol üzerindeki banketlere çarpıp havaya uçuruyorum onları. Hepsinin yüzünde bir<br />

rahatlık var. Aynadan bütün yüzleri görüyorum. Gülüyorlar. Kahkahalarından otobüsün hırıltısını duyamıyorum.<br />

İşte yine o ‘sessizlik’.<br />

Onunla göz göze geliyoruz. Saçlarını gülerek savuruyor. Ben bütün gücümle gaza basıyorum. Ölüm bizi çağırıyor.<br />

Mavi otobüsüm birazdan boşlukta hızla yol alacak. Sevgili ölüm hepimiz seninle tanışmaktan büyük<br />

mutluluk duyacağız.”<br />

Hanene Ay Doğacak, bir umut başlamış hayatların aşksızlıkla çürümeye yüz tuttuğu dört duvar içinin hikâyesidir.<br />

Seçilmek yerine mahkûm olunan bir hayatın kalbi nasıl kuruttuğunu, bir adamın şefkat göstermeyen<br />

ellerinin etrafındaki kadınları birer küstüm çiçeğine çevirirken kendisine benzetemediği oğlunu da öfkeye<br />

bilediğini anlatmaktadır. İşigüzel, bu anlatımı yine evin kız evladının gözünden yapmaktadır. Kapattığı tüm<br />

fincanlarda haneye doğacak ayı hayal etmek yerine dört duvarını kendi isyanı ile aydınlatmıştır. Kadınlar ve<br />

çocuklar acının ve baskının bedelini ödeyen figürlerdir bu öyküde. Belki de kitaba ismini veren hikâye olmasının<br />

nedeni de budur.<br />

“Annem yine bir karafatma yakalamış. Yan tarafta fırın var. Bu yüzden ev karafatma kaynar. Yine tuvalete<br />

attı yakaladığı karafatmayı. Sifonu da çekti. Babam sinirlendi. Bir böcek için bu kadar su harcanır mı, diye.<br />

Sonra ben o böcek oldum. Kocaman bir insanın eli tiksinerek kavradı bedenimi. Derin bir su çukuruna düştüm.<br />

Buradan çıkamayacağımı biliyordum. Bu kadar ağır olabilir miydi su? Binlerce kez döndüm. Sonsuza<br />

kadar sürecek bir devinimdi bu.”<br />

Şehir Beni Terk Etti, yine bir varış noktası hikâyesidir. Bir yere varmanın hüznünün hikâyesi… Bir sabah<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

71


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

şehri terk etmek için uyananın terk edemediği yar, aile, dost, ev, alışkanlıklar, şehir tarafından nasıl<br />

da bir anda bırakılabildiğini anlatır. “Kalmak mı gitmek mi” kısır döngüsünü getirir okurun aklına.<br />

İnsanın da suçlu görülen şehir tarafından terk edildiği olmamış mıdır hiç?<br />

“Şehri terk edeceğim günün sabahında ortalık tuhaf bir sessizlik olduğunu bile hissetmedim. Önce<br />

çiçeklere su verdim. Sonra sokakların bomboş olduğunu gördüm. O sırada güneş yanığı omuzlarımın<br />

soyulduğunu fark ettim. Küçükken babamın sırtındaki zar inceliğindeki derileri soymaktan<br />

büyük zevk alırdım.<br />

Yeniden sokağa baktım. Dışarı çıktım. Dükkânlar açtık ama boştu. Her zaman kalabalık olduğunu<br />

bildiğim meydana doğru yürüdüm. Köşede renk renk çiçekler. Başında satıcısı yok. Sanki birazdan<br />

geleceklermiş gibi.<br />

Şehir beni terk etti işte.”<br />

İşigüzel, kitabın sonuna gelirken birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında birbirinin yansıması<br />

olan iki hikâye ile toparlamaya başlar ameliyat masasını.<br />

Sondan bir önceki hikâye olan Bir Filmin Son Sahnesi İçin Gerçek Yaşamdan Alıntılar, alt yapısına<br />

Gidon Kremer’in “Aşktan önemli hiçbir şey olamaz.” mottosunu yerleştirmiştir. Bir adamın<br />

ağzından hayatın camdan kesitlerini maddeler; gereklilikleri, yaşamı, sevgiyi, yaklaşılan sonu, varış<br />

noktasından sonra başlayan sonsuzu. Ardından gelen Ayrıntılı Planlarımız Buraya Kadar hikâyesi<br />

ise perde kapanmadan evvel yükselen final müziğidir. Ki öykü ismini de işlediği tema ile paralel<br />

olan The End (The Doors adlı grubun bir parçasıdır.) şarkısının sözlerinden almıştır. Hikâye, doğumunu<br />

bekleyen bir kadının yan yatakta on sene evvelki kendisiyle girdiği diyalogları anlatır.<br />

İşigüzel, şüphesiz ki bu dokuz hikâye ile okurun gövdesinde etkiler yaratmayı amaçlamıştır. Kaleme<br />

aldığı yıllar da hesaba katılırsa okuyanın ruhunu eğip bükmek, sarsmak, zihin labirentine güçlü<br />

bloklar eklemek gibi keskin arzuları olmuştur. Hatta gözler önüne serdikleri, bir dönem kitabın<br />

basımını yasaklayacak kadar sahici bulunmuştur. Toplumdaki profil çeşitlerinden en kuytuya itilenleri<br />

özenle çekip üzerindeki örümcek ağlarını steril suratlara fırlatmıştır. Belki de bu yüzden ilk<br />

etapta adı bir mahlas sanılmış, yirmi yaşındaki bir genç kadının bu denli köklü metinleri umuma<br />

açabileceğine inanılmamıştır. Ve hatta akabinde öykülerindeki elle tutulur saptamaları yüzünden<br />

yazdıklarının bizzat yaşadıkları olduğu yönünde efsaneler de kahve fincanlarından kulak arkalarına<br />

sızmıştır. Oysa burada genç bir kadının sayıklamak yerine haykırmak gibi; başkalarınca zehirli bulunabilecek<br />

bir duruşundan bahsedilmelidir.<br />

Edebiyat kuramlarının yazara dönük penceresinde; yazarın kişiliği ile eserleri arasında sıkı bir bağ<br />

olduğu ilkesine sırt dayanır. Eserin gerçek anlamı; yazarın kafasında tasarladığı ve dile getirmek<br />

istediği anlamdır. Ve her yazarın kendine ait bir üslubu vardır, üslup karakterlerin anahtarıdır. Bir<br />

yazarın eserinde işlediği tema, seçtiği kahramanlar, kullandığı imgeler bize kişiliğini açıklar. Bugün<br />

bir metnin anlamı aranırken temele alınabilecek üç ayrı görüş vardır. Anlam, ya yazarın zihninde ya<br />

eserin metninde ya da okurda aranmalıdır. Hanene Ay Doğacak kitabına bu görüş perspektifinden<br />

bakmamız gerektiği zamansa şüphesiz ki anlamı yazarın zihninde aramalıdır.<br />

İşigüzel, şahitliğini sakınmayan, eli acıya kayan, her beldenin utanç davasını üstlenen bir kalemdir.<br />

Derdi ise kendi dilinden dökülen kadar yalın ve sahicidir:<br />

“1-Hiç sorulmasın istediğiniz soru hangisidir?<br />

Cevap: Bu kitapta ne anlatmak istediniz?<br />

2-Hiç sorulmasın istediğiniz ikinci soru hangisidir?<br />

Cevap: Ne tür romanlar yazıyorsunuz?<br />

3-Peki, niçin yazıyorsunuz?<br />

Cevap: Başka türlü nasıl yaşanır bilemediğim için.”<br />

(Artful Living Röportajı, 2013)<br />

72<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


SEVGİ DOĞAN<br />

SEVGİ DOĞAN<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

73


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

yaraları<br />

fotoğraflamak<br />

laura<br />

makabresku<br />

www.facebook.com/makabresku.fairy.tales<br />

www.flickr.com/photos/lauramakabresku<br />

lauramakabresku.blogspot.com.tr/<br />

F<br />

N<br />

U<br />

74<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Polonyalı görsel efekt ve<br />

fotoğraf sanatçısı Laura<br />

Makabresku, 1987 yılında<br />

doğdu ve o günden beri<br />

doğduğu kent Krakow’da<br />

yaşıyor.<br />

Fotoğraflarında mistik semboller<br />

ve eşsiz birer masal<br />

atmosferi sunan Makabresku,<br />

gerçeküstü estetik<br />

ile erotizm ve ölüme dair<br />

metaforları muhteşem bir<br />

biçimde harmanlıyor.<br />

“Benim fotoğraflarım, güzel<br />

ama acımasız masalları anlatıyor”<br />

diyor Makabresku.<br />

“Onların düz anlatıları yok.<br />

Fotoğraflarım büyü ve cezalandırmalarla<br />

dolu, eski<br />

ve halk arasında dolaşan<br />

hikayelerin yarattığı hisleri<br />

içeriyor. Çalışmalarımın<br />

yapısı, eğilimler ve doğal<br />

dürtüleri, obje ve hislerle bir<br />

araya getirerek sunan bir<br />

rüyanın yapısına benziyor.<br />

Çalışmalarımda anlatılan<br />

kaçışlar ve yaralar; rüyalarla<br />

korkulardan oluşan ve<br />

canavarlaştıran hastalıkları<br />

birbirinden ayıran, zor ve<br />

yapay desenlere gizlendi.”<br />

***<br />

Laura Makabresku, çerçevenin<br />

içerisine acımasız<br />

bir masal sığdırıyor. Bir<br />

sahnede çok şey anlatıyor.<br />

Dünyaları arasında bulunan<br />

bir kahraman var. Güzel ve<br />

karanlık. Ve bu kahraman,<br />

arzular ve içgüdüler arasında<br />

gidip geliyor. Ölümü<br />

çocukça ele alıyor. Hayvanlar,<br />

hayvan maskeli yüzler,<br />

nesneler ve canavarlar eşit<br />

biçimde kareleniyor. Sonsuzluğun<br />

ölüm kadar acımasız<br />

olduğunu anlatıyor.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

75


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

yaraları<br />

fotoğraflamak<br />

laura<br />

makabresku<br />

76<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

77


kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

KİTAP CERRAHı<br />

BRIAN DETTMER<br />

KİTAPLARIN OTOPSİSİ<br />

www.facebook.com/pages/Brian-Dettmer<br />

www.flickr.com/photos/briandettmer<br />

briandettmer.com<br />

F<br />

N<br />

web<br />

78<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Eski sözlükler ve<br />

ansiklopedileri bıçakla<br />

birer sanat eserine<br />

dönüştürüyor Brian<br />

Dettmer. Bu yüzden<br />

“Kitap Cerrahı” olarak<br />

adlandırılıyor.<br />

Dettmer, 1974,<br />

Chicago doğumlu.<br />

Kolombiya Koleji<br />

yıllarında esas alanı<br />

resimdi ancak bunun<br />

yanında sanat eğitimi<br />

de aldı. Bir tabela<br />

deposunda çalıştığı<br />

yıllarda, sanatçı<br />

imgeleri, metinler, dil<br />

ve sanat arasındaki<br />

bağları incelemeye<br />

başladı. Bunun<br />

hemen sonrasında<br />

Braille ve Mors kodu<br />

dillerine yönelik anlamlar<br />

içeren resimler<br />

üretmeye başladı.<br />

Daha sonra bir tuval<br />

üzerine gazete kağıtları<br />

ve kitap sayfalarını<br />

kullanarak katmanlı<br />

eserler yaratmaya<br />

başladı. Sonunda da<br />

kitap oyma alanında<br />

uzmanlaştı ve bu<br />

muhteşem eserleri<br />

ortaya çıkardı.<br />

Birer çöp haline<br />

gelmiş eski kitaplar,<br />

sözlükler ve ansiklopedileri<br />

alarak<br />

karmaşık biçimde<br />

ve oyma ustalığını<br />

konuşturarak üç<br />

boyutlu eserler haline<br />

getiren Dettmer, çok<br />

hassas aletlerle ince<br />

bir biçmde kitapları<br />

işliyor. Eserlerinin bir<br />

anlatısı olması gerektiğini<br />

de düşünen<br />

Brian Dettmer, her<br />

eserine felsefi birer<br />

anlam yüklüyor.<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

79


Görsel: laura makabresku<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

{ }<br />

1. Perşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve<br />

2. kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç.<br />

[ECE AYHAN, ŞİİR VE KADAVRA]<br />

80<br />

EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ


Ön çalışmasını 2013 yılının son çeyreğinde yapmaya başladığımız, yaratıcı<br />

ve popülizme bulaşmamış Sanat ve Edebiyat düşüyle harmanlanmış Kaybolan<br />

Defterler, 2015 yılı Ocak ayının yoğun kar yağışlı bir gününde Yayın<br />

Hayatına başladı… Günümüz Sanat ve Edebiyat çevrelerinin gitgide ticari<br />

odaklı birer mezbahaya dönüştüğü şu günlerde, çürük kokan kelimelere<br />

karşı yeni ve temiz bir sayfa açmak istedik…<br />

Seçkin eserler yaratan bir ekiple birlikte; Öykü’ye, Şiir’e ve Deneme’ye<br />

yeni bir anlam ve biçim katarken, sıkça karşı karşıya kaldığımız “kopyala<br />

yapıştır” kültür anlayışından ziyade, kendinden “Türkiye’de ilk kez” cümlesiyle<br />

bahsettirecek Sanat ve Edebiyat yapmak, siz değerli okuyucularımıza<br />

haberler ulaştırmak; Yeni kalemler ve yeni zihinlerle “Biz de buradayız!”<br />

demek istiyoruz…<br />

Okuyucu ile birebir iletişimi kendimize bir kural olarak belirlerken, sizlerden<br />

alacağımız dönütlerle daha çok gelişim, daha çok üretimi amaçlamaktayız…<br />

Günümüz teknoloji çağında, modüler web sayfamızda eserlerimize kolaylıkla<br />

ulaşabileceğiniz bir tasarım planladık. Süreç içerisinde sayfamızı<br />

Radyo, Kişisel profiller gibi ayrıntılarla zenginleştirmeyi planlamakla birlikte,<br />

okuyucularımıza daha çok kaynaktan ulaşabilmek için, sosyal ağları da en<br />

doğru biçimde sıralanan paylaşımlarla süslemeyi düşünmekteyiz…<br />

Kaybolan Defterler’in asıl ve en önemli düşü ise, zaman içerisinde raflarda<br />

yerini alacak ve arşiv niteliğinde sayılabilecek bir Sanat-Edebiyat Bülteni<br />

oluşturma isteğidir. Her birinin kendince kült birer eser niteliği taşımasını<br />

istediğimiz Kaybolan Defterler Dergisi için ön hazırlıklar yapılmaktadır. Dergi<br />

ile ilgili de ayrıntılı bilgileri kısa bir süre içerisinde paylaşmayı planlıyoruz…<br />

Bizler, defter kenarlarına düşlerini çizmiş o çocuklar işte evet;<br />

“Biz de Buradayız, geliyoruz…”<br />

***<br />

Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen<br />

birden fazla eserinizi ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile birlikte<br />

mail@kaybolandefterler.com adresine değerlendirilmek üzere yollayınız.<br />

İyi günler dileriz.<br />

kaybolandefterler<br />

BİR<br />

KISIM<br />

EDEBİ<br />

ŞEYLER!<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

81


a<br />

z<br />

x<br />

r<br />

kaybolandefterler.com<br />

fb.com/kaybolandefterler<br />

twitter.com/kaybolandefter<br />

kaybolandefterler.tumblr.com<br />

instagram.com/kaybolandefterler<br />

youtube.com/KaybolanDefterler<br />

kaybolandefterler<br />

/ zine<br />

İKİ AYLIK <strong>EDEBİYAT</strong>-<strong>KÜLTÜR</strong>-<strong>SANAT</strong> DERGİSİ<br />

YIL: 1 SAYI: 1 EKİM-KASIM 2015<br />

OTOPSİ<br />

01102015PERSEMBE

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!