EDEBİYAT-KÜLTÜR-SANAT
KD-DERGİ
KD-DERGİ
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
İKİ AYLIK <strong>EDEBİYAT</strong>-<strong>KÜLTÜR</strong>-<strong>SANAT</strong> DERGİSİ<br />
YIL: 1 SAYI: 1 EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
ASLAN KOCAMAN | BRIAN DETTMER | CANAN YILDIRIM |CHARLES BUKOWSKI | DOĞAN ATEŞ | ERGE ÖZCAN<br />
EMİR YAKAMOZ | EMRE YILDIRIM | EKOİN KAJMER | FATİH AKÇA | GECE İŞARETİ | GİZEM ALTINORDU | HATİCE TOSUN<br />
HERMANN HESSE | HIDIR MURAT DOĞAN | KÜBRA SIRMALI | LAURA MAKABRESKU | MAX EHRMANN | MELTEM DOĞAN<br />
MUSTAFA AĞAOĞLU | OĞULCAN KÜTÜK | PAYANDA | SARAH KANE | SEVGİ DOĞAN | ŞİRİN DÖĞÜŞ | TUĞBA TURAN<br />
ULVİ KOÇU | VOLKAN DAĞYELİ | YUNUS EMRE KOŞAR | YASİN ÖZDİL | YÜKSEL BATU | W.H. AUDEN
BURADAYIZ.<br />
VE KABUL EDİN, HEPİMİZ ÖLÜMLÜYÜZ.
Görsel: gratısography<br />
Sanırım endüstri toplumu ve popüler kültürün girmediği,<br />
ulaşamadığı herhangi bir nokta kalmadı yeryüzünde.<br />
Bin yıllardır Dünya’nın geri kalanına gitmeyi reddeden ve<br />
bu sebeple “ilkel” diye adlandırılan o bilindik Afrika kabilelerine bile<br />
bulaşmış bir şeyden bahsediyoruz burada.<br />
Belgesel niyetine rahatsız edilmiş bir aşiret değilse ne bu?<br />
İşte tam da bu yüzden, Kaybolan Defterler ekibi olarak belki bizler de<br />
“ilkel” diye adlandırılmak isteriz.<br />
Bir kaç kişiyle yola çıktığımızda, aramızda anlaşmıştık.<br />
“Söylenmemişi söyleyelim sadece” demiştik o gün.<br />
Sanırım öyle de oldu.<br />
Henüz büyüyoruz. Büyüyeceğiz.<br />
Yeni kelimeler, yeni düşler kurmayı öğreneceğiz belki.<br />
Hiç yazılmamış şiirler, hiç anlatılmamış öyküler,<br />
hiç çekilmemiş fotoğraflar, çizilmemiş resimler olacak<br />
tam da buralarda, defterimizde.<br />
Henüz büyüyoruz ve evet öğreniyoruz, öğreneceğiz...<br />
“Peki derginin ilk teması neden Otopsi?”<br />
derseniz eğer, şöyle cevaplayabiliriz:<br />
Bizler, yerküre üzerinde asılı duran insanlar, yani hepimiz; fiziken<br />
ölüyor ve çürüyoruz...<br />
Ancak aynı zamanda,<br />
başkalarının düşlerinden de kovuluyor, öldürülüyoruz.<br />
Ha elbette, bizler de yok ediyoruz ve kafamızın içinde koca bir mezarlıkla<br />
geziniyoruz...<br />
Çünkü, büyüyoruz.<br />
Büyürken düşüyor, kirleniyor, yaralanıyoruz.<br />
Kirleniyoruz çünkü doğduk, ölüyoruz.<br />
Ölüyoruz ve öldürüyoruz, hem de canlı yayında;<br />
Ayak uçları yerküreye değmiş hiç bir şey, masum değildir artık…<br />
____________________<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
Genel Yayın Yönetmeni
1<br />
GÜRUH<br />
KIYMETLER<br />
KONÇERTOSU<br />
CANAN YILDIRIM<br />
aşamalar<br />
hermann<br />
hesse<br />
43<br />
VOLKAN<br />
DAĞYELİ<br />
GÖÇEBE<br />
2<br />
FAİLİ<br />
MEÇHULÜM<br />
YALNIZLIĞIMDA<br />
ASLAN<br />
KOCAMAN<br />
28<br />
cenaze<br />
hüzünlerİ<br />
W.H.AUDEN<br />
42<br />
TAM<br />
YERE<br />
ÇAKILACAKKEN<br />
HIDIR MURAT<br />
DOĞAN<br />
Bİr Yazar OtopsİSİ<br />
Denemesİ Olarak<br />
İlk Kİtap:<br />
Hanene Ay Doğacak<br />
HATİCE TOSUN<br />
NEŞTERİN<br />
PARLAYAN<br />
GÖZÜ<br />
GECE İŞARETİ<br />
32<br />
68<br />
6<br />
GİZEM ALTINORDU<br />
BİR<br />
VAPURUN<br />
OTOPSİSİ<br />
54<br />
KİMSE<br />
HAYATTAN<br />
SAĞ<br />
KURTULAMAZ<br />
Sarah Kane<br />
10<br />
ŞİRİN DÖĞÜŞ<br />
BULAŞICI<br />
HASTALIKLAR<br />
30<br />
DEHŞETENGİZ<br />
EKOİN KAJMER<br />
22<br />
KİTAP<br />
CERRAHI<br />
brıan<br />
dettmer<br />
78<br />
YÜKSEL BATU<br />
ATEŞ BİTER,<br />
KÜL KALIR<br />
3<br />
başlangıç ayİNİ<br />
oğulcan kütük<br />
KARANLIK<br />
ÇÖKTÜ<br />
GECEYE<br />
DOĞAN ATEŞ<br />
29<br />
58<br />
YUNUS EMRE KOŞAR<br />
ölüm<br />
her<br />
ruhu<br />
serbest<br />
bırakır<br />
56<br />
VAY OTOPSİ!<br />
EMİR YAKAMOZ<br />
52
SINIR ÖTESİ<br />
HAREKAT<br />
TUĞBA TURAN<br />
25<br />
mİRÎN<br />
KÜBRA SIRMALI<br />
9<br />
icinde<br />
. .<br />
-<br />
-ki<br />
-ler<br />
bu defterde ne yazıyor?<br />
YARALARI<br />
FOTOĞRAFLAMAK<br />
LAURA<br />
MAKABRESKU<br />
KALABALIKLAR<br />
DAHİSİ<br />
CHARLES BUKOWSKI<br />
30<br />
44<br />
endİşe<br />
ulvi koçu<br />
5<br />
hakkında<br />
kaybolandefterler<br />
/zine<br />
açık<br />
kalp<br />
ameliyatı<br />
meltem doğan<br />
CEHENNEME<br />
DOĞRU<br />
UZAYAN<br />
GÖLGE<br />
FATİH AKÇA<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
YAYIN KURULU<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
FATİH AKÇA<br />
HATİCE TOSUN<br />
MELTEM DOĞAN<br />
ASLAN KOCAMAN<br />
EKOİN KAJMER<br />
16<br />
50<br />
DİZGİ-TASARIM<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
KAOTİKA<br />
EMRE YILDIRIM<br />
62<br />
Yakarış Hâlİnden<br />
Oldukça Mânâ OtopSİSİ<br />
payanda<br />
MAX EHRMANN<br />
DİLEKLER<br />
26<br />
YASİN ÖZDİL<br />
SOĞUK<br />
BİR AYRILIK<br />
ÇEVİRİLER<br />
ERGE ÖZCAN<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
KAPAK GÖRSELİ<br />
GRATISOGRAPHY<br />
Tüm içeriğin hakları saklıdır.<br />
İzinsiz kullanılamaz.<br />
© Ekim 2015<br />
aylan ve<br />
galİP’İN TÜRKÜSÜ<br />
mUSTAFA AĞAOĞLU<br />
46<br />
49<br />
41
{ }<br />
Neque porro quisquam est qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit…<br />
Acıyı seven, arayan ve ona sahip olmak isteyen hiç kimse yoktur. Nedeni basit. Çünkü o acıdır…<br />
[MARCUS TULLIUS CICERO, De finibus bonorum et malorum, M.Ö.45]<br />
Görsel: Matthew Wiebe
Güruh Kıymetler<br />
Konçertosu<br />
CANAN YILDIRIM<br />
saatler nasıl kısalıyor burada bilirsin, kangren gecikiyorsa<br />
bana yağmurlu bir bulut at şakağımda serinlik bana kopan<br />
gözlerimin ay ışığını gecesini alnında taşıyan söküklerimi<br />
bana sızısından yeni çekilmiş gölgesini at nefesimin<br />
şimdi gülün kımıltısı cenaze çelenginde güzel mi kokar<br />
sanıyorlar şuramda duran sözün kekeme anıtı çok saygı<br />
görür belki, yüzde formalite ve kaygılar temsiliyse kirpiğin<br />
ıslaklığında bana bir hat; ateş içinde susmanın metafiziğinde<br />
dişli bir kapan at<br />
bana durağan bir tohum dimağından doğrulacak bir çekirdek<br />
nasırlı topraklar at karınca aklıyla ellerimin denizler<br />
çoğaltır ki tuzu dudağın fırtına telaşıyla ağarması susuzluğun<br />
bana dilimin dönmediği bir ikrar ve psişik bir pencere<br />
at kuşların uçmadığı<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
1<br />
Görsel: Milada Vigerova
göçebe<br />
VOLKAN DAĞYELİ<br />
“Yurtsuz. Ardında hikayeler bırakan. Ait olmayan. İnsanlar, kentler ve hayatlar içinden geçip giden.<br />
“<br />
2<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Görsel: joshua earle<br />
ATEŞ BİTER,<br />
KÜL KALIR<br />
YÜKSEL BATU<br />
insanın mahşeri yalnızlığıdır benim alnım<br />
pervazlara asılı bütün balkonlar ve cam<br />
kenarları bana hasret nezaretidir.<br />
ateş bitince kül gül solunca acısı kalırmış.<br />
ben ağlak bir sesin rengiydim kendi kalbine<br />
sığmayan ne zaman güzel günlerden konuşsam<br />
pusludur hava ya da annem desem<br />
bir yığın suskunluk dökülüyor beyaz<br />
kağıtlara yorgun kelimelerle<br />
bir gazel gibi tütüyor şimdi yollar kimin<br />
acısından geçiyoruz ey! bilsem ve inansam<br />
durgun bir suda açılacak gözlerimiz göğsümüzde<br />
çarpan kapılar susacak giderim<br />
acımı sırtıma vurup ki ben kuşların uzun<br />
uzun kalmadığını hüznümü atlarla bölüşürken<br />
gördüm.<br />
ah nasıl da duyulmaz bir çığlıktır dağınık<br />
bir bahçedir yaşamak toplanmıyor çünkü<br />
anladım herkes makas herkes bıçak..<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
3
SEVGİ DOĞAN<br />
time time<br />
olympus om 10/fomapan100<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
4<br />
olympus EKİM-KASIM om 10/fomapan100<br />
2015<br />
OTOPSİ
endişe.<br />
ULVİ KOÇU<br />
yangınlar kuşanmış bir coğrafyayı<br />
rengârenk sayfalarla gösteriyor atlaslar<br />
hecesi çalınmış bir çocuk sesi miydi<br />
üzerine titrediğimiz masallar<br />
ne büyükanne ninnileri anlatır<br />
ne gösterişli gazete sayfaları<br />
bir ağıt ülkesi ki yüreğim<br />
geceler sıralıdır kendimden geçtiğim<br />
çalgı diye bomba türküleri<br />
dinletiyor üniformalı amcalar<br />
sonra gök aydınlık marşlarını<br />
acı ve elemle söylüyor<br />
dilsizim. kelimelerim işgal altında<br />
hücre duvarlarında<br />
tırnaklarla kazılı<br />
ya da bir ateş ortasında<br />
yanmakta sayfalar boyu<br />
gözlerine âmâ düşmüş<br />
bir soytarı şiiri midir<br />
insan hakları<br />
eğer değilse<br />
kim talan etti<br />
o güzelim dağları?<br />
ve and olsun ki tarih derslerine<br />
yangınlar kuşanmış bir coğrafyayı<br />
ölümlerle terbiye ediyor hünkârın sarayı<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
5
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Neşterİn<br />
Parlayan<br />
Gözü<br />
GECE İŞARETİ<br />
Görsel: GABBY T PHOTO<br />
6<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
“ölüler koşamaz. Bekler ölüler bir ırmak kenarında<br />
Doğumu getirecek olan kayığı”<br />
Bunu yazmışım bir kağıt parçasına<br />
Kadavramın solgun ışığı, yeşertmeden portakal ağaçlarını<br />
Ruhumu kelepir fiyattan geceye teslim ettiğim<br />
Bir zamandı<br />
Iki jilet ve konyak<br />
Icra ederken, zamanımın son ayak seslerini<br />
Hayatımdan daima uzak tuttuğum kravat<br />
Yerine getirdi, en hakiki vazifesini<br />
Yara, başladı sızlamaya<br />
Koluma bağladığım boyun bağına<br />
Daha geçerken geçirdim dişlerimi<br />
Aldım intikamını bütün ölülerin<br />
Son bir kez evimin tadına bakmak istedim<br />
Kafam kıyak, bir fırt daha<br />
Baygınlık geldi.<br />
Görevini gerçekleştirirken doktor, uzaktan izledim<br />
Neşterin parıltısı, gençlik çağı gözlerim<br />
Ilk darbede aktı kuruyup giden yerlerim<br />
Saç diplerimde, yaşamın zayıflığı<br />
Sakallarımda bir tan kızıllığı<br />
Gözlerim fersiz, ağzım yaşarken ki ağzım<br />
-susmuş<br />
Boğazımdan halen akmakta asıl mesele<br />
Mesela hayretler içinde<br />
Yaktığım son sigara, tütüyor<br />
Yetmezliğini beslediğim ciğerlerimde<br />
Aşağı süzülüyor sıcaklık yavaşça<br />
Midemde uçuşan kelebeklerim<br />
Saplanmış duruyorlar<br />
Tek tek çıkarıyorlar titizlikle<br />
Doğumuma bu kadar özenmedikleri halde<br />
Kalbimi açıyorlar<br />
Kilidini hep yuttuğum<br />
Bir şaşırmak mı bu? Şaşırmaktan ziyade bir<br />
şiirin doğrulanışı<br />
Kalbim, elle tutulan hüzün.<br />
Beynim, korkuyorlar<br />
Beden her ne kadar zaman olsa da<br />
Fikir zaman öte<br />
Çocukların hala orda<br />
Beynim, korkuyorlar.<br />
Cansız yatarken bile ulaşamıyor ruhsuz kaytam<br />
bıyıkları<br />
Yaşarken düzemedikleri yerlerime<br />
Hiç ayılmamışçasına gidiyorum<br />
Hiç yoktan -son kez- kendime gülümse<br />
Belki diyecekler arkamdan<br />
Ne adam ama -ne kötü yaşam- şah!<br />
Mat, hadi eyvallah.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
7
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
8<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
SEVGİ DOĞAN
Mirîn<br />
KÜBRA SIRMALI<br />
çakıldık,<br />
rüyamızdaki apartman boşluklarına.<br />
yattığımız yatak,<br />
battığımız batak oldu bir anda.<br />
içimiz, dışımızla tersyüz.<br />
bedenimiz ruhumuza hapis.<br />
konacak dalı yok artık<br />
parmağımızdaki serçenin,<br />
salkım saçak değil artık ellerimiz.<br />
ölü dizelerle dolu kovuğumuzdan<br />
dikiş tutmaz yaralar sarkıyor ilmek ilmek…<br />
yutkunuyoruz,<br />
sustuğumuz yerden kısılıyor sesimiz.<br />
yarınlarımız, yarımlarımızı<br />
umutlarımız, unuttuklarımızı alıp<br />
gecenin lacivertine saklandı.<br />
dirile dirile öldük,<br />
burnumuz bile kanamadan<br />
bir adamın en uzun öyküsünde.<br />
-ki sebebimizdir.-<br />
öle öle dirileceğiz artık,<br />
bir yudum suyla bile durulanmadan<br />
bir kadının en kısa şiirinde.<br />
Görsel: GABBY T PHOTO<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
9
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Her toprağın neyi taşıyacağını ve neyi reddeceğini düşünün.<br />
[Publius Vergilius Maro, M.Ö. 70 – M.Ö. 19]<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
KİMSE<br />
HAYATTAN<br />
SAĞ<br />
KURTULAMAZ:<br />
Sarah Kane<br />
10<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Zincirleme bir kaza biçimi olarak:<br />
Ölürcesine yaşamak…<br />
Bütün yüce dinlerin ve dogmatik adamların<br />
söylemidir bu:<br />
“Dünya bir sınavdır ve mutlak insan, mükafatını<br />
ölümden sonra alır…”<br />
Oysa yerküre üzerinde yaşamış veya yaşayacak<br />
hiç kimse, bu sınava girerken her<br />
hangi bir tercihte bulunmamıştır ve bulunmayacaktır…<br />
Belki de Dünya, insanoğlu için bir çeşit cezadır,<br />
kim bilir…<br />
“Her zaman bir parçama sahip olacaksın.<br />
Çünkü hayatımı ellerinde tuttun…”<br />
Uçurumlarda sergilenen tiyatro<br />
Genellikle bütün iklimlerin ve bütün coğrafyaların<br />
rüzgarları birbirinden farklıdır.<br />
Dingin bir tınısı vardır mesela sıcak deniz<br />
kıyılarının… Oysa insan dediğiniz şey, evreni<br />
kirletir… Ve kozmos, bir tokat vurur, mutlak<br />
hıncını alır biçimde…<br />
Bazen, bazı şeyleri yüzüne çarpmak gerekir<br />
insanın… İster Afrika çöllerinde, ister uzak<br />
tundra düzlüklerinde, ister Avrupa limanları,<br />
İster Güney Amerika tepelerinde olsun, insan<br />
mutlak kirlidir… Şehirlere indikçe, daha<br />
da kararır, kokar…<br />
“Hayatın çok acımasız olduğunu algıladıktan<br />
sonra, olabildiğince insanlık, mizah ve özgürlükle<br />
yaşayın.”<br />
Vakit doldu mu?<br />
Hayır, buna kendim karar veririm<br />
İşte tam da burada, “In-yer-face theatre”<br />
yani “Suratına tiyatro” ya da diğer bir adıyla<br />
“Yüze vurumcu tiyatro” kavramı, doksanlarda<br />
Birleşik Krallık’ta ortaya çıkmıştı. In-yerface,<br />
kendini yaratan yazarların Şiddet, cinsellik,<br />
uyuşturucu, cinayet gibi öğeler içeren<br />
oyunlar yazma eğilimiyle birlikte gelişti. Bu<br />
akım; Cruel Britannia, New-Brutalism, New<br />
European Drama gibi isimlerle de anılsa da<br />
In-yer-face terimi, bunların arasından en<br />
çok kabul gören isim oldu.<br />
Kuzeyden esen bir çeşit travma<br />
In-yer-face, Britanyalı tiyatro eleştirmeni ve<br />
Boston Üniversitesi’nin London Graduate Journalism<br />
programının yardımcı öğretim üyelerinden<br />
olan Aleks Sierz tarafından ortaya atılmıştı<br />
ve ilk baskısı 2001 Mart’ında Faber and Faber<br />
tarafından yapılan “In-Yer-Face Theatre” adlı<br />
kitabıyla, daha da popüler hale geldi.<br />
“In your face” terimi ise, çağdaş yazar Simon<br />
Gray’in prömiyeri 2001 Şubat’ında Londra’da<br />
yapılmış olan “Japes” adlı oyununda yer alan<br />
bir diyaloğu tarif etmek amacıyla kullanılmıştı.<br />
Britanyalı genç oyun yazarlarının yarattığı “inyer-face”<br />
akımı, seyircinin oyuna katılmasını ve<br />
sahnedeki müstehcen ya da şok edici unsurlarla<br />
etkilenmesini amaçlıyordu.<br />
İngiltere’nin kötü kızı<br />
“O benim, zihnimin altına yapıştırılan,<br />
hiç tanışmadığım yüzüm…”<br />
Sarah Kane, 3 Şubat 1971’de, dindar ve<br />
evanjelik bir gazeteci ailenin çocuğu olarak<br />
Brentwood, Essex ‘te doğdu. Protestan muhafazakarlığı<br />
içerisinde geçirdiği ergenlik dönemi<br />
sırasında, kararlı ve dine bağlı bir Hristiyan’dı…<br />
Ancak daha sonra, eserlerinde de “İnancın bir<br />
delilik” olduğunu nitelediği gibi dinsel bütün<br />
geçmişini reddetti. O yıllarda, yerel ve genç<br />
tiyatro gruplarına ilgi duymaya başladı. Soho<br />
Polytecnic’te Shakespeare ve Chechov gibi<br />
dünyaca ünlü oyun yazarlarının bir çok eserini<br />
yönetti. 1992’de Shenfield Lisesi’nden mezun<br />
olarak Bristol Üniversitesi’nde Tiyatro okumaya<br />
ve hemen akabinde oyun yazarı David Edgar<br />
önderliğindeki Birmingham Üniversitesi’nde<br />
oyun yazarlığı yüksek lisansı yapmaya başladı.<br />
Artık sahne onun mabediydi ve geçmişine dönüp<br />
baktığında gençlik yıllarını “vahşi ve çılgın”<br />
olarak yorumluyordu.<br />
Yarasa çöplüklerinde<br />
ölümle flört eden martılar var<br />
Dinginlik korkutucudur. Susmak, bir Dünya<br />
savaşı sonrası öylece kalakalmış herhangi bir<br />
mayının uzun ve anlamsız bekleyişini anımsatır.<br />
Terk edilmiş topraklara geri dönüldüğünde,<br />
kimse bilmez yerlerini onların…Korkudan girilememiş<br />
sınırları anımsayın… Her an patlayabilir…<br />
Böyledir…<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
11
Ben düşündüğünüzden<br />
daha öfkeliyim…<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Kane, gençlik yıllarında Howard Baker’ın<br />
karanlık dünyasından etkilenerek “Jakoben”<br />
akımını benimsemişti. “Jakobenizm”,<br />
ideolojisini genel kitle ideolojisinden üstün<br />
gören ve dikte yoluyla bu ideolojiyi kabullendirmeyi<br />
amaçlayan bir politik akımdı.<br />
Kelime anlamı itibarıyla “keskin devrimci”<br />
anlamına geliyordu.<br />
İşte tam da burada, bütün dünyasını<br />
tiyatro sahnesine adamış üstün yetenekli<br />
bir oyuncu, aşk ve yaşam üzerine karanlık<br />
düşünceler besleyen bir insan olan Kane,<br />
yazdığı oyunlarda bir yandan da İkinci<br />
Dünya Savaşı’ndan sonra sahne sanatlarında<br />
doruğa çıkan Absürd Tiyatro’nun ve<br />
Beckett Tiyatrosu’nun, karakterin de ölmesinden<br />
sonra yansıtmış oldukları “figür”<br />
kişiliklerden ötürü buldukları tanımlama<br />
olan “Post-dramatist” bir kimliğe bürünerek,<br />
tecavüz, seksüel kimlik ve hastalık<br />
gibi sorunlara değinen bir kadın haline<br />
dönüştü…<br />
Sızlayan perdelerin arasında<br />
“Hayatta deliler gibi aşık olduğum o birisi<br />
yok aslında…” diyecek kadar cesur bir<br />
kadın olan Kane, oyunlarında; aşkın kurtarıcılığı,<br />
cinsel arzu, acı, fiziksel ve psikolojik<br />
şiddet temalarını işledi. Bu oyunlar; şiirsel<br />
yoğunluk, fazlalıklardan arındırılmış dil,<br />
tiyatro formunun araştırılması ve ilk dönem<br />
eserlerinde rastlanan aşırılık ve şiddet<br />
içeren sahne aksiyonu gibi karakteristik<br />
özelliklere sahipti.<br />
“Burdayım, çözümüm yok.<br />
Ama sen, sen yine de bir şeyler söyleyebilirsin.”<br />
Kane’in yazdıkları, Naturelistik eğilimli 20.<br />
Yüzyıl İngiliz tiyatrosu anlayışıyla uyuşmuyordu.<br />
Bu yıllarda; Kapitalist Kültürle süre<br />
gelen kavgası da oyunlarına yansımaya<br />
başladı. Cinselliğe aç erkekler, kadınlık<br />
duygusunu silaha dönüştürmüş kadınlar,<br />
açlık, yoksulluk, sokaklarda geçen hayatlar,<br />
kapitalist sistem içinde bataklığa saplanmış<br />
kişilerin şekil ve davranışlarını işlediği<br />
eserleri anarşist bir başkaldırı niteliği<br />
taşıyordu.<br />
“Gençlik eserleri” olarak tanımladığı ve yazdıklarının<br />
arasında saymadığı eserlerinin dışında;<br />
Birmingham Üniversitesi’nde yüksek lisans<br />
öğrenimi görürken, ilk oyunu olarak nitelendirdiği<br />
“Blasted”ı yazmaya başladı.<br />
“Dünya üzerinde hayatı anlamlı yapan<br />
herhangi bir ilaç yoktur…”<br />
Derin bir yaranın koynunda uyumak<br />
Blasted, Leeds kentindeki bir otel odasında<br />
geçmektedir. Oyunda kadın düşmanlığı, ırkçılık<br />
ve homofobi içerikli ilk perde, bahar yağmuru<br />
sesi ile sona ermektedir. Orta yaşlı gazeteci<br />
Ian, kuşkulanmayı aklına getirmeyecek<br />
kadar küçük olan Cate’i elde edememiştir.<br />
Tüm oyun boyunca hem suç işleyenin hem de<br />
kurbanın gözünden şiddet değerlendirilir. Cate<br />
bütün gece tecavüze uğramıştır. Sabahın ilk<br />
ışıklarıyla uyanan Cate, Ian’a saldırarak kaçar.<br />
Aniden bir asker odaya girer. Oda bir havan<br />
topu mermisi ile delinir; sahne aniden Bosna’da<br />
bir savaş alanına dönüşür ve üçüncü<br />
perde başlar. Asker, tüm savaş sırasında tanık<br />
ve dahil olduğu tecavüz, soykırım, işkencelerden<br />
bahseder. Ian’a tecavüz eder ve gözlerini<br />
emerek söker. Kız arkadaşının intikamını alır.<br />
Sahne güz yağmuru sesiyle sona ermektedir.<br />
Asker intihar etmiş, Ian ise kördür. Şehir<br />
askerler tarafından işgal altına alınmıştır. Bunu<br />
elinde ölü bir bebekle geri dönen Cate söyler.<br />
Bebeği odaya gömer ve gider. Oyunun içeriği<br />
bir hayli sarsıcıdır: Mastürbasyon, ağlamak,<br />
sarılmak, cesedi öpmek, ağlamak, acıkmak,<br />
ölü bebeği yemek, ağlamak, yağmur, ölüm…<br />
Ian ölür. Cate bir asker ile yatarak karşılığında<br />
sosis kazanır. Ian sosisi yer ve teşekkür eder.<br />
“Doktora gittiğimi ve bana kahrolası bekleme<br />
odasında yarım saat yaşamak için sekiz dakika<br />
verdiğini hayal ettim…”<br />
Blasted, ilk kez o yılın sonunda, üniversite öğrencileri<br />
tarafından sergilendi. Oyunu burada<br />
izleyen, üstelik önceleri oyuna korkuyla bakan<br />
Mel Kenyon, oyunun yapımcılığını üstlendi. Bu<br />
sayede Sarah Kane, Kraliyet Sarayı Tiyatrosu’nun<br />
kapılarından girebilmiş oldu.<br />
Blasted, 1995’te yılın en tartışmalı oyunu<br />
olarak gündeme oturdu. Oyunu başarılı bulan<br />
Martin Crimp, Harold Pinter ve Caryl Churchill<br />
gibi yazarlar hariç, Entelektüel kitle tarafından<br />
yoğun şekilde eleştirilen oyun, “iğrenç bir pislik<br />
ziyafeti” olarak yorumlandı.<br />
12<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Zihninden yara almış<br />
martılar sahnesi<br />
Tiyatro oyunlarında sade ama şiirsel bir<br />
üslup kullanan Kane, yine aynı yıl yazıp<br />
yönettiği, 11 dakikalık Skin adlı kısa filmde,<br />
siyahi bir kadın ve ırkçı Skinhead arasındaki<br />
ilişkiyi betimliyordu. Film, Ekim 1995’te<br />
Londra Film Festivali’nde görücüye çıktı<br />
ve ardından 1997’de bir İngiliz televizyon<br />
kanalı tarafından yayınlandı. Filmin oyuncu<br />
kadrosu Ewen Bremner, Marcia Rose,<br />
Yemi Ajibade and James Bannon’dan<br />
oluşuyordu.<br />
Blasted’tan sonra 1996 yılında; Sarah Kane’in<br />
“Yüze vurumcu Tiyatro” ile flörtü eski<br />
yunan mitlerinden phaedra’nın yaşadıkları<br />
üzerinden yola çıkan ve bir aşkı erotik düzeyde<br />
simgeleyen “Phaedra’s Love” isimli<br />
oyunla devam etti.<br />
“Ben, ipin ucundaki canavarım…”<br />
Severek ölmeyi isteyen kadınlar<br />
cemiyeti<br />
Roland Barthes’ın “Aşık olmak, Auschwitz<br />
gibi…” savını okuduktan sonra yazdığı<br />
ve James Mcdonald tarafından yönetilen<br />
“Cleansed”in galası, Nisan 1998’de Aşağı<br />
Kraliyet Sarayı tiyatrosunda yapıldı. Bu<br />
oyun, aynı zamanda Kraliyet Sarayı tarihinin<br />
en pahalı tiyatro çalışması oldu.<br />
“Bazen etrafımda dönüp kokunu duyuyorum<br />
ve gidemiyorum, senin için taşıdığım bu kahrolası<br />
korkunç lanet özlem olmadan gidemiyorum.<br />
Ve inanamadığım şu ki, bunu senin için<br />
hissediyorum ve sen hiç bir şey hissetmiyorsun…<br />
Hiç bir şey hissetmiyor musun?”<br />
Kane’in düşlediği gibi oluşturulan sahne<br />
düzeni, Sadist Tinker tarafından denetlenen<br />
ve temizlenen bir işkence odasını temsil<br />
ediyordu. Klinik depresyon, acı, cinsel<br />
arzu, mazoşist duygular, hem psikolojik<br />
hem fiziksel acı ve işkenceden oluşan hikayelerini<br />
sahneye uyarlayan Kane, bu kez<br />
bir genç kadın ve kardeşi, hasta bir çocuk,<br />
bir gay çift, bir dansçı ve çok sayıda aşk<br />
repliğinin yoğun şekilde seyirciye sunulduğu<br />
oyunda, Dünya’daki aşırı zulmü yine<br />
kendi üslubuyla resmediyordu. İşkence<br />
gerçekliğiyle insan sınırlarını zorlayan oyun,<br />
“Bir ayçiçeği büyümeye yerden başlar ve<br />
başının üstüne ulaşır…” teması ile ilerlemekteydi.<br />
Küstah bir sabaha cevap<br />
“Ölüm benim aşığım<br />
ve beni içeri sokmak istiyor…”<br />
Kane’in dördüncü oyunu Crave’di… İlk kez<br />
Traerse Tiyatrosu’nda sahnelenen Crave’de,<br />
seyirciye dönük biçimde oturan dört insanın<br />
hikayesini anlatıyordu. Monolog bir eser olarak<br />
yazılmış oyun, aslında soru-cevap bütünlüğü<br />
taşımaktaydı. Bu da tam anlamıyla<br />
“Yüzevurumcu Tiyatro”nun odak noktasıydı.<br />
Seyirci kendini tanımalıydı. Beklenenin aksine<br />
olumlu eleştiriler alan Crave, Kane’in olgunluk<br />
eseri olarak kabul edilmektedir.<br />
“Ölümün kemiklerimin dışarı çıkışı gibi olurdu.<br />
Kimse neden olduğunu bilmezdi ama ben yere<br />
düşerdim.”<br />
“Ve beni sevmiş olduğu zamanların, ona işkence<br />
yapmadan önce, içimde onun için yer olmadan<br />
önce, birbirimizi yanlış anlamamızdan önce,<br />
aslında onu gülümseyen ve güneş dolu gözleriyle<br />
gördüğüm ilk anın anısıyla titriyorum, hıçkırarak<br />
ağlıyorum, ve o zamandan beri acısını çektiğim o<br />
anın sızısıyla inliyorum.”<br />
Gecenin en karanlık anı<br />
yada 4.48 Psikozu<br />
Dört kırk sekiz, istatistiklere göre dünyada intihar<br />
oranının en çok yaşandığı zaman dilimidir.<br />
Öldürücü şeyler en çok geceleri parıldar… Bir<br />
sigara… Bir bomba… Bir hayat…<br />
1998 yılında Sarah Kane’in şiddetlenen depresyonu<br />
nedeniyle her sabah 4.48’de uyanmaya<br />
başlaması ve bu oyunu kaleme almasıyla<br />
son oyunun ismi böyle ortaya çıktı. “4.48<br />
Psychosis” bir yazarın herhangi eseri olma<br />
özelliğinden çok, Kane’in ölümünden birkaç<br />
ay önce yazdığı bir İntihar Mektubu niteliği<br />
taşımaktaydı.<br />
“Ve fareler yüzümü kemiriyor, daha ne olsun?”<br />
Son oyunu olan 4.48 Psychosis’te, Dünya’nın<br />
kaotik sorunlarını kendi iç sorunlarıyla bütünleştirmiş<br />
bir kadını anlatır Kane… Aile yaşantısı,<br />
arkadaş ilişkileri, sosyal çevresi problemli<br />
olan ana karakterin; dünyada yaşanılan ve<br />
günden güne kötüye giden adaletsiz sistemlere<br />
karşı isyanı duyuluyordu. Anormal ile normal<br />
kavramlarını sorgulayan konu, yaşantıları<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
13
oluşturan kanunların kimlerce, hangi genele<br />
göre yazıldığı eleştirisini bizlere sunmakta;<br />
Cinsellik, bireysel yalnızlıklar, kişilerin<br />
hak ve özgürlükleri, şizofren bir insanın<br />
beyninden seyircilere aktarılmaktaydı.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Eksiltili bir kaçışın anatomisi<br />
Bir kum saatini duvara fırlatmayı düşündünüz<br />
mü hiç? Psikoloji bilimi, bu durumu<br />
“Desantrasyon” terimiyle açıklıyor… Bu<br />
tanım “odaktan uzaklaşma” veya “renk<br />
skalasında fluluk” olarak betimleniyor…<br />
Bazen, Dünya’nın suratına indirilecek herhangi<br />
bir yumruğu düşler insan… Bu her<br />
zaman böyledir…<br />
“- Bir plan yaptın mı?<br />
– Aşırı doz alıp, kendimi astıktan sonra bileklerimi<br />
keseceğim…<br />
– Hepsi bir arada mı?<br />
– Yardım çığlığı atacak değilim ya…”<br />
Uzun yıllar depresyon tedavisi gören<br />
Sarah Kane, 28 yaşında King’s College<br />
Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi’nde birkaç<br />
başarısız denemenin ardından ayakkabı<br />
bağcığı ile intihar etti. Saat 4.48’di…<br />
Psikanaliz makinesinden<br />
muafiyet isteği<br />
Bir intihar mektubu olarak yazdığı 4.48<br />
Psychosis’te, travmatik bir yaşamın son<br />
sözlerini açıkça görebilmek mümkündür.<br />
Yaşadığı dönemin tiyatral yaklaşımlarını<br />
elinin tersiyle iten Kane, kendi üslubuyla<br />
karanlık bir evreni sahnelemeye devam<br />
ediyordu…<br />
“Beden ve ruh asla evlenemezler. Ne isem<br />
o olmaya ihtiyacım var. Ve beni cehenneme<br />
mahkum eden bu uyumsuzlukla<br />
sonsuza kadar böğüreceğim. Çaresiz<br />
umutlanış beni kurtaramaz. Ümitsizlik içinde<br />
boğulacağım. Kendi soğuk siyah göletimde,<br />
tinsel zihnimin kuyusunda, biçimsel<br />
düşüncem çoktan yok olup gitmişken,<br />
biçime nasıl geri dönebilirim? Onaylayabileceğim<br />
bir hayat değil, beni yok eden<br />
şeyler yüzünden sevecekler beni…”<br />
Nietzsche “Öldürmeyen şey güçlü kılar”<br />
der. Ah ne büyük yanılgı. Kane’in ölümünden<br />
sonra, Blasted için yapılan kötü eleştirilerin<br />
sahibi olan yazarlar, oyunu tekrar değerlendirdi.<br />
The Guardian yazarı Michael Billington,<br />
Kane’nin intiharının ardından “Hep söylediğim<br />
gibi, onu yanlış anladım. O büyük bir yetenekti.”<br />
dedi.<br />
Beni yok eden şeyler yüzünden<br />
sevecekler beni…<br />
Kane’in eserleri, İngiltere’de geniş kitlelere<br />
ulaşmadığı ve birçok gazete eleştirmeni<br />
tarafından yoğun şekilde eleştirildiği halde,<br />
Avrupa ve Güney Amerika’da yoğun ilgi gördü.<br />
2005 yılında, tiyatro yönetmeni Dominic<br />
Dromgoole onun için; “Şüphesiz ki en çok<br />
sahnelenen yabancı yazar” cümlesini kurdu.<br />
Araştırmacı-oyun yazarı Mark Ravenhill<br />
onun ardından oyunları için büyük övgülerde<br />
bulundu. Almanya’da aynı zaman diliminde,<br />
17 ayrı noktada eserleri sahnelendi. Kasım<br />
2010’da, New York Times’ta tiyatro eleştirmeni<br />
olan Ben Brantley, Kane’in Blasted oyunu<br />
için “yıkıcı” tanımını kullanarak “New York’ta<br />
gerçekleştirilen en önemli Premierlerden biri”<br />
cümlesini kurdu…<br />
Kane’in en sevdiği ve en çok okuduğu şair,<br />
Sylvia Plath; Hayranı olduğu müzik grubu,<br />
Joy Division; intiharından hemen önce tiyatro<br />
uyarlamasını yapmaya calıştığı kitap ise, Goethe’nin<br />
“Genç Werther’in Acıları” eseri idi…<br />
Sylvia Plath etkisi<br />
Psikolog, James Kaufman, 2001 yılında yaptığı<br />
çalışmada, kadın yazarların ruhsal sorun<br />
yaşama ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu<br />
belirtiyordu. Kaufman ortaya attığı bu yeni<br />
teoriye ‘Sylvia Plath etkisi’ adını verdi.<br />
Bu kavram, özgün üretimle deliliği bağdaştırmıştı.<br />
Bu teoriye göre Plath’ın intiharı ondan<br />
sonra gelen bir çok kadın şair ve yazarı etkilemiştir.<br />
Virginia Woolf, Sara Teasdale, Anne<br />
Sexton, Alda Merini gibi kadın yazarları da<br />
içine alan bu kavramın temsilcilerinden biri de<br />
Sarah Kane oldu…<br />
14<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Örümcekli raflara bırakılmış bir<br />
çeşit intihar mektubu<br />
Bir yazarın kaleminden mutlaka kendi kanı<br />
akar sayın okuyucu, bilmelisin… Burdan<br />
senin yaralarına kaç vesayitle gidiliyor,<br />
söylesene…<br />
Bütün yazıcılar, aslında öldükten sonra<br />
yazmaya başladılar. Çünkü; bir dalgıca ilk<br />
dibe vuruşunda bir rehber gerekir, biliyorsun…<br />
Bir anlatıcı en çok, en çok kendi<br />
yaralarını mı anlatır? Bir anlatıcı en çok, en<br />
iyi kendi yaralarını anlatır… Bir balığa bak,<br />
acılarının muadili yoktur. Bir dalgıç bile anlayamaz<br />
bazı, nedense bir karaya vuruşun,<br />
soru işaretlerini… Bukowski’nin, Özlü’nün,<br />
Plath’ın, Marmara’nın kalem uçları fosil<br />
kokuyordu.<br />
Bir anlatıcının paralel yükümlülükleri vardır<br />
anlıyor musun? Çoğunlukla, iyi anlatıcılar;<br />
dibi tanıyan dalgıçlardır bir nebze. Hasbelkader<br />
bir gün denize girersen eğer; Korkma<br />
çünkü, henüz karşılaşmadık…<br />
“Üzgünüm, çünkü geleceğin umutsuz ve iyileştirilemez olduğunu hissediyorum, her şeyden<br />
sıkıldım ve hiçbir şeyden tatmin olmuyorum, başarısızlığın ta kendisiyim, suçluyum ve cezalandırılmam<br />
gerek, kendimi öldürmek istiyorum, eskiden ağlardım, şimdi ise gözyaşlarımın<br />
ötesindeyim, insanlar ilgimi çekmiyor, hükmümü kaybettim, yiyemiyorum, uyuyamıyorum,<br />
düşünemiyorum, yalnızlığımın, korkularımın, öfkemin üstesinden gelemiyorum, kendimi<br />
şişman hissediyorum, yazamıyorum, sevemiyorum, kardeşim, sevgilim öldüler, ikisini de ben<br />
öldürdüm, ölüme doğru ilerliyorum, ilaçlardan korkuyorum, sevişemiyorum, sikişemiyorum,<br />
yalnız kalamıyorum, başkalarıyla olamıyorum, kıçım kocaman oldu, vajinamdan tiksiniyorum.”<br />
Sarah Kane, 4.48 Psychosis<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
15
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Görsel: eva carollo<br />
16<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
AÇIK<br />
KALP<br />
AMELİYATI<br />
MELTEM DOĞAN
“Çok zor… Ben buradayım, o nerede?”<br />
Ellerini yanağına yapıştırıp sanki karşısındaymış gibi duvara daldı. Bir erkeğin zorluklar listesinin<br />
son sırasındaki madde bulmuştu onu. Aşık olmuştu… Üstelik iki kızı, bir karısı, bir<br />
evi, her sabah selam verdiği mahalle bakkalı, sokağın köşesindeki mobilyacısı, her akşam<br />
uğradığı kahvesi vardı. Tüm bunları nasıl bırakırdı? Öyle demişti sevgilisi. Sonra kalkıp yan<br />
masadaki adamın burnuna sunmuştu peruğunun kokusunu. İmkansız aşk dedikleri buydu,<br />
hem de yeşilçama yakışır türden. Saatlerce içtiği rakısı en sonunda onu esir almıştı, çoktan<br />
uyanmak istemeyeceği, mümkünü olmayan rüyalarına dalmıştı.<br />
Kapının köşesinden seyrediyordu babasını Melek. Erkeklerden nefret edeceğine dair söz<br />
vermişti kendine… Her liseli kızın mutlak kırgınlığı, defterinin arasında unuttuğu bir yazısı,<br />
boş boş tahtaya baktığı anları vardır. Melek tüm bunlardan muaf olmuştu. Babasını anlıyordu,<br />
annesine ihanet ettiğini düşünerek... Sonuçta aldatılan annesiydi. Babasını salonda<br />
bırakıp mutfağa yöneldi.<br />
Annesi masada oturmuş, perde arkasından sokağı seyrediyordu. Cama çıkmak olmazdı,<br />
karşı komşu “gözüme duman kaçtı…” yalanına inanmayacak kadar meraklı ama aynı zamanda<br />
kördü. Zira komşusu bir yangının içindeydi. Usulca oturdu Melek annesinin karşısına.<br />
Tüm hatlarını seyretti. Güzeldi işte… Küçük burnu, kemikli suratı, zayıflıktan çıkmış köprücük<br />
kemiği, saçları yeni beyaza boyanmış bir duvara yanlışlıkla dokunmuş, ama hemen<br />
fark edince sadece aralara bulaşmış kadar beyazdı. Gözlerinin altı çukurdu, annesinin tüm<br />
hayatı oraya sığmış gibiydi. Gözyaşlarıyla temizlediği hayatı... Annesini böyle görünce babasını<br />
öldürmek istiyordu. Bir aşkı hak etmiyor muydu yani? Hem onca yıl boşuna mı uğraştı,<br />
iki tane kız büyüttü, bir koca büyüttü, bol meraklı komşular susturdu, işe gitti… Hayat bu<br />
kadar basitken yanı başında bir kadın varken, insan arka koltuğunda oturup sigara içti diye<br />
hiç tanımadığı bir kadına aşık olur muydu?<br />
“Ben hiç aşık olmadım… Nasıl bir duygu? Yani insan nasıl hissediyor? Aşk yalnızlıktan daha<br />
mı büyük?” Döndü kızının suratına baktı.<br />
Melek annesinin çaresizliğinde kavruluyor, kalbinin kırıklarının ucu sivrilip ruhuna batıyordu.<br />
Hiç aşık olmamış birine aşk nasıl anlatılırdı? Bir an korku sardı içini, acaba annesi günlüğüne<br />
mi bakmıştı? Bunu yapmamalıydı, o gün saatlerce ağladığını, bir daha kimseyi öyle sevemeyeceğini,<br />
zaten en çok onu sevdiğini bilmemesi gerekiyordu. Annesi suratına bakmaya<br />
devam edince, bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu.<br />
“Anne sen yalnız değilsin. Ben varım, ablam var.”<br />
“Yalnızlık paylaşılan bir şey değil ki kızım…”<br />
Kalktı masadan, buzdolabına yöneldi. En alt gözdeki sebzelikten patlıcanları aldı. Dolabın<br />
kapağını kapattı. Patlıcanları yıkamaya başladı. Arkasında onu izleyen Melek’e dönüp,<br />
“Ablan gelmeyecek bu akşam. Kızartayım mı, yoksa dolmasını mı istersin?“ Annesinin bu<br />
duruluğu, hiç bir şey olmamış gibi hayatına devam etmesi, korkutmuştu Melek’i. Onu kaybedemezdi<br />
buna dayanamazdı, annesi ölmemeli ve delirmemeliydi. Bir anda fırlayıp sarıldı<br />
annesine, ağlamaya başladı. Bağırıyor ve yalvarıyordu.<br />
“Anne bunu yapma, lütfen! Hiçbir şey olmamış gibi davranma!” Kollarıyla annesini sarsarak<br />
kendisine gelsin istiyordu. Annesi gülümsedi, sarıldı.<br />
“ Yalnızlık sakinliktir…” Kızını sandalyeye oturtup, su içirdi. Saçlarını okşadı, öptü. Tezgahtaki<br />
patlıcanları yıkamaya devam etti Çünkü dünya henüz durmamıştı, henüz sular altında<br />
kalmamıştık, bir göktaşı tepemize düşmemişti, boynuzlu koyun boynuzsuz koyundan hak<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
17
iddia etmemişti. O zaman neden durmalıydı? Devam etti, yaşamaya ama en çok da yalnızlığı<br />
yaşamaya…<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Melek odasına giderken, babasının salondan gelen sesini dinlemek için vazgeçip babasından<br />
hesap sormak için yanına gitti. Anlamadı babasının neler mırıldandığını, duymak için<br />
eğildi. Babası ağlıyordu. Bir yandan bir şarkı fısıldıyordu.<br />
“Ben seni unutmak için sevmedim… Ulan kalbim acıyor be. Dayanamıyorum. Kalp acı,<br />
dünya hüzün, göz yaş dolu…” Sesi titriyordu babasının. Surat ifadesi ne düşündüğünü belli<br />
edemiyordu. Hem acı çekiyor, hem utanıyor, hem de isyan ediyordu.<br />
“Ben ister miydim? Böyle ateşlerde yanmayı… Ben bilmiyor muyum lan! Karım var, kızlarım<br />
var. Çok seviyorum lan, çok.” Hesap soracağını unuttu Melek. Babasını yerine yatırmak için<br />
kafasını kaldırdı. Babasının kolunu omzuna doladı.<br />
“Hadi baba yardım et bana, yerine götüreyim seni.” Adam yarı baygın bir şekilde gözlerini<br />
açtı, ağlamaya devam etti, kızına dayanarak kalktı.<br />
“Melek kızım, görme babanın perişanlığını, acizliğini, bu kalp mahvetti beni. Ben hepinizi<br />
seviyorum. Ama bu aşk kahretti beni…” Hem sayıklıyor, hem hıçkırıyordu babası. Melek<br />
dayanamayıp ağlamaya başladı, biliyordu bunun nasıl bir duygu olduğunu. Ne menem bir<br />
acıydı bu. Babasını yatağına yatırıp, odasına geçti.<br />
Melek odayı ablasıyla paylaşıyordu. Duvarda posterler, ablasıyla gittiği konserlerin biletleri ve<br />
düş kapanı vardı. Düş kapanının altında, “Görülen her düşün hatırına… Şimdi uyanık kalma<br />
zamanı” yazıyordu. Uzandı yatağına, hiç gitmek istemediği o güne gitti.<br />
***<br />
Uçuruma… Binaların arka tarafında kalmış, park yapılamamış ama sahiplenilememiş, hiçbir<br />
binaya ait olmayan, üç ağaçlı o yere. İlk buluşmalarında oraya gitmişlerdi. Okulun ilk günü<br />
onun için kaçmıştı, heyecandan nasıl davranacağını bilemiyordu. Sanırım o kocaman yumruğa<br />
yumruk atma çabası bundandı. Elindeki kolanın pipetinden suratına kola fışkırtıyordu<br />
Melek. Onun yanında, yaşayamadığı tüm sevinçleri yaşıyordu. Orada öpüşmüşlerdi, orada<br />
sarılmışlardı ve her şey orada bitiyordu. “Kalbim yok benim.” dedi. Melek gözyaşlarını gizlemiyordu<br />
artık. Ama inanamıyordu, nasıl olurdu, bu düş yalan mıydı? Melek günlerce ağlamıştı.<br />
Onu unutmak gerekti. Ve Melek’in en iyi özelliği hiçbir şeyi unutmamaktı…<br />
***<br />
Odasına geri döndü Melek. Yatağında döndü. Babasının acısını dindirmek, annesinin yalnızlığına<br />
çare bulmak istiyordu. Mutfaktan gelen patlıcan kızartması kokusu, tüm bu çabalarına<br />
ara vermişti. Öğrenmişti, sevdiği ne varsa hepsini hiç beklemeden yaşamalıydı. Çünkü her<br />
şey bitiyor bir daha hiç olmuyordu. Şişmiş gözleriyle mutfağa gitti.<br />
Annesine arkadan sarılıp, beyazlarından öptü.<br />
“İyi ki kızartmasını yapmışsın Anne.”<br />
Annesi sarımsakları soymak için sudan geçiriyordu. Elinden alıp soymaya başladı. Havanda<br />
dövdü, çırpılmış yoğurdun içine koyup çırpmaya devam etti.<br />
Annesi mutfaktaki küçük televizyonda kanal aramaya başlamıştı. Haber saatiydi.<br />
“50 yaşındaki emekli öğretmen Selçuk Taş, 18 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi Cemil Kapı’nın<br />
umudu oldu… Beyin kanaması geçiren emekli öğretmen Selçuk Taş’ın beyin ölümü<br />
gerçekleştiği için, ailesinin isteğiyle yaşam ünitesinden ayrıldı. Sağlığında organlarının ba-<br />
18<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
ğışlanmasını isteyen Taş, kalbi delik lise son sınıf öğrencisi Cemil’in umudu oldu. Yaşamı<br />
boyunca kendini öğrencilerine adayan bu iyi yürekli öğretmenimiz, son görevini de yaptı.<br />
İşte gerçek öğretmen, işte vefalı insan…”<br />
Melek ellerinde Selçuk öğretmenin kalbini taşıyan, sağlıkçıları dikkatle izledi. Annesine dönüp,<br />
“50 yaşındaki bir kalp çok yorgun değil midir mi anne? Hem şimdi o kalbin içindekileri, bakalım<br />
bu çocuk sevecek mi?” dedi, ekmeğini patlıcanın yağı bulaşmış yoğurda batırırken.<br />
“O kalp yorulmamıştır. Hem sevmekten kim usanır, ayrıca kalbin içindekiler, adamın ruhuyla<br />
gitmiştir. Geriye sadece adamın çok seven kalbi kalmıştır. Yani o lise öğrencisi, artık çok<br />
seven çok vefalı biri olarak hayatına devam edecektir…”<br />
Sustu Melek aynı ses yankılandı kulaklarında, “Kalbim yok benim…”<br />
Sabaha kadar uyuyamadı Melek. Babasını düşündü, kendisini düşündü, o’nu düşündü.<br />
Kalbi vardı, bunu biliyordu, sarıldığında başını göğsüne yasladığında duymuştu sesini. Vardı<br />
ama tıpkı Cemil’in kalbi gibi delikti, yoksa nasıl “yok” derdi. Peki babası? Onun kalbi çalışıyordu…<br />
Fazlasıyla çalışıyordu, hatta babasına acı veriyordu.<br />
Duş almak için odasından çıktığında, babasıyla karşılaştı. Babası bir anda irkildi, sanki ziline<br />
basıp kaçtığı o apartman teyzesine yakalanmış gibiydi. “Affet kızım” der gibi baktı Meleğin<br />
yüzüne. Melek daha fazla dağılamaz sandığı kırıklarını içinde süpürürken büyük bir şefkatle<br />
babasına baktı. Babası kızının olgunluğuna şaşırdı, gözleri doldu. Melek babasına sarılıp,<br />
“Daha fazla üzülme baba hepsi geçecek. Acı çekmeyeceksin…” dedi. Adam hıçkırıklarını<br />
içine gömdü, fakat kendini durduramıyordu. Yaralı ve büyük bir aslanın göğüs kafesi gibi<br />
inip kalkıyordu kemikleri. Melek daha sıkı sarıldı babasına. Banyoya girmekten vazgeçti.<br />
Mutfağa gidip, buzluktaki buz tabletlerini aldı. Çocukken her Pazar pikniğe giderken, kolalar<br />
ısınmasın diye aldıkları o küçük plastik dondurucu termosu aldı.<br />
Salonda oturan babasına,<br />
“Hadi baba, çocukken piknik yapmaya gittiğimiz o göl kenarına götür beni.” Tüm yorgunluğuna<br />
rağmen, kendini affettirme fırsatı bulan adam hemen kalktı ayağa. Odasına gidip<br />
giyinmeye başladı. Annesi sabahtan çıkmıştı evden, teyzesine gidip evini temizleyecekti,<br />
haber vermek gerekirdi. Buzdolabın üstündeki not defterine, “Bizi merak etme anne, mutlu<br />
olacağız…” diye yazdı. Babası hazır bir şekilde onu kapının önünde bekliyordu.<br />
Yolda giderken elini camdan dışarı çıkardı Melek. Ne zaman hissetmek istese bunu yapardı…<br />
Tüm rüzgarı iliklerinden ruhuna gönderirdi, sonra ciğerleri yardımıyla tüm acısını dışarı<br />
solurdu. Hiç konuşmadılar yol boyunca. Melek bir eczanenin önünde babasını durdurdu.<br />
Elinde vicks reklamlı poşetle geri döndü. Babası hiç sormadı, Melek ne istese, ne yapsa<br />
razıydı.<br />
Geldiklerinde Melek başını babasına çevirip,<br />
“Hazır mısın Nejat kaptan?” dedi. Babası belli belirsiz salladı başını, anlam verememişti.<br />
Çok önemli değildi. Burası ona iyi gelmişti. Daha önce kim olduğunu hatırladı. Mangal<br />
yaptığı iki taş arasında hala duman tütüyordu sanki. Karısı ah evet, bir an karısını getirdi<br />
gözünün önüne mangal dumanı. Güzeldi aslında ve çok sessiz. Hiç şikayet etmezdi ve tüm<br />
acılara inceden gülümserdi. Meleğin salladığı ağaca baktı. Kökünden çürümeye başlamıştı.<br />
Tüm geçmişinden kafasını kaldırıp baktı Meleğe kızı ne çok büyümüştü meğerse… Melek<br />
ayak başparmaklarıyla suyu ürkütüyordu. Babası ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp yanına<br />
oturdu.<br />
“Benden nefret ediyor musun kızım?” Melek suyu titretmeyi bıraktı, ayaklarını bütün halinde<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
19
suya soktu.<br />
“Etmeliyim, annem için bunu yapmalıyım. Ama yapamıyorum baba. Kalbim paramparça<br />
anneme üzülüyor, senden nefret ediyor ve anlıyor ,aslını istersen sanırım deliriyorum baba.<br />
Hala o kadını seviyor musun?” İçinden dua ediyordu Melek. Hem “evet” desin istiyordu,<br />
hem “hayır”. Babasının gözlerinin içine bakıyordu, kalbini görmeye çalışarak.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
“Evet…” dedi, sesi titreyerek devam etti. “İnsan seçemiyor kızım, hangi uçurumdan atlayacağını<br />
bilemiyor. Dibini gördüm sanıyorsun, oysa düştükçe daha çok ilerliyorsun, çarptığın<br />
kayalar son bulmuyor. Ben yuvarlanıyorum aşağıya doğru, kayalara çarptıkça kanıyorum<br />
ama bir türlü bitmiyor. Sen oluyorsun bir kaya, annen oluyor, ablan oluyor. Çok zor be kızım.”<br />
Melek babasını gözyaşından öptü, omzuna yaslandı. Babası saçlarını öptü. Melek babasına<br />
sarılıp, kulağına fısıldadı.<br />
“Sona geldik baba, burası uçurumunun sonu. Artık üzülmeyecek ve çarpmayacaksın. Affet<br />
baba, kalbin bana lazım çünkü.” Adam ne olduğunu anlamak için, kafasını Meleğin saçlarından<br />
tam ayıracakken, Melek elindeki falçatayı babasının boynuna sapladı. Nejat acı<br />
içinde inledi, uçurumun son taşına, Meleğin dizine devrildi. Melek falçatayı çekti babasının<br />
boynundan kanlar fışkırdı her yere. Hemen uzattı bedenini babasının sürükleyerek, gömleğini<br />
yırttı. Neşteri aldı çantasından, adem elma kemiğinden midesine kadar kesti, küçük el<br />
keseriyle göğüs kemiğini ayırdı. Kalbe ulaştı, tıpkı arkeolojik kazı sonucu ulaşılan en değerli<br />
taş gibi, yavaşça avucunun içine aldı. Aort damarını kesti yavaşça, bir zamanlar en sevdiği<br />
içecekleri koyduğu dolaba, şimdi çok seven bir kalp koymuştu. Babasını öpüp yavaşça<br />
çevirerek, göle attı. Fazla vakti yoktu, biliyordu. Hemen çevirdi numarayı, unutmamış olması<br />
canını sıkmıştı.<br />
“ Alo. Melek, çok zaman oldu nasılsın?” Melek durakladı önce, zaman yoktu, bunun tadını<br />
çıkaramazdı.<br />
“İyi… Uçurum, uçuruma gel.” Telefonu kapattı. Arabaya hızlı adımlarla yürüdü, yavaşça yan<br />
koltuğa koydu buzluğu devrilmemesi için, emniyet kemerinin ayarını yapıp sardı.<br />
Oradaydı, başında siyah şapka vardı. Melek, o şapkayı dershane çıkışı sırf arkadaşlarına<br />
ayıp olmasın diye gittiği alış veriş merkezinden almıştı. Bir kere bile taktığını görmemişti. İşte<br />
şimdi başındaydı. Yanına gitti. Meleği görünce sigarasını yere fırlattı, omuzlarından çekip<br />
göğsüne bastırdı. Meleğin kulağında ses yankılandı, inanmadı çünkü “Kalbim yok” demişti.<br />
Geri çekildi Melek.<br />
“Babamın kalbini getirdim sana. O çok aşıktı, annem sevmekten usanılmaz dedi. Ben hiç<br />
unutmuyorum; seni, düşlerimi ve şapkanı.”<br />
***<br />
“Evet sayın seyirciler gün geçmiyor ki bir vahşet haberiyle daha karşılaşmayalım. Bu seferki<br />
vahşetin adresi İstanbul Küçükçekmece. Vahşet mağduru talihsiz vatandaşımız taksi şoförü<br />
Nejat Er, faili meçhul bir infazla hayata gözlerini yumdu. Cesedine ulaşılan Er’in önce boğazı<br />
kesilmiş daha sonra da darp edilerek, kalbi yerinden sökülmüş. Katilin olay yerinden kaçarken<br />
maktulün arabasını da çaldığı ortaya çıktı. Tüm mobese kameralarından takip edilen<br />
araba, en son Bakırköy’de görülüyor. Sahile terkedilen arabada yapılan incelemede parmak<br />
izi bulunmamakla birlikte, tüm emniyet görevlileri katil ya da katillere ulaşmak için yoğun<br />
çaba sarfediyor. Organ mafyası mı yoksa kan davası mı? Bu neyin öcü? İki çocuk babası<br />
taksi şoförü Nejat Er’in katili veya katilleri şuan elini kolunu sallayarak sokaklarda geziyorlar.<br />
Emniyet müdürlüğünden yapılan açıklamaya göre, katil en kısa zamanda yakalanacaktır…”<br />
20<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
SEVGİ DOĞAN<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
21
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
EKOİN KAJMER<br />
Dehşetengiz<br />
- ablacım ben evde kendim de bu giz ile dehşetiyorum -<br />
Nehirler okuyucu. Sana Kızılırmak’la birleşemeyen bir nehrin hikayesini anlatamamak için upuzun<br />
adımlar ötenden yazıyorum. Selamlar. Ve selam-ın aleyküm(ki?)ler ve aleyküm(kiydi yahu?)<br />
selamlar.<br />
Etkileyici giremezsen dindar gireceksin. Otopsi masasının şakası olmaz. Masayla şaka olmaz<br />
bi defa okuyucu. Okuman, bu yazının okunası bir yazı olduğu anlamına gelmiyor, oysa okunası<br />
bir yaz atlatmıştık gibi gelmişti bana tüm bu vakit bolluğunda. Kıçımıza kadar yani sürecek<br />
kadar boldu vakit. Ama biliyorsun vakitlerle de şaka olmaz. Vakitler şakaya gelmez. Şakalar<br />
vakte gider. Çünkü vakit gelip giden bir şey değildir. Dün’den geliyorsun yarın’a ya, yarın da<br />
dün’den yeğ değildir tam da bu yüzden.<br />
Bende de böyle bir akşamın gecesi başladı bu baş ağrısı ve yorgunluk hali. Meyve hali gibi bir<br />
şey oldum sonra. Domatesler geliyor kamyonla, bir bakıyorum marul azalmış mesela, fiyatı artıyor<br />
ağlayamıyordum da. Kadıköy’de bir kent ozanı diyor ya bir şarkısında “durmaz yan yana<br />
gözyaşı ve marul” diye, diyor yani işte. Ne güzel de demiş gibi. Ulan deminden beri diyeceğim<br />
diyemiyorum sanırım tüm sorun burada başlıyor(,) ölüm(,) sebebi(,) sebepsizlikle gelen bir girememe<br />
durumu. Yazıya. Anlatıma. Gözüne. Ruhuna. (sana ve bana ve bir de gittiğin arabanın<br />
tekerine). Alla’m çok şükür ilk paragrafı ortaladım. Şut-tu şuttum, ah(bir şey olmayacak gibi<br />
oldu) ve gool! Ve şimdi tüm saha önce sağa bakıyor. Sonra bir de Sağa bakıyor. Şirinevler’de<br />
bir genç şivesizce boğuluyor (bir şeyin olacağı varmış). Ve Okunması okunası olduğuna gaflet<br />
gofret ve delalet etmeyen yazılar nehrinde yine terse (akıntıya karşı) yüzen balıklarıyla (hani<br />
hayat ya) bir adam ayaklarını suya sokuyor. Bir adam bağa pamuk sokuyor. Pamuk bağları.<br />
bağlama telleri. Bağzısı bacılar. Bağcılar.<br />
Mutluluğu yok sayamazsın. En azından çıkarmada etkili eleman. Zaman gibi mutluluk da (vatan<br />
gibi bir şeymiş galiba) bölünemeyen bir bütündü (kahretsin-di). Hayatımdaki bir mutsuzluk<br />
yüzünden diğer şeyleri yok sayamadım bu yüzden hiç. Bir ev gibiydi mutluluk. Ve bir odanın<br />
lambası yanmadığında diğer odadakini söküp oraya takıyordum (gençken öyle yapardık yokluktan<br />
değil var olsunluktan). Bu yerine koymak değildi. öbür odanın aydınlanamayacağı fikri,<br />
oraya yeni lamba alınsa da asıl lambanın diğer odada olduğunun (ay ne kadar salak bir bilgi<br />
–Nurten hanım yalnız sizin odanın lambası aslında tuvaletindi geçen bura yanmadı da oradan<br />
taktım sorun teşkil edeceğini sanmıyorum ama yine de aklınızda olursa sevinirim) bilinci gibi<br />
hep akılda kalacaktı.<br />
Evde nasıl ki lambalar böylece yer değiştirmeye başladıysa benim de hayatımda hep bir şeyler<br />
yer değiştirdi. Belki bu yüzden de biraz, yani bunu da ‘işte o yüzden’lik dilimine katabiliriz ölüm<br />
sebebinin, hep ışığı yanar oldum. Yanmayan odanın karanlığı oraya girene kadar bilinmiyordu,<br />
biri geldiğinde ondan önce fark ettirmeden koşup başka bir yerden lamba takıyordum zaten.<br />
Bir ben biliyordum. Yanmayan asıl odayı. O oda da beni yaktı işte. Bu döngü gel zaman git zaman<br />
(ayıp ediyorsun vakit gelip gitmez, affedersin geldim zaman gittim zaman) başa vardığında,<br />
fay kırılıyordu. Deprem kaçınılmazdı. Biraz sallanılsındı. Biraz sallantılansındı. Sallaspaghetti<br />
aleyhi ve sellem’di.<br />
Ama bir şair der, gerçek yolculuk geriye dönüştür.<br />
(taktirillahi tirililer-de. Tövbe de hafız adamı yakarlar, artık adam olan yaksın, ben yanmasam<br />
diyorsun nasıl çıkar çıkarımlar çaresizliğe, ah ben de diyordum ben ne diyorum)<br />
22<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Görsel: ekoin kajmer<br />
23
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Kendi yolculuğuma… okuyucu kendimizi kandırmayalım. Bu varoluşsalık beni nasıl<br />
sikiyorsa ben de öyle kafa sikiyorum işte. Durum da bu. Amına koyayım yazının da<br />
ağzına sıçtık. Edebiyatta böyle şeylere yer yok. Ama tıpta da (ta tam!) utanma olmaz.<br />
Ama bu lambalar çok germeye başladı beni. En son puzzleımı ortaokulda yaptım-dı.<br />
Bittiy-di. (bittiy ne lan?, bilmiyorum sus.)<br />
Nehirler okuyucu. Nehirlerden bahsetmek istiyorum. Dikey ve yatay nehirler. Şaka bir<br />
yana bunlara katlanmak zorunda değilsin. Kimsenin kimseye katlanması domalması<br />
gibi bir durum söz konusu olmamalı. Açık açık yazayım. Durum bu. Bir okuyucudan<br />
diğerine giderken yalan söyleyen yazarların bıraktığı o izi bırakmayacağım sana. Benim<br />
yazamazlığım en fazla tutar beni öldürür ya da piyasada bir editör beni bıçaklar aramızdaki<br />
her şeyi öldürür.<br />
Birkaç sene oluyor. Nehirdim, aktım (dışa akan her şey içe de akar). Çiçekler açtı,<br />
ağaç dibinde insanlar hamaklarında yattı. Ama akılsız bir akış, daha başlamadan gelen<br />
alkış gibi. Belki biraz da akılsızlık (suyun aklı olmazdı) bilmiyorum. Ne biri elektrik elde<br />
etti, çiçeklerini suladı önüme barajlar kurup (ister miydim de sanki?) ne de denize ulaşabildim.<br />
Aktığımla kaldım. Emdi de toprak nereye götürdü, emmediyse hiç güneş de<br />
mi doğmadı, yükselip bulut olup yağmur olup yağmadım gürleyemedim tekrar, bilmiyorum.<br />
Der ya şair, adımdan gayrısını bilmiyorum, öyle bir şey.<br />
Balıklarım ters döndü önce (ters mi? Öldüler mi yani?, hayır canım terse yüzdüler yani,<br />
sırt üstü mü yüzdüler demek istiyorsun, bilmiyorum normalde nasıl yüzüyorlarsa aynı<br />
şekilde diğer yöne yüzdüler işte, işyerindeki saçma kurallar boşverseydin, ne dediğini<br />
anlamıyorum yeter sus) sonra çiçekler ve o hamaklı insanlar kayboldular.<br />
Ve büyük bir aralık başladı. Ve aralık o kadar uzun sürdü ki,<br />
Topraktan çiçekten sevda kuşunun kanadından avarelerden sokak köpeklerinden<br />
taştan taşandan uykudan aydınlıktan esmer şekerden kabak çekirdeğinden bahçe<br />
çitinden ve gün dünü dürüp bizi yarına götürüp zamana sürüp ekmek arası rakı kafası<br />
otopsi masası bir can biraz hicran yiyor alışık olduğumuz gibi her zamanki gibi yüreği<br />
kocaman yunus balığı parmaklarımız masajsız şakaklarımız şakalaştıklarımız arsız edilgen<br />
çatısız fiil bahçeleri allah konuşmazlığı komşu susmazlığı vakit arsızlığı yahut belki<br />
de bir onbaşının kovandaki arının törpülenmiş zamanın kaybolmuş turistleri çocuk<br />
gölgesi güzel günler güneşli günler melodiler sayma sayıları bir kavanoz dibi iplikler<br />
incelikler sevgi şefkat gelincik çiçeği gönül hanesi para pul hayal meyal kemikten etin<br />
sıyrılması tren vagonları yolcu bavulları aralıklar mutfaklar şarap mantarı avarelikler ve<br />
ah ve kahve kokusu bir dönme dolap türküsü gitar telleri ellerin ve ellerimiz cesaretsizlik<br />
bahçesinde su alan kalbim her seyyar arabanın gözlük kabının vardiya değişimlerinin<br />
sahipsiz afişlerin tutkusuz insanların pişmiş patatesin saf niyetlerin kırık aynasında<br />
görüntüsü hepsi birer boncuktu gözümde asacaktım gökyüzüne…<br />
Şimdi kendimden sıyrılıyorum bir kasabın eti kemiğinden sıyırması gibi.<br />
ve benim biricik yüreğim kan çanağı bir gece vaktinde.<br />
Bu geri kazanılmayan enerji yazısı oldu ama okuyucu. Hâlâ okunulası olması konusunda<br />
kararsızlıklarım var. Bir editör beni bıçaklayacak. Ve ben kamu spotu olacağım.<br />
Sokak lambasına kendini asan şairin ruhu, Mağazadaki spot lambaya kendini asan bir<br />
çalışanınkiyle neredeyse aynı.<br />
İçten ol okuyucu. Dediği gibi Kaşan şehrinden bir şairin, “bankada da ağacın altında<br />
da içten olalım”<br />
Tüm bu kelime yığınını okumuş olman biraz da benim suçum.<br />
“Suçlu yok yanlış var” der bir şarkıda.<br />
Güzel şeyler yazmak istiyor aklım ama parmaklarıma nazı geçmez<br />
Garip çocuğum ben, kimse buradan trene binmez.<br />
24<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
- sınır ötesi harekat -<br />
TUĞBA TURAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
25
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
Yakarış Hâlİnden<br />
Oldukça Mânâ OtopSİSİ<br />
PAYANDA<br />
Görsel: noah hutson<br />
26<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Fısıldanıyor yeniden rahmin çiçeklerine<br />
Yağ ve bitir ateşi, üstüne<br />
Bir atın gözyaşını yerleştir. Duru bir gün geçmedi ki<br />
Kalsın karasıyla hayat. Vurgun bir geminin<br />
Son baktığı kıyı, ellerim kadar uzaktır<br />
Muhteniz<br />
Bir darbe almadan yıkılacak kuşlar için<br />
Yemindir, mücerrid<br />
Tan çizmeye çıktıysa gece alaçalı bir yangın yüzsüzlüğüne<br />
Cehennemden başlayan bir gecedir yakan<br />
Sahne sesleriyle insan odalarının<br />
Gövdesi şahin gizemiyle<br />
Kırık otların sözleriyle<br />
Bütünleşen yayılan ve oklardan sağ çıkan<br />
Yüce kalplerini gömmek için toprak<br />
Özünden çıkılmayacak ölümümün.<br />
Şimdi anlatmak için oldukça dünya. Sevmek için oldukça dünya.<br />
Cesaret kamışından çekmek için kahrı oldukça dünya. Yan ve kül şarkısını<br />
Dans ederek izlemek için oldukça dünya. Baş dönmeleri<br />
Ateşlenmeler histerik ve bağımlılıklar adına vel leyli izâ yağşâ oldukça dünya.<br />
Âyetlerden bilinince yaşam, kutsal kılınınca zindân<br />
Hayvan çün: güzel değil insan olmak oldukça dünya. Sepetleriyle<br />
Çiçekleri eriten ahenkli yıkılış<br />
Çalan kapıları gece yarısı bir tütsü elinde<br />
Mezarlara varılarak marşlar çalarak sözcükler ezerek<br />
Bu tohumdan zehir yerde oldukça dünya<br />
Güven çalgısı başlı başına tenha. Uyku komasından kalkalı<br />
Çekingen bir yakarışı atlattı boynuna su parçacıklı<br />
Temiz hissiyatlar için temiz boşluk yükü için<br />
Oldukça dünya<br />
Sersemletici ağusuyla çimenleri ezen<br />
Yağmur tapınağında kuru vaha<br />
Vicdân pusulası verem nöbetleri intihar krizleri adına<br />
Oldukça dünya<br />
Bitmeli, kamaşıp yıldızın birinden<br />
Zihninden aşağı kayıp düşmeli.<br />
Bittikçe cennet, oldukça dünya.<br />
Riyâ ve rüya.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
27
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
faİLİ<br />
meçhulüm<br />
yalnızlığımda<br />
ASLAN KOCAMAN<br />
utanmaz bi çaresizlik<br />
unutmalar meclisinde<br />
kirliliğe bilenmiş bir kalem<br />
tarihin satırlarını süslüyor<br />
oysa kana boyanıyor<br />
ellerimi sivrilttiğim kalemler<br />
beş parmağın beşi de vicdan<br />
bi cinayetin vicdanı bırakılmış bedenimde<br />
faili meçhulüm yalnızlığımda<br />
***<br />
binalar, binalar, gölgesiz ölüler!<br />
cinayetleri de vurdular,<br />
işçi kazaları deniliyor bunun yerine<br />
nem kusturuyor bu zahmetsiz sözler<br />
içimdeki yangına ben bi sigara daha ararken<br />
zararından bahsediyor, birileri<br />
-kim bu, ardıllaşan zahmetsiz imparatoriçimdeki<br />
yangına ben bir sigara daha ararken…<br />
duy beni, rüzgârın yüzünde<br />
bi çocuğun gülüşünde<br />
-biraz da ürkütücü olan bir nefes olarakişit<br />
faili meçhul yalnızlığını<br />
***<br />
ütopyalar salgın hastalıklardır<br />
kurtul, bu aman vermez yaradan<br />
bi geceye uyan ve<br />
rüyaların ezberini boz<br />
Görsel: ELIJAH HAIL<br />
28<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
BAŞLANGIÇ AYİNİ<br />
OĞULCAN KÜTÜK<br />
I.<br />
çiçek eker gibi geçtim rüzgarından dünyanın<br />
yolun pıtrağından, virajından ömrün...<br />
annemin öğüdünü dinleyip tarazladığım<br />
uykularımı ona bıraktım.<br />
dinledim yeminden dönen muhabbet kuşlarını,<br />
payımı aldım, babama sakladım.<br />
II.<br />
ağzımda gürleyip duran nefsi, ağacın<br />
konuştuğu sesi, yaprağın bir gün döküleceği<br />
sırrını, gülün şubat infazını,<br />
ayçiçeğine akşamın yaklaştığını sustum.<br />
yüzüm kırıldı, kırıldı yen içinde kaldı.<br />
boynumdan topuğuma vurun beni.<br />
III.<br />
ellerinizi sevip göçtüydüm nehirle bir<br />
dedim su da olmak gerek bazan dünyaya<br />
bir gün belki birazdan, gelirse zalim bir haber<br />
sizden ya da benden<br />
emanet dizeler çekelim gölgelerimize.<br />
IV.<br />
dediler ki ; ölüm tek dünyalık değil çocuk<br />
harbine şahit lazımdır insanın<br />
kalbine elbet bir şehit.<br />
tam böyle zamanlarda<br />
şehirde bağıran rüzgarı, susan taşları<br />
bir saat öncesine dönülmeyen keskin<br />
çizgiyi<br />
saniyenin hükmünü, noktanın ne anlattığını,<br />
sonra onların dilini<br />
harelenen kılıcını zamanın,<br />
canımızda biten yabanıl yılları<br />
ve elbette adımı.<br />
V.<br />
VII.<br />
Görsel: stocksnap<br />
bunlar için bağışla, ve yarım hevesini<br />
elbette<br />
bir kırlangıcı öldürme yine avcunda<br />
ben biraz bağıracağım sen<br />
biraz üzül ve git sonra.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
29
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ŞİRİN DÖĞÜŞ<br />
bulaşıcı hastalıklar / infectious diseases / maladies contagieuses<br />
drawing on photography<br />
30<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
31
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
tam<br />
yere<br />
çakılacakken<br />
HIDIR MURAT DOĞAN<br />
[ ÆGROTO DUM ANİMA EST, SPES EST / HASTA NEFES ALDIKÇA, UMUT VARDIR. ]<br />
ERASMUS, ADAGES, 2.4.12<br />
32<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
“GBT’ler temiz komutanım” dedi asker kimliklerimizi<br />
uzatırken. Hırıltı yapan telsizin sesini kıstı<br />
“Bırakabiliriz” dedi.<br />
Yüzbaşı arabanın içini süzdü, gözlerini kıstı,<br />
tavana avucunun içiyle vurdu “Tamam” dedi<br />
“Tamam, ama Mürşitpınar kapalı olabilir.”<br />
“Tamam geç!” der gibi bir el hareketi yaptı. Birinci<br />
vitese taktım. Derin bir nefes aldım. “Tamam”<br />
dedim “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
Civan sustu. Bir şey demedi. Sonra ben de sustum,<br />
yutkundum öylece.<br />
Bazı zamanlar öyledir. Belki de ne bileyim, bazı<br />
yollar… Virajın arkasında ne olduğunu bilemezsiniz.<br />
Altı şeritli otobanda son sürat giderken,<br />
üzerinize göktaşı da düşebilir. Burası Dünya<br />
sayın okuyucu, burası Dünya çünkü…<br />
Şansınız varsa bire takar, derin bir nefes alır “Tamam”<br />
dersiniz “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
***<br />
İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen<br />
acıları vardır. Belki normal şartlar altında açığa<br />
çıkmazlar. Yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />
Bazen kente yine kar yağsa diyorum kendi<br />
kendime, buz tutsa ortalık... Ne bileyim, vali bey<br />
okulları tatil etse falan...<br />
Bir keresinde, yani geçen sonbahar, avuç içlerimizde<br />
fotoğraf makinelerini kenetlemiş İstiklal’den<br />
aşağı doğru yürüyorduk. O hafta sonu<br />
Meltem çalışıyordu. Tünelin oraya yaklaşırken<br />
Meltem bana dönüp “Gelsene” demişti. “Gelsene,<br />
şurada bir şey var, bir bakalım…”<br />
Kalabalığa doğru yürüdük. Filistin için İsrail’e<br />
Boykot Girişimi öncülüğünde düzenlenen bir<br />
eylemdi. Sendika bayrakları, bir yuva deliğine<br />
üşüşen karınca kafaları gibi bir araya toplanıyorlardı.<br />
Birkaç gün önce İsrail, Gazze’yi abluka altına almıştı.<br />
O gün bu gündür çeşitli gruplar, Taksim’in<br />
muhtelif yerlerinde eylemler düzenliyorlardı.<br />
Kalabalığın arasına dalıp fotoğraflar çekmeye<br />
başladık. Bağırtılar havada çarpışıyordu. Arada<br />
bir atılan Arapça sloganlara mümkün olduğunca<br />
eşlik ediliyordu. Meltem, ÖDP grubunun arasında<br />
kaldı. Ben öne çıktım, grubun karşı tarafına<br />
geçip pankartlar ve insanlardan görüntüler alıp<br />
geri dönüyor, sonra yeniden gidiyor ve yine geri<br />
dönüyordum.<br />
Alper Taş, bir adım önümüzde yürüyordu. Muhtemelen<br />
Arap kökenli biri öfkeyle bağırdı karşıdan.<br />
Bir diğeri cevapladı, havaya yumruğunu<br />
kaldırdı. Anlamıyordum ama evet, hınç doluydu.<br />
Aynı ritim aynı vurucu nakarat, cadde aralığını<br />
çınlatıyordu:<br />
“Filistin’e özgürlük, İsrail’e Boykot!”<br />
***<br />
Bir bilge hep şöyle der; “Acıyan yerin neresi olursa<br />
olsun, çığlık hep ağızdan çıkar…”<br />
Yalan söyledim. Böyle bir söz var mı bilmiyorum,<br />
belki de şu an ben uydurdum, onu da bilmiyorum…<br />
Bu biçimde sanırım yarım saat kadar yürüdük.<br />
Galatasaray Lisesi’nin önüne vardığımızda basın<br />
açıklaması yapıldı. Birkaç kare daha aldım. Sonra<br />
Meltem’le göz göze geldik. “Hadi gidelim” der<br />
gibi baktı. Kalabalığın sağ tarafını, Galata yönünü<br />
işaret ettim. Fotoğraf makinesini çantama<br />
yerleştirdim. El ele tutuşup aşağı doğru yürüdük.<br />
İstanbul’a geleli neredeyse her hafta bir eylem,<br />
bir konser veya başka bir etkinlikteydik. Eylem<br />
fotoğrafı çekmeyi çok severim ben. “Buraya<br />
kadar geldi!” denilen her şeyin, ağızlardan taştığı<br />
o eşsiz sahneler…<br />
Geçen yıl Kent Mitingi’nde şans eseri fotoğrafını<br />
çektiğim ve o kareden hemen sonra polis müdahalesiyle<br />
gaza boğulup kalp krizi geçiren, aslında<br />
hiç tanımadığım, çok sonradan fotoğrafların<br />
arasında gezinirken fark ettiğim Elif teyze’nin,<br />
159 gün komada kaldıktan sonra öldüğünü<br />
varsaymazsak, güzel şeydir eylemleri fotoğraflamak,<br />
bilmelisiniz…<br />
Kadıköy Vapuru’nun 15 dakikası vardı. Kalabalık,<br />
Karaköy terminali kapılarına yığılmıştı. Arada<br />
bir, tek tük, bizim gibi İsrail’e Boykot eyleminden<br />
çıkanları ellerinde tuttukları dövizlerden tanıyabiliyorduk.<br />
Ben mi? Ben mümkün olduğunca<br />
elimde döviz taşımam. Yani her türlüsünü…<br />
***<br />
Birkaç yıl önce 4+4+4 yasasına karşı düzenlenen<br />
eylemden hemen sonra Sıhhiye’den<br />
Mülkiyeliler’e doğru yürürken, Kızılay’ın orta<br />
yerinde çantama asılı duran Eğitim-Sen şapkası<br />
yüzünden durduk yere göz altına alındığımdan<br />
beri, çantamda gezdiriyorum hepsini… Dolar da<br />
biriktirmiyorum…<br />
Çocukken koltuklarda ters dönüp tavana basıyormuş<br />
gibi davranan adamlar el kaldırsın,<br />
çünkü ben de buradayım.<br />
***<br />
Vapur yanaştı. Kapılar açıldı. Meltem “Dışarıda<br />
oturalım, hava güzel…” dedi. Ön tarafa doğru<br />
uzanan, oturakların içte kalan ucuna oturduk.<br />
İnmesi kolay olsun diye. Filistin meselesinden,<br />
Yaser Arafat’ın söylemlerinden, Ortadoğu’nun<br />
bugün neden böyle olduğundan, Mossad’dan,<br />
1972 Münih Yaz Olimpiyatlarından, Sonrasında<br />
gelişen olaylardan bile bahsettik. Kimse hissedemez<br />
sayın okuyucu. Bir acı sadece bir başkasının<br />
sohbetine konuk olur, asla kalbine değil…<br />
Yanımıza kırmızı t-shirtlü yirmili yaşlarda biri<br />
oturdu, telefonda İngilizce bir şeyler anlatmaya<br />
başlamıştı, Hamile bir kadın dört beş yaşlarındaki<br />
kızıyla önümüzden geçmeye çalışıyordu.<br />
Elinde Cumhuriyet gazetesi tutan fötr şapkalı bir<br />
adam sağ yanda sırasını bekliyordu.<br />
Sonra halatlar söküldü, martılar uçuştu ve vapur<br />
sallanıp duran iskeleye paralel biçimde rıhtımdan<br />
uzaklaştı.<br />
Makineyi çıkardım. Gün batımına doğru tuttum.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
33
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
34<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
Galata kulesini de kadraja aldım. Bilindik<br />
ve her “Photography” imzalı İstanbul<br />
fotoğrafçısının arşivinde olması gerektiği<br />
gibi, bir kare çektim.<br />
Bu zorunludur sayın okuyucu. Fakir çocuklar,<br />
martılar, acıdan delirmiş adamlar,<br />
balıkçılar ve alan derinlikleri… Fotoğrafçılara<br />
silah zoruyla çektirilir. Arayıp<br />
Çemişgezek Fotoğraf Sanatçıları Derneği’ne<br />
de bunu sorabilirsiniz…<br />
Meltem’le omuz başlarımızı birleştirdik.<br />
Akşam güneşi retinalarımıza doluştu.<br />
Makinenin dijital ekranını açtım, fotoğraflara<br />
bakmaya başladık. Bir daha, sonra<br />
bir daha… Sağ baş parmağım tuşun<br />
üzerinde, ekrandan akıp giden fotoğrafları<br />
hızla geçiyordum. Bir daha ve bir<br />
daha... Sonra durdum. Bir tık geri döndüm.<br />
Ekranda yumruğu havada, acıyla<br />
haykıran kırmızı t-shirtlü yirmili yaşlarda<br />
biri vardı. Meltem’le birbirimize baktık,<br />
gülümsedik. Sol yanıma döndüm. Makineyi<br />
havaya kaldırıp yanımdaki çocuğa<br />
gösterdim. Telefonu kapatmıştı. Ekranda<br />
kendini görünce gülümsedi.<br />
Hatem. O gün tanıştık onunla. Gazze’li.<br />
Çok içten bir çocuk. Hukuk okuyor burada.<br />
Karşıya geçene kadar bize uzun<br />
uzun anlattı. Telefonunu avuç içinde kenetlemişti.<br />
“Günlerdir anneme babama<br />
kardeşlerime ulaşamıyorum” dedi “Ne<br />
yapacağım bilmiyorum…”<br />
Derin bir nefes alıp “Tamam” demiştim<br />
“Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
Kimse hissedemez sayın okuyucu. Bir<br />
acı sadece bir başkasının sohbetine<br />
konuk olur, asla kalbine değil…<br />
Bir şey yapamadım o gün. Hatem’e<br />
fotoğrafını yolladım o akşam. Facebook<br />
sayfasından paylaştı birkaç dakika sonra.<br />
Kardeşi fotoğrafın altına yorum yaptı.<br />
Arapça metinler yazıyordu. Gülümseme<br />
simgeleri olduğuna göre her şey yolundaydı<br />
şimdilik…<br />
Yineledim. Derin bir nefes alıp “Tamam”<br />
dedim “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
Bir gece rüyamda gördüm onu. Gülümsüyordu.<br />
Hatta inanır mısınız? Kalabalık<br />
bir yerdeydik. Arapça bağırıyordu uzaktan<br />
biri ve hatta sonra adını bir şehir<br />
hatları vapuruna verdiler onun.<br />
***<br />
İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen<br />
acıları vardır. Belki normal şartlar<br />
altında açığa çıkmazlar. Yeter ki yeni bir<br />
deprem olmasın.<br />
Sanırım ya 2005 ya 2006’ydı. Ankara’da<br />
soğuk bir Ekim günü. Hatta o günün<br />
fotoğrafı var. Şu Hitit Heykeli’nin üstüne<br />
pankartlar asan çocukları çekmiştim o gün.<br />
Harici belleğimden sizin için bulabilirim eğer<br />
isterseniz.<br />
Bir terk edilişin hemen ardıydı. Hani böyle bazen<br />
gelir sanırsın hani. Ne bileyim bir sonbahardır ya<br />
da böyle bir kış ama, güneş açar, sen güneş açtı<br />
sanırsın, ısıttı sanırsın. Ama ısıtmaz. Kuzey yarımkürede<br />
genellikle güneş tam olarak ısıtmaz ve<br />
genellikle kışlar soğuk, kar yağışlı ve yalnızlıklarla<br />
geçer Ankara’da... Arayıp Kurtuluş Parkı’ndaki<br />
donmuş kuşlara konuyu teyit ettirebilirsiniz…<br />
Terk ediliyorsunuz sayın okuyucu. Mütemadiyen<br />
ve çok güzel terk ediliyorsunuz. Ve bir terk ediliş<br />
şöyle oluyor: Pencereden bakmayı öğreniyorsun,<br />
tıkanmış lavaboları açmayı; ocağın altını<br />
kısmayı öğreniyorsun sonra, güneşle konuşmayı…<br />
Bir bilge hep şöyle der, ki bunu zaten biliyorsunuz;<br />
“Acıyan yerin neresi olursa olsun, çığlık hep<br />
ağızdan çıkar…”<br />
Hoparlör gürültüsü Mithatpaşa Caddesi’yle çaprazında<br />
kalan Atatürk Bulvarı’na doğru boğuk<br />
boğuk dağılıyordu. İlkay Akkaya “Ilgıt ılgıt esen<br />
seher yelleri” türküsünü söylüyordu ve ben yürüyordum.<br />
Meydan tenhalaşmıştı. Hangi partinin<br />
olduğunu hatırlamadığım birkaç küçük bayrağa<br />
ayağımla vurdum sanırım. Sonra kendime geldim.<br />
“Ne yapıyorum lan ben?” dedim. Montumun<br />
iç cebine elimi daldırdım. West’ten bir tane<br />
çekip çıkardım. O zamanlar West içiyordum,<br />
evet. Şöyle parlak ve bordo renkli bir kutusu<br />
vardı. Sonra nedense kayboldu o sigara. Var mı<br />
hala? Bilen varsa bana bildirsin. Güzeldi tadı.<br />
Zafer Çarşısı’nın önündeyken yağmur atıştırmaya<br />
başladı. Kapüşonumu çektim, kafama<br />
geçirdim. Akşam oluyordu. Sanırım ikiz ve onlu<br />
yaşlarda iki çocuğu çekiştiriyordu bir kadın. Biri<br />
daha gerideydi, öteki umursamaz. Umursamaz<br />
olan tuhaf tuhaf bakınıyor, diğeri bağırıyordu.<br />
“Anne hani alacaktık, ben dönmem eve, sen söz<br />
vermedin mi?”<br />
Çocuklara ne veriyorlar? Bu çocuklara ne veriyorlar<br />
söylesenize? Gülümsemiyorlar, yürümüyorlar,<br />
doğru düzgün konuşamıyor, zıkkımın dibinin<br />
en tazesini istiyorlar. AVM’lere gidip bowling<br />
topuna dönüşüyor, televizyon karşısında piksel<br />
piksel susup, iPhone’larıyla katliamlar kaydediyorlar.<br />
Üstelik yüksek çözünürlükte... Bazen öylece<br />
düşünüyorum; aslında çocuğu okula değil<br />
de, belediye otobüsüne yazdır ondan iyi.<br />
Bir omuz omzuma çarpıp geçti. Dalgın bir omuz.<br />
İstemsizce arkama döndüm. Sol yanımdan baktım.<br />
Bir an dönüp bir şeyler söylese, kavgaya girişecektim<br />
besbelli. O an döndü. Ha sonra belki<br />
biz, yere düşüp ters bakan, gökte süzülüyormuş<br />
gibi davranan adamlar olduk galiba, kim bilir. O<br />
an döndü ama dönmeseydi... 16-17 yaşlarında<br />
bir yeni yetme. “Pardon abi” dedi kafasını eğerek<br />
“Afedersin biraz dalgınım da…”
Bir keresinde yine demiştim. Bütün tuhaf adamları<br />
kendime çekerim. Sanırım bunu yapmakla<br />
yükümlüyüm. Bizim oralarda eski bir gelenekti<br />
bu belki de.<br />
Yere düşen telefonunu topladı. Bataryasını yerden<br />
alıp bizzat ben uzattım. Parçaları birleştirdi.<br />
Taktı. Açma kapama düğmesine asıldı. Yok.<br />
Çalışmadı. Bir daha. Yine yok. Sonra yine. Yok.<br />
Nubar, 17 yaşındadır. Sağ kaşının kenarında<br />
bir beni var. Bir de çok fazla çıkmamış bıyıkları.<br />
Uzun uzak yollara bakan gözbebekleri bir de...<br />
Bir başka zaman size adı Mehmet konulmuş<br />
Ermeni bir arkadaşımı anlatmıştım. Ama okumadınız.<br />
O öldü. Kendini astı çünkü. Nubar,<br />
Mehmet’ten sonra ilk tanıdığım Ermeni’ydi. Öyle<br />
kibar bir çocuktu ki, inanamazdınız.<br />
Bir pasajın girişine oturduk. Yağmur hızlanmıştı.<br />
Gidecek yerimiz yoktu. Telefon hâlâ çalışmıyordu.<br />
Buralardan gidememiş, gitmemiş, fakir<br />
bir ailenin çocuğu. Çok şaşırmıştım. Hep öyle<br />
anlatılırdı çünkü; Ermeni’ler zengin adamlardı.<br />
Ankara Kalesi’nin dibinde bir gecekonduda yaşayanına<br />
ilk kez rastlıyordum.<br />
Bir teyzesi var. Arşo... Arşo’nun tipik bir hikayesi...<br />
Bir Türk’e gönül koyuyor. Ama evlenemiyor<br />
sonra. Sonra Nubar’ın anne ve babası Fransa’dan<br />
gelirken bir trafik kazasında ölünce, kağıt<br />
topağına dönüşmüş arabadan tek kurtulan Nubar’ı<br />
yanına alıyor. Sanırım yirmi yıldır Ankara’da<br />
yaşıyorlar. Üstelik mahalleli Ermeni olduklarını<br />
bilmiyor, biliyor musunuz? Nubar’ı oralardan<br />
sorarsanız, kimse göstermez.<br />
Bu açıklıktan Ulus yönü, Necatibey caddesi girişi<br />
az da olsa görünüyordu. Merdivenin üçüncü<br />
basamağındaydık.<br />
“Gideceğim zaten abi…” dedi “Gideceğim, teyzemi<br />
de alacağım yanıma…”<br />
Ne demeliydim ki? Gitmesi gerekenler gidemez<br />
muhakkak, gidenler genellikle gitmesi en gereksiz<br />
olanlardır. Ki zaten ben hiç haz etmem gidecekmiş<br />
gibi duranlardan.<br />
Bir saat kadar önce terk edilirken “Gitmeseydin<br />
işte ne bileyim oturup seninle bilfiil simitler<br />
ve martılardan falan konuşurduk.” dediğimde<br />
yüzüme kapıyı çarpan kadının ardından tam ağıt<br />
yakacakken, Nubar anlatıyordu: Yarısı öldürülmüş,<br />
kalanların çoğu yollarda ölmüş bir aileyi<br />
anlatıyordu. Nehir boylarında ağırlık olmasın diye<br />
suya atılan bebekler ve samanlıklara saklanan<br />
çocuklardan bahsediyordu. Ankara çok gürültülü<br />
sağnak yağışlıydı ve bulutlar asrın hüznünü<br />
taşıyordu o gün.<br />
Yugoslavya’da bir tırın altında paramparça<br />
olmuş bir Ford Galaxy’nin içinde tek kurtulan<br />
oydu. Fransız basını olayı manşetten geçmişti<br />
belki ama, yerel mahkeme çocuğun teyzesine<br />
verilmesinde karar kılmıştı.<br />
“Ermeniler” dedim kendi kendime “Hep uzun yol<br />
hikayelerine sahipler…”<br />
Ne demeliydim ki? Gitmesi gerekenler gidemez<br />
muhakkak, gidenler genellikle gitmesi en gereksiz<br />
olanlardır. Ki zaten ben hiç haz etmem gidecekmiş<br />
gibi duranlardan, bilirsiniz...<br />
Telefona birkaç kez daha vurdu. Cebimden birkaç<br />
hafta önce babamın aldığı ve henüz taksitlerini<br />
bile ödemeye başlamadığı 6230’u çıkardım.<br />
Kapağını söküp sim kartımı aldım. Sağ cebime<br />
attım. Kapağı kapatıp ona uzattım.<br />
“Hayır abi” dedi “Hayır, olmaz, alamam…” Kafasını<br />
sol yanına döndü, çaresizce sustu.<br />
“Bana lazım değil zaten artık…” dedim.<br />
“Abi ne demek lazım değil?” dedi “Lazım olur,<br />
almam bunu ben…”<br />
Durdum öylece. Düşündüm. Kendime bir küfür<br />
savurdum sonra. “Çocuğun derdine bak, bir<br />
de bana bak” dedim kendi kendime. “Nefissiz<br />
pezevenk” dedim sonra.<br />
Yineledim. Derin bir nefes alıp “Tamam” dedim<br />
“Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
***<br />
İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen<br />
acıları vardır. Belki normal şartlar altında açığa<br />
çıkmazlar. Yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />
Bazen saçma sapan şeyler düşlüyorum. Tuhaf,<br />
eğreti. Müritlerine dandik bir Renault Flash’tan<br />
başka araba kullanmaya izin vermeyen bir cemaat<br />
mesela. Öyleydi. İnanmazsınız belki ama<br />
neredeyse vuracaklardı adamı.<br />
Veya rüyalarıma giriyor bazen “Tartılar seni<br />
söyler” isimli şarkı. Bazen çıkıp bağırasım geliyor<br />
pencerenin pervazlarından. Buralarda ölüm<br />
sıradanlaştı. İrin akıyor bir yüzden ötekine her<br />
vakit her adım.<br />
Civan’la Mürşitpınar’a vardığımızda kar başladı.<br />
“Hayret!” dedim kendi kendime “Buralara kar<br />
yağıyor mu?” Oysa ben çöl iklimine kar yağmaz<br />
diye düşlüyordum.<br />
“Yağıyor” dedi Civan.<br />
İrkildim. “Efendim?” dedim.<br />
“Abi yağıyor” dedi.<br />
“Tamam” dedim “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
Avuç içlerinin terlediğini gördüm. Soğuktu üstelik.<br />
Merak etmeyin bir sapık değilim ama<br />
olmadık zamanlarda olmadık yerlerine bakarım<br />
insanların. Çünkü muhakkak bir şey yırtıldığında<br />
muhakkak aşağı doğru akar içindeki her şey…<br />
Ki bir bilge hep şöyle der; “Acıyan yerin neresi<br />
olursa olsun, çığlık hep ağızdan çıkar…” Bilirsiniz…<br />
Kampa vardığımızda, arabayı taşlık yolun hemen<br />
kenarına çektim. Birkaç çocuk etrafımıza doluştu.<br />
Ne dediklerini anlamadım. Öylesine güzel<br />
ama karartı yüzler.<br />
Civan bir şeyler sordu. Çocuklar cevapladılar.<br />
Ben sigaramı çıkardım. Birkaç yudum çektim,<br />
bekledim.<br />
Sınırın hemen ötesinde dağ kubbelerinden simsiyah<br />
dumanlar yükseliyordu. Bir adam bağırtı-<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
35
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
36<br />
larla yanımızdan geçti. Arka tarafta, yırtık<br />
bir çadırın dibine çöktü yaşlı bir kadın.<br />
Dizlerini dövmeye, başörtüsünü yırtmaya<br />
başladı.<br />
İçten içe korkuyordum. “Tamam” dedim<br />
kendi kendime “Tamam, her şey iyi<br />
olacak…”<br />
Civan’a döndüm. “Acını sakla!” dedim<br />
“Acını sakla gitmeden…”<br />
***<br />
Sanırım geçen yıl, bir Cumartesi yine<br />
Taksim’de buluşmak için Meltem’le sözleşmiştik.<br />
O gün Kapitalist düzen onu<br />
yine çalışmaya zorlamıştı. Sabah vardiyasında<br />
çalıştığı günlerde, öğlen ikide<br />
çıkar işten. Eğer o gün hafta sonuysa,<br />
ben Kabataş’a geçerim, sonra Taksim’de<br />
buluşur, yeniden aşağı, Karaköy<br />
yönüne doğru yürürüz. İstiklal’de belki<br />
Atlas Pasajı’ndaki sinemaya uğrar, Issız<br />
Adam’da burada geçen kek içerikli o final<br />
sahnesiyle dalga geçeriz. -O sahnede<br />
arkada kalan kafede gerçekten güzel<br />
kek yapıyorlar çünkü...- Yine o zamanlarda<br />
belki ara sokaklar veya rastladığımız<br />
eylemlerde fotoğraflar çekeriz. Ama<br />
muhakkak Hayri Usta’da ikişer Adana<br />
dürüm yer, Kaçak Çay’da üçer çay içeriz.<br />
Bir çeşit ritüeldir bu bizim için.<br />
O gün yine geç kaldım. Bir türlü vapur<br />
saatlerini tutturamıyorum Kadıköy’de...<br />
Kabataş Motoru’na daha yirmi dakika<br />
vardı. Karaköy Vapuru kalkıyordu o an.<br />
Ona atladım.<br />
Meltem’le sözleştik. Hatta bana sinirlendi.<br />
O, meydandan aşağı doğru yürüyecek,<br />
ben ise Galata yönünden yukarı<br />
doğru çıkacaktım. Orta bir yerde buluşurduk<br />
muhakkak.<br />
Telefon çaldı. “Neredesin?” dedi “Sen<br />
neredesin?” dedim.<br />
“Tamam” dedi “Seni gördüm kapat!”<br />
Sinirliydi yine muhakkak. Bir türlü alışamıyordum<br />
İstanbul’a. Yetişemiyordum.<br />
Meydan hınca hınç doluydu. Pankartlar,<br />
hoparlörlerden çıkan boğuk sesler,<br />
fotoğraflar.<br />
Cumartesi Anneleri’nin bilmem kaçıncı<br />
haftası törenlerle kutlanıyordu yine iki<br />
Toma tarafından… Kent meydanlarının<br />
gothik heykelleri var olmalı, karartı renkli<br />
metal ve beton yığınları değil… Hangi<br />
yüzyıl bu? Demiri yeni mi buldunuz?<br />
YKY’nin pervazına oturduk. Öylece dinledik<br />
boğuk megafon seslerini. Bacaklarımın<br />
arasına sokuşturduğum çantayı<br />
çektim. Fermuarını açtım. Fotoğraf<br />
makinesini çıkarıp 16-50’lik lensi taktım.<br />
Ayağa kalkıp fotoğraflamaya başladım.<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
***<br />
Meltem’le acılardan konuştuk o gün, kırılmış<br />
umutlardan. Kuşlardan konuştuk sonra, kapan<br />
ve tutsaklardan…<br />
“Ne çok acı var” dedik sonra “Ne çok acı dolu<br />
gün?”<br />
“Norveç’te de böyle midir?” dedim “Acaba?”<br />
“Orada da hapishaneler var mı? Kuşlar sadece<br />
keyfiyetten ötürü mü göç ediyorlar?”<br />
Ferhat Tunç megafonu aldı. Yaşlı bir kadını tanıttı<br />
o an. Alkışlar ve ıslıklar İstiklal’i çınlatıyordu. HDP<br />
bayraklı yirmi yirmi beş kişilik bir grup yukarıdan<br />
aşağı doğru yürüyüp alkışlar çalarak kendilerini<br />
yine alkışlarla karşılayan kalabalığın arasına karıştılar.<br />
70-300 Tele objektifi taktım. Tepe lambaları<br />
yanan polis otobüsünün önünde duran iki<br />
polisin dalga geçer gibi gülümsediğini rahatlıkla<br />
görebiliyordum.<br />
Birkaç kadının portresini aldım. Hatta o an Elif<br />
Teyze’yi düşündüm. Fotoğrafını çektiğim çok<br />
insanı öldürdüm çünkü… Oturduğum yerde,<br />
gözümü kadrajdan çekmeden etrafı dolandım.<br />
Birkaç defa o tarafa sonra bu tarafa çevirdim<br />
lensi. Sonra bir an durdum.<br />
19-20 yaşlarındaydı. Kadrajın içindeki yeşil çizgilerin<br />
ortasında öylece duruyordu. Yapayalnız.<br />
Karartı. Suskun. Siz daha iyi bilirsiniz ama sayın<br />
okuyucu, bir bilge hep şöyle der; “Acıyan yerin<br />
neresi olursa olsun, çığlık hep ağızdan çıkar…”<br />
Üzüntüden kararan insanlar vardır sayın okuyucu.<br />
Üzüntüden yanaklarında oyuklar açılan…<br />
Oradaydı. On beş yirmi metre ileride. Durdum.<br />
Gözüm kadrajda öylece bekledim. Sonra bir an<br />
gördüm, yanağından aşağı doğru bir damla yaş<br />
süzülüyordu. Ellerini kafasının arasına aldı. Bekledi.<br />
Göz çukurlarına yaşlar doluştu.<br />
Bazen fotoğraf makineme sığdırmaya uğraştığım<br />
acıların ta kendilerine seslenesim geliyor:<br />
“Kımıldamayın, çekiyorum…”<br />
***<br />
Yirmi dakika kadar sonra Tünel’in oralardaydık.<br />
Meltem bir butiğin camında asılı duran bir çantayı<br />
gösterdi. Bakındı. Kapıdaki kıza çantanın<br />
fiyatını sordu. Sonra “Kalsın!” dedi “O kadar<br />
para veremem…”<br />
Sonra yine tam da o an, kalabalığın arasından<br />
çıktı o: Civan… Kadrajdaki çocuk yani… Üzerinde<br />
düz ve gri bir t-shirt vardı. Ya da hayır. Tam<br />
hatırlamıyorum fakat üzerinde “Royalty” gibi bir<br />
şey yazıyordu. Tipik, anlamsız bir kumaş parçası...<br />
Ya da öyle bir şeydi işte, bilmiyorum…<br />
İki eli iki cebinde, her şeyden uzak ve öylece<br />
hiçti Civan. Üzerine kapanmış bir çağın yorgunluğu…<br />
O an Hatem’i anımsadım. Hislerim beni yanıltmadı.<br />
Vapurlar genellikle hikayeler taşıyan birer<br />
toplu taşıma aracıdır sayın okuyucu. Bunu ben<br />
de o gün öğrendim.<br />
***
Bu kez peşinden gittik Meltem’le. Kabataş-Kadıköy<br />
vapuru iskeleye yanaştı. Takip ettik. Burun<br />
kısmına oturdu. Gün batımı Haliç’i kamçılıyordu.<br />
Elleri iki yanında öylece bekliyordu Civan. Yanına<br />
oturduk.<br />
“İyi misin?” dedi Meltem. Yutkundu. Bir şey demedi<br />
bir süre.<br />
“Tamam” dedim içimden “Tamam, her şey iyi<br />
olacak…”<br />
Civan 19-20 yaşlarındadır. Bunu kendisi de<br />
bilmiyor. Üzüntüden kararan insanlar vardır sayın<br />
okuyucu, bunu zaten biliyorsunuz... Üzüntüden<br />
yanaklarında oyuklar açılan adamlar… Oradaydı.<br />
Yanımda.<br />
Kobane’den kaçmış. Amcası ile beraber. Annesi<br />
ve dört kardeşini kaybetmiş yolda. Sonra kampa<br />
gelmişler işte. Amcası yeniden öte tarafa dönmüş.<br />
Civan’ın annesini bulmak için. Birkaç gün<br />
beklemiş Civan. Öylece umutla. Ama yok. Sonra<br />
bir hafta, belki de on gün… Kimse gelmemiş…<br />
İçinde bir düş, kamptan ayrılmış, kaçmış yani.<br />
İstanbul’a gelmiş. İçini kocaman bir pişmanlık<br />
kaplamış sonra. Az çok Türkçe biliyor. En azından<br />
derdinin binde birini anlatabilecek kadar.<br />
***<br />
Kadıköy Rıhtım’dan Bakırköy iskelesine doğru<br />
yürüdük. İleride deniz fenerine uzanan kayalıkların<br />
üzerine çıktık.<br />
Burayı hatırlıyorum. Gezi’nin ilk günlerinde Meltem’le<br />
ilk kez bu tarafa geçmiş ve burada oturmuştuk.<br />
Elini tutmuştum hatta. Gezi Parkı’ndan<br />
gökyüzüne uçurulan dilek balonları bu açıklıktan<br />
kolaylıkla seçilebiliyordu o gün.<br />
Sonra sustuk hepimiz. Civan eksiltili Türkçesiyle<br />
söze girişti:<br />
“Abi o kadınlar çocukları için ağlıyordu değil mi?”<br />
“Evet” dedim “En azından kemiklerini bulmak<br />
için…”<br />
“Abi benim annem de çok ağlar” dedi “Çok<br />
ağlamıştır…”<br />
“Mutlaka” dedim “İçinde hisseder seni…”<br />
“Ya öldüyse?” dedi “Ben de bunu bilmiyorum<br />
işte…”<br />
Ağlamaklıydı.<br />
“Tamam” dedim omzunu sıkıp “Tamam, her şey<br />
iyi olacak…”<br />
***<br />
İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen acıları<br />
vardır sayın okuyucu. Bunu siz de biliyorsunuz.<br />
Belki normal şartlar altında açığa çıkmazlar<br />
ama yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />
Bütün geceyi yolda geçirdik. Birkaç kez kahve<br />
aldığımı hatırlıyorum. Sabaha karşı Adana-Gaziantep<br />
otoyolunda uykusuzluktan arabayı şeritte<br />
tutamadığımı da. Meltem hamileydi o günlerde.<br />
Öylece bırakıp nasıl da çıktım yola? Bir an önce<br />
İstanbul’a geri dönmeliydim ama, Civan’ı da<br />
öyle bırakamazdım. Beni bu hale sokan şeyi kim<br />
üstlenecek? DHKP-C mi?<br />
***<br />
Kırşehir’li bir arkadaşım var. İyi bir çocuk… Karartı<br />
yüzlü bir çocuk... Ki karartı olmak güzeldir<br />
sayın okuyucu. Eğer kararan siz değilseniz…<br />
Terk edilişini hatırlıyorum onun. Ne acıdır belki<br />
yalnızlık.<br />
Unutuluyoruz sayın okuyucu. Unutuluyoruz mütemadiyen,<br />
yerküre üzerinde... Doğuyor, büyüyor<br />
ve unutuluyoruz. Ama unutmuyoruz. Emin<br />
olun unutmuyoruz sayın okuyucu.<br />
Terk ediliyorsunuz sayın okuyucu. Mütemadiyen<br />
ve çok güzel terk ediliyorsunuz. Ve bir terk ediliş<br />
şöyle oluyor: Pencereden bakmayı öğreniyorsun,<br />
tıkanmış lavaboları açmayı; ocağın altını<br />
kısmayı öğreniyorsun sonra, güneşle konuşmayı…<br />
Terk edenler sadece sevgililer değildir bence<br />
fakat, Ahmet’in sanırım kalbi durdu o an. Ki bir<br />
noktadan sonra kir göstermez bazı hatıralar sayın<br />
okuyucu. Önce bir kadın gider, sonra arkadaşlar,<br />
sonra martılar, simitler falan…<br />
Bir keresinde Ankara’da bir akşam, Sakarya<br />
caddesi üzerinde bir barda oturup, tınılayan<br />
müziğe eşlik ederek seslenmiştim ona: “Elbet bir<br />
gün unutacağız, bu böyle yarım kalmayacak…”<br />
O akşam bilmem kaçıncı terk edilişimin arefesiydi.<br />
Nubar’la tanışmadan bir gün önceydi üstelik.<br />
O yirmi dört saat içerisinde kıyametler kopmuştu<br />
sonra… Arayıp Ankara Büyükşehir Belediyesi<br />
Fen İşleri Daire Başkanlığı’na da sorabilirsiniz<br />
ama, hatları cızırtı yapıyor, ne dediklerini anlamazsınız…<br />
Kimse hissedemez sayın okuyucu. Bir acı sadece<br />
bir başkasının sohbetine konuk olur, asla<br />
kalbine değil…<br />
Ahmet’e yıllar sonra sormuştum, “Unuttun mu?”<br />
demiştim:<br />
“Gelgelelim sonra burnumdaki eti aldılar.” dedi<br />
o an “Artık onsuzluktan daha çok sızlayabiliyorum.”<br />
***<br />
İnsanların kalplerinde magma gibi bekleyen acıları<br />
vardır sayın okuyucu. Yalansa yalan deyin...<br />
Belki normal şartlar altında açığa çıkmazlar ama<br />
yeter ki yeni bir deprem olmasın.<br />
Geçen gün aradı Ahmet. Unutmuş. Havadan,<br />
sudan, hatta Neşet Ertaş’tan, Kırşehir’in elmalarından<br />
konuştuk. Anneannesini anlattı sonra.<br />
Ne bileyim takma dişlerinden falan. Hep derim<br />
zaten: Dünyaya aşure yemeye gelmiş teyzeleri<br />
üzmeyin. Onları sevin. Onları koruyun. Bizler de<br />
büyüyoruz çünkü. Yakında çürüyüp ekşiyerek<br />
kokacağız hepimiz...<br />
“Mevsimlik işçiler bu yıl erken dönüyor abi.”<br />
dedi sonra Ahmet “Geçen yıl mutlu gelip mutlu<br />
gittiler oysa. Niye böyle oldu ki? Bir sürü şey<br />
almışlardı geçen yıl. Ha belki içleri dertlidir ki<br />
herhalde öyle... Bu yıl mutlu geldiler aslında ama<br />
ne bileyim erken gidiyorlar, huzursuzlar. Elimden<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
37
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
38<br />
geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum ama nasıl olacak bu işler bilmiyorum. Esnaf kızıyor<br />
burada ama yardım ediyorum. Benimle de küstüler. Ne zor şey abi yaşamak.”<br />
İyi çocuklar da var sayın okuyucu. İyi çocuklar, iyi umutlar. Varlar.<br />
***<br />
Kafamdaki her hücrede artık Suriye’liler oturuyor. Yaprak dökümlü bir parka nazır herhangi<br />
bir pencerelerden bağırıyor çocuklar. Bekliyorum, öylece bekliyorum. Bir başka gün, bir<br />
başka zaman, bir mucize yaratırım diye bekliyorum.<br />
Bir oğlum var. Adı Roni. Aydınlık demek üstelik. Korkuyorum çünkü bir oğlum var. Adı Roni.<br />
Aydınlık demek üstelik…<br />
***<br />
O gece Civan kayboldu ortadan. Karşıya geçmiş. Sınırın öte yanına. Bunu ben de çok sonra<br />
öğrendim. Kampta bekledim iki gün. Gelen giden yok. İstanbul’dan patronum aradı. Bir<br />
yalan uydurdum. Telefonu kapadım. Son gece kar bastırdı. Fırtına. Her şey bir sisin arasında<br />
kayboldu.<br />
***<br />
Bir ay sonra bir gece Acıbadem’deki evde pencereyi açıp sigaramı yakmıştım. Meltem iki<br />
gün önce doğum iznine ayrılmıştı. Doğuma daha bir ay vardı. Roni’nin tekmeleri o gece<br />
daha azdı. Bu sayede Meltem, erkenden uyumuştu. Bense bir yandan Soundcloud’dan<br />
Max Richter açmıştım. Belki baharın kokusunu içime çekemiyordum ama birinci katta, elli<br />
kedi besleyen üniversiteden hoca olarak atılma kadının balkonundan buram buram tüten<br />
çürük kokuları odaya doluşuyordu. Uyuyakaldım. O gece rüyamda gördüm onu. Civan’ı<br />
yani… Otopsi masasında uzanıyordu, çenesi bağlanmıştı ve yüzüne bir floresan tutulmuştu.<br />
Ama gülümsüyordu, inanın bana gülümsüyordu. Hatta inanır mısınız? Kürtçe bağırıyordu<br />
uzaktan biri ve hatta sonra adı bir düğünde oynanan halayı kastediyordu onun.<br />
Bir bilge değil ama ben hep şöyle derim; “Acıyan yerin neresi olursa olsun, çığlık hep ağızdan<br />
çıkar…”<br />
***<br />
Haberleri izleyemiyorum, gazeteleri okuyamıyorum. Adımı söyleyemiyor, umudumu avuçlarımda<br />
taşıyamıyorum. Bir oğlum var. Adı Roni. Aydınlık demek üstelik… Korkuyorum çünkü<br />
bir oğlum var, evet. Adı Roni. Aydınlık demek üstelik…<br />
Televizyonda gördüm sahildeki çocuğu geçen gün… “Nasıl yani, nasıl lan, nasıl ölür çocuklar?”<br />
dedim kendi kendime.<br />
Hatem, Civan, Nubar ve Ahmet. Bir gemi ayarlayacağım onlara bir gün. Sevdiğim herkesi<br />
alıp, buralardan gideceğiz, hem de gerçekten.<br />
***<br />
Eylül Akdeniz’e gayet ılık geldi bu sene... Kent merkezleri sıcak üstelik. Roni uyuyordu<br />
pusetinde. Karşıda duran adada otlar hışırdıyor, Tisan’ın beyaz evleri gün batımını eğreti bir<br />
turuncuyla selamlıyordu. Rüzgar yanağıma dokundu. Meltem’e döndüm.<br />
“Baypas ameliyatı tarihe karıştı o gün seninle…” dedim.<br />
Gülümsedi. Gülümsedik. O sustu, ben de sustum, yutkunduk öylece bir an. Roni’ye baktık,<br />
şöyle dedim:<br />
“Adın galiba bir kaldırım adıydı senin Antik Yunan’da”<br />
***<br />
Bazı zamanlar öyledir. Belki de ne bileyim, bazı yollar… Virajın arkasında ne olduğunu bilemezsiniz.<br />
Altı şeritli otobanda son sürat giderken, üzerinize göktaşı da düşebilir. Burası<br />
Dünya sayın okuyucu, burası Dünya çünkü…<br />
Şansınız varsa bire takar, derin bir nefes alır “Tamam” dersiniz “Tamam, her şey iyi olacak…”<br />
***<br />
Hayat, bir çok kez vurdu. Hayat bizi bir çok kez vurdu çünkü hâlâ yaşıyoruz. Gelişine sert<br />
vurdu gerçekten. Iskalamıştı. Sahiden ıskalamıştı aslında. Yaşıyorduk ve utanıyorduk o gün,<br />
hem de orada. Sahile dalgalar vuruyordu.<br />
“Düşünsene” dedim “Belki de ufuk çizgisinin oradan mülteciler lastik botlarla geçiyordur”<br />
Yat turları demir alıp baslı gümbürtüleriyle uzaklaştılar .<br />
“Sanırım yine camları kırık otobüsler geçecek” dedim “Otobüsler geçecek evet, kentlerin<br />
orta yerinden üstelik. Edirne’ye mülteciler yürüyecek. Sokağa çıkma yasağı ilan edilecek<br />
tüm uzak şehirlerde, bir sürü umut infilak edecek kent meydanlarında ve sanırım en çok yine<br />
çocuklar ölecek…”<br />
Meltem karanlıkta parıldadı. Şalını kendi omzundan alıp Roni’nin üzerine örttü.<br />
“Besbelli bu kış çok uzun sürecek” dedi. Gülümsedik. Öylece gülümsedik…<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
SEVGİ DOĞAN<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
39
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
40<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Aylan ve Galİp’İn Türküsü<br />
MUSTAFA AĞAOĞLU<br />
Kandil gibi yanar adalar<br />
Bir boydan bir boya<br />
Bir renk cümbüşü alır götürür<br />
Veyahut ölünün başucunda yanan gözler olur<br />
Hüzünlü-acılı<br />
Aldanırım<br />
Cümbüşler-ışıklar çoktan unutuldu<br />
Toprağın altında<br />
Sudan yeni çıkmış bir çocuğun suretinde gömülüdür<br />
Hüzündür<br />
Bağlarımızı tekrar boydan boya saran ilk gençlik yangınıdır<br />
Firezler gibi tutuşuruz<br />
Bir boydan bir boya<br />
Çabuk geçer ateşi<br />
Çabuk biter harı<br />
Bir kül kalır-bir koca alan kapkara<br />
Derler ki eylül ayında böcekler-kuşlar<br />
Sahilinde ölen çocukların türküsüne başlar<br />
Erkenden yakılan türküler her ağustosta başlar kıyılarına varır<br />
Genç denizcilerin ölüsü kalkar<br />
Ağı çeker<br />
Bir türkü tutmuştur şimdi<br />
Alev olur geceler boyu<br />
Türküler türküler ışıklı-hüzünlü<br />
Ağlarında beşik gibi bir çocuğu sallar dururlar<br />
Ağlamadan<br />
Gülerek uyur<br />
Acının ve ölümün ardında hainler ve simsarlar<br />
Birde gözyaşı sevicileri kaldı<br />
Yaşam dedim bir ölüm çukuru<br />
Üstünde kelebekler<br />
Durdum oturdum ve düşündüm<br />
Küllerini avuçlarında tutanlar<br />
Ne kadar uzağa savurabilir kendini<br />
Konacakları yer bir koy<br />
Köpüklü veyahut dingin<br />
Yaşamak<br />
Yüreğin onmaz acıların umudu dedim<br />
Sarıldım bir bahar sandım<br />
illustrasyon: matteo lapenna<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
41
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
cenaze<br />
hüzünlerİ<br />
W. H. Auden<br />
Çeviri: Erge Özcan<br />
Tüm saatleri durdurun, telefonu kesin,<br />
Sulu bir kemik vererek,<br />
köpeğin havlamasını engelleyin,<br />
Piyanoları susturun ve çalarken<br />
boğuk sesli davullar,<br />
Tabutu çıkarın dışarı, gelsin yas tutanlar.<br />
Uçakların gökyüzünde inleyerek<br />
daire çizmesini sağlayın<br />
Yazarken gökyüzüne mesajı: “O öldü” diye<br />
Siyah fiyonklar takın,<br />
beyaz boyunlarına güvercinlerin<br />
Trafik polislerine siyah,<br />
pamuktan eldivenler giydirin.<br />
O benim Kuzey’imdi, Güney’imdi,<br />
Doğu’mdu ve Batı’mdı,<br />
Çalışma haftam ve pazar dinlencemdi.<br />
Öğlem, gece yarım, konuşmam, şarkım;<br />
Aşk sonsuza kadar sürer sandım; yanılmışım<br />
Artık yıldızlara gerek yok, söndürün hepsini<br />
Ay’ı paketleyin, parçalayın Güneş’i<br />
Boşaltın okyanusu, süpürün ormanı<br />
Artık hiçbir şey güzelleştiremez hayatı.<br />
42<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
AŞAMALAR<br />
Hermann Hesse<br />
Çeviri: Erge Özcan<br />
Her çiçeğin soluşu ve gençliğimizin geride kalışı gibi,<br />
Her aşamada yaşam, her erdem ve bizim gerçeklik algımız<br />
Doğduğu gibi bir gün sona erer.<br />
Yaşam bizi her yaşta çağırdığı için,<br />
Hazır ol kalbim, ayrılıklara, yeni çabalara,<br />
Cesaretle hazır ol, pişmanlık olmaksızın<br />
Eski bağların veremediği yeni bir ışığı bulmaya.<br />
Çünkü tüm başlangıçlarda sihirli bir güç yatar<br />
Bize yol göstermek ve yaşamamıza yardımcı olmak için,<br />
Uzak diyarlara sakince yol almamızı sağlamak ve<br />
Yuvaya dair duygularımızın bizi hapsetmesini engellemek için.<br />
Kozmik güç bizi kısıtlamaya çalışmaz,<br />
Aksine bizi daha geniş yerlere taşımayı amaçlar.<br />
Eğer biz kendimizin yaptığı bir yuvayı kabul edersek<br />
Tanıdık tüm bu alışkanlıklar tembellik yapacaktır.<br />
Ayrılışa ve gidişe hazırlıklı olmalıyız,<br />
Aksi takdirde kalıcılık denen şeyin kölesi olmaya devam ederiz.<br />
Ölüm anımız bile bizi daha taze ve yeni mekanlara gönderebilir<br />
Ve yaşam, bizi yeni yarışlara çağırabilir<br />
Bırak olsun kalbim, elveda de, son değil...<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
43
kalabalıklar<br />
dahİSİ<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
CHARLES BUKOWSKI<br />
ÇEVİRİ: ERGE ÖZCAN<br />
Ortalama bir insanda herhangi bir günde, herhangi bir orduyu doyuracak kadar<br />
Hainlik, nefret, şiddet, saçmalık mevcuttur.<br />
Cinayet işleme de en usta olanlar, cinayet aleyhine vaaz verenlerdir<br />
Nefret etmede en usta olanlar, sevgiyi vaaz edenlerdir<br />
Ve son olarak, savaşta en usta olanlar, barışı vaaz edenlerdir.<br />
Tanrıyı vaaz edenlerin, Tanrıya ihtiyacı vardır<br />
Barışı vaaz edenlerin, içlerinde barış yoktur.<br />
Barışı vaaz edenlerin, içlerinde sevgi yoktur.<br />
Vaazcılardan sakının<br />
Her şeyi bilenlerden sakının<br />
Sürekli kitap okuyanlardan sakının<br />
Fakirlikten iğrenenlerden yahut da onunla gurur duyanlardan sakının<br />
Çok çabuk övenlerden sakının,<br />
Çünkü onlar karşılığında övgüye ihtiyaç duyanlardır.<br />
Çabuk sansür edenlerden sakının,<br />
Çünkü onlar bilmediklerinden korkanlardır.<br />
Sürekli çevresinde kalabalık arayanlardan sakının,<br />
Çünkü onlar yalnızken, hiçbir şey olmayanlardır.<br />
Ortalama erkekten, ortalama kadından,<br />
Ve onların ortalama sevgisinden sakının!<br />
Onların sevgisi de ortalamadır ve daima ortalamayı arar.<br />
Fakat nefretlerinde bir deha yatmaktadır.<br />
Nefretlerinde seni, herhangi bir kimseyi öldürmeye yetecek kadar büyük bir deha yatmaktadır.<br />
Yalnızlık istemedikleri için,<br />
Yalnızlığı anlamadıkları için,<br />
Kendilerinden farklı olan herkesi yok etmeye çalışırlar.<br />
Sanat yaratma yetileri olmadığı için,<br />
Sanatı anlama yetileri de bulunmaz.<br />
Yaratıcıları oldukları başarısızlıklarını<br />
Dünyanın başarısızlığına yorarlar<br />
Yeterince sevmeyi başaramadıklarından,<br />
Senin sevginin de eksik olduğuna inanırlar.<br />
Ve senden nefret ederler!<br />
Ve nefretleri öyle mükemmel olur ki…<br />
Parlayan bir elmas gibi<br />
Bir bıçak gibi<br />
Bir dağ gibi<br />
Bir kaplan gibi<br />
Bir baldıran zehri gibi<br />
Onların en iyi oldukları sanattır nefret.<br />
44<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
illustrasyon: HIDIR MURAT DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
45
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
DİLEKLER<br />
Max Ehrmann<br />
Çeviri: Erge Özcan<br />
Gürültü ve karmaşanın arasında sessizce yol al<br />
Ve hatırla, sessizliğin içinde nasıl bir barışın var olabileceğini<br />
Mümkün olabildiğince, ama tutsak olmadan,<br />
Tüm insanlarla iyi geçin.<br />
Gerçeklerini sessiz fakat açık bir şekilde ifade et;<br />
Ve diğerlerini dinle,<br />
Donuk ve cahil olanlar dahil;<br />
Çünkü onların da kendilerine göre bir hikayeleri vardır.<br />
Yüksek sesle konuşan, agresif kişilerden uzak dur,<br />
Onlar ruha sıkıntı verenlerdir.<br />
46<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
Eğer kendini başkalarıyla kıyaslarsan,<br />
Ya kibirli ya da üzüntülü olursun;<br />
Çünkü her zaman senden daha iyi ve daha kötü olan birileri olacaktır.<br />
Başarılarından planların kadar sevinç duy<br />
Ne kadar mütevazi olursa olsun, kendi kariyerine duyduğun ilgiyi kaybetme<br />
Çünkü o, zamanın değişen hazinesi karşısında sahip olduğun gerçek mülktür.<br />
İş ilişkilerinde tedbiri elden bırakma;<br />
Çünkü dünya aldatmacalarla doludur.<br />
Fakat bu tedbirinin, seni erdeme karşı kör etmesine izin verme<br />
Çünkü hala pek çok insan, yüksek idealler için yaşamaktadır<br />
Ve her yerde yaşam, kahramanlıklarla doludur.<br />
Kendin ol!<br />
Özellikle, sevmediğin halde seviyormuş gibi davranma.<br />
Sevgi hakkında kuşkucu da olma;<br />
Çünkü sevgi, tüm o çoraklık ve hayal kırıklıklarına rağmen<br />
Aynı çimen gibi ansızın büyüyecektir.<br />
Yılların rehberliğini nazik bir şekilde kabul et,<br />
Gençliğine dair şeyleri ise asaletle terk et.<br />
Beklenmedik bir talihsizlikte seni koruyan güç olması için, ruhunu besle.<br />
Fakat kendini karanlık hayallerle de strese sokma<br />
Bil ki, pek çok korku, bitkinlik ve yalnızlıktan doğar<br />
Tüm bu disiplinin ötesinde,<br />
Kendine nazik ol!<br />
Çünkü sen de en az ağaçlar ve yıldızlar kadar,<br />
Bu evrenin çocuğusun<br />
Ve burada olmaya hakkın var.<br />
Kavrasan da kavramasan da<br />
Şüphesiz, evren olması gerektiği gibi işlemektedir.<br />
Bu sebeple, Tanrıyla barış içinde ol,<br />
Kendini onun ne olduğuna inandırmış olursan ol,<br />
Ve emek ve verimlerin ne olursa olsun,<br />
Yaşamın gürültülü karmaşası içinde, ruhundaki huzuru koru.<br />
Tüm yalanlarına, angaryasına ve hayal kırıklıklarına rağmen,<br />
Dünya hala güzeldir.<br />
Neşeli ol!<br />
Mutlu olmak için gayret et!
SEVGİ DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
47
SEVGİ DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
48<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
soğuk<br />
bİr<br />
ayrılış<br />
YASİN ÖZDİL<br />
Birbirimizin gözünden düştük önce. Bunu rapora eklemeliyim.<br />
Eskiden o bulaşık yıkarken bardakları düşürürdü. Diplerini iyi<br />
temizlemek gerekirmiş, sıkıca kavradığı halde her seferinde elinden<br />
fırlıyorlarmış. Köpükten dolayı, sen anlamazsın, derdi. Aslında ben<br />
anlardım. Sonuçta sırayla yıkıyorduk ya işte kadınsılığından hep<br />
kendi yıkıyormuş gibi hatırlıyordu. Sesimi çıkartmıyordum. O bardakları<br />
kırsa da ben onu kırmıyordum. Keşke hep bardaklar düşseydi<br />
gözünden. Dağılan camlar her yerime batsaydı da cam gibi gözlerinde<br />
umutsuzluğu görmeseydim. İlkokula yeni başlayan bir çocuğun okula<br />
gitme heyecanıyla bir araya gelip ‘’ekmek bitti’’ sözünü duyup bayinin<br />
önünden dağılan ihtiyarlar gibi dağılmasaydık. Masanın üstünde<br />
öylece uzanmış yatıyor evliliğimiz ve ben ölüm sebebini bulmaya<br />
çalışıyorum. Hafızam bir neşter edasıyla tam ortadan yarıyor hayatımızı.<br />
Onun gülüşüyle başlıyor her şey. Yalnızlıktan önce bile onun<br />
gülüşü vardı. Sonra etrafına koca bir evren kuruluyor. Neyim varsa<br />
yıkıyorum topraklarına sorgusuz sualsiz. Büyük vinçlerle çekiyorum<br />
kalbimi, sokağın girişine gözlerinin penceresine bakabilen bir ev<br />
dikiyorum. Aydınlattığı sokağın köşesinde sigara içen adamlar var.<br />
Biliyorum, hepsi onunla aydınlanmak istiyorlar. Ama onlar izmaritlerini<br />
duvar diplerinde bırakıyorlar. Bense gün doğarken tek tek<br />
topluyorum attıklarını. Evliyken, uyanınca saçlarını topladığım gibi.<br />
Hadi ben aydan başka geceyi aydınlatan bir çift el bulmuştum da o<br />
bende ne bulmuştu? Hatırlıyorum. Bir keresinde ‘’sende sürekli bir<br />
hüzün hali var ben galiba ona aşığım’’ demişti. Hüznüm bulaşıcıymış<br />
meğer. Kestiğim yerlerden gözyaşları akmaya başladı şimdi avuçlarıma.<br />
Nasıl katlandım onu o kadar üzmeye? Ben nasıl katlandım<br />
kendime? Önceleri sokağındaki taşları tek tek öpesim varken zamanla<br />
nasıl söktüm hepsini yerinden? Ama o da benim gecekonduma sırtını<br />
yaslamıştı. Dürüm yemeye gidelim dediğimde yüzünü ekşitmemişti<br />
mesela. Bununla aldatmıştı beni. Sonraları belediye gibi yavaştan<br />
oranın arsasının bana ait olmadığını hatırlatmaya başladı. ‘’Sana mı<br />
mecburum ben? Daha iyilerini de bulurum’’ demişti mesela. Bir gün<br />
uyandığımda gecekondumu yıkıp bina yapmak istediğini söylediğini<br />
duydum. Bıkmış bu çatlak duvarlardan. ‘’Daha düzgün bir adam<br />
olamaz mısın?’’ Oysa bilmiyordu ki ilk o çatlaklardan sızmıştı güzel<br />
kokusu içime. İşte böyle zehirlemeye başladık evliliğimizi. Şu an karar<br />
verdim. Ölüm nedeni kesinlikle zehirlenme. Hayır, hayır bu kadar<br />
basit olamaz. Sırf birbimizi değiştirmeye çalışıyoruz diye silinmiş olamayız<br />
bu topraklardan. Kentsel dönüşümle yok olmaz hiçbir mahalle.<br />
Sadece içlere kapanır bütün evlerin kapıları. Daha derinlere inmeliyim.<br />
Mesela kahvaltılardaki sessizliklerden bahsetmeliyim. ‘’Tuzu<br />
uzatır mısın?’’ gibi cümleler dahil değil. Kahvaltının kurulduğu sofranın<br />
altındaki örtünün desenlerini incelediğimiz sabahlardan bahsediyorum.<br />
‘’Neden anlatmıyorsun?’’ demişti. ‘’Neden anlamıyorsun’’<br />
demiştim ben de. Orda öylece oturuyo olmamı neden anlamıyordu?<br />
Balkonun kapısını sıkı sıkıya kapatmamı neden anlamıyordu? İçeri<br />
giren rüzgarın beni alıp götürmesinden korktuğumu bilmiyordu işte.<br />
Evimizin önündeki asmalara gülerek bakmıyordu artık. ‘’Yaprakların<br />
arasından kurtulup gözlerine değen sabah güneşi sana bir şey anlatmıyorsa<br />
ben anlatamam zaten’’ demiştim. Derinlere indikçe daha çok<br />
acı veriyordu hatıralar. Güzel günler silinip gidiyordu zihinlerden.<br />
Hepsi değil ama. Bir bakış, bir gülüş kalıyordu geriye. Mesela bana<br />
şarkı söylediği o akşamlar yapışmıştı aklımın duvarlarına. Ama kötü<br />
günler... İşte onlar hep orda bizi bekliyordu. Hafızanın bu ikiyüzlülüğü<br />
bitiriyordu bizi. Kızgınlık anında söylenmiş bir söz gelip sinsice<br />
giriyordu yatak odamıza. Dışardaki insanlar daha çabuk unutuyordu<br />
oysa. Bazen düşünüyorum da insanlar iyi ki unutuyordu yoksa<br />
aralarında yaşamaya nasıl yüzüm olurdu? İşte şimdi neşter doğru yere<br />
girmişti. Buz gibi evliliğimizin sıcak kalmış tek yeri hatıralardı. Fotoğraflarla<br />
ispatlanmaya çalışan gülümsemeler hafızalardaki gözyaşlarına<br />
direnemiyordu. Ben de daha fazlasını kaldıramayıp çekip gidiyordum.<br />
Çünkü bir kadının ağladığını görmek bütün göğünüzü karartmaya<br />
yetiyordu. Otopsimiz de burada bitiyordu.<br />
görsel: Åse Bjøntegård Oftedal<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
49
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
CEHENNEME<br />
DOĞRU<br />
UZAYAN<br />
GÖLGE<br />
FATİH AKÇA<br />
50<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
…bıraktım gözlerimi<br />
ipe asılan çamaşır gibi<br />
bayraklanan yüzümü es geçtim<br />
merhaba!<br />
ur!<br />
işte geldim<br />
gözlerini namlularla tokuştur<br />
ateşten ayraçlar kavramış ellerini<br />
çıkar ve göster kan durmayı öğrendiği gün<br />
başlar ölüm diyerek incit kuralları<br />
düğmemi ilikle kestiğin çocuk sesleriyle<br />
çünkü bahara yaprağı daldır<br />
aşk ve ur insanca bir sırdır<br />
bunu ör!<br />
aşktan bıçak bilemeyi öğrendim<br />
sürterek kendimi ağrıya<br />
oysa şiir uzaktan yaveridir aşkın deyip sustu<br />
kulaklarım kertildi pasla<br />
ovdum dudaklarımı zamanla<br />
bir ışık sessiz olsa da olur<br />
işte geldim is içinde ya da pustum aynalarda<br />
göğsüm açıl ölüm hep genç bir oyuktur<br />
sınadım ömrümü uzarken gölgem cehenneme<br />
bunu kimseye söyleme<br />
ey korkunç güzellikle çarpışan iç güdü<br />
nasılsın! hatırla kan da durur<br />
yaşamak ayrılıkla yüzerse<br />
kıtaların gök derisini takılır<br />
mızrakların ucuna aşkın kafatası<br />
merhaba!<br />
ur!<br />
İşte yaşadım<br />
kuşları korumak için kalkan trenlerde<br />
bunun için bıraktım gözlerimi<br />
görsel: Fritz Bielmeier<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
51
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
52<br />
görsel: noah hutson<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
vay EMİR YAKAMOZ<br />
otopsİ!<br />
Yapılan otopside kim olduğum değil, kim olmadığım ortaya çıktı. Oysa<br />
ben, benimle beraberken bilinmezleri bilen; bulunmazları bulan bir ben<br />
bilirdim ki bir daha bulamadım bendeki beni. Kalabalıktan kaçan kadınlar<br />
gibi eksik kaldığım her yanımı kızıl karanfillerle kurguladım. Ne kadar<br />
kırılırsam, o kadar kanıyordu kangren kıyılarımın kozaları. Cesedim kırış<br />
kırış olana dek, ne düşünce payı aradı ne de şaşılası bir dürüstlüğe sahip<br />
oldu. Sadece günah çıkarıyor, kirpiklerim tenimi öpüyor; sessizliğe<br />
sancı saran sakar sayıklamalar ölümün güvertesinde son düşünü bile<br />
bile yakıyordu.<br />
Sahi, kusursuzca mı ölmüştüm? Alacaklarımın peşinden koşarken,<br />
ödediklerimden dem vurmayı mı unutmuştum? Çoğalsam, dağılsam,<br />
doğursam da nihayetinde âşkla ölmüştüm. Kalbe cihad çağrısı yapan<br />
azılı bir militan vurdu beni. Kördüğüm olan ruhumun iplerini, uçurtmaya<br />
tutkun göğün ellerine gönülsüz teslim eden, yine onlardı.<br />
Ne duruyorsunuz, açsanıza bedenimi! Neyden korkuyorsunuz?<br />
Galeyana gelecek alfabemden mi, hıçkırık dergâhındaki son demden<br />
mi? İçimdeki kör kuyu bana istenilenden fazlasını vermemeyi aksi takdirde<br />
verebileceğimden fazlasını isteyeceklerini bağırıyordu.<br />
Âh, 21.5 cm’lik otopsi bıçağı gıdıkladın biraz! Unutma, dirilerin ölüm<br />
provası yaptığı yerden geldim ben. Evet, nefesin içindeki ölüm rengi<br />
de benim; yaşamın toprağında hüznün göğünü doğuran da. Gülhane<br />
Parkı’nda alınan havanın temizi, kirlisi de benim. İnadına tutunulan<br />
yaşamın kelebek ömrüne sığdırdığı gökkuşağı cenneti ben, tek hecenin<br />
ilminde bilerek ve isteyerek ölümü seçen yine ben…<br />
Cümlemi cebren cansızlıkla cezalandırmaya başlıyordu bileyleme<br />
masatı. Kurtarın beni, alaca ağlayan Anka’nın asıldığı âhir ağacında<br />
kesiyorlar bedenimi! İnsanın insana mıdır hep ilk işgali? Onlar imdadımı<br />
işittikçe, inzivaya imkân ilişiğinde ilerliyordum . Bardağın boş bölümü<br />
bile dolu artık, bilincim başka yere birikecek. Bırak yakamı doktor,<br />
benim artık ilmek ilmek örülen sağlamlığımdan bile şüphem var, hırçınlığım<br />
bundan…<br />
İçim içime sığmıyor doktor, ne yapıyorsun sahi? İnan bana, bugün bile<br />
aklımdaki ve gönlümdeki savaşları bitiremedim; sefam olsun scalpel kılıklı<br />
herif. Ne kadar uğraşsan da dökmeyeceğim içimi sana; bir yangının<br />
gözü olmuştum son döküşümde, o günden sonra kendime dolmayı<br />
seçtim. Hadi temizle temizleyebilirsen şimdi.<br />
Vur kır, parçala kes, böl, unutma ki insan kendisi için değil başkaları<br />
için bölünür, yeteri kadar boşluğa gömülüyken. Benimkine “hayata<br />
yetmezlik sendromu” diyorlardı zaten. Ömrüm boyunca rutubetli bir<br />
duvarın dibinde tekliğime terkedilip çürürken, ‘biz’ kadrosuna da hiç<br />
alınmamıştım.<br />
Neyse, buralar ürkütücü ve soğuk, derin manalarda üşümekteyim.<br />
İmgelerim de git gide bozuluyor sanırım. E yeter bunca satır aralarına<br />
düştüğüm, lime lime doğranırken. Bir şey söylemeliyim şöyle ki: deliliğe<br />
vurup saklamayacağım artık hıçkırıklarımı. Ömrüm ise bir kadavranın<br />
tenine sinen yakarış olacak şüphesiz. Gaipten duyduğum seslerin bağrından<br />
geliyor, içimdeki beni vuranın nefesi. Şu köşede de, üstü başı<br />
epeyce eskimiş ‘umut’ gözüküyor; Tanrım nasıl da yıpranmış! Hayatımın<br />
son demindeyim, bir tane sosyal mesaj vermeliyim:<br />
Ey insanlık! Madde olarak kalmanın verdiği çaresizliktesiniz, faturanızı<br />
atmayın, nasıl olsa değişeceksiniz…
görsel: jack spades<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
53
görsel: Matthew W. Manry<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
BİR<br />
VAPURUN<br />
OTOPSİSİ<br />
GİZEM ALTINORDU<br />
54<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
1.<br />
Boncuk’un Şükürleri.<br />
Kafasını göğe kaldırdı Şükrü Abi. Gök yoktu. Akasyalar, yabozlar ve göçecek kuşlar vardı. Martılar kargaları<br />
kovalıyordu, ama gök yoktu.<br />
-”Bu dünya bir gözden yaş niyetine düşmüş.”<br />
Şükrü Abi’nin tek gözünü, annesi Boncuk’un beslediği kedi mi yedi, bilmem. Ama diğer gözü dünyayı,<br />
sürekli izlediği denizin maviliğinde görürdü. Berrak, tertemiz.<br />
Annesi Boncuk, bir pencere önü çiçeğidir. Kedisi Böcek ise beslediği çiçeklerin üstünde uyurdu.<br />
-Boncukcum, nasılsın?<br />
-İyiyim vre, bi’ Avrupa’yı dolaştım da geldim.<br />
-Şükrü Abi mi bindirdi seni trene?<br />
-Yok, o abin çıkar mı meyhanesinden, ben yayan gittim de geldim.<br />
Bir meyhanem olsa, orada bir menekşe yetiştiririm, ismi Şükrü Abi. Balıkların adlarını, hangisinin kaç duble<br />
rakıya meze olacağını ezbere bilen. Adanın bütün sokaklarında bir kadını çimdirmişliği vardır elbet. Tek gözü,<br />
bütün kadınları güzel görür, iki kolu, hepsini sarardı.<br />
Vapurdayız. Altı otuz. Sabahtan, tüm müptezeller rakı bardaklarını saklar Hacıyatmaz’ın dolaplarına. Şükrü<br />
Abi cepçi. Şükrü Abi öyle çıkarır ki cebinden o bardağı, sanırsın ateş yakacak da, yeniden bir bardak yaratacak.<br />
İnce belli. Aklının hulyasında o dalgalar hep lodostan.<br />
-Gel gel, yangınları seyredelim.<br />
-Seyredelim be, Şükrü Abi, ama sen bana bakma.<br />
-Kızım, senden büyük yangın mı var?<br />
-Var Şükrü Abi. Bak Dragos’un zengin damlarına.<br />
-Şükrü Abi be.<br />
-Söyle ciğerparem.<br />
-Şu Kaşık Adası bir gün bizim olur mu dersin?<br />
-İki kadeh daha içersen bütün adalar senin ciğerim.<br />
Şükrü Abi. Pencere önü çiçeği Boncuk’un oğlu. Boncuk’un tatlı dilleri hiç susmasın diye, Allah’a inanır, dua<br />
ederdim. Ölmesindi. Boncuk ölürse, anneannem de ölürdü. Ölmesindi Boncuk. Bu sıkıntı Şükrü Abi’ye de<br />
sirayetti. Dedim:<br />
-Şükrü Abi, sevmedin mi be?<br />
-Sevmem mi, dedi. Yangın gibi sevdim de, Boncuk yalnız kalmasın. Döndüm.<br />
-Ellare, Şükrü Abi. Ben bakarım Boncuk’a, suyunu eksiltmem, sen git.<br />
Gitmedi. “Bu kadını bırakma” diye tembihledi etraftaki bütün adamlara. Gittiler.<br />
2.<br />
Vapurların Ölümü.<br />
Bir akşam oldu, iki oldu, beş oldu. Ada’dan vapurlar kalktı gitti, çok oldu. Ben ne bileyim, martıların adı ne.<br />
Ben akasyayı bilirim, dikenli ve çiçekli. O ki, pencere önünün bir başka bekçisi.<br />
“Ah ulan Şükrü Abi” dedim. Haber geldi.<br />
Bir Hacıyatmaz vapur. Lodos vakti. Kıyıya oturmuş. Dalgalar içine doluşmuş. İnatla dalgalara direnen tek<br />
filikası, tek gözü. Sayıklar dururmuş bir çiçeğin adını. Sefa apartmanı bilmemkaçıncı daire. Bütün sevdalılara<br />
sevdalı bir vapur. Yıldırımlar düşmüş üstüne, ortadan ikiye ayrılmış. Lodos vakti yıldırım düşmezdi hani? Hani,<br />
Hacıyatmaz batmazdı? Bu acı, boğaza düğümlenen zeytin çekirdeği.<br />
Kalbi durmuş makinenin. İpleri çürümüş, öyle yazmışlar. Zaten eski vapurlarmış bunlar, kumar oynamak<br />
artık yasakmış da falan. İçki içmek yasakmış da falan. Öyle yazmışlar. E öyle lodosların, tipilerin içinden eski<br />
vapurlar geçmemeliymiş, kaptanlar nasıl dikkat etmezmiş böyle şeylere. Öyle yazmışlar. Artık kalbi kaldırmayacakmış,<br />
zaten biliyormuş, ne diye içermiş böyle bir vapur. Öyle yazmışlar. Kaşık Adası’nın yan tarafı. Yazgısı<br />
böyleymişler. Öyle yazmışlar. Kader, bu coğrafyanın boyun büküğü. Kim koydu ilk şerhi, anidenlere?<br />
Velhasılı kelam, bizim vapur ölmüş, kalp krizi. Ben sandım, Boncuk’a birşey oldu, gittim Böcek’e sordum,<br />
Boncuk yok. Boncuk sâlada. Boncuk’u Avrupa’nın trenlerine şimdi kim bindirecek?<br />
Kızı yanındaymış. Sevmişti hani, Boncuk’u bırakamamıştı. Bir sevdanın gebeliğinden kızı. O görmüş.<br />
Aynı masada oturmuş rakı içiyordu, yangınlar bu sefer bize vurmada.<br />
Bir vapura güneş batarken, Şükrü Abi ölmüş.<br />
Göğe bakıyordu, gök, deniz, ada.<br />
“Bu dünya bir gözden yaş niyetine düşmüş.”<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
55
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
ölüm<br />
her<br />
ruhu<br />
serbest<br />
bırakır.<br />
YUNUS EMRE KOŞAR<br />
Sessiz. Çok fazla sessizlik. Bir gök gürültüsü kadar sessizlik. Bir fırtına kadar sessizlik. Bir ayrılık kadar sessizlik.<br />
‘’Anlat.’’<br />
Hızlı düşünmem gerekiyor. ‘’Yalnız hissediyorum.’’ Söylediklerim kafamda bir zil sesi gibi yankılandı. Belki deliriyorumdur.<br />
Ya da çoktan delirmiş olabilir miyim?<br />
‘’Sizce deliriyor muyum?’’<br />
‘’Evet.’’<br />
Ne dedi o? ‘’Ne dediniz?’’<br />
‘’Hayır, tabii ki delirmiyorsun.’’<br />
Delirmediğimi söyledi ama gözleri öyle demiyordu. Gerçekten bir doktora benziyordu. Çatık gri kaşları, buruşmuş<br />
alnı, dikkatlice ütülenmiş kareli gömleği, gömleğiyle aynı renkteki duvarda asılı olan bir diplomaya sahipti. Evet.<br />
Tam anlamıyla kafamdaki doktor imajına birebir uyuyordu. Gözlerini bana dikmiş bir şeyler söylememi bekliyordu.<br />
Hızlı düşünmem gerekiyor.<br />
‘’Sizce deliriyor muyum?’’ Aynı soruyu ikinci defa sordum. Bu konuda iyi hissetmiyorum.<br />
‘’Bu soruyu birden fazla sorman cevabı değiştirmeyecek, dinlenmen gerekiyor.’’<br />
Hayatımız, zamanın işleyişindeki anlık bir parıltı değil midir? İnsanlığın, ilk anından beri hissettiği şeyi yaşıyorum.<br />
Yalnızlık. Benim parıltım içimdeki boşluğum. Şimdi bir parıltı, sonra diğeri. Onun artık olmayışı düşüncesine alıştığım<br />
için kendimden nefret edeceğim. Bir yıl boyunca, zaman zaman aklıma gelir belki.<br />
‘’Bugünlük bu kadar yetmez mi?’’ Gömleğiyle aynı renkteki duvarlar üstüme geliyor gibi. Hüzün gibi sarı.<br />
‘’Pekala, gidebilirsin.’’<br />
Eve vardığımda akşam olmuştu. Sigara yakmalıyım. Neyi yanlış yaptım acaba?<br />
Yanlışlarımı ararken, bir şeye nasıl odaklanabilirim? Bir şeyler yazmalıyım.<br />
‘’ İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir.‘’<br />
Freud mutluluğu en uçlarda aramış, bedenini ve zihnini yormuştu belki de. Hepsi aynı bulanıklığın bir parçası gibi.<br />
Seçim yaptığımız illüzyonu yaratıyorlar. Mutluluk. İnsanların büyük bir kısmı mutlu olmak ne demek onu bile bilmiyor.<br />
Tercihlerimiz bizim için önceden hazırlanmış gibi. Çok uzun zaman önceden.<br />
‘’Kontrolün yokmuş gibi hissettiğin için üzgünüm.’’<br />
Bulanıklık. İllüzyon. Yine aynı odadayım. Duvarıyla aynı renk giyinen adamın odasındayım.<br />
‘’Yalnız olmak istemiyorum. Mutlu olmak istiyorum.’’ Mutluluk, yalnızlıkla zıt ölçüde. Ne kadar yalnızsam o kadar<br />
mutsuzum.<br />
Yazıma devam etmeliyim. Kontrolü kaybediyorum. Ama hala doktorun odasındaydım.<br />
‘’Bana anlatmak zorundasın. Benden bir şeyler gizlersen sana yardımcı olamam. Neden yalnız hissettiğini anlat’’<br />
Sus artık! Hiçbir şey anlatmak zorunda değilim. Yine aynı bulanıklık. Doktorun söyledikleri kulaklarımda çınlıyordu.<br />
Ben ise Freud’un alıntısıyla cümleme başlamıştım.<br />
‘’Uyanık mısın?’’<br />
Uyanık mıyım? ‘’Bilmiyorum. Odamda ne yapıyorsunuz?’’ Bu soruyu sorduktan sonra<br />
aslında odamda olmadığımı fark ettim. Freud’un alıntısı zihnimi kurcalıyor. Neden? Sanırım kayboluyorum. İçimdeki<br />
boşluk giderek büyümeye devam ediyor ve ben o boşluğun içinde kayboluyorum.<br />
‘’Çok fazla düşünüyorsun. Her şey üzerinde bu kadar çok düşünmemen gerekiyor.<br />
Herkes hata yapabilir. Önemli olan hatalarından...‐’’ ‐ ders çıkarmak‐ ‘’...‐ders çıkarmak.’’<br />
İşte yaşadığım dünya böyle bir yer. İnsanlar başka birini yönetmek ve kullanmak için birbirlerinin hatalarından<br />
medet umuyor. Sıcak, pis, acımasız insanlık döngüsü. Kendimi bu döngüden soyutluyorum. Kendimi kapattım.<br />
Kimsenin beni bulamayacağı soğuk, kusursuz labirentimi yarattım. Belki de yalnızlığı yenebilirim. Artık daha normal<br />
olabilirim.<br />
Instagram’da kedi fotoğraflarını beğenir, arkadaşlarımı etiketlerim. Belki yine o arkadaşlarımla sinemada Oscar’a<br />
56<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
görsel: jake melera<br />
aday filmleri izleriz. White chocolate mocha içerim. Kusursuz labirentimi daha sıcak bir hale getirebilirim.<br />
Ama hayır. Ben tüm bunların yerine duvarıyla aynı renkte giyinen adamın odasındayım. Tüm duvarlar üzerime gelirken, doktorun<br />
mu yoksa gerçekten duvarların mı üzerime geldiğini anlamıyorum. Sarı duvarlar kadar hüzünlüyüm. Yalnızım.<br />
‘’ İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir‘’ Yine Freud’un alıntısına bakıyorum. Kağıda yazdığım tek cümle bana ait<br />
olmayan bir cümle. Tüm hayatım gibi.<br />
Yaşadığım hayat bana ait değil. Hatırladığım anılar bile bana ait değil. Ne zamandır duvarıyla aynı renk giyinen adamı tanıyorum?<br />
Neden duvarıyla aynı renk giyinen adamı tanıyorum?<br />
‘’Anlat.’’<br />
Hızlı düşünmem gerekiyor. ‘’Ölüyorum.’’ Söylediklerim kafamda bir zil sesi gibi yankılandı. Belki deliriyorumdur. Ya da çoktan<br />
delirmiş olabilir miyim?<br />
‘’Sizce deliriyor muyum?’’<br />
‘’Hayır, tüm bunlar nasıl başladı?’’<br />
‐Pıt‐pıt‐pıt‐pıt‐ Şakaklarımdaki basıncı hissedebiliyorum.<br />
Bedenim ruhumun bir hapishanesi. Bedenimden kurtulduğumda her şeyi, her anıyı tekrar yaşayabiliyorum.<br />
‘’Bana gitme dediğini hatırlıyorum’’<br />
‘’Başka neyi hatırlıyorsun?’’<br />
Gözlerimi kapattığımda zamanda süzülüyorum. Sanki tüm yaşananlar..<br />
‘’Başka neyi hatırlıyorsun? Hızlı düşünmem gerekiyor.<br />
‘’Gittiğimi hatırlıyorum’’ Her şey, açıklamasını yapamadığım her şey o an başladı.<br />
Gidişimle kayboldum. Gittiğimde yolculuğumu asla tamamlayamadım. Yolun neresindeyim asla cevaplayamadım.<br />
‘’Gittiğimi ve bir daha hiçbir şeyin yolunda gitmediğini de hatırlıyorum, sizce deliriyor muyum?’’ ‐Pıt‐pıt‐pıt‐pıt‐ yine aynı basıncı<br />
hissediyorum şakaklarımda.<br />
Zihnimin bulanıklığı kış sabahların andırıyor. Önümü görmek için gözlerimi kısmak bir işe yaramıyor. Masamın başında, beyaz<br />
kağıda bakarken, kalemimi kemiriyorum. Yazıyı tamamladığımda daha iyi hissedeceğim sanırım.<br />
‘’ Onu unuttuğumu sanıyordum, sanırım unutamamışım. Bu his ruhumu kemiriyor. Çığlıklar sarmış dört bir yanımı. Zihnimde<br />
bir silah, namlusunda anılar. ‘’<br />
‘’Anlat.’’<br />
Bir kez daha duvarıyla aynı giyinen adam karşımda ve aynı şeyi söylüyor. Ne anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Gerçekten yaşıyor<br />
muyum bunları bundan bile emin olamıyorum. Zihnim bana oyun mu oynuyor? Doktora ilk ne zaman geldiğimi hatırlayamıyorum.<br />
Hızlı düşünmem gerekiyor. ‘’Yalnız hissediyorum.’’ Söylediklerim kafamda bir zil sesi gibi yankılandı. Daha önce de aynı cümleyi<br />
kurduğuma eminim. Deliriyor muyum? Ya da çoktan delirmiş olabilir miyim?<br />
‘’Sizce deliriyor muyum?’’ Bu soruyu da daha önce sorduğumu hatırlıyorum.<br />
‘’Evet.’’ Şakaklarımdaki basınç beni mahvediyor...<br />
‘’Ne dediniz?’’<br />
‘’Hayır, tabii ki delirmiyorsun.’’<br />
‘’Anlat’’<br />
Başa dönüyoruz. İçimdeki çığlıkları bastırıyorum.<br />
‘’Deliriyorum öyle değil mi?’’<br />
Anlık bir bulanıklık.<br />
‘’Anlat’’ . Zihnimdeki silah tek bir anıyı ateşleyip duruyor. İtiraf etmem gerekeni itiraf etmediğim sürece aynı döngüyü tekrar ediyorum.<br />
Fakat benim söyleyebileceklerim çok sessiz. Sessiz. Fazla sessiz. Bir gök gürültüsü kadar sessiz. Bir fırtına kadar sessiz. Bir<br />
ayrılık kadar sessiz. Ve bir ölüm kadar sessiz.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
57
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
DOĞAN ATEŞ<br />
karanlık<br />
çöktü<br />
geceye<br />
görsel: ıvan bastıen<br />
58<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Karanlıktan korktuğum gün öldü babam.<br />
Kelimeler düğümlendi. Kimseler konuşmadı. Yapraklar yollara saçıldı. Biraz sararmışlar. Ağaçlar<br />
koca binaların içerisindeki insanlar kadar yalnız. Aylardan eylül.<br />
Kara bir perde olarak gerildi karanlık. Bir yanı ölüm kokusu sardı diğer yanı ise yaşam korkusu.<br />
Ortada, hayali bir çizgi üzerinde yürümeye başlamıştım. Ağır bir yolculuk olacağını aklıma getirmemiştim.<br />
Çöl fırtınalarında gözüm kapalı yürüyordum, diyorum o zamanlar için. Fakat şehrin<br />
toprak yollarında olduğumu büyüdükçe anladım.<br />
Devlet gelmez bizim buralara. Televizyonların şaşalı dünyasına yirmi üç yaşımda gittiğim Ankara’da<br />
tanık oldum. Suyu iki sokak ötedeki kuyudan çıkarıyoruz. Kimi zaman içinden su yılanları<br />
da eşlik ediyor. Bir oldu. İki oldu. Üçüncüsünde artık başından tutabilecek kadar cesaretim vardı.<br />
Telefon mu? Mahallenin hatta üç sokak ötedeki insanların bile mektuplarını yazdığımı bilirim.<br />
Yazmayı böyle böyle sevdim. Her gün birisine yazıyordum. Babam öldüğü gün son cümlelerimi<br />
yazdım. Her şey başlıyorsa bitecekti. Yolun sonu çıkmazdı. Çıkmadı. Karanlık.<br />
Sabah kahvaltılarında domates, peynir, zeytin ve çaydan fazlasını ayda yılda bir görürdük. Bu<br />
bizim için en büyük devletti. Babamın evimizin içinde kurduğu devlet. Hemen önünden kara bir<br />
tren geçer. Toz duman pencerelerden içeri dolar. Devletin üzerinden tren geçiyormuş, dediğim zamanlar.<br />
Devlet, insanların üzerinden sahiden geçiyordu o zamanlar. Her köşe başında bir tank bir<br />
tabur asker. Vur. Şunu da vur. Yakala. Ensesinden tut gecenin. Devleti yıkacak karanlık. Aydınlık<br />
böyle böyle terk etti işte ülkenin sınırlarını. Kimse görmedi. Karanlık.<br />
Kaç yaşında olduğumun bir önemi o zamanlar için yoktu. Şimdi var mı onu da bilmiyorum. Yaşıyorum.<br />
İnsanın yaşının bir önemi yoktur ki. Sonu ölüm. Er ya da geç çalar kapını. Kapıyı üst üste<br />
iki kere kilitlemişsin çok mu? Ölüm, kurum kaplı bacadan da girer, derdi babam. Sonra sigarasını<br />
tüttürür içi kurum bağlardı. Ölüm ciğerlerinden gelmedi. Bekledi. Bekledikçe daha çok sigara içti.<br />
Yolun sonu çıkmadı. Devlet görmedi. Ciğerler. Karanlık.<br />
Şehrin iki kahvehanesi vardı. İkisi de çam ağaçlarının altındaydı. Benim için ikisi de kahvehane<br />
idi. Çocuktum. Yedi belki sekiz yaşında bir çocuk. Saklambaç oynamanın ne olduğunu sadece<br />
izleyerek öğrendiğim yaşlar. Meşin yuvarlağı okula giden çocukların konuşmalarından öğrendiğim<br />
bu yaşlarda kaybettim annemi. Bir bütün olmuştu pencere önündeki yatağı ile. Ben ise hep<br />
paramparça. Sarılamadık. Kokusunu duyamadık açlıktan kokan nefesimizi. O gün hissettiğim tek<br />
şey annemin buz gibi olan elleriydi. Kutupların soğuğunu taşımıştı ellerinde ve benim ellerim o<br />
günden sonra hiç ısınmadı. Sobaya daha çok odun attım soğuk kış aylarında. Biraz daha. Biraz<br />
daha. ‘’Oğlum odun kalmayacak, kış uzun sürecek’’ dedi babam. Üşüdüm. Pencere önünde, kafeste<br />
duran kuşumuz üşümesin istedim. Bir sabah titreyerek uyandım. O da titriyordu. Tek tek<br />
kapıları çaldım.<br />
‘’Sıcak bir yuva arıyorum. Kendim için değil. Bu kuş için. Bizde çok üşüyor artık’’<br />
Ayaklarım su ile doldu. Çamura bata çıka yürüdüm saatlerce. Yoruldum. Babamdan az biraz yaşlı<br />
bir amca kabul etti. İstediğim zaman onu görebilecekmişim bir de. Üzüntüm hafiflemedi. Eve<br />
döndüm. Kuşları cam arkasından izlemeye başladım. Saklambaç oynarken ağaçtan düşen çocuklara<br />
üzüldüm. Kanatları kırılmıştı çünkü. Meşin yuvarlağı patlayınca üzülen çocukların da üzüntüsüne<br />
eşlik ettim. Anlamadılar. Benim kuşumun yokluğunu hiç fark etmediler.<br />
Kuşlar geldi. Kuşlar gitti. Sabah kahvaltılarına bal ekledi babam. Tadımız yine de yerine gelmedi.<br />
Tuz ekti kahvaltı sofrasındaki domateslerin üzerine.. Ama nafile. Göç yıllarca süregeldi. Her şey<br />
değişti. Kara tren önce gecikti. Sonra hiç gelmez oldu. Kahvehanenin bahçesindeki çam ağaçları<br />
fırtınaya yenik düştü bir kış vakti. Yıkıldılar. Yerine yenisi hiç dikilmedi. Çocuklar evlerine kapandılar.<br />
Beni mi örnek aldılar? Hayır. Mumlar rafa kaldırıldı. Gaz lambaları süs niyetine asılmaya<br />
başlandı. Elektrikler kesilmez oldu. Buna alışmak kolay değildi. Gece lambası üretmişler. Gecen<br />
aydınlanıyor. Korkmuyorsun.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
59
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
On sekiz yaşındayım. Bir ses duydum. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Herkes evine dönmüştü<br />
çoktan. Kahvehanede de kimse kalmazdı. Dışarıda yağmurla birlikte bir fırtına kopuyordu. Gözlerimi<br />
açmadan seslendim babama. Ses etmedi. Yatağına doğru uzandım. Elimle şöyle bir yokladım.<br />
Hiç gelmemiş. Ayağa kalkıp bakmak istedim. Habersiz bakkala dahi gitmezdi oysa.<br />
Az önce duyduğum ses artık daha yakından geliyordu. Birileri kapının önünde konuşuyordu.<br />
Saniyeler sonra kapı çaldı. Gece lambasının aydınlığında yürüme başladım kapıya doğru. Kapıyı<br />
açar açmaz ‘’Nerede kaldın baba’’ diye bağıracaktım. Olmadı. Elektrikler gitti. Anlık bir korku ile<br />
kapıyı kapattım. Karanlığın ardında polislerin olduğunu öğrendiğimde tekrar kapıyı açtım. Hastaneye<br />
gitmemiz gerektiğini söylediler. Aceleyle giyinirken bir yandan titriyor bir yandan da korkuyordum.<br />
Ne olduğunu bilmiyordum. On beş dakikalık kısa bir yolculuktan sonra başhekimin<br />
odasına oturttular. Önünde duran kağıdı uzattı başhekim:<br />
Otopsi Raporu. Yakın mesafeden sırtına iki el ateş edilmiş. Ad Soyad? Babam.<br />
Koşarak eve gittim. Yağmur. Çamur. Fırtına. Korka korka koştum sokakların arasından. Bahçe<br />
kapısından geçip salona girdiğimde nefes nefese kalmıştım. Kuş kafesinin üzerine bir poşet geçirdim.<br />
Annem öldüğü zaman kuşumu bıraktığım, babamdan az biraz yaşlı amcanın evine yürüdüm.<br />
Çok geçmeden kapısını çaldım. Uzun uzun vurdum kapısına. Uykusundan uyanıp gelesiye kadar<br />
on dakika geçti. Hiç pes etmeden vuruyordum.<br />
Ne var, ne istiyorsun, dedi. Kuş, dedim. Aylar önce babam aldı, üşemeyecekti, söz vermişti bana.<br />
Sözünde duramadı. Yıllar önce de gelmiştim sana. Annem öldüğünde bir kuş getirmiştim. Tereddüt<br />
etmeden aldı. Kızmadı. Öfkelenmedi. Küfür etmedi. Şaşırmıştım. Bir iki adım attıktan sonra<br />
bir ağacın altına oturdum. Ağladım. Kimseler geçmiyordu sokaktan. Daha çok ağladım. Yağmura<br />
karıştı gözyaşlarım. Bir saat oldu. İki saat oldu. Sabaha karşı polisler evin önünde durdu. Ne olduğunu<br />
anlamadan ağacın arkasından izlemeye başladım. Konuşmalar az çok duyuluyordu.<br />
Ayağa kalktım. Hızlı adımlarla yürüdüm. İki polisin arasındaki adamın karşısına dikildim.<br />
Konuşamadım. Tek kelime çıkmadı dudaklarımın arasından. Koşarak içeriye girdim. Odaları tek<br />
tek dolaştım. Duvarlarda, masaların üzerlerinde, televizyonun yanı, pencerelerin önü.. akla gelebilecek<br />
her yer kuş. İçi pamukla doldurulmuş kuşlar. Annem öldüğü zaman getirdiğim kuş. Kitaplığın<br />
önünde. Az önceki kuş nerede peki? Mutfakta. Kanlar içinde. Yetişemedim.<br />
Yıllar önce dağlık arazide avlanırken de babam yetişememişti anneme ve bu adamın kurşunlarına<br />
yenik düşüp pencere kenarından devam etti hayatı izlemeye. Ben de yetişemedim babama. Üzgünüm.<br />
Karanlık. İlk kez korkuyorum. Karanlıktan korktuğum gün öldün baba.<br />
Yetişemedim.<br />
Karanlık çöktü geceye.<br />
60<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
SEVGİ DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
61
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
62<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
.<br />
kaotika<br />
EMRE YILDIRIM<br />
2023 iç savaşının ardından çok uluslu holdinglerin Yeni<br />
İstanbul projesini finanse edeceklerini duyurmasıyla<br />
imzalanan şartnameye göre Avrupa yakası beş bölgeye<br />
ayrılarak koordinasyon merkezi olacak, çizilen yeni sınırların<br />
dışında kalan Anadolu kesimiyle iletişim koparılacak,<br />
zamanında yeşilin hakim olduğu bu çorak topraklar kent<br />
pisliğinin aktığı bir çöplük olarak kullanılacaktı. Şirket<br />
temsilcilerinden oluşan Arı Kurul, İstanbul’un hırpalanmış<br />
dış cephesini kısa sürede onardı. Geçmişin koygun<br />
izlerinin silinmesi ve elitler arasında milliyetçi duyguların<br />
filizlenmemesi için kent mimarisini ‘ortak kültür, ortak anlayış’<br />
sloganı altında dünyanın diğer seçkin şehir kermenlerine<br />
benzeterek tek tipleştirdi. Devrimci eylemlerin sert<br />
karşılık bulacağı yüksek frekanslı radyo sinyalleriyle Asya<br />
kıtasının belirli bölgelerine yayıldı. Kurul bununla kalmayıp<br />
kentin dış surlarına dev dijital panolar asarak davasından<br />
vazgeçen asilere avamlardan farklı muamele edileceğinin<br />
ve sur dışı radyoaktif atıklar bölümünde görevlendirileceklerinin<br />
müjdesini verdi; türdeş ırkların mutluluk döngüsünün<br />
bilişim çağının bir getirisi olduğu, eşitlik idealinin<br />
verimsiz Anadolu topraklarında değil, ihtiyaçları gelişkin<br />
teknolojilerle karşılanan ekstropyanların yaşadığı dünya<br />
tüketim merkezlerinde aranması gerektiği ve devrimin<br />
bir illüzyon, gözetimin ise anayasal bir ayrıcalık olduğu<br />
propagandası gün aşırı yapıldı. Güncellenerek yaygınlaşan<br />
yüksek frekanslı sinyaller sayesinde binlerce devrimci<br />
kent kapılarına hücum etti, çelimsizler ayıklandı, yeterli<br />
kuvvete sahip bulunanlar milenyum başında üretilmiş<br />
yetersiz koruyucu kıyafetlerle donatılarak basitçe onurlandırıldıktan<br />
sonra bir daha çıkmamak üzere kimyasal<br />
atık mahzenlerinde köleliğe terk edildiler. Kentin mikrobik<br />
kalkanı dışına aktarılan kimyasal zehirler çorak toprakları<br />
gri bir toz bulutuyla kaplayıp asiler sermaye ve gücün<br />
önünde diz çöktükçe devrimciler ile cumhuriyetçilerin iç<br />
savaştaki sırt sırta mücadelesi unutuldu; davalarından<br />
vazgeçmeseler de, direniş söylencesi arazi halklarınca<br />
anılmaz oldu.<br />
Yeni İstanbul’da yaşayan ekstropyanlar; asiller, varsıllar,<br />
bürokratlar, neoburjuvalar ve rütbeli erillerden oluşmakta,<br />
Anadolu arazisinde ise sosyal, politik ve askeri etkinliğini<br />
yitirmiş paryalar ve baldırıçıplaklar hüküm sürmekteydi.<br />
Kentin manyetik koruma alanı içinde kalan Has Deniz haricindeki<br />
bölgede sular çekilmiş, iki ağzı doldurulup akış<br />
yasaklanınca güzelliğiyle birlikte boğazın nemli iklimi de<br />
kuraklaşmıştı. Ulaşım, yerçekimsiz trenler, 2040’lı yıllarda<br />
yaygınlaşmış göktaşıt ve skylonlarla Birleşik Avrupa Konfederasyonu<br />
topraklarına doğru sağlandığından değerini<br />
yitiren iç denizler kurutuldu. Boğaz üzerine kurulu dört<br />
köprü de aynı gerekçelerin yanı sıra Anadolu arazisiyle<br />
iletişimin kopartılması ve devrimci eylemlere zemin<br />
hazırlamaması amacıyla yıkıldı. Eski Haliç’i kapsayacak<br />
şekilde tasarlanan kalkan planına göre Balat sahili kubbe<br />
dışı alan sayılıp terk edilmişti. Saraylar yıkılmış, mabetler<br />
uçsuz bucaksız topraklara taşınmış, tepkiyle karşılaşmamak<br />
adına görkemli ama biçimsiz çelik binalar kent<br />
merkezinde yükselirken ötedünya inancı Kutsal Birikim<br />
Bankası’nda açılan zekat ve sadaka hesapları üzerinden<br />
güvenceye alınmıştı. İnsan doğasına ve estetiğe aykırı<br />
bu yapılar egemen gücün bir sembolü olarak ön plana<br />
çıkarıldı. Böyle anlatılmıştı devrimcilere; oysa aralarında kent<br />
surları içine girip olan biteni gözleriyle görmüş biri yoktu.<br />
Yalnız, Üsküdar-Sirkeci arası tüp geçit ile eskiden Kız Kulesi<br />
olarak anılan Tüm Gözlem Kulesi tahrip edilmeden bırakılmıştı.<br />
Devrimci İstihbarat Örgütü tarafından verilen bilgilere<br />
göre kule uzun zamandır askeri birliklerce korunuyor<br />
fakat bunun kesin nedeni anlaşılamıyordu. Ayrıca boğazın<br />
kurutulmasıyla ortaya çıkan dev vadinin göbeğindeki geçit<br />
adeta bir hortum gibi kıvrılarak harabe halindeki Sarayburnu’na<br />
varıyor, kubbe dışında kalmasına rağmen Üsküdar ve<br />
Sirkeci geçişlerinin iridyumla izole edilmesi gizemini koruyordu.<br />
İridyumu delmek asilerin imkanları ötesindeydi. Tüm<br />
Gözlem Kulesi’ne ulaşmak mümkün olsa da kule komutanı<br />
Albay Feramuz Fiskeli’nin namı Anadolu gerillaları arasında<br />
kulaktan kulağa dolaşıp efsaneleşmiş, yakaladığı asilerin bir<br />
daha geri dönmediği ayyuka çıkmıştı.<br />
Toz toprak içinde kalmış, acayip giyimli bir grup adam yaralıları<br />
yeraltı kliniğine açılan tünele taşıdılar. Aralarından biri<br />
bileğine monteli ileti aygıtıyla içeridekilere görsel kimlik onayı<br />
sundu. Kayalarla kamufle edilmiş kapı kum zemini titreterek<br />
açıldığında askerler yaralıları apar topar içeri aldılar, kapı<br />
gümbürtüyle kapandı, dışarıyla ilişki kesildi.<br />
Seyrinde gitmeyen bir şeyler olmalıydı ki hemşire ve doktorlar<br />
bu hırpanilerin başına üşüşerek soru yağdırmaya<br />
başladı. Beyaz kapının arasından bir baş uzanıp da “Getirin!<br />
Çabuk, çabuk!” diyene dek koşuşturma dakikalarca devam<br />
etti. Sedyeye yerleştirilen yaralılar ameliyata alınmadan<br />
hemen önce Dr. Cerrah Tongu göğsü kan içindeki sarı<br />
saçlı ere doğru eğildi, eliyle göğüs boşluğunu yoklayıp geri<br />
çekildi:<br />
“Bunu kurtaramayız, yarası derin. Şoka girmiş zaten, birazdan<br />
ölür. Bırakın yolculuğunda rahat etsin.”<br />
Hemşire sedyeyi ameliyathaneden çıkartırken “Yoldaş!” diyerek<br />
selam verdi, Dr. Tongu dava hiyerarşisi gereği verilen<br />
bu selamı gülümseyerek karşıladı. Ameliyathane hazırlandı,<br />
yaralının bileklerine ve göğüs çeperine elektrodlar takıldı.<br />
Dr. Tongu iri göğüslü, kızıl saçlı, güzel mi güzel ve çok<br />
bilmiş stajyerden güçlükle nefes alan adamın veri aktarımını<br />
yapmasını rica etti. Stajyer, biçarenin ense kökünde elini<br />
gezdirdi. Sedyenin karşısına yerleştirilmiş şeffaf ekran saniye<br />
geçmeden karmakarışık görsellerle doldu.<br />
Kaşlarını çatan Cerrah Tongu stajyere düşünceli bir ifadeyle<br />
bakıp “Çok kötü!” dedi. “Operasyon fiyaskoyla sonuçlanabilir.”<br />
“İçini açalım!” diye teklif etti stajyer, güneş gibi parlayan<br />
saçlarını kulak arkasına atarken.<br />
Dr. Tongu yüzünü buruşturdu, “İzin almak gerek ve o budalalara<br />
daha fazla dert anlatmak istemiyorum.”<br />
Kızılbaş “Ben hallederim,” diyerek kapıya yöneldi.<br />
Doktor yardımcısına güvenmesine rağmen sırıtarak sordu:<br />
“Sen! Nasıl halledecekmişsin bakalım?”<br />
Portakaldan daha büyük bir beyni olduğu her halinden belli<br />
olan kadın “Ben onlardan daha akıllıyım!” deyip önlüğünün<br />
üzerinden kalçasına bir tokat attı. Cerrah Tongu zihninde<br />
canlanan sahne nedeniyle stajyerin kapattığı kapıya hayranlıkla<br />
bakakaldı. Devrim güneşi beş dakika sonra elinde<br />
imzalı bir belgeyle geri geldi. Şunlar yazılıydı:<br />
Enformasyon Aktarım Komünü’ne,<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
63
20130106 kodlu ikinci nesil androidin veri aktarımı başarısızlıkla<br />
sonuçlandı. Sahip olduğu istihbarat göz önüne<br />
alındığında açık otopsi yapılması kritik önem arz etmektedir.<br />
İzin talebimi bilgeliğinize sunarım.<br />
Dr. Cerrah TONGU<br />
-ONAYLANDI<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
64<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
“Bravo kadın! İş bitiricilikte üstüne yok, başarılı bir devrim<br />
hekimi olacaksın.”<br />
Stajyer mahçup bir ifadeyle sırıttı: “Gerçekten böyle mi<br />
düşünüyorsunuz?”<br />
“Şey, hayır. Bence halk kurulunda yer almalısın. Bürokratik<br />
becerin tıp bilginden önde gidiyor.”<br />
“Kurula kadınları kabul etmiyorlar biliyorsunuz.”<br />
“Evet. Halbuki kurucuları kadınlardı.”<br />
Gözleri androidin üzerinde gezen stajyer iç çekerek “Kurallar<br />
değişiyor,” dedi.<br />
“Haklısın, devrim de devrilerek ilerler,” diye ekledi Dr.<br />
Tongu ve neşteri 0106’nın göğüs çeperine taktı. İnsansı<br />
cihaz beş santimlik alet derisine saplanır saplanmaz<br />
yerinden öyle bir fırladı ki hazırlıksız yakalanan doktorla<br />
stajyer geri adım atıp sendelediler. 0106 ezberindekileri<br />
dökmeye başladı:<br />
“Devrim: Tahakküm, otorite ve zorbalığa karşı yeni,<br />
eşitlikçi ve aktif bir duruş sergilemenin en ideal yolu.<br />
Gerillalar olarak emelimiz Arı Kurul’u yıkarak Bağımsız<br />
Komün’ün haklı davasını sonuna kadar savunmak.<br />
Yeni İstanbul: Dünyanın kardeş halklarına karşı cephelenen,<br />
kültürel çeşitliliği yok ederek yeni bir etnik kimlik<br />
yaratma sevdasındaki kan emicilerin bina ettiği teknoküresel<br />
lağım çukuru.<br />
Devrim Tanrıları: Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir<br />
Ilyich Ulyanov, Leon Trotsky.<br />
Alt Başlık: Anarşizm…”<br />
“Ah Bakunin aşkına, sustur şunu be kadın!”<br />
Stajyer, elektrodların bağlı olduğu cihazda birkaç tuşa<br />
bastı. Kablolarda hafif bir gerilme oldu ve verilen akım<br />
0106’yı sakinleştirdi. Cerrah Tongu neşteri androidin<br />
göğsüne daldırdı, boşluğa kadar kesti ve iki eliyle tutup<br />
kalın deriyi ayırdı. Yarı baygın halde operasyonu izleyen<br />
0106 gülümseyince “Ne gülüyorsun evladım?” diye<br />
sordu Dr.Tongu.<br />
“Gıdıklandım,” dedi er. “Ne yapıyorsunuz?”<br />
Stajyer “Bilgilere erişmek için seni tamir etmemiz lazım,<br />
otopsi yapıyoruz!” diye çıkıştı.<br />
0106’nın mayışık suratı endişeden uzak, bakışları düşsüz<br />
ve huzurluydu. Son bir gayretle “Ben ölü değilim ki!” diye<br />
yakardı.<br />
Devrimci tıpçılar kısık sesle gülüşüp birbirine baktı. Doktor:<br />
“Ölü olmadığını biliyoruz yoldaş ama yaşadığın da pek<br />
söylenemez öyle değil mi?” deyince kendini tutamayan<br />
yoldaşlar ameliyathanenin gri duvarları arasında yankılanacak,<br />
kuvvetli bir kahkaha koyverdiler. Devrelerindeki<br />
gerilim arttıkça duyusal kodları hareketlenen 0106 kendinden<br />
geçmeden evvel şöyle sayıkladı:<br />
“Ne ala! Kimse yok. Patlamalar ve sızı yok. Emirler<br />
sustu. Vicdanımın şakımasını duyuyorum. Böyle olmalı<br />
ölmek, böyle olmalıydı yaşamak. Zorlamalardan uzak,<br />
hür düşüncelerle, barış içinde ve kedersiz. Suskunluğun<br />
emirleri nasıl reddedilmez bir nidayla sesleniyor; suskunlukta<br />
vicdanım devrim subaylarından daha ceberut bir<br />
tanrı! Olanları defalarca düşünmek, anları tekrar tekrar<br />
yaşayıp hatırlamaktan daha vahim bir sürgün mü var?<br />
Ah, niçin var olduğumu bilmiyorum; gitmeyi isteyeceğim<br />
bir cennetim bile yok!”<br />
Dr. Tongu yarım saat içinde arızayı bulup giderdi. Faşist<br />
alerjisi olan android 0106 bu esnada yarı uyanık şekilde<br />
sayıklamaya devam ediyor, ara sıra başını öne eğip kurcaladıkları<br />
mekanik donanımına bakarak tatlılıkla gülümsüyordu.<br />
Doktorlar için bu gülümsemenin korkutucu bir yanı<br />
vardı. Androidin yüzü kendi türlerine öyle benzer tasarlanmıştı<br />
ki, jetpack motoruyla aynı malzemeden yapılmış<br />
organlarında gezen ellere gülümsemesi hüzünlendiriyordu<br />
onları. Devrim kanunlarına aykırıydı bu keder. Devrimci<br />
pratik olmalıydı, olaylara işlevsel yaklaşmalı, katışıksız bir<br />
kıymet olan materyal gerçeğe ulaşmanın yollarını arayıp<br />
duyguların ötesini görebilmeliydi. Duygu! İnsanlığın başına<br />
ne geliyorsa bu naif hisler yüzündendi. Androidler de faşist<br />
diktatörler tarafından bu yüzden üretilmiş, hissiz ve cabbar<br />
olan bipedler sayesinde savaşlar daha net sonuçlar vermeye<br />
başlamıştı. İşe yaramaz hurdalar asilerin eline geçince<br />
devrimsel kodlarla yeniden programlanmış, makineler saf<br />
değiştirip antifaşist biyonik komandolara dönüşmüştü.<br />
Dr. Tongu elindeki tornavidayı 0106’nın gözüne yaklaştırıp<br />
“Bak yoldaş!” dedi. “Eğer bir daha gülümseyecek olursan<br />
kafatasındaki bütün vidaları sökerim!”<br />
Android kasılarak gülmeye başladı. Bir yandan dolanmış<br />
dilinden ötürü yarım yamalak özür diliyor, diğer yandan<br />
ruhsuz bir ifadeyle gülüp titriyordu.<br />
“Seni öldürürüm!” dedi Dr. Tongu.<br />
Devrimci tavrından vazgeçmeyen 0106 “Öyle olsun!” diye<br />
söylendi. “Ama unutma doktor; beni öldüren sen isen, ellerin<br />
kan içinde demektir.”<br />
Cerrah Tongu yağ içindeki ellerine baktı. Stajyerle göz göze<br />
gelip işlerini elden geldiğince çabuk halletmek için hızlandılar.<br />
“Kadın!” diye seslendi doktor. “Şuna ters akım başlat, kendine<br />
gelsin artık!”<br />
Stajyer kablolarla oynadı, bir iki düğmeye basıp masa altındaki<br />
pedala abanarak bir takım enerji salınımı üretti. Garip<br />
sesler çıktıktan sonra kablolar gerildi, androidin cildi, kas<br />
ve dokuları kıpırdadı, yüzündeki mayhoş ifade yerini cevval,<br />
kararlı ve cesur bir gerillanın tehditkar ciddiyetine bıraktı.<br />
Dr. Tongu “Şimdi anlat bakal…” demeye kalmadan stajyer<br />
lafa girip “Bana ne zaman ismimle hitap edeceksin?” diye<br />
sordu. Yersiz sorgudan rahatsız olan doktor sert çıkarak:<br />
“Kuralları biliyorsun. Titre sahip olmadıkça sadece bir kadın<br />
olarak kalırsın. Bu yüzden buradasın. Kimliğini edinmek<br />
için.”<br />
“Benim bir kimliğim var! Kendimi kanıtlamam için daha ne<br />
yapmam gerekiyor? Tek isteğim bana biraz kibar davranman!”<br />
“Sabretmeyi ve yetinmeyi öğrenmelisin. Bak devrim heyeti<br />
kimlik sevdasına komünden ayrılmak isteyen bir kadını karargahtan<br />
çıkartıp araziye saldı. İki gün sonra ağlayarak geri<br />
döndü, ajanlık yapıyor diye uyutmak zorunda kaldılar.”<br />
“Ben onlar gibi değilim!”<br />
“Hepimiz birbirimiz gibiyiz. Aynı maddeden üretildik, duygusal<br />
olmayı bırak.”<br />
“Duygusal mı? Bu karargahta benden daha zeki kadın<br />
olduğunu sanmıyorum!”<br />
Android ile Cerrah Tongu aynı anda bastılar kahkahayı.<br />
Münazarayı “Senin kafatasının içerisinde kocaman bir kalp<br />
var!” diyerek sonlandırdı doktor. Boydan boya yarılmış göğüs<br />
kafesinde ışıklar yanıp çarklar dönen 0106 “İyi dedin!”<br />
dedi, doktor ile ellerini buluşturup devrim selamı verirken<br />
ağızlarından “Kutsal Marx ve yüce Lenin pratiği!” sözü<br />
yükseldi.<br />
Ansızın ciddileşen Cerrah Tongu “Evet, zevzekliği bırak da<br />
anlat bakalım. Bizim için nelerin var?” deyip eğlenceyi yarıda<br />
kesti. Stajyer kollarını bağlayıp ikisini izlerken androidin<br />
nahoş çıplaklığı onu rahatsız etmedi. 0106 Yeni İstanbul’un<br />
detaylı bir haritasını çıkarmanın arazi şartları dolayısıyla<br />
mümkün olmadığını iddia etse de giriş çıkışları tespit edebildiklerini,<br />
kubbe içine giren yollardan dört tanesinin Balkanlar<br />
yönünde olduğunu, üç tanesinin kuzeye, üç tanesinin<br />
de Hriso Keras’a baktığını söyledi. Dr. Tongu boş gözlerle
akıp tek dokunuşla susturdu 0106’yı.<br />
“Bak,” dedi ılımlı ve tavizkar ses tonuyla. “Onlarca yıldır<br />
içimizden oraya giren olmadı. Bana doğru dürüst isimler<br />
lazım. Eski bir İstanbul haritası çıkartıp suratına yaklaştırdı:<br />
“Dediğin yerler nereler göster bakalım!”<br />
Androidin gösterdiği girişlere silindir şeklinde açıklıklar<br />
çizen Tongu bunları kubbe içine doğru uzatmaya başladı.<br />
Batı tarafına biri kapalı dört giriş, kuzey tarafına üç ve<br />
eski Haliç’e üç. Sonuncuyu da çizdikten sonra bir an<br />
duraksayıp hayretle haritaya daldı.<br />
“İnanılır gibi değil, şuna bak!”<br />
Eski İstanbul üzerine yerleştirdiği girişlerin birleştirilmiş<br />
eskizini stajyere gösterdi. “Neye benzediğini görüyor<br />
musun?”<br />
Boynunu kasıp gerileyerek çizimi daha dikkatli incelemeye<br />
çalışan kadın karalamayı bir şeye benzetemediğini<br />
söyledi. Cerrah Tongu elini 0106’nın göğsüne daldırıp üst<br />
sol taraftan bir mekanizmayı kablolarıyla birlikte çekince<br />
androidin gözleri fal taşı gibi açıldı:<br />
“Yandım!”<br />
Yoldaşlar itibarsızca ona baktılar. “Tepkisel koşullanma,”<br />
dedi 0106 mahcupça mırıldanarak.<br />
Doktor kafa sallayıp stajyere döndü ve androidden uzattığı<br />
on bir çıkışlı metal küple harita üzerine çizdiği şekil<br />
arasında bağ kurmasını bekledi.<br />
“Anlamıyorum!” diye dertlendi stajyer.<br />
Asabi bir tavırla “Bu ne?” diye soru Dr. Tongu.<br />
“Can küpü.”<br />
Öbür elini kaldırdı:<br />
“Peki bu ne?”<br />
“Harita.”<br />
Küpü haritadaki çizimin üzerine vurarak yerleştirdi.<br />
0106 “Ah!” diye inledi tekrar.<br />
Cerrah Tongu’nun çizimiyle can küpü arasında biri hariç<br />
bütün hatlar birbirini tutuyor, sadece altta, devrim karargahına<br />
beş bin metre ötedeki Haliç ağzına denk düşen<br />
bir girişte tutarsızlık göze çarpıyordu.<br />
“Şimdi anladın mı?” dedi Tongu otoriter bir tavırla.<br />
Gözlerini kısıp kaşlarını kaldıran kadın olumsuz yanıt<br />
verdi.<br />
“Kalp yoldaş kalp! Bu aptallar yaptıkları her işe bir hikmet,<br />
tanrısal bir düzenlilik getirmek için biyobenzeşimsel<br />
yaklaşımlar üretirler.” Parmağını Haliç’in eski boğazla<br />
birleştiği girintiye bastı.<br />
“Orada bir giriş daha olmalı!”<br />
“Orada giriş miriş yok. Bana bu alüminyum tuğlayı göstermek<br />
yerine basitçe ‘Kalp’ diyebilirdin,” diye söylendi<br />
stajyer.<br />
0106 “Ahh!” diye inledi. Dr. Tongu ve stajyer ‘Yeter!’<br />
dercesine baktılar.<br />
“Bu gerçekti,” dedi 0106. “Kalbimi kırdın!”<br />
Doktor androidin omzunu sabırsızca sarstı. “Haliç’te<br />
herhangi bir çıkış gözüne çarpmadı mı 0106? Manyetik<br />
tarama verilerine ulaşamıyoruz. Bize gördüklerini anlat.”<br />
“Etrafından dolanırken Hriso Keras’ı çevreleyen kubbenin<br />
tepesinde gürültülü bacalar gördüm. Açılıp kapandıkça<br />
yeşil-siyah bir duman üflüyorlardı. Üzerimizi kaplayan bu<br />
tabaka oradan sızıyor.”<br />
“Endüstriyel atık mahseni!” dedi şen şakrak bir kahkaha<br />
patlatan Cerrah Tongu. “Tahmin etmeliydim! Bizim tarafa<br />
dönük bir girişleri olmalı yoksa pisliklerini yığacak yer bulamazlar.<br />
Görünürde bir giriş yoksa yer altından mutlaka<br />
bir geçiş olmalı. Şu tüp geçit atıkları Anadolu’ya taşıyor<br />
olabilir.”<br />
Yumruğunu haritaya vurdu. “Tüm Gözlem Kulesi! Lanet<br />
olsun. Bu aptal kuleyi neden yıkmadıklarını tahmin etmeliydik.<br />
Adamlar hiçliğin, kepazeliğin ortasında balçığa<br />
batmış bir kuleye asker yerleştiriyor ve biz bunun nedenini<br />
bile sormuyoruz. Bu taraftan gelebilecek tek saldırı<br />
noktasını koruyorlar. Bazen fazla devrimci olduğumuzu<br />
düşünüyorum!”<br />
“Ne demek istiyorsun?” diye atıldı stajyer ayaklanarak.<br />
Dr. Tongu odadan apar topar çıkarken “Ara sıra yapıcı fikirler<br />
üretmeliyiz,” dedi. Android ile stajyer, doktorun arkasından<br />
kapının kapanışını izledi. Ameliyathaneden çok atölyeye<br />
benzer ufak odada, 0106 ve stajyer sessizce beklediler. Bir<br />
süre sonra 0106 oldukça patavatsız bir tavırla “Ona aşık<br />
mısın?” diye sordu.<br />
“Aşık mı? Biz devrimciyiz 0106! Dava için buradayız.”<br />
“Evet, evet biliyorum,” diye geçiştirdi 0106.<br />
“Ama ara sıra beni üzüyor.”<br />
“O zaman seviyorsun demektir.”<br />
“Klişe analizlerine ihtiyacım yok 0106! Bu karargahta her<br />
şey ölü!”<br />
“Kabul etmiyorum! Bu karargah devrimin kalbi. Özgür düşüncenin,<br />
bağımsızlığın ve yaşam hakkının savunulduğu yer<br />
burası. Bu karargah umudun kendisi.”<br />
“Umut mu? Burada artık kan ve kederden başka şey yok.”<br />
Kapı tiz bir sesle açıldı ve Dr. Tongu başta olmak üzere<br />
kamuflaj giysili, deri pantolonlu iki subay puro dumanı üfleyerek<br />
içeri girdi. Mahremiyet endişesiyle göğüs çeperini birleştirmeye<br />
çalışan 0106’ya “Rahat!” komutu verip, stajyerle<br />
yoldaş selamına gerek duymadan basitçe bakıştılar.<br />
“Anlat bakalım Cerrah,” dedi bir tanesi. Doktor bir çırpıda<br />
öngörüsünü dile getirdi:<br />
“Haliç bölgesinde bir giriş olduğunu sanıyorum. Androidler<br />
oradan girecekler. Muhtemelen korkunç bir manzara olacak<br />
ama bizimkileri etkilemez. Yeni İstanbul’u dev bir organizma<br />
olarak düşünün, Haliç girişi oranın sindirim sistemi. Sonrasını<br />
kestiremiyorum ama kubbenin altında bir yerlerde dev bir<br />
sera, yapay bir orman olması lazım; şehrin solunum sistemi.<br />
Bu lanet yarasaların yarattığı her şey yapay ama büyük<br />
gücün insan doğasında saklı olduğunu iyi biliyorlar. Daha<br />
kusursuz bir tasarım olamazdı.”<br />
“Nasıl girilecek?”<br />
“Kuleye saldırıp girişi öğreneceğiz. Teslim olan devrimcilerden<br />
atık bölümünde hayatta kalan var mı?”<br />
“Son teslim olanlardan biri Layemut. Yaşadığını umuyoruz.”<br />
“İşimizi görür. Gerisi size kalmış!”<br />
Gün içerisinde hazırlıklar tamamlanıp 0106’nın rötuşları<br />
yapıldı. Devrim kodlaması belirsiz bir hata verdiğinden<br />
doğru programlanamasa da kumandanlar androidin görev<br />
bilincinin ve sadakatinin yerinde olduğuna kanaat getirdiler.<br />
Muhafızlar 20130106 ile ona eşlik edecek dördüncü nesil<br />
devrimci android 17891407’yi tanıştırdılar. Karşılaşacakları<br />
zorluklar, şehrin çetin savunma mekanizması, gelişmiş<br />
silahlar ve askeri kuvvet hakkında bilgi verildi. Seçenek<br />
kalmaması halinde kullanması şartıyla 1789’un beline termonükleer<br />
bir bomba yerleştirilip sirenler, marşlar eşliğinde<br />
uğurlandılar.<br />
Engebeli araziyi bir çırpıda geçen androidler, öğlenin<br />
kavurucu sıcağında Tüm Gözlem Kulesi yakınlarına mevzilendiklerinde<br />
ortalık ıssız ve tehlikesizdi. Feramuz Fiskeli’nin<br />
kulede bir yerlerde olduğunu bilmeleri androidleri etkilemiyor,<br />
kodlarına yansıtılmamış bu bilgi dolayısıyla ürkeklik<br />
göstermiyorlar, görevlerini bir an önce yerine getirmek için<br />
can atıyorlardı. Yalnız, 0106’nın suratına yansımayan hüznü<br />
fark eden 1789 merakını dile getirdi:<br />
“İyi misin yoldaş?”<br />
0106 kafa sallamakla yetindi.<br />
“Biliyorum sıcak devrelerimizi gevşetiyor, biraz daha dayan,<br />
devrim tarihine adımızı yazdırmak üzereyiz.”<br />
Genç android’in dava aşkıyla çınlayan sesinde kahraman<br />
olacağına inanan yeni yetmelerin heyecanı seziliyordu.<br />
“Hadi ilerleyelim!” dedi 0106. Kulenin kapısına kadar beş<br />
yüz metre sürünüp, on beş metrelik beton temele belli<br />
etmeden tırmandılar. Girişe yaklaştıklarında kuleden<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
65
kahkaha ve müzik sesleri yükseliyor, iki askerin tok ve<br />
kaba konuşmaları duyuluyordu. Androidler doğru zaman<br />
olduğunu düşünüp kapıdan içeri daldılar.<br />
Sıcak temas beklendiğinden hızlı ve hasarsız atlatıldı.<br />
Yatakta yatan iki kapitalist komando yarı çıplak ve silahsızdı.<br />
Yanlarında boş yemek kapları, su dolu sürahiler,<br />
kullanılmamış birkaç kondom ve silahları duruyordu.<br />
Onları ne olduğunu anlayamadan etkisiz hale getirip üst<br />
kattan inen bir tanesiyle burun buruna geldiler. Bıyıklı<br />
ve sert mizaçlı er uzun menzilli lazer tüfeğini tutarken<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
titriyor, tetiğe basmayacağı her halinden anlaşılan adam<br />
ölmemek için gözleriyle yalvarıyordu. 0106’nın silahını<br />
yere indirip askeri yatıştırmasına zaman kalmadan 1789<br />
karnında koca bir delik açtı. Yere yığılan erin iç organları<br />
basamaklara yayıldı.<br />
Tiksinerek bakan 1789 “Biz en azından ortalığı bu kadar<br />
kirletmiyoruz!” diye söylendi. 0106 devrim kaideleri gereği<br />
susmayı tercih edip merdivenleri koşarak çıktı. Oradaydı.<br />
Anadolu arazisine çevrilmiş bir lazer mitralyözün<br />
başında, titreyen dizleri ve buruşuk suratıyla Albay Feramuz<br />
Fiskeli duruyordu. Bir baskın gerçekleşmeyeceğinden<br />
ve Anadolu arazisine saldıkları korkudan öyle emindi<br />
ki, beklemedik karşılaşma dolayısıyla önce androidlerin<br />
arasından sıyrılıp kaçmaya, beceremeyince mitralyöze<br />
tırmanıp pencereden atlamaya çalıştı; gözü yemeyince<br />
ellerini kaldırıp aman diledi. 0106 Albay’ın ellerini nanoteknoloji<br />
ürünü mıknatıslı kelepçelerle sabitledi.<br />
“Albay Fiskeli!” dedi gözlerinin içine bakarak. “Devrim yasaları<br />
gereğince tutuklusunuz. Şimdi sorularımıza cevap<br />
veriniz!”<br />
“Ben bir şey bilmiyorum!” diyerek sorgudan kurtulmaya<br />
çalıştı Feramuz Fiskeli.<br />
0106 tüp geçidin içinden kente giriş olup olmadığını<br />
sordu.<br />
“Siz,” dedi Albay büyüklük taslayarak. “Hep böyle saf<br />
oluyorsunuz. Ne yapacaksınız? Yeni İstanbul’u işgal edip<br />
eşitlik ve adalet mi dağıtacaksınız?”<br />
“Deneyeceğiz!” diye cevapladı 0106. “Şimdi bizi girişe<br />
götür.”<br />
“Kendi tarafınızda, kendi düzeniniz size yetmedi mi?<br />
Şehri istila edip insanları öldürerek mi devrim yapacaksınız?”<br />
“Devrim kanla gelir, kansız devam eder,” dedi 1789.<br />
0106 tekrar etti:<br />
“Bize geçidi gösterin! Gizli bir geçit olduğunu biliyoruz!”<br />
“Saçma! Siz imkanların peşindesiniz Stalin’in piçleri!”<br />
Kafasının yanına bir mermi sıktı 1789. Feramuz Fiskeli<br />
istemsizce eğildi.<br />
“Biz Stalinist değiliz ahmak herif! Marx’ın ışığında Lenin<br />
pratiğinin askerleriyiz!<br />
“2050’lere geldik, hala mı aynı hikaye!”<br />
Androidler cevap vermek yerine işe koyulmayı tercih ettiler.<br />
Gizli geçidi göstermesi için sürüklenmeden önce Albay<br />
“Siz makinelerin anlamadığı şey ne biliyor musunuz:<br />
Düşündüğünüz, inandığınız ne varsa size anlatılanlardan<br />
ve kodlardan ibaret. Tüm bu gördüğünüz düzen ve bizler,<br />
toplumsal iradesizliğin ve baskının ürünüyüz.”<br />
“Ee?” dedi 1789 albayın ensesine sertçe vurarak.<br />
“E si, siz de bizim ürünümüzsünüz. Hepsi yukarıdakilerin<br />
bir oyunu folyo beyinliler.”<br />
0106 ve 1789 bir an durup birbirlerine baktı. Albayın<br />
gösterdiği gizli girişten tüp geçide çıkıp atık mahzeninin<br />
derinliklerine doğru meyus androidler olarak düşünceli bir<br />
sessizlikle ilerlediler.<br />
Onları etkilemeyen gayritabii ve berbat bir koku sardı<br />
etraflarını. Feramuz Fiskeli yol boyunca birkaç kez durup<br />
öğürdü, eski ve yırtık ilanların bulunduğu duvarlara<br />
yaslanarak dinlenmek zorunda kaldı. Bir ara “Yeter!” diye<br />
yakındı. “Yeter daha fazla ilerleyemem, genzim tutuştu,<br />
66<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
ciğerlerim yanıyor.” 1789 yakasına yapışıp kent girişine kadar<br />
onlarla gelmeye zorlamasa gerisin geri döner, kimsenin<br />
onu bulamayacağı düşman topraklara sığınır, kaybolurdu.<br />
Devrimcilerin tüylerini ürperten Feramuz Fiskeli buydu işte.<br />
Tüp geçide inşa edilmiş bir yan yoldan kent surlarının ardına<br />
geçmeyi başardıklarında Albay kendinden geçmek üzereydi.<br />
0106 ona gitmesini söyledi. 1789 ise onun savaş esiri<br />
olduğunu iddia ederek yanlarına almalarını önerdi.<br />
“Bize yük olur. Kent merkezinde onunla uğraşamayız,” diye<br />
mazeretini açıkladı 0106.<br />
1789 öldürme fikri ortaya attığında Feramuz Fiskeli “Allah’tan<br />
kork!” diye bağırdı.<br />
Silahını indirdi android, başını dikleştirip ekşi ve küçümseyici<br />
bir ifade takındı:<br />
“Benim yaratıcım sensin ve senden korkmuyorum!”<br />
1789 şakağına dayadığı silahını ateşleyip tek mermiyle işini<br />
bitirdi Albay’ın. Böyle geldi on yılı aşkın zamandır devrim<br />
ve kapitalist kaynaklarında korkusuz diye anılan Feramuz<br />
Fiskeli’nin sonu.<br />
1789’un tüyler ürperten soğuk kanlılığı karşısında merhamet<br />
nutuğunun işe yaramayacağını bilen 0106 ‘yazık’<br />
dercesine kafa sallamakla yetindi. Teknolojik Çağ savaş<br />
hukukuna göre 1789’un Albay’ı öldürme hakkı vardı ancak<br />
0106’ya göre kendini başkasının canı üzerinde hak iddia<br />
edecek kadar üstün görmek kazanmanın değil, şiddete ve<br />
çarpık eğilimlere olan meyilin göstergesiydi. Bilinçlerin darağacı<br />
çoktan hazırdı ve uygun aday bulunca haklı katillere<br />
dönüşüyordu galipler.<br />
Dr. Tongu’nun dediği çıktı. Yan yol onları daha derli toplu,<br />
biraz daha aydınlık ve dinamik bir başka geçide çıkarttı.<br />
Sağlam bir maddeyle yalıtılmış koridorda ‘Geleceksel<br />
Lezzet’, ‘Uyum Hapı – Memnuniyet Garantisi-’, ‘Otoriteye<br />
İnanmak: Öğrenmekle Zaman Kaybetmeyin, Sizi Yönetenlere<br />
Güvenin’ türü dijital reklamlar bulunuyordu. Androidler<br />
ilerledikçe atık mahzeninin kimyasal buharıyla karışmış insan<br />
dışkısı kokusu yoğunlaştı. Dev borulardan gelen atıklar<br />
daha büyük bir havuzun içine boşaltılıyor, burada gördükleri<br />
işlem sonrasında yer altına inen başka bir dev boruyla baldırıçıplaklar<br />
bölgesine salınıyordu. Her defasında yenilenen<br />
bu işlemi, acayip kıyafetleri içinde tanınmaz hale gelmiş eski<br />
devrimciler üstlenmişti. Androidler yanlarından geçerken<br />
dönüp bakma ihtiyacı duymadılar. İşleriyle öylesine ilgili,<br />
emekleri dolayısıyla öyle uyuşmuş ve çaresizlerdi ki görevleri<br />
dışında bir şeye güç yetirip olan bitenin farkına varacak<br />
halleri kalmamıştı. Yalnız, bu isli, puslu, ağılı mahzenden<br />
çıkarlarken işçilerden bir tanesi gaz maskesini çıkartıp 0106<br />
ile göz göze geldi. Saçı sakalı karışmış, göz altları morarıp<br />
çökmüş, burnu damarlı, dişleri dökük ve umutsuz adamı<br />
0106’ya hatırlatan tebessümü oldu. Teslim olan devrimcilerin<br />
sonuncusu, bileği bükülmez cengaver Layemut idi<br />
bu. 0106 ona doğru adım atınca Layemut bir el hareketiyle<br />
androidleri durdurdu, beklemelerini işaret edip bir süreliğine<br />
kayboldu. Elinde bir kağıtla döndüğünde devrimci işçiler<br />
yerlerinden kıpırdamadan elden ele uzatarak androidlere<br />
ilettiler notu. Şunlar yazılıydı:<br />
-Yerimden ayrılamam. Burayı derhal terk edin. Karşınıza<br />
ormanlık bir alan çıkacak. Rahatça geçeceksiniz. Şehir içi<br />
ulaşım kanalları üç ayrı kola ayrılıyor. Ortadakini takip edince<br />
kent merkezine varacaksınız. Karşı direnişe kalkışacak kimse<br />
yok. Gördükleriniz sizi şaşırtabilir, davadan vazgeçmeyin.<br />
Saraya varın, bütün pisliği orası pompalıyor.<br />
Bipedler solunum sistemini hızla geçtiler. Yapay koruluktan<br />
aşağı inen yoldan şehrin keşmekeşliği görünüyor, yelpaze<br />
gibi sağa sola kıpırdayan binlerce insan kafası buyruksuz,<br />
başıboş dalgalanıyordu. Koruluğun şehirle kesişen kısmında<br />
çatala benzeyen bir yola geldiler. Ortadaki hariç diğer iki yol<br />
uzayıp bir tünele bağlanıyor, ortadaki ise kentin içine doğru<br />
daha ince yollara ayrılıp damarlanıyordu. Layemut’un dediği<br />
gibi ortadakinden devam ettiler.
“Dolaşım sistemi olmalı bu!” dedi 1789.<br />
Kent merkezine kadar askere, savunma mekanizmasına<br />
ya da namlusu onlara dönük taretlere rastlamadılar.<br />
Çatışmak zorunda kalmadıkları için memnun ama tetikte<br />
devam ettiler. Yeni İstanbul’un merkezine varan köşeyi<br />
döndüklerinde anlatılanlardan oldukça farklı bir manzara<br />
onları bekliyordu. Çaresizce savrulan binlerce insan<br />
metruk binalarla çevrili şehirde boş gözlerle dolanıyor;<br />
kimisi dileniyor kimisi de sindikleri duvar köşelerinde<br />
titreyerek ölümü bekliyordu. Yer yer çirkin üniformalı, şok<br />
coplu polisler ve sürekli yer değiştirip herkesi gözleyen<br />
mobil kameralar göze çarpıyordu. Neredeyse hiçbir<br />
binada pencere yoktu. İnsanı içine çekip çiğneyen sonra<br />
da geri tüküren gri ve tek tip yapılar estetik yoksunluğunun<br />
değil, insanı köleleştirmek isteyen uğursuz zihinlerin<br />
bir yansımasıydı. Kalabalığın yaklaşmaktan çekindiği bir<br />
yerde küçük, sulak bir bölge vardı. Sıcaktan bunalanların<br />
serinlemek için kullandığı parklarla çevrili gölet zaman<br />
içinde etrafı çoraklaşıp verimsizleşmiş bir hurdalığa, gri<br />
bir sisle kaplanmış, kabarcıklı, yeşil-siyah bir muhallebiye<br />
dönüşmüştü. Buranın hemen yakınında, kadınların<br />
zor kullanılarak erkeklerin altına atıldığı damsız bir yapı<br />
yükseliyor, biraz ötede, bitap düşmüş zayıf katırların<br />
üzerinde tombul kalantor özenle seçtikleri küçük çocukları<br />
kucaklayıp yanlarına katarak olağanüstü güzellikte bir<br />
sarayın yüksek duvarları içerisine kaçırıyordu. Beğenilmeyen<br />
ufaklıklar ise açlıktan gözü dönmüş adamlar tarafından<br />
hunharca tepelenerek kimi işlere koşuluyor, o lanet<br />
kuytuluklarda istismara uğruyor, birçoğu dayanamayıp<br />
ölüyor, hayatta kalanlar da sistemi sürdürecek vicdansızlara<br />
devşiriliyorlardı.<br />
Yüksek binalar, güneşten de parlak ışıklar, yaşamanın<br />
hakkını veren insanlar ve muhteşem bir intizam ile<br />
karşılaşmayı bekleyen 0106 bu çürük şehir karşısında<br />
silahını indirdi. Bir saniyeliğine, sadece bir saniyeliğine<br />
bu şartlarda süren gayrimeşru bir yaşamın, kıt koşullar<br />
el verdiğince devam eden hürlüğün ve çalınmış ümitlerle<br />
mutlu olmayı beklemenin nasıl olacağını hayal etti. Şehir<br />
merkezinin bayıltıcı pusuna doğru çekilirken bu şeytani<br />
karşılaşmanın huzursuzluğuyla aptallaştı.<br />
“Lenin, Marx, Bakunin, Mao…ve tüm tanrılar adına; bu<br />
ne rezillik!” dedi kaşlarını çatan 1789.<br />
Duvar dibinde oturan bir ihtiyara doğru yürüyen 0106<br />
“Anlamıyorum. Hiç anlamıyorum,” diye yakındı.<br />
Kısa, kır sakallı adamcağız gözlerini kapatmış dinleniyor,<br />
kavuşturduğu elleriyle midesini ovuşturuyordu. Androidleri<br />
görünce tane tane konuştu:<br />
“Söyleyin gençler! Bir cürüm mü işledik?”<br />
“Devrim tanrıları seni korusun ihtiyar. Biz Bağımsız Komün<br />
gerillasıyız. Şehre ne oldu böyle?”<br />
“A! Devrimci gençler, yolu yeni buldunuz anlaşılan. Şehre<br />
bir şey olduğu yok –inleyerek nefes alıp verdi- bu rüsvalık<br />
otuz yıldır devam ediyor. Şirketler istikrarı üç beş sene<br />
sağlayabildi. Ardından katmanlar arası bir pogrom patlak<br />
verdi ve her şey değişti. İstikrarsızlık değişimin habercisidir.<br />
İstikrar diye bağıran birini duyarsanız kurulu düzenin<br />
devamını istediğini anlayınız, istikrarsızlık devrimin<br />
annesidir. İşleri toparlayamayınca despot tavırlar başladı,<br />
yasaklar geldi, halk arasından bazıları şirket sahiplerine<br />
yardakçılık yapıp diğerleri üzerinde söz sahibi oldu.<br />
Korku, açlık ve iradesizlikle gelen istikrarsızlık beklenenin<br />
aksine faşist devrimi peydahladı. O duyduğunuz seçkinlik<br />
masalları, asil yaşamlar ve transhümanist düşler böylece<br />
yok oldu.”<br />
“Şu saray! Orada her şey yolunda gibi!”<br />
“Evet. Orası holding sahiplerinin, ailelerinin, ceo’ların ve<br />
çalışanlarının yaşadığı yer: Asalet ve Korunma Sarayı.<br />
Türlü pislikler döndüğü söyleniyor, artık umurumda bile<br />
değil.”<br />
“Anlaşıldı,” dedi 0106. “İstanbul’un kalbini bulmamız gerekiyor,<br />
bir fikrin var mı?”<br />
Adamın yorgun çehresi yumuşadı. Parmağıyla sarayı göstererek<br />
“İstanbul’un kalbi; buranın kalbi işte bu saray, o da<br />
kan ve keder pompalıyor!” dedi ihtiyar.<br />
Gitmeden önce 0106 Feramuz Fiskeli’yi tanıyıp tanımadığını<br />
sordu. İhtiyar, seneler önce sürekli olay çıkartan bir çetenin<br />
elebaşı olduğunu ve bu tür bir efsane yaratarak onu şehirden<br />
sürdüklerini anlatırken ekledi:<br />
“Korku imparatorluğunun öncelikli kaidesi: Hegemonya!”<br />
“Hegemonya!” dedi 1789. “Antonio Gramsci, 1891-1937…<br />
”<br />
0106 onu susturdu ve ihtiyarla selamlaşıp saraya doğru<br />
koştular. Yöneldikleri tarafta bir bağırış çağırış kopuyor, ellerindeki<br />
kağıtları sallayan halk esirlerle başkaldıranların dövüştürüldüğü<br />
kafesin önünde çılgınca tepiniyordu. Eli silahlı<br />
otomatonlardan tedirgin olmayan insanlar bu çileli yaşam<br />
yerine ölümü sorgusuzca kabullenebilecek bezginlikteydiler.<br />
Saray girişi korunmuyordu. Saltanatın mutlak hakimleri<br />
halkın sinikliğinden öylesine eminlerdi ki kapıya asker koymaya<br />
gerek duymamışlar, baskı ve zorbalıkla oluşturdukları<br />
otokontrolün halk arasında itidal sağlayacağından emin hale<br />
gelmişlerdi.<br />
Merdivenleri tırmandılar. Tanımadıkları ileri teknoloji ürünü<br />
eşyaları, araç-gereç ve cihazları arkalarında bırakıp, klasik<br />
müzik yayılan dev salona apar topar girdiler. İçeride imansız<br />
bir şölen vardı. Göbekli bunaklar gencecik kızlarla dans ediyor,<br />
bazısı kadınların uzuvlarından bir şeyler atıştırıyor, diğeri<br />
bir köpeği öldüresiye kırbaçlıyor ve zevk salyaları saçıyordu.<br />
Bitmişti her şey. 0106 sonsuz bir umutsuzlukla çevrelendiğini<br />
hissetti. 1789 gördüklerinden öyle tiksindi ki zırhının<br />
titanyum korumasını açtı. Onları fark eden kodamanlardan<br />
biri salonun ortasına çırılçıplak çıkıp androidleri işaret<br />
ederek savaşa, kana, ölüme ve adalet adına nara atmaya<br />
başladı. Şunlar duyuldu:<br />
“Askerler koşun! Onurumuz, namusumuz tehlikede! Sizler<br />
Yeni İstanbul rüyasının neferlerisiniz. Toprağınızı, milletinizi,<br />
asil ırkınızı kanınızın son damlasına kadar koruyunuz! Şehitlik<br />
için saldırın!”<br />
Salondan uluma benzeri bir ‘Hurra’ sesi yükseldi. Sağdan<br />
soldan çıkan modern yeniçeri kıyafetli, lazer silahlı, dev cüsseli,<br />
altıncı nesil siborglar ateş ederek androidlere koştular.<br />
Kargaşanın iyice uyardığı şiddetperestler tutkuyla birbirlerine<br />
saldırıp şehvet ve kan ile inleyerek sadistleştiler. Gösterişçi<br />
faşistlerden biri bu sahne karşısında elini diğerine çarparak<br />
“Hitler, Gentile ve Maistre adına, hayret bir şey!” dedi. “Bu<br />
numarayı her defasında yiyorlar.”<br />
Küçücük kızlar o gece orada insanlıklarını bıraktılar; hayvanlar<br />
o gece orada ne hata işlediklerini bilmeden can çekiştiler.<br />
1789 ve 0106 silahlarını indirdi. “1789,” dedi özgür bir<br />
dünya hayali kuran 0106. “Acı her yerde. Burada ve devrimde,<br />
sağda solda hep ölüm var. Kahrolsun ideolojiler ve<br />
insanı köleleştiren her şey 1789. İnsan olmadığım, kalpsiz<br />
olduğum için mutluyum.”<br />
1789 beline uzandı, “Kutsal Marx ve yüce Lenin pratiği!”<br />
deyip düğmeye bastı.<br />
Devrim karargahında bir koşuşturma baş gösterdi. Dr. Tongu<br />
ve stajyer kadın zevk inlemelerini yarıda kesip giyindiler.<br />
Komuta merkezine çıktıklarında Yeni İstanbul’un manyetik<br />
kubbesi içinde yayılan elektronik yaygaranın tadına vardılar.<br />
“Devrim kazandı!” diye bağırdı kumandanlar ve Dr. Tongu.<br />
Stajyer, doktorun kulağına yaklaşıp ağlamaklı ses tonuyla<br />
“On binlerce insan öldü!” dedi.<br />
Cerrah Tongu kısa kesti:<br />
“İhtilal satürn gibidir, kendi evlatlarını yer.”<br />
“Ama bu çok fazla…O kadar insan!”<br />
“Sana kafatasının içinde kalp taşıdığını söylemiştim. Boş ver<br />
bunları, biz kazandık Behice.”<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
67
Bİr Yazar OtopsİSİ Denemesİ<br />
Olarak İlk Kİtap:<br />
Hanene Ay Doğacak<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
HATİCE TOSUN<br />
Otopsi’yi “Ölüm sebebini belirlemek amacıyla bir cesedi inceleme işi, ölü açımıdır.” diye tanımlıyor<br />
Türk Dil Kurumu. Düzeltiyorum, birazdan yapılacak olan otopsi; “Doğuş sebebini belirlemek amacıyla<br />
bir yazarın ilk kitabını inceleme işi, satır açımıdır.”<br />
Ters çevrilen fincanlarda söyleyemediklerini duymak isteyen kulaklar vardır. Parmaklarını kıtlatarak beklerler<br />
karşıdaki dudaklardan dökülecek gizi. Bunca fısıltının arasında özellikle duyulmayanlar da vardır,<br />
duyulmak istenmeyenler de. O yüzden her falın sonu “hanene ay doğacak”la biter. Bir umut başlayan dökülmeler,<br />
iki avuç arasına gizlenen diğer sırlarla yine bir umut biter.<br />
Şebnem İşigüzel, bu ilk kitabıyla dillere pelesenk olan ‘aşk’ın duymazdan gelinen fısıltılarını çekip çıkarıyor.<br />
Aşkı, ameliyat masasına yatırıp kendine has neşteriyle ayyuka çıkarıyor. “O zamanlar çocuk sayılırdım.<br />
Şimdi olsa yazamazdım. Yazmazdım değil, yazamazdım.” dediği öykülerini yirmi yaş cesaretiyle<br />
sıçratıyor duvarlara: heteroseksüel, homoseksüel, ensest ilişkiyi; ölü seviciliği, tabu yıkan aşkın bilmediğimiz<br />
hallerini; gitmeleri, gelmeleri, kalmaları, kadını, erkeği ve çocuğu. Daha evvel sekiz günah eklenmişti<br />
insanın yasak listesine: kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık, oburluk, öfke, tembellik ve gökkuşağı.<br />
İç içe geçmiş yaşamlarda dokuzuncu günahı ‘aşk’a veriyor İşigüzel ve oturuyor dokuz hikâye yazıyor.<br />
İlk hikâye olan Sevgili Bayan Ardavak, sonuna gelindiği zaman ‘ardavak’ın ‘kadavra’nın tersten okunuşu<br />
olduğunu hissettirebilecek incelikte, tabuları ters yüz ettiren, ölü sevici, alt metinde birden fazla kaygı taşıyan<br />
bir hikâyedir. Bedensel verilerinden yola çıkarak kadın kadavrasının hikâyesine âşık olan bir cerrah,<br />
bakirliğini aşka dönüştüren bir asistan, morg çekmecelerinde ameliyat masalarında sıcak su ile gevşetilen<br />
donuk etler; yaşanan günden uzak olmayan ama gözlerin hep zıt yöne çevrildiği bir kesitlerdir.<br />
“Ne üzücüdür ki, orta yaşlı morg görevlisi, âşık olduğu kadavranın katilini bulamadan tutuklanıp hapse<br />
girdi. Hapse girdi, çünkü her zamanki gibi demir çekmecesini çekip de sevgili kadavrasını bulamadı.<br />
Onun yan odada hocalar ve stajyerler tarafından kesilip biçildiğine tanık olunca da üçünü ağır yaralamış<br />
birisini de oracıkta öldürüvermiş. Ortalık kan içindeydi. Orta yaşlı morg görevlisi kadavranın üzerine kapanmış,<br />
onu yeni kaybetmişçesine ağlıyordu.”<br />
Sonrasında gelen üç hikâye ise bir “ensest ilişki üçlemesi” tadındadır: Tabut, Suya Yazılan Mektuplar, Bir<br />
Öğleden Sonra. Bilinçli olarak ensestin tüm türlerini deneyen İşigüzel; Tabut adlı hikâyede; dayı-yeğen<br />
ensestini, Suya Yazılan Mektuplar adlı hikâyede; anne-oğul ensestini ve son olarak da Bir Öğleden Sonra<br />
adlı hikâyede; baba-kız ensestini ele alır. Bu üç hikâyeyi üçleme yapan tek unsur “ensest “ortak paydası<br />
değildir tabii ki de. İşigüzel, imgelerini ustalıkla ardalamıştır hikâyelerine.<br />
Üçlemenin ilk halkası olan Tabut hikâyesinde hareket noktası olarak seçilen imge psikanaliz yaklaşımın<br />
da güçlü imgelerinden biri olan “ayna” dır:<br />
“Aynada yüzünü seyrederken sevdiği erkeği kaybetmiş bir kadının gözlerindeki ifadenin nasıl olabileceğini<br />
düşündü. “<br />
Hikâye, bir kadının aynasından sıçrayan kırılmalardan oluşmaktadır. Babasını kaybetmiş bir kız çocuğunun<br />
annesinin gözlerinde gördüğü çaresizlik; tavanındaki çatlaktan sızar, aynı kız çocuğunun bacak<br />
arasında elleri dolanan dayısına attığı bakıştaki çaresizlik ile birleşir ve memleketine kaçmaya çalışırken<br />
sevdiğini kaybeden tabut başındaki bir kadının bakışındaki çaresizlikte donar kalır. Bu hikâyedeki zaman<br />
* * *<br />
68<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
69
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
kırılmaları paragraf aralarına ustalıkla serpiştirilmiştir. Hikâyenin sonuna doğru vurgulanan mavi-mor<br />
arası bir renk imgesi okuru satır arasından üçlemenin ikinci halkası olan Suya Yazılan Mektuplar’a<br />
çekmektedir.<br />
Suya Yazılan Mektuplar hikâyesi bir başka adamla evlenmiş bir anne ile tüm tablolarında mavi-mor<br />
arası bir renk kullanan bir oğulun ensest ilişkisini anlatmaktadır. Esasında bu ilişkiye, kabul<br />
edilen tabirde ensest demek İşigüzel’in hikâyeyi, aradaki aşkı işleyiş tarzına haksızlık etmek olur.<br />
Hikâye, Freudyen bakış açısının desteklediği Oidipus Kompleks’ten beslenmektedir. Oidipus<br />
Komplekse göre erkek çocukların anneleri ile kurduğu bağ “normları kabul etme” evresine kadar<br />
cinsel haz boyutundadır. Ne zamanki erkek çocuk, baba faktörünü ve toplumsal normları kabul eder<br />
o vakit kompleks çözülmüş olur. İşigüzel, bu hikâyede çıkış noktasını bu saptamadan alıp normatif<br />
düzeni inkâr eden bir ilişkiyle nihayete erdirir. Bunun en güzel kanıtı annenin cevapsız kalan mektuplarıdır.<br />
Komplekse göre yanıtsız kalan aşk erkek evlada ait iken hikâyede ise durum anne aleyhine<br />
dönmektedir. Kompleksin en baskın belirtileri\ evreleri ve psikanaliz imgeler hikâyenin satır<br />
aralarına ustalıkla yedirilmiştir:<br />
“ Sen babanın yüzünü hiç hatırlamadığını, bazen benim yüzümü de unuttuğunu söylemiştin.” ( Erkek<br />
evladın baba faktörünü yok sayma\ saf dışı bırakma arzusudur.)<br />
“Yalnızca gözlerime siyah birer bant koymuşsun.” (Gözlerin kapatılması duyulan hazzı yok saymaya<br />
çalışan bir rüya imgesidir.)<br />
“Benden sürekli kaçmanın nedenlerini biliyorum. Artık sen de o düzenin tutsağısın. Yaşamda her<br />
şeyin bir düzeni vardır, öyle değil mi? Duyguların, para kazanmanın, tercihlerin, dileklerin…<br />
Birbirimizi anne oğul sevgisinin dışında sevmemiz bu düzene uymuyordu.” (Erkek evladın “ben”<br />
den sıyrılıp “simgesel düzen” e geçiş evresidir. Freudyen bakış açısına göre bu evrenin kabulü ile<br />
kompleks çözülmüş olur.)<br />
“ Bu dayanılmaz ağrılar başlamadan önce bir gece ay ışığının denize dökülmesinden cesaret alarak<br />
denize girdim. Karanlık sularda kulaç atarken cesaretim beni korkuyla baş başa bırakmıştı.<br />
Yarı yolda telaşla geri dönüp kumsala çıkmak istedim. Sonra yıldızsız gökyüzünde bir fluluk içinde<br />
görünen aya bakıp mağaraya doğru kulaç atmaya devam ettim. Mağarada dehşetli güzellikte bir<br />
karanlık vardı. Hafif bir dalga kayalara çarpıp dağılıyordu ve bu sesi dinlemek insana huzur veriyordu.<br />
“ ( Su ve deniz ile ilgili unsurlar psikanalitik açıdan anneyi ve anne rahmini temsil eder.<br />
Korkunun anne rahmine dönünce dineceğine, huzur bulunacağına inanılır; bir sığınak olarak görülür.<br />
Burada mağara sığınak olma noktasında anne rahmine benzetilmiştir. O yüzden mağaraya doğru<br />
yapılan yüzme eylemi korku ile başlayıp huzur ile sonlanmıştır.)<br />
Suya Yazılan Mektuplar’ın nihayeti ise okuru bir arafla karşılaştırmaktadır. Baştan beri kaleme alınan<br />
mektuplar var mıdır, bu annenin kendine ettiği bir bilinç oyunu mudur yoksa erkek evladın bir<br />
rüyası mıdır?<br />
Üçlemenin son zinciri olan Bir Öğleden Sonra hikâyesi de işte tam da buradan kendine çevirmesini<br />
sağlar okurun gözlerini. Belki de psikanalitik yazımın en yoğun olduğu hikâye olarak ön plana çıkmaktadır.<br />
Hikâye, ana karakter olan genç kızın rüyası ile başlar. Saatler sonra birebir hayatına geçirecek<br />
olduğu anları önce rüyasında prova eder ancak birkaç farkla; rüya boyu kendisinin yerine,<br />
geçen yaz kütüphanede onları suçüstü yakalayan memureyi; babasının yerine de kır saçlı bir adamı<br />
koyar, kendisi ise bir sokak köpeği olarak dâhil olur bu kurguya. Freudyen bakış açısı kapsamında<br />
rüyalar bilinçaltında gizlenen gerçeklerin, isteklerin bilinç yüzeyindeki anlatımı olarak kabul görür.<br />
O yüzden genç kızın rüyadan uyandıktan sonra defterine aldığı notlar esasında İşigüzel’in önümüze<br />
serdiği imgelerdir:<br />
“Kütüphane, bir saat, kütüphane memuru, soluk mavi ışık, kitapçı vitrini, tüm renkler kayboldu,<br />
köpek, çaresiz, kır saçlı adam, havlama, kurbağaya dönüşen prens, taksi, şoför, kenar mahalle, hurdalıklar,<br />
‘Tsesne’, danışma, koridor, 13, kırık ayna, gözlerini sıkıca bağladılar, sıcak, gümüş çekmece<br />
sapı, annemle de yaptığını bilmeye katlanamıyorum, baba, biricik kızım.<br />
Her şey, rüyadan çok, yaşadığım pek çok şeyi dışarıdan izlemeye benziyordu.”<br />
70<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Görüldüğü üzere diğer iki öyküde de olduğu gibi zaman kırılması\rüya, ayna\ yansıma, mavi-mor arası<br />
bir renk\soluk mavi bir ışık imgeleri ve yaşanılan ilişkilerdeki gönüllülük\aşk hali bu öykünün de genelini<br />
teslim almış durumdadır. Sadece üçlemenin bu öyküsüne has olarak, kitabın ilk öyküsü olan Sevgili Bayan<br />
Ardavak’a gönderme yapan bir ayrıntı vardır. Kız ile babasının gitmeyi tercih ettikleri otelin adı olan Tsesne,<br />
kökenini ensest kelimesinin tersten yazılışından almaktadır. Son olarak İşigüzel, bu öykünün başına metinler<br />
arası geçiş, bir atıf ekleyerek edebiyatta ensest kavramını bilinçli kullandığının bir kez daha altını çizip üçlemeyi<br />
sonlandırmıştır:<br />
“Bil ki, şu benim oğlum, çocukluğundan beri kendi öz kız kardeşinin aşkıyla tutuşmuştur. Ergenlik yaşlarına<br />
ulaşır ulaşmaz aralarında o kötü hareket oluverdi. Ona dedim ki: “Bu alçakca hareketlerinden sakın!” Ne<br />
senden önce ne de senden sonra kimse bunu yapmamıştır ve yapmayacaktır. Yoksa hükümdarlar arasında<br />
ölünceye kadar utanç ve iğrençlik içinde kalacağız. Ve atlı tatarlar tüm dünyaya öykümüzü aktaracaklar!<br />
Binbir Gece Masalları”<br />
Benimle Ölür Müsün, varış noktasında başlayan bir aşk hikâyesidir. Âdemoğlu için hayatın başlangıç noktası<br />
doğum, varış noktası ise ölümdür. Bu öykü adamını elinden tutup varış notasına sürükleyen bir kadının<br />
hikâyesidir. Kadın, hikâyenin başında varışı kendi göğüsler, bile isteye.<br />
“Benimle ölür müsün?” demişti. Bunu sanki “Benimle birlikte yaşar mısın? Benimle evlenir misin? Benimle<br />
gelir misin? Benimle yürür müsün?” der gibi söylemişti. Ben yine aptalca şeyler söyleyip çıkıp gitmiştim.<br />
Bu gidemeyişle beraber adam ekseni etrafındaki tüm imgeleri bu varışın bir metaforu olarak işlemeye başlar.<br />
Yıllar evvel örgüt evindeki baskından sağ kurtulan iki kişiden biri olmasına hayıflanır. O kez gidemediği<br />
ölüme âşık olduğu kadınla da gidemediği için acziyetini dizlerine vurur. Şoförü olduğu otobüs, yaşam denilen<br />
olgunun bir örneklemidir artık onun için. İki kez ıskaladığı karar verme hakkını üçüncüde yakalamak<br />
ister. Tanrısının onun için seçtiği varış yolunu değil kendi yolunu seçmek ister. Kontağı çevirmedeki on beş<br />
dakikalık gecikmenin her duraktaki daimi yolcularını nasıl etkilediğini irdeler. Kendini yaratıcı, otobüsünü<br />
yaşam, durakları ve duraklardaki karakterleri kendi yaşamından kesitler olarak serpiştirir. Ve her birinin aslında<br />
ölümü nasıl da arzuladığını… Son kavşakta yolu seçer, bu kez kendi seçer ve geri kalan tüm sözleri gaz<br />
pedalına bırakır.<br />
“Sağdaki kanyona giden yola sapıyorum. Kimse ses çıkarmıyor. Beş yüz metre sonra uçurumla bitiyor, bunu<br />
biliyorlar. Hızlanıyorum. Yol üzerindeki banketlere çarpıp havaya uçuruyorum onları. Hepsinin yüzünde bir<br />
rahatlık var. Aynadan bütün yüzleri görüyorum. Gülüyorlar. Kahkahalarından otobüsün hırıltısını duyamıyorum.<br />
İşte yine o ‘sessizlik’.<br />
Onunla göz göze geliyoruz. Saçlarını gülerek savuruyor. Ben bütün gücümle gaza basıyorum. Ölüm bizi çağırıyor.<br />
Mavi otobüsüm birazdan boşlukta hızla yol alacak. Sevgili ölüm hepimiz seninle tanışmaktan büyük<br />
mutluluk duyacağız.”<br />
Hanene Ay Doğacak, bir umut başlamış hayatların aşksızlıkla çürümeye yüz tuttuğu dört duvar içinin hikâyesidir.<br />
Seçilmek yerine mahkûm olunan bir hayatın kalbi nasıl kuruttuğunu, bir adamın şefkat göstermeyen<br />
ellerinin etrafındaki kadınları birer küstüm çiçeğine çevirirken kendisine benzetemediği oğlunu da öfkeye<br />
bilediğini anlatmaktadır. İşigüzel, bu anlatımı yine evin kız evladının gözünden yapmaktadır. Kapattığı tüm<br />
fincanlarda haneye doğacak ayı hayal etmek yerine dört duvarını kendi isyanı ile aydınlatmıştır. Kadınlar ve<br />
çocuklar acının ve baskının bedelini ödeyen figürlerdir bu öyküde. Belki de kitaba ismini veren hikâye olmasının<br />
nedeni de budur.<br />
“Annem yine bir karafatma yakalamış. Yan tarafta fırın var. Bu yüzden ev karafatma kaynar. Yine tuvalete<br />
attı yakaladığı karafatmayı. Sifonu da çekti. Babam sinirlendi. Bir böcek için bu kadar su harcanır mı, diye.<br />
Sonra ben o böcek oldum. Kocaman bir insanın eli tiksinerek kavradı bedenimi. Derin bir su çukuruna düştüm.<br />
Buradan çıkamayacağımı biliyordum. Bu kadar ağır olabilir miydi su? Binlerce kez döndüm. Sonsuza<br />
kadar sürecek bir devinimdi bu.”<br />
Şehir Beni Terk Etti, yine bir varış noktası hikâyesidir. Bir yere varmanın hüznünün hikâyesi… Bir sabah<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
71
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
şehri terk etmek için uyananın terk edemediği yar, aile, dost, ev, alışkanlıklar, şehir tarafından nasıl<br />
da bir anda bırakılabildiğini anlatır. “Kalmak mı gitmek mi” kısır döngüsünü getirir okurun aklına.<br />
İnsanın da suçlu görülen şehir tarafından terk edildiği olmamış mıdır hiç?<br />
“Şehri terk edeceğim günün sabahında ortalık tuhaf bir sessizlik olduğunu bile hissetmedim. Önce<br />
çiçeklere su verdim. Sonra sokakların bomboş olduğunu gördüm. O sırada güneş yanığı omuzlarımın<br />
soyulduğunu fark ettim. Küçükken babamın sırtındaki zar inceliğindeki derileri soymaktan<br />
büyük zevk alırdım.<br />
Yeniden sokağa baktım. Dışarı çıktım. Dükkânlar açtık ama boştu. Her zaman kalabalık olduğunu<br />
bildiğim meydana doğru yürüdüm. Köşede renk renk çiçekler. Başında satıcısı yok. Sanki birazdan<br />
geleceklermiş gibi.<br />
Şehir beni terk etti işte.”<br />
İşigüzel, kitabın sonuna gelirken birbirinden bağımsız gibi görünen ama aslında birbirinin yansıması<br />
olan iki hikâye ile toparlamaya başlar ameliyat masasını.<br />
Sondan bir önceki hikâye olan Bir Filmin Son Sahnesi İçin Gerçek Yaşamdan Alıntılar, alt yapısına<br />
Gidon Kremer’in “Aşktan önemli hiçbir şey olamaz.” mottosunu yerleştirmiştir. Bir adamın<br />
ağzından hayatın camdan kesitlerini maddeler; gereklilikleri, yaşamı, sevgiyi, yaklaşılan sonu, varış<br />
noktasından sonra başlayan sonsuzu. Ardından gelen Ayrıntılı Planlarımız Buraya Kadar hikâyesi<br />
ise perde kapanmadan evvel yükselen final müziğidir. Ki öykü ismini de işlediği tema ile paralel<br />
olan The End (The Doors adlı grubun bir parçasıdır.) şarkısının sözlerinden almıştır. Hikâye, doğumunu<br />
bekleyen bir kadının yan yatakta on sene evvelki kendisiyle girdiği diyalogları anlatır.<br />
İşigüzel, şüphesiz ki bu dokuz hikâye ile okurun gövdesinde etkiler yaratmayı amaçlamıştır. Kaleme<br />
aldığı yıllar da hesaba katılırsa okuyanın ruhunu eğip bükmek, sarsmak, zihin labirentine güçlü<br />
bloklar eklemek gibi keskin arzuları olmuştur. Hatta gözler önüne serdikleri, bir dönem kitabın<br />
basımını yasaklayacak kadar sahici bulunmuştur. Toplumdaki profil çeşitlerinden en kuytuya itilenleri<br />
özenle çekip üzerindeki örümcek ağlarını steril suratlara fırlatmıştır. Belki de bu yüzden ilk<br />
etapta adı bir mahlas sanılmış, yirmi yaşındaki bir genç kadının bu denli köklü metinleri umuma<br />
açabileceğine inanılmamıştır. Ve hatta akabinde öykülerindeki elle tutulur saptamaları yüzünden<br />
yazdıklarının bizzat yaşadıkları olduğu yönünde efsaneler de kahve fincanlarından kulak arkalarına<br />
sızmıştır. Oysa burada genç bir kadının sayıklamak yerine haykırmak gibi; başkalarınca zehirli bulunabilecek<br />
bir duruşundan bahsedilmelidir.<br />
Edebiyat kuramlarının yazara dönük penceresinde; yazarın kişiliği ile eserleri arasında sıkı bir bağ<br />
olduğu ilkesine sırt dayanır. Eserin gerçek anlamı; yazarın kafasında tasarladığı ve dile getirmek<br />
istediği anlamdır. Ve her yazarın kendine ait bir üslubu vardır, üslup karakterlerin anahtarıdır. Bir<br />
yazarın eserinde işlediği tema, seçtiği kahramanlar, kullandığı imgeler bize kişiliğini açıklar. Bugün<br />
bir metnin anlamı aranırken temele alınabilecek üç ayrı görüş vardır. Anlam, ya yazarın zihninde ya<br />
eserin metninde ya da okurda aranmalıdır. Hanene Ay Doğacak kitabına bu görüş perspektifinden<br />
bakmamız gerektiği zamansa şüphesiz ki anlamı yazarın zihninde aramalıdır.<br />
İşigüzel, şahitliğini sakınmayan, eli acıya kayan, her beldenin utanç davasını üstlenen bir kalemdir.<br />
Derdi ise kendi dilinden dökülen kadar yalın ve sahicidir:<br />
“1-Hiç sorulmasın istediğiniz soru hangisidir?<br />
Cevap: Bu kitapta ne anlatmak istediniz?<br />
2-Hiç sorulmasın istediğiniz ikinci soru hangisidir?<br />
Cevap: Ne tür romanlar yazıyorsunuz?<br />
3-Peki, niçin yazıyorsunuz?<br />
Cevap: Başka türlü nasıl yaşanır bilemediğim için.”<br />
(Artful Living Röportajı, 2013)<br />
72<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
SEVGİ DOĞAN<br />
SEVGİ DOĞAN<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
73
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
yaraları<br />
fotoğraflamak<br />
laura<br />
makabresku<br />
www.facebook.com/makabresku.fairy.tales<br />
www.flickr.com/photos/lauramakabresku<br />
lauramakabresku.blogspot.com.tr/<br />
F<br />
N<br />
U<br />
74<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Polonyalı görsel efekt ve<br />
fotoğraf sanatçısı Laura<br />
Makabresku, 1987 yılında<br />
doğdu ve o günden beri<br />
doğduğu kent Krakow’da<br />
yaşıyor.<br />
Fotoğraflarında mistik semboller<br />
ve eşsiz birer masal<br />
atmosferi sunan Makabresku,<br />
gerçeküstü estetik<br />
ile erotizm ve ölüme dair<br />
metaforları muhteşem bir<br />
biçimde harmanlıyor.<br />
“Benim fotoğraflarım, güzel<br />
ama acımasız masalları anlatıyor”<br />
diyor Makabresku.<br />
“Onların düz anlatıları yok.<br />
Fotoğraflarım büyü ve cezalandırmalarla<br />
dolu, eski<br />
ve halk arasında dolaşan<br />
hikayelerin yarattığı hisleri<br />
içeriyor. Çalışmalarımın<br />
yapısı, eğilimler ve doğal<br />
dürtüleri, obje ve hislerle bir<br />
araya getirerek sunan bir<br />
rüyanın yapısına benziyor.<br />
Çalışmalarımda anlatılan<br />
kaçışlar ve yaralar; rüyalarla<br />
korkulardan oluşan ve<br />
canavarlaştıran hastalıkları<br />
birbirinden ayıran, zor ve<br />
yapay desenlere gizlendi.”<br />
***<br />
Laura Makabresku, çerçevenin<br />
içerisine acımasız<br />
bir masal sığdırıyor. Bir<br />
sahnede çok şey anlatıyor.<br />
Dünyaları arasında bulunan<br />
bir kahraman var. Güzel ve<br />
karanlık. Ve bu kahraman,<br />
arzular ve içgüdüler arasında<br />
gidip geliyor. Ölümü<br />
çocukça ele alıyor. Hayvanlar,<br />
hayvan maskeli yüzler,<br />
nesneler ve canavarlar eşit<br />
biçimde kareleniyor. Sonsuzluğun<br />
ölüm kadar acımasız<br />
olduğunu anlatıyor.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
75
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
yaraları<br />
fotoğraflamak<br />
laura<br />
makabresku<br />
76<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
77
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
KİTAP CERRAHı<br />
BRIAN DETTMER<br />
KİTAPLARIN OTOPSİSİ<br />
www.facebook.com/pages/Brian-Dettmer<br />
www.flickr.com/photos/briandettmer<br />
briandettmer.com<br />
F<br />
N<br />
web<br />
78<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Eski sözlükler ve<br />
ansiklopedileri bıçakla<br />
birer sanat eserine<br />
dönüştürüyor Brian<br />
Dettmer. Bu yüzden<br />
“Kitap Cerrahı” olarak<br />
adlandırılıyor.<br />
Dettmer, 1974,<br />
Chicago doğumlu.<br />
Kolombiya Koleji<br />
yıllarında esas alanı<br />
resimdi ancak bunun<br />
yanında sanat eğitimi<br />
de aldı. Bir tabela<br />
deposunda çalıştığı<br />
yıllarda, sanatçı<br />
imgeleri, metinler, dil<br />
ve sanat arasındaki<br />
bağları incelemeye<br />
başladı. Bunun<br />
hemen sonrasında<br />
Braille ve Mors kodu<br />
dillerine yönelik anlamlar<br />
içeren resimler<br />
üretmeye başladı.<br />
Daha sonra bir tuval<br />
üzerine gazete kağıtları<br />
ve kitap sayfalarını<br />
kullanarak katmanlı<br />
eserler yaratmaya<br />
başladı. Sonunda da<br />
kitap oyma alanında<br />
uzmanlaştı ve bu<br />
muhteşem eserleri<br />
ortaya çıkardı.<br />
Birer çöp haline<br />
gelmiş eski kitaplar,<br />
sözlükler ve ansiklopedileri<br />
alarak<br />
karmaşık biçimde<br />
ve oyma ustalığını<br />
konuşturarak üç<br />
boyutlu eserler haline<br />
getiren Dettmer, çok<br />
hassas aletlerle ince<br />
bir biçmde kitapları<br />
işliyor. Eserlerinin bir<br />
anlatısı olması gerektiğini<br />
de düşünen<br />
Brian Dettmer, her<br />
eserine felsefi birer<br />
anlam yüklüyor.<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
79
Görsel: laura makabresku<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
{ }<br />
1. Perşömen kağıtlar okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin ve<br />
2. kadavranın içi açılmamıştır, insan insanın hiç.<br />
[ECE AYHAN, ŞİİR VE KADAVRA]<br />
80<br />
EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ
Ön çalışmasını 2013 yılının son çeyreğinde yapmaya başladığımız, yaratıcı<br />
ve popülizme bulaşmamış Sanat ve Edebiyat düşüyle harmanlanmış Kaybolan<br />
Defterler, 2015 yılı Ocak ayının yoğun kar yağışlı bir gününde Yayın<br />
Hayatına başladı… Günümüz Sanat ve Edebiyat çevrelerinin gitgide ticari<br />
odaklı birer mezbahaya dönüştüğü şu günlerde, çürük kokan kelimelere<br />
karşı yeni ve temiz bir sayfa açmak istedik…<br />
Seçkin eserler yaratan bir ekiple birlikte; Öykü’ye, Şiir’e ve Deneme’ye<br />
yeni bir anlam ve biçim katarken, sıkça karşı karşıya kaldığımız “kopyala<br />
yapıştır” kültür anlayışından ziyade, kendinden “Türkiye’de ilk kez” cümlesiyle<br />
bahsettirecek Sanat ve Edebiyat yapmak, siz değerli okuyucularımıza<br />
haberler ulaştırmak; Yeni kalemler ve yeni zihinlerle “Biz de buradayız!”<br />
demek istiyoruz…<br />
Okuyucu ile birebir iletişimi kendimize bir kural olarak belirlerken, sizlerden<br />
alacağımız dönütlerle daha çok gelişim, daha çok üretimi amaçlamaktayız…<br />
Günümüz teknoloji çağında, modüler web sayfamızda eserlerimize kolaylıkla<br />
ulaşabileceğiniz bir tasarım planladık. Süreç içerisinde sayfamızı<br />
Radyo, Kişisel profiller gibi ayrıntılarla zenginleştirmeyi planlamakla birlikte,<br />
okuyucularımıza daha çok kaynaktan ulaşabilmek için, sosyal ağları da en<br />
doğru biçimde sıralanan paylaşımlarla süslemeyi düşünmekteyiz…<br />
Kaybolan Defterler’in asıl ve en önemli düşü ise, zaman içerisinde raflarda<br />
yerini alacak ve arşiv niteliğinde sayılabilecek bir Sanat-Edebiyat Bülteni<br />
oluşturma isteğidir. Her birinin kendince kült birer eser niteliği taşımasını<br />
istediğimiz Kaybolan Defterler Dergisi için ön hazırlıklar yapılmaktadır. Dergi<br />
ile ilgili de ayrıntılı bilgileri kısa bir süre içerisinde paylaşmayı planlıyoruz…<br />
Bizler, defter kenarlarına düşlerini çizmiş o çocuklar işte evet;<br />
“Biz de Buradayız, geliyoruz…”<br />
***<br />
Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen<br />
birden fazla eserinizi ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile birlikte<br />
mail@kaybolandefterler.com adresine değerlendirilmek üzere yollayınız.<br />
İyi günler dileriz.<br />
kaybolandefterler<br />
BİR<br />
KISIM<br />
EDEBİ<br />
ŞEYLER!<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
81
a<br />
z<br />
x<br />
r<br />
kaybolandefterler.com<br />
fb.com/kaybolandefterler<br />
twitter.com/kaybolandefter<br />
kaybolandefterler.tumblr.com<br />
instagram.com/kaybolandefterler<br />
youtube.com/KaybolanDefterler<br />
kaybolandefterler<br />
/ zine<br />
İKİ AYLIK <strong>EDEBİYAT</strong>-<strong>KÜLTÜR</strong>-<strong>SANAT</strong> DERGİSİ<br />
YIL: 1 SAYI: 1 EKİM-KASIM 2015<br />
OTOPSİ<br />
01102015PERSEMBE