19.09.2015 Views

Perspektif

İş hayatı ve İbadet - IGMG

İş hayatı ve İbadet - IGMG

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>Perspektif</strong><br />

FEBRUAR / ŞUBAT 2009 • Yıl/Jg.: 15, Sayı/Nr.: 170 İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı<br />

İş hayatı<br />

ve İbadet<br />

•ÇOCUKLAR ÖLÜRKEN...<br />

•WENN KINDER STERBEN...<br />

•HAYATIN İŞ VE İBADET BOYUTU<br />

•GOTTESDIENSTE IM ALLTAG


IGMG<br />

<strong>Perspektif</strong><br />

IGMG AYLIK YAYIN ORGANI<br />

EDİ TÖR<br />

FEBRUAR / ŞUBAT 2009<br />

Yıl/Jg.: 15, Sayı/Nr.: 170<br />

AD RES · ANSC HRIFT<br />

IGMG • <strong>Perspektif</strong><br />

Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen<br />

Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555<br />

www.igmg.de E-Mail: dergi@igmg.de<br />

YA YIN CI · HE RA US GE BER<br />

Is la misc he Ge me ins chaft Mil lî Gö rüş<br />

IGMG e.V.<br />

Amt sge richt Bonn, VR 6621<br />

Vertreten durch den Vorstand:<br />

Osman Döring, Vorsitzender<br />

Oguz Ücüncü, Generalsekretär<br />

Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender<br />

GE NEL YA YIN YÖ NET ME Nİ · CHEF RE DAK TE UR<br />

Oğuz Üçün cü<br />

(V.i.S.d.P)<br />

DİZ Gİ-LA YO UT<br />

İlhan BİLGÜ<br />

BAS KI · DRUCK<br />

Ya vuz söh ne-Du is burg<br />

Ya yın la nan ma ka le ve fi kir ya zı la rı nın<br />

so rum lu luk la rı ya zar la rı na ait tir.<br />

•<br />

Di e in der Ze itsc hrift ve röf fent lich ten<br />

Mei nun gen bin den di e Au to ren, nicht di e IGMG.<br />

İLAN SER Vİ Sİ · AN ZE IGEN SER VI CE<br />

Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555<br />

E-Ma il: ta nit ma@igmg.de<br />

ABO NE SER VİSİ · ABON NE MENT<br />

Is la misc he Ge me ins chaft Mil lî Gö rüş<br />

Lasts chrif tab tei lung<br />

Boschstr. 61-65, D- 50171 Ker pen<br />

Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555<br />

E-Ma il: mitg li ed@igmg.de<br />

Yıl lık abo ne üc re ti: 59,-EU RO<br />

Jah re sa bon ne ment: 59,-EU RO<br />

IGMG Ge nel Mer kez Üye le ri ne Üc ret siz dir<br />

Für Ve re ins mitg lie der der IGMG kos ten los<br />

Der Be zugs pre is ist im Mitg li eds be it rag ent hal ten<br />

HE SAP NO · BANK VER BIN DUNG<br />

DENIZ BANK AG<br />

Kon tonr.: 20 41 27 45 50<br />

BLZ: 500 307 00<br />

Ortadoğu’da barış<br />

Dünya’nın finansal ve siyasal temsilcilerinin bir araya<br />

gelerek, gelecek için projeler ürettiği Davos zirvesi, bu sene<br />

Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Gazze saldırıları dolayısıyla<br />

İsrail Cumhurbaşkanı Perez’e sert cevaplar vermesi ile başka<br />

bir platforma ev sahipliği yapmak zorunda kaldı. İsrail, tüm<br />

katliamlarına rağmen “eleştirilemez” olma hakimiyetini sürdürme<br />

gayretinde iken, artık eleştiri seslerinin açık muhatabı<br />

haline geldi. Umarız bu tartışma, Ortadoğu barışının<br />

doğru temeller üzerine oturtulmasına yardımcı olur.<br />

Herşeyden önce sorunun temeli, yalnızca Hamas olarak<br />

gösterilerek yanlış yönlendiriliyor. Hamas daha 1980’lerde<br />

işgalci İsrail kuvvetlerine karşı Filistin halkının direnişi olarak<br />

ortaya çıktı. Son seçimlerde de büyük bir çoğunlukla iktidara<br />

geldi. Fakat, ABD ve İsrail'in yanındaki dünya güçleri,<br />

Filistin halkının bu iradesine ipotek koydu. Bu yüzdendir ki,<br />

İsrail’in 60 yıldır işgal kuvveti olarak, işgal ettiği topraklardan<br />

çekilip Hamas’ın da barış sürecine dahil edilmesi gerçekleşmediği<br />

müddetçe, barışa doğru bir adım atılamayacağı<br />

ortadadır. Bölgede ancak, İsrail’in dikte ettiği bir barış yerine,<br />

Filistinlilerin de haklarını koruyan adil bir barış kesin<br />

çözüm olacaktır.<br />

Davos’ta bir araya gelenler, Ortadoğu barışına bir katkı<br />

yapamamanın yanısıra, dünyanın içinde bulunduğu ekonomik<br />

ve malî krizin de sorumluları olmalarına rağmen, adil<br />

bir paylaşıma ve dayanışmaya dayalı yeni çözümler üretmekten<br />

de uzak kaldı. Davos’ta bu gelişmeler olurken, rakip<br />

bir forum da Brezilya’nın Belém kentinde yapıldı. Bu forum,<br />

her ne kadar elit iktidarlar nezdinde bir yer edinemedi idiyse<br />

de, özellikle bugünkü krizin gerçek mağdurlarından oluşuyordu.<br />

Fakat, forumun asıl suçu, “globalleşme” karşıtı olması,<br />

radikal, fundamentalist, extremist fikirleri ile bugünkü<br />

küresel ekonomik ve siyasal düzene muhalefet şerhi koymasıydı.<br />

Bu arada, önümüzdeki Hac ve Umre Organizelerimizin<br />

ön çalışmaları tamamlandı. Pek çok seçeneğin bulunduğu<br />

Umre Organizemizin ilk kafilesi 29 Mart’ta hareket ediyor.<br />

Organizemizde yaz tatili ve Ramazan umresi seçenekleri de<br />

bulunuyor.<br />

Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun.<br />

• Oğuz ÜÇÜN CÜ<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009


İÇİNDEKİLER<br />

• YORUM<br />

•Çocuklar ölürken... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5<br />

• GÜNDEM<br />

•CSU, zanlıları, kökenlerine göre kayıt altına almak istiyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6<br />

•Gazze’den dünyaya yansımalar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />

•Almanya’nın Gazze tutumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .10<br />

• TEŞKILAT<br />

•Gazzeli kardeşlerimizin yanındayız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12<br />

.<br />

•“Leipzig’te verilen başörtüsü kararı şaşırtıcı değil” . . . . . . . . . . . .14<br />

•“Entegrasyon yetersizliği, etnik veya kültürel arka planla ilgili değil” . .15<br />

• İSLAM VE HAYAT<br />

•İbadet ve salihçe çalışma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .16<br />

•Peygamber hayatının bir parçası: Çalışmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .18<br />

•Hayatın iş ve ibadet boyutu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .20<br />

• KÜLTÜR<br />

•Bilginin transferi ve Avrupa üniversiteleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .23<br />

10<br />

12<br />

16<br />

• TOPLUM<br />

•Çift dillilik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .26<br />

•Cami cemiyetlerinin entegrasyon çalışmaları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .28<br />

•DÜNYA<br />

•Cezayir . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .30<br />

•Kahire’de kendini görmek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .32<br />

28<br />

• ISLAM UND LEBEN<br />

•Gottesdienste im Alltag . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .34<br />

•VERBAND<br />

•IGMG kritisiert Darstellung der jüngsten Integrationsstudie . . . . . . . . .37<br />

• KOMMENTAR<br />

•Wenn Kinder sterben . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .38<br />

32<br />

IGMG • PERSPEKTİF


yorum<br />

Çocuklar<br />

ölürken...<br />

Eğer Davos’daki konferansa katılanlar dünya<br />

barışı konusunda ciddî iseler, o zaman, Ortadoğu<br />

sorununda, sebeb ve etkileri birbirine karıştırmaktan<br />

uzak durmaları gerekir.<br />

Oğuz ÜÇÜNCÜ • oucuncu@igmg.de<br />

ölümünden sonra duygusal davranılması<br />

şaşırtıcı değil”miş. Bu sözlerle<br />

“Çocukların<br />

Dünya Ekonomik Forumu’nun organizatörü<br />

Klaus Schwab Başbakan Erdoğan’ın tepkisinin<br />

vehametini hafifletmeye çalışmışdı. Peki, olay bu<br />

kadar basit miydi? Çocuklar ile ilgili bir mesele olduğunda,<br />

Türkiye Başbakanı çok duyarlıydı ki, bu yüzden İsviçre<br />

Alplerindeki konferanz mekanını öfke dolu bir şekilde<br />

tüm delegasyonu ile birlikte gecenin yarısında terkediyordu.<br />

Organizatörlerin bu zavallıca açıklama teşebbüsünün<br />

bizzat kendisi bile, İsrail’in Gazze’deki saldırganlığı üzerine<br />

yapılan tartışmayı ürkütücü bir şekilde ortaya koyuyor.<br />

Kelimenin tam anlamıyla Başbakan’ın sabrını taşıran<br />

ne İsrail’in işgal politikası, ne sivil hedeflerin bombalanması,<br />

ne de, yasak silahların kullanılması veya sonu<br />

gelmeyen uluslararası hukukun ihlali, ya da kapatılan sınır<br />

kapıları, yetişkinlerin öldürülmesi veya yaralanması<br />

değil. Erdoğan’ın sabrını taşıran şey, savaşın “talî” kayıpları<br />

olarak algılanan öldürülen ve yaralanan çocuklardı. Aslında,<br />

Davos’taki asıl skandal, olayların bu şekilde ters yüz edilme<br />

şeklidir.<br />

Şükür ki, tüm gelişmeler fiilen tüm dünyanın gözü<br />

önünüde “canlı” olarak gelişiyordu. Böylece bizler de belki<br />

de tarihin önemli bir bölümüne şahitlik edenlerden olduk.<br />

Çünkü, 12 dakikalık konuşması ile Tayyip Erdoğan,<br />

bu zamana kadar eşi görülmemiş bir açıklıkla, bir Türk<br />

Başbakanı olarak ilk kez dünya politikasının kulis arkalarındaki<br />

gelişimelerine bir bakış açısı getirerek, böylece<br />

Gazze’deki trajik çatışmayı ortaya koydu. Erdoğan, hiç<br />

çekinmeden isim vererek, fiilen 42 yıldan beri açık hava<br />

hapishanesinde yaşayan bir halkın sırtından, özellikle İsrail’deki<br />

sorumlu politikacılarla birlike Batı Şeria’da, Mısır’da<br />

ve Suudi Arabistan’da acımasız bir iktidar ve çıkar<br />

politikası yürütenleri açığa çıkardı. Erdoğan böylece, doğrudan<br />

İsrail Cumhurbaşkanına yönelik olarak verdiği cevapla,<br />

kendisine hiç de bir diplomatik sınırlama getirmeden,<br />

Davos’taki bu tiyatrodan memnuniyetsizliğini, yanlış<br />

anlaşılmaya yer vermeyecek şekilde açıkca ortaya koydu.<br />

Davos’taki panelde, BM Genel Sekreteri ile Arab Birliği<br />

Genel Sekreteri ve Türkiye Başbakanı Erdoğan moderatör<br />

tarafınden sınırlanır ve engellenirken, bakıyorsunuz<br />

ki, son konuşmacı olarak Şimon Perez, hiç sözü kesilmeden,<br />

yalan, polemik, ve dramaturjik bir ifadeyle müzakerecilere<br />

karşı bolca suçlamalarda bulunuyor. Üstelik,<br />

bu konuşma dünyanın önder elitlerinin alkışlarıyla karşılanıyor.<br />

Bu durum karşısında Tayyip Erdoğan, Ban Ki<br />

Moon ile Amr Musa’nın aksine sessiz kalmıyor. Hatta Erdoğan,<br />

alkışların şahiplerine de şu sözlerle seslenerek bu<br />

hoşnutsuzluğunu açıkça ortaya koyuyor: “Kim bu açık<br />

haksızlığı alkışlıyorsa, onlar da insanlığa karşı suç işliyor<br />

demektir.” Erdoğan, Dünya Ekonomik Forumu’nun “Kişiselleşmiş<br />

vicdanı”, ve “ezilmişlerin sesi” olarak sahneden<br />

ayrılıyor. Tartışmanın diğer katılımcılarının da aynı şekilde<br />

sahneyi tereketmeleri gerekirdi.<br />

Dünya kamuoyu bundan sonra, uluslararası hukuku<br />

ayaklar altına alıp, sivilleri öldüren ve sivil altyapıyı acımasızca<br />

tahrip ederek savaş suçu işleyen İsrail önderliği<br />

tarafından hafife alınmayı kabullenmemeli. Eğer Davos’daki<br />

konferansa katılanlar dünya barışı konusunda<br />

ciddî iseler, o zaman, Ortadoğu sorununda, sebeb ve etkileri<br />

birbirine karıştırmaktan uzak durmaları gerekir. Daha da<br />

ötesi, İsrail’in sayısız BM Güvenlik Konseyi kararlarına<br />

uymasını temin etmek ve Filistin’in işgalinin hemen sona<br />

erdirilmesi için gayret göstermeliler.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

5


gündem<br />

CSU, zanlıları, kökenlerine<br />

göre kayıt altına almak istiyor<br />

Geleceğe yönelik perspektifi olmayan insanların, kalıcı oturumu olan ve<br />

okula giden kişiler ile karşılaştırıldıklarında, daha fazla suça yatkın oldukları<br />

görülmektedir. Bu bilgiler yeni olmamakla beraber, birçok bilimsel<br />

araştırmanın da konusu olmuş ve ispatlanmıştır.<br />

Ekrem ŞENOL • esenol@igmg.de<br />

Federal Kriminal Dairesi, her yıl suçluların listesini<br />

veren istatistikleri yayınlarken, bu listelerde<br />

suç gruplarına göre, örneğin, hırsızlık, öldürme,<br />

kundaklama gibi bir ayrıma gidiliyor.<br />

Sonunda da zanlılar, Alman vatandaşı olanlar ve olmayanlar<br />

olarak ayrılıyorlar.<br />

CSU’dan gelen son açıklamalara göre, vatandaşlığa<br />

bakılarak ayırım yapmak yetersiz. Zanlının hangi kökenden<br />

olduğunun da istatistiklere alınması gerekiyor. CSU Eyalet<br />

Grup Başkanı Peter Ramsauer, Handelsblatt’a yaptığı açıklamada,<br />

“Suç ile mücadele için kökenin de belirtilmesi<br />

gerekir” şeklinde konuştu.<br />

Ramsauer ayrıca “Süddeutsche Zeitung” adlı gazeteye<br />

verdiği başka bir beyanatta ise; “Sürekli olarak, yabancıların<br />

suç oranının düştüğü iddia ediliyor. Hâlbuki,<br />

bunun nedeni, yabancıların, Alman vatandaşlığına kabul<br />

edilme yoluyla, resmî olarak Alman olmalarıdır. Böylece,<br />

istatistiklerde yabancıların suç oranı düşmüş oluyor”<br />

şeklinde ifadelerde bulunuyor.<br />

Ramsauer’in yaklaşımı yeni değil. Zira, Ramsauer’in,<br />

bu talepleri geçmişte de dile getirdiği biliniyor. Suçluların,<br />

kökenlerine göre kayda alınmalarının, önleme ve aydınlatma<br />

çalışmaları için önemli olduğu, bugün belli suçların köken<br />

itibariyle, belirli gruplar tarafından işlendiği söyleniyor.<br />

Buna karşın, etkili tedbir ve çalışmalar yapılabilmesi<br />

için, somut bilgiler ve istatistiklerin önemli olduğu<br />

belirtiliyor.<br />

Ancak açıkça anlaşılıyor ki, CSU, zanlıların kökenlerine<br />

göre kayıt altına alınması talebi ile yabancıların<br />

ne kadar tehlikeli ve suça meyilli olduğunu göstermek<br />

istiyor. Burada, daha önemli olan nokta ise, bize göre<br />

suçu engellemek için yeni bilgiler verebilecek şekilde<br />

istatistiklerin derinleştirilmesi zaruretidir. Ancak bunun<br />

için, zanlının, sadece kökeninin kayıt altına alınması yeterli<br />

değildir. Ayrıca, Almanya’da ikamet süresi, seyahat<br />

amacı, ekonomik uyumu, okul eğitimi, oturum durumu<br />

gibi yan şartların da kayıt altına alınması gerekir.<br />

Almanya’ya sadece seyahat amacıyla gelmiş veya iltica<br />

başvurusu yapmış ve Almanya’da çalışma imkânı<br />

olmayan, perspektifi olmayan, ertesi gün için bile Almanya’da<br />

kalma teminatı olmayan kişilerin de işledikleri suçlar,<br />

Almanya’da sürekli yaşayan yabancıların hesabına yazılmaktadır.<br />

Geleceğe yönelik perspektifi olmayan insanların, kalıcı<br />

oturumu olan ve okula giden kişiler ile karşılaştırıldıklarında,<br />

daha fazla suça yatkın oldukları görülmektedir.<br />

Bu bilgiler yeni olmamakla beraber, birçok bilimsel araştırmanın<br />

da konusu olmuş ve ispatlanmıştır. Belirtilen<br />

ayrıntıların, kriminal istatistiklerde yer almamasının burada<br />

sürekli yaşayan yabancıların aleyhine işleyen bir<br />

süreç olduğu bilinmektedir.<br />

Örneğin, Kriminolog Christiand Pfeiffer, uzmanların,<br />

suçlunun veya zanlının sosyal profilinin de krimi-<br />

6<br />

IGMG • PERSPEKTİF


gündem<br />

CSU Eyalet Grup Başkanı Peter Ramsauer<br />

nal istatistiklerde yer alması halinde, istatistiklerin<br />

bir anlam ifade ettiğine dikkat<br />

çektiklerini belirtiyor. Detaylı bir kriminal<br />

istatistiğin değerlendirme sonucuna<br />

değinen Christian Pfeiffer, bir bölgede<br />

oturan yabancı işçi göçmenlerdeki<br />

suç oranının, aynı düzeydeki Alman<br />

sosyal grubuna oranla daha düşük olduğunu<br />

da ifade ediyor. Bu anlamıyla,<br />

Almanya’da sürekli yaşayan yabancılar,<br />

aynı konumdaki Almanlara göre kanuna<br />

daha saygılılar.<br />

Kayıt altına almalarda iyileştirilmesi<br />

gereken diğer bir nokta ise, polisteki kriminal<br />

istatistiklerde, suçluların değil, her<br />

zaman zanlıların kayıt altına alınması<br />

hususudur. Alman toplumunda, yabancıları<br />

ihbar etme eğilimi, Almanlarla karşılaştırıldığında<br />

daha fazla olduğundan<br />

– bu da aynı şekilde ispatlanmıştır – bu<br />

durum, yabancıların zanlı kaydını artırmaktadır.<br />

Yabancı veya Alman zanlılardan<br />

kaçının mahkûm olduğu konusunda<br />

ise bir istatistik tutulmadığından dolayı,<br />

bu durum, istatistiklerin yabancı ve<br />

göçmenlerin zararına sonuçlar vermesine<br />

neden olmaktadır.<br />

Ancak, kökenden daha fazla bilginin<br />

kayıt altına alınması, CSU’nun hoşuna<br />

gitmeyecektir. Bu durum, siyasîlerin<br />

açıklamakta zorlanacakları bir<br />

hâl olacaktır. Öte yandan, bu durumda,<br />

özellikle kalıcı oturumu olan, belki de vatandaş olmuş<br />

veya yıllardır Almanya’da yaşayan yabancılar ve göçmenler<br />

rahatlayacak, her Alman’ın aynı olmaması gibi,<br />

her yabancının da aynı olmadığı böylece anlaşılmış olacaktır.<br />

Bu önemli bir husustur.<br />

Bununla beraber, detaylı bilgilerin olması halinde<br />

Ramsauer de oy kapmak için seçimlerde bu şekilde konuşma<br />

imkânına da sahip olamayacaktır. Ramsauer’in<br />

açıklamalarına, vurgulara dikkat kesilerek bir daha yakından<br />

bakalım: “Sürekli olarak, yabancıların suç oranının<br />

düştüğü iddia ediliyor. Hâlbuki, bunun nedeni, yabancıların,<br />

Alman vatandaşlığının kabul edilme yoluyla,<br />

resmî olarak Alman olmalarıdır. Böylece, istatistiklerde<br />

yabancıların suç oranı düşmüş oluyor.”<br />

Ramsauer, gördüğümüz kadarıyla vatandaşlığın takdir<br />

edilmesi ile, hak olarak elde edilmesi arasındaki farkı<br />

bilmiyor. Almanya’da, yabancıların vatandaşlığa kabul<br />

edilme işleminin çoğu, kişinin buna hak kazanması<br />

sonucunda gerçekleşmektedir. Yabancılar, bu hakkı elde<br />

etmek için, detaylarına şimdi girmeyeceğimiz bir kısım<br />

şartları yerine getirmek durumundalar. Ancak,<br />

Ramsauer’in açıklamaları bağlamında, şartlardan bir tanesini<br />

öne çıkaralım: Vatandaşlık Kanunu’nun 10. maddesinin<br />

1. fıkrasının 5. bendi, yabancının “Bir suç nedeniyle<br />

hüküm giymemiş olması”nı şart koşmaktadır.<br />

Söz konusu şartlar yerine geldiğinde, ilgil daire, kişiyi<br />

vatandaşlığa kabul etmekle yükümlüdür. Takdir edilerek<br />

verilen vatandaşlıkta ise, tüm şartları yerine getirmese<br />

de kişi – millî formayı giymesi halinde hiçbir<br />

şartta istenmeyebilir - takdir yetkisi kullanılarak Alman<br />

vatandaşlığına alınabiliyor. Ramsauer, bir yılda takdir<br />

edilerek elde edilen vatandaşlık oranının kaç olduğu ve<br />

özellikle kime uygulandığını öğrenirse iyi eder. Bir Alman<br />

takımının millî formasını giyme niyetinde olamayanların<br />

şanslarının az olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Son tahlilde Ramsauer’in vatandaşlığa sonradan alınanları<br />

formel Alman ifadeleriyle tanımlaması bile, zaten<br />

benzeri olmayan bir gaf. Ek olarak, zanlıların kökenlerinin<br />

kayıt altına alınmasını talep eden Ramsauer<br />

ve CSU’nun, arka planda nasıl bir zihniyete sahip oldukları,<br />

aktardığımız sözlerde açık bir şekilde gözüküyor;<br />

yoruma ihtiyaç bırakmıyor.<br />

Sonuç olarak şunu söylemeliyiz, bilgilerin detaylı bir<br />

şekilde kayıt altına alınması yanlış değildir. Tam tersine,<br />

mümkün olduğunca geniş bir çapta yapılması gereklidir.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

7


gündem<br />

Gazze’den<br />

dünyaya yansımalar<br />

Küresel açıdan Gazze savaşının ortaya çıkardığı temel öğe, büyük güçlerin ve de uluslararası<br />

örgütlerin, mesele İsrail olunca, olaya tamamıyla duygusal yaklaştıkları ve<br />

bunun bir yansıması olarak da, uluslararası sistemdeki mekanizmaların tıkanmasıdır.<br />

Mehmet Özkan @ metkan82@hotmail.com<br />

Soğuk savaş sonrasında yaşanan iki savaş kadar<br />

Müslümanlar ve uluslararası düzen arasındaki<br />

ilişkiyi net bir şekilde özetleyen hiç birsey yoktur:<br />

1990’ların başında yaşanan Bosna savaşı ve<br />

22 gün sonunda nihayet sona eren 2009 Gazze savaşı. Bu<br />

iki savaşın Müslümanlar üzerinde bıraktığı etki anlaşılmadan<br />

oluşum surecinde olan yeni uluslararası sistem anlaşılamayacağı<br />

gibi, yine bu iki savaşın İslam dünyasında<br />

bıraktığı psikolojik ve sosyal yıkımı tamir etmeden<br />

Müslümanların dâhil olduğu bir uluslararası sistemi kurmak<br />

da neredeyse imkânsızdır. İslam dünyasının büyük güçlere,<br />

uluslararası örgütlere ve en önemlisi kendi liderlerine<br />

isyan ettiği ve onların meşruiyetini yeniden sorguladığı<br />

son Gazze savası hem uluslararası sistem açısından<br />

hem de İslam dünyasının kendi iç dinamiklerinde yol açacağı<br />

muhtemel yıkım ve arayışlar çerçevesinde özel bir<br />

önem arz etmektedir. Bu yazıda temel olarak Gazze savaşının<br />

küresel güçler, İslam dünyası ve Ortadoğu bölgesi açısından<br />

genel bir değerlendirmesi yapılacaktır.<br />

Küresel açıdan Gazze savaşının ortaya çıkardığı temel<br />

öğe, büyük güçlerin ve de uluslararası örgütlerin, mesele<br />

İsrail olunca, olaya tamamıyla duygusal yaklaştıkları<br />

ve bunun bir yansıması olarak da, uluslararası sistemdeki<br />

mekanizmaların tıkanmasıdır. Son donemin şahin<br />

gücü Rusya sadece yaşanan bu insanlık dramını sessizce<br />

izlemeyi tercih ederken geleceğin supergücü olarak görülen<br />

Çin cılız bir açıklama ile olaya yaklaşmıştır. Avrupa<br />

Birliği donem başkanı Çek Cumhuriyetinin durumu<br />

İsrailin kendini savunması olarak gören açıklaması sadece<br />

Çek Cumhuriyetinin acemiliği ya da iş bilmezliğiyle izah<br />

edilemez. Bu aslında Avrupa Birliğinin Yahudilere karşı<br />

hala bir suçluluk psikolojisi ile hareket ettiğinin en kritik<br />

donemde bile barizce açığa çıkmasından başka birşey değildir.<br />

Küresel güç Amerika ve Asya’nın devlerinden olan<br />

Hindistan olayı teröre karşı savaş olarak görürken, Japonya<br />

ise klasik dünya olaylarına yönelik ilgisizliğini bir<br />

kez daha ortaya koymuştur. Gazze savaşı bir nevi dünyadaki<br />

tüm güç odaklarının yakın bir çıkarlarının olmadığı<br />

bir durumda nasıl davranacaklarını gösteren bir turnusol<br />

kağıdı görevini görmüştür. Uluslararası sistem acısından<br />

bu savaşın en temel çıktısı İslam dünyasının özellikle Bosna<br />

savaşından sonra zaten güvenini her gecen gün kaybettiği<br />

küresel sistem ve kurumlara olan güvenin en dibe<br />

vurmuş olmasıdır. Ki bu durum küresel bir düzen kurmayı<br />

hem zorlaştıracak hem de daha uzun bir süre belirsizliklerle<br />

boğuşacağımızın göstergesi olarak görülmelidir.<br />

Gazze savaşı İslam dünyasının herhangi bir hayati konuda<br />

bile kendi kendine hareket edebilme yetisini yitirdiğinin<br />

bir göstergesi olarak tarihe geçecektir. Venezuela<br />

devlet başkanı Chavez’in bile İsrail ile diplomatik ilişkileri<br />

kestiği bir dönemde, İslam dünyasından sadece cılız tepkiler<br />

ve hatta İsrail’e gizli destek imalarının basına yansıması,<br />

İslam dünyasında uzun süredir var olan ‘sokak’ ve ‘saray’<br />

arasındaki meşruiyet gerilimini hat safhaya çıkarmıştır.<br />

Sokaklarda binlerce insanın kınadığı İsrail’e devlet<br />

kanadından hemen hiç bir tepkinin gelmemesi onların sadece<br />

güçsüzlüğüyle izah edilemez. Her ne kadar fikri olarak<br />

ne yapılması gerektiği konusunda kafalar karışık olsa<br />

da verilen tepkilerin bile Amerika ile ilişkileri gözeterek ortaya<br />

konması İslam dünyasının psikolojik zayıflığı yanında<br />

kendi hayati çıkarlarını bile korumadan aciz kaldığının<br />

göstergesidir. Sadece Türkiye’nin yoğun çaba gösterdiği fakat<br />

sonuç alamadığı bu donemde Arap dünyasında yapılan<br />

gösterilerde “Erdoğan’a selam” sloganlarının atılması aslında<br />

“liderlik kriz anında test edilir” deyişinin Arap sokaklarında<br />

bulduğu yankının yansılamalarından başka birsey<br />

değildir. 57 üyesi bulunan İslam Konferansı Örgütü<br />

kınama açıklamalarının yanında birsey yapamadığı gibi, Arap<br />

Ligi kendi arasında görüş birliğine dahi varamamış ve Suudi<br />

Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi devletler Arap Ligi zir-<br />

8<br />

IGMG • PERSPEKTİF


gündem<br />

vesine katılmayı bile red<br />

olan “soğuk savaş”ın yansımalarıydı.<br />

Gazze savaşı<br />

etmiştir. Körfez İşbirliği<br />

Örgütü etkili bir açıklama<br />

sonrasında ise yine bu soğuk<br />

savaş kendisini acık ve<br />

yapmadığı gibi Katar dışındaki<br />

körfez devletleri de<br />

net bir şekilde göstermiştir.<br />

Önceki dönemlerde çe-<br />

bu donemde daha çok sessiz<br />

kalmayı tercih etmişlerdir.<br />

Temel olarak Gazze<br />

lenilen bu ayrışma son döşitli<br />

siyasî söylemlerle giz-<br />

savaşının ortaya çıkardığı<br />

nemde keskinleşmiş ve derinleşmiştir.<br />

Suudi Arabis-<br />

nokta İslam dünyasının düşünülenden<br />

de zayıf olduğu<br />

tan ve Mısır’ın Katar’ın<br />

ve kendi öz çıkarlarını bile<br />

başkenti Doha’da yapılan<br />

savunmaktan aciz olduğudur.<br />

Ortaya çıkan başka bir<br />

katılmamaları kendilerinin<br />

Arap Birliği toplantısına<br />

nokta ise halk ile idareciler<br />

Cami, hastane, okul... Hepsi, İsrail’ın hedefiydi öncülük ettiği kurumlara<br />

arasındaki uçurumun artık<br />

bile artık sahip çıkmadıklarının<br />

bir göstergesi ol-<br />

dayanılmaz bir safhaya geldiği<br />

ve bu durumun sosyal patlamalara yol açabileceğidir. masının yanında artık ayrışmayı gizleyecek bir durumun<br />

Bu açıdan İslam dünyasındaki haklar nezdinde nasıl ki olmadığının gostegesi olmuştur. Artık Arap dünyasındaki<br />

ayrışma bir nevi İsrail yanlıları ve karşıtları seklinde<br />

Bosna olayı hala hafızalardan silinmemiş ise Gazze olayı<br />

da benzer bir etkiyle insanların olaylara bakışını şekillendirmeye<br />

devam edecek ve birçok sosyal çıktılara yol açanumda<br />

bulunan Mısır’ın, Refah’taki sınır kapısını açma-<br />

kendini göstermiştir. Özellikle savaş boyunca kilit bir kocaktır.<br />

Tüm bunların yanında Gazze savaşı Müslümanların<br />

dikkatini dış düşmanlara değil artık içerdekilere yö-<br />

yol açmış ve gündem bir anda İsrail’den Mısır’a dönmüştür.<br />

ması, İslam dünyasında infial denilebilecek bir tepkiye<br />

neltmiştir. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra ortaya çıkan<br />

ve daha çok Amerikan karşıtlığı olarak kendisini ifa-<br />

Mısır’ın yan yana gösterilerek protesto edilmesi ve bir<br />

Hemen hemen her yerde yapılan protestolarda İsrail ile<br />

de eden öfke bu savaştan sonra artık içeriye ve de İslam dünyasındaki<br />

liderlere yönelecektir. Bu süreç yeni bir iç muginç<br />

bir not olarak tarihe geçecektir.<br />

nevi Mısır’ın da baş suçlu olduğunun vurgulanması ilhasebenin<br />

yollarını açacak ve yaklaşık sekiz yıldır Müslümanların<br />

dışarıya bakarak bir nevi nadasa bıraktıkları iç meyi keskinleştirmiş ve bölgede yeni gelişmelere de ka-<br />

Ortadoğu acısında bu savaş Araplar arasındaki bölün-<br />

sorunlarıyla yeniden yüzleşmelerinin yolunu açacaktır. pı aralamıştır. Özellikle Mısır’da bir grup üst düzey subayın<br />

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Gazze savaşının yaşandığı<br />

dönemde Müslümanlar halklar Bosna savasındaki döneme de darbe yapacakları seklinde tehdit etmesi yanında yine<br />

Mübarek’i eğer İsrail ile işbirliğine devam etmesi halin-<br />

nazaran çok daha güçlü ve etkilidirler. İslam dünyasında var bir grup askerin refah sınır kapısından içeri giren Filistinlileri<br />

engelleme görevini red etmeleri sosyal düzeyde ya-<br />

olan yardım kuruluşlarından derneklere, araştırma merkezlerinden<br />

yeni yetişen iş adamlarına kadar İslam dünyasındaki<br />

sivil öğeler belirli bir birikime zaten sahip olup, rülmelidir. Yine aynı şekilde hemen hemen hiç bir şekilşanan<br />

infialin bürokrasi düzeyine de yansıması olarak gö-<br />

Gazze savaşı bu birikimin yeniden nasıl ve ne şekilde degerlendirilebilecegiyle<br />

alakalı yeni tartışmaları ve stratejileri izin verilmemesi Hüsnü Mübarek ve diğerlerinin küçük bir<br />

de Mısırda İsrail’e karsı protesto gösterisi yapılmasına<br />

gündeme getirecektir.<br />

protesto eyleminin rejimin yıkılmasıyla sonuçlanacağından<br />

korkmasından kaynaklanmaktadır. Her ne kadar 22<br />

Gazze savaşının kısa ve yakın vadede en büyük etkisi<br />

Ortadoğu bölgesinde hissedilecektir. Bunun bir sebebi gün suren savaş şimdilik sona ermiş olsa da Ortadoğu bölgesi<br />

açısından iki temel sonuca yol açacaktır. Mısır’ın iç<br />

savaşın bu bölgede olması ise diğer ve daha etkili sebebi<br />

savaşın ortaya çıkardığı gerçekler açısından bölgenin kaderini<br />

değiştirme gücüne sahip olmasıdır. Herşeyden önyasetini<br />

karıştırması kuvvetle muhtemel olan bir durum or-<br />

dinamiklerini harekete geçirmesi dolayısıyla Mısır iç sice<br />

Arap devletlerinin zayıflığını ortaya koymasının yanısıra<br />

aslında yıllardır var olan fakat bir türlü kendini ifade selesinde yaşanan açmazı da sona erdirmek için ümietletaya<br />

çıkarmasının yanısıra 2006 yılından beri Filistin me-<br />

etmeyen Arap dünyasındaki ‘derin’ bölünmeyi de ortaya ri yeniden yeşertmiştir. Özellikle son bir kaç yıldır Gazze’nin<br />

zaten açık bir hapishane olduğu dikkate alındığın-<br />

çıkarmıştır. Bu bölünme çeşitli zamanlarda kendini çeşitli<br />

şekilerde ifade etmiştir. Örneğin 1960’larda Nasser liderliğindeki<br />

Pan-Arabizme karsı İslamcılığı gündemde ümitlerle beraber riskleri de beraberinde getirecektir. Süda<br />

taşların yerinden savaşla bile olsa oynatılması yeni<br />

tutmaya çalışan Suudi Arabistan’in izlediği siyaset ya da recin risklerinin miminize edilerek ufukların yeşertilmesi<br />

süreci yönlendirecek aktörlerin zamanla alacağı pozis-<br />

1980’larda bu defa Mısır ve Suudi Arabistan’in İran’a<br />

karşı izlediği yıkıcı siyaset yıllardır Arap dünyasında var yonla alakalı olup zaman gösterecektir.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

9


gündem<br />

Almanya’nın<br />

Gazze tutumu<br />

İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte ideal-reel<br />

politika ayrımı da yeniden gündeme geldi.<br />

Savaş süresince ortaya konan farklı devlet politikalarına<br />

hep birlikte şahit olduk<br />

Ünal KOYUNCU • ukoyuncu@igmg.de<br />

Siyaset uzmanlarının gelişmeleri değerlendirmede<br />

kullandıkları iki anahtar kavram söz konusudur:<br />

İdeal siyaset ve reel politika. İdeal siyaset<br />

yaklaşımına göre yönetim, ahlak ve adalet kavramlarıyla<br />

ifade edilen değerler ekseninde şekillenirken,<br />

reel politika söylemi, idare mekanizmasının güç ve devlet<br />

aklı gibi olgular doğrultusunda pratiğe geçirilmesini<br />

ön plana çıkarır. İdeal politikada adalet gereği doğru ve uygulanabilir<br />

olmayan bir şey, gücü hesaba katan reel politikada<br />

uygulamaya konulması reel hesaplardan dolayı kaçınılmazdır.<br />

Hem reel politika hemde ideal siyaset, siyaset<br />

dünyasına egemen olan tarafların dünya görüşleri çerçevesinde<br />

uygulanma fırsatı bulur. Bu durum iç politikada<br />

olduğu gibi devletlerin boy ölçüştüğü sahne olan uluslararası<br />

siyasette de geçerlidir.<br />

İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte ideal-reel politika<br />

ayrımı da yeniden gündeme geldi. Savaş süresince ortaya<br />

konan farklı devlet politikalarına hep birlikte şahit<br />

olduk. Gazze’nin vurulmasıyla birlikte başlayan diplomatik<br />

açıklamalar, savaşın başlamasında suçlunun aranması<br />

ve devletlerin iç ve dış dinamikleri göz önünde bulundurarak<br />

tutumlarını ortaya koymaları diplomasinin, bir<br />

savaş karşısında nasıl işlediğini gösteriyordu. Savaş tüm<br />

şiddetiyle insan canına kıyarken, ağır işleyen bir devlet<br />

bürokrasisine benzeyen diplomasi, canların kurtarılmasında<br />

geç kalıyordu.<br />

Devlet aklının reelpolitik tutumu<br />

Dünya gündemiyle birlikte bireysel gündemimizide<br />

etkileyen İsrail’in Gazze saldırısının Almanya kamuoyunda<br />

ele alınış biçimlerini, ideal-reel siyaset yaklaşım<br />

tarzlarını göz önünde bulundurarak değerlendirdiğimizde,<br />

reelpolitik yaklaşımın ağır bastığını görmekteyiz. Gerek<br />

Başbakan Angela Merkel’in savaşın başlangıcında İsrail<br />

Başbakanı Ehud Olmert ile yaptığı telefon görüşmesinde<br />

ve gereksede Dış İşleri Bakanı Frank Walter-Steinmeier’in<br />

Orta Doğu diplomasi turunda, savaşın durdurulması<br />

için öne çıkan çözüm önerisi: “İsrail’in güvenliği<br />

ve Gazze Şeridi’ne yapılan silah kaçakçılığının durdurulmasıdır.<br />

”<br />

Bu ifadenin açılımı, İsrail’e yönelik HAMAS saldırılarının<br />

durdurulması anlamına gelmektedir. Gazze saldırılarını<br />

eşit askerî şartlara sahip iki ülke arasında yapılan<br />

bir savaşmış gibi algılayan bakış açısının yansıması olan<br />

bu ifadeler, Almanya’nın bu saldırılardaki tutumunu ortaya<br />

koymaktadır. Bu tutum, Başbakan Merkel’in saldırıların<br />

başlangıcında ifade ettiği gibi savaşın çıkmasına sebep<br />

olan taraf HAMAS’tır. HAMAS İsrail’e yönelik roket saldırısını<br />

durdurmuş olsaydı böyle bir savaş çıkmamış ve İsrail’in<br />

kendisini savunma hakkını kullanmasına gerek kalmamış<br />

olacaktı gibi sığ bir anlayışın ürünüdür.<br />

Bu tutumun savunulması, Almanya’nın Gazze saldırıları<br />

sonrası ürettiği politikalara ilişkin değerlendirmelerde ana söylemdir.<br />

Ülkenin dış politika aydınlarının ortak kanaati bu<br />

doğrultudadır. Bu tespitin geçerliliğini anlamak için, ana<br />

söylemi paylaşan eski Dış İşleri Bakanı Joschka Fischer’in<br />

açıklamalarına göz atmak mümkündür. Fischer’in açıklamaları,<br />

Alman devlet politikasını izah eden yönü ile ilginçtir. Eski<br />

Dış İşleri Bakanı, Die Zeit gazetesinde yayınlanan söyleşisinde<br />

kendisine yöneltilen eleştirel sorulara reelpolitik<br />

düzleminde cevap vermektedir. Fischer, Almanya’nın<br />

Gazze’de yaşanan insanlık dramını göz ardı ederek erken<br />

bir şekilde İsrail’den yana tavır koymasının sorun teşkil edip<br />

etmediğine yönelik soruya, devlet aklını (Staatsräson) ön<br />

10<br />

IGMG • PERSPEKTİF


plana çıkaran cevaplarla yanıt vermektedir. Fischer’e göre,<br />

‘‘Bayan Merkel Gazze’deki insani trajedi nedeniyle bunun<br />

sebebinin unutulmaması gerektiğine dikkat çekti. HA-<br />

MAS, ateşkes antlaşmasının son bulduğu gerekçesiyle Güney<br />

İsrail’e yönelik roket saldırılarını tekrar başlattı. Bu<br />

olguyla ilgili uluslararası uzlaşma söz konusudur. Arap<br />

ülkelerinde bile olağanüstü bir durum olarak HAMAS’ın<br />

yarı suçluğu ifade edilmektedir.” Öte taraftan, sivil halkın<br />

korunması Fischer için de tabiki, önemli bir husustur. Ancak,<br />

‘‘Güney İsrail roketlerle saldırıya uğradığı aylarda<br />

nedense insani felaket soruları hiç gündeme gelmemiştir.”<br />

Söyleşide Almanya’nın devlet olarak yürüttüğü İsrail politikasına<br />

da değinen Fischer için Almanya, İsrail ile partiler<br />

üstü bir dayanışma içerisindedir.<br />

‘‘Bu durum Almanya’nın<br />

kuruluşundan<br />

bu yana devam eden devlet<br />

aklının bir parçasıdır. ” Aynı<br />

şekilde, Almanya’nın dış<br />

politikasının şekillenmesine<br />

katkı amacıyla bilgi üreten<br />

Bilim ve Siyaset Vakfı Direktörü<br />

ve Orta Doğu Uzmanı<br />

Volker Perthes’de bulunmuş<br />

olduğu konumun<br />

doğası gereği ana söylem<br />

çizgisinde yer alan değerlendirmelerde<br />

bulunmuştur.<br />

Perthes, Süddeutsche Zeitung<br />

gazetesinde yayınlanan<br />

söyleşisinde savaşın çıkış<br />

sebebi olarak HAMAS’ı<br />

zikretmekte ve bu savaşın<br />

orta vadede HAMAS’ı zayıflatacağı<br />

tahmininde bulunmaktadır.<br />

Perthes’e göre<br />

halk ‘‘HAMAS’ı İsrail ile<br />

savaşmak için seçmemiştir.<br />

HAMAS’ı el-Fetih’e kıyasla<br />

daha az şaibeli bulduklari için seçmiştir. Halkın beklentisi<br />

Gazze Şeridi’nde savaş yönünde değildi. Dolayısıyla<br />

savaş orta vadede HAMAS’ın zayıflamasına neden<br />

olacaktır. Fakat kısa vadede halk Gazze Şeridi’ni yönetenlerin<br />

arkasında duracaktır, ki bunlar HAMAS’tır.’’<br />

Kamuoyu vicdanının protestosu<br />

Devlet tutumunu yansıtan bu değerlendirmelerde HA-<br />

MAS’ın suçluluğuna dair sesli bir fikir birliği söz konusuyken,<br />

İsrail’in orantısız güç kullanımına dair eleştiri cılız<br />

kalmakta daha doğrusu hiç yer almamaktadır. Ancak Almanya’nın<br />

bir bütün olarak bu çizgide yer aldığını düşünmek<br />

haksızlık olur. Zira savaşın masum insanı yok<br />

eden tarafına dikkat çeken ve bu savaşta İsrail’i eleştiren<br />

kanaatlerde söz konusudur. Kamuoyu araştırma şirketi<br />

gündem<br />

Forsa’nın yaptığı araştırmada ortaya çıkan sonuç, halkın<br />

devlet tutumundan farklı düşündüğünü ortaya koymaktadır.<br />

Zira araştırmaya katılan kişilerin yarısına yakını İsrail’in<br />

saldırgan bir ülke olduğu kanaatindedir. Tabii bu kanaatin<br />

oluşumunda savaşın diplomatik boyutundan ziyade insanlık<br />

boyutuyla ilgili ayrıntıların basında yer alması<br />

önemli bir etkendir.<br />

Haftalık haber dergisi Der Spiegel, Gazze’deki okulda<br />

mültecilere yardım eden Birleşmiş Milletler yardım<br />

kuruluşunun İsrail tarafından bombalanmasının ayrıntılarına<br />

yer verirken, İsrail saldırganlığını ispatlar mahiyetteydi.<br />

“Kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkeklerden oluşan<br />

30 aile üyesi mavi-beyaz bayraklı BM bayrağının dalgalandığı<br />

okula varmak için<br />

bir saat yürümüşlerdi. 22<br />

yaşındaki Muhammed ‘Burada<br />

güvenlikteyiz’, dedi.<br />

Dakikalar sonra okul bombalandı.”<br />

Haberin devamında<br />

BM yöneticisi John<br />

Ging’in gözlemlerine de<br />

yer verilmekte, saldırının<br />

ardından yaralıları ziyaret<br />

eden Ging saldırıların şiddeti<br />

ve yaralıların çaresizliği<br />

konusunda hayrette olduğunu<br />

ifade etmektedir.<br />

Haberin devamı savaş durumu<br />

ile ilgili devlet aklının<br />

görmek istemediği boyutlara<br />

yer veriyordu: “Bu<br />

zaman zarfında doktorlar<br />

yaralıları, yeterince besleyemediklerinden<br />

öldüler.<br />

İnsanlar uzun kuyruklarda<br />

ekmek bekliyorlardı. Nüfu-<br />

Federal Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier sun üçte birinde su yoktu,<br />

elektrikse hiç kimsede.<br />

Hastaneler jeneratörle çalışmaktaydı.<br />

Jeneratörlerin bozulması durumunda tamir<br />

etme imkanı yoktu, çünkü İsrail iki yıldan beri yedek parça<br />

girşine müsade etmiyordu.”<br />

Savaşın basına yansıyan insanı yok eden yüzü, kamuoyu<br />

vicdanının insanın hayatına önem atfeden tarafını<br />

besledi. Almanya’nın bir çok şehrinde ülkede yaşayan<br />

Müslümanlar tarafından yapılan protesto gösterileri bu<br />

vicdanın sokaklara yansımasıydı. Son bilgilere göre savaşta<br />

1200’den fazla kişi hayatını yitirmiş, 5000’den fazla<br />

insan yaralanmış, okul, hastane ve Birleşmiş Milletler<br />

binaları vurulmuştu. Halk, bu savaş bilançosunun ortaya<br />

çıkmaması için ideal siyasetten yana tavır koymuş ve savaşın<br />

durdurulması için sessizliğini protestolarla bozmuştu.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

11


teşkilat<br />

Gazzeli kardeşlerimizin<br />

yanındayız<br />

Savaş sonrası, ebeveynlerini savaşta kaybeden yetimlerden en az 2000 yetimin<br />

bakımını üstlenmeyi planlayan IGMG ve IHH Avrupa, bölgede şimdiye<br />

kadar 200’ü el-Halil’de 300’ü Gazze’de olmak üzere 500 yetime kefil oldu.<br />

IGMG-IHH yardım kamyonları<br />

İsrail saldırılarının başladığı günden beri Gazzeli Müslüman<br />

kardeşlerimizin yardımına koştuk. Adem Bark ve Tayyip<br />

Sayan’dan oluşan IGMG ve IHH heyeti 71.000 Euro<br />

değerinde tıbbî yardımın ve 50.000 Euro değerinde<br />

de gıda, battaniye türü yardımların tırlarla Gazze’ye girmesini<br />

sağladı. Tam teşekküllü bir ameliyat odası malzemeleri<br />

ve ilaç satın alınarak Gazze’ye ulaştırıldı. Ayrıca<br />

tam teşekküllü 2 Ambulans da Gazze’ye ulaştırılacak.<br />

Gazze’ye gönderilen ilk yardım ekibinde Adem Bark<br />

başkanlığında, Dr. Zeliha Vural ve Dr. Reem Abu<br />

Namuus bulunuyordu. Ekipteki doktorların hastahane ve<br />

ihtiyaçlar hususunda hazırladıkları raporlar doğrultusunda,<br />

gerekli olan ilaçlar ve tıbbî malzeme tedarik edilerek Gazze’deki<br />

hastahanelere ve Gazze’deki partner organizasyona gönderildi.<br />

IGMG ve IHH olarak, gıda malzemeleri için 100.800<br />

Euro, kışlık battaniye ve diğer yatak malzemeleri ile kışlık<br />

çocuk giyeceği için 61.080 Euro, başta fosfor yanıkları<br />

için hazırlanan özel ilaçlar ile diğer tıbbî malzemeler<br />

için 168.00 Euroluk yardımlarla, acil ihtiyaçlar için<br />

de nakdî yardım yapıldı. Böylece toplam 408.500 Euroluk<br />

yardım gönderildi.<br />

IGMG Genel Başkan Yardımcısı ve Sosyal Hizmetler<br />

Başkanı Ali Bozkurt ve Berlin Bölge Başkanı Siyami Öztürk’ten<br />

oluşan ikinci bir heyet de Refah Sınır Kapısı’nda idi. Gazze<br />

sınırında incelemelerde bulunan ve ihtiyaçları yerinde tespit<br />

eden heyetten Ali Bozkurt ve Siyami Öztürk<br />

Almanya’ya geri döndü. Gazze’den geri dönen Ali<br />

Bozkurt izlenimlerini ve yaptıkları çalışmaları şöyle aktardı:<br />

“8 Ocak 2008, Perşembe günü Arab Tabibler Birliği’ni<br />

(Arab Medical Union) ziyaret ettik. Birliğin Genel<br />

Sekreteri İbrahim Zağferani ile görüştük ve kendilerinden<br />

çalışmalar hakkında bilgi aldık. Arap Tabibler Birliği<br />

bilhassa Filistin konusunda önemli faaliyetlere imza atan<br />

bir kuruluş. Şimdiye kadar yaptığımız yardımlarımızı bu<br />

kuruluş aracılığıyla Gazze’ye ulaştırdık... İki ambulans<br />

alındı ve bu kurum tarafından techizat ve resmi işlemleri<br />

takip ediliyor. Yine bu kurum vasıtasıyla ve bizim nezaretimizde<br />

ambulansların ulaştırılması sağlanacak.<br />

Arap Tabibler Birliği ile görüşmemizde yaralıların Mısır’a<br />

geldiklerinde tedavilerinin tarafımızdan üstlenilmesi konusunda<br />

kendilerine 100 bin dolarlık bir bütçe ayırdığımızı<br />

belirttik... Heyetimizde bulunan Tayyip Sayan hocamızı<br />

da Kahire’de yaralıları ziyaret etmek üzere bıraktık.<br />

Kendisi yaralıları ve refaketçilerini ziyaret etti. Onlardan<br />

Gazze’de yaşananları gözyaşı içerisinde dinledi.<br />

Refaketçilerine bir miktar nakdi yardımda bulundu.<br />

Arap Tabipler Birliği’nden ayrılmadan önce ilaç ve<br />

sağlık malzemesi almaları için beraberimizde götürdüğümüz<br />

10.000 €’yu da bağışladık. Refah Kapısı’na gitmek üzere<br />

yola çıktık...Sınır kapısının Filistin tarafından bombalanan<br />

yerlerden dumanların nasıl göğe yükseldiğini görmemek<br />

için ancak kör olmak gerekiyordu<br />

Sınır kapısında dikkatimizi çeken bir nokta da<br />

Türklerin ve Türkiye’nin ta başından beri Refah Kapısı’nda<br />

yardımların gönderilmesi için sarfettiği gayretten övgüyle<br />

bahsediliyor olmasıydı... Biz Almanya ile telefonlarla<br />

görüşürken sınırın öbür tarafında uçak sesleri artarak gelmeye<br />

başladı. Her uçak sesinin ardından bir patlama se-<br />

12<br />

IGMG • PERSPEKTİF


teşkilat<br />

En çok gıda ve tıbbî malzeme ile kalacak bir eve ihtiyaç var<br />

Doktor heyetimiz ameliyat esnasında<br />

si geliyordu. Bir kaç dakika sonra da dumanların göğe<br />

doğru yükseldiğini görüyorduk...Öyle bir acı ki, sadece<br />

seyrediyorsunuz bir şey yapamıyorsunuz. Halbuki her düşen<br />

bomba onlarca can alıyor ve yüzlerce yaralı geride<br />

bırakıyor. Bu durum iki saat boyunca devam etti.<br />

İkindi vaktine kadar gelen yardımların Gazze’ye girişi<br />

sağlanmış oldu. Yardımlar yukarda da bahsettiğim gibi<br />

tampon bölgede Gazzelilere teslim ediliyor. Aynı şekilde<br />

yaralılar da Gazze’den ambulanslarla geliyor ve Mısır<br />

ambulansları yaralıları teslim alarak Mısır’a getiriyorlar.<br />

Bu konuda Mısır’daki sivil toplum kuruluşlarını tebrik<br />

etmek gerekiyor. Onlar öncülük yapmasalar durumlar çok<br />

daha vahim olurdu.<br />

Sevindirici bir olay ise o gün 30 kadar doktorun Gazze’ye<br />

geçmesine müsade edilmesi idi. Bunu da orada gözlemlemiş<br />

olduk. Bundan sonra da peyderpey doktorların Gazze’ye<br />

gönderildiği haberlerini aldık.<br />

İkindi vaktine doğru Refah Sınır Kapısı’ndan ayrılmadan<br />

önce Gazze’deki partner kuruluş yetkilileri ile bir<br />

telefon görüşmesi yaparak, bir gün önce gönderdiğimiz<br />

yardımların kendilerine ulaştığı haberini almamız bizi ziyadesiyle<br />

memnun etti. Ama kardeşimizin yaşadıklarını<br />

telefonda anlatırken gözyaşlarımıza hakim olamadık. Kardeşimizin,<br />

sadece o gün 300’e yakın yaralıyı hastaneye sevkettiklerini<br />

ve en az beş ailenin şehid olduğunu söyledi. Bizim<br />

üzüldüğümüzü anlayınca onun yine bizi teselli etmeye çalışması<br />

manidardı...”<br />

IGMG ve IHH Refah Kapısı’nın açılması ihtimalini<br />

de gözönünde bulundurarak ekseriyeti Filistinli ve Türk<br />

doktorlardan oluşan Doktorlar Birliği’nin de desteğiyle<br />

Mısır hastanelerinde yaralıların tedavisi için altyapı çalışmalarını<br />

da başlatmıştı. Mısır’a gönderilen yaralıların<br />

tedavileri Mısır tarafından yapılıyordu ancak hastanın rehabilite<br />

sürecinde ve hasta yakınının kalacağı yer hakkında<br />

yardım yapılmıyordu, hasta yakınının tüm bunları<br />

kendisinin tedarik etmesi lazım, IGMG ve IHH Avrupa<br />

burada da devreye girdi ve bu hastaların ve yakınlarının<br />

tedavi süresince masraflarının karşılanmasını sağladı.<br />

Gazze’deyiz<br />

IHH Avrupa ve IGMG yardım ekibi doktorlarıyla 16<br />

Ocak gününden beri Gazze’de bulunuyor. Yardım ekibimiz<br />

Gazze’ye, 10 tanesi kendi branşlarında uzman olan<br />

doktorlardan oluşan 11 kişi ile ulaştı. Gazze’nin en büyük<br />

hastahanesi olan Şifa Hastahanesi’nde karşılanan doktorlarımızdan<br />

bazıları hemen ameliyathanelere çağrıldı ve<br />

görevlerine başladılar. Sabah olduğunda yine bir toplantı<br />

yapıldı ve doktorlarımızın görev yerleri belli oldu, kimi<br />

ortopedi kimi beyin kimi çocuk kısımlarında görevlerine<br />

başladı. Gazze’de hastahanelerin yoğun bakım üniteleri<br />

dolu, onlarca yaralı hayat ile ölüm arasında gidip<br />

geliyor, doktorlarımız ve diğer ülkelerden gelen doktorlar<br />

büyük çaba sarfediyorlar, teknik aletler yetersiz, yer<br />

yetersiz, yaralı çok, ama doktorlar zamanla mücadele ederek<br />

bir çok hastayı ölümden kurtarıyorlar, şehit olanlarınsa<br />

sayısı gittikçe artıyor...Ekibimizde yer alan doktorlarımız<br />

sabah 8’den gece 12’ye kadar canla başla çalışıyor,<br />

bir ameliyattan diğerine koşuyor ve kardeşlerimizin<br />

hayatlarının kurtulmasına vesile oluyor.<br />

IGMG ve IHH Avrupa olarak Gazze’de evi yıkılan<br />

insanlara; yatak, battaniye, yiyecek, içecek gibi acil ihtiyaçların<br />

dağıtılmasını da devam ediyoruz. Hergün 2500<br />

insana hazır gıda paketlerinin dağıtımı yapılıyor.<br />

Bölgede yapacağımız çalışmalar arasında evi yıkılmış<br />

insanlara kirası 150 euro civarında tutan evlerden kiralamak<br />

var. Burada, 5000’in üzerinde ev yıkıldı ve 100 aileye<br />

ev kiralama yardımı başlattık.<br />

Savaş sonrası, ebeveynlerini savaşta kaybeden yetimlerden<br />

en az 2000 yetimin bakımını üstlenmeyi planlayan IGMG<br />

ve IHH Avrupa, bölgede şimdiye kadar 200’ü el-Halil’de<br />

300’ü Gazze’de olmak üzere 500 yetime kefil oldu ve her<br />

yetime aylık 30 euro ayrılacak. Gayretlerinizle bu yetimlerin<br />

sayısını 2000’e çıkaracağız.<br />

Gazze’de yardımlarımız ayrıca sağlık taramaları yapılmasını,<br />

içme suyu şebekeleri oluşturulmasını da kapsıyor.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

13


teşkilat<br />

“Leipzig’te verilen başörtüsü<br />

kararı şaşırtıcı değil”<br />

IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü: “Leipzig’te verilen<br />

başörtüsü kararı şaşırtıcı değil – Baden Württemberg<br />

Eyaleti artık kendini Almanya’da ideolojik<br />

bir sekülerizm yolunun açıcısı olarak görebilir”<br />

Almanya Federal<br />

Yüksek İdare<br />

Mahkemesi,<br />

başörtüsü ile<br />

öğretmenlik yapmak isteyen<br />

bir Müslüman öğretmenin<br />

şikayetini karara bağlayan<br />

URTEIL<br />

Baden-Württemberg Yüksek<br />

İdare Mahkemesi’nin temyiz<br />

yolunu kapatması üzerine<br />

yaptığı itirazı reddetti. Leipzig’teki mahkemenin bu kararı<br />

üzerine bir açıklama yapan IGMG Genel Sekreteri<br />

Oğuz Üçüncü tepkisini: “Leipzig’te verilen başörtüsü kararı<br />

şaşırtıcı değil. Ayrıca, Baden Württemberg Eyaleti artık<br />

kendini Almanya’da ideolojik bir sekülerizm yolunun<br />

açıcısı olarak görebilir” sözleri ile sürdürdü.<br />

Leipzig’deki Federal Yüksek İdare Mahkemesi, bu<br />

kararıyla, Baden-Württemberg Yüksek İdare Mahkemesi’nin<br />

Mart 2008’de verdiği tartışmalı mahkeme kararını<br />

onaylayarak, başörtülü Müslüman öğretmenin temyiz yolunun<br />

kapatılmasına olan itirazını reddetmiş oldu. Mahkeme,<br />

kararın gerekçesinde, davanın temel bir anlamı olmadığını<br />

savundu.<br />

İslam Toplumu Millî Görüş Genel Sekreteri Oğuz<br />

Üçüncü, karar vesilesiyle Baden Württemberg Eyaleti’ndeki<br />

siyasî sorumluları şu sözlerle eleştirdi:<br />

“Baden Württemberg Eyalet Hükümeti Almanya’da<br />

hukuk devletinin sekülerliğine büyük bir darbe vurdu.<br />

Eyalet Hükümeti böylece, Almanya’nın tarafsızlığa dayanan<br />

modeline aykırı olan dünya görüşü ve ideoloji merkezli<br />

sekülerizmin, yani laiksizmin yolunu açmış oldu.<br />

Görünen o ki, bunlar yapılırken ortaya çıkması muhtemel<br />

Bundesverwaltungsgericht<br />

Im Namen des Volkes<br />

sonuçlar da ciddiye alınmadı.<br />

Kiliseler de sadece<br />

Müslümanları mağdur edeceğini<br />

umarak bu gidişatı<br />

kısmen ses çıkarmayarak<br />

desteklediler.”<br />

Üçüncü, IGMG olarak<br />

Baden Württemberg Eyaleti’nde<br />

öğretmenlerin<br />

başörtüsüne yasak getiren<br />

kanun öncesi yaptıkları uyarıları hatırlatarak şunları söyledi:<br />

“Baden Württemberg Eyalet Hükümeti kendisini<br />

böylece, dinî kamusal hayatın dışına itmek isteyenlerin maşası<br />

haline getirmiş oldu. Daha da trajik olanı bu gelişmelerin<br />

isminde ‘Hristiyan’ kavramını taşıyan bir parti tarafından<br />

yapılmış olmasıdır. Bu açıdan baktığınızda Leipzig’te verilen<br />

başörtüsü kararı şaşırtıcı değil - Baden Württemberg<br />

Eyaleti artık kendini Almanya’da ideolojik bir sekülerizm<br />

yolunun açıcısı olarak görebilir”.<br />

IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, başörtüsünü yasaklayan<br />

kanunların çıkarılmaması talebini yineledi ve<br />

şunları söyledi:<br />

“Yasak getiren kanunlar Müslüman bayanların iş hayatına<br />

entegrasyon çabalarına vurulmuş büyük bir darbedir.<br />

Bu tür kanunlar bir yandan eyaletlerin çoğunda Müslüman<br />

bayanların öğretmenlik mesleğine girmelerini engellerken,<br />

diğer yandan yasaklamanın verdiği mesaj özel<br />

sektörde dahi bu bayanların iş bulmasına engel olmaktadır.<br />

Bu anlamda biz eyaletlerdeki kanun koyuculara yönelik,<br />

devlet eliyle ayrımcılığa son vermeleri ve Müslümanların<br />

dinî uygulamalarını bir tehdit olarak değil, bir zenginlik<br />

olarak kabul etmeleri çağrımızı bıkmadan yineleyeceğiz”.<br />

14<br />

IGMG • PERSPEKTİF


teşkilat<br />

“Entegrasyon yetersizliği, etnik veya<br />

kültürel arka planla ilgili değil”<br />

Üçüncü, Berlin Toplum ve Gelişme Enstitüsü tarafından<br />

“Kullanılmayan Potansiyel – Almanya’da Entegrasyonun<br />

Durumuna Dair” adıyla yayınlanan araştırma<br />

ile ilgili yaptığı açıklamaya tepki gösterdi.<br />

IIGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, Berlin Toplum<br />

ve Gelişme Enstitüsü tarafından “Kullanılmayan Potansiyel<br />

– Almanya’da Entegrasyonun Durumuna Dair”<br />

adıyla yayınlanan araştırmaya tepki gösterdi. Üçüncü,<br />

“Enstitü sorumluları, araştırma sonuçları ile ilgili açıklamalarının<br />

ırk veya dinle ilgili genellemeler içermemesine<br />

dikkat etmeliler” dedi.<br />

Üçüncü, özellikle araştırmanın sonuçlarının yansıtılma<br />

şeklini eleştirerek, konuyu dindarlık ve entegrasyonda yetersizlik<br />

ile ilişkilendiren beyanların bilimsel olarak ispat<br />

edilmediğini örnek gösterdi ve bu nedenle de araştırmanın<br />

ciddiye alınamayacağını kaydetti.<br />

Eğitim konusunda Türk kökenli göçmenlerde sorunların<br />

varlığının bilindiğini, ancak bunun kesinlikle onların<br />

kökenleriyle ilgili bir sorun olmadığını vurgulayan Üçüncü,<br />

“Araştırma sonuçlarının yansıtılış şekli, belli toplumsal<br />

gruplar sanki sırf etnik kimlikleri veya dinleri nedeniyle<br />

başarısızmış izlenimi veriyor. Aslında bugünkü durumun<br />

nedeni daha çok, özellikle sorumluların yıllardır sosyal<br />

ve eğitim politikalarında gösterdikleri acziyetin getirdiği<br />

yanlış gelişmelerdir. Bunlar birçok bilimsel araştırmanın<br />

konusu olmuş ve ispatlanmıştır” şeklinde konuştu.<br />

Söz konusu araştırmada yer alan eyaletler arasında<br />

farkların da bunu doğruladığını kaydeden Üçüncü, örneğin<br />

Berlin’de yaşayan Türklerin eğitim seviyesinin Saarland’a<br />

göre yüksek olmasının veya Berlin’in hem diplomasız<br />

Türklerin en yoğun olduğu bölge hem de Türk akademisyenlerin<br />

en fazla olduğu yer olmasının konunun karmaşıklığını<br />

gösterdiğini belirtti. Üçüncü ayrıca, bu açıdan<br />

bakıldığında Saarland’daki sonuçların bizleri şaşırtması<br />

gerektiğini, zira bölgede etnik unsurların fazla olmaması<br />

ve dini derneklerin sayısının az olmasına rağmen entegrasyonun<br />

düşük seviyede seyretmesinin, söz konusu seviyenin<br />

dini veya etnik aidiyetle ilgili olmadığını gösterdiğini<br />

vurguladı.<br />

Bunun yanı sıra araştırmanın farklı göçmen gruplar<br />

arasında hiç karşılaştırmaya konu olamayacak unsurlar<br />

içerdiğini belirten Üçüncü, şunları söyledi: “Bu araştırma<br />

çok sayıda yanıltıcı unsurlar içermekte ve böylece yanlış<br />

analizlere yol açmaktadır. Esasen bu tür araştırmalarda<br />

sadece bilgi toplamada değil, bilgilerin değerlendirilmesinde<br />

de bilimsel ölçüler olmasına özellikle dikkat edilmeli<br />

ve sorunun kültürelleştirilmesinden kaçınılmalıdır. Kültürelleştirme<br />

toplum içerisinde önyargıları sabitleştirdiği<br />

için çok tehlikelidir. Tam da bu nedenle medya da bu tür<br />

araştırmalara eleştirel yaklaşmalı ve sorumlu habercilik<br />

görevini yerine getirmelidir. Araştırma hakkındaki haberlerin<br />

çoğunluğunun sadece klişelerden ibaret olduğu<br />

gözden kaçmamaktadır. Türkleri Almanya’da entegrasyon<br />

noktasında en başarısız göçmen grubu olarak nitelemek,<br />

ne gerçeklerle bağdaşmakta ne de bu insanların kendilerine<br />

bakışını yansıtmaktadır.”<br />

Her şeye rağmen söz konusu araştırmanın Türk kökenli<br />

toplumun toplumsal katılım için daha yoğun çaba<br />

sarf etmesi gerektiğini ortaya koyduğunu belirten Üçüncü,<br />

özellikle ailelerin çocuklarının eğitimiyle daha fazla<br />

ilgilenmeleri, çocukların iyi eğitim alarak hem kendilerine<br />

hem de topluma hizmet edebilmeleri için eğitim sisteminin<br />

imkânlarından faydalanılmasının önemli olduğunu<br />

kaydetti.<br />

Ancak diğer taraftan göçmenlerin ve onların kurduğu<br />

kurumların hukukî eşitliği konusunda temel hususların<br />

ihmal edildiğini vurgulayan Üçüncü, ayrıca toplumda<br />

çoğulculuk ve farklılıklara saygı gibi hususların büyük<br />

önyargılara maruz kaldığını ifade etti.<br />

Üçüncü son olarak şunları ifade etti: “Tüm bu zorluklar<br />

güç birliği ile aşılmalı, ancak bunu yaparken son<br />

yıllarda elde edilen başarılara ve bu yöndeki çabalara da<br />

gözümüzü kapamamalıyız.”<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

15


islam ve<br />

hayat<br />

İbadet ve salihçe<br />

çalışma<br />

Yarattığını en iyi bilen Yüce Allah, insanı başıboş<br />

bırakmamıştır. Onun davranışlarını düzenleyen,<br />

planlayıp programlayan ölçüler koymuştur.<br />

Ahmet ARSLAN • ahmetasl@yahoo<br />

İnsanlar kavramlarla düşünürler. Kavramlar ise; insanların<br />

dünyaya bakışlarına göre şekillenirler. Aynı zamanda<br />

da dünyaya bakışlarını belirlerler. Bir anlamda<br />

insan, varlığı hakkında, yapıp ettikleri üzerinde düşünmesiyle<br />

insandır. İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan<br />

özellik akıl ve irade sahibi olmasıdır. Ancak insanın ayrıcalıkları<br />

aynı zaman da sorumlu kılınma sebepleridir.<br />

Dinler ve insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini telkin<br />

eden ideolojiler insanlara hayatı anlam(landırm)ak için<br />

temel kavramlar sunarlar. İnsan, kendi varlığına ilişkin temel<br />

sorularının cevaplarını bu kavramlar vasıtasıyla vererek,<br />

böylelikle bir dini, yani bir yaşam tarzını benimsemektedir.<br />

İnsanlık tarihini seçilen peygamberler ve gönderilen kitaplar<br />

vasıtasıyla gösterilen hidayet (doğru yol) ve bu hidayetten<br />

sapmalar (dalalet) arasındaki mücadele olarak<br />

sunan İslam dini, bizlere hayati kavramlar sunmaktadır. Bunların<br />

başında ibadet kavramı gelmektedir. Bu kavram aynı<br />

zamanda insan türünün yeryüzünde ne aradığının da<br />

cevabını teşkil etmektedir. (Zariyat Sûresi, [51:56])<br />

Kelime anlamı itaat etmek, boyun eğmek, tapmak,<br />

kulluk etmek, küçüklüğünü kabul etmek demek olan ibadet,<br />

İslami terminolojide, Allah’ın sevdiği, emrettiği, kabul<br />

ettiği ve razı olduğu bütün gizli-açık amel ve sözlerdir.<br />

Bunlardan bazıları; iman, İslam, ihsan, dua, korkmak,<br />

umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak,<br />

yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak,<br />

kurban kesmek, adak adamak, ilah olarak yalnızca<br />

Allah’ı tanımak, Allah’ın hükmüne teslimiyet göstermek,<br />

Allah için sevip Allah için buğzetmek, namaz kılmak,<br />

zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tavaf etmek,<br />

tevbe-istiğfar etmek vs. dir.<br />

Davranış ve eylemlerimizi düşünce ve inançlarımızın<br />

şekillendirdiğini kabul ettiğimizde her herhalde tembelliklerin<br />

en kötüsünün de “düşünce tembelliği” olduğunu kabul etmemiz<br />

gerekecektir. Bir müminin temel ödevi inancına<br />

göre hayatını düzenleme çabasıdır. Mü’min, yaratılış gayesinin<br />

“Allah’a kulluk” olduğunu bilen kimse olarak tüm<br />

hayatını ibadet kavramı çerçevesinde gözden geçirmek<br />

durumundadır.<br />

Çalışmak ama nasıl?<br />

Allahu Teala’nın yüce vasıflarla donattığı insan, her haliyle<br />

bir eylem, oluş, hareket üzeridir. İnanan inanmayan<br />

her insan hareket halindedir. İsteyerek ve istemeyerek/iradeli<br />

ve irade dışı mutlaka bir şeyler yapar. Uyanıkken isteğe<br />

bağlı olarak bir şeyler yapar, uykuda iken ise irade dışı<br />

olarak yine hareketlilik devam eder. Her insanın gün<br />

boyunca yaptığı sayısız eylemler, hareketler, davranışlar<br />

vardır. İnsan düşünür, planlar, konuşur ve düşünüp konuştuklarını<br />

eylem planına döker. Yarattığını en iyi bilen<br />

Yüce Allah, insanı başıboş bırakmamıştır. Onun davranışlarını<br />

düzenleyen, planlayıp programlayan ölçüler koymuştur.<br />

Bunlara riayet etmek hem insanın kendi yararınadır,<br />

hem de insanlığın yararınadır. Dünya düzeninin, ekolojik<br />

dengenin korunması da buna bağlıdır. Bu ölçülere uymakla<br />

insan, dünyasını kurtarıp kazandığı gibi, ahiretini<br />

de kurtarır ve kazanır. Ama bu ölçülere uymayan insan<br />

hem kendine kötülük etmiş olur, hem de başkalarına. Hem<br />

dünyasını karartmış olur, hem de ahiretini. “İyilik ederseniz<br />

kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da<br />

kendinizedir.” (İsra Sûresi, [17:7]) “Doğrusu sizin çalışmalarınız<br />

çeşitlidir.” (Leyl Sûresi, [92:4])<br />

İslam’a göre, davranışlara değer kazandıran, onları<br />

kalıcı kılan da inanç ve o inanç ölçülerine göre yapılan<br />

eylemlerdir. İnançsız olarak yapılan işler ve iman ölçüle-<br />

16<br />

IGMG • PERSPEKTİF


islam ve<br />

hayat<br />

rine uymayan eylemler boş, anlamsız ve zarardır. İnançsızlık<br />

ve iman ölçülerine uymamak insanın kendisine ve<br />

tüm varlığa karşı olan tutumunu şekillendirir. Varlığının<br />

anlamını kaybeden kimsenin eylemleri de anlamsızlaşır.<br />

Bu anlamda çalışmak ibadettir, ama her çalışma değil elbet.<br />

Müslüman’ın, İslamî ölçülere uygun olarak yaptığı<br />

bir çalışma ibadettir ki bu çalışmaya Kur’an “salih amel”<br />

adını vermiştir.<br />

Salih amel, Allah’ın haklarıyla, insanların haklarının<br />

gözetilerek yapılan bilinçli davranışlardır. Yani içerisinde<br />

isyan olmayan, haram karışmayan, kötü ve zarar niteliği<br />

taşımayan her hareket salih ameldir ve ibadettir. Öyle ki,<br />

kişinin ailesinin geçimini temin etmesi için koşuşturması<br />

da ibadettir, helalinden kazanıp getirdiklerini çoluk çocuğuna<br />

ikram etmesi de ibadettir, Yaradanına karşı yükümlülüklerini<br />

yerine getirmesi<br />

de ibadettir. Boşduranları kınayan<br />

Kur’an, koşturanlar adını verdiği<br />

bir sûresinin ilk ayetinde<br />

(Adiyat Sûresi, [100:1]) koşturanlara<br />

yemin ederek çalışıp çabalamaya<br />

teşvik etmiştir. Çalışıp<br />

çabalamaya teşvik eden pek çok<br />

ayetten bir kaçı şöyledir: İnsanın<br />

ve yeryüzünün yaratılış gayesi<br />

onun salih amel işlemesidir: “İnsanların<br />

hangisinin daha iyi iş işlediğinin<br />

ortaya koyalım diye,<br />

yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün<br />

süsü yaptık.” (Kehf Sûresi,<br />

[18:7]) “Hanginizin daha iyi<br />

iş işlediğini belirtmek için, ölümü<br />

ve dirimi yaratan O’dur. O,<br />

güçlüdür, bağışlayandır.” (Mülk<br />

Sûresi, [67:2])<br />

İnanan kişi işini sağlam yapmalı, evrende kendisine<br />

sunulan nimet ve imkanlardan en iyi bir biçimde yararlanmasını<br />

bilmelidir. “Ey dağlar ve kuşlar! Davud tesbih<br />

ettikçe siz de onu tekrarlayın, diyerek and olsun ki, ona katımızdan<br />

lütufta bulunduk; geniş zırhlar yap, dokumasını<br />

sağlam tut, diye ona demiri yumuşak kıldık. Ey insanlar!<br />

Yararlı iş işleyin; doğrusu ben yaptıklarınızı görenim.”<br />

(Sebe Sûresi, [34:10-11]) Çalışmalarda öncelikle ahiret<br />

hayatını kazanmak gözetilmelidir. Dünyaya dünya kadar,<br />

ahirete ise ahiret kadar değer verilmelidir.<br />

Allah’ı anmakla fazlını aramak arasında<br />

Dünya sonlu ve yok olucu; ahiret ise kalıcı ve sonsuzdur.<br />

Ahireti hedefleyen kimse dünyayı da elde eder,<br />

ama gayesi yalnızca dünya olan kimsenin ahirette alacağı<br />

hiçbir şey yoktur. “Böbürlenme! Allah şüphesiz ki böbürlenenleri<br />

sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde, ahiret<br />

yurdunu gözet, dünyadaki payını da unutma; Allah’ın<br />

sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik yap; yeryüzünde bozgunculuk<br />

isteme; doğrusu Allah bozguncuları sevmez.”<br />

(Kasas Sûresi, [28:76-77]), “İşte büyük kurtuluş şüphesiz<br />

budur. Çalışanlar bunun için çalışsın.” (Saffat Sûresi,<br />

[37:60-61])<br />

Kur’an’ın salih amel dediği tüm güzellikler, aslında<br />

Müslümandan sadır olması gereken davranışlardır. İslam<br />

bu güzellikleri ibadet olarak niteleyerek, davranışlara manevi<br />

bir boyut kazandırır. Buna göre İslam inancında, insanının<br />

davranışlarında dünya ve ahiret, madde ve mana hep içiçedir.<br />

Salih amel, hem sahibinin, hem de başkalarının yararınadır.<br />

Salih amelin karşılığı hem dünyada hem de ahirette<br />

sahiplerine dönecektir. Elbette salih amellerin ahiret<br />

kazanımları dünyadaki kazanımlarından çok daha fazladır.<br />

İslam, Müslüman’ın hayatını “zikrullah” ile “fazlullah”<br />

arasında bir koşturmaca (Cuma Sûresi, [62:9-10])<br />

olarak değerlendirmiş ve ona göre<br />

planlamıştır.<br />

Bir taraftan “zikrullah”a (Allah’ı<br />

tanıyıp anmaya, O’nu her zaman<br />

hatırda tutup O’na göre yaşamaya)<br />

çağırmış; ardından da<br />

“fazlullah” diye adlandırdığı rızık<br />

talebine, dünya işine bizleri yönlendirmiştir.<br />

İslam’a göre, Müslüman’ın<br />

tam dinlenip istirahat edeceği<br />

yer cennettir.<br />

O, cenneti hakedinceye kadar<br />

koşturmak ve çalışmak borcundadır.<br />

İslam insanı, hayırlı bir işte yorulur,<br />

bir başka hayırlı işte dinlenir.<br />

Nitekim Yüce Rabbimiz bunu şöyle<br />

belirtir: “Öyleyse, bir işi bitirince<br />

diğerine giriş. Ve yalnız Rabbine<br />

yönel, Onu iste, O’ndan iste.”<br />

(İnşirah Sûresi, [94:7-8])<br />

İnsanlığı doğrularla tanıştırma görevi ile insanlar arasından<br />

seçilen, rehber insanlar, peygamberler; davetlerinin<br />

karşılığı olarak, insanlardan herhangi bir ücret/ karşılık<br />

ne istemişler ve ne de beklemişlerdir. Onlar hep şu mesajı<br />

tekrarlamışlardır: “Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.<br />

Benim ecrim ancak Alemlerin Rabbine aittir.” (Şuara Sûresi,<br />

[26:109, 127, 145, 164, 180]) Onlar kendi geçimlerini<br />

kendi el emekleri, göz nuru ve alın teriyle kazanmışlardır.<br />

Sözgelimi kaynaklarımız Hz. Adem’in ziraatçi, değirmenci<br />

ve ekmekçi; Hz. Nuh’un gemici marangoz; Hz.<br />

Zekeriya’nın marangoz; Hz. Süleyman’ın zembil- küfeci;<br />

Hz. Davud’un demirci; Hz. İbrahim’in elbiseci olduğunu<br />

söylerler. 1 Bu seçkin insanların bu farklı mesleklerde çalışmış<br />

olmaları, hem onların kendi hayatlarını, kendi el<br />

emekleriyle kazandıklarını, hem de insanlığın yararına<br />

olan her mesleğin değerli ve onurlu olduğuna işaret eder.<br />

1<br />

Abdullah b. Mahmud el- Mesılî, el-İhtiyar, İstanbul 1980, IV, 170.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

17


islam ve<br />

hayat<br />

Peygamber hayatının<br />

bir parçası: Çalışmak<br />

Çalışma insan için bir zorunluluk olduğu kadar aynı<br />

zamanda bir görevdir de. Görevdir, çünkü insan, hem<br />

kendine, hem de çevresine karşı görev ve sorumlulukları<br />

olan bir varlıktır.<br />

Murat KURT • muratkurt66@hotmail.com<br />

Hepimizin bildiği gibi peygamberler, hayatımızın<br />

her safhasına ışık tutan ve örnek davranışlarıyla<br />

insanlığa model olan, Allah (cc) tarafından<br />

seçilmiş mümtaz insanlardır. Her<br />

alanda olduğu gibi çalışma hayatında ve meslek erbabı<br />

olarak da bizlere model olmuşlardır. İnanan insanlara düşen<br />

onların bu alandaki örnek hareketlerini yaşadığı çağa<br />

taşımaktır.<br />

Çalışma, insanın en temel eylemlerinden ve insan olarak<br />

var olmanın şartlarından biridir. Hayatın tüm alanlarında<br />

insanın muvaffak olduğu başarılar, onun çalışan bir<br />

varlık olmasına dayanır. Çalışmayanın insanlar arasında<br />

değeri de olmaz. Çalışma insan için bir zorunluluk olduğu<br />

kadar aynı zamanda bir görevdir de. Görevdir, çünkü<br />

insan, hem kendine, hem de çevresine karşı görev ve sorumlulukları<br />

olan bir varlıktır.<br />

Başkalarına muhtaç olmadan, kendi el emeği veya aklı<br />

ile kazanmak en iyi çalışma şeklidir. Peygamberimiz<br />

“Kişinin yediği en hayırlı yemek, elinin emeği ile kazandığı<br />

yemektir. Allah’ın peygamberi Davut (as) da elinin emeği<br />

ile geçinirdi” buyurmuşlardır. (Teysiru’l - Vusul. 3-178)<br />

Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen peygamber efendilerimizin<br />

her biri, bir veya birkaç dünya işiyle meşgul<br />

olmuşlar ve dünya geçimlerini bu yoldan tedarik etme yoluna<br />

başvurmuşlardır. Böylece hem insanlara güzel ve<br />

faydalı meslekleri öğretmişler, hem de insanlara boyun<br />

bükmekten kurtulmuşlardır. Bundan dolayı da tevhid akidesini<br />

kimseden korkmadan savunmuşlardır. Ana işleri<br />

“Peygamberlik” yani irşad, tebliğ olsa da hepsi insandı, kuldu<br />

ve geçimlerini temin etmek için çalışıyorlardı.<br />

Hz. Adem’den (as) son Nebi’ye (sav)<br />

Hz. Adem (as): İlk ziraat mühendisi ve çiftçi idi.<br />

Hz. Şit (as): Dokumacıların, örücülerin ve mensucat sanayiinin<br />

ilk kurucusu idi.<br />

Hz. İdris (as): İğneyi ilk icat eden, ona delik açan, iplik<br />

geçiren olduğundan, terzicilerin- konfeksiyoncularınörücülerin<br />

piri sayılır.<br />

Hz. Nuh (as): Marangozcuların -gemicilerin- denizcilerin<br />

ve barbarosların piri idi.<br />

Hz. Hud (as): Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.<br />

Hz. Salih (as): Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini<br />

hem içer, hem de satıp dünyalığını temin ederdi. Salih<br />

peygamberin devesi meşhurdur.<br />

Hz. İbrahim (as): Mimardı. Kabeyi yeniden inşa edişiyle,<br />

Hz Süleyman (as)’a ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir.<br />

Hz. Lut (as): Tarihçi idi. Seyyahların, Evliya çelebilerin<br />

piridir.<br />

Hz. İsmail (as): Kara ve deniz avcılığı ile geçimini<br />

sağlardı. Avcıların piri sayılır. 70 dil bilirdi. Tercümanların<br />

da piridir.<br />

Hz. İshak (as) ve Hz. Yakub (as): Çoban idiler.<br />

Hz. Yusuf (as): Saati ilk icat eden, toprak mahsulleri<br />

ofisini ilk defa kuran, bolluk zamanında depolamayı, kıtlık<br />

zamanında halka dağıtmayı düşünen maliye bakanlığı<br />

yapmış bir peygamberdir.<br />

Hz. Yakub (as) ve Hz. Şuayb (as): Ziraatçı idiler.<br />

Hz. Musa (as): Çobanlık yapmış ve Hz. Şuayb (as)’a<br />

hizmetçilik etmiştir. Bir büyüğe hizmet etmekte peygam-<br />

18<br />

IGMG • PERSPEKTİF


islam ve<br />

hayat<br />

ber mesleklerinden biridir.<br />

Hz. Harun (as): Vezir idi.<br />

Hz. Davud (as): Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli<br />

ordular kuran, Calut’un ordularını mağlup eden bir kumandandır.<br />

Hz. Süleyman (as): Emir, hükümdar idi. Sazlardan<br />

zenbil yapardı. Bakır madenini ilk defa işleyen O’dur.<br />

Hz. Zülkif (as): Ekmek pişirirdi, fırıncıların piri idi.<br />

Hz. İlyas (as): Dokumacı ve iplikçilerin piri idi.<br />

Hz. Yunus (as): Balık avlayıp geçinirdi, balıkçıların<br />

piri idi.<br />

Hz. Üzeyir (as): Bahçıvan idi. Meyve ağaçlarını ilk<br />

defa aşılayan fidan yetiştiren, budama işlerini insanlara<br />

öğretendir. Bağ ve bahçe işleriyle uğraşanların piridir.<br />

Hz. Lokman (as): Doktorluk ve eczacılık mesleğinin<br />

piridir.<br />

Hz. İsa (as): Avcı idi. Av aleti ile geçimini temin ederdi.<br />

Peygamberimiz (as), “Rızkın onda<br />

dokuzu ticarettedir”, “Doğru ve dürüst<br />

tacir kıyamet gününde sıddıklar<br />

ve şehidlerle birlikte haşredilecektir.”<br />

buyurmuştur.<br />

Son Nebi ve Çalışmak<br />

Hz. Muhammed (sav): Allah Rasûlu sevgili Peygamber<br />

Efendimiz gerek sözü ile, gerekse yaşayışı ile insanlığa<br />

örnek olmuştur. Çalışma ve gayret konusunda da<br />

O’nun pek çok ibretli sözü mevcuttur. Fakat bu hususta bizzat<br />

yaşayarak anlatmak istedikleri, sözlerinden çok daha<br />

fazladır. Çünkü O, yapmadığını söylemez; bir şeyi tavsiye<br />

veya emretmişse, muhakkak kendisi tatbik eder ve öyle<br />

söylerdi. Bu sebeple Rasûlullah her konuda olduğu gibi<br />

çalışma konusunda da en güzel örnek şahsiyeti temsil<br />

etmektedir.<br />

Hz. Peygamberin hayatı çalışmakla geçmiştir. Rasûlullah<br />

Efendimiz, çalışmaya çocukluğundan itibaren başlamıştır;<br />

çocukluğunda sütannesi Halime’nin koyunlarını otlattığı<br />

gibi, daha sonra da Mekke’de ücret karşılığı Kureyş’in<br />

koyunlarını gütmüştür. Olgunluk yaşına geldiğinde<br />

ticareti iyice öğrenmiş ve bütün Mekkelilerin güvenini<br />

kazanmıştır. Bir çok Mekkeli tüccar onunla çalışmak,<br />

kervanını ona teslim etmek istemiştir. Bu dönemde Peygamberimiz<br />

Hz. Hatice’ye ait ticaret kervanının başına<br />

geçmiş ve Basra’ya gitmiştir. Böylece Peygamberimiz,<br />

artık kendi geçimini kazanmaya başlamış ve geleceğe yönelik<br />

olarak da, bir evin sorumluluğunu alacak donanıma<br />

sahip olduğunu göstererek Hz. Hatice validemizle aile hayatı<br />

kurmuştur. Ticaretin yanısıra efendimiz çok yönlü bir<br />

insan olarak eğitimcilik, ordu komutanlığı ve devlet başkanlığı<br />

görevlerinde bulunmuştur.<br />

Bütün peygamberler gayet ciddi, lüzumlu ve faydalı işlerde<br />

çalışıp, insanlara numune olmuşlar, pirlik ve liderlik<br />

yapmışlardır. Hiçbir peygamber tali ve boş işlerle meşgul<br />

olmadıkları gibi, sırf para kazandıran, fakat insanlığa<br />

hiçbir faydası olmayan, işlerle de uğraşıp boş vakit geçirmemişlerdir.<br />

İslam’dan önce bazı zahidlerin, İslamiyet sonrasında<br />

bir kısım tasavvuf erbabının dünyaya devamlı kötü gözle<br />

baktıkları, fakirliği, zenginliğe tercih ettikleri halvet ve<br />

çilehanelere çekilerek, dünyayı kökten reddettiklerini biliyoruz.<br />

“Bir lokma, bir hırka” tabirleriyle ifadesini bulan<br />

bu görüşlerin, Peygamber Efendimizin çalışma sünneti<br />

ile ters düştüğünü görmekteyiz.<br />

Bunu iyi kavramış olan Hz. Ömer (ra), hiç çalışmaksızın<br />

Medine sokaklarında oturan, başkasından bir şeyler<br />

bekleyerek karnını doyuran ve kendilerini mütevekkil olarak<br />

adlandıran Yemenlileri “Siz mütevekkil (tevekkül eden)<br />

değil müteekkilsiniz (hazır yiyiciler), mütevekkil, tohumu<br />

toprağa atandır” diyerek kovmuştur. Bunlardan anlaşılıyor<br />

ki, tevekkül ile çalışma arasında bir zıtlık yoktur.<br />

Bugünkü egemen dünyanın üstünlüğünü sağlayan şey;<br />

ilim ve teknoloji ve insanın bu dünyadaki hayatına değer<br />

vermeye, bu hayatı her an daha mükemmel hale getirmenin<br />

insan elinde olduğuna inanmaya dayanır. İnanmaya,<br />

dolayısıyla maddiyata dayalı bir hayatı sürmeye dayanır.<br />

Buna karşın biz, madde ve maneviyet ekseninde iki cihan<br />

saadetini hedefleyen müminler olmamız gerekirken,<br />

duyarlı davranmak adına, bugün geldiğimiz noktada elimizde<br />

bir takım firma, marka listeleri ile dolaşıp protesto<br />

gösterileri yapmaktan öteye giden fazla bir girişimimiz<br />

maalesef yok. Oysaki Peygamberimiz (as), “Rızkın onda<br />

dokuzu ticarettedir.”, “Doğru ve dürüst tacir kıyamet gününde<br />

sıddıklar ve şehidlerle birlikte haşredilecektir.”<br />

(Tirmizî, Hakim, İhya. 2-162) buyurmuştur. Kur’an’ı Kerim’de<br />

“Allah’ın sana verdiğinden ahiret yurdunu iste,<br />

ama dünyadan da nasibini unutma” (Kasas Sûresi,<br />

[28:77]) buyurulmaktadır.<br />

Sonuç olarak söylemeliyiz ki, peygamber hayatları çalışmaya<br />

bir değer atfetmekte ve onu yüceltmektedir. Bununla<br />

birlikte İslam dininin temel kaynaklarında, ister hayatın<br />

devamını sağlayacak temel ihtiyaç maddelerinin üretimine,<br />

isterse hayatın kaliteli ve kolay yaşanmasını sağlayacak<br />

altyapıyı kurmaya yönelik olan çalışmalara bir<br />

değer atfedildiği de açık bir biçimde görülmektedir. Durum<br />

böyle olmasına rağmen Müslüman dünyanın buna<br />

paralel bir görünüm sergilemediği de bir gerçektir. Bu durum,<br />

zihniyetimizi oluşturan temel kaynaklara yüklenilen<br />

anlamlarla alakalı olsa gerektir. Zihniyetimizin inşasında<br />

bunların yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

19


islam ve<br />

hayat<br />

Hayatın<br />

iş ve ibadet boyutu<br />

İbadet, hayattan kopuk değil, hayat ile iç içedir.<br />

Müslümanın hayatında hayat ayrı, ibadet ayrı gibi<br />

bir bölünme de yoktur.<br />

Assoc. Prof. Özcan HIDIR • ohidir@hotmail.com<br />

İlahî dinlerin temel esasları arasında yer alan ibadetler,<br />

esas olarak dinin, inanç boyutundan gözlemlenebilir<br />

ve yaşanabilir davranışlar boyutuna gelmesidir. İslam<br />

Dini’nde ise ibadetler; sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak<br />

için yapılan belirli bazı davranışlar olarak görülmemiş,<br />

hemen bütün dünya hayatının bir ibadet haline<br />

dönüştürülebilmesi için, Allah Teâlâ’ya kulluk ve O’na<br />

yakınlaşma maksadıyla yapılan veya terk edilen her davranış,<br />

kulluk/ibadet olarak değerlendirilmiştir. Şu ayetinde<br />

Cenâb-ı Hak, buna işaret eder: “De ki: Şüphesiz benim<br />

namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin<br />

Rabbi olan Allah içindir” (En’âm Sûresi, [6:162]).<br />

Buna göre İslam’da ibadet ve kulluk, sadece namaz, oruç,<br />

hac, zekât ve dualardan ibaret değil, bir Müslüman’ın Yüce<br />

Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaptığı dünyadaki<br />

her güzel ve yararlı iş yani “amel-i sâlih”tir. Dindarlığın<br />

esasını îman vücuda getirirse de, kalpteki îmanın varlığını<br />

fiilen ibadetler ortaya koyar. Allah Teâlâ, “Ben insanları<br />

ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım”<br />

(Zâriyât Sûresi, [51:56]) buyurarak, kâinattaki en<br />

şerefli mahlûk olan insanın da kendisine kulluk maksadıyla<br />

yaratıldığını bildirir.<br />

Şu halde insanoğlu, iş ve ibadet hayatını bu gayeye<br />

uygun olarak, kendisine verilen görevleri yerine getirme<br />

derecesine göre, Allah Teâlâ’ya yaklaşır.<br />

Meseleye bu açıdan bakılırsa, hayatın kendisi bir ibadet;<br />

bütün ibadetler de hayattır. Zira ibadet hayattan kopuk<br />

değil, hayat ile iç içedir. Müslümanın hayatında hayat<br />

ayrı, ibadet ayrı gibi bir bölünme yoktur. Zira ibadet<br />

Müslümanın hayatında iğreti duran bir husus değil, hayat<br />

dokusunun özünde bulunan bir iksir olup, İslam’da gerek<br />

ferdin gerekse toplumun hayatı el ele dokunur. Bir “İslam<br />

insanı” veya bir “İslam toplumu”ndan söz edilecekse<br />

bu, ancak ibadeti ve iş hayatını Allah Teâlâ’ya yakınlık<br />

duygusu ile bütünleşme halinde olur. Bu itibarla İslam<br />

Dîni, evrensel bir din olup tüm insanlığa ve hayatın<br />

bütün alanlarına yönelik teori-pratik, îman-aksiyon/amel<br />

ve ahlâkı kucaklayan âileden ekonomiye, fertten devlete,<br />

sosyal hayattan siyasî hayata kadar bir dizi esaslar getirmiştir.<br />

Bu sebeple İslam, müslümanın iş hayatı ve çalışma<br />

düzeni ile günlük, haftalık ve senelik ibadetleri arasında<br />

uyum/ahengin de tedbirlerini almıştır.<br />

Modern iş hayatı ve ibadetin zorluğu<br />

Ne var ki, günümüzde özellikle Batı dünyasında iş hayatı,<br />

fabrikaların ve diğer kurum ve kuruluşların çalışma<br />

şekli ve zaman ayarlamaları, her ne kadar ekonomik açıdan<br />

verimli olduğu iddia edilse bile, ibadetlerin yerine<br />

getirilmesi açısından birtakım sıkıntılar meydana getir-<br />

Bir “İslam insanı” veya bir “İslam<br />

toplumu”ndan söz edilecekse bu,<br />

ancak ibadeti ve iş hayatını Allah<br />

Teâlâ’ya yakınlık duygusu ile bütünleşme<br />

halinde olur.<br />

20<br />

IGMG • PERSPEKTİF


islam ve<br />

hayat<br />

İslamiyet, ibadet hayatında dengeli<br />

olmayı, kendi nefsini, âile fertlerini<br />

ve sorumlu olduğu insanları ihmal<br />

edecek tarzda aşırılığa gidilmemesini<br />

esas almıştır.<br />

mektedir. Bu açıdan bakılırsa, kapitalizmin yön verdiği<br />

bugünkü çalışma hayatı, insanların dinî, ilmî, içtimaî, idarî,<br />

siyasî, iktisadî ve ailevî alanları arasına bir ahenk ve uyum<br />

sağla(ya)mamaktadır. Aksine daha zıtlaşma, uzaklaşma<br />

getiriyor ve böylece çalışma hayatı ahlâkla, siyasî hayat<br />

dinle, idarî hayat ise hem din ve hem de ahlâkla çatışmakta,<br />

çelişmekte ve böylece insan fıtratına ters düşmektedir.<br />

Zira sekiz-on saat iş başında çalışmak durumunda<br />

olan bir Müslüman ibadeti ile işi arasında sıkışıp<br />

kalmaktadır. Buna bir de işin kendisinden kaynaklanan<br />

zorluklar eklenince, iş daha da içinden çıkılamaz bir hâl<br />

alır. Şu halde ibadetle hayat arasındaki ilişkinin, modern<br />

zamanlarda dünyevîleşme (sekülarizm) sürecinde büyük<br />

oranda kopmuş olduğunu söylemek gerekir. Bu arada modern<br />

zihinler, “Sanki Müslüman ibadetini yapar, ama işini<br />

ve hayatını İslam dışındaki ölçülerle yürütebilir” gibi<br />

bir anlayışa, ya da peşin kabule sürüklenmiştir.<br />

Öte yandan iş hayatı ile ibadetlerin gayr-i müslim ülkelerde<br />

yaşayan Müslümanlar açısından dikkatle değerlendirilmesi<br />

gereken bir yönü de, gayr-i müslimlerle aynı<br />

mekânda yani iş yerlerinde çalışanların ibadetlerini yaparken<br />

bir şov görüntüsü vermemeleridir. Zira bazan namaz<br />

kılmak isteyen bir kısım Müslümanlar, abdestlerini<br />

herkesin kullandığı lavabolarda almakta, namazlarını da<br />

ulu-orta yerlerde kılabilmektedirler. Bu durum, İslam Dîni’ni<br />

anlatmaya vesile olması açısından bazı faydalar sağlayabilir.<br />

Yine açık alanlarda huzur ve huşû ile kılınan namazın,<br />

iç huzuru arayışında olan bazı Batılı insanların<br />

gönlünün İslam’a açılmasına vesile olduğu da bir gerçektir.<br />

Ancak bu halin, İslamî tebliğ ve İslam-Müslüman<br />

imajı açısından sakıncalı durumları da beraberinde getirdiği<br />

unutulmamalıdır. Zira bazı Müslümanlar herkesin gelip<br />

geçtiği cadde ortasında veya önemli bir devlet binasının<br />

önünde veya kalabalık bir parkta namaz kılarken görüntülenebilmektedir.<br />

Bu ise bazan Batı basınında alay<br />

konusu bile olmaktadır. Şüphesiz namazın vaktinin geçiyor<br />

olması, burada anlaşılabilir ve geçerli/meşru bir mazerettir.<br />

Ancak bu durumdaki bir Müslümanın daha sakin<br />

mekânları tercih etmesi, dolayısıyla istemeden en önemli<br />

ibadet olan namazının bir şova dönüşmesinin önüne<br />

geçmesi, hem İslam’ın hem de namazın rûhuna daha uygundur.<br />

İbadetin “İbadet” olabilmesi için bile günlük iş ve âile<br />

hayatının İslam’ın bütünlüğü içinde inşa edilmiş olmasına<br />

ihtiyaç vardır. Zira insanın Allah’ın huzurunda<br />

durma yoğunluğuna ulaşamadığı bir hayat içinde, yani insanın<br />

kalbi, dimağı, uzuvlarından her biri bir yerde takılıp<br />

kalmışken, uzuvlarının bir araya getirilebilmesi mümkün<br />

olamaz. Bu sebeple, esasen bir ibadet olan hayat-iş ile<br />

takva ve ihlasın yön verdiği ibadetlerimizi bir arada ahenk<br />

içinde götürmek, bugün dünden daha önemli hale gelmiştir.<br />

Zira Allah Teâlâ ile ilişki biçimi hem de dindarlığın<br />

bir ifadesi olan ibadetlerin, ihlâs, samimiyet ve Rızâi<br />

Bârî (Allah’ın rızası) ile yapılması, insan psikolojisini etkiler;<br />

ona manevî bir coşkunluk, huzur ve heyecan verir<br />

ve bu da iş hayatına olumlu-pozitif yansır.<br />

Buradan hareketle bir ibadet niyetiyle âhiret hedeflenerek<br />

yapılan iş ve ibadetler, insanın hayatını, ölümü ve<br />

ölüm ötesini anlamlandırmada da ona çok önemli katkılar<br />

sağlar. İnsanı sadece maddî değerlere bağlanıp kalmaktan<br />

kurtararak insanı hem dünya hem de âhiret hayatında<br />

gerçek mutluluğa götürür. Bilinçli olarak Allah Teâlâ’nın<br />

huzurunda olduğunu hisseden insan, daima O’nun<br />

(cc) kontrolünde bulunduğunu düşünür ve iş hayatını<br />

O’nun emir ve yasakları, helâl ve haramları çerçevesinde<br />

düzenler. Böylece ibadetler, kişinin sadece Yüce Allah ile<br />

olan ilişkisini değil, aynı zamanda Müslüman olsun gayri<br />

müslim olsun etrafındaki diğer insanlar ve bütün canlılarla<br />

olan ilişkisini de olumlu etkiler. Bu şuurla yapılan<br />

ibadet, Cibrîl hadisinde Peygamber Efendimiz’e “İhsan nedir?”<br />

diye sorulduğu zaman, Efendimizin, “Allah’a sanki<br />

Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir…” (Buhârî, Îmân,<br />

37; Müslim, Îmân, 1, 5) diye cevap verdiği üzere, ihsan derecesinde<br />

kulluk ve ibadet olur. Böyle bir ibadet ise, “Muhakkak<br />

ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”<br />

(Ankebût Sûresi, [29:45]) âyet-i kerîmesinden de anlaşıldığı<br />

üzere, günümüzde çoğunlukla şâhit olduğumuz üzere,<br />

kişiyi her türlü kötülükten, stresten, depresyondan, iş<br />

ve mal hırsından, şahsî ve âilevî huzursuzluklardan alıkoyarak<br />

çalışma/iş hayatını ve ahlâkını güzelleştirir.<br />

İbadetlerde maddî ve ruhî hayat arasındaki denge<br />

İbadetlerde maddî ve ruhî hayat arasında denge gözetilmesi,<br />

dünya hayatı için âhiret, âhiret hayatı için de dünya<br />

hayatının feda edilmemesi, âhiret hayatına yönelik olarak<br />

işlerin düzenlenmesi, ancak hiç bir surette dünya hayatının,<br />

günlük işlerimizin ihmal edilmemesi gerekir. Yani<br />

dünyanın kesben (kazanç ve rızık temini için) değil,<br />

kalben terk edilmesi lazımdır. Kısacası İslamiyet, ibadet<br />

hayatında dengeli olmayı, kendi nefsini, âile fertlerini ve<br />

sorumlu olduğu insanları ihmal edecek tarzda aşırılığa gidilmemesini<br />

esas almıştır. Bu anlamda, Fahr-i kâinat Efendimiz<br />

–sallallahu aleyhi ve sellem’-, az da yapılsa, devamlı<br />

ve sürekli yapılan ibadeti öğütlemiş; iş ve ibadet<br />

hayatında dengeli olmayı emir ve tavsiye etmiştir. Büyük<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

21


islam ve<br />

hayat<br />

Kendisi için namaz kılmayan, kendisi<br />

ve âilesi için helâl kazanç peşinde koşmayan,<br />

kendisi için âhiret yatırımı<br />

yapmayan, kendisini geliştirecek bir<br />

okuma, düşünme, anlama, yorumlama<br />

faaliyetinde bulunmayan, “düne göre<br />

bugün daha ilerideyim” diyemeyen,<br />

bugün öldüğünde arkasında kalıcı bir<br />

“iz” bırakamayan, âilesine ve çevresindeki<br />

insanlara bugün daha güzel<br />

davranmayan, her an kötü alışkanlıklarından<br />

birini daha terk edip hayatına<br />

bir güzellik ekleyemeyen kimse Allah<br />

için bir şeyler yapabilir mi?<br />

bir hırsla iş hayatına dalıp âilesini, çocuklarını, sosyal sorumluluklarını<br />

ihmal etmek, esasen Efendimizin emir ve<br />

tavsiyesi olan denge ve i’tidal çizgisini iş ve dünya hayatı<br />

lehine kaybetmek olacaktır. Bu ise, günümüzde örneklerini<br />

pek çok Müslümanda gördüğümüz tam bir bocalama<br />

halidir. Zira burada kendi şahsî işleriyle hizmet ve dava<br />

işleri karışacaktır.<br />

Şu halde yapılacak iş, dava işleriyle şahsî işleri birbirine<br />

karıştırmamak; önce “kendi” olmaktır. Kendisi olamayan,<br />

kendisini tanımayan, iş ve ibadet anlamında kendisi<br />

için bir şey yapmaktan aciz birinin, din adına başkası<br />

için bir şey yapabilmesine ihtimal var mıdır? Boğulmuş<br />

biri, boğulmakta olan başka birini kurtarabilir mi? Kişinin<br />

öncelikli vazifesi kendine yeterliliğidir. Etrafına yardım bir<br />

sonraki adımdır. Yük olmamak, külfet getirmemek esastır.<br />

Bu anlamda Hz. Ömer’in (ra) “Bugün Allah için ne<br />

yaptın?” sözü, “Bugün kendin için ne yaptın?” ifadesi<br />

bağlamında düşünülmelidir. Zira kendisi için birşeyler yapamayan<br />

insan, aslında Allah için, İslam için de birşey<br />

yapamaz. Kendisi için namaz kılmayan, kendisi ve âilesi<br />

için helâl kazanç peşinde koşmayan, kendisi için âhiret<br />

yatırımı yapmayan, kendisini geliştirecek bir okuma, düşünme,<br />

anlama, yorumlama faaliyetinde bulunmayan, “düne<br />

göre bugün daha ilerideyim” diyemeyen, bugün öldüğünde<br />

arkasında kalıcı bir “iz” bırakamayan, âilesine ve<br />

çevresindeki insanlara bugün daha güzel davranmayan,<br />

her an kötü alışkanlıklarından birini daha terk edip hayatına<br />

bir güzellik ekleyemeyen kimse Allah için bir şeyler<br />

yapabilir mi?<br />

Bütün bunların yanı sıra ibadetlerimizi iş hayatımızla<br />

ahenk içinde götürmek için, iş hayatında önceliklerin ibadetlere<br />

göre belirlenmesinin de önemi büyüktür. İşlerin, ibadetler<br />

gözetilerek, o an için en ehemmiyetlilerini öne alıp<br />

diğerlerinin de önemine göre sıralanması gerekir. Bu “ehemi<br />

(daha önemli olanı) mühime (biraz daha az önemli olana)<br />

tercih etmek” demektir. Burada da “acil ve önemli<br />

olan işler”, “acil olmayan fakat önemli olanlar”, “acil fakat<br />

önemsiz olanlar”, “acil olmayan önemsiz işler” şeklinde<br />

bir sıralama yapılabilir; ibadetler de bu düzen içinde yerine<br />

getirilebilir. Bu sıralamayı ise; “Yaptığım bu iş gerçekten<br />

yapılması gereken bir iş midir?”, “Şayet bu işi yapmaktan<br />

tamamıyla vazgeçersem ne kaybederim?”, “Bu<br />

iş, başka bir vakte ertelenebilir mi?”, “Bu işe gerçekten lüzumlu<br />

ve ehemmiyetli olduğu için mi, yoksa haz için mi<br />

giriştim?” soruları bağlamında yapmak anlamlı olacaktır.<br />

İş-ibadet uyumunu sağlamadaki bazı önemli hatalar<br />

Bununla beraber burada sık tekrarlanan bazı hatalar<br />

vardır:<br />

Birincisi, az zamanda çok iş yapmaya çalışılarak çoğu<br />

zaman doğru işlerin, doğru zamanda, Müslüman’ın hayatının<br />

gayesine uygun olarak doğru istikamette yapılıp yapılmadığını<br />

gözden kaçırmaktır.<br />

İkincisi, her zaman hayattaki öncelikli işlerin acil işler<br />

(ehem) olduğu zannına kapılmak, kısaca meşguliyetin<br />

kıskacına düşüp ibadetleri ihmal ederek bocalamaktır.<br />

Üçüncüsü, işlerimizle ibadetlerimizin, arzu ve isteklerimiz<br />

ve sosyal/ictimaî hayatın getirdiği sorumluluklarla bir arada<br />

yürütülebilecek şekilde planlanamamasıdır.<br />

Dördüncüsü, iş ve ibadetlerimizde hedef ve plan yapmakla<br />

birlikte, esas olanın içerisinde bulunulan zaman/ândaki<br />

sorumlulukla alakalı olduğunu hatırdan çıkarmaktır.<br />

Beşincisi, küçük olsun büyük olsun işlerin ertelenmesidir.<br />

Zira ertelenen iş, zamanla birikecek ve bu da ibadet<br />

hayatımızı olumsuz etkileyecek, ibadet hayatımızın olumsuz<br />

etkilenmesi ise îmanımıza zarar verir noktaya ulaşabilecektir.<br />

Altıncısı, düzenli ve az uyuma konusunda gerekli hassasiyeti<br />

göstermemektir. Zira gereğinden fazla uykunun,<br />

insanı istirahat gayesinden uzaklaştırdığı, iş düzenini bozduğu<br />

ve her şeyden önemlisi hayatın bereketini giderdiği<br />

bir gerçektir.<br />

Bunlara dikkat edildiğinde, iş hayatının ibadetlerle insicâm/uyum<br />

içinde yürüdüğü görülecektir. Aksi bir durumda,<br />

yani iş ve ibadet hayatımızın düzenli yürümemesi, genelde<br />

suçluluk, yetersizlik, çaresizlik, huzursuzluk ve ümitsizliğe<br />

yol açacaktır. Bunun sonucu, genellikle stres, depresyon<br />

gibi asrımızın ruhî bunalımlarıdır. Bütün bunların neticesinde<br />

de, iş hayatında verimin düşmesi, işe kendini verememe<br />

ve elde edilmesi gereken azami faydayı temin edememe<br />

durumuyla karşı karşıya gelinecektir.<br />

Böyle bir durumun ise, ibadet-hayat/iş uyumu anlamında<br />

İslam’ın öngörmediği bir durum olduğu izahtan<br />

varestedir.<br />

22<br />

IGMG • PERSPEKTİF


Bilginin transferi ve<br />

Avrupa üniversiteleri<br />

Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları<br />

kültür<br />

Müslümanların bilim anlayışın temeli direk gözlemlemeye dayanıyordu:<br />

“Bir şeyin nasıl işlediğini anlamak için onu kendi gözlerinizle<br />

görmeniz gerekir ki, ancak ondan sonra onu yazabilirsiniz.”<br />

İlknur MELEKĞLU • imelekoglu@yahoo.de<br />

Ortaçağ Müslüman bilim adamı, alim, kaşif ve<br />

araştırmacılarının en dikkat çekici özelliği,<br />

bilgi için doyumsuz bir isteğe sahip olmalarıdır.<br />

Bu şahısların çalışmaları, sadece salt bilgi<br />

elde etmek için değildir. Tam tersine, onların çalışmaları<br />

pratikte uygulanabilir ve insanların yaşam kalitesinin<br />

artıran çalışmalardır.<br />

Peygamber Efendimiz’in “Kişi ölünce amelleri kesilir.<br />

Eylem defteri kapanır. Yalnız geriye kamuya yararlı sadaka,<br />

yararlı ilim, yahut kendisine dua eden iyi çocuk<br />

bırakmış olanın amel defteri kapanmaz. Onun ruhuna<br />

sürekli sevap gider,” Hadis-i Şerifi, bu Müslümanları,<br />

manevî anlamda oldukça motive etmiştir.<br />

Bu ansiklopedik şahıslar büyüleyici enerjileriyle buluşlarını<br />

yazmışlar, yüzlerce ciltlik kitapları çığır açan bilgilerle<br />

doldurmuşlardır. 8.yy’dan 13.yy’a dek süren İslam<br />

medeniyetinin altın çağı, antik dönem öğrenimini yok<br />

olmaktan kurtarmış, onu değiştirmiş yeni keşifler eklemiş,<br />

bilgiyi zenginleştirilmiş ve geliştirilmiş bir formda yaymıştır.<br />

Daha önce de değindiğimiz Beytül Hikme Müslümanların<br />

bilginin yayılması ve toplanması alanındaki büyük<br />

başarılarını gösteren örneklerdendir.<br />

Müslümanların bilim anlayışın temeli direk gözlemlemeye<br />

dayanıyordu: “Bir şeyin nasıl işlediğini anlamak için onu<br />

kendi gözlerinizle görmeniz gerekir ki, ancak ondan sonra<br />

onu yazabilirsiniz.” 10.yy bilim adamlarından İbn Heysem<br />

deneylerini tamamen karanlıkta yapmıştır. İlerleyen<br />

yazılarımızda daha ayrıntılı olarak ele alacağımız İbn Heysem<br />

teorilerini deneylerle ispatlayan ilk bilim adamları arasında<br />

yeralır. O düşündüğünü ispat etme yoluna giderek<br />

bilimsel metodların temelini atmıştır.<br />

Bu Müslümanların bilim merakı gayri müslimleri de<br />

etkilemiş ve onlar Müslümanların deneye dayalı eserlerini<br />

incelemek için akın etmişlerdir.<br />

1140’da Norfolk köyünde doğan İngiliz papaz ve bilim<br />

adamı Daniel of Morley bilgiyi bulmak için yola çıkmıştır.<br />

O Müslümanların keşfettiği bilgiye ilgi duyan ileri<br />

görüşlü Avrupalılardan sadece biriydi. Daniel’in, daha<br />

sonra Kral olan prens 2. Henry’e bir mektup yazarak, ondan<br />

Arapların şekiller, daireler ve gezegenlerin hareketleri<br />

ile ilgili fikirlerini okumasını anlamasını, kendisinin de<br />

Arapça kaynaklardan dünya ve dünyanın parçaları hakkında<br />

bir çok bilgi edindiğini belirten Adelard of Bath’ın<br />

öğrencisi olduğu tahmin edilmektedir.<br />

İbn Rüşd<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

23


kültür<br />

Avrupa’nın en eski üniversitelerinden Oxford Üniversitesi<br />

Daniel eğitimini ilerletmek için İngiltere’den ayrılarak<br />

önce Paris’e gitmiştir. Burdaki üniversite bozulmuştu. Daniel,<br />

“Bu hocalar(Paristekiler) çok cahillerdi ve sessiz kalarak<br />

bilginmiş gib davranmaya çalışıyorlardı” der.<br />

Bu nedenle Daniel Paris’te uzun süre kalmamış kendi<br />

ifadesiyle, Arapça öğretimin oldukça ünlü olduğu Toledo’ya<br />

(Tuleytu), dünyanın en bilgin filozoflarını dinlemeye<br />

koşmuştur. 12.yy’da Toledo’da Müslüman, Hristiyan<br />

ve Yahudi kültürü yanyana yaşıyordu.<br />

İngiliz Daniel’in Toledo’da yaşadıkları heyecan vericiydi<br />

çünkü, daha önce ellerinde sadece Yunan metinlerinin<br />

parçaları bulunuyordu ve bunların çoğu da sahte yada<br />

taklitti. Ama o şimdi Müslümanların geniş bir bilgi hazinesine<br />

sahip olduklarını bu bilginin kaynaklarının da<br />

onların sadece klasik Yunan’a ilgi duymadıklarını gösteriyordu.<br />

Klasik Yunan geniş bir şekilde Müslümanların<br />

500 yılı aşkın bilim adamlığıyla, eleştirilmiş, revizyon<br />

edilmiş ve eklemeler yapılmıştı.<br />

12.yy Toledo’su; Hristiyan Batı dünyasından her tercümanın<br />

yada bilim adamının ilgisini çekmiştir ve tüm<br />

bilim tarihi boyunca Arapça’dan Latince’ye en yoğun şekilde<br />

tercüme çalışmalarının yapılışına sahne olmuştur.<br />

Yunan filozof ve matematikçilerinin Batı’da kaybolan çok<br />

değerli çalışmaları Toledo’da Müslümanlar tarafından<br />

korunuyor ve zenginleştiriliyordu. Batı’da Averroes adıyla<br />

bilinen, İbn Rüşd’ün Aristo’nun eserleri hakkından yazdığı<br />

yorum ve eleştiri, Avrupa’da gerçek anlamda klasik<br />

uyanışın başlangıcı olmuştur ve bu Rönesans başlamadan<br />

200 yıl önce gerçekleşmiştir.<br />

İbn Rüşd’ün 12.yy.’da Kordoba’da Aristo’nun eserlerine<br />

yazdığı bu yorumların Arapça metinleri İskoçyalı bir<br />

bilim adamı Michael Scott ve onun varisi Herman the<br />

German tarafından Toleda ve Sicilya’da Latince’ye çevrilmiştir.<br />

Rogeln Omar BBC’de İbn Rüşd’ün Paris’i entellektüel<br />

başkente dönüştürebileceğini söylemiştir: “...İbn<br />

Rüşd bilim ve din arasındaki çelişkiyi<br />

yok etmeye çalışmıştır, çünkü<br />

bilmin getirdiği doğrular çoğu zaman<br />

(Hristiyan) dinî doğrular ile çelişiyordu...Bu<br />

girişim karşıt bir tepkiyle<br />

karşılanmış Hristiyan klisesi<br />

bu fikirleri farkettiğinde İbn Rüşd’ü<br />

ve Aristo’nun çalışmalarını yasaklamışlardır.<br />

Parisli entellektüeller<br />

bu hususta uzun yıllar klise ile çatışmışlardır.”<br />

Toledo’daki tercüme ustalarından<br />

biri de Gerard of Cremona’dır.<br />

Zahravi’nin 30 ciltlik tıp ansiklopedisini,<br />

İbn Heysem’in “Optiklerin<br />

Kitabı”nı, Kindi’nin geometrik<br />

optikler hakkındaki araştırmalarını,<br />

Razi’nin “Tuzların ve sulfatların<br />

sınıflandrılması çalışması”nı ve Banu<br />

Musa kardeşlerin pek çok kitabını Latince’ye kazandırmıştır.<br />

Toledo’da tercümeler bazen bir ekiple bazende tek bir<br />

kişi tarafından yapılmıştır. Şehir VI.Alfonso tarafından<br />

Hristiyanların eline geçmiştir ancak İslam dili, kültürü ve<br />

mimarisi muhafaza edilmiştir. Toledo’da çevrilen Latince<br />

metinler hala Toledo Katedrali’nde mevcuttur. Burada<br />

aralarında tarihi D.Morley zamanına kadar dayanan metinlerinde<br />

bulunduğu 2500 eser vardır.<br />

Avrupa üniversiteleri<br />

Avrupa’da üniversiteler 12.yy’da ortaya çıkmaya başlamıştır.<br />

İlk olarak İtalya’nın güneyinde görülmeye başlanan<br />

bu kurumlar daha sonra hızla İngiltere’ye kadar<br />

uzanmıştır. Fakat bu kurumlar neden birdenbire ortaya<br />

çıkmıştır?<br />

12.yy’da yoğun bir şekilde Müslümanların 500 yıllık<br />

birikimlerini içeren Arapça eserlerin tercüme edilmeye<br />

başlamasıyla, İslamî öğretim Ortaçağ Avrupa’sının büyük<br />

ilgisini çekti. Bu tercümelerin çoğu Toledo’da gerçekleştirilmiştir.<br />

Bu bilgi deposunun kuzeye yayılmasından önce, Avrupa’da<br />

öğretim temel olarak İncil eğitimi almış olan dinadamlarının<br />

tekelinde idi. Klise aynı zamanda bir öğretim<br />

kurumu idi ve burdaki eğitimden yararlanabilmek için<br />

kliseye üye olmak gerekiyordu. Ancak burda rasyonel yada<br />

bilimsel düşünce teşvik edilmiyordu. Bunun da ötesinde<br />

kim bir bilimsel açıklama getirecek olsa o “kafir” olarak<br />

adlandırılmaktan kurtulamıyor ve acı bir sonla karşılaşıyordu.<br />

Öte yandan aynı dönemlerde Müslüman topraklarda<br />

durum tam tersiydi ve bilimsel düşünce büyük destek görüyordu.<br />

İşte bu ortamda bilimsel deneylerle kanıtlanmış<br />

rasyonel teori ve düşüncelerin yer aldığı Arapça bilim<br />

kitaplarının Latinceye tercüme edilmesi Avrupa’da yeni bir<br />

24<br />

IGMG • PERSPEKTİF


kültür<br />

Arapca tercümelerin merkezi Toledo’da (Tuleytu) bir Katedral<br />

kitle ile buluştu ve Avrupa’da “Rasyonel skolastik<br />

felsefe” ortaya çıktı.<br />

Müslümanların bin yıl önce ortaya attıkları<br />

“Deneysel yaklaşım- hiç bir şeyi kesin kabul etmeden<br />

deneylerle tam doğruyu bulma yaklaşımı” onların<br />

bilim dünyasına yaptıkları en büyük katkılardandır<br />

şüphesiz. Bu anlamda en büyük baskı İbn<br />

Rüşd’den gelmiştir ve onun eserleri Paris başta olmak<br />

üzere Padua ve Bologna’daki üniversitelerde<br />

adeta bir devrim yapmış ve bir akım başlatmıştır.<br />

Bu akım artık din ve bilim arasında hiçbir zıtlık<br />

bulunmaması gerektiğini ispatlayan yeni bir dönemi<br />

başlatıyordu. Dünyayı ve gökyüzünü rasyonel<br />

bir şekilde açıklayan Müslüman bilim adamlarının<br />

başlattığı bu akım Avrupa’da yeni enstitüler<br />

açılmasına yol açtı. Bu yeni fikirler daha fazla<br />

manastırların içinde saklı tutulamadı ve eğitim<br />

burdan katedral okullarına sıçradı. Manastırlarda<br />

kısıtlı sayıda öğrenci belirli bir düzen içinde eğitim<br />

görürken, katedral okulları tüm Avrupa’dan<br />

öğrencilerin iligisini çekmiş çok daha özgür düşünen<br />

bağımsız düşünürler yetiştirmiştir.<br />

Bu öncü kurumlardan biri de bir Fransız katedral<br />

okulu olan Chartres’dir. Burada yapılan çalışmalarla<br />

Rönesans’ın temelleri atılmıştır. 1140’lı yıllarda<br />

burada öğrenciler bilimsel yaklaşımın İncil’de bahsedilen<br />

yaratılış hikayesi ile uyumlu olduğunu öğrenmişlerdir.<br />

Başka bir deyişle dinle bilmin çelişmediğini öğrenmişlerdir.<br />

Bu öğreti Avrupa’da devrimsel bir kavramdı<br />

ve Thierry eleştirilere rağmen bunları cesaretle anlatan<br />

biriydi. Ortaya çıkan bu yeni bilimsel ruh Thierry’nin de<br />

hırsla topladığı Müslümanların kitaplarında cevaplarını<br />

bulmuştur.<br />

Bu ketadral okulları kısa bir süre içinde 12.yy’ın sonlarına<br />

doğru üniversitelerin kurulmasına öncülük etmiştir.<br />

Batı Avrupa’nın ilk üniversitesi Güney İtalya’nın Salerno<br />

kentinde kurulmuştur. Constantine the African kendi ülkesi<br />

Tunus’tan buraya bir çok kitap getirmiş ve bu kitapları<br />

Latince’ye çevirmiştir. Kayravan camii kompleksinden<br />

getirilen bu kitapların tamamı tıp alanında idi ve Avrupa’da<br />

tıp sahasında yüksek öğretimin başlamasını tetiklemiştir,<br />

çünkü daha önce Avrupa bu alanda yapılan<br />

araştırmalara ulaşamıyordu.<br />

Fransa’nın Montpellier kenti de Salerno’nun bir şubesi<br />

niteliğinde idi ve Müslüman tıp ve astronomisinin<br />

çalışılma merkezi olmuştu. 1137 gibi erken tarihlerde bu<br />

kent tüm bölgelerden öğrencilerin akınına uğramıştır. Bu<br />

öğrencilerden biri de Robert the Englishman’dir ve astrolabe<br />

(Türkçe adı usturlap- gökcisimlerinin yüksekliğini<br />

tayin etmede kullanılan bir gözlem aracı) ve kadran adlı<br />

Müslümanların buluşları üzerine birer araştırma yazısı<br />

yazmıştır.<br />

12.yy başlarında Arapça eserlerin bilgisine sahip olan<br />

öğretmenlerin seyahata devam etmesiyle Batı dünyasının<br />

eğitim gücü Paris’e taşındı ve Parisli düşünürler 3 büyük<br />

okulda; Notre Dame,St. Victor ve St. Genevieve’de<br />

toplandı.<br />

Notre Dame’ın tercüme edilmiş, bilimsel dönüm noktalarını<br />

oluşturan metaryeller ile desteklenmesi ile 1170 yılında<br />

üniversite büyük bir değişim geçirmiştir. Parisli öğretmen<br />

ve öğrenciler artık yavaş yavaş 4 farklı fakülte<br />

(sanat, teoloji, hukuk ve tıp) altında gruplaşmışlardı. Bu<br />

merkezler Oxford Üniversitesi’nin doğuşuna zemin hazırlmışlardır,<br />

bunda kısmen 2.Henry’nin İngiliz öğrencilere<br />

Paris’teki öğretimdeki duraksamadan dolayı orda eğitim<br />

görmelerini yasaklamasının da etkisi olmuştur. İşte<br />

bu dönemlerde Dainel of Morloy Paris’e gelmiş ve burdaki<br />

eğitimin monotonluğundan dolayı Toledo’ya geçmiş<br />

daha sonra da Oxford Üniversitesi’nde Toledo’da öğrendiklerinden<br />

oluşturduğu ilk bilim kitaplarını ders kitabı<br />

olarak okutmuştur.<br />

Bugün bir çok tarihçi Oxford gibi pek çok Batılı üniversitenin<br />

projesinin; Kordoba’daki gibi Müslüman üniversitelerinde<br />

bulunmuş açık görüşlü, seyahat eden bilim<br />

adamlarının buralardan öğrendikleri ve aktardıklarıyla<br />

oluşturulduğunda hem fikirdir. Hatta Müslümanlara ait<br />

rasyonel düşünce temeliyle yazılmış ve Latince’ye tercüme<br />

edilmiş eserlerin haçlı seferleri dönüşünde getirilmesi<br />

de bu üniversitelerin oluşumunda etkili olmuştur.<br />

Kaynak:<br />

• 1001 Inventions-Muslim heritage in our world, Chief Editor-Prof. Salim<br />

T S Al-Hassani<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

25


toplum<br />

Çift<br />

dillilik<br />

Çiftdilliliğin bir alt türünü oluşturan çocukluğun<br />

erken dönemindeki çiftdillilikte, her iki dilin öğrenilmesini<br />

zorunlu kılan sosyal ve dilsel çevre<br />

sözkonusudur.<br />

Aişe ALTINTAŞ • aise.goldstein@googlemail.com<br />

Çiftdillilik en geniş anlamıyla iki dilin aynı anda<br />

öğrenilmesi, yani iki dili de konuşup anlayabilmek<br />

demektir. Sözkonusu konuşma ve<br />

anlama kişiye göre değişiklik gösterdiğinden<br />

konuyla ilgili araştırmalarda kişisel ve kollektif çiftdillilik<br />

ayrımı mevcuttur. Kişisel çiftdillilikte kişi başka bir<br />

dili ilk dili ile aynı oranda bir yetkinlikle kullanabilmektedir.<br />

Ampirik araştırmalar, ileriki yaşta<br />

ikinci bir dili öğrenmekle küçük<br />

yaşta öğrenmenin arasındaki farkları<br />

açık bir şekilde ortaya koyuyor.<br />

Verimli bir çiftdilliğin şartları<br />

Her iki dile de hakim olma düzeyi çok farklı faktörlere<br />

bağlıdır. Dil öğreniminin zamanı, yeri ve şeklinin<br />

yanı sıra dilin önemi, çocuğun içerisinde yetiştiği sosyal<br />

çevrenin dil düzeyi, dilin kurumsal anlamda kabul görmesi<br />

ve her iki dilin desteklenmesi gibi hususlar sözkonusu<br />

faktörlerdendir.<br />

Çiftdilliliğin bir alt türünü oluşturan çocukluğun erken<br />

dönemindeki çiftdillilikte, her iki dilin öğrenilmesini<br />

zorunlu kılan sosyal ve dilsel çevre sözkonusudur.<br />

Örneğin başka bir dilin konuşulduğu aile ve okul buna<br />

birer örnektir. Burada her iki dilin başarılı bir şekilde<br />

öğrenilmesinde yer çok önemli bir konumdadır. Kişi<br />

örneğin başarılı olmak için okulda konuşulan dile hakim<br />

olmak zorundadır.<br />

İkinci bir faktör ise her iki dilin öğrenildiği zamandır.<br />

Örneğin bir çocuk her iki dili de oyun atmosferinde<br />

ciddi bir çaba olmaksızın öğrenebilirken, yetişkin biri<br />

ise ikinci dili belli kurallar çerçevesinde, gramer kurallarından<br />

başlayarak belli bir sürede öğrenmekte, bu da belli<br />

bir süre almaktadır. Ampirik araştırmalar, ileriki yaşta<br />

ikinci bir dili öğrenmekle küçük yaşta öğrenmenin<br />

arasındaki farkları açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.<br />

Diğer bir faktör söz konusu dilin gördüğü itibardır. Bu<br />

noktada dilin kişinin veya çocuğun dilleri öğrendiği toplumda<br />

o dilin itibarı gündeme gelmektedir. Dilin itibarlı<br />

olması sosyal, kültürel veya ekonomik sebeplerle doğrudan<br />

bağlantılıdır. Örneğin İngilizce dünyanın her tarafında<br />

konuşulması nedeniyle çok itibarlı bir dilken, Fransızca<br />

kültürel anlamda itibarlı bir dildir. Sosyal anlamda itibar,<br />

reddedici bir tavra da neden olabilir. Çiftdillilik hakkında<br />

önyargılar özellikle pedagojik ve psikolojik gerekçelere<br />

dayandırılır.<br />

Çocuğun veya kişinin iki dili aynı anda öğrenmesi<br />

ağır geldiğinden her iki dili de doğru öğrenemediği öne<br />

sürülür. Bu önyargılar bilimsel olarak ispatlanamamasına<br />

rağmen tek dilli toplumda normal bir durumdur.<br />

Araştırmalar çocukların iki yaşında kısmen her iki dili bilinçli<br />

ve verimli bir şekilde kullanabildiğini ortaya koymuştur.<br />

26<br />

IGMG • PERSPEKTİF


Ayrıca yukarıda<br />

belirtilen faktörlerin<br />

değişik etkileri nedeniyle<br />

bir dilin kişide<br />

baskın bir dil<br />

halini aldığı da bir<br />

gerçektir. Ancak zayıf<br />

olan dil de yabancı<br />

bir dil değildir;<br />

kişinin her iki<br />

dilde de kendisini<br />

rahat hissettiği bir<br />

durum söz konusudur.<br />

Sonuç olarak çift<br />

dilliliğin çok sayıda<br />

faydayı beraberinde<br />

getirdiğini söyleyebiliriz.<br />

Bunların arasında<br />

kişinin konuştuğu<br />

dilin kültürünü<br />

bilmesi azımsanmayacak<br />

öneme sahiptir.<br />

Kişi söz konusu<br />

kültürde dilin yardımıyla<br />

gezinebilmektedir,<br />

zira dil kelimelerin<br />

yanı sıra mimik,<br />

el hareketleri<br />

ve çeşitli seslerden<br />

oluşmaktadır. Bunlar<br />

dilden dile farklı<br />

önem arz edebilirler.<br />

Çift dilli olan kişi,<br />

bunları, uygun yerde<br />

kullanma bilgisine<br />

de sahip demektir.<br />

toplum<br />

Kurumsal anlamda çift dilliliğe destek yetersiz –<br />

Almanya da buna dâhil<br />

Kurumsal anlamda kabul görme ve destek olmaksızın<br />

çift dilliliğin önemine vurgu yapılmasının getirisi<br />

çok fazla değil. Avrupa’da çift veya çok dillilik artık çok<br />

yaygın olan bir durum olmasına rağmen, çift dillilik tüm<br />

Avrupa ülkelerinde aynı şekilde desteklenmiyor. Çift dilliliğin<br />

arttığı Almanya’da da çok dilli bir eğitim sisteminin<br />

desteklendiği söylenemez.<br />

Almanya’daki okullarda Türkçe dersi ile ilgili gündemde<br />

olan tartışmaların sonucunda da, Türk kökenli<br />

toplumun nüfusu dikkate alınmaksızın, İngilizce ve Fransızca<br />

karşısında Türkçe’ye farklı başka bir sosyal değer<br />

atfedildiği açık bir şekilde ortaya çıktı.<br />

Karşı argümanlara bakıldığında Türkçe dersinin olması,<br />

paralel kurslar olması nedeniyle entegrasyona zararı olacağı<br />

yönünde söylemlerle<br />

karşılaşıyoruz.<br />

Ancak aynı durum,<br />

hali hazırda ilkokul<br />

ve anaokullarında<br />

ders programlarında<br />

sabit olarak yer<br />

alan İngilizce için geçerli<br />

olmuyor.<br />

Türkçe’ye yönelik<br />

yaygın bir şekilde<br />

varolan önyargıların<br />

populist olduğu<br />

kadar siyasî yaklaşımlarla<br />

da bağlantılı<br />

olduğu bir<br />

gerçek.<br />

Baden Württemberg<br />

Eyaleti Başbakanı<br />

Günther Öttinger’in<br />

teneffüslerde<br />

bile Almanca konuşulması<br />

yönündeki<br />

talebi ve Türkçe ile<br />

ilgili aşağılayıcı ifadeleri<br />

önyargılı ve<br />

ikiyüzlülüğün bir<br />

ifadesi olarak karşımıza<br />

çıkıyor.<br />

Kısaca söylemek<br />

gerekirse, bugünün<br />

çoğulcu toplumunda<br />

çift dillilik normal bir<br />

durumdur ve kendi<br />

kültürünün bilinçli<br />

bir şekilde algılanması<br />

ile çift dillilik<br />

aile içinde de desteklenmektedir. Tek dilli toplumda çift dillilikle<br />

ilgili önyargıları artık geride bırakmalıyız, zira çift<br />

dillilik kendi başına olumsuz bir faktör değildir. Çift dilliliğin<br />

verimli bir unsur olarak ortaya çıkamaması, aile<br />

içinde, içinde yaşadığın toplumda, kurumsal anlamda yeterince<br />

desteğin olmaması gibi hususlarla ilgilidir. Çift<br />

veya çok dilliliğin akıllıca desteklenmesi halinde bunların<br />

verimli olmaması için hiçbir neden yoktur.<br />

Çift dilli olan kişi, bunları, uygun yerde kullanma bilgisine de sahip demektir<br />

Kaynaklar:<br />

• Bernd Kielhöfer: Frühkindlicher Bilingualismus, in: Bausch, Karl-<br />

Richard/ Christ, Herbert/Krumm, Hans-Jürgen (Hrsg.): Handbuch<br />

Fremdsprachenunterricht, Tübingen, 1989.<br />

• Manfred Raupach: Zwei- und Mehrsprachigkeit, in: Bausch, Karl-<br />

Richard/ Christ, Herbert/Krumm, Hans-Jürgen (Hrsg.): Handbuch<br />

Fremdsprachenunterricht, Tübingen, 1989.<br />

• Ingrid Gogolin: Erziehungsziel Zweisprachigkeit. Konturen eines<br />

sprachpädagogischen Konzepts für die multikulturelle Schule,<br />

Hamburg, 1988.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

27


toplum<br />

Cami cemiyetlerinin<br />

entegrasyon çalışmaları<br />

Başarılı bir eğitim hayatı, iyi bir okul, iyi bir<br />

staj eğitimi ve iyi bir yüksek okul diploması, bu<br />

çocuklara toplumsal hayata her yönü ile katılma<br />

imkânı sunacaktır.<br />

Abdulgani Engin KARAHAN • akarahan@igmg.de<br />

kavramı, daha çok ne anlam<br />

ifade ettiği ile değil, ne anlam ifade etmediği<br />

ile karşımıza çıkan ve bu arada<br />

“Entegrasyon”<br />

bolca kullanılan bir kavram. Her ne kadar<br />

durum böyle olsa da, ortak yaşamın pek çok yönü bu kavram<br />

altında tanımlanabilir. Bugün entegrasyon alanında<br />

pek çok kurum ve kuruluş takdire şayan faaliyetler gerçekleştiriyor.<br />

Ancak, camiler ve diğer İslamî kuruluşların entegrasyona<br />

yönelik yapmış oldukları faaliyetler çok nadiren<br />

kamuoyunun önüne sunuluyor.<br />

İslamî cemaatler entegrasyon çalışmalarını, İslamî kimliğin<br />

kuvvetlenmesinin ve İslamî özgüvenin geliştirilmesinin<br />

topluma entegre olma sürecinde olumlu etki yapacağı<br />

temel düşüncesinden hareketle gerçekleştiriyorlar. Burada<br />

her şeyden evvel Müslümanların sivil toplum yaşamına katılmalarını<br />

sağlayan ve bu insanlara ulaşma imkânı sunanların<br />

bu dinî cemaat ve kuruluşlar olduğu gerçeğini unutmamak<br />

gerekir.<br />

Dinî ihtiyaçların karşılanabileceği bir altyapının mevcudiyeti<br />

entegrasyon açısından olumlu bir etkiye sahiptir.<br />

Burada yani Avrupa’da da dinî ihtiyaçların karşılanabilme<br />

imkânı, özellikle “kendini yabancı hissetme” duygusuna<br />

karşı geçmişte önemli bir tesir yapmıştı. Böylece, Almanya<br />

ve Avrupa artık giderek sadece çalışılan yerler değil, aynı<br />

zamanda yaşamın sürdürüldüğü yerler haline geldi.<br />

Bu manada dinî ihtiyaçlar başta olmak üzere, birçok ihtiyacın<br />

giderilebilmesi için “memlekette” olma özlemi de<br />

giderek azaldı. Zira Avrupa yalnızca bu şekilde Müslüman<br />

göçmenler tarafından zaman içerisinde bir tür vatan olarak<br />

kabullenilebildi. İşte bu yüzdendir ki, her şeyden önce Müslümanların<br />

Avrupa’yı vatan olarak kabullenmeleri konusunda,<br />

İslamî dinî cemaatlerin sürekli olarak azımsanmasına<br />

karşın gerçekte büyük bir öneme sahip oldukları tespitini<br />

yapmak durumundayız. Bu cemaatler zaten, geleneklerine<br />

bağlı insanlara kaldıkları ülkelerde huzur içinde<br />

yaşayabilmeleri için gerekli olan samimiyet ve güven duygusunu<br />

veriyorlar.<br />

Eğitim Yoluyla Entegrasyon<br />

Bunun da ötesinde, özellikle İslam Toplumu Millî Görüş’e<br />

bağlı cemiyetler uzun yıllardan beri pek çok entegrasyon<br />

çalışması yapıyorlar. On yıldır ev ödevlerine ve okul derslerine<br />

yardım imkânları sunuyorlar. Bu imkânlar özellikle anne<br />

ve babasının eğitim konusunda yetersiz olması sebebiyle,<br />

okul derslerinde geri kalan göçmen kökenli çocuklara yönelik<br />

olarak yapılıyor. Ayrıca, dil konusunda yetersiz kalan çocuklara<br />

dil geliştirme imkânları sağlanıyor ve okul ödevlerine<br />

yardımcı olunuyor. Bu kurslarla, göçmen çocukların iyi<br />

bir derece ile okulları bitirmeleri, sonuçta da iyi bir meslek okulu<br />

veya yüksek okula gitme imkânlarına kavuşmaları hedefleniyor.<br />

Zira başarılı bir eğitim hayatı, iyi bir okul, iyi bir staj<br />

eğitimi ve iyi bir yüksek okul diploması, bu çocuklara toplumsal<br />

hayata her yönü ile katılma imkânı sunacaktır. Diğer yandan<br />

son yıllarda ne yazık ki, devlet tarafından yürütülen pek çok<br />

entegrasyon girişimine rağmen, bu anlamda okullardaki durumun<br />

hiç de iyiye gitmediğini ve okul dışı ders yardımları veren<br />

kuruluşların göçmen kökenli çocuklar için giderek artan<br />

bir önem kazandığını üzülerek gözlemliyoruz.<br />

Fahrî hizmetlerle toplumsal hayata katılım<br />

Gençlik çalışmalarımızın entegrasyon açısından çok özel<br />

ve önemli bir etkiye sahip olduğu kabul edilmelidir. Kuruluşundan<br />

bu yana her cemiyetimizin, özelikle gençlerin<br />

ihtiyaçlarını dikkate alan ve gençlerle ilgilenen bir Gençlik<br />

Kolları bulunmakta ve çeşitli yaş gruplarındaki çok<br />

sayıda gencin yararlandığı farklı imkânlar sunulmaktadır.<br />

Elbette ki, bu çalışmalarda her şeyden önce, mahlukata<br />

karşı saygı, dürüstlük, dostluk ve başkalarına yardım, di-<br />

28<br />

IGMG • PERSPEKTİF


toplum<br />

ğer insanlarla saygılı ilişki kurmak, uyumlu komşuluk gibi<br />

dinî değerlerin gelecek nesillere aktarılması ve bu değerlerin<br />

kendi yaşantılarında hayata geçirilmesi öne çıkıyor. Bu<br />

temel değerlerden hareketle, Allah’ın razı olabileceği bir<br />

hayatın gerekliliği ve böylece toplum için çalışmanın ve katılımın<br />

önemi gençlerin dikkatine sunuluyor.<br />

Pek çok cemiyetimizde, uyuşturucu ve suç önleme konularında<br />

uzmanlaşmış diğer sivil toplum kuruluşları ve<br />

ilgili polis daireleri ile ortak çalışmalar gerçekleştirilmektedir.<br />

Bu çalışmalarda, sosyal danışmanlar olsun, polis<br />

memurları olsun, gençleri uyuşturucu ve diğer suçlarla<br />

ilgili olarak aydınlatıyorlar. Bununla birlikte gençlerimiz<br />

dindarlararası diyalog gibi toplumsal girişimlerde yerlerini<br />

alıyorlar.<br />

Gençlik ile ilgili çalışmalarımız elbette ki, sadece onların<br />

bilgilendirilip aydınlatılması ile sınırlı değil. Gençlerimiz<br />

sunulan imkânlarla, boş zamanlarını spor dernekleri<br />

ve benzeri yerlerde anlamlı<br />

bir şekilde değerlendirme imkanı<br />

buluyor. Bu alandaki faaliyetlerimizde<br />

aslolan düşüncemiz,<br />

gençlerimize fahri hizmet ve başkalarıyla<br />

yardımlaşma imkânı<br />

sunmak ve bu alanda faaliyet gösterebilecekleri<br />

çalışmalar hazırlamaktır.<br />

Gençlik Kollarımızın<br />

yaptığı pek çok çalışma, ilgi ve<br />

eğilimlerine göre farklı şekillerde,<br />

gençler tarafından yine gençler<br />

için hazırlanıyor.<br />

Çalışmalarımızın önceliği arasında,<br />

üyelerimizin dinî ihtiyaçlarının<br />

giderilmesinin yanı sıra,<br />

toplumsal yaşama katılımları da yer<br />

alıyor. Bu amaçla, cemiyetlerimiz<br />

uzun yıllardan beri dindar kişiler<br />

arasında diyalog çalışmalarının<br />

artması için gayret sarf ediyor ve bulundukları mahalle<br />

veya beldelerdeki toplumsal faaliyetlerde de yerlerini alıyorlar.<br />

Cemiyetlerimiz, özellikle okul ile ilgili bilgilendirme<br />

çalışmalarını on seneden daha uzun süreden beri düzenliyor<br />

ve bu çalışmalar büyük ilgi görüyor. Böylece geçmişte,<br />

“entegrasyon” veya “göç” kavramlarına yalnızca bilim<br />

çevresi tarafından önem verilen bir dönemde, cemiyetlerimiz<br />

ilk neslin temsilcilerine bile toplumsal katılım imkanı<br />

sağlıyordu.<br />

Cemiyetlerimiz zamanla, bu çalışmalarını hassaten<br />

göçmen Türk kadınları için, şimdi de entegrasyon kursları<br />

için dil kursları şeklinde geliştirdiler. Bu kurslar, çoğunlukla<br />

başka kuruluşlar veya “Volkshochschule” gibi eğitim<br />

kuruluşları ile işbirliği yapılarak gerçekleştirildi. Bu<br />

hizmetlerin merkezinde uzun süre çocuklarının okulları<br />

ile ilgilenmeleri için ebeveynleri duyarlı hale getirme amacı<br />

yer aldı. Bu amaç hala geçerliliğini korurken, velilerin,<br />

okul kurumlarında yerlerini almaları, veli toplantıları<br />

ve diğer okul faaliyetlerine katılmaları da teşvik ediliyor.<br />

Bu konuda, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “İlim öğrenmek<br />

her Müslüman için farzdır” hadis-i şerifi öncümüz<br />

oldu.<br />

“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır”<br />

Bu tür çalışmaların başında cemiyetlerimizde gerçekten<br />

de, çok aktif olan Kadın Kolları bulunuyor. Kadın Kolları’nın<br />

hedefi dinî değerlerin aktarılmasının yanı sıra, kadınlarımızın<br />

cemiyet faaliyetlerine katılımlarını sağlamaktır.<br />

Bu alanda özellikle genç kızların çok çeşitli eğitim<br />

imkanlarından yararlanmaları için teşvik edilmelerine<br />

büyük önem veriliyor. Ancak ne yazık ki, son yıllarda<br />

iyi eğitim görmüş ve üniversitelerde okumuş genç bayanların,<br />

inançları sebebiyle iş piyasasında (özellikle devlet<br />

dairelerinde) iş imkânı bulamadıklarının<br />

tecrübesini yaşamış<br />

bulunuyoruz.<br />

Bir dinî cemaat olarak çalışmalarımızın<br />

temelinde “İyilik ve<br />

takvada yarışın” ve “İnsanların<br />

en hayırlısı, insanlara en faydalı<br />

olanıdır” düstürları yatıyor. Buradan<br />

hareketle üyelerimizin sosyal hayatta<br />

yerlerini almaları hususuna<br />

özel bir önem veriyoruz. Eksiklik<br />

veya engellerin bulunduğu<br />

yerlerde ise bu eksiklik ve engellerin<br />

kaldırılması için çabalıyoruz.<br />

Elbette ki, cemiyetlerimiz<br />

ile diğer toplumsal aktörlerin birbirleri<br />

ile irtibatlı olmasını arzu ediyoruz.<br />

Ama ne yazık ki, geçtiği-<br />

Camiler, tanışmanın da yeri<br />

miz yıllarda pek çok cemiyetimiz,<br />

İslamî bir kuruluş olarak bu<br />

konularda rol almalarının istenmediği gibi olumsuz bir<br />

tecrübe yaşadılar. Ya, dünya çapında İslam ile bağdaşlaştırılan<br />

negatif anlayışın hesabını vermek durumunda bırakıldılar,<br />

ya da entegrasyon önünde engel olarak gösterildiler<br />

ve işte bu yüzden, örneğin, kamu alanlarında işbirliği<br />

yapılabilecek kuruluş olarak kabul edilmediler.<br />

Buna rağmen Müslümanlar, İslamî cemaatler olarak<br />

farklı toplumsal aktörlerle, özellikle diğer sivil insiyatiflerle<br />

ortak entegrasyon çalışmaları yapmak ve güvenilir birer<br />

aktör olarak kendi katkılarını ortaya koymaya çoktan<br />

hazır. Bu samimiyeti aynı zamanda çoğunluk toplumundan<br />

da beklemek bizim hakkımız olsa gerek. İslamî cemaatlerdeki<br />

insanlara daha iyi ve daha kalıcı olarak ulaşabilmek<br />

için, cemiyetlerin kurmuş olduğu bu köprülerin<br />

daha iyi bir şekilde kullanılması gerekiyor. Ancak bu yönde<br />

sarfedilen ciddi manada çabalar bizleri toplumsal katılım<br />

noktasında esaslı sonuçlara ulaştıracaktır.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

29


dünya<br />

Cezayir<br />

Üç asır Osmanlı idaresinde kalan Cezayir’de<br />

o devre ait eserlerden sömürge dönemini atlatabilenlerin<br />

canlılığını halen koruduğu görülür.<br />

Yusuf ZİYA • yza301@hotmail.com<br />

Cezayir Arapça bir kelime olup “adalar” manasına<br />

gelir. Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir,<br />

Osmanlı’nın en batıdaki kolu ve en önemli<br />

denizcilik merkeziydi bir zamanlar. Akdeniz’de<br />

zamanla büyük bir güç haline gelen Türk Denizcileri’nin<br />

reisleri “Cezayir Dayısı” ismiyle anılmaktaydı.<br />

Osmanlı Dayıları oldukça geniş bir coğrafyada faaliyet<br />

göstererek yüzyıllar boyunca düşman devletlerin korkulu<br />

rüyası haline gelmişlerdi.<br />

Genel bilgiler<br />

Topraklarının büyüklüğü bakımından Afrika’nın Sudan’dan<br />

sonra ikinci büyük ülkesi olan Cezayir’in komşuları<br />

kuzeydoğuda Tunus, doğuda Libya, güneydoğuda<br />

Nijer, güneybatıda Moritanya ve Mali, batıda Fas ve Batı<br />

Sahra’dır. Ülkeyle aynı ismi taşıyan başkent Cezayir’in<br />

yanı sıra Oran, Konstantin, Annaba, Tilimsan, Buleyde<br />

başlıca şehirleridir. Cezayir’de 32,5 milyonluk nüfusun<br />

büyük kısmı ülkenin kuzeyinde Akdeniz kıyılarına yakın<br />

bölgelerde yaşarken, güney bölgeler ise çok geniş olmasına<br />

rağmen nüfusun sadece 1,5 milyon kadarını barındırır.<br />

Çünkü bu bölge topraklarının yaklaşık yüzde 85’i Büyük<br />

Sahra çölü ile kaplıdır. Nüfusun tamamına yakını<br />

Müslümandır, etnik olarak Berberiler ve Araplardan oluşur.<br />

Resmi dil Arapça olmakla beraber sömürge döneminin<br />

etkisi ile Fransızca yoğun olarak konuşulurken, Berberice<br />

ve Tamaşek dili de kullanılır.<br />

Tarihî bilgiler<br />

Eski dönemlerden beri bir yerleşim merkezi olan Cezayir’in<br />

bilinen en eski halkı Berberilerdi. Milattan önceki<br />

dönemlerde Fenikeliler, Kartacalıların eline geçen<br />

ülke, gelişerek bilhassa kıyı ticaretinin önemli bir merkezi<br />

olmuştu. Daha sonra Roma ve Bizans döneminde<br />

Cezayir halkı Hristiyanlığı kabul etmişlerdi. İslamiyet’in<br />

Fransız işgal kuvvetleri esirlerle<br />

yeryüzünü şereflendirmesi sonrasında bu dini yaymak için<br />

dünyanın her tarafına dağılan Müslümanlar yedinci asırda<br />

bu topraklara da gelmiş ve ilk olarak Abdullah bin Ebû<br />

Serh daha sonra da Ukbe bin Nafi gerçekleştirdiği seferlerle<br />

İslam’ın bu bölgeye yayılması için uygun ortamı hazırlamışlardı.<br />

Kuzey Afrika’nın İslamlaşmasında ve bu<br />

toprakların fethedilmesinde Ukbe bin Nafi’nin çok önemli<br />

bir rolü vardır. Zira İslam orduları komutanı Ukbe bin<br />

Nafi’nin atını denize sürerek, “Allah’ım! Eğer şu zulmet<br />

denizi karşıma çıkmasaydı nam-ı celilini denizler aşırı ülkelere<br />

götürürdüm” diye haykırdığı bilinmektedir. İslam’ı<br />

kabul eden bölge halkı, benimsedikleri İslam kültür, medeniyet<br />

ve adetini ve Arapça lisanını sömürge döneminin<br />

olumsuz koşullarına rağmen günümüze kadar muhafaza<br />

edebilmişlerdir.<br />

Osmanlı dönemine gelindiğinde Barbaros Hayreddin<br />

Paşa 1519’da, Cezayir’i bir büyük ülkenin himayesi olmadan<br />

koruyamayacağını anlayarak zamanın Osmanlı hükümdarı<br />

Yavuz Sultan Selim’e başvurur ve himayesine gir-<br />

30<br />

IGMG • PERSPEKTİF


dünya<br />

mek istediğini bildirir. Bu tarihten itibaren 1830’da gerçekleşen<br />

Fransa’nın işgaline kadar Cezayir Osmanlı’nın;<br />

İspanya, Portekiz ve Venedik’i Akdeniz’de durduran, gerektiğinde<br />

haddini bildiren kolu haline gelir. Bir süre sonra<br />

da Barbaros, Kanuni’nin isteği üzerine Kaptan-ı Derya<br />

olmuş ve burası Osmanlı Devleti’nin bir beylerbeyliği<br />

haline gelmiştir. Üç asır Osmanlı idaresinde kalan Cezayir’de<br />

o devre ait eserlerden sömürge dönemini atlatabilenlerin<br />

canlılığını halen koruduğu görülür.<br />

16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Osmanlı yönetiminde<br />

barış içinde yaşayan Cezayir Osmanlı’nın dağılma süreciyle<br />

birlikte sömürgeci güçlerin Afrika’da Osmanlı’dan<br />

kopardıkları ilk toprak parçası oldu. Fransız orduları 1827<br />

yılında 37 bin askerle Cezayir'i işgale başladılar. Üç yıl süren<br />

askeri saldırıların sonucunda Cezayir toprakları tamamen<br />

Fransızların denetimine geçti. Bir sömürge idaresi<br />

kuran Fransızlara karşı halk devamlı ayaklanma teşebbüsleri<br />

içerisinde bulundu. Bu teşebbüsler zamanla<br />

bölge halkının toplu halde katledilmelerine kadar uzandı.<br />

Son olarak 1954–1962 yılları arasında Cezayirlilerin Fransızlara<br />

karşı vermiş olduğu kurtuluş mücadelesinde yüz binlerce<br />

Cezayirli katledilmiş veya sürülmüştü. Nihayetinde<br />

uzun süren bir sömürge dönemi sonrasında halkın vermiş<br />

olduğu mücadele 1962’de “Cezayir Demokratik Halk<br />

Cumhuriyeti” adıyla bağımsızlığını ilan edilmesiyle neticelendi.<br />

Bu bağımsızlık sonrasında da ülkede sular durulmadı.<br />

Zira yakın döneme kadar ülkede kargaşa devam<br />

etti ve yaşanan tüm bu olumsuzluklar ülkenin gelişememesi<br />

bakımından bugünkü durumuna tesir etti.<br />

Cezayir bayrağı<br />

Bugünkü Cezayir ve Osmanlıdan izler<br />

Osmanlı zamanından kalma eserlerin çoğunluğunun<br />

Fransızlar tarafından yok edildiği biliniyor. Hatta bölgeye<br />

geldiklerinde ilk iş olarak Oruç Reis’in kabrini ortadan<br />

kaldırdıkları düşünülecek olursa, bu dönemde Osmanlı<br />

eserlerinin planlı bir şekilde ortadan kaldırılmaya çalışıldığı<br />

söylenebilir. Bir dönem Osmanlı’nın beylerbeyi olan<br />

bu ülkede Osmanlı izleri silinmeye çalışılmış; ama tamamı<br />

yok edilememiş. Yeni Cami ve Ulu Camii ile Osmanlı’nın<br />

izlerini görmek mümkün. Bunlar sömürge döneminde<br />

ayakta kalan ender binalardan sadece ikisi. Cezayirlilerin<br />

bugün kullandıkları Arapça çok farklılık gösteriyor;<br />

sömürge dili olan Fransızca ise Cezayir’de çok yaygın<br />

olarak konuşuluyor ve hatta işyerlerinin isimleri de<br />

genellikle Fransızca. Osmanlı, bu topraklarda 300 yıl kalmış;<br />

ama Türkçe’yi ne kimse biliyor ne de konuşuyor.<br />

Fransızlar ise 130 yıl kalmasına karşılık bugün hemen<br />

herkes Fransızca’yı biliyor ve konuşuyor.<br />

Başkent Cezayir’e gidip görenler bu şehrin Fransız stilindeki<br />

binalarıyla örülmüş olduğunu, ana caddelerin ise<br />

Paris’i andırdığına şahit olurlar. Ara sokaklara nazaran ana<br />

caddeler bakımlı ve temiz. Bütün binalar beyaz renge boyanmış,<br />

pencereleri ve panjurları ise deniz mavisi. Bu intizamın<br />

sebebi de devletin her yıl vatandaşa evlerini boyaması<br />

için ücretsiz boya vermesiymiş meğer.<br />

Cezayir’de Osmanlı’ya karşı geçmişten gelen bir minnet<br />

ve sevgi duyuluyor. Zaten Cezayir’de Türk rakamlarına<br />

göre 600 bin, Fransız rakamlarına göre 2 milyon Türk<br />

asıllı Cezayirli’nin yaşadığı tahmin ediliyor. Bunun yanında<br />

başkent Cezayir’in üç büyük hastanesinin adının İstanbullu,<br />

İzmirli ve Mustafa Paşa olması, Osmanlı ve Barbaros<br />

Hayreddin Paşa’ya olan sevginin göstergesi olarak Barbaros,<br />

Hayreddin, Uluçali ve Osmani gibi soy isimlerinin<br />

kullanımının yanı sıra; Hazneci, Demirci, Başterzi, Barutçu,<br />

Sabuncu, Silahtar gibi Osmanlı’dan kalma meslek adları<br />

da Cezayir’de aile isimleri olarak kullanılıyor. Tüm<br />

bunların yanında bugün Osmanlı Cezayir halkı arasında<br />

minnetle anılırken, Fransızlar ise yaptıkları zulümlerle anılıyor<br />

ve barış medeniyetinin izleri burada görülüyor.<br />

Nitekim Cezayir Cumhurbaşkanı Buteflika’nın, Türkiye<br />

Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e<br />

2005 yılında Osmanlı yönetiminde yaşadıkları ve bağımsızlık<br />

dönemi olarak adlandırdıkları 300 yılı aşkın bir süreyi<br />

hatırlatıp ta “Bizi neden bıraktınız?” diye sorması bu<br />

sevginin bir tezahürü olsa gerek.<br />

Kaynaklar:<br />

“Cezayir”, TDV İslam Ansiklopedisi, 7.Cilt, S.483–500<br />

“Cezayir: Osmanlının kesik kolu”, Mustafa Armağan, e-tarih.org<br />

“Uzaktaki yakın ülke Cezayir’de Türk izleri”, Saim Orhan, Turkuaz, sayı:<br />

229<br />

Ülkenin en önemli liman kenti Oran<br />

31<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009


dünya<br />

Kahire’de<br />

kendini görmek<br />

Hristiyan Kıptilerin kadim yerleşim merkezi olan Kahire’nin,<br />

İslam’la irtibatı, Sahabe efendilerimizin dönemi gibi<br />

çok erken bir tarihe kadar geri gitmesinden dolayı, şehir<br />

İslam tarihinin her döneminden izler taşıyor.<br />

Ömer Faruk ALTINTAŞ • ofaltintas@igmg.de<br />

İnsanın alıştığı, bildik gelen ortamların dışında bir<br />

yerlere seyahati ve oralarda uzun bir süre kalmasının<br />

beraberinde ne getirdiği ve bunun insana ne tür<br />

imkânlar açtığı üzerinde çokça tefekkür etmek elzem.<br />

Hele sizin algınıza takılan, düşüncenizin konusu kıldıklarınızı<br />

aktarmak, yazıya dökmek, yani başkalarına açmak<br />

istediğinizde “neyi ve nasıl anlatmalı” sorusu, insanın<br />

neye, niçin ve nasıl baktığıyla bağlantıyı beraberinde<br />

getiriyor. Yazmak sadece yazmak olmadığı için anlatacaklarınızın<br />

sizi ele vermesi, anlatılanda aynı zamanda<br />

kendinizi de bulmanız kaçınılmaz olsa gerek. Kahire seyahatim<br />

ve orada geçirdiğim görece uzun bir süre üzerine<br />

bir şeyler yazmak için oturduğumda kendimi görebileceğim<br />

bir yazının bitmesini beklemeye koyuldum.<br />

Her geçen gün, dünyadaki<br />

birçok yerin birbirine daha<br />

da çok benzemeye doğru yol<br />

aldığı zamanlarda yaşadığımız<br />

sıkça dillendiriliyor. Son<br />

kırk, elli yılda büyük kalabalıkların<br />

akın ettiği diğer kadim<br />

şehirler gibi Kahire de<br />

kendisine yeni bir çehre veren<br />

yolları, köprüleri, binalarıyla<br />

beton yığını görüntüsüne bürünmüş<br />

bir şehir manzarası<br />

arz ediyor. Şehrin manzarasının<br />

bundan ibaret olduğu<br />

söyleyemeyiz elbet, yakından<br />

bakıldığında yüzyılların<br />

izini taşıyan evlere, camilere,<br />

türbelere, tesadüf etmek,<br />

tarih kitaplarında yer alan<br />

şehrin hayalini kurmanıza<br />

imkân tanıyabiliyor. Oda şeklinde yapılmış mezarlıklarıyla<br />

ve yokluktan dolayı oralarda ölüleriyle beraber yaşayan<br />

Kahirelileriyle de eşine az rastlanır bir şehir. Hristiyan<br />

Kıptilerin kadim yerleşim merkezi olan Kahire’nin,<br />

İslam’la irtibatı, Sahabe efendilerimizin dönemi gibi çok<br />

erken bir tarihe kadar geri gitmesinden dolayı, şehir İslam<br />

tarihinin her döneminden izler taşıyor. El Ezher, İmam<br />

Hüseyin, Er-Rifai, Mehmet Ali Paşa Camileri, Sultan Hasan<br />

Mescidi, İmam Şafii hazretlerinin türbesi yıllar boyu<br />

şehir hayatının merkezinde yer almış ve aynı zamanda hal<br />

dili ile çok şey söyleyen yapılar. Kahire’nin sokakları şehrin<br />

yakın geçmişini de hatırlatırken, Fransız, İngiliz ve<br />

Rus mimarisinin özelliklerini taşıyan apartmanlar, meydanlar<br />

yakın tarihin şahitleri olarak orada duruyorlar. Ancak bun-<br />

Sultan Hasan Mescidi ve Er-Rifai Camii<br />

32<br />

IGMG • PERSPEKTİF


dünya<br />

ların sadece tarihte kalmış unsurlar olmadıkları da söylenmeli,<br />

zira saydığımız ülkeler ve daha birçokları; okullar,<br />

üniversiteler, kültür merkezleri, enstitüler ile varlıklarını<br />

ve misyonlarını devam ettiriyorlar bu topraklarda.<br />

Esasen tüm kadim şehirlerde gördüğümüz hayatın din<br />

merkezli yapılar, müesseseler etrafında kurulmuş düzenini<br />

bu şehirde de hemen görebiliyorsunuz. Bunun yanında<br />

şehirlerin büyümesi, merkeze dinin dışında başka şeylerin<br />

koyulması çabalarına rağmen, insanların İslam’la irtibat<br />

noktalarını sabit kılan camileri yaptırdıkları, hatta<br />

azımsanmayacak sayıda apartman altlarında mescitlerin varlığı<br />

dikkatlerden kaçmıyor. Halkın kendi yaşantı biçimine<br />

sahip çıkması dinin yeni şartlar altında da yaşanır olması,<br />

farklı tezahürleriyle de olsa dini yaşantının devamlılığını<br />

sağlayan bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Öte yandan<br />

şehrin, taşralı unsurları kendi içerisinde barındırdığını,<br />

insanların geldikleri yerlerdeki yaşantılarını, kıyafetleri,<br />

hareketleri, alışverişleri şehirde de sürdürdüklerini<br />

görüyorsunuz. Apartmanların her birinde giriş bölümlerinde<br />

kalabalık aileleriyle küçük birkaç oda da yaşayan<br />

aile fertlerinin kıyafetleri, duruşları, o bölgenin<br />

insanın sürekli hissettiğiniz sükûnetini doğrudan<br />

yansıtıyor. Hayatları, çoğunlukla dışarıda geçen<br />

bu insanların, fikren olmasa bile, şehir hayatının<br />

getirdiklerine içten içe isyanlarını hissediyordum.<br />

Kahire şehrinin eski zamanlardan beri ilim<br />

merkezi olmasının bereketiyle olsa gerek, halen<br />

dünyanın her tarafından ilme talip olanların yolunun<br />

düştüğü bir yer. Bir süredir diğer fakülte ve bölümlerinde<br />

yer aldığı El-Ezher Üniversitesi, dini<br />

tedrisat için Müslüman ülkelerin çoğundan talebe<br />

çekiyor. Geleneğimizdeki hocadan icazetname<br />

almanın, yani hocanın talebesine aktardığı ilmin<br />

Efendimiz’den (s.a.v) kendisine gelene kadar<br />

kimlerden geçtiğinin şeceresini vererek ders verme<br />

yetkisini aktarma geleneği halen yaşatılıyor. İlmin hocadan<br />

tahsil edilen ve talebeye aktarılan bir hal olduğu ve<br />

sadece kitaptaki malumattan ibaret olmadığını hatırlatıyor.<br />

Malezya devletinin de desteği ile Kahire’ye okumaya<br />

gelen Malezyalılar için açılan muazzam öğrenci yurtları<br />

kurumsal bir gücün arkasında olması halinde talebelerin<br />

önlerindeki imkânların ne kadar genişleyeceği gösteren<br />

iyi bir örnek. Arapça tedris etmek için uygun ortamın<br />

bulunabileceği bir şehir olan Kahire’de, insanlarla irtibatın,<br />

sohbetin, dostluğun da kolay kurulabilmesi, Arapların<br />

alışkanlıkları, tavır alışları, gelenekleri, dini yaşama<br />

biçimleri, insanın kendi dinine bakışını da genişletmeye<br />

imkân tanır mahiyette.<br />

Hayatın öne çıkarılan tüketim, alışveriş, eğlence gibi<br />

unsurlarını körüklemek adına sinemanın, televizyonun,<br />

müziğin kullanıldığı gözlerden kaçacak gibi değil. Şarkı<br />

kliplerinin, televizyon dizilerin de var olan tiplerin, ortamların,<br />

toplumda neredeyse hiç karşılığının olmadığı<br />

belli, ancak toplumun alışkanlıklarını, bakışını, algılarını<br />

Kahire yakınlarındaki Piramitler (Ehram)<br />

dönüştürmek, değiştirmek adına başarılı bir şekilde aracı<br />

kılındıkları bir gerçek. İslam ile yüzlerce yıldır yoğrulmuş<br />

geniş toplum kesimlerinin içerisine işlemiş olan özelliklerin<br />

bu anlamıyla tüketimi, eğlenceyi, alabildiğine alışverişi<br />

engelleyici mahiyette olmaları, bahsettiğimiz dönüştürme<br />

çabalarını beraberinde getiriyor. Esasen söz konusu<br />

engeller büyük ölçüde Batı toplumları için de geçerli<br />

olmakla beraber orada katedilen mesafenin, nesillerdeki<br />

değişimin, bunu görünmez kıldığını söyleyebiliriz.<br />

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra başta<br />

onun varisi olan Türkiye olmak üzere, geçmişte imparatorluk<br />

tarafından yönetilen topraklarda bir kimlik, bir<br />

kendini tanımlama arayışı son bulmuş değil. Mısır’ın da<br />

kendine bir tarih, köken üretme çabaları esnasında eski<br />

Firavun uygarlığına vurgu yapılması ve öne çıkarılması,<br />

Mısır’ın piramitlerle anılmasını beraberinde getiriyor. Mısır’ın<br />

en önemli müzesi olan ve Kahire’nin merkezinde bulunan<br />

Mısır Müzesi’nde sadece eski Mısır uygarlığı ile<br />

ilgili buluntuların sergilenmesi dikkatleri çekiyor. Haddizatında<br />

insanlara cevap gibi yansıtılanların, kendi memleketimde<br />

benzerini yaşadığımız şekliyle, köklerinin olmadığı,<br />

arızi bir zorlama ile ayakta tutulmaya çalışıldıkları gören<br />

gözler için aşikâr. Hakikat perdelenebilir, ancak bir yol<br />

bulup, kendini açığa çıkaracaktır elbet.<br />

Şehirlerin sokakları, mimarisi, kahveleri, okulları, alışveriş<br />

mekânları gibi tüm unsurları ile beraber geçmişten<br />

bugüne uzanan çizgi de, karışık zihinlerin toparlanması<br />

için uygun malzemeler taşıyor. İnsanın aynasının yaptığı<br />

iş olduğu söylenegelmiştir, bundan toplumların aynasının<br />

kurdukları şehirlerdir yargısı yanlış olmasa gerek. Ancak<br />

bizde alışkanlık olduğu üzere doğu şehirlerini batıdakilerle<br />

karşılaştırarak, düzensizlik, pislik, karmaşadan<br />

dem vurmadan önce, bunları birer olgu olarak kabul etmekle<br />

beraber arkasında yatan nedenler ve bizzat düzenin ne olduğu<br />

konusu üzerine eğilmek aklıselimin gideceği yoldur.<br />

Bilhassa şu soruların peşinde koşalım: Bize has, başı<br />

ve sonuyla kendimizden neşet eden bir şeyimiz kaldı mı?<br />

En önemlisi biz diye bir şeyden söz edebiliyor muyuz?<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

33


islam und<br />

leben<br />

Gottesdienste<br />

im Alltag<br />

Im Leben eines Muslims gibt es keine<br />

Unterteilung zwischen dem alltäglichen<br />

Leben und dem Gottesdienst.<br />

Assoc. Prof. Özcan HIDIR • ohidir@hotmail.com<br />

Die Gottesdienste (Ibâda), die zu den Grundlagen<br />

der Religionen gehören, machen den<br />

Glauben nach außen hin sichtbar. Im Islam<br />

beschränken sich Gottesdienste nicht<br />

nur auf bestimmte Praktiken, die den Menschen seinem Schöpfer<br />

näher bringen; jegliches Verhalten, das mit der Absicht<br />

begangen wird Allah Nahe zu sein und ihm zu dienen,<br />

wird als Gottesdienst bewertet. Dies ermöglicht dem<br />

Menschen sein gesamtes Leben im Sinne eines Gottesdienstes<br />

zu leben. Im dem Vers: „Sprich: „Siehe, mein<br />

Gebet, mein Gottesdienst, mein Leben und mein Tod gehören<br />

Allah, dem Herrn der Welten.“ (Sûre An’âm,<br />

[6:162]) weist Allah auf diese Tatsache hin. Demzufolge<br />

beschränkt sich der Gottesdienst im Islam nicht nur auf das<br />

Gebet (Salâh), das Fasten (Sawm), die Hadsch, die Zakât<br />

und Bittgebete (Duâ). Sämtliche Tätigkeiten, die zum<br />

Wohlgefallen Allahs verrichtet werden, sind gute Taten<br />

(pl. ‘mâl as-sâlih). Selbst wenn der Glaube (Îmân) der<br />

Religiösität Ausdruck verleiht, demonstrieren die praktisch<br />

umgesetzten Gottesdienste den Îman im Herzen und<br />

stellen eine körperliche Glaubensbezeugung dar. Mit den<br />

folgenden Worten weist Allah darauf hin, dass er den Menschen<br />

als das ehrenhafteste Geschöpf auf Erden geschaffen<br />

hat, damit er ihm dient: „Und die Dschinn und die<br />

Menschen habe Ich nur dazu erschaffen, dass sie Mir dienen.“<br />

(Sûre Zârijât, [51:56])<br />

So ist die Annäherung des Menschen an seinen Schöpfer<br />

in dem Ausmaß, in dem er seinen Pflichten nachkommt.<br />

Nach dieser Auffassung ist das Leben selbst ein Gottesdienst<br />

und alle Gottesdienste wiederum das Leben<br />

selbst. Sie sind nicht vom Leben losgelöst, sondern fest darin<br />

integriert. Im Leben eines Muslims gibt es keine Unterteilung<br />

zwischen dem alltäglichen Leben und dem Gottesdienst.<br />

Die Gottesdienste, die berufliche Tätigkeit und<br />

die Nähe zum Schöpfer als Ganzes betrachtet, machen<br />

den „islamischen Charakter“ einer Person oder einer Gemeinschaft<br />

aus. Hinsichtlich dessen führte der Islam als eine<br />

universelle Religion Richtlinien für die gesamte<br />

Menschheit ein, die alle Bereiche des Lebens u. A. die<br />

Bereiche Theorie-Praxis, Glaube-Handlung, das Familienleben,<br />

die Ökonomie, Individuum-Staat, gesellschaftliches<br />

Sämtliche Tätigkeiten, die zum Wohlgefallen<br />

Allahs verrichtet werden, sind<br />

gute Taten (pl. ‘mâl as-sâlih). Selbst<br />

wenn der Glaube (Îmân) der Religiösität<br />

Ausdruck verleiht, demonstrieren<br />

die praktisch umgesetzten Gottesdienste<br />

den Îman im Herzen und stellen eine<br />

körperliche Glaubensbezeugung<br />

dar.<br />

34<br />

IGMG • PERSPEKTİF


islam und<br />

leben<br />

Leben-politisches Leben, umfassen. Damit zeigt der Islam<br />

dem Muslim Maßnahmen auf, um ein Gleichgewicht<br />

zwischen seiner Berufstätigkeit, seinen Taten, seinen täglichen,<br />

wöchentlichen und jährlichen Gottesdiensten herzustellen.<br />

Das moderne Berufsleben und die Schwierigkeiten<br />

der Religionsausübung<br />

Die Arbeitsmethoden und Arbeitszeitenregelungen der<br />

modernen Berufswelt, insbesondere die der westlichen<br />

Länder, bringen, trotz der vermeintlichen wirtschaftlichen<br />

Produktivität, die Verrichtung der Gottesdienste betreffende<br />

Probleme mit sich. Vor diesem Hintergrund bringt<br />

das heutige vom Kapitalismus gelenkte Berufsleben keinen<br />

Einklang zwischen den religiösen, politischen und familiären<br />

Bereichen des Lebens. Im Gegenteil, dies führt<br />

zur Polarisierung und Spaltung, so dass das Berufsleben<br />

und die Ethik, die Politik und das religiöse Leben sowie<br />

das Alltagsleben und die Religion und Ethik miteinander<br />

kollidieren und im Widerspruch zur menschlichen Natur<br />

stehen. Ein Muslim, der acht bis zehn Stunden arbeitet, fühlt<br />

sich zwischen seinen Gottesdiensten und seiner Arbeit hin<br />

und hergerissen. Die Anstrengungen des Berufsalltags erschweren<br />

die Situation zusätzlich. Damit wird die Diskrepanz<br />

zwischen Gottesdienst und Leben im Zuge der<br />

Säkularisierung zunehmend größer. Es verbreitet sich vermehrt<br />

die Auffassung, dass der Muslim seine Gottesdienste<br />

verrichten, seinen Beruf und sein Leben jedoch nur nach<br />

außerislamischen Richtlinien führen könne.<br />

Darüber hinaus sollten die Muslime in nichtmuslimischen<br />

Ländern beachten, dass ihre Gebete am Arbeitsplatz<br />

vor Nichtmuslimen nicht zu einer öffentlichen Inszenierung<br />

werden. Einige Muslime, die ihre Gebete verrichten<br />

möchten, nehmen ihre Gebetswaschung in den gemeinsam<br />

genutzten Waschräumen vor und verrichten ihre<br />

Gebete in der Öffentlichkeit. Dies kann im Hinblick<br />

darauf, den gelebten Glauben zu zeigen, von Vorteil sein.<br />

Denn so manches öffentliche Gebet, das friedvoll verrichtet<br />

wird, kann dazu führen, dass Menschen, die nach<br />

innerer Harmonie streben, den Islam für sich entdecken.<br />

Doch dabei darf nicht außer acht gelassen werden, dass der<br />

Islam hierdurch auch einen Imageschaden erleiden kann.<br />

Man kann des Öfteren Muslime in der Einkaufsstraße oder<br />

vor einer staatlichen Behörde beim Beten beobachten,<br />

was dazu führen kann, dass einige Menschen Anstoß daran<br />

nehmen. Die Sorge der Muslime um die Einhaltung der Gebetszeit,<br />

ist sicherlich ein berechtigtes Argument. In diesem<br />

Fall sollte der Muslim jedoch ruhigere Orte bevorzugen,<br />

denn zum einen verhindert er damit, dass das Gebet zu<br />

einer öffentlichen Attraktion wird, zum anderen entspricht<br />

dies eher dem Geist des Islams und des Gebets.<br />

Erst durch die Einbettung des täglichen Berufs,- und Familienlebens<br />

in die Gesamtheit des Islams, erhält der Gottesdienst<br />

seinen wahren Charakter.<br />

Taten, die mit der Absicht begangen<br />

werden das Wohlgefallen Allahs zu<br />

erlangen, tragen dazu bei, dem<br />

Leben, dem Tod und dem Jenseits<br />

einen Sinn zu geben.<br />

Wenn ein Mensch nicht in der Lage ist, sich mit all seinen<br />

Sinnen Allah zuzuwenden, d. h sein Herz, sein Verstand<br />

zerstreut sind, wird es ihm nicht möglich sein mit dem<br />

ganzen Herzen bei der Sache zu sein. Aus diesem Grund<br />

ist es wichtiger denn je das Leben, den Beruf und die Gottesdienste<br />

in Einklang zu bringen. Denn die Verrichtung<br />

der Gottesdienste, die ein Ausdruck der Beziehung zu Allah<br />

und Ausdruck des Glaubens sind, mit Aufrichtigkeit<br />

(Ichlâs) und mit der Bestrebung Allahs Wohlgefallen zu<br />

erlangen, beeinflussen die menschliche Psyche. Dies verleiht<br />

dem Menschen eine Lebendigkeit, Harmonie und<br />

Begeisterung, was sein Berufsleben positiv beeinflusst.<br />

Taten, die mit der Absicht begangen werden das Wohlgefallen<br />

Allahs zu erlangen, tragen dazu bei, dem Leben,<br />

dem Tod und dem Jenseits einen Sinn zu geben. Dies bewahrt<br />

den Menschen davor, sich nur den materiellen Werten<br />

zuzuwenden und führt zu einem glücklichen Diesseits<br />

und Jenseits. Sofern der Mensch ein Bewusstsein dafür<br />

entwickelt, ständig unter der Obhut Allahs zu stehen, wird<br />

er sein Berufsleben nach den Verboten und Geboten Allahs<br />

entsprechend gestalten. So wirken sich die Gottesdienste<br />

nicht bloß auf die Beziehungen des Menschen zu<br />

seinem Schöpfer, sondern auch zu seinen muslimischen und<br />

nichtmuslimischen Mitmenschen und allen Lebewesen<br />

positiv aus. Diese Art des Gebets, findet in dem Hadîth Erwähnung,<br />

in dem der Gesandte Allahs auf die Frage was<br />

„Ihsân“ bedeute, antwortet: „Bete so, als ob du Allah sehen<br />

würdest.“ (Buchârî, Îmân, 37; Muslim, Îmân, 1, 5)<br />

Diese Gebete bewahren den Menschen, wie auch in dem<br />

Koranvers „Siehe das Gebet bewahrt vor Schandbarem und<br />

Verbotenem…“ (Sûre Ankabût, [29:45]) erwähnt wird,<br />

vor allem Übel, vor Stress, vor Depressionen, vor beruflichem<br />

und materiellem Ehrgeiz, vor persönlicher und familiärer<br />

Unzufriedenheit und bessern auf diese Weise das<br />

Berufsleben und den Charakter des Menschen.<br />

Der Ausgleich zwischen physischem und spirituellem<br />

Leben bei den Gottesdiensten<br />

Das Wesentliche beim Ausgleich zwischen physischem<br />

und spirituellem Leben ist es, die Opferung des Jenseits<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

35


islam und<br />

leben<br />

Ehrgeizige Bestrebungen im Beruf,<br />

die die Vernachlässigung der Familie<br />

und der gesellschaftlichen Verantwortungen<br />

zufolge haben, kommen dem<br />

Verlust des vom Gesandten Gottes<br />

empfohlenen Lebens zugunsten des<br />

weltlichen Lebens gleich.<br />

für das Diesseits und des Diesseits für das Jenseits zu vermeiden,<br />

sich bei der Arbeitsorganisation an das Jenseits zu<br />

orientieren, ohne dabei das diesseitige Leben zu vernachlässigen.<br />

Die Loslösung von weltlichen Angelegenheiten<br />

bezieht sich nicht auf die ökonomische Ebene, vielmehr<br />

sollte eine geistige Loslösung von Weltlichem angestrebt<br />

werden. Kurzum, der Islam empfiehlt die Ausgewogenheit<br />

in den Gottesdiensten, so dass das man selbst, die Familienmitglieder<br />

und die Menschen, für die der Mensch verantwortlich<br />

ist, nicht vernachlässigt werden. Hierzu empfahl<br />

Muhammad (saw) an den Gottesdiensten, die zwar wenig<br />

an der Zahl, aber regelmäßig verrichtet werden, festzuhalten<br />

und ein Gleichgewicht zwischen dem Berufsleben<br />

und dem religiösen Leben anzustreben. Ehrgeizige<br />

Bestrebungen im Beruf, die die Vernachlässigung der Familie<br />

und der gesellschaftlichen Verantwortungen zufolge<br />

haben, kommen dem Verlust des vom Gesandten Gottes<br />

empfohlenen Lebens zugunsten des weltlichen Lebens<br />

gleich. Dieser Zustand, der heutzutage bei vielen Muslimen<br />

zu beobachten ist, zeugt von innerer Zerrissenheit. Der<br />

Mensch fühlt sich hin und hergerissen zwischen den beruflichen<br />

Anforderungen, seinen ehrenamtlichen Tätigkeiten<br />

und religiösen Verantwortungen.<br />

In Anbetracht dieser Situation empfiehlt es sich, die<br />

persönlichen Pflichten und religiösen Tätigkeiten nicht<br />

miteinander zu vermengen. Ein Mensch, der nicht er selbst<br />

sein kann, sich nicht kennt, unfähig ist in Bezug auf Berufsleben<br />

und Gottesdiensten für sich selbst etwas zu tun,<br />

wird anderen nicht nützlich sein. Die erste Pflicht jedes Menschen<br />

ist daher die Eigenständigkeit. Erst der nächste<br />

Schritt ist die Hilfeleistung an andere. Das Wesentliche<br />

ist es, niemandem zur Last zu fallen und Umstände zu bereiten.<br />

In diesem Zusammenhang ist der Ausspruch Umars<br />

(ra) „Was hast du heute für Allah getan?” in dem Sinne zu<br />

verstehen, was man heute für sich selbst getan hat? Denn<br />

jemand, der sich selbst nichts Gutes tun kann, kann im<br />

Grunde genauso wenig für Allah und den Islam tun. Kann<br />

ein Mensch, der nicht betet, sich nicht um die Versorgung<br />

seiner Familie bemüht, nichts für das Jenseits tut, sich<br />

nicht weiterbildet, nicht den Vorsatz beherzigt „heute bin<br />

ich weiter als gestern”, unfähig ist Zeichen zu setzen, seine<br />

Beziehungen zu seiner Familie und seinen Mitmenschen<br />

täglich zu bessern und seine schlechten Angewohnheiten<br />

nicht aufgeben kann, etwas tun, um Allahs<br />

Wohlwollen zu erlangen?<br />

Bei der Herstellung des Gleichgewichts zwischen dem<br />

Alltag und den Gottesdiensten ist es darüber hinaus notwendig<br />

den Gottesdiensten eine höhere Priorität einzuräumen.<br />

Aufgaben sollten nach ihrer Wichtigkeit unter<br />

Beachtung der Gebetszeiten organisiert werden. Eine Kategorisierung<br />

in „dringende und wichtige Aufgaben”,<br />

„nicht dringende aber wichtige Aufgaben”, „dringende<br />

aber unwichtige Aufgaben” und die Einbettung der Gebete<br />

innerhalb dieser Zeiten kann sich als nützlich erweisen. Diese<br />

wiederum sollten in die Kategorien „ist diese Tat wirklich<br />

notwendig?”, „was verliere ich, wenn ich diese Tat aufgebe”,<br />

„kann diese Tat verschoben werden?”, „will ich<br />

diese Tat verrichten, weil sie notwendig ist, oder weil ich<br />

Gefallen daran habe?” eingeordnet werden.<br />

Häufige Fehler bei der Herstellung<br />

des Gleichgewichts<br />

Fehler, die in diesem Zusammenhang häufig begangen<br />

werden sind: 1. Der Wunsch innerhalb kürzester Zeit viel<br />

zu erreichen führt zuweilen dazu, dass der Mensch nicht<br />

abwägt, ob die richtigen Taten, zu den richtigen Zeiten<br />

und den Zielen der Muslime entsprechend ausgeführt werden.<br />

2. Weltlichen Tätigkeiten wird in dem Glauben, dass<br />

sie wichtiger wären, ein Vorrang eingeräumt und die Gebete<br />

vernachlässigt. 3. Das Fehlen einer Planung, die den<br />

Einklang zwischen den beruflichen Pflichten, den Gottesdiensten,<br />

den Interessen und sozialen Verpflichtungen<br />

gewährleisten soll. 4. Bei der Zielsetzung in den Bereichen<br />

Arbeit und Gottesdienst dürfen die Verpflichtungen des<br />

Augenblicks nicht vernachlässigt werden. 5. Aufgeschobene<br />

Aufgaben häufen sich und wirken sich negativ auf die<br />

Gebete aus, was wiederum zu einer Schwächung des Glaubens<br />

führen kann. 6. Dass ein regelmäßiger Schlafrhythmus<br />

und ausreichend Schlaf sehr wichtig sind, wird nicht<br />

beachtet. Langes Schlafen gilt jedoch als ungesund und beeinträchtigt<br />

die berufliche Effektivität. Auch der Segen<br />

(Baraka) des Lebens schwindet dahin.<br />

Die Beachtung dieser Punkte wird zu einer Ausgewogenheit<br />

zwischen dem Berufsleben und den Gottesdiensten<br />

führen. Ein Ungleichgewicht in diesen Bereichen<br />

führt andernfalls zu einem schlechten Gewissen, Unzulänglichkeit,<br />

Verzweiflung, Unzufriedenheit und Hoffnungslosigkeit.<br />

Stress, Depression und andere für unsere<br />

Zeit typischen mentalen Krankheiten sind die Folge. Die<br />

Begleiterscheinungen äußern sich häufig in fehlender Leistungsfähigkeit,<br />

Motivationslosigkeit und die Unfähigkeit,<br />

die Pflichten ordnungsgemäß zu erfüllen.<br />

Dass dies nicht im Sinne einer Herstellung eines Gleichgewichts<br />

zwischen Berufsleben und Gebeten ist, bedarf keiner<br />

weiteren Erläuterung.<br />

36<br />

IGMG • PERSPEKTİF


verband<br />

IGMG kritisiert Darstellung der<br />

jüngsten Integrationsstudie<br />

„Integrationsmängel haben nichts mit ethnischem oder kulturellem<br />

Hintergrund zu tun!“ - „Herausforderungen müssen<br />

in gemeinsamen Anstrengungen bewältigt werden!“<br />

Verantwortlichen des Instituts sollten bei<br />

ihren Äußerungen beachten, dass ihre Darstellung<br />

der Studienergebnisse nicht von<br />

„Die<br />

ethnischer und religiöser Pauschalisierung<br />

geprägt ist“, sagte der Generalsekretär der IGMG in einer ersten<br />

Erklärung zu der Darstellung der jüngsten Studie über die<br />

Integration der Türken in Deutschland mit dem Titel „Ungenutzte<br />

Potenziale – Zur Lage der Integration in Deutschland“<br />

durch das Berliner Institut für Bevölkerung und Entwicklung.<br />

Üçüncü’s Kritik bezog sich insbesondere auf die Darstellung<br />

der Ergebnisse der Studie. So seien beispielsweise<br />

Äußerungen, die einen Bezug von Religiosität und Desintegration<br />

implizieren, wissenschaftlich nicht belegt und daher<br />

auch nicht seriös. Weiterhin sei es zwar bekannt, dass sich<br />

beispielsweise in puncto Bildung wesentliche Defizite bei<br />

vielen türkischstämmigen Migranten feststellen lassen. Dies<br />

sei aber keineswegs ein Problem ihrer Herkunft: „Die Darstellung<br />

der Studienergebnisse vermittelt den Eindruck, als sei der<br />

Misserfolg von bestimmten Bevölkerungsgruppen eine Folge<br />

ihrer Ethnie oder ihres Glaubens. Vielmehr sind vor allem<br />

sozial- und bildungspolitische Fehlentwicklungen bedingt<br />

durch die gesellschaftspolitische Ignoranz der Verantwortlichen<br />

in den vergangenen Jahrzehnten verantwortlich für die<br />

aktuelle Lage. Die belegen zahlreiche wissenschaftliche Studien,<br />

“ so Üçüncü.<br />

„Auch die vorgelegte Studie bestätigt mit der offensichtlichen<br />

Diskrepanz zwischen den Ergebnissen der einzelnen<br />

Bundesländer diese Befunde“. Dass beispielweise<br />

der Bildungsgrad der in Berlin lebenden Türken höher ist als<br />

derjenigen im Saarland oder dass Berlin sowohl den höchsten<br />

Anteil der Türken ohne Bildungsabschluss als auch den<br />

mit dem höchsten Anteil an Akademikern aufweise, zeige die<br />

Komplexität der Thematik. Zudem dürfte das Ergebnis aus<br />

dem Saarland auch deshalb verblüffen, da im Angesicht der<br />

geringen ethnischen Konzentration und der verhältnismäßig<br />

geringen Zahl an religiösen Vereinen die dargelegten Mängel<br />

bei der Integration eben nicht ethnische oder religiöse Zugehörigkeit<br />

zurückzuführen sind.<br />

Desweiteren würden Aspekte zwischen verschiedenen Migrantengruppen<br />

gegenübergestellt, die man so keinesfalls<br />

miteinander vergleichen könne. „Dies führt dazu, dass die<br />

Studie zahlreiche Verzerrungsfaktoren beinhaltet und somit<br />

zu falschen Analysen vereitelt. Insgesamt muss bei Studien<br />

dieser Art dringend darauf geachtet werden, dass nicht nur<br />

bei der Datensammlung, sondern auch bei der Datenauswertung<br />

wissenschaftliche Maßstäbe angelegt werden und<br />

eine Kulturalisierung der Problematik ausgeschlossen wird.<br />

Das letztere ist gefährlich, da dadurch Vorurteile innerhalb<br />

der Gesellschaft verfestigt werden können. Gerade deshalb<br />

müssten sich Medien kritisch mit solchen Studien auseinandersetzen<br />

und zudem für eine ausgewogene, verantwortungsvolle<br />

Berichterstattung sorgen: „Die Art und Weise<br />

der meisten Berichte über die Studie zeigt, dass lediglich<br />

gängige Klischees bedient werden. Die Türken pauschal als<br />

die am schlechtesten Integrierten Migranten in Deutschland<br />

zu bezeichnen, entspricht weder den tatsächlichen Gegebenheiten,<br />

noch dem Selbstverständnis dieser Menschen,“<br />

so Üçüncü.<br />

„Nichtsdestotrotz zeigen die vorliegenden Ergebnisse<br />

aber auch, dass man sich auch in der türkischen Community<br />

noch wesentlich intensiver um gesellschaftliche Partizipation<br />

bemühen müsse. Insbesondere müssen sich Eltern<br />

wesentlich stärker mit der Bildung ihrer Kinder befassen<br />

und die bestehenden Angebote des Bildungssystems<br />

konsequent nutzen, damit ihre Kinder mit möglichst<br />

guten Bildungsabschlüssen ihren Platz in der Mitte der<br />

Gesellschaft einnehmen und damit sowohl sich, als auch<br />

dem Gemeinwohl dienen können“, so Üçüncü. Auf der<br />

anderen Seite fehle es an wesentlichen Maßnahmen zur rechtlichen<br />

Gleichstellung der Migranten und ihrer institutionellen<br />

Strukturen. Zudem seien die Anerkennung von gesellschaftlicher<br />

Pluralität und der Respekt vor Differenz<br />

mehr denn je mit großen Vorbehalten verbunden.<br />

„All diese Herausforderungen müssen wir in gemeinsamen<br />

Anstrengungen bewältigen und dürfen dabei die<br />

Augen vor den vielen Erfolgen und insbesondere wesentlich<br />

größeren Bemühungen in den letzten Jahren nicht<br />

verschließen“, so Üçüncü abschließend.<br />

ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />

37


kommentar<br />

Wenn Kinder<br />

sterben...<br />

Oğuz ÜÇÜNCÜ • oucuncu@igmg.de<br />

„Es sei nicht verwunderlich, dass einem der<br />

Tod von Kindern" an Herz und Nieren<br />

„gehe“. Mit diesen Worten versuchte der<br />

Organisator des Weltwirtschaftsgipfels<br />

in Davos, Klaus Schwab, den Eklat um den türkischen<br />

Ministerpräsidenten Erdogan herunter zu spielen. Demnach<br />

ist der Regierungschef der Türkei was Kinder angeht halt<br />

einfach sehr sensibel und hat deshalb mit seiner gesamten<br />

Delegation wutentbrannt den Konferenzort in den Schweizer<br />

Alpen mitten in der Nacht verlassen.<br />

Selbst dieser klägliche Erklärungsversuch des Organisators<br />

fasst eigentlich die Debatte um die israelische Aggression<br />

im Gaza-Streifen auf sehr makabre Weise zusammen.<br />

Nicht die Besatzungspolitik Israels, nicht das<br />

Bombardement von zivilen Zielen, nicht der Einsatz von<br />

geächteten Waffen, nicht die endlose Verletzung von<br />

Völkerrecht, nicht die Blockade der Grenzübergänge,<br />

nicht die toten und verletzten Erwachsenen, nein, es waren<br />

die toten und verletzten Kinder, quasi die Kollateralschäden<br />

des Krieges, die Premier Erdogan im wahrsten<br />

Sinne des Wortes den Kragen platzen ließen. Diese<br />

Art der Tatsachenverdrehung ist der eigentliche Skandal<br />

von Davos.<br />

Zum Glück hat sich der gesamte Hergang praktisch „live“<br />

vor der Augen der Weltöffentlichkeit abgespielt und so<br />

sind wir vielleicht oder sogar sehr wahrscheinlich alle<br />

Zeugen eines historischen Momentes in der Zeitgeschichte<br />

geworden. Denn mit seinem 12-minütigen Redebeitrag<br />

hat Erdogan, als erster türkischer Regierungschef überhaupt,<br />

noch dazu mit einer bisher beispiellosen Offenheit,<br />

einen schonungslosen Inneneinblick auf die Geschehnisse<br />

hinter den Kulissen der Weltpolitik gewährt und damit<br />

auch die bedrückende Tragik des Konfliktes in Gaza offenbart.<br />

Auf dem Rücken einer Bevölkerung, die nunmehr<br />

seit 42 Jahren praktisch in einem Freiluft-Gefängnis lebt,<br />

verfolgen die politisch Verantwortlichen insbesondere in<br />

Israel, aber auch in der Westbank, in Ägypten und in Saudi-Arabien<br />

eine rücksichtslose Macht- und Interessenpolitik,<br />

die Ministerpräsident Erdogan unverhohlen beim<br />

Namen genannt hat. Mit seiner erneuten Wortmeldung in<br />

direkter Erwiderung auf den israelischen Staatspräsidenten<br />

hat er darüber hinaus, ohne ein diplomatisches Blatt<br />

vor den Mund zu nehmen, seine Abscheu vor der Inszenierung<br />

in Davos unmissverständlich deutlich gemacht.<br />

Da wurden auf der einen Seite der UN- Generalsekretär,<br />

der Generalsekretär der Arabischen Liga und der<br />

türkische Ministerpräsident auf dem Podium vom Moderator<br />

gemaßregelt bzw. gegängelt und da durfte auf der<br />

anderen Seite Shimon Perez, natürlich als letzter Redner<br />

des Panels, praktisch ohne Unterbrechung, einen mit Lügen,<br />

Polemik, Theatralik und Vorwürfen an die Diskutanten<br />

reich gespickten Vortrag halten und wurde, welch<br />

Wunder, mit tosendem Applaus von den Führungseliten der<br />

Welt bedacht. Das hat sich Tayyip Erdogan, im Gegensatz<br />

zu Ban Ki Moon und Amr Mussa nicht gefallen lassen.<br />

Auch hat er dem hochkarätigem Publikum mit den<br />

Worten: „Wer offensichtlichem Unrecht applaudiert, begeht<br />

selbst ein Verbrechen gegen die Menschlichkeit“,<br />

sein Missfallen unmissverständlich zum Ausdruck gebracht<br />

und als „personifiziertes Gewissen“ des World Economic<br />

Forum bzw. „Stimme der Unterdrückten“ die Bühne<br />

verlassen. Es hätte den anderen Teilnehmern der Diskussion<br />

ebenso gut zu Gesichte gestanden, das Podium<br />

zu verlassen.<br />

Die Weltöffentlichkeit darf sich nicht länger von einer<br />

israelischen Führung verhöhnen lassen, die geltendes Völkerrecht<br />

mit Füßen tritt und mit der Ermordung von Zivilisten<br />

und der rücksichtslosen Zerstörung ziviler Infrastruktur<br />

offensichtliche Kriegsverbrechen begangen hat. Wenn es<br />

den Teilnehmern der Konferenz in Davos tatsächlich ernst<br />

ist mit dem Weltfrieden, dann sollten sie endlich davon<br />

Abstand nehmen im Nahost-Konflikt Ursache und Wirkung<br />

miteinander zu vertauschen. Darüber hinaus sollten auch<br />

sie sich dafür einsetzen, dass Israel die zahllosen Resolutionen<br />

des Weltsicherheitsrates endlich umsetzt und die<br />

Besatzung Palästinas ein sofortiges Ende findet.<br />

38<br />

IGMG • PERSPEKTİF


K‹TAP KULÜBÜ • Merheimer Str. 229, 50733 Köln<br />

• Tel: 0221- 73 90 441 • Fax: 0221- 72 30 61 • E-Mail: info@kitap-kulubu.de • www.kitapkulubu.de


25 yaşından küçük<br />

gençlere, Nisan-Haziran<br />

arasında özel Umre fiyatı<br />

(940,- Euro)<br />

Gençlere özel olan bu<br />

program, Almanya<br />

haricindeki ülkeler için<br />

1040 Euro’dur.<br />

IGMG UMRE UÇUŞ PLANI / FLUGPLAN 2009 / 1430 IGMG RAMAZAN UMRESİ UÇUŞ PLANI / FLUGPLAN 2009-1430<br />

NO BÖLGE GİDİŞ DÖNÜŞ UÇUŞ YERİ PROGRAM MÜDDET ÜCRET<br />

Gençler:<br />

1 BREMEN/HANNOVER 29.03.2009 12.04.2009 FRANKFURT PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

2 KÖLN 03.04.2009 17.04.2009 FRANKFURT PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

3 RUHR-A/KUZEY RUHR 05.04.2009 19.04.2009 FRANKFURT PASKAYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

4 INNSBRUCK/VİYANA 04.04.2009 18.04.2009 MÜNİH PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

5 DÜSSELDORF/HESSEN 06.04.2009 20.04.2009 FRANKFURT PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

6 BERLİN 06.04.2009 20.04.2009 BERLİN PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

7 MÜNİH 04.04.2009 18.04.2009 MÜNİH PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

8 MÜNİH 30.05.2009 13.06.2009 MÜNİH PFINGSTEN 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

9 STUTTGART 31.05.2009 14.06.2009 FRANKFURT PFINGSTEN 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

10 FRBRG/SCHWB/NRBRG 29.05.2009 12.06.2009 FRANKFURT PFINGSTEN 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />

11 BREMEN/HANNOVER 25.06.2009 09.07.2009 HANNOVER YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

12 STRASBURG 01.07.2009 15.07.2009 STRASBURG YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />

13 BELÇİKA 01.07.2009 15.07.2009 BRÜKSEL YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />

14 DÜSSELDORF/KÖLN 03.07.2009 17.07.2009 DÜSSELDORF YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

15 LYON/PARİS 08.07.2009 23.07.2009 LYON/PARİS YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />

16 FRANKFURT 12.07.2009 27.07.2009 FRANKFURT YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

17 HAMBURG 16.07.2009 30.07.2009 HAMBURG YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

18 BERLİN 17.07.2009 31.07.2009 BERLİN YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

19 AMSTERDAM 22.07.2009 05.08.2009 AMSTERDAM YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />

20 STUTTGART 30.07.2009 14.08.2009 STUTTGART YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

21 MÜNİH 04.08.2009 18.08.2009 MÜNİH YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />

NO BÖLGE GİDİŞ DÖNÜŞ UÇUŞ YERİ PROGRAM MÜDDET ÜCRET<br />

1 GENEL 21.08.2009 20.09.2009 FRANKFURT TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1565,- €<br />

2 GENEL 06.09.2009 20.09.2009 FRANKFURT SON İKİ Hafta 2 Hafta 1465,- €<br />

3 PARİS 21.08.2009 20.09.2009 PARİS TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

4 PARİS 06.09.2009 20.09.2009 PARİS SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

5 AMSTERDAM 21.08.2009 20.09.2009 AMSTERDAM TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

6 AMSTERDAM 06.09.2009 20.09.2009 AMSTERDAM SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

7 LYON 21.08.2009 20.09.2009 LYON TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

8 LYON 06.09.2009 20.09.2009 LYON SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

9 STRASBURG 21.08.2009 20.09.2009 STRASBOURG TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

10 STRASBURG 06.09.2009 20.09.2009 STRASBOURG SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

11 VİYANA 21.08.2009 20.09.2009 VİYANA TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

12 VİYANA 06.09.2009 20.09.2009 VİYANA SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

13 BRÜKSEL 21.08.2009 20.09.2009 BRÜKSEL TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

14 BRÜKSEL 06.09.2009 20.09.2009 BRÜKSEL SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

15 ZÜRİH 21.08.2009 20.09.2009 ZÜRİH TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />

16 ZÜRİH 06.09.2009 20.09.2009 ZÜRİH SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />

• 6 hafta önceden müracaat etmek ve en az 30-40 kişilik grup olunması halinde yukarıda belirtilen program harici, istenilen tarihte Umre organizasyonu yapılır.<br />

• Uçuş tarihlerinde 1-2 günlük değişiklik olabilir. • Türkiye üzeri uçuşlarda Umre dönüşü Türkiye’de aynı bilet ile izin yapma imkanına sahipsiniz.<br />

• Özel oda: Nisan-Haziran arası, kişi başı 60 Euro ilave alınır • Ramazan Umresinde Özel oda: Kişi başı 120 Euro ilave alınır<br />

• Ferdî gitmek isteyenler için özel fiyat 1240,- Euro (Bu fiyat Nisan ve Haziran arası geçerlidir.)<br />

. . .<br />

Hacc ve Umre ‘Millî Görüş’ ile bir başkadır<br />

Banka Hesap Numarası: IGMG • DENİZ BANK AG • Konto Nr.: 20 41 27 45 52 • BLZ: 500 307 00<br />

Islamische Gemeinschaft Millî Görüş · İslam Toplumu Millî Görüş · Hac ve Umre Organizasyonu<br />

Boschstr. 61-65 · D-50171 Kerpen · Tel.: +49 (0)2237-656 310/311 · Fax: +49 (0)2237-656 319 · E-Mail: hacumre@igmg.de · www.igmg.de

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!