Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>Perspektif</strong><br />
FEBRUAR / ŞUBAT 2009 • Yıl/Jg.: 15, Sayı/Nr.: 170 İslam Toplumu Millî Görüş aylık yayın organı<br />
İş hayatı<br />
ve İbadet<br />
•ÇOCUKLAR ÖLÜRKEN...<br />
•WENN KINDER STERBEN...<br />
•HAYATIN İŞ VE İBADET BOYUTU<br />
•GOTTESDIENSTE IM ALLTAG
IGMG<br />
<strong>Perspektif</strong><br />
IGMG AYLIK YAYIN ORGANI<br />
EDİ TÖR<br />
FEBRUAR / ŞUBAT 2009<br />
Yıl/Jg.: 15, Sayı/Nr.: 170<br />
AD RES · ANSC HRIFT<br />
IGMG • <strong>Perspektif</strong><br />
Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen<br />
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555<br />
www.igmg.de E-Mail: dergi@igmg.de<br />
YA YIN CI · HE RA US GE BER<br />
Is la misc he Ge me ins chaft Mil lî Gö rüş<br />
IGMG e.V.<br />
Amt sge richt Bonn, VR 6621<br />
Vertreten durch den Vorstand:<br />
Osman Döring, Vorsitzender<br />
Oguz Ücüncü, Generalsekretär<br />
Ali Bozkurt, stellv. Vorsitzender<br />
GE NEL YA YIN YÖ NET ME Nİ · CHEF RE DAK TE UR<br />
Oğuz Üçün cü<br />
(V.i.S.d.P)<br />
DİZ Gİ-LA YO UT<br />
İlhan BİLGÜ<br />
BAS KI · DRUCK<br />
Ya vuz söh ne-Du is burg<br />
Ya yın la nan ma ka le ve fi kir ya zı la rı nın<br />
so rum lu luk la rı ya zar la rı na ait tir.<br />
•<br />
Di e in der Ze itsc hrift ve röf fent lich ten<br />
Mei nun gen bin den di e Au to ren, nicht di e IGMG.<br />
İLAN SER Vİ Sİ · AN ZE IGEN SER VI CE<br />
Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555<br />
E-Ma il: ta nit ma@igmg.de<br />
ABO NE SER VİSİ · ABON NE MENT<br />
Is la misc he Ge me ins chaft Mil lî Gö rüş<br />
Lasts chrif tab tei lung<br />
Boschstr. 61-65, D- 50171 Ker pen<br />
Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555<br />
E-Ma il: mitg li ed@igmg.de<br />
Yıl lık abo ne üc re ti: 59,-EU RO<br />
Jah re sa bon ne ment: 59,-EU RO<br />
IGMG Ge nel Mer kez Üye le ri ne Üc ret siz dir<br />
Für Ve re ins mitg lie der der IGMG kos ten los<br />
Der Be zugs pre is ist im Mitg li eds be it rag ent hal ten<br />
HE SAP NO · BANK VER BIN DUNG<br />
DENIZ BANK AG<br />
Kon tonr.: 20 41 27 45 50<br />
BLZ: 500 307 00<br />
Ortadoğu’da barış<br />
Dünya’nın finansal ve siyasal temsilcilerinin bir araya<br />
gelerek, gelecek için projeler ürettiği Davos zirvesi, bu sene<br />
Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Gazze saldırıları dolayısıyla<br />
İsrail Cumhurbaşkanı Perez’e sert cevaplar vermesi ile başka<br />
bir platforma ev sahipliği yapmak zorunda kaldı. İsrail, tüm<br />
katliamlarına rağmen “eleştirilemez” olma hakimiyetini sürdürme<br />
gayretinde iken, artık eleştiri seslerinin açık muhatabı<br />
haline geldi. Umarız bu tartışma, Ortadoğu barışının<br />
doğru temeller üzerine oturtulmasına yardımcı olur.<br />
Herşeyden önce sorunun temeli, yalnızca Hamas olarak<br />
gösterilerek yanlış yönlendiriliyor. Hamas daha 1980’lerde<br />
işgalci İsrail kuvvetlerine karşı Filistin halkının direnişi olarak<br />
ortaya çıktı. Son seçimlerde de büyük bir çoğunlukla iktidara<br />
geldi. Fakat, ABD ve İsrail'in yanındaki dünya güçleri,<br />
Filistin halkının bu iradesine ipotek koydu. Bu yüzdendir ki,<br />
İsrail’in 60 yıldır işgal kuvveti olarak, işgal ettiği topraklardan<br />
çekilip Hamas’ın da barış sürecine dahil edilmesi gerçekleşmediği<br />
müddetçe, barışa doğru bir adım atılamayacağı<br />
ortadadır. Bölgede ancak, İsrail’in dikte ettiği bir barış yerine,<br />
Filistinlilerin de haklarını koruyan adil bir barış kesin<br />
çözüm olacaktır.<br />
Davos’ta bir araya gelenler, Ortadoğu barışına bir katkı<br />
yapamamanın yanısıra, dünyanın içinde bulunduğu ekonomik<br />
ve malî krizin de sorumluları olmalarına rağmen, adil<br />
bir paylaşıma ve dayanışmaya dayalı yeni çözümler üretmekten<br />
de uzak kaldı. Davos’ta bu gelişmeler olurken, rakip<br />
bir forum da Brezilya’nın Belém kentinde yapıldı. Bu forum,<br />
her ne kadar elit iktidarlar nezdinde bir yer edinemedi idiyse<br />
de, özellikle bugünkü krizin gerçek mağdurlarından oluşuyordu.<br />
Fakat, forumun asıl suçu, “globalleşme” karşıtı olması,<br />
radikal, fundamentalist, extremist fikirleri ile bugünkü<br />
küresel ekonomik ve siyasal düzene muhalefet şerhi koymasıydı.<br />
Bu arada, önümüzdeki Hac ve Umre Organizelerimizin<br />
ön çalışmaları tamamlandı. Pek çok seçeneğin bulunduğu<br />
Umre Organizemizin ilk kafilesi 29 Mart’ta hareket ediyor.<br />
Organizemizde yaz tatili ve Ramazan umresi seçenekleri de<br />
bulunuyor.<br />
Gelecek sayımızda buluşmak üzere, Allah’a emanet olun.<br />
• Oğuz ÜÇÜN CÜ<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009
İÇİNDEKİLER<br />
• YORUM<br />
•Çocuklar ölürken... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5<br />
• GÜNDEM<br />
•CSU, zanlıları, kökenlerine göre kayıt altına almak istiyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6<br />
•Gazze’den dünyaya yansımalar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
•Almanya’nın Gazze tutumu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .10<br />
• TEŞKILAT<br />
•Gazzeli kardeşlerimizin yanındayız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .12<br />
.<br />
•“Leipzig’te verilen başörtüsü kararı şaşırtıcı değil” . . . . . . . . . . . .14<br />
•“Entegrasyon yetersizliği, etnik veya kültürel arka planla ilgili değil” . .15<br />
• İSLAM VE HAYAT<br />
•İbadet ve salihçe çalışma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .16<br />
•Peygamber hayatının bir parçası: Çalışmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .18<br />
•Hayatın iş ve ibadet boyutu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .20<br />
• KÜLTÜR<br />
•Bilginin transferi ve Avrupa üniversiteleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .23<br />
10<br />
12<br />
16<br />
• TOPLUM<br />
•Çift dillilik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .26<br />
•Cami cemiyetlerinin entegrasyon çalışmaları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .28<br />
•DÜNYA<br />
•Cezayir . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .30<br />
•Kahire’de kendini görmek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .32<br />
28<br />
• ISLAM UND LEBEN<br />
•Gottesdienste im Alltag . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .34<br />
•VERBAND<br />
•IGMG kritisiert Darstellung der jüngsten Integrationsstudie . . . . . . . . .37<br />
• KOMMENTAR<br />
•Wenn Kinder sterben . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .38<br />
32<br />
IGMG • PERSPEKTİF
yorum<br />
Çocuklar<br />
ölürken...<br />
Eğer Davos’daki konferansa katılanlar dünya<br />
barışı konusunda ciddî iseler, o zaman, Ortadoğu<br />
sorununda, sebeb ve etkileri birbirine karıştırmaktan<br />
uzak durmaları gerekir.<br />
Oğuz ÜÇÜNCÜ • oucuncu@igmg.de<br />
ölümünden sonra duygusal davranılması<br />
şaşırtıcı değil”miş. Bu sözlerle<br />
“Çocukların<br />
Dünya Ekonomik Forumu’nun organizatörü<br />
Klaus Schwab Başbakan Erdoğan’ın tepkisinin<br />
vehametini hafifletmeye çalışmışdı. Peki, olay bu<br />
kadar basit miydi? Çocuklar ile ilgili bir mesele olduğunda,<br />
Türkiye Başbakanı çok duyarlıydı ki, bu yüzden İsviçre<br />
Alplerindeki konferanz mekanını öfke dolu bir şekilde<br />
tüm delegasyonu ile birlikte gecenin yarısında terkediyordu.<br />
Organizatörlerin bu zavallıca açıklama teşebbüsünün<br />
bizzat kendisi bile, İsrail’in Gazze’deki saldırganlığı üzerine<br />
yapılan tartışmayı ürkütücü bir şekilde ortaya koyuyor.<br />
Kelimenin tam anlamıyla Başbakan’ın sabrını taşıran<br />
ne İsrail’in işgal politikası, ne sivil hedeflerin bombalanması,<br />
ne de, yasak silahların kullanılması veya sonu<br />
gelmeyen uluslararası hukukun ihlali, ya da kapatılan sınır<br />
kapıları, yetişkinlerin öldürülmesi veya yaralanması<br />
değil. Erdoğan’ın sabrını taşıran şey, savaşın “talî” kayıpları<br />
olarak algılanan öldürülen ve yaralanan çocuklardı. Aslında,<br />
Davos’taki asıl skandal, olayların bu şekilde ters yüz edilme<br />
şeklidir.<br />
Şükür ki, tüm gelişmeler fiilen tüm dünyanın gözü<br />
önünüde “canlı” olarak gelişiyordu. Böylece bizler de belki<br />
de tarihin önemli bir bölümüne şahitlik edenlerden olduk.<br />
Çünkü, 12 dakikalık konuşması ile Tayyip Erdoğan,<br />
bu zamana kadar eşi görülmemiş bir açıklıkla, bir Türk<br />
Başbakanı olarak ilk kez dünya politikasının kulis arkalarındaki<br />
gelişimelerine bir bakış açısı getirerek, böylece<br />
Gazze’deki trajik çatışmayı ortaya koydu. Erdoğan, hiç<br />
çekinmeden isim vererek, fiilen 42 yıldan beri açık hava<br />
hapishanesinde yaşayan bir halkın sırtından, özellikle İsrail’deki<br />
sorumlu politikacılarla birlike Batı Şeria’da, Mısır’da<br />
ve Suudi Arabistan’da acımasız bir iktidar ve çıkar<br />
politikası yürütenleri açığa çıkardı. Erdoğan böylece, doğrudan<br />
İsrail Cumhurbaşkanına yönelik olarak verdiği cevapla,<br />
kendisine hiç de bir diplomatik sınırlama getirmeden,<br />
Davos’taki bu tiyatrodan memnuniyetsizliğini, yanlış<br />
anlaşılmaya yer vermeyecek şekilde açıkca ortaya koydu.<br />
Davos’taki panelde, BM Genel Sekreteri ile Arab Birliği<br />
Genel Sekreteri ve Türkiye Başbakanı Erdoğan moderatör<br />
tarafınden sınırlanır ve engellenirken, bakıyorsunuz<br />
ki, son konuşmacı olarak Şimon Perez, hiç sözü kesilmeden,<br />
yalan, polemik, ve dramaturjik bir ifadeyle müzakerecilere<br />
karşı bolca suçlamalarda bulunuyor. Üstelik,<br />
bu konuşma dünyanın önder elitlerinin alkışlarıyla karşılanıyor.<br />
Bu durum karşısında Tayyip Erdoğan, Ban Ki<br />
Moon ile Amr Musa’nın aksine sessiz kalmıyor. Hatta Erdoğan,<br />
alkışların şahiplerine de şu sözlerle seslenerek bu<br />
hoşnutsuzluğunu açıkça ortaya koyuyor: “Kim bu açık<br />
haksızlığı alkışlıyorsa, onlar da insanlığa karşı suç işliyor<br />
demektir.” Erdoğan, Dünya Ekonomik Forumu’nun “Kişiselleşmiş<br />
vicdanı”, ve “ezilmişlerin sesi” olarak sahneden<br />
ayrılıyor. Tartışmanın diğer katılımcılarının da aynı şekilde<br />
sahneyi tereketmeleri gerekirdi.<br />
Dünya kamuoyu bundan sonra, uluslararası hukuku<br />
ayaklar altına alıp, sivilleri öldüren ve sivil altyapıyı acımasızca<br />
tahrip ederek savaş suçu işleyen İsrail önderliği<br />
tarafından hafife alınmayı kabullenmemeli. Eğer Davos’daki<br />
konferansa katılanlar dünya barışı konusunda<br />
ciddî iseler, o zaman, Ortadoğu sorununda, sebeb ve etkileri<br />
birbirine karıştırmaktan uzak durmaları gerekir. Daha da<br />
ötesi, İsrail’in sayısız BM Güvenlik Konseyi kararlarına<br />
uymasını temin etmek ve Filistin’in işgalinin hemen sona<br />
erdirilmesi için gayret göstermeliler.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
5
gündem<br />
CSU, zanlıları, kökenlerine<br />
göre kayıt altına almak istiyor<br />
Geleceğe yönelik perspektifi olmayan insanların, kalıcı oturumu olan ve<br />
okula giden kişiler ile karşılaştırıldıklarında, daha fazla suça yatkın oldukları<br />
görülmektedir. Bu bilgiler yeni olmamakla beraber, birçok bilimsel<br />
araştırmanın da konusu olmuş ve ispatlanmıştır.<br />
Ekrem ŞENOL • esenol@igmg.de<br />
Federal Kriminal Dairesi, her yıl suçluların listesini<br />
veren istatistikleri yayınlarken, bu listelerde<br />
suç gruplarına göre, örneğin, hırsızlık, öldürme,<br />
kundaklama gibi bir ayrıma gidiliyor.<br />
Sonunda da zanlılar, Alman vatandaşı olanlar ve olmayanlar<br />
olarak ayrılıyorlar.<br />
CSU’dan gelen son açıklamalara göre, vatandaşlığa<br />
bakılarak ayırım yapmak yetersiz. Zanlının hangi kökenden<br />
olduğunun da istatistiklere alınması gerekiyor. CSU Eyalet<br />
Grup Başkanı Peter Ramsauer, Handelsblatt’a yaptığı açıklamada,<br />
“Suç ile mücadele için kökenin de belirtilmesi<br />
gerekir” şeklinde konuştu.<br />
Ramsauer ayrıca “Süddeutsche Zeitung” adlı gazeteye<br />
verdiği başka bir beyanatta ise; “Sürekli olarak, yabancıların<br />
suç oranının düştüğü iddia ediliyor. Hâlbuki,<br />
bunun nedeni, yabancıların, Alman vatandaşlığına kabul<br />
edilme yoluyla, resmî olarak Alman olmalarıdır. Böylece,<br />
istatistiklerde yabancıların suç oranı düşmüş oluyor”<br />
şeklinde ifadelerde bulunuyor.<br />
Ramsauer’in yaklaşımı yeni değil. Zira, Ramsauer’in,<br />
bu talepleri geçmişte de dile getirdiği biliniyor. Suçluların,<br />
kökenlerine göre kayda alınmalarının, önleme ve aydınlatma<br />
çalışmaları için önemli olduğu, bugün belli suçların köken<br />
itibariyle, belirli gruplar tarafından işlendiği söyleniyor.<br />
Buna karşın, etkili tedbir ve çalışmalar yapılabilmesi<br />
için, somut bilgiler ve istatistiklerin önemli olduğu<br />
belirtiliyor.<br />
Ancak açıkça anlaşılıyor ki, CSU, zanlıların kökenlerine<br />
göre kayıt altına alınması talebi ile yabancıların<br />
ne kadar tehlikeli ve suça meyilli olduğunu göstermek<br />
istiyor. Burada, daha önemli olan nokta ise, bize göre<br />
suçu engellemek için yeni bilgiler verebilecek şekilde<br />
istatistiklerin derinleştirilmesi zaruretidir. Ancak bunun<br />
için, zanlının, sadece kökeninin kayıt altına alınması yeterli<br />
değildir. Ayrıca, Almanya’da ikamet süresi, seyahat<br />
amacı, ekonomik uyumu, okul eğitimi, oturum durumu<br />
gibi yan şartların da kayıt altına alınması gerekir.<br />
Almanya’ya sadece seyahat amacıyla gelmiş veya iltica<br />
başvurusu yapmış ve Almanya’da çalışma imkânı<br />
olmayan, perspektifi olmayan, ertesi gün için bile Almanya’da<br />
kalma teminatı olmayan kişilerin de işledikleri suçlar,<br />
Almanya’da sürekli yaşayan yabancıların hesabına yazılmaktadır.<br />
Geleceğe yönelik perspektifi olmayan insanların, kalıcı<br />
oturumu olan ve okula giden kişiler ile karşılaştırıldıklarında,<br />
daha fazla suça yatkın oldukları görülmektedir.<br />
Bu bilgiler yeni olmamakla beraber, birçok bilimsel araştırmanın<br />
da konusu olmuş ve ispatlanmıştır. Belirtilen<br />
ayrıntıların, kriminal istatistiklerde yer almamasının burada<br />
sürekli yaşayan yabancıların aleyhine işleyen bir<br />
süreç olduğu bilinmektedir.<br />
Örneğin, Kriminolog Christiand Pfeiffer, uzmanların,<br />
suçlunun veya zanlının sosyal profilinin de krimi-<br />
6<br />
IGMG • PERSPEKTİF
gündem<br />
CSU Eyalet Grup Başkanı Peter Ramsauer<br />
nal istatistiklerde yer alması halinde, istatistiklerin<br />
bir anlam ifade ettiğine dikkat<br />
çektiklerini belirtiyor. Detaylı bir kriminal<br />
istatistiğin değerlendirme sonucuna<br />
değinen Christian Pfeiffer, bir bölgede<br />
oturan yabancı işçi göçmenlerdeki<br />
suç oranının, aynı düzeydeki Alman<br />
sosyal grubuna oranla daha düşük olduğunu<br />
da ifade ediyor. Bu anlamıyla,<br />
Almanya’da sürekli yaşayan yabancılar,<br />
aynı konumdaki Almanlara göre kanuna<br />
daha saygılılar.<br />
Kayıt altına almalarda iyileştirilmesi<br />
gereken diğer bir nokta ise, polisteki kriminal<br />
istatistiklerde, suçluların değil, her<br />
zaman zanlıların kayıt altına alınması<br />
hususudur. Alman toplumunda, yabancıları<br />
ihbar etme eğilimi, Almanlarla karşılaştırıldığında<br />
daha fazla olduğundan<br />
– bu da aynı şekilde ispatlanmıştır – bu<br />
durum, yabancıların zanlı kaydını artırmaktadır.<br />
Yabancı veya Alman zanlılardan<br />
kaçının mahkûm olduğu konusunda<br />
ise bir istatistik tutulmadığından dolayı,<br />
bu durum, istatistiklerin yabancı ve<br />
göçmenlerin zararına sonuçlar vermesine<br />
neden olmaktadır.<br />
Ancak, kökenden daha fazla bilginin<br />
kayıt altına alınması, CSU’nun hoşuna<br />
gitmeyecektir. Bu durum, siyasîlerin<br />
açıklamakta zorlanacakları bir<br />
hâl olacaktır. Öte yandan, bu durumda,<br />
özellikle kalıcı oturumu olan, belki de vatandaş olmuş<br />
veya yıllardır Almanya’da yaşayan yabancılar ve göçmenler<br />
rahatlayacak, her Alman’ın aynı olmaması gibi,<br />
her yabancının da aynı olmadığı böylece anlaşılmış olacaktır.<br />
Bu önemli bir husustur.<br />
Bununla beraber, detaylı bilgilerin olması halinde<br />
Ramsauer de oy kapmak için seçimlerde bu şekilde konuşma<br />
imkânına da sahip olamayacaktır. Ramsauer’in<br />
açıklamalarına, vurgulara dikkat kesilerek bir daha yakından<br />
bakalım: “Sürekli olarak, yabancıların suç oranının<br />
düştüğü iddia ediliyor. Hâlbuki, bunun nedeni, yabancıların,<br />
Alman vatandaşlığının kabul edilme yoluyla,<br />
resmî olarak Alman olmalarıdır. Böylece, istatistiklerde<br />
yabancıların suç oranı düşmüş oluyor.”<br />
Ramsauer, gördüğümüz kadarıyla vatandaşlığın takdir<br />
edilmesi ile, hak olarak elde edilmesi arasındaki farkı<br />
bilmiyor. Almanya’da, yabancıların vatandaşlığa kabul<br />
edilme işleminin çoğu, kişinin buna hak kazanması<br />
sonucunda gerçekleşmektedir. Yabancılar, bu hakkı elde<br />
etmek için, detaylarına şimdi girmeyeceğimiz bir kısım<br />
şartları yerine getirmek durumundalar. Ancak,<br />
Ramsauer’in açıklamaları bağlamında, şartlardan bir tanesini<br />
öne çıkaralım: Vatandaşlık Kanunu’nun 10. maddesinin<br />
1. fıkrasının 5. bendi, yabancının “Bir suç nedeniyle<br />
hüküm giymemiş olması”nı şart koşmaktadır.<br />
Söz konusu şartlar yerine geldiğinde, ilgil daire, kişiyi<br />
vatandaşlığa kabul etmekle yükümlüdür. Takdir edilerek<br />
verilen vatandaşlıkta ise, tüm şartları yerine getirmese<br />
de kişi – millî formayı giymesi halinde hiçbir<br />
şartta istenmeyebilir - takdir yetkisi kullanılarak Alman<br />
vatandaşlığına alınabiliyor. Ramsauer, bir yılda takdir<br />
edilerek elde edilen vatandaşlık oranının kaç olduğu ve<br />
özellikle kime uygulandığını öğrenirse iyi eder. Bir Alman<br />
takımının millî formasını giyme niyetinde olamayanların<br />
şanslarının az olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Son tahlilde Ramsauer’in vatandaşlığa sonradan alınanları<br />
formel Alman ifadeleriyle tanımlaması bile, zaten<br />
benzeri olmayan bir gaf. Ek olarak, zanlıların kökenlerinin<br />
kayıt altına alınmasını talep eden Ramsauer<br />
ve CSU’nun, arka planda nasıl bir zihniyete sahip oldukları,<br />
aktardığımız sözlerde açık bir şekilde gözüküyor;<br />
yoruma ihtiyaç bırakmıyor.<br />
Sonuç olarak şunu söylemeliyiz, bilgilerin detaylı bir<br />
şekilde kayıt altına alınması yanlış değildir. Tam tersine,<br />
mümkün olduğunca geniş bir çapta yapılması gereklidir.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
7
gündem<br />
Gazze’den<br />
dünyaya yansımalar<br />
Küresel açıdan Gazze savaşının ortaya çıkardığı temel öğe, büyük güçlerin ve de uluslararası<br />
örgütlerin, mesele İsrail olunca, olaya tamamıyla duygusal yaklaştıkları ve<br />
bunun bir yansıması olarak da, uluslararası sistemdeki mekanizmaların tıkanmasıdır.<br />
Mehmet Özkan @ metkan82@hotmail.com<br />
Soğuk savaş sonrasında yaşanan iki savaş kadar<br />
Müslümanlar ve uluslararası düzen arasındaki<br />
ilişkiyi net bir şekilde özetleyen hiç birsey yoktur:<br />
1990’ların başında yaşanan Bosna savaşı ve<br />
22 gün sonunda nihayet sona eren 2009 Gazze savaşı. Bu<br />
iki savaşın Müslümanlar üzerinde bıraktığı etki anlaşılmadan<br />
oluşum surecinde olan yeni uluslararası sistem anlaşılamayacağı<br />
gibi, yine bu iki savaşın İslam dünyasında<br />
bıraktığı psikolojik ve sosyal yıkımı tamir etmeden<br />
Müslümanların dâhil olduğu bir uluslararası sistemi kurmak<br />
da neredeyse imkânsızdır. İslam dünyasının büyük güçlere,<br />
uluslararası örgütlere ve en önemlisi kendi liderlerine<br />
isyan ettiği ve onların meşruiyetini yeniden sorguladığı<br />
son Gazze savası hem uluslararası sistem açısından<br />
hem de İslam dünyasının kendi iç dinamiklerinde yol açacağı<br />
muhtemel yıkım ve arayışlar çerçevesinde özel bir<br />
önem arz etmektedir. Bu yazıda temel olarak Gazze savaşının<br />
küresel güçler, İslam dünyası ve Ortadoğu bölgesi açısından<br />
genel bir değerlendirmesi yapılacaktır.<br />
Küresel açıdan Gazze savaşının ortaya çıkardığı temel<br />
öğe, büyük güçlerin ve de uluslararası örgütlerin, mesele<br />
İsrail olunca, olaya tamamıyla duygusal yaklaştıkları<br />
ve bunun bir yansıması olarak da, uluslararası sistemdeki<br />
mekanizmaların tıkanmasıdır. Son donemin şahin<br />
gücü Rusya sadece yaşanan bu insanlık dramını sessizce<br />
izlemeyi tercih ederken geleceğin supergücü olarak görülen<br />
Çin cılız bir açıklama ile olaya yaklaşmıştır. Avrupa<br />
Birliği donem başkanı Çek Cumhuriyetinin durumu<br />
İsrailin kendini savunması olarak gören açıklaması sadece<br />
Çek Cumhuriyetinin acemiliği ya da iş bilmezliğiyle izah<br />
edilemez. Bu aslında Avrupa Birliğinin Yahudilere karşı<br />
hala bir suçluluk psikolojisi ile hareket ettiğinin en kritik<br />
donemde bile barizce açığa çıkmasından başka birşey değildir.<br />
Küresel güç Amerika ve Asya’nın devlerinden olan<br />
Hindistan olayı teröre karşı savaş olarak görürken, Japonya<br />
ise klasik dünya olaylarına yönelik ilgisizliğini bir<br />
kez daha ortaya koymuştur. Gazze savaşı bir nevi dünyadaki<br />
tüm güç odaklarının yakın bir çıkarlarının olmadığı<br />
bir durumda nasıl davranacaklarını gösteren bir turnusol<br />
kağıdı görevini görmüştür. Uluslararası sistem acısından<br />
bu savaşın en temel çıktısı İslam dünyasının özellikle Bosna<br />
savaşından sonra zaten güvenini her gecen gün kaybettiği<br />
küresel sistem ve kurumlara olan güvenin en dibe<br />
vurmuş olmasıdır. Ki bu durum küresel bir düzen kurmayı<br />
hem zorlaştıracak hem de daha uzun bir süre belirsizliklerle<br />
boğuşacağımızın göstergesi olarak görülmelidir.<br />
Gazze savaşı İslam dünyasının herhangi bir hayati konuda<br />
bile kendi kendine hareket edebilme yetisini yitirdiğinin<br />
bir göstergesi olarak tarihe geçecektir. Venezuela<br />
devlet başkanı Chavez’in bile İsrail ile diplomatik ilişkileri<br />
kestiği bir dönemde, İslam dünyasından sadece cılız tepkiler<br />
ve hatta İsrail’e gizli destek imalarının basına yansıması,<br />
İslam dünyasında uzun süredir var olan ‘sokak’ ve ‘saray’<br />
arasındaki meşruiyet gerilimini hat safhaya çıkarmıştır.<br />
Sokaklarda binlerce insanın kınadığı İsrail’e devlet<br />
kanadından hemen hiç bir tepkinin gelmemesi onların sadece<br />
güçsüzlüğüyle izah edilemez. Her ne kadar fikri olarak<br />
ne yapılması gerektiği konusunda kafalar karışık olsa<br />
da verilen tepkilerin bile Amerika ile ilişkileri gözeterek ortaya<br />
konması İslam dünyasının psikolojik zayıflığı yanında<br />
kendi hayati çıkarlarını bile korumadan aciz kaldığının<br />
göstergesidir. Sadece Türkiye’nin yoğun çaba gösterdiği fakat<br />
sonuç alamadığı bu donemde Arap dünyasında yapılan<br />
gösterilerde “Erdoğan’a selam” sloganlarının atılması aslında<br />
“liderlik kriz anında test edilir” deyişinin Arap sokaklarında<br />
bulduğu yankının yansılamalarından başka birsey<br />
değildir. 57 üyesi bulunan İslam Konferansı Örgütü<br />
kınama açıklamalarının yanında birsey yapamadığı gibi, Arap<br />
Ligi kendi arasında görüş birliğine dahi varamamış ve Suudi<br />
Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi devletler Arap Ligi zir-<br />
8<br />
IGMG • PERSPEKTİF
gündem<br />
vesine katılmayı bile red<br />
olan “soğuk savaş”ın yansımalarıydı.<br />
Gazze savaşı<br />
etmiştir. Körfez İşbirliği<br />
Örgütü etkili bir açıklama<br />
sonrasında ise yine bu soğuk<br />
savaş kendisini acık ve<br />
yapmadığı gibi Katar dışındaki<br />
körfez devletleri de<br />
net bir şekilde göstermiştir.<br />
Önceki dönemlerde çe-<br />
bu donemde daha çok sessiz<br />
kalmayı tercih etmişlerdir.<br />
Temel olarak Gazze<br />
lenilen bu ayrışma son döşitli<br />
siyasî söylemlerle giz-<br />
savaşının ortaya çıkardığı<br />
nemde keskinleşmiş ve derinleşmiştir.<br />
Suudi Arabis-<br />
nokta İslam dünyasının düşünülenden<br />
de zayıf olduğu<br />
tan ve Mısır’ın Katar’ın<br />
ve kendi öz çıkarlarını bile<br />
başkenti Doha’da yapılan<br />
savunmaktan aciz olduğudur.<br />
Ortaya çıkan başka bir<br />
katılmamaları kendilerinin<br />
Arap Birliği toplantısına<br />
nokta ise halk ile idareciler<br />
Cami, hastane, okul... Hepsi, İsrail’ın hedefiydi öncülük ettiği kurumlara<br />
arasındaki uçurumun artık<br />
bile artık sahip çıkmadıklarının<br />
bir göstergesi ol-<br />
dayanılmaz bir safhaya geldiği<br />
ve bu durumun sosyal patlamalara yol açabileceğidir. masının yanında artık ayrışmayı gizleyecek bir durumun<br />
Bu açıdan İslam dünyasındaki haklar nezdinde nasıl ki olmadığının gostegesi olmuştur. Artık Arap dünyasındaki<br />
ayrışma bir nevi İsrail yanlıları ve karşıtları seklinde<br />
Bosna olayı hala hafızalardan silinmemiş ise Gazze olayı<br />
da benzer bir etkiyle insanların olaylara bakışını şekillendirmeye<br />
devam edecek ve birçok sosyal çıktılara yol açanumda<br />
bulunan Mısır’ın, Refah’taki sınır kapısını açma-<br />
kendini göstermiştir. Özellikle savaş boyunca kilit bir kocaktır.<br />
Tüm bunların yanında Gazze savaşı Müslümanların<br />
dikkatini dış düşmanlara değil artık içerdekilere yö-<br />
yol açmış ve gündem bir anda İsrail’den Mısır’a dönmüştür.<br />
ması, İslam dünyasında infial denilebilecek bir tepkiye<br />
neltmiştir. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra ortaya çıkan<br />
ve daha çok Amerikan karşıtlığı olarak kendisini ifa-<br />
Mısır’ın yan yana gösterilerek protesto edilmesi ve bir<br />
Hemen hemen her yerde yapılan protestolarda İsrail ile<br />
de eden öfke bu savaştan sonra artık içeriye ve de İslam dünyasındaki<br />
liderlere yönelecektir. Bu süreç yeni bir iç muginç<br />
bir not olarak tarihe geçecektir.<br />
nevi Mısır’ın da baş suçlu olduğunun vurgulanması ilhasebenin<br />
yollarını açacak ve yaklaşık sekiz yıldır Müslümanların<br />
dışarıya bakarak bir nevi nadasa bıraktıkları iç meyi keskinleştirmiş ve bölgede yeni gelişmelere de ka-<br />
Ortadoğu acısında bu savaş Araplar arasındaki bölün-<br />
sorunlarıyla yeniden yüzleşmelerinin yolunu açacaktır. pı aralamıştır. Özellikle Mısır’da bir grup üst düzey subayın<br />
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Gazze savaşının yaşandığı<br />
dönemde Müslümanlar halklar Bosna savasındaki döneme de darbe yapacakları seklinde tehdit etmesi yanında yine<br />
Mübarek’i eğer İsrail ile işbirliğine devam etmesi halin-<br />
nazaran çok daha güçlü ve etkilidirler. İslam dünyasında var bir grup askerin refah sınır kapısından içeri giren Filistinlileri<br />
engelleme görevini red etmeleri sosyal düzeyde ya-<br />
olan yardım kuruluşlarından derneklere, araştırma merkezlerinden<br />
yeni yetişen iş adamlarına kadar İslam dünyasındaki<br />
sivil öğeler belirli bir birikime zaten sahip olup, rülmelidir. Yine aynı şekilde hemen hemen hiç bir şekilşanan<br />
infialin bürokrasi düzeyine de yansıması olarak gö-<br />
Gazze savaşı bu birikimin yeniden nasıl ve ne şekilde degerlendirilebilecegiyle<br />
alakalı yeni tartışmaları ve stratejileri izin verilmemesi Hüsnü Mübarek ve diğerlerinin küçük bir<br />
de Mısırda İsrail’e karsı protesto gösterisi yapılmasına<br />
gündeme getirecektir.<br />
protesto eyleminin rejimin yıkılmasıyla sonuçlanacağından<br />
korkmasından kaynaklanmaktadır. Her ne kadar 22<br />
Gazze savaşının kısa ve yakın vadede en büyük etkisi<br />
Ortadoğu bölgesinde hissedilecektir. Bunun bir sebebi gün suren savaş şimdilik sona ermiş olsa da Ortadoğu bölgesi<br />
açısından iki temel sonuca yol açacaktır. Mısır’ın iç<br />
savaşın bu bölgede olması ise diğer ve daha etkili sebebi<br />
savaşın ortaya çıkardığı gerçekler açısından bölgenin kaderini<br />
değiştirme gücüne sahip olmasıdır. Herşeyden önyasetini<br />
karıştırması kuvvetle muhtemel olan bir durum or-<br />
dinamiklerini harekete geçirmesi dolayısıyla Mısır iç sice<br />
Arap devletlerinin zayıflığını ortaya koymasının yanısıra<br />
aslında yıllardır var olan fakat bir türlü kendini ifade selesinde yaşanan açmazı da sona erdirmek için ümietletaya<br />
çıkarmasının yanısıra 2006 yılından beri Filistin me-<br />
etmeyen Arap dünyasındaki ‘derin’ bölünmeyi de ortaya ri yeniden yeşertmiştir. Özellikle son bir kaç yıldır Gazze’nin<br />
zaten açık bir hapishane olduğu dikkate alındığın-<br />
çıkarmıştır. Bu bölünme çeşitli zamanlarda kendini çeşitli<br />
şekilerde ifade etmiştir. Örneğin 1960’larda Nasser liderliğindeki<br />
Pan-Arabizme karsı İslamcılığı gündemde ümitlerle beraber riskleri de beraberinde getirecektir. Süda<br />
taşların yerinden savaşla bile olsa oynatılması yeni<br />
tutmaya çalışan Suudi Arabistan’in izlediği siyaset ya da recin risklerinin miminize edilerek ufukların yeşertilmesi<br />
süreci yönlendirecek aktörlerin zamanla alacağı pozis-<br />
1980’larda bu defa Mısır ve Suudi Arabistan’in İran’a<br />
karşı izlediği yıkıcı siyaset yıllardır Arap dünyasında var yonla alakalı olup zaman gösterecektir.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
9
gündem<br />
Almanya’nın<br />
Gazze tutumu<br />
İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte ideal-reel<br />
politika ayrımı da yeniden gündeme geldi.<br />
Savaş süresince ortaya konan farklı devlet politikalarına<br />
hep birlikte şahit olduk<br />
Ünal KOYUNCU • ukoyuncu@igmg.de<br />
Siyaset uzmanlarının gelişmeleri değerlendirmede<br />
kullandıkları iki anahtar kavram söz konusudur:<br />
İdeal siyaset ve reel politika. İdeal siyaset<br />
yaklaşımına göre yönetim, ahlak ve adalet kavramlarıyla<br />
ifade edilen değerler ekseninde şekillenirken,<br />
reel politika söylemi, idare mekanizmasının güç ve devlet<br />
aklı gibi olgular doğrultusunda pratiğe geçirilmesini<br />
ön plana çıkarır. İdeal politikada adalet gereği doğru ve uygulanabilir<br />
olmayan bir şey, gücü hesaba katan reel politikada<br />
uygulamaya konulması reel hesaplardan dolayı kaçınılmazdır.<br />
Hem reel politika hemde ideal siyaset, siyaset<br />
dünyasına egemen olan tarafların dünya görüşleri çerçevesinde<br />
uygulanma fırsatı bulur. Bu durum iç politikada<br />
olduğu gibi devletlerin boy ölçüştüğü sahne olan uluslararası<br />
siyasette de geçerlidir.<br />
İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte ideal-reel politika<br />
ayrımı da yeniden gündeme geldi. Savaş süresince ortaya<br />
konan farklı devlet politikalarına hep birlikte şahit<br />
olduk. Gazze’nin vurulmasıyla birlikte başlayan diplomatik<br />
açıklamalar, savaşın başlamasında suçlunun aranması<br />
ve devletlerin iç ve dış dinamikleri göz önünde bulundurarak<br />
tutumlarını ortaya koymaları diplomasinin, bir<br />
savaş karşısında nasıl işlediğini gösteriyordu. Savaş tüm<br />
şiddetiyle insan canına kıyarken, ağır işleyen bir devlet<br />
bürokrasisine benzeyen diplomasi, canların kurtarılmasında<br />
geç kalıyordu.<br />
Devlet aklının reelpolitik tutumu<br />
Dünya gündemiyle birlikte bireysel gündemimizide<br />
etkileyen İsrail’in Gazze saldırısının Almanya kamuoyunda<br />
ele alınış biçimlerini, ideal-reel siyaset yaklaşım<br />
tarzlarını göz önünde bulundurarak değerlendirdiğimizde,<br />
reelpolitik yaklaşımın ağır bastığını görmekteyiz. Gerek<br />
Başbakan Angela Merkel’in savaşın başlangıcında İsrail<br />
Başbakanı Ehud Olmert ile yaptığı telefon görüşmesinde<br />
ve gereksede Dış İşleri Bakanı Frank Walter-Steinmeier’in<br />
Orta Doğu diplomasi turunda, savaşın durdurulması<br />
için öne çıkan çözüm önerisi: “İsrail’in güvenliği<br />
ve Gazze Şeridi’ne yapılan silah kaçakçılığının durdurulmasıdır.<br />
”<br />
Bu ifadenin açılımı, İsrail’e yönelik HAMAS saldırılarının<br />
durdurulması anlamına gelmektedir. Gazze saldırılarını<br />
eşit askerî şartlara sahip iki ülke arasında yapılan<br />
bir savaşmış gibi algılayan bakış açısının yansıması olan<br />
bu ifadeler, Almanya’nın bu saldırılardaki tutumunu ortaya<br />
koymaktadır. Bu tutum, Başbakan Merkel’in saldırıların<br />
başlangıcında ifade ettiği gibi savaşın çıkmasına sebep<br />
olan taraf HAMAS’tır. HAMAS İsrail’e yönelik roket saldırısını<br />
durdurmuş olsaydı böyle bir savaş çıkmamış ve İsrail’in<br />
kendisini savunma hakkını kullanmasına gerek kalmamış<br />
olacaktı gibi sığ bir anlayışın ürünüdür.<br />
Bu tutumun savunulması, Almanya’nın Gazze saldırıları<br />
sonrası ürettiği politikalara ilişkin değerlendirmelerde ana söylemdir.<br />
Ülkenin dış politika aydınlarının ortak kanaati bu<br />
doğrultudadır. Bu tespitin geçerliliğini anlamak için, ana<br />
söylemi paylaşan eski Dış İşleri Bakanı Joschka Fischer’in<br />
açıklamalarına göz atmak mümkündür. Fischer’in açıklamaları,<br />
Alman devlet politikasını izah eden yönü ile ilginçtir. Eski<br />
Dış İşleri Bakanı, Die Zeit gazetesinde yayınlanan söyleşisinde<br />
kendisine yöneltilen eleştirel sorulara reelpolitik<br />
düzleminde cevap vermektedir. Fischer, Almanya’nın<br />
Gazze’de yaşanan insanlık dramını göz ardı ederek erken<br />
bir şekilde İsrail’den yana tavır koymasının sorun teşkil edip<br />
etmediğine yönelik soruya, devlet aklını (Staatsräson) ön<br />
10<br />
IGMG • PERSPEKTİF
plana çıkaran cevaplarla yanıt vermektedir. Fischer’e göre,<br />
‘‘Bayan Merkel Gazze’deki insani trajedi nedeniyle bunun<br />
sebebinin unutulmaması gerektiğine dikkat çekti. HA-<br />
MAS, ateşkes antlaşmasının son bulduğu gerekçesiyle Güney<br />
İsrail’e yönelik roket saldırılarını tekrar başlattı. Bu<br />
olguyla ilgili uluslararası uzlaşma söz konusudur. Arap<br />
ülkelerinde bile olağanüstü bir durum olarak HAMAS’ın<br />
yarı suçluğu ifade edilmektedir.” Öte taraftan, sivil halkın<br />
korunması Fischer için de tabiki, önemli bir husustur. Ancak,<br />
‘‘Güney İsrail roketlerle saldırıya uğradığı aylarda<br />
nedense insani felaket soruları hiç gündeme gelmemiştir.”<br />
Söyleşide Almanya’nın devlet olarak yürüttüğü İsrail politikasına<br />
da değinen Fischer için Almanya, İsrail ile partiler<br />
üstü bir dayanışma içerisindedir.<br />
‘‘Bu durum Almanya’nın<br />
kuruluşundan<br />
bu yana devam eden devlet<br />
aklının bir parçasıdır. ” Aynı<br />
şekilde, Almanya’nın dış<br />
politikasının şekillenmesine<br />
katkı amacıyla bilgi üreten<br />
Bilim ve Siyaset Vakfı Direktörü<br />
ve Orta Doğu Uzmanı<br />
Volker Perthes’de bulunmuş<br />
olduğu konumun<br />
doğası gereği ana söylem<br />
çizgisinde yer alan değerlendirmelerde<br />
bulunmuştur.<br />
Perthes, Süddeutsche Zeitung<br />
gazetesinde yayınlanan<br />
söyleşisinde savaşın çıkış<br />
sebebi olarak HAMAS’ı<br />
zikretmekte ve bu savaşın<br />
orta vadede HAMAS’ı zayıflatacağı<br />
tahmininde bulunmaktadır.<br />
Perthes’e göre<br />
halk ‘‘HAMAS’ı İsrail ile<br />
savaşmak için seçmemiştir.<br />
HAMAS’ı el-Fetih’e kıyasla<br />
daha az şaibeli bulduklari için seçmiştir. Halkın beklentisi<br />
Gazze Şeridi’nde savaş yönünde değildi. Dolayısıyla<br />
savaş orta vadede HAMAS’ın zayıflamasına neden<br />
olacaktır. Fakat kısa vadede halk Gazze Şeridi’ni yönetenlerin<br />
arkasında duracaktır, ki bunlar HAMAS’tır.’’<br />
Kamuoyu vicdanının protestosu<br />
Devlet tutumunu yansıtan bu değerlendirmelerde HA-<br />
MAS’ın suçluluğuna dair sesli bir fikir birliği söz konusuyken,<br />
İsrail’in orantısız güç kullanımına dair eleştiri cılız<br />
kalmakta daha doğrusu hiç yer almamaktadır. Ancak Almanya’nın<br />
bir bütün olarak bu çizgide yer aldığını düşünmek<br />
haksızlık olur. Zira savaşın masum insanı yok<br />
eden tarafına dikkat çeken ve bu savaşta İsrail’i eleştiren<br />
kanaatlerde söz konusudur. Kamuoyu araştırma şirketi<br />
gündem<br />
Forsa’nın yaptığı araştırmada ortaya çıkan sonuç, halkın<br />
devlet tutumundan farklı düşündüğünü ortaya koymaktadır.<br />
Zira araştırmaya katılan kişilerin yarısına yakını İsrail’in<br />
saldırgan bir ülke olduğu kanaatindedir. Tabii bu kanaatin<br />
oluşumunda savaşın diplomatik boyutundan ziyade insanlık<br />
boyutuyla ilgili ayrıntıların basında yer alması<br />
önemli bir etkendir.<br />
Haftalık haber dergisi Der Spiegel, Gazze’deki okulda<br />
mültecilere yardım eden Birleşmiş Milletler yardım<br />
kuruluşunun İsrail tarafından bombalanmasının ayrıntılarına<br />
yer verirken, İsrail saldırganlığını ispatlar mahiyetteydi.<br />
“Kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkeklerden oluşan<br />
30 aile üyesi mavi-beyaz bayraklı BM bayrağının dalgalandığı<br />
okula varmak için<br />
bir saat yürümüşlerdi. 22<br />
yaşındaki Muhammed ‘Burada<br />
güvenlikteyiz’, dedi.<br />
Dakikalar sonra okul bombalandı.”<br />
Haberin devamında<br />
BM yöneticisi John<br />
Ging’in gözlemlerine de<br />
yer verilmekte, saldırının<br />
ardından yaralıları ziyaret<br />
eden Ging saldırıların şiddeti<br />
ve yaralıların çaresizliği<br />
konusunda hayrette olduğunu<br />
ifade etmektedir.<br />
Haberin devamı savaş durumu<br />
ile ilgili devlet aklının<br />
görmek istemediği boyutlara<br />
yer veriyordu: “Bu<br />
zaman zarfında doktorlar<br />
yaralıları, yeterince besleyemediklerinden<br />
öldüler.<br />
İnsanlar uzun kuyruklarda<br />
ekmek bekliyorlardı. Nüfu-<br />
Federal Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier sun üçte birinde su yoktu,<br />
elektrikse hiç kimsede.<br />
Hastaneler jeneratörle çalışmaktaydı.<br />
Jeneratörlerin bozulması durumunda tamir<br />
etme imkanı yoktu, çünkü İsrail iki yıldan beri yedek parça<br />
girşine müsade etmiyordu.”<br />
Savaşın basına yansıyan insanı yok eden yüzü, kamuoyu<br />
vicdanının insanın hayatına önem atfeden tarafını<br />
besledi. Almanya’nın bir çok şehrinde ülkede yaşayan<br />
Müslümanlar tarafından yapılan protesto gösterileri bu<br />
vicdanın sokaklara yansımasıydı. Son bilgilere göre savaşta<br />
1200’den fazla kişi hayatını yitirmiş, 5000’den fazla<br />
insan yaralanmış, okul, hastane ve Birleşmiş Milletler<br />
binaları vurulmuştu. Halk, bu savaş bilançosunun ortaya<br />
çıkmaması için ideal siyasetten yana tavır koymuş ve savaşın<br />
durdurulması için sessizliğini protestolarla bozmuştu.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
11
teşkilat<br />
Gazzeli kardeşlerimizin<br />
yanındayız<br />
Savaş sonrası, ebeveynlerini savaşta kaybeden yetimlerden en az 2000 yetimin<br />
bakımını üstlenmeyi planlayan IGMG ve IHH Avrupa, bölgede şimdiye<br />
kadar 200’ü el-Halil’de 300’ü Gazze’de olmak üzere 500 yetime kefil oldu.<br />
IGMG-IHH yardım kamyonları<br />
İsrail saldırılarının başladığı günden beri Gazzeli Müslüman<br />
kardeşlerimizin yardımına koştuk. Adem Bark ve Tayyip<br />
Sayan’dan oluşan IGMG ve IHH heyeti 71.000 Euro<br />
değerinde tıbbî yardımın ve 50.000 Euro değerinde<br />
de gıda, battaniye türü yardımların tırlarla Gazze’ye girmesini<br />
sağladı. Tam teşekküllü bir ameliyat odası malzemeleri<br />
ve ilaç satın alınarak Gazze’ye ulaştırıldı. Ayrıca<br />
tam teşekküllü 2 Ambulans da Gazze’ye ulaştırılacak.<br />
Gazze’ye gönderilen ilk yardım ekibinde Adem Bark<br />
başkanlığında, Dr. Zeliha Vural ve Dr. Reem Abu<br />
Namuus bulunuyordu. Ekipteki doktorların hastahane ve<br />
ihtiyaçlar hususunda hazırladıkları raporlar doğrultusunda,<br />
gerekli olan ilaçlar ve tıbbî malzeme tedarik edilerek Gazze’deki<br />
hastahanelere ve Gazze’deki partner organizasyona gönderildi.<br />
IGMG ve IHH olarak, gıda malzemeleri için 100.800<br />
Euro, kışlık battaniye ve diğer yatak malzemeleri ile kışlık<br />
çocuk giyeceği için 61.080 Euro, başta fosfor yanıkları<br />
için hazırlanan özel ilaçlar ile diğer tıbbî malzemeler<br />
için 168.00 Euroluk yardımlarla, acil ihtiyaçlar için<br />
de nakdî yardım yapıldı. Böylece toplam 408.500 Euroluk<br />
yardım gönderildi.<br />
IGMG Genel Başkan Yardımcısı ve Sosyal Hizmetler<br />
Başkanı Ali Bozkurt ve Berlin Bölge Başkanı Siyami Öztürk’ten<br />
oluşan ikinci bir heyet de Refah Sınır Kapısı’nda idi. Gazze<br />
sınırında incelemelerde bulunan ve ihtiyaçları yerinde tespit<br />
eden heyetten Ali Bozkurt ve Siyami Öztürk<br />
Almanya’ya geri döndü. Gazze’den geri dönen Ali<br />
Bozkurt izlenimlerini ve yaptıkları çalışmaları şöyle aktardı:<br />
“8 Ocak 2008, Perşembe günü Arab Tabibler Birliği’ni<br />
(Arab Medical Union) ziyaret ettik. Birliğin Genel<br />
Sekreteri İbrahim Zağferani ile görüştük ve kendilerinden<br />
çalışmalar hakkında bilgi aldık. Arap Tabibler Birliği<br />
bilhassa Filistin konusunda önemli faaliyetlere imza atan<br />
bir kuruluş. Şimdiye kadar yaptığımız yardımlarımızı bu<br />
kuruluş aracılığıyla Gazze’ye ulaştırdık... İki ambulans<br />
alındı ve bu kurum tarafından techizat ve resmi işlemleri<br />
takip ediliyor. Yine bu kurum vasıtasıyla ve bizim nezaretimizde<br />
ambulansların ulaştırılması sağlanacak.<br />
Arap Tabibler Birliği ile görüşmemizde yaralıların Mısır’a<br />
geldiklerinde tedavilerinin tarafımızdan üstlenilmesi konusunda<br />
kendilerine 100 bin dolarlık bir bütçe ayırdığımızı<br />
belirttik... Heyetimizde bulunan Tayyip Sayan hocamızı<br />
da Kahire’de yaralıları ziyaret etmek üzere bıraktık.<br />
Kendisi yaralıları ve refaketçilerini ziyaret etti. Onlardan<br />
Gazze’de yaşananları gözyaşı içerisinde dinledi.<br />
Refaketçilerine bir miktar nakdi yardımda bulundu.<br />
Arap Tabipler Birliği’nden ayrılmadan önce ilaç ve<br />
sağlık malzemesi almaları için beraberimizde götürdüğümüz<br />
10.000 €’yu da bağışladık. Refah Kapısı’na gitmek üzere<br />
yola çıktık...Sınır kapısının Filistin tarafından bombalanan<br />
yerlerden dumanların nasıl göğe yükseldiğini görmemek<br />
için ancak kör olmak gerekiyordu<br />
Sınır kapısında dikkatimizi çeken bir nokta da<br />
Türklerin ve Türkiye’nin ta başından beri Refah Kapısı’nda<br />
yardımların gönderilmesi için sarfettiği gayretten övgüyle<br />
bahsediliyor olmasıydı... Biz Almanya ile telefonlarla<br />
görüşürken sınırın öbür tarafında uçak sesleri artarak gelmeye<br />
başladı. Her uçak sesinin ardından bir patlama se-<br />
12<br />
IGMG • PERSPEKTİF
teşkilat<br />
En çok gıda ve tıbbî malzeme ile kalacak bir eve ihtiyaç var<br />
Doktor heyetimiz ameliyat esnasında<br />
si geliyordu. Bir kaç dakika sonra da dumanların göğe<br />
doğru yükseldiğini görüyorduk...Öyle bir acı ki, sadece<br />
seyrediyorsunuz bir şey yapamıyorsunuz. Halbuki her düşen<br />
bomba onlarca can alıyor ve yüzlerce yaralı geride<br />
bırakıyor. Bu durum iki saat boyunca devam etti.<br />
İkindi vaktine kadar gelen yardımların Gazze’ye girişi<br />
sağlanmış oldu. Yardımlar yukarda da bahsettiğim gibi<br />
tampon bölgede Gazzelilere teslim ediliyor. Aynı şekilde<br />
yaralılar da Gazze’den ambulanslarla geliyor ve Mısır<br />
ambulansları yaralıları teslim alarak Mısır’a getiriyorlar.<br />
Bu konuda Mısır’daki sivil toplum kuruluşlarını tebrik<br />
etmek gerekiyor. Onlar öncülük yapmasalar durumlar çok<br />
daha vahim olurdu.<br />
Sevindirici bir olay ise o gün 30 kadar doktorun Gazze’ye<br />
geçmesine müsade edilmesi idi. Bunu da orada gözlemlemiş<br />
olduk. Bundan sonra da peyderpey doktorların Gazze’ye<br />
gönderildiği haberlerini aldık.<br />
İkindi vaktine doğru Refah Sınır Kapısı’ndan ayrılmadan<br />
önce Gazze’deki partner kuruluş yetkilileri ile bir<br />
telefon görüşmesi yaparak, bir gün önce gönderdiğimiz<br />
yardımların kendilerine ulaştığı haberini almamız bizi ziyadesiyle<br />
memnun etti. Ama kardeşimizin yaşadıklarını<br />
telefonda anlatırken gözyaşlarımıza hakim olamadık. Kardeşimizin,<br />
sadece o gün 300’e yakın yaralıyı hastaneye sevkettiklerini<br />
ve en az beş ailenin şehid olduğunu söyledi. Bizim<br />
üzüldüğümüzü anlayınca onun yine bizi teselli etmeye çalışması<br />
manidardı...”<br />
IGMG ve IHH Refah Kapısı’nın açılması ihtimalini<br />
de gözönünde bulundurarak ekseriyeti Filistinli ve Türk<br />
doktorlardan oluşan Doktorlar Birliği’nin de desteğiyle<br />
Mısır hastanelerinde yaralıların tedavisi için altyapı çalışmalarını<br />
da başlatmıştı. Mısır’a gönderilen yaralıların<br />
tedavileri Mısır tarafından yapılıyordu ancak hastanın rehabilite<br />
sürecinde ve hasta yakınının kalacağı yer hakkında<br />
yardım yapılmıyordu, hasta yakınının tüm bunları<br />
kendisinin tedarik etmesi lazım, IGMG ve IHH Avrupa<br />
burada da devreye girdi ve bu hastaların ve yakınlarının<br />
tedavi süresince masraflarının karşılanmasını sağladı.<br />
Gazze’deyiz<br />
IHH Avrupa ve IGMG yardım ekibi doktorlarıyla 16<br />
Ocak gününden beri Gazze’de bulunuyor. Yardım ekibimiz<br />
Gazze’ye, 10 tanesi kendi branşlarında uzman olan<br />
doktorlardan oluşan 11 kişi ile ulaştı. Gazze’nin en büyük<br />
hastahanesi olan Şifa Hastahanesi’nde karşılanan doktorlarımızdan<br />
bazıları hemen ameliyathanelere çağrıldı ve<br />
görevlerine başladılar. Sabah olduğunda yine bir toplantı<br />
yapıldı ve doktorlarımızın görev yerleri belli oldu, kimi<br />
ortopedi kimi beyin kimi çocuk kısımlarında görevlerine<br />
başladı. Gazze’de hastahanelerin yoğun bakım üniteleri<br />
dolu, onlarca yaralı hayat ile ölüm arasında gidip<br />
geliyor, doktorlarımız ve diğer ülkelerden gelen doktorlar<br />
büyük çaba sarfediyorlar, teknik aletler yetersiz, yer<br />
yetersiz, yaralı çok, ama doktorlar zamanla mücadele ederek<br />
bir çok hastayı ölümden kurtarıyorlar, şehit olanlarınsa<br />
sayısı gittikçe artıyor...Ekibimizde yer alan doktorlarımız<br />
sabah 8’den gece 12’ye kadar canla başla çalışıyor,<br />
bir ameliyattan diğerine koşuyor ve kardeşlerimizin<br />
hayatlarının kurtulmasına vesile oluyor.<br />
IGMG ve IHH Avrupa olarak Gazze’de evi yıkılan<br />
insanlara; yatak, battaniye, yiyecek, içecek gibi acil ihtiyaçların<br />
dağıtılmasını da devam ediyoruz. Hergün 2500<br />
insana hazır gıda paketlerinin dağıtımı yapılıyor.<br />
Bölgede yapacağımız çalışmalar arasında evi yıkılmış<br />
insanlara kirası 150 euro civarında tutan evlerden kiralamak<br />
var. Burada, 5000’in üzerinde ev yıkıldı ve 100 aileye<br />
ev kiralama yardımı başlattık.<br />
Savaş sonrası, ebeveynlerini savaşta kaybeden yetimlerden<br />
en az 2000 yetimin bakımını üstlenmeyi planlayan IGMG<br />
ve IHH Avrupa, bölgede şimdiye kadar 200’ü el-Halil’de<br />
300’ü Gazze’de olmak üzere 500 yetime kefil oldu ve her<br />
yetime aylık 30 euro ayrılacak. Gayretlerinizle bu yetimlerin<br />
sayısını 2000’e çıkaracağız.<br />
Gazze’de yardımlarımız ayrıca sağlık taramaları yapılmasını,<br />
içme suyu şebekeleri oluşturulmasını da kapsıyor.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
13
teşkilat<br />
“Leipzig’te verilen başörtüsü<br />
kararı şaşırtıcı değil”<br />
IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü: “Leipzig’te verilen<br />
başörtüsü kararı şaşırtıcı değil – Baden Württemberg<br />
Eyaleti artık kendini Almanya’da ideolojik<br />
bir sekülerizm yolunun açıcısı olarak görebilir”<br />
Almanya Federal<br />
Yüksek İdare<br />
Mahkemesi,<br />
başörtüsü ile<br />
öğretmenlik yapmak isteyen<br />
bir Müslüman öğretmenin<br />
şikayetini karara bağlayan<br />
URTEIL<br />
Baden-Württemberg Yüksek<br />
İdare Mahkemesi’nin temyiz<br />
yolunu kapatması üzerine<br />
yaptığı itirazı reddetti. Leipzig’teki mahkemenin bu kararı<br />
üzerine bir açıklama yapan IGMG Genel Sekreteri<br />
Oğuz Üçüncü tepkisini: “Leipzig’te verilen başörtüsü kararı<br />
şaşırtıcı değil. Ayrıca, Baden Württemberg Eyaleti artık<br />
kendini Almanya’da ideolojik bir sekülerizm yolunun<br />
açıcısı olarak görebilir” sözleri ile sürdürdü.<br />
Leipzig’deki Federal Yüksek İdare Mahkemesi, bu<br />
kararıyla, Baden-Württemberg Yüksek İdare Mahkemesi’nin<br />
Mart 2008’de verdiği tartışmalı mahkeme kararını<br />
onaylayarak, başörtülü Müslüman öğretmenin temyiz yolunun<br />
kapatılmasına olan itirazını reddetmiş oldu. Mahkeme,<br />
kararın gerekçesinde, davanın temel bir anlamı olmadığını<br />
savundu.<br />
İslam Toplumu Millî Görüş Genel Sekreteri Oğuz<br />
Üçüncü, karar vesilesiyle Baden Württemberg Eyaleti’ndeki<br />
siyasî sorumluları şu sözlerle eleştirdi:<br />
“Baden Württemberg Eyalet Hükümeti Almanya’da<br />
hukuk devletinin sekülerliğine büyük bir darbe vurdu.<br />
Eyalet Hükümeti böylece, Almanya’nın tarafsızlığa dayanan<br />
modeline aykırı olan dünya görüşü ve ideoloji merkezli<br />
sekülerizmin, yani laiksizmin yolunu açmış oldu.<br />
Görünen o ki, bunlar yapılırken ortaya çıkması muhtemel<br />
Bundesverwaltungsgericht<br />
Im Namen des Volkes<br />
sonuçlar da ciddiye alınmadı.<br />
Kiliseler de sadece<br />
Müslümanları mağdur edeceğini<br />
umarak bu gidişatı<br />
kısmen ses çıkarmayarak<br />
desteklediler.”<br />
Üçüncü, IGMG olarak<br />
Baden Württemberg Eyaleti’nde<br />
öğretmenlerin<br />
başörtüsüne yasak getiren<br />
kanun öncesi yaptıkları uyarıları hatırlatarak şunları söyledi:<br />
“Baden Württemberg Eyalet Hükümeti kendisini<br />
böylece, dinî kamusal hayatın dışına itmek isteyenlerin maşası<br />
haline getirmiş oldu. Daha da trajik olanı bu gelişmelerin<br />
isminde ‘Hristiyan’ kavramını taşıyan bir parti tarafından<br />
yapılmış olmasıdır. Bu açıdan baktığınızda Leipzig’te verilen<br />
başörtüsü kararı şaşırtıcı değil - Baden Württemberg<br />
Eyaleti artık kendini Almanya’da ideolojik bir sekülerizm<br />
yolunun açıcısı olarak görebilir”.<br />
IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, başörtüsünü yasaklayan<br />
kanunların çıkarılmaması talebini yineledi ve<br />
şunları söyledi:<br />
“Yasak getiren kanunlar Müslüman bayanların iş hayatına<br />
entegrasyon çabalarına vurulmuş büyük bir darbedir.<br />
Bu tür kanunlar bir yandan eyaletlerin çoğunda Müslüman<br />
bayanların öğretmenlik mesleğine girmelerini engellerken,<br />
diğer yandan yasaklamanın verdiği mesaj özel<br />
sektörde dahi bu bayanların iş bulmasına engel olmaktadır.<br />
Bu anlamda biz eyaletlerdeki kanun koyuculara yönelik,<br />
devlet eliyle ayrımcılığa son vermeleri ve Müslümanların<br />
dinî uygulamalarını bir tehdit olarak değil, bir zenginlik<br />
olarak kabul etmeleri çağrımızı bıkmadan yineleyeceğiz”.<br />
14<br />
IGMG • PERSPEKTİF
teşkilat<br />
“Entegrasyon yetersizliği, etnik veya<br />
kültürel arka planla ilgili değil”<br />
Üçüncü, Berlin Toplum ve Gelişme Enstitüsü tarafından<br />
“Kullanılmayan Potansiyel – Almanya’da Entegrasyonun<br />
Durumuna Dair” adıyla yayınlanan araştırma<br />
ile ilgili yaptığı açıklamaya tepki gösterdi.<br />
IIGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, Berlin Toplum<br />
ve Gelişme Enstitüsü tarafından “Kullanılmayan Potansiyel<br />
– Almanya’da Entegrasyonun Durumuna Dair”<br />
adıyla yayınlanan araştırmaya tepki gösterdi. Üçüncü,<br />
“Enstitü sorumluları, araştırma sonuçları ile ilgili açıklamalarının<br />
ırk veya dinle ilgili genellemeler içermemesine<br />
dikkat etmeliler” dedi.<br />
Üçüncü, özellikle araştırmanın sonuçlarının yansıtılma<br />
şeklini eleştirerek, konuyu dindarlık ve entegrasyonda yetersizlik<br />
ile ilişkilendiren beyanların bilimsel olarak ispat<br />
edilmediğini örnek gösterdi ve bu nedenle de araştırmanın<br />
ciddiye alınamayacağını kaydetti.<br />
Eğitim konusunda Türk kökenli göçmenlerde sorunların<br />
varlığının bilindiğini, ancak bunun kesinlikle onların<br />
kökenleriyle ilgili bir sorun olmadığını vurgulayan Üçüncü,<br />
“Araştırma sonuçlarının yansıtılış şekli, belli toplumsal<br />
gruplar sanki sırf etnik kimlikleri veya dinleri nedeniyle<br />
başarısızmış izlenimi veriyor. Aslında bugünkü durumun<br />
nedeni daha çok, özellikle sorumluların yıllardır sosyal<br />
ve eğitim politikalarında gösterdikleri acziyetin getirdiği<br />
yanlış gelişmelerdir. Bunlar birçok bilimsel araştırmanın<br />
konusu olmuş ve ispatlanmıştır” şeklinde konuştu.<br />
Söz konusu araştırmada yer alan eyaletler arasında<br />
farkların da bunu doğruladığını kaydeden Üçüncü, örneğin<br />
Berlin’de yaşayan Türklerin eğitim seviyesinin Saarland’a<br />
göre yüksek olmasının veya Berlin’in hem diplomasız<br />
Türklerin en yoğun olduğu bölge hem de Türk akademisyenlerin<br />
en fazla olduğu yer olmasının konunun karmaşıklığını<br />
gösterdiğini belirtti. Üçüncü ayrıca, bu açıdan<br />
bakıldığında Saarland’daki sonuçların bizleri şaşırtması<br />
gerektiğini, zira bölgede etnik unsurların fazla olmaması<br />
ve dini derneklerin sayısının az olmasına rağmen entegrasyonun<br />
düşük seviyede seyretmesinin, söz konusu seviyenin<br />
dini veya etnik aidiyetle ilgili olmadığını gösterdiğini<br />
vurguladı.<br />
Bunun yanı sıra araştırmanın farklı göçmen gruplar<br />
arasında hiç karşılaştırmaya konu olamayacak unsurlar<br />
içerdiğini belirten Üçüncü, şunları söyledi: “Bu araştırma<br />
çok sayıda yanıltıcı unsurlar içermekte ve böylece yanlış<br />
analizlere yol açmaktadır. Esasen bu tür araştırmalarda<br />
sadece bilgi toplamada değil, bilgilerin değerlendirilmesinde<br />
de bilimsel ölçüler olmasına özellikle dikkat edilmeli<br />
ve sorunun kültürelleştirilmesinden kaçınılmalıdır. Kültürelleştirme<br />
toplum içerisinde önyargıları sabitleştirdiği<br />
için çok tehlikelidir. Tam da bu nedenle medya da bu tür<br />
araştırmalara eleştirel yaklaşmalı ve sorumlu habercilik<br />
görevini yerine getirmelidir. Araştırma hakkındaki haberlerin<br />
çoğunluğunun sadece klişelerden ibaret olduğu<br />
gözden kaçmamaktadır. Türkleri Almanya’da entegrasyon<br />
noktasında en başarısız göçmen grubu olarak nitelemek,<br />
ne gerçeklerle bağdaşmakta ne de bu insanların kendilerine<br />
bakışını yansıtmaktadır.”<br />
Her şeye rağmen söz konusu araştırmanın Türk kökenli<br />
toplumun toplumsal katılım için daha yoğun çaba<br />
sarf etmesi gerektiğini ortaya koyduğunu belirten Üçüncü,<br />
özellikle ailelerin çocuklarının eğitimiyle daha fazla<br />
ilgilenmeleri, çocukların iyi eğitim alarak hem kendilerine<br />
hem de topluma hizmet edebilmeleri için eğitim sisteminin<br />
imkânlarından faydalanılmasının önemli olduğunu<br />
kaydetti.<br />
Ancak diğer taraftan göçmenlerin ve onların kurduğu<br />
kurumların hukukî eşitliği konusunda temel hususların<br />
ihmal edildiğini vurgulayan Üçüncü, ayrıca toplumda<br />
çoğulculuk ve farklılıklara saygı gibi hususların büyük<br />
önyargılara maruz kaldığını ifade etti.<br />
Üçüncü son olarak şunları ifade etti: “Tüm bu zorluklar<br />
güç birliği ile aşılmalı, ancak bunu yaparken son<br />
yıllarda elde edilen başarılara ve bu yöndeki çabalara da<br />
gözümüzü kapamamalıyız.”<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
15
islam ve<br />
hayat<br />
İbadet ve salihçe<br />
çalışma<br />
Yarattığını en iyi bilen Yüce Allah, insanı başıboş<br />
bırakmamıştır. Onun davranışlarını düzenleyen,<br />
planlayıp programlayan ölçüler koymuştur.<br />
Ahmet ARSLAN • ahmetasl@yahoo<br />
İnsanlar kavramlarla düşünürler. Kavramlar ise; insanların<br />
dünyaya bakışlarına göre şekillenirler. Aynı zamanda<br />
da dünyaya bakışlarını belirlerler. Bir anlamda<br />
insan, varlığı hakkında, yapıp ettikleri üzerinde düşünmesiyle<br />
insandır. İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan<br />
özellik akıl ve irade sahibi olmasıdır. Ancak insanın ayrıcalıkları<br />
aynı zaman da sorumlu kılınma sebepleridir.<br />
Dinler ve insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini telkin<br />
eden ideolojiler insanlara hayatı anlam(landırm)ak için<br />
temel kavramlar sunarlar. İnsan, kendi varlığına ilişkin temel<br />
sorularının cevaplarını bu kavramlar vasıtasıyla vererek,<br />
böylelikle bir dini, yani bir yaşam tarzını benimsemektedir.<br />
İnsanlık tarihini seçilen peygamberler ve gönderilen kitaplar<br />
vasıtasıyla gösterilen hidayet (doğru yol) ve bu hidayetten<br />
sapmalar (dalalet) arasındaki mücadele olarak<br />
sunan İslam dini, bizlere hayati kavramlar sunmaktadır. Bunların<br />
başında ibadet kavramı gelmektedir. Bu kavram aynı<br />
zamanda insan türünün yeryüzünde ne aradığının da<br />
cevabını teşkil etmektedir. (Zariyat Sûresi, [51:56])<br />
Kelime anlamı itaat etmek, boyun eğmek, tapmak,<br />
kulluk etmek, küçüklüğünü kabul etmek demek olan ibadet,<br />
İslami terminolojide, Allah’ın sevdiği, emrettiği, kabul<br />
ettiği ve razı olduğu bütün gizli-açık amel ve sözlerdir.<br />
Bunlardan bazıları; iman, İslam, ihsan, dua, korkmak,<br />
umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak,<br />
yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak,<br />
kurban kesmek, adak adamak, ilah olarak yalnızca<br />
Allah’ı tanımak, Allah’ın hükmüne teslimiyet göstermek,<br />
Allah için sevip Allah için buğzetmek, namaz kılmak,<br />
zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tavaf etmek,<br />
tevbe-istiğfar etmek vs. dir.<br />
Davranış ve eylemlerimizi düşünce ve inançlarımızın<br />
şekillendirdiğini kabul ettiğimizde her herhalde tembelliklerin<br />
en kötüsünün de “düşünce tembelliği” olduğunu kabul etmemiz<br />
gerekecektir. Bir müminin temel ödevi inancına<br />
göre hayatını düzenleme çabasıdır. Mü’min, yaratılış gayesinin<br />
“Allah’a kulluk” olduğunu bilen kimse olarak tüm<br />
hayatını ibadet kavramı çerçevesinde gözden geçirmek<br />
durumundadır.<br />
Çalışmak ama nasıl?<br />
Allahu Teala’nın yüce vasıflarla donattığı insan, her haliyle<br />
bir eylem, oluş, hareket üzeridir. İnanan inanmayan<br />
her insan hareket halindedir. İsteyerek ve istemeyerek/iradeli<br />
ve irade dışı mutlaka bir şeyler yapar. Uyanıkken isteğe<br />
bağlı olarak bir şeyler yapar, uykuda iken ise irade dışı<br />
olarak yine hareketlilik devam eder. Her insanın gün<br />
boyunca yaptığı sayısız eylemler, hareketler, davranışlar<br />
vardır. İnsan düşünür, planlar, konuşur ve düşünüp konuştuklarını<br />
eylem planına döker. Yarattığını en iyi bilen<br />
Yüce Allah, insanı başıboş bırakmamıştır. Onun davranışlarını<br />
düzenleyen, planlayıp programlayan ölçüler koymuştur.<br />
Bunlara riayet etmek hem insanın kendi yararınadır,<br />
hem de insanlığın yararınadır. Dünya düzeninin, ekolojik<br />
dengenin korunması da buna bağlıdır. Bu ölçülere uymakla<br />
insan, dünyasını kurtarıp kazandığı gibi, ahiretini<br />
de kurtarır ve kazanır. Ama bu ölçülere uymayan insan<br />
hem kendine kötülük etmiş olur, hem de başkalarına. Hem<br />
dünyasını karartmış olur, hem de ahiretini. “İyilik ederseniz<br />
kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da<br />
kendinizedir.” (İsra Sûresi, [17:7]) “Doğrusu sizin çalışmalarınız<br />
çeşitlidir.” (Leyl Sûresi, [92:4])<br />
İslam’a göre, davranışlara değer kazandıran, onları<br />
kalıcı kılan da inanç ve o inanç ölçülerine göre yapılan<br />
eylemlerdir. İnançsız olarak yapılan işler ve iman ölçüle-<br />
16<br />
IGMG • PERSPEKTİF
islam ve<br />
hayat<br />
rine uymayan eylemler boş, anlamsız ve zarardır. İnançsızlık<br />
ve iman ölçülerine uymamak insanın kendisine ve<br />
tüm varlığa karşı olan tutumunu şekillendirir. Varlığının<br />
anlamını kaybeden kimsenin eylemleri de anlamsızlaşır.<br />
Bu anlamda çalışmak ibadettir, ama her çalışma değil elbet.<br />
Müslüman’ın, İslamî ölçülere uygun olarak yaptığı<br />
bir çalışma ibadettir ki bu çalışmaya Kur’an “salih amel”<br />
adını vermiştir.<br />
Salih amel, Allah’ın haklarıyla, insanların haklarının<br />
gözetilerek yapılan bilinçli davranışlardır. Yani içerisinde<br />
isyan olmayan, haram karışmayan, kötü ve zarar niteliği<br />
taşımayan her hareket salih ameldir ve ibadettir. Öyle ki,<br />
kişinin ailesinin geçimini temin etmesi için koşuşturması<br />
da ibadettir, helalinden kazanıp getirdiklerini çoluk çocuğuna<br />
ikram etmesi de ibadettir, Yaradanına karşı yükümlülüklerini<br />
yerine getirmesi<br />
de ibadettir. Boşduranları kınayan<br />
Kur’an, koşturanlar adını verdiği<br />
bir sûresinin ilk ayetinde<br />
(Adiyat Sûresi, [100:1]) koşturanlara<br />
yemin ederek çalışıp çabalamaya<br />
teşvik etmiştir. Çalışıp<br />
çabalamaya teşvik eden pek çok<br />
ayetten bir kaçı şöyledir: İnsanın<br />
ve yeryüzünün yaratılış gayesi<br />
onun salih amel işlemesidir: “İnsanların<br />
hangisinin daha iyi iş işlediğinin<br />
ortaya koyalım diye,<br />
yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün<br />
süsü yaptık.” (Kehf Sûresi,<br />
[18:7]) “Hanginizin daha iyi<br />
iş işlediğini belirtmek için, ölümü<br />
ve dirimi yaratan O’dur. O,<br />
güçlüdür, bağışlayandır.” (Mülk<br />
Sûresi, [67:2])<br />
İnanan kişi işini sağlam yapmalı, evrende kendisine<br />
sunulan nimet ve imkanlardan en iyi bir biçimde yararlanmasını<br />
bilmelidir. “Ey dağlar ve kuşlar! Davud tesbih<br />
ettikçe siz de onu tekrarlayın, diyerek and olsun ki, ona katımızdan<br />
lütufta bulunduk; geniş zırhlar yap, dokumasını<br />
sağlam tut, diye ona demiri yumuşak kıldık. Ey insanlar!<br />
Yararlı iş işleyin; doğrusu ben yaptıklarınızı görenim.”<br />
(Sebe Sûresi, [34:10-11]) Çalışmalarda öncelikle ahiret<br />
hayatını kazanmak gözetilmelidir. Dünyaya dünya kadar,<br />
ahirete ise ahiret kadar değer verilmelidir.<br />
Allah’ı anmakla fazlını aramak arasında<br />
Dünya sonlu ve yok olucu; ahiret ise kalıcı ve sonsuzdur.<br />
Ahireti hedefleyen kimse dünyayı da elde eder,<br />
ama gayesi yalnızca dünya olan kimsenin ahirette alacağı<br />
hiçbir şey yoktur. “Böbürlenme! Allah şüphesiz ki böbürlenenleri<br />
sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerde, ahiret<br />
yurdunu gözet, dünyadaki payını da unutma; Allah’ın<br />
sana yaptığı iyilik gibi, sen de iyilik yap; yeryüzünde bozgunculuk<br />
isteme; doğrusu Allah bozguncuları sevmez.”<br />
(Kasas Sûresi, [28:76-77]), “İşte büyük kurtuluş şüphesiz<br />
budur. Çalışanlar bunun için çalışsın.” (Saffat Sûresi,<br />
[37:60-61])<br />
Kur’an’ın salih amel dediği tüm güzellikler, aslında<br />
Müslümandan sadır olması gereken davranışlardır. İslam<br />
bu güzellikleri ibadet olarak niteleyerek, davranışlara manevi<br />
bir boyut kazandırır. Buna göre İslam inancında, insanının<br />
davranışlarında dünya ve ahiret, madde ve mana hep içiçedir.<br />
Salih amel, hem sahibinin, hem de başkalarının yararınadır.<br />
Salih amelin karşılığı hem dünyada hem de ahirette<br />
sahiplerine dönecektir. Elbette salih amellerin ahiret<br />
kazanımları dünyadaki kazanımlarından çok daha fazladır.<br />
İslam, Müslüman’ın hayatını “zikrullah” ile “fazlullah”<br />
arasında bir koşturmaca (Cuma Sûresi, [62:9-10])<br />
olarak değerlendirmiş ve ona göre<br />
planlamıştır.<br />
Bir taraftan “zikrullah”a (Allah’ı<br />
tanıyıp anmaya, O’nu her zaman<br />
hatırda tutup O’na göre yaşamaya)<br />
çağırmış; ardından da<br />
“fazlullah” diye adlandırdığı rızık<br />
talebine, dünya işine bizleri yönlendirmiştir.<br />
İslam’a göre, Müslüman’ın<br />
tam dinlenip istirahat edeceği<br />
yer cennettir.<br />
O, cenneti hakedinceye kadar<br />
koşturmak ve çalışmak borcundadır.<br />
İslam insanı, hayırlı bir işte yorulur,<br />
bir başka hayırlı işte dinlenir.<br />
Nitekim Yüce Rabbimiz bunu şöyle<br />
belirtir: “Öyleyse, bir işi bitirince<br />
diğerine giriş. Ve yalnız Rabbine<br />
yönel, Onu iste, O’ndan iste.”<br />
(İnşirah Sûresi, [94:7-8])<br />
İnsanlığı doğrularla tanıştırma görevi ile insanlar arasından<br />
seçilen, rehber insanlar, peygamberler; davetlerinin<br />
karşılığı olarak, insanlardan herhangi bir ücret/ karşılık<br />
ne istemişler ve ne de beklemişlerdir. Onlar hep şu mesajı<br />
tekrarlamışlardır: “Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.<br />
Benim ecrim ancak Alemlerin Rabbine aittir.” (Şuara Sûresi,<br />
[26:109, 127, 145, 164, 180]) Onlar kendi geçimlerini<br />
kendi el emekleri, göz nuru ve alın teriyle kazanmışlardır.<br />
Sözgelimi kaynaklarımız Hz. Adem’in ziraatçi, değirmenci<br />
ve ekmekçi; Hz. Nuh’un gemici marangoz; Hz.<br />
Zekeriya’nın marangoz; Hz. Süleyman’ın zembil- küfeci;<br />
Hz. Davud’un demirci; Hz. İbrahim’in elbiseci olduğunu<br />
söylerler. 1 Bu seçkin insanların bu farklı mesleklerde çalışmış<br />
olmaları, hem onların kendi hayatlarını, kendi el<br />
emekleriyle kazandıklarını, hem de insanlığın yararına<br />
olan her mesleğin değerli ve onurlu olduğuna işaret eder.<br />
1<br />
Abdullah b. Mahmud el- Mesılî, el-İhtiyar, İstanbul 1980, IV, 170.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
17
islam ve<br />
hayat<br />
Peygamber hayatının<br />
bir parçası: Çalışmak<br />
Çalışma insan için bir zorunluluk olduğu kadar aynı<br />
zamanda bir görevdir de. Görevdir, çünkü insan, hem<br />
kendine, hem de çevresine karşı görev ve sorumlulukları<br />
olan bir varlıktır.<br />
Murat KURT • muratkurt66@hotmail.com<br />
Hepimizin bildiği gibi peygamberler, hayatımızın<br />
her safhasına ışık tutan ve örnek davranışlarıyla<br />
insanlığa model olan, Allah (cc) tarafından<br />
seçilmiş mümtaz insanlardır. Her<br />
alanda olduğu gibi çalışma hayatında ve meslek erbabı<br />
olarak da bizlere model olmuşlardır. İnanan insanlara düşen<br />
onların bu alandaki örnek hareketlerini yaşadığı çağa<br />
taşımaktır.<br />
Çalışma, insanın en temel eylemlerinden ve insan olarak<br />
var olmanın şartlarından biridir. Hayatın tüm alanlarında<br />
insanın muvaffak olduğu başarılar, onun çalışan bir<br />
varlık olmasına dayanır. Çalışmayanın insanlar arasında<br />
değeri de olmaz. Çalışma insan için bir zorunluluk olduğu<br />
kadar aynı zamanda bir görevdir de. Görevdir, çünkü<br />
insan, hem kendine, hem de çevresine karşı görev ve sorumlulukları<br />
olan bir varlıktır.<br />
Başkalarına muhtaç olmadan, kendi el emeği veya aklı<br />
ile kazanmak en iyi çalışma şeklidir. Peygamberimiz<br />
“Kişinin yediği en hayırlı yemek, elinin emeği ile kazandığı<br />
yemektir. Allah’ın peygamberi Davut (as) da elinin emeği<br />
ile geçinirdi” buyurmuşlardır. (Teysiru’l - Vusul. 3-178)<br />
Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilen peygamber efendilerimizin<br />
her biri, bir veya birkaç dünya işiyle meşgul<br />
olmuşlar ve dünya geçimlerini bu yoldan tedarik etme yoluna<br />
başvurmuşlardır. Böylece hem insanlara güzel ve<br />
faydalı meslekleri öğretmişler, hem de insanlara boyun<br />
bükmekten kurtulmuşlardır. Bundan dolayı da tevhid akidesini<br />
kimseden korkmadan savunmuşlardır. Ana işleri<br />
“Peygamberlik” yani irşad, tebliğ olsa da hepsi insandı, kuldu<br />
ve geçimlerini temin etmek için çalışıyorlardı.<br />
Hz. Adem’den (as) son Nebi’ye (sav)<br />
Hz. Adem (as): İlk ziraat mühendisi ve çiftçi idi.<br />
Hz. Şit (as): Dokumacıların, örücülerin ve mensucat sanayiinin<br />
ilk kurucusu idi.<br />
Hz. İdris (as): İğneyi ilk icat eden, ona delik açan, iplik<br />
geçiren olduğundan, terzicilerin- konfeksiyoncularınörücülerin<br />
piri sayılır.<br />
Hz. Nuh (as): Marangozcuların -gemicilerin- denizcilerin<br />
ve barbarosların piri idi.<br />
Hz. Hud (as): Tüccar idi. Bütün tüccarların piri sayılır.<br />
Hz. Salih (as): Sürülerle develer yetiştirirdi. Sütlerini<br />
hem içer, hem de satıp dünyalığını temin ederdi. Salih<br />
peygamberin devesi meşhurdur.<br />
Hz. İbrahim (as): Mimardı. Kabeyi yeniden inşa edişiyle,<br />
Hz Süleyman (as)’a ve Mimar Sinan’a önderlik etmiştir.<br />
Hz. Lut (as): Tarihçi idi. Seyyahların, Evliya çelebilerin<br />
piridir.<br />
Hz. İsmail (as): Kara ve deniz avcılığı ile geçimini<br />
sağlardı. Avcıların piri sayılır. 70 dil bilirdi. Tercümanların<br />
da piridir.<br />
Hz. İshak (as) ve Hz. Yakub (as): Çoban idiler.<br />
Hz. Yusuf (as): Saati ilk icat eden, toprak mahsulleri<br />
ofisini ilk defa kuran, bolluk zamanında depolamayı, kıtlık<br />
zamanında halka dağıtmayı düşünen maliye bakanlığı<br />
yapmış bir peygamberdir.<br />
Hz. Yakub (as) ve Hz. Şuayb (as): Ziraatçı idiler.<br />
Hz. Musa (as): Çobanlık yapmış ve Hz. Şuayb (as)’a<br />
hizmetçilik etmiştir. Bir büyüğe hizmet etmekte peygam-<br />
18<br />
IGMG • PERSPEKTİF
islam ve<br />
hayat<br />
ber mesleklerinden biridir.<br />
Hz. Harun (as): Vezir idi.<br />
Hz. Davud (as): Demiri işleyen, zırh yapan ve düzenli<br />
ordular kuran, Calut’un ordularını mağlup eden bir kumandandır.<br />
Hz. Süleyman (as): Emir, hükümdar idi. Sazlardan<br />
zenbil yapardı. Bakır madenini ilk defa işleyen O’dur.<br />
Hz. Zülkif (as): Ekmek pişirirdi, fırıncıların piri idi.<br />
Hz. İlyas (as): Dokumacı ve iplikçilerin piri idi.<br />
Hz. Yunus (as): Balık avlayıp geçinirdi, balıkçıların<br />
piri idi.<br />
Hz. Üzeyir (as): Bahçıvan idi. Meyve ağaçlarını ilk<br />
defa aşılayan fidan yetiştiren, budama işlerini insanlara<br />
öğretendir. Bağ ve bahçe işleriyle uğraşanların piridir.<br />
Hz. Lokman (as): Doktorluk ve eczacılık mesleğinin<br />
piridir.<br />
Hz. İsa (as): Avcı idi. Av aleti ile geçimini temin ederdi.<br />
Peygamberimiz (as), “Rızkın onda<br />
dokuzu ticarettedir”, “Doğru ve dürüst<br />
tacir kıyamet gününde sıddıklar<br />
ve şehidlerle birlikte haşredilecektir.”<br />
buyurmuştur.<br />
Son Nebi ve Çalışmak<br />
Hz. Muhammed (sav): Allah Rasûlu sevgili Peygamber<br />
Efendimiz gerek sözü ile, gerekse yaşayışı ile insanlığa<br />
örnek olmuştur. Çalışma ve gayret konusunda da<br />
O’nun pek çok ibretli sözü mevcuttur. Fakat bu hususta bizzat<br />
yaşayarak anlatmak istedikleri, sözlerinden çok daha<br />
fazladır. Çünkü O, yapmadığını söylemez; bir şeyi tavsiye<br />
veya emretmişse, muhakkak kendisi tatbik eder ve öyle<br />
söylerdi. Bu sebeple Rasûlullah her konuda olduğu gibi<br />
çalışma konusunda da en güzel örnek şahsiyeti temsil<br />
etmektedir.<br />
Hz. Peygamberin hayatı çalışmakla geçmiştir. Rasûlullah<br />
Efendimiz, çalışmaya çocukluğundan itibaren başlamıştır;<br />
çocukluğunda sütannesi Halime’nin koyunlarını otlattığı<br />
gibi, daha sonra da Mekke’de ücret karşılığı Kureyş’in<br />
koyunlarını gütmüştür. Olgunluk yaşına geldiğinde<br />
ticareti iyice öğrenmiş ve bütün Mekkelilerin güvenini<br />
kazanmıştır. Bir çok Mekkeli tüccar onunla çalışmak,<br />
kervanını ona teslim etmek istemiştir. Bu dönemde Peygamberimiz<br />
Hz. Hatice’ye ait ticaret kervanının başına<br />
geçmiş ve Basra’ya gitmiştir. Böylece Peygamberimiz,<br />
artık kendi geçimini kazanmaya başlamış ve geleceğe yönelik<br />
olarak da, bir evin sorumluluğunu alacak donanıma<br />
sahip olduğunu göstererek Hz. Hatice validemizle aile hayatı<br />
kurmuştur. Ticaretin yanısıra efendimiz çok yönlü bir<br />
insan olarak eğitimcilik, ordu komutanlığı ve devlet başkanlığı<br />
görevlerinde bulunmuştur.<br />
Bütün peygamberler gayet ciddi, lüzumlu ve faydalı işlerde<br />
çalışıp, insanlara numune olmuşlar, pirlik ve liderlik<br />
yapmışlardır. Hiçbir peygamber tali ve boş işlerle meşgul<br />
olmadıkları gibi, sırf para kazandıran, fakat insanlığa<br />
hiçbir faydası olmayan, işlerle de uğraşıp boş vakit geçirmemişlerdir.<br />
İslam’dan önce bazı zahidlerin, İslamiyet sonrasında<br />
bir kısım tasavvuf erbabının dünyaya devamlı kötü gözle<br />
baktıkları, fakirliği, zenginliğe tercih ettikleri halvet ve<br />
çilehanelere çekilerek, dünyayı kökten reddettiklerini biliyoruz.<br />
“Bir lokma, bir hırka” tabirleriyle ifadesini bulan<br />
bu görüşlerin, Peygamber Efendimizin çalışma sünneti<br />
ile ters düştüğünü görmekteyiz.<br />
Bunu iyi kavramış olan Hz. Ömer (ra), hiç çalışmaksızın<br />
Medine sokaklarında oturan, başkasından bir şeyler<br />
bekleyerek karnını doyuran ve kendilerini mütevekkil olarak<br />
adlandıran Yemenlileri “Siz mütevekkil (tevekkül eden)<br />
değil müteekkilsiniz (hazır yiyiciler), mütevekkil, tohumu<br />
toprağa atandır” diyerek kovmuştur. Bunlardan anlaşılıyor<br />
ki, tevekkül ile çalışma arasında bir zıtlık yoktur.<br />
Bugünkü egemen dünyanın üstünlüğünü sağlayan şey;<br />
ilim ve teknoloji ve insanın bu dünyadaki hayatına değer<br />
vermeye, bu hayatı her an daha mükemmel hale getirmenin<br />
insan elinde olduğuna inanmaya dayanır. İnanmaya,<br />
dolayısıyla maddiyata dayalı bir hayatı sürmeye dayanır.<br />
Buna karşın biz, madde ve maneviyet ekseninde iki cihan<br />
saadetini hedefleyen müminler olmamız gerekirken,<br />
duyarlı davranmak adına, bugün geldiğimiz noktada elimizde<br />
bir takım firma, marka listeleri ile dolaşıp protesto<br />
gösterileri yapmaktan öteye giden fazla bir girişimimiz<br />
maalesef yok. Oysaki Peygamberimiz (as), “Rızkın onda<br />
dokuzu ticarettedir.”, “Doğru ve dürüst tacir kıyamet gününde<br />
sıddıklar ve şehidlerle birlikte haşredilecektir.”<br />
(Tirmizî, Hakim, İhya. 2-162) buyurmuştur. Kur’an’ı Kerim’de<br />
“Allah’ın sana verdiğinden ahiret yurdunu iste,<br />
ama dünyadan da nasibini unutma” (Kasas Sûresi,<br />
[28:77]) buyurulmaktadır.<br />
Sonuç olarak söylemeliyiz ki, peygamber hayatları çalışmaya<br />
bir değer atfetmekte ve onu yüceltmektedir. Bununla<br />
birlikte İslam dininin temel kaynaklarında, ister hayatın<br />
devamını sağlayacak temel ihtiyaç maddelerinin üretimine,<br />
isterse hayatın kaliteli ve kolay yaşanmasını sağlayacak<br />
altyapıyı kurmaya yönelik olan çalışmalara bir<br />
değer atfedildiği de açık bir biçimde görülmektedir. Durum<br />
böyle olmasına rağmen Müslüman dünyanın buna<br />
paralel bir görünüm sergilemediği de bir gerçektir. Bu durum,<br />
zihniyetimizi oluşturan temel kaynaklara yüklenilen<br />
anlamlarla alakalı olsa gerektir. Zihniyetimizin inşasında<br />
bunların yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
19
islam ve<br />
hayat<br />
Hayatın<br />
iş ve ibadet boyutu<br />
İbadet, hayattan kopuk değil, hayat ile iç içedir.<br />
Müslümanın hayatında hayat ayrı, ibadet ayrı gibi<br />
bir bölünme de yoktur.<br />
Assoc. Prof. Özcan HIDIR • ohidir@hotmail.com<br />
İlahî dinlerin temel esasları arasında yer alan ibadetler,<br />
esas olarak dinin, inanç boyutundan gözlemlenebilir<br />
ve yaşanabilir davranışlar boyutuna gelmesidir. İslam<br />
Dini’nde ise ibadetler; sadece Allah Teâlâ’ya yaklaşmak<br />
için yapılan belirli bazı davranışlar olarak görülmemiş,<br />
hemen bütün dünya hayatının bir ibadet haline<br />
dönüştürülebilmesi için, Allah Teâlâ’ya kulluk ve O’na<br />
yakınlaşma maksadıyla yapılan veya terk edilen her davranış,<br />
kulluk/ibadet olarak değerlendirilmiştir. Şu ayetinde<br />
Cenâb-ı Hak, buna işaret eder: “De ki: Şüphesiz benim<br />
namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin<br />
Rabbi olan Allah içindir” (En’âm Sûresi, [6:162]).<br />
Buna göre İslam’da ibadet ve kulluk, sadece namaz, oruç,<br />
hac, zekât ve dualardan ibaret değil, bir Müslüman’ın Yüce<br />
Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla yaptığı dünyadaki<br />
her güzel ve yararlı iş yani “amel-i sâlih”tir. Dindarlığın<br />
esasını îman vücuda getirirse de, kalpteki îmanın varlığını<br />
fiilen ibadetler ortaya koyar. Allah Teâlâ, “Ben insanları<br />
ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım”<br />
(Zâriyât Sûresi, [51:56]) buyurarak, kâinattaki en<br />
şerefli mahlûk olan insanın da kendisine kulluk maksadıyla<br />
yaratıldığını bildirir.<br />
Şu halde insanoğlu, iş ve ibadet hayatını bu gayeye<br />
uygun olarak, kendisine verilen görevleri yerine getirme<br />
derecesine göre, Allah Teâlâ’ya yaklaşır.<br />
Meseleye bu açıdan bakılırsa, hayatın kendisi bir ibadet;<br />
bütün ibadetler de hayattır. Zira ibadet hayattan kopuk<br />
değil, hayat ile iç içedir. Müslümanın hayatında hayat<br />
ayrı, ibadet ayrı gibi bir bölünme yoktur. Zira ibadet<br />
Müslümanın hayatında iğreti duran bir husus değil, hayat<br />
dokusunun özünde bulunan bir iksir olup, İslam’da gerek<br />
ferdin gerekse toplumun hayatı el ele dokunur. Bir “İslam<br />
insanı” veya bir “İslam toplumu”ndan söz edilecekse<br />
bu, ancak ibadeti ve iş hayatını Allah Teâlâ’ya yakınlık<br />
duygusu ile bütünleşme halinde olur. Bu itibarla İslam<br />
Dîni, evrensel bir din olup tüm insanlığa ve hayatın<br />
bütün alanlarına yönelik teori-pratik, îman-aksiyon/amel<br />
ve ahlâkı kucaklayan âileden ekonomiye, fertten devlete,<br />
sosyal hayattan siyasî hayata kadar bir dizi esaslar getirmiştir.<br />
Bu sebeple İslam, müslümanın iş hayatı ve çalışma<br />
düzeni ile günlük, haftalık ve senelik ibadetleri arasında<br />
uyum/ahengin de tedbirlerini almıştır.<br />
Modern iş hayatı ve ibadetin zorluğu<br />
Ne var ki, günümüzde özellikle Batı dünyasında iş hayatı,<br />
fabrikaların ve diğer kurum ve kuruluşların çalışma<br />
şekli ve zaman ayarlamaları, her ne kadar ekonomik açıdan<br />
verimli olduğu iddia edilse bile, ibadetlerin yerine<br />
getirilmesi açısından birtakım sıkıntılar meydana getir-<br />
Bir “İslam insanı” veya bir “İslam<br />
toplumu”ndan söz edilecekse bu,<br />
ancak ibadeti ve iş hayatını Allah<br />
Teâlâ’ya yakınlık duygusu ile bütünleşme<br />
halinde olur.<br />
20<br />
IGMG • PERSPEKTİF
islam ve<br />
hayat<br />
İslamiyet, ibadet hayatında dengeli<br />
olmayı, kendi nefsini, âile fertlerini<br />
ve sorumlu olduğu insanları ihmal<br />
edecek tarzda aşırılığa gidilmemesini<br />
esas almıştır.<br />
mektedir. Bu açıdan bakılırsa, kapitalizmin yön verdiği<br />
bugünkü çalışma hayatı, insanların dinî, ilmî, içtimaî, idarî,<br />
siyasî, iktisadî ve ailevî alanları arasına bir ahenk ve uyum<br />
sağla(ya)mamaktadır. Aksine daha zıtlaşma, uzaklaşma<br />
getiriyor ve böylece çalışma hayatı ahlâkla, siyasî hayat<br />
dinle, idarî hayat ise hem din ve hem de ahlâkla çatışmakta,<br />
çelişmekte ve böylece insan fıtratına ters düşmektedir.<br />
Zira sekiz-on saat iş başında çalışmak durumunda<br />
olan bir Müslüman ibadeti ile işi arasında sıkışıp<br />
kalmaktadır. Buna bir de işin kendisinden kaynaklanan<br />
zorluklar eklenince, iş daha da içinden çıkılamaz bir hâl<br />
alır. Şu halde ibadetle hayat arasındaki ilişkinin, modern<br />
zamanlarda dünyevîleşme (sekülarizm) sürecinde büyük<br />
oranda kopmuş olduğunu söylemek gerekir. Bu arada modern<br />
zihinler, “Sanki Müslüman ibadetini yapar, ama işini<br />
ve hayatını İslam dışındaki ölçülerle yürütebilir” gibi<br />
bir anlayışa, ya da peşin kabule sürüklenmiştir.<br />
Öte yandan iş hayatı ile ibadetlerin gayr-i müslim ülkelerde<br />
yaşayan Müslümanlar açısından dikkatle değerlendirilmesi<br />
gereken bir yönü de, gayr-i müslimlerle aynı<br />
mekânda yani iş yerlerinde çalışanların ibadetlerini yaparken<br />
bir şov görüntüsü vermemeleridir. Zira bazan namaz<br />
kılmak isteyen bir kısım Müslümanlar, abdestlerini<br />
herkesin kullandığı lavabolarda almakta, namazlarını da<br />
ulu-orta yerlerde kılabilmektedirler. Bu durum, İslam Dîni’ni<br />
anlatmaya vesile olması açısından bazı faydalar sağlayabilir.<br />
Yine açık alanlarda huzur ve huşû ile kılınan namazın,<br />
iç huzuru arayışında olan bazı Batılı insanların<br />
gönlünün İslam’a açılmasına vesile olduğu da bir gerçektir.<br />
Ancak bu halin, İslamî tebliğ ve İslam-Müslüman<br />
imajı açısından sakıncalı durumları da beraberinde getirdiği<br />
unutulmamalıdır. Zira bazı Müslümanlar herkesin gelip<br />
geçtiği cadde ortasında veya önemli bir devlet binasının<br />
önünde veya kalabalık bir parkta namaz kılarken görüntülenebilmektedir.<br />
Bu ise bazan Batı basınında alay<br />
konusu bile olmaktadır. Şüphesiz namazın vaktinin geçiyor<br />
olması, burada anlaşılabilir ve geçerli/meşru bir mazerettir.<br />
Ancak bu durumdaki bir Müslümanın daha sakin<br />
mekânları tercih etmesi, dolayısıyla istemeden en önemli<br />
ibadet olan namazının bir şova dönüşmesinin önüne<br />
geçmesi, hem İslam’ın hem de namazın rûhuna daha uygundur.<br />
İbadetin “İbadet” olabilmesi için bile günlük iş ve âile<br />
hayatının İslam’ın bütünlüğü içinde inşa edilmiş olmasına<br />
ihtiyaç vardır. Zira insanın Allah’ın huzurunda<br />
durma yoğunluğuna ulaşamadığı bir hayat içinde, yani insanın<br />
kalbi, dimağı, uzuvlarından her biri bir yerde takılıp<br />
kalmışken, uzuvlarının bir araya getirilebilmesi mümkün<br />
olamaz. Bu sebeple, esasen bir ibadet olan hayat-iş ile<br />
takva ve ihlasın yön verdiği ibadetlerimizi bir arada ahenk<br />
içinde götürmek, bugün dünden daha önemli hale gelmiştir.<br />
Zira Allah Teâlâ ile ilişki biçimi hem de dindarlığın<br />
bir ifadesi olan ibadetlerin, ihlâs, samimiyet ve Rızâi<br />
Bârî (Allah’ın rızası) ile yapılması, insan psikolojisini etkiler;<br />
ona manevî bir coşkunluk, huzur ve heyecan verir<br />
ve bu da iş hayatına olumlu-pozitif yansır.<br />
Buradan hareketle bir ibadet niyetiyle âhiret hedeflenerek<br />
yapılan iş ve ibadetler, insanın hayatını, ölümü ve<br />
ölüm ötesini anlamlandırmada da ona çok önemli katkılar<br />
sağlar. İnsanı sadece maddî değerlere bağlanıp kalmaktan<br />
kurtararak insanı hem dünya hem de âhiret hayatında<br />
gerçek mutluluğa götürür. Bilinçli olarak Allah Teâlâ’nın<br />
huzurunda olduğunu hisseden insan, daima O’nun<br />
(cc) kontrolünde bulunduğunu düşünür ve iş hayatını<br />
O’nun emir ve yasakları, helâl ve haramları çerçevesinde<br />
düzenler. Böylece ibadetler, kişinin sadece Yüce Allah ile<br />
olan ilişkisini değil, aynı zamanda Müslüman olsun gayri<br />
müslim olsun etrafındaki diğer insanlar ve bütün canlılarla<br />
olan ilişkisini de olumlu etkiler. Bu şuurla yapılan<br />
ibadet, Cibrîl hadisinde Peygamber Efendimiz’e “İhsan nedir?”<br />
diye sorulduğu zaman, Efendimizin, “Allah’a sanki<br />
Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir…” (Buhârî, Îmân,<br />
37; Müslim, Îmân, 1, 5) diye cevap verdiği üzere, ihsan derecesinde<br />
kulluk ve ibadet olur. Böyle bir ibadet ise, “Muhakkak<br />
ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”<br />
(Ankebût Sûresi, [29:45]) âyet-i kerîmesinden de anlaşıldığı<br />
üzere, günümüzde çoğunlukla şâhit olduğumuz üzere,<br />
kişiyi her türlü kötülükten, stresten, depresyondan, iş<br />
ve mal hırsından, şahsî ve âilevî huzursuzluklardan alıkoyarak<br />
çalışma/iş hayatını ve ahlâkını güzelleştirir.<br />
İbadetlerde maddî ve ruhî hayat arasındaki denge<br />
İbadetlerde maddî ve ruhî hayat arasında denge gözetilmesi,<br />
dünya hayatı için âhiret, âhiret hayatı için de dünya<br />
hayatının feda edilmemesi, âhiret hayatına yönelik olarak<br />
işlerin düzenlenmesi, ancak hiç bir surette dünya hayatının,<br />
günlük işlerimizin ihmal edilmemesi gerekir. Yani<br />
dünyanın kesben (kazanç ve rızık temini için) değil,<br />
kalben terk edilmesi lazımdır. Kısacası İslamiyet, ibadet<br />
hayatında dengeli olmayı, kendi nefsini, âile fertlerini ve<br />
sorumlu olduğu insanları ihmal edecek tarzda aşırılığa gidilmemesini<br />
esas almıştır. Bu anlamda, Fahr-i kâinat Efendimiz<br />
–sallallahu aleyhi ve sellem’-, az da yapılsa, devamlı<br />
ve sürekli yapılan ibadeti öğütlemiş; iş ve ibadet<br />
hayatında dengeli olmayı emir ve tavsiye etmiştir. Büyük<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
21
islam ve<br />
hayat<br />
Kendisi için namaz kılmayan, kendisi<br />
ve âilesi için helâl kazanç peşinde koşmayan,<br />
kendisi için âhiret yatırımı<br />
yapmayan, kendisini geliştirecek bir<br />
okuma, düşünme, anlama, yorumlama<br />
faaliyetinde bulunmayan, “düne göre<br />
bugün daha ilerideyim” diyemeyen,<br />
bugün öldüğünde arkasında kalıcı bir<br />
“iz” bırakamayan, âilesine ve çevresindeki<br />
insanlara bugün daha güzel<br />
davranmayan, her an kötü alışkanlıklarından<br />
birini daha terk edip hayatına<br />
bir güzellik ekleyemeyen kimse Allah<br />
için bir şeyler yapabilir mi?<br />
bir hırsla iş hayatına dalıp âilesini, çocuklarını, sosyal sorumluluklarını<br />
ihmal etmek, esasen Efendimizin emir ve<br />
tavsiyesi olan denge ve i’tidal çizgisini iş ve dünya hayatı<br />
lehine kaybetmek olacaktır. Bu ise, günümüzde örneklerini<br />
pek çok Müslümanda gördüğümüz tam bir bocalama<br />
halidir. Zira burada kendi şahsî işleriyle hizmet ve dava<br />
işleri karışacaktır.<br />
Şu halde yapılacak iş, dava işleriyle şahsî işleri birbirine<br />
karıştırmamak; önce “kendi” olmaktır. Kendisi olamayan,<br />
kendisini tanımayan, iş ve ibadet anlamında kendisi<br />
için bir şey yapmaktan aciz birinin, din adına başkası<br />
için bir şey yapabilmesine ihtimal var mıdır? Boğulmuş<br />
biri, boğulmakta olan başka birini kurtarabilir mi? Kişinin<br />
öncelikli vazifesi kendine yeterliliğidir. Etrafına yardım bir<br />
sonraki adımdır. Yük olmamak, külfet getirmemek esastır.<br />
Bu anlamda Hz. Ömer’in (ra) “Bugün Allah için ne<br />
yaptın?” sözü, “Bugün kendin için ne yaptın?” ifadesi<br />
bağlamında düşünülmelidir. Zira kendisi için birşeyler yapamayan<br />
insan, aslında Allah için, İslam için de birşey<br />
yapamaz. Kendisi için namaz kılmayan, kendisi ve âilesi<br />
için helâl kazanç peşinde koşmayan, kendisi için âhiret<br />
yatırımı yapmayan, kendisini geliştirecek bir okuma, düşünme,<br />
anlama, yorumlama faaliyetinde bulunmayan, “düne<br />
göre bugün daha ilerideyim” diyemeyen, bugün öldüğünde<br />
arkasında kalıcı bir “iz” bırakamayan, âilesine ve<br />
çevresindeki insanlara bugün daha güzel davranmayan,<br />
her an kötü alışkanlıklarından birini daha terk edip hayatına<br />
bir güzellik ekleyemeyen kimse Allah için bir şeyler<br />
yapabilir mi?<br />
Bütün bunların yanı sıra ibadetlerimizi iş hayatımızla<br />
ahenk içinde götürmek için, iş hayatında önceliklerin ibadetlere<br />
göre belirlenmesinin de önemi büyüktür. İşlerin, ibadetler<br />
gözetilerek, o an için en ehemmiyetlilerini öne alıp<br />
diğerlerinin de önemine göre sıralanması gerekir. Bu “ehemi<br />
(daha önemli olanı) mühime (biraz daha az önemli olana)<br />
tercih etmek” demektir. Burada da “acil ve önemli<br />
olan işler”, “acil olmayan fakat önemli olanlar”, “acil fakat<br />
önemsiz olanlar”, “acil olmayan önemsiz işler” şeklinde<br />
bir sıralama yapılabilir; ibadetler de bu düzen içinde yerine<br />
getirilebilir. Bu sıralamayı ise; “Yaptığım bu iş gerçekten<br />
yapılması gereken bir iş midir?”, “Şayet bu işi yapmaktan<br />
tamamıyla vazgeçersem ne kaybederim?”, “Bu<br />
iş, başka bir vakte ertelenebilir mi?”, “Bu işe gerçekten lüzumlu<br />
ve ehemmiyetli olduğu için mi, yoksa haz için mi<br />
giriştim?” soruları bağlamında yapmak anlamlı olacaktır.<br />
İş-ibadet uyumunu sağlamadaki bazı önemli hatalar<br />
Bununla beraber burada sık tekrarlanan bazı hatalar<br />
vardır:<br />
Birincisi, az zamanda çok iş yapmaya çalışılarak çoğu<br />
zaman doğru işlerin, doğru zamanda, Müslüman’ın hayatının<br />
gayesine uygun olarak doğru istikamette yapılıp yapılmadığını<br />
gözden kaçırmaktır.<br />
İkincisi, her zaman hayattaki öncelikli işlerin acil işler<br />
(ehem) olduğu zannına kapılmak, kısaca meşguliyetin<br />
kıskacına düşüp ibadetleri ihmal ederek bocalamaktır.<br />
Üçüncüsü, işlerimizle ibadetlerimizin, arzu ve isteklerimiz<br />
ve sosyal/ictimaî hayatın getirdiği sorumluluklarla bir arada<br />
yürütülebilecek şekilde planlanamamasıdır.<br />
Dördüncüsü, iş ve ibadetlerimizde hedef ve plan yapmakla<br />
birlikte, esas olanın içerisinde bulunulan zaman/ândaki<br />
sorumlulukla alakalı olduğunu hatırdan çıkarmaktır.<br />
Beşincisi, küçük olsun büyük olsun işlerin ertelenmesidir.<br />
Zira ertelenen iş, zamanla birikecek ve bu da ibadet<br />
hayatımızı olumsuz etkileyecek, ibadet hayatımızın olumsuz<br />
etkilenmesi ise îmanımıza zarar verir noktaya ulaşabilecektir.<br />
Altıncısı, düzenli ve az uyuma konusunda gerekli hassasiyeti<br />
göstermemektir. Zira gereğinden fazla uykunun,<br />
insanı istirahat gayesinden uzaklaştırdığı, iş düzenini bozduğu<br />
ve her şeyden önemlisi hayatın bereketini giderdiği<br />
bir gerçektir.<br />
Bunlara dikkat edildiğinde, iş hayatının ibadetlerle insicâm/uyum<br />
içinde yürüdüğü görülecektir. Aksi bir durumda,<br />
yani iş ve ibadet hayatımızın düzenli yürümemesi, genelde<br />
suçluluk, yetersizlik, çaresizlik, huzursuzluk ve ümitsizliğe<br />
yol açacaktır. Bunun sonucu, genellikle stres, depresyon<br />
gibi asrımızın ruhî bunalımlarıdır. Bütün bunların neticesinde<br />
de, iş hayatında verimin düşmesi, işe kendini verememe<br />
ve elde edilmesi gereken azami faydayı temin edememe<br />
durumuyla karşı karşıya gelinecektir.<br />
Böyle bir durumun ise, ibadet-hayat/iş uyumu anlamında<br />
İslam’ın öngörmediği bir durum olduğu izahtan<br />
varestedir.<br />
22<br />
IGMG • PERSPEKTİF
Bilginin transferi ve<br />
Avrupa üniversiteleri<br />
Müslümanların günlük yaşamımıza katkıları<br />
kültür<br />
Müslümanların bilim anlayışın temeli direk gözlemlemeye dayanıyordu:<br />
“Bir şeyin nasıl işlediğini anlamak için onu kendi gözlerinizle<br />
görmeniz gerekir ki, ancak ondan sonra onu yazabilirsiniz.”<br />
İlknur MELEKĞLU • imelekoglu@yahoo.de<br />
Ortaçağ Müslüman bilim adamı, alim, kaşif ve<br />
araştırmacılarının en dikkat çekici özelliği,<br />
bilgi için doyumsuz bir isteğe sahip olmalarıdır.<br />
Bu şahısların çalışmaları, sadece salt bilgi<br />
elde etmek için değildir. Tam tersine, onların çalışmaları<br />
pratikte uygulanabilir ve insanların yaşam kalitesinin<br />
artıran çalışmalardır.<br />
Peygamber Efendimiz’in “Kişi ölünce amelleri kesilir.<br />
Eylem defteri kapanır. Yalnız geriye kamuya yararlı sadaka,<br />
yararlı ilim, yahut kendisine dua eden iyi çocuk<br />
bırakmış olanın amel defteri kapanmaz. Onun ruhuna<br />
sürekli sevap gider,” Hadis-i Şerifi, bu Müslümanları,<br />
manevî anlamda oldukça motive etmiştir.<br />
Bu ansiklopedik şahıslar büyüleyici enerjileriyle buluşlarını<br />
yazmışlar, yüzlerce ciltlik kitapları çığır açan bilgilerle<br />
doldurmuşlardır. 8.yy’dan 13.yy’a dek süren İslam<br />
medeniyetinin altın çağı, antik dönem öğrenimini yok<br />
olmaktan kurtarmış, onu değiştirmiş yeni keşifler eklemiş,<br />
bilgiyi zenginleştirilmiş ve geliştirilmiş bir formda yaymıştır.<br />
Daha önce de değindiğimiz Beytül Hikme Müslümanların<br />
bilginin yayılması ve toplanması alanındaki büyük<br />
başarılarını gösteren örneklerdendir.<br />
Müslümanların bilim anlayışın temeli direk gözlemlemeye<br />
dayanıyordu: “Bir şeyin nasıl işlediğini anlamak için onu<br />
kendi gözlerinizle görmeniz gerekir ki, ancak ondan sonra<br />
onu yazabilirsiniz.” 10.yy bilim adamlarından İbn Heysem<br />
deneylerini tamamen karanlıkta yapmıştır. İlerleyen<br />
yazılarımızda daha ayrıntılı olarak ele alacağımız İbn Heysem<br />
teorilerini deneylerle ispatlayan ilk bilim adamları arasında<br />
yeralır. O düşündüğünü ispat etme yoluna giderek<br />
bilimsel metodların temelini atmıştır.<br />
Bu Müslümanların bilim merakı gayri müslimleri de<br />
etkilemiş ve onlar Müslümanların deneye dayalı eserlerini<br />
incelemek için akın etmişlerdir.<br />
1140’da Norfolk köyünde doğan İngiliz papaz ve bilim<br />
adamı Daniel of Morley bilgiyi bulmak için yola çıkmıştır.<br />
O Müslümanların keşfettiği bilgiye ilgi duyan ileri<br />
görüşlü Avrupalılardan sadece biriydi. Daniel’in, daha<br />
sonra Kral olan prens 2. Henry’e bir mektup yazarak, ondan<br />
Arapların şekiller, daireler ve gezegenlerin hareketleri<br />
ile ilgili fikirlerini okumasını anlamasını, kendisinin de<br />
Arapça kaynaklardan dünya ve dünyanın parçaları hakkında<br />
bir çok bilgi edindiğini belirten Adelard of Bath’ın<br />
öğrencisi olduğu tahmin edilmektedir.<br />
İbn Rüşd<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
23
kültür<br />
Avrupa’nın en eski üniversitelerinden Oxford Üniversitesi<br />
Daniel eğitimini ilerletmek için İngiltere’den ayrılarak<br />
önce Paris’e gitmiştir. Burdaki üniversite bozulmuştu. Daniel,<br />
“Bu hocalar(Paristekiler) çok cahillerdi ve sessiz kalarak<br />
bilginmiş gib davranmaya çalışıyorlardı” der.<br />
Bu nedenle Daniel Paris’te uzun süre kalmamış kendi<br />
ifadesiyle, Arapça öğretimin oldukça ünlü olduğu Toledo’ya<br />
(Tuleytu), dünyanın en bilgin filozoflarını dinlemeye<br />
koşmuştur. 12.yy’da Toledo’da Müslüman, Hristiyan<br />
ve Yahudi kültürü yanyana yaşıyordu.<br />
İngiliz Daniel’in Toledo’da yaşadıkları heyecan vericiydi<br />
çünkü, daha önce ellerinde sadece Yunan metinlerinin<br />
parçaları bulunuyordu ve bunların çoğu da sahte yada<br />
taklitti. Ama o şimdi Müslümanların geniş bir bilgi hazinesine<br />
sahip olduklarını bu bilginin kaynaklarının da<br />
onların sadece klasik Yunan’a ilgi duymadıklarını gösteriyordu.<br />
Klasik Yunan geniş bir şekilde Müslümanların<br />
500 yılı aşkın bilim adamlığıyla, eleştirilmiş, revizyon<br />
edilmiş ve eklemeler yapılmıştı.<br />
12.yy Toledo’su; Hristiyan Batı dünyasından her tercümanın<br />
yada bilim adamının ilgisini çekmiştir ve tüm<br />
bilim tarihi boyunca Arapça’dan Latince’ye en yoğun şekilde<br />
tercüme çalışmalarının yapılışına sahne olmuştur.<br />
Yunan filozof ve matematikçilerinin Batı’da kaybolan çok<br />
değerli çalışmaları Toledo’da Müslümanlar tarafından<br />
korunuyor ve zenginleştiriliyordu. Batı’da Averroes adıyla<br />
bilinen, İbn Rüşd’ün Aristo’nun eserleri hakkından yazdığı<br />
yorum ve eleştiri, Avrupa’da gerçek anlamda klasik<br />
uyanışın başlangıcı olmuştur ve bu Rönesans başlamadan<br />
200 yıl önce gerçekleşmiştir.<br />
İbn Rüşd’ün 12.yy.’da Kordoba’da Aristo’nun eserlerine<br />
yazdığı bu yorumların Arapça metinleri İskoçyalı bir<br />
bilim adamı Michael Scott ve onun varisi Herman the<br />
German tarafından Toleda ve Sicilya’da Latince’ye çevrilmiştir.<br />
Rogeln Omar BBC’de İbn Rüşd’ün Paris’i entellektüel<br />
başkente dönüştürebileceğini söylemiştir: “...İbn<br />
Rüşd bilim ve din arasındaki çelişkiyi<br />
yok etmeye çalışmıştır, çünkü<br />
bilmin getirdiği doğrular çoğu zaman<br />
(Hristiyan) dinî doğrular ile çelişiyordu...Bu<br />
girişim karşıt bir tepkiyle<br />
karşılanmış Hristiyan klisesi<br />
bu fikirleri farkettiğinde İbn Rüşd’ü<br />
ve Aristo’nun çalışmalarını yasaklamışlardır.<br />
Parisli entellektüeller<br />
bu hususta uzun yıllar klise ile çatışmışlardır.”<br />
Toledo’daki tercüme ustalarından<br />
biri de Gerard of Cremona’dır.<br />
Zahravi’nin 30 ciltlik tıp ansiklopedisini,<br />
İbn Heysem’in “Optiklerin<br />
Kitabı”nı, Kindi’nin geometrik<br />
optikler hakkındaki araştırmalarını,<br />
Razi’nin “Tuzların ve sulfatların<br />
sınıflandrılması çalışması”nı ve Banu<br />
Musa kardeşlerin pek çok kitabını Latince’ye kazandırmıştır.<br />
Toledo’da tercümeler bazen bir ekiple bazende tek bir<br />
kişi tarafından yapılmıştır. Şehir VI.Alfonso tarafından<br />
Hristiyanların eline geçmiştir ancak İslam dili, kültürü ve<br />
mimarisi muhafaza edilmiştir. Toledo’da çevrilen Latince<br />
metinler hala Toledo Katedrali’nde mevcuttur. Burada<br />
aralarında tarihi D.Morley zamanına kadar dayanan metinlerinde<br />
bulunduğu 2500 eser vardır.<br />
Avrupa üniversiteleri<br />
Avrupa’da üniversiteler 12.yy’da ortaya çıkmaya başlamıştır.<br />
İlk olarak İtalya’nın güneyinde görülmeye başlanan<br />
bu kurumlar daha sonra hızla İngiltere’ye kadar<br />
uzanmıştır. Fakat bu kurumlar neden birdenbire ortaya<br />
çıkmıştır?<br />
12.yy’da yoğun bir şekilde Müslümanların 500 yıllık<br />
birikimlerini içeren Arapça eserlerin tercüme edilmeye<br />
başlamasıyla, İslamî öğretim Ortaçağ Avrupa’sının büyük<br />
ilgisini çekti. Bu tercümelerin çoğu Toledo’da gerçekleştirilmiştir.<br />
Bu bilgi deposunun kuzeye yayılmasından önce, Avrupa’da<br />
öğretim temel olarak İncil eğitimi almış olan dinadamlarının<br />
tekelinde idi. Klise aynı zamanda bir öğretim<br />
kurumu idi ve burdaki eğitimden yararlanabilmek için<br />
kliseye üye olmak gerekiyordu. Ancak burda rasyonel yada<br />
bilimsel düşünce teşvik edilmiyordu. Bunun da ötesinde<br />
kim bir bilimsel açıklama getirecek olsa o “kafir” olarak<br />
adlandırılmaktan kurtulamıyor ve acı bir sonla karşılaşıyordu.<br />
Öte yandan aynı dönemlerde Müslüman topraklarda<br />
durum tam tersiydi ve bilimsel düşünce büyük destek görüyordu.<br />
İşte bu ortamda bilimsel deneylerle kanıtlanmış<br />
rasyonel teori ve düşüncelerin yer aldığı Arapça bilim<br />
kitaplarının Latinceye tercüme edilmesi Avrupa’da yeni bir<br />
24<br />
IGMG • PERSPEKTİF
kültür<br />
Arapca tercümelerin merkezi Toledo’da (Tuleytu) bir Katedral<br />
kitle ile buluştu ve Avrupa’da “Rasyonel skolastik<br />
felsefe” ortaya çıktı.<br />
Müslümanların bin yıl önce ortaya attıkları<br />
“Deneysel yaklaşım- hiç bir şeyi kesin kabul etmeden<br />
deneylerle tam doğruyu bulma yaklaşımı” onların<br />
bilim dünyasına yaptıkları en büyük katkılardandır<br />
şüphesiz. Bu anlamda en büyük baskı İbn<br />
Rüşd’den gelmiştir ve onun eserleri Paris başta olmak<br />
üzere Padua ve Bologna’daki üniversitelerde<br />
adeta bir devrim yapmış ve bir akım başlatmıştır.<br />
Bu akım artık din ve bilim arasında hiçbir zıtlık<br />
bulunmaması gerektiğini ispatlayan yeni bir dönemi<br />
başlatıyordu. Dünyayı ve gökyüzünü rasyonel<br />
bir şekilde açıklayan Müslüman bilim adamlarının<br />
başlattığı bu akım Avrupa’da yeni enstitüler<br />
açılmasına yol açtı. Bu yeni fikirler daha fazla<br />
manastırların içinde saklı tutulamadı ve eğitim<br />
burdan katedral okullarına sıçradı. Manastırlarda<br />
kısıtlı sayıda öğrenci belirli bir düzen içinde eğitim<br />
görürken, katedral okulları tüm Avrupa’dan<br />
öğrencilerin iligisini çekmiş çok daha özgür düşünen<br />
bağımsız düşünürler yetiştirmiştir.<br />
Bu öncü kurumlardan biri de bir Fransız katedral<br />
okulu olan Chartres’dir. Burada yapılan çalışmalarla<br />
Rönesans’ın temelleri atılmıştır. 1140’lı yıllarda<br />
burada öğrenciler bilimsel yaklaşımın İncil’de bahsedilen<br />
yaratılış hikayesi ile uyumlu olduğunu öğrenmişlerdir.<br />
Başka bir deyişle dinle bilmin çelişmediğini öğrenmişlerdir.<br />
Bu öğreti Avrupa’da devrimsel bir kavramdı<br />
ve Thierry eleştirilere rağmen bunları cesaretle anlatan<br />
biriydi. Ortaya çıkan bu yeni bilimsel ruh Thierry’nin de<br />
hırsla topladığı Müslümanların kitaplarında cevaplarını<br />
bulmuştur.<br />
Bu ketadral okulları kısa bir süre içinde 12.yy’ın sonlarına<br />
doğru üniversitelerin kurulmasına öncülük etmiştir.<br />
Batı Avrupa’nın ilk üniversitesi Güney İtalya’nın Salerno<br />
kentinde kurulmuştur. Constantine the African kendi ülkesi<br />
Tunus’tan buraya bir çok kitap getirmiş ve bu kitapları<br />
Latince’ye çevirmiştir. Kayravan camii kompleksinden<br />
getirilen bu kitapların tamamı tıp alanında idi ve Avrupa’da<br />
tıp sahasında yüksek öğretimin başlamasını tetiklemiştir,<br />
çünkü daha önce Avrupa bu alanda yapılan<br />
araştırmalara ulaşamıyordu.<br />
Fransa’nın Montpellier kenti de Salerno’nun bir şubesi<br />
niteliğinde idi ve Müslüman tıp ve astronomisinin<br />
çalışılma merkezi olmuştu. 1137 gibi erken tarihlerde bu<br />
kent tüm bölgelerden öğrencilerin akınına uğramıştır. Bu<br />
öğrencilerden biri de Robert the Englishman’dir ve astrolabe<br />
(Türkçe adı usturlap- gökcisimlerinin yüksekliğini<br />
tayin etmede kullanılan bir gözlem aracı) ve kadran adlı<br />
Müslümanların buluşları üzerine birer araştırma yazısı<br />
yazmıştır.<br />
12.yy başlarında Arapça eserlerin bilgisine sahip olan<br />
öğretmenlerin seyahata devam etmesiyle Batı dünyasının<br />
eğitim gücü Paris’e taşındı ve Parisli düşünürler 3 büyük<br />
okulda; Notre Dame,St. Victor ve St. Genevieve’de<br />
toplandı.<br />
Notre Dame’ın tercüme edilmiş, bilimsel dönüm noktalarını<br />
oluşturan metaryeller ile desteklenmesi ile 1170 yılında<br />
üniversite büyük bir değişim geçirmiştir. Parisli öğretmen<br />
ve öğrenciler artık yavaş yavaş 4 farklı fakülte<br />
(sanat, teoloji, hukuk ve tıp) altında gruplaşmışlardı. Bu<br />
merkezler Oxford Üniversitesi’nin doğuşuna zemin hazırlmışlardır,<br />
bunda kısmen 2.Henry’nin İngiliz öğrencilere<br />
Paris’teki öğretimdeki duraksamadan dolayı orda eğitim<br />
görmelerini yasaklamasının da etkisi olmuştur. İşte<br />
bu dönemlerde Dainel of Morloy Paris’e gelmiş ve burdaki<br />
eğitimin monotonluğundan dolayı Toledo’ya geçmiş<br />
daha sonra da Oxford Üniversitesi’nde Toledo’da öğrendiklerinden<br />
oluşturduğu ilk bilim kitaplarını ders kitabı<br />
olarak okutmuştur.<br />
Bugün bir çok tarihçi Oxford gibi pek çok Batılı üniversitenin<br />
projesinin; Kordoba’daki gibi Müslüman üniversitelerinde<br />
bulunmuş açık görüşlü, seyahat eden bilim<br />
adamlarının buralardan öğrendikleri ve aktardıklarıyla<br />
oluşturulduğunda hem fikirdir. Hatta Müslümanlara ait<br />
rasyonel düşünce temeliyle yazılmış ve Latince’ye tercüme<br />
edilmiş eserlerin haçlı seferleri dönüşünde getirilmesi<br />
de bu üniversitelerin oluşumunda etkili olmuştur.<br />
Kaynak:<br />
• 1001 Inventions-Muslim heritage in our world, Chief Editor-Prof. Salim<br />
T S Al-Hassani<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
25
toplum<br />
Çift<br />
dillilik<br />
Çiftdilliliğin bir alt türünü oluşturan çocukluğun<br />
erken dönemindeki çiftdillilikte, her iki dilin öğrenilmesini<br />
zorunlu kılan sosyal ve dilsel çevre<br />
sözkonusudur.<br />
Aişe ALTINTAŞ • aise.goldstein@googlemail.com<br />
Çiftdillilik en geniş anlamıyla iki dilin aynı anda<br />
öğrenilmesi, yani iki dili de konuşup anlayabilmek<br />
demektir. Sözkonusu konuşma ve<br />
anlama kişiye göre değişiklik gösterdiğinden<br />
konuyla ilgili araştırmalarda kişisel ve kollektif çiftdillilik<br />
ayrımı mevcuttur. Kişisel çiftdillilikte kişi başka bir<br />
dili ilk dili ile aynı oranda bir yetkinlikle kullanabilmektedir.<br />
Ampirik araştırmalar, ileriki yaşta<br />
ikinci bir dili öğrenmekle küçük<br />
yaşta öğrenmenin arasındaki farkları<br />
açık bir şekilde ortaya koyuyor.<br />
Verimli bir çiftdilliğin şartları<br />
Her iki dile de hakim olma düzeyi çok farklı faktörlere<br />
bağlıdır. Dil öğreniminin zamanı, yeri ve şeklinin<br />
yanı sıra dilin önemi, çocuğun içerisinde yetiştiği sosyal<br />
çevrenin dil düzeyi, dilin kurumsal anlamda kabul görmesi<br />
ve her iki dilin desteklenmesi gibi hususlar sözkonusu<br />
faktörlerdendir.<br />
Çiftdilliliğin bir alt türünü oluşturan çocukluğun erken<br />
dönemindeki çiftdillilikte, her iki dilin öğrenilmesini<br />
zorunlu kılan sosyal ve dilsel çevre sözkonusudur.<br />
Örneğin başka bir dilin konuşulduğu aile ve okul buna<br />
birer örnektir. Burada her iki dilin başarılı bir şekilde<br />
öğrenilmesinde yer çok önemli bir konumdadır. Kişi<br />
örneğin başarılı olmak için okulda konuşulan dile hakim<br />
olmak zorundadır.<br />
İkinci bir faktör ise her iki dilin öğrenildiği zamandır.<br />
Örneğin bir çocuk her iki dili de oyun atmosferinde<br />
ciddi bir çaba olmaksızın öğrenebilirken, yetişkin biri<br />
ise ikinci dili belli kurallar çerçevesinde, gramer kurallarından<br />
başlayarak belli bir sürede öğrenmekte, bu da belli<br />
bir süre almaktadır. Ampirik araştırmalar, ileriki yaşta<br />
ikinci bir dili öğrenmekle küçük yaşta öğrenmenin<br />
arasındaki farkları açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.<br />
Diğer bir faktör söz konusu dilin gördüğü itibardır. Bu<br />
noktada dilin kişinin veya çocuğun dilleri öğrendiği toplumda<br />
o dilin itibarı gündeme gelmektedir. Dilin itibarlı<br />
olması sosyal, kültürel veya ekonomik sebeplerle doğrudan<br />
bağlantılıdır. Örneğin İngilizce dünyanın her tarafında<br />
konuşulması nedeniyle çok itibarlı bir dilken, Fransızca<br />
kültürel anlamda itibarlı bir dildir. Sosyal anlamda itibar,<br />
reddedici bir tavra da neden olabilir. Çiftdillilik hakkında<br />
önyargılar özellikle pedagojik ve psikolojik gerekçelere<br />
dayandırılır.<br />
Çocuğun veya kişinin iki dili aynı anda öğrenmesi<br />
ağır geldiğinden her iki dili de doğru öğrenemediği öne<br />
sürülür. Bu önyargılar bilimsel olarak ispatlanamamasına<br />
rağmen tek dilli toplumda normal bir durumdur.<br />
Araştırmalar çocukların iki yaşında kısmen her iki dili bilinçli<br />
ve verimli bir şekilde kullanabildiğini ortaya koymuştur.<br />
26<br />
IGMG • PERSPEKTİF
Ayrıca yukarıda<br />
belirtilen faktörlerin<br />
değişik etkileri nedeniyle<br />
bir dilin kişide<br />
baskın bir dil<br />
halini aldığı da bir<br />
gerçektir. Ancak zayıf<br />
olan dil de yabancı<br />
bir dil değildir;<br />
kişinin her iki<br />
dilde de kendisini<br />
rahat hissettiği bir<br />
durum söz konusudur.<br />
Sonuç olarak çift<br />
dilliliğin çok sayıda<br />
faydayı beraberinde<br />
getirdiğini söyleyebiliriz.<br />
Bunların arasında<br />
kişinin konuştuğu<br />
dilin kültürünü<br />
bilmesi azımsanmayacak<br />
öneme sahiptir.<br />
Kişi söz konusu<br />
kültürde dilin yardımıyla<br />
gezinebilmektedir,<br />
zira dil kelimelerin<br />
yanı sıra mimik,<br />
el hareketleri<br />
ve çeşitli seslerden<br />
oluşmaktadır. Bunlar<br />
dilden dile farklı<br />
önem arz edebilirler.<br />
Çift dilli olan kişi,<br />
bunları, uygun yerde<br />
kullanma bilgisine<br />
de sahip demektir.<br />
toplum<br />
Kurumsal anlamda çift dilliliğe destek yetersiz –<br />
Almanya da buna dâhil<br />
Kurumsal anlamda kabul görme ve destek olmaksızın<br />
çift dilliliğin önemine vurgu yapılmasının getirisi<br />
çok fazla değil. Avrupa’da çift veya çok dillilik artık çok<br />
yaygın olan bir durum olmasına rağmen, çift dillilik tüm<br />
Avrupa ülkelerinde aynı şekilde desteklenmiyor. Çift dilliliğin<br />
arttığı Almanya’da da çok dilli bir eğitim sisteminin<br />
desteklendiği söylenemez.<br />
Almanya’daki okullarda Türkçe dersi ile ilgili gündemde<br />
olan tartışmaların sonucunda da, Türk kökenli<br />
toplumun nüfusu dikkate alınmaksızın, İngilizce ve Fransızca<br />
karşısında Türkçe’ye farklı başka bir sosyal değer<br />
atfedildiği açık bir şekilde ortaya çıktı.<br />
Karşı argümanlara bakıldığında Türkçe dersinin olması,<br />
paralel kurslar olması nedeniyle entegrasyona zararı olacağı<br />
yönünde söylemlerle<br />
karşılaşıyoruz.<br />
Ancak aynı durum,<br />
hali hazırda ilkokul<br />
ve anaokullarında<br />
ders programlarında<br />
sabit olarak yer<br />
alan İngilizce için geçerli<br />
olmuyor.<br />
Türkçe’ye yönelik<br />
yaygın bir şekilde<br />
varolan önyargıların<br />
populist olduğu<br />
kadar siyasî yaklaşımlarla<br />
da bağlantılı<br />
olduğu bir<br />
gerçek.<br />
Baden Württemberg<br />
Eyaleti Başbakanı<br />
Günther Öttinger’in<br />
teneffüslerde<br />
bile Almanca konuşulması<br />
yönündeki<br />
talebi ve Türkçe ile<br />
ilgili aşağılayıcı ifadeleri<br />
önyargılı ve<br />
ikiyüzlülüğün bir<br />
ifadesi olarak karşımıza<br />
çıkıyor.<br />
Kısaca söylemek<br />
gerekirse, bugünün<br />
çoğulcu toplumunda<br />
çift dillilik normal bir<br />
durumdur ve kendi<br />
kültürünün bilinçli<br />
bir şekilde algılanması<br />
ile çift dillilik<br />
aile içinde de desteklenmektedir. Tek dilli toplumda çift dillilikle<br />
ilgili önyargıları artık geride bırakmalıyız, zira çift<br />
dillilik kendi başına olumsuz bir faktör değildir. Çift dilliliğin<br />
verimli bir unsur olarak ortaya çıkamaması, aile<br />
içinde, içinde yaşadığın toplumda, kurumsal anlamda yeterince<br />
desteğin olmaması gibi hususlarla ilgilidir. Çift<br />
veya çok dilliliğin akıllıca desteklenmesi halinde bunların<br />
verimli olmaması için hiçbir neden yoktur.<br />
Çift dilli olan kişi, bunları, uygun yerde kullanma bilgisine de sahip demektir<br />
Kaynaklar:<br />
• Bernd Kielhöfer: Frühkindlicher Bilingualismus, in: Bausch, Karl-<br />
Richard/ Christ, Herbert/Krumm, Hans-Jürgen (Hrsg.): Handbuch<br />
Fremdsprachenunterricht, Tübingen, 1989.<br />
• Manfred Raupach: Zwei- und Mehrsprachigkeit, in: Bausch, Karl-<br />
Richard/ Christ, Herbert/Krumm, Hans-Jürgen (Hrsg.): Handbuch<br />
Fremdsprachenunterricht, Tübingen, 1989.<br />
• Ingrid Gogolin: Erziehungsziel Zweisprachigkeit. Konturen eines<br />
sprachpädagogischen Konzepts für die multikulturelle Schule,<br />
Hamburg, 1988.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
27
toplum<br />
Cami cemiyetlerinin<br />
entegrasyon çalışmaları<br />
Başarılı bir eğitim hayatı, iyi bir okul, iyi bir<br />
staj eğitimi ve iyi bir yüksek okul diploması, bu<br />
çocuklara toplumsal hayata her yönü ile katılma<br />
imkânı sunacaktır.<br />
Abdulgani Engin KARAHAN • akarahan@igmg.de<br />
kavramı, daha çok ne anlam<br />
ifade ettiği ile değil, ne anlam ifade etmediği<br />
ile karşımıza çıkan ve bu arada<br />
“Entegrasyon”<br />
bolca kullanılan bir kavram. Her ne kadar<br />
durum böyle olsa da, ortak yaşamın pek çok yönü bu kavram<br />
altında tanımlanabilir. Bugün entegrasyon alanında<br />
pek çok kurum ve kuruluş takdire şayan faaliyetler gerçekleştiriyor.<br />
Ancak, camiler ve diğer İslamî kuruluşların entegrasyona<br />
yönelik yapmış oldukları faaliyetler çok nadiren<br />
kamuoyunun önüne sunuluyor.<br />
İslamî cemaatler entegrasyon çalışmalarını, İslamî kimliğin<br />
kuvvetlenmesinin ve İslamî özgüvenin geliştirilmesinin<br />
topluma entegre olma sürecinde olumlu etki yapacağı<br />
temel düşüncesinden hareketle gerçekleştiriyorlar. Burada<br />
her şeyden evvel Müslümanların sivil toplum yaşamına katılmalarını<br />
sağlayan ve bu insanlara ulaşma imkânı sunanların<br />
bu dinî cemaat ve kuruluşlar olduğu gerçeğini unutmamak<br />
gerekir.<br />
Dinî ihtiyaçların karşılanabileceği bir altyapının mevcudiyeti<br />
entegrasyon açısından olumlu bir etkiye sahiptir.<br />
Burada yani Avrupa’da da dinî ihtiyaçların karşılanabilme<br />
imkânı, özellikle “kendini yabancı hissetme” duygusuna<br />
karşı geçmişte önemli bir tesir yapmıştı. Böylece, Almanya<br />
ve Avrupa artık giderek sadece çalışılan yerler değil, aynı<br />
zamanda yaşamın sürdürüldüğü yerler haline geldi.<br />
Bu manada dinî ihtiyaçlar başta olmak üzere, birçok ihtiyacın<br />
giderilebilmesi için “memlekette” olma özlemi de<br />
giderek azaldı. Zira Avrupa yalnızca bu şekilde Müslüman<br />
göçmenler tarafından zaman içerisinde bir tür vatan olarak<br />
kabullenilebildi. İşte bu yüzdendir ki, her şeyden önce Müslümanların<br />
Avrupa’yı vatan olarak kabullenmeleri konusunda,<br />
İslamî dinî cemaatlerin sürekli olarak azımsanmasına<br />
karşın gerçekte büyük bir öneme sahip oldukları tespitini<br />
yapmak durumundayız. Bu cemaatler zaten, geleneklerine<br />
bağlı insanlara kaldıkları ülkelerde huzur içinde<br />
yaşayabilmeleri için gerekli olan samimiyet ve güven duygusunu<br />
veriyorlar.<br />
Eğitim Yoluyla Entegrasyon<br />
Bunun da ötesinde, özellikle İslam Toplumu Millî Görüş’e<br />
bağlı cemiyetler uzun yıllardan beri pek çok entegrasyon<br />
çalışması yapıyorlar. On yıldır ev ödevlerine ve okul derslerine<br />
yardım imkânları sunuyorlar. Bu imkânlar özellikle anne<br />
ve babasının eğitim konusunda yetersiz olması sebebiyle,<br />
okul derslerinde geri kalan göçmen kökenli çocuklara yönelik<br />
olarak yapılıyor. Ayrıca, dil konusunda yetersiz kalan çocuklara<br />
dil geliştirme imkânları sağlanıyor ve okul ödevlerine<br />
yardımcı olunuyor. Bu kurslarla, göçmen çocukların iyi<br />
bir derece ile okulları bitirmeleri, sonuçta da iyi bir meslek okulu<br />
veya yüksek okula gitme imkânlarına kavuşmaları hedefleniyor.<br />
Zira başarılı bir eğitim hayatı, iyi bir okul, iyi bir staj<br />
eğitimi ve iyi bir yüksek okul diploması, bu çocuklara toplumsal<br />
hayata her yönü ile katılma imkânı sunacaktır. Diğer yandan<br />
son yıllarda ne yazık ki, devlet tarafından yürütülen pek çok<br />
entegrasyon girişimine rağmen, bu anlamda okullardaki durumun<br />
hiç de iyiye gitmediğini ve okul dışı ders yardımları veren<br />
kuruluşların göçmen kökenli çocuklar için giderek artan<br />
bir önem kazandığını üzülerek gözlemliyoruz.<br />
Fahrî hizmetlerle toplumsal hayata katılım<br />
Gençlik çalışmalarımızın entegrasyon açısından çok özel<br />
ve önemli bir etkiye sahip olduğu kabul edilmelidir. Kuruluşundan<br />
bu yana her cemiyetimizin, özelikle gençlerin<br />
ihtiyaçlarını dikkate alan ve gençlerle ilgilenen bir Gençlik<br />
Kolları bulunmakta ve çeşitli yaş gruplarındaki çok<br />
sayıda gencin yararlandığı farklı imkânlar sunulmaktadır.<br />
Elbette ki, bu çalışmalarda her şeyden önce, mahlukata<br />
karşı saygı, dürüstlük, dostluk ve başkalarına yardım, di-<br />
28<br />
IGMG • PERSPEKTİF
toplum<br />
ğer insanlarla saygılı ilişki kurmak, uyumlu komşuluk gibi<br />
dinî değerlerin gelecek nesillere aktarılması ve bu değerlerin<br />
kendi yaşantılarında hayata geçirilmesi öne çıkıyor. Bu<br />
temel değerlerden hareketle, Allah’ın razı olabileceği bir<br />
hayatın gerekliliği ve böylece toplum için çalışmanın ve katılımın<br />
önemi gençlerin dikkatine sunuluyor.<br />
Pek çok cemiyetimizde, uyuşturucu ve suç önleme konularında<br />
uzmanlaşmış diğer sivil toplum kuruluşları ve<br />
ilgili polis daireleri ile ortak çalışmalar gerçekleştirilmektedir.<br />
Bu çalışmalarda, sosyal danışmanlar olsun, polis<br />
memurları olsun, gençleri uyuşturucu ve diğer suçlarla<br />
ilgili olarak aydınlatıyorlar. Bununla birlikte gençlerimiz<br />
dindarlararası diyalog gibi toplumsal girişimlerde yerlerini<br />
alıyorlar.<br />
Gençlik ile ilgili çalışmalarımız elbette ki, sadece onların<br />
bilgilendirilip aydınlatılması ile sınırlı değil. Gençlerimiz<br />
sunulan imkânlarla, boş zamanlarını spor dernekleri<br />
ve benzeri yerlerde anlamlı<br />
bir şekilde değerlendirme imkanı<br />
buluyor. Bu alandaki faaliyetlerimizde<br />
aslolan düşüncemiz,<br />
gençlerimize fahri hizmet ve başkalarıyla<br />
yardımlaşma imkânı<br />
sunmak ve bu alanda faaliyet gösterebilecekleri<br />
çalışmalar hazırlamaktır.<br />
Gençlik Kollarımızın<br />
yaptığı pek çok çalışma, ilgi ve<br />
eğilimlerine göre farklı şekillerde,<br />
gençler tarafından yine gençler<br />
için hazırlanıyor.<br />
Çalışmalarımızın önceliği arasında,<br />
üyelerimizin dinî ihtiyaçlarının<br />
giderilmesinin yanı sıra,<br />
toplumsal yaşama katılımları da yer<br />
alıyor. Bu amaçla, cemiyetlerimiz<br />
uzun yıllardan beri dindar kişiler<br />
arasında diyalog çalışmalarının<br />
artması için gayret sarf ediyor ve bulundukları mahalle<br />
veya beldelerdeki toplumsal faaliyetlerde de yerlerini alıyorlar.<br />
Cemiyetlerimiz, özellikle okul ile ilgili bilgilendirme<br />
çalışmalarını on seneden daha uzun süreden beri düzenliyor<br />
ve bu çalışmalar büyük ilgi görüyor. Böylece geçmişte,<br />
“entegrasyon” veya “göç” kavramlarına yalnızca bilim<br />
çevresi tarafından önem verilen bir dönemde, cemiyetlerimiz<br />
ilk neslin temsilcilerine bile toplumsal katılım imkanı<br />
sağlıyordu.<br />
Cemiyetlerimiz zamanla, bu çalışmalarını hassaten<br />
göçmen Türk kadınları için, şimdi de entegrasyon kursları<br />
için dil kursları şeklinde geliştirdiler. Bu kurslar, çoğunlukla<br />
başka kuruluşlar veya “Volkshochschule” gibi eğitim<br />
kuruluşları ile işbirliği yapılarak gerçekleştirildi. Bu<br />
hizmetlerin merkezinde uzun süre çocuklarının okulları<br />
ile ilgilenmeleri için ebeveynleri duyarlı hale getirme amacı<br />
yer aldı. Bu amaç hala geçerliliğini korurken, velilerin,<br />
okul kurumlarında yerlerini almaları, veli toplantıları<br />
ve diğer okul faaliyetlerine katılmaları da teşvik ediliyor.<br />
Bu konuda, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) “İlim öğrenmek<br />
her Müslüman için farzdır” hadis-i şerifi öncümüz<br />
oldu.<br />
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır”<br />
Bu tür çalışmaların başında cemiyetlerimizde gerçekten<br />
de, çok aktif olan Kadın Kolları bulunuyor. Kadın Kolları’nın<br />
hedefi dinî değerlerin aktarılmasının yanı sıra, kadınlarımızın<br />
cemiyet faaliyetlerine katılımlarını sağlamaktır.<br />
Bu alanda özellikle genç kızların çok çeşitli eğitim<br />
imkanlarından yararlanmaları için teşvik edilmelerine<br />
büyük önem veriliyor. Ancak ne yazık ki, son yıllarda<br />
iyi eğitim görmüş ve üniversitelerde okumuş genç bayanların,<br />
inançları sebebiyle iş piyasasında (özellikle devlet<br />
dairelerinde) iş imkânı bulamadıklarının<br />
tecrübesini yaşamış<br />
bulunuyoruz.<br />
Bir dinî cemaat olarak çalışmalarımızın<br />
temelinde “İyilik ve<br />
takvada yarışın” ve “İnsanların<br />
en hayırlısı, insanlara en faydalı<br />
olanıdır” düstürları yatıyor. Buradan<br />
hareketle üyelerimizin sosyal hayatta<br />
yerlerini almaları hususuna<br />
özel bir önem veriyoruz. Eksiklik<br />
veya engellerin bulunduğu<br />
yerlerde ise bu eksiklik ve engellerin<br />
kaldırılması için çabalıyoruz.<br />
Elbette ki, cemiyetlerimiz<br />
ile diğer toplumsal aktörlerin birbirleri<br />
ile irtibatlı olmasını arzu ediyoruz.<br />
Ama ne yazık ki, geçtiği-<br />
Camiler, tanışmanın da yeri<br />
miz yıllarda pek çok cemiyetimiz,<br />
İslamî bir kuruluş olarak bu<br />
konularda rol almalarının istenmediği gibi olumsuz bir<br />
tecrübe yaşadılar. Ya, dünya çapında İslam ile bağdaşlaştırılan<br />
negatif anlayışın hesabını vermek durumunda bırakıldılar,<br />
ya da entegrasyon önünde engel olarak gösterildiler<br />
ve işte bu yüzden, örneğin, kamu alanlarında işbirliği<br />
yapılabilecek kuruluş olarak kabul edilmediler.<br />
Buna rağmen Müslümanlar, İslamî cemaatler olarak<br />
farklı toplumsal aktörlerle, özellikle diğer sivil insiyatiflerle<br />
ortak entegrasyon çalışmaları yapmak ve güvenilir birer<br />
aktör olarak kendi katkılarını ortaya koymaya çoktan<br />
hazır. Bu samimiyeti aynı zamanda çoğunluk toplumundan<br />
da beklemek bizim hakkımız olsa gerek. İslamî cemaatlerdeki<br />
insanlara daha iyi ve daha kalıcı olarak ulaşabilmek<br />
için, cemiyetlerin kurmuş olduğu bu köprülerin<br />
daha iyi bir şekilde kullanılması gerekiyor. Ancak bu yönde<br />
sarfedilen ciddi manada çabalar bizleri toplumsal katılım<br />
noktasında esaslı sonuçlara ulaştıracaktır.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
29
dünya<br />
Cezayir<br />
Üç asır Osmanlı idaresinde kalan Cezayir’de<br />
o devre ait eserlerden sömürge dönemini atlatabilenlerin<br />
canlılığını halen koruduğu görülür.<br />
Yusuf ZİYA • yza301@hotmail.com<br />
Cezayir Arapça bir kelime olup “adalar” manasına<br />
gelir. Bir Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir,<br />
Osmanlı’nın en batıdaki kolu ve en önemli<br />
denizcilik merkeziydi bir zamanlar. Akdeniz’de<br />
zamanla büyük bir güç haline gelen Türk Denizcileri’nin<br />
reisleri “Cezayir Dayısı” ismiyle anılmaktaydı.<br />
Osmanlı Dayıları oldukça geniş bir coğrafyada faaliyet<br />
göstererek yüzyıllar boyunca düşman devletlerin korkulu<br />
rüyası haline gelmişlerdi.<br />
Genel bilgiler<br />
Topraklarının büyüklüğü bakımından Afrika’nın Sudan’dan<br />
sonra ikinci büyük ülkesi olan Cezayir’in komşuları<br />
kuzeydoğuda Tunus, doğuda Libya, güneydoğuda<br />
Nijer, güneybatıda Moritanya ve Mali, batıda Fas ve Batı<br />
Sahra’dır. Ülkeyle aynı ismi taşıyan başkent Cezayir’in<br />
yanı sıra Oran, Konstantin, Annaba, Tilimsan, Buleyde<br />
başlıca şehirleridir. Cezayir’de 32,5 milyonluk nüfusun<br />
büyük kısmı ülkenin kuzeyinde Akdeniz kıyılarına yakın<br />
bölgelerde yaşarken, güney bölgeler ise çok geniş olmasına<br />
rağmen nüfusun sadece 1,5 milyon kadarını barındırır.<br />
Çünkü bu bölge topraklarının yaklaşık yüzde 85’i Büyük<br />
Sahra çölü ile kaplıdır. Nüfusun tamamına yakını<br />
Müslümandır, etnik olarak Berberiler ve Araplardan oluşur.<br />
Resmi dil Arapça olmakla beraber sömürge döneminin<br />
etkisi ile Fransızca yoğun olarak konuşulurken, Berberice<br />
ve Tamaşek dili de kullanılır.<br />
Tarihî bilgiler<br />
Eski dönemlerden beri bir yerleşim merkezi olan Cezayir’in<br />
bilinen en eski halkı Berberilerdi. Milattan önceki<br />
dönemlerde Fenikeliler, Kartacalıların eline geçen<br />
ülke, gelişerek bilhassa kıyı ticaretinin önemli bir merkezi<br />
olmuştu. Daha sonra Roma ve Bizans döneminde<br />
Cezayir halkı Hristiyanlığı kabul etmişlerdi. İslamiyet’in<br />
Fransız işgal kuvvetleri esirlerle<br />
yeryüzünü şereflendirmesi sonrasında bu dini yaymak için<br />
dünyanın her tarafına dağılan Müslümanlar yedinci asırda<br />
bu topraklara da gelmiş ve ilk olarak Abdullah bin Ebû<br />
Serh daha sonra da Ukbe bin Nafi gerçekleştirdiği seferlerle<br />
İslam’ın bu bölgeye yayılması için uygun ortamı hazırlamışlardı.<br />
Kuzey Afrika’nın İslamlaşmasında ve bu<br />
toprakların fethedilmesinde Ukbe bin Nafi’nin çok önemli<br />
bir rolü vardır. Zira İslam orduları komutanı Ukbe bin<br />
Nafi’nin atını denize sürerek, “Allah’ım! Eğer şu zulmet<br />
denizi karşıma çıkmasaydı nam-ı celilini denizler aşırı ülkelere<br />
götürürdüm” diye haykırdığı bilinmektedir. İslam’ı<br />
kabul eden bölge halkı, benimsedikleri İslam kültür, medeniyet<br />
ve adetini ve Arapça lisanını sömürge döneminin<br />
olumsuz koşullarına rağmen günümüze kadar muhafaza<br />
edebilmişlerdir.<br />
Osmanlı dönemine gelindiğinde Barbaros Hayreddin<br />
Paşa 1519’da, Cezayir’i bir büyük ülkenin himayesi olmadan<br />
koruyamayacağını anlayarak zamanın Osmanlı hükümdarı<br />
Yavuz Sultan Selim’e başvurur ve himayesine gir-<br />
30<br />
IGMG • PERSPEKTİF
dünya<br />
mek istediğini bildirir. Bu tarihten itibaren 1830’da gerçekleşen<br />
Fransa’nın işgaline kadar Cezayir Osmanlı’nın;<br />
İspanya, Portekiz ve Venedik’i Akdeniz’de durduran, gerektiğinde<br />
haddini bildiren kolu haline gelir. Bir süre sonra<br />
da Barbaros, Kanuni’nin isteği üzerine Kaptan-ı Derya<br />
olmuş ve burası Osmanlı Devleti’nin bir beylerbeyliği<br />
haline gelmiştir. Üç asır Osmanlı idaresinde kalan Cezayir’de<br />
o devre ait eserlerden sömürge dönemini atlatabilenlerin<br />
canlılığını halen koruduğu görülür.<br />
16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Osmanlı yönetiminde<br />
barış içinde yaşayan Cezayir Osmanlı’nın dağılma süreciyle<br />
birlikte sömürgeci güçlerin Afrika’da Osmanlı’dan<br />
kopardıkları ilk toprak parçası oldu. Fransız orduları 1827<br />
yılında 37 bin askerle Cezayir'i işgale başladılar. Üç yıl süren<br />
askeri saldırıların sonucunda Cezayir toprakları tamamen<br />
Fransızların denetimine geçti. Bir sömürge idaresi<br />
kuran Fransızlara karşı halk devamlı ayaklanma teşebbüsleri<br />
içerisinde bulundu. Bu teşebbüsler zamanla<br />
bölge halkının toplu halde katledilmelerine kadar uzandı.<br />
Son olarak 1954–1962 yılları arasında Cezayirlilerin Fransızlara<br />
karşı vermiş olduğu kurtuluş mücadelesinde yüz binlerce<br />
Cezayirli katledilmiş veya sürülmüştü. Nihayetinde<br />
uzun süren bir sömürge dönemi sonrasında halkın vermiş<br />
olduğu mücadele 1962’de “Cezayir Demokratik Halk<br />
Cumhuriyeti” adıyla bağımsızlığını ilan edilmesiyle neticelendi.<br />
Bu bağımsızlık sonrasında da ülkede sular durulmadı.<br />
Zira yakın döneme kadar ülkede kargaşa devam<br />
etti ve yaşanan tüm bu olumsuzluklar ülkenin gelişememesi<br />
bakımından bugünkü durumuna tesir etti.<br />
Cezayir bayrağı<br />
Bugünkü Cezayir ve Osmanlıdan izler<br />
Osmanlı zamanından kalma eserlerin çoğunluğunun<br />
Fransızlar tarafından yok edildiği biliniyor. Hatta bölgeye<br />
geldiklerinde ilk iş olarak Oruç Reis’in kabrini ortadan<br />
kaldırdıkları düşünülecek olursa, bu dönemde Osmanlı<br />
eserlerinin planlı bir şekilde ortadan kaldırılmaya çalışıldığı<br />
söylenebilir. Bir dönem Osmanlı’nın beylerbeyi olan<br />
bu ülkede Osmanlı izleri silinmeye çalışılmış; ama tamamı<br />
yok edilememiş. Yeni Cami ve Ulu Camii ile Osmanlı’nın<br />
izlerini görmek mümkün. Bunlar sömürge döneminde<br />
ayakta kalan ender binalardan sadece ikisi. Cezayirlilerin<br />
bugün kullandıkları Arapça çok farklılık gösteriyor;<br />
sömürge dili olan Fransızca ise Cezayir’de çok yaygın<br />
olarak konuşuluyor ve hatta işyerlerinin isimleri de<br />
genellikle Fransızca. Osmanlı, bu topraklarda 300 yıl kalmış;<br />
ama Türkçe’yi ne kimse biliyor ne de konuşuyor.<br />
Fransızlar ise 130 yıl kalmasına karşılık bugün hemen<br />
herkes Fransızca’yı biliyor ve konuşuyor.<br />
Başkent Cezayir’e gidip görenler bu şehrin Fransız stilindeki<br />
binalarıyla örülmüş olduğunu, ana caddelerin ise<br />
Paris’i andırdığına şahit olurlar. Ara sokaklara nazaran ana<br />
caddeler bakımlı ve temiz. Bütün binalar beyaz renge boyanmış,<br />
pencereleri ve panjurları ise deniz mavisi. Bu intizamın<br />
sebebi de devletin her yıl vatandaşa evlerini boyaması<br />
için ücretsiz boya vermesiymiş meğer.<br />
Cezayir’de Osmanlı’ya karşı geçmişten gelen bir minnet<br />
ve sevgi duyuluyor. Zaten Cezayir’de Türk rakamlarına<br />
göre 600 bin, Fransız rakamlarına göre 2 milyon Türk<br />
asıllı Cezayirli’nin yaşadığı tahmin ediliyor. Bunun yanında<br />
başkent Cezayir’in üç büyük hastanesinin adının İstanbullu,<br />
İzmirli ve Mustafa Paşa olması, Osmanlı ve Barbaros<br />
Hayreddin Paşa’ya olan sevginin göstergesi olarak Barbaros,<br />
Hayreddin, Uluçali ve Osmani gibi soy isimlerinin<br />
kullanımının yanı sıra; Hazneci, Demirci, Başterzi, Barutçu,<br />
Sabuncu, Silahtar gibi Osmanlı’dan kalma meslek adları<br />
da Cezayir’de aile isimleri olarak kullanılıyor. Tüm<br />
bunların yanında bugün Osmanlı Cezayir halkı arasında<br />
minnetle anılırken, Fransızlar ise yaptıkları zulümlerle anılıyor<br />
ve barış medeniyetinin izleri burada görülüyor.<br />
Nitekim Cezayir Cumhurbaşkanı Buteflika’nın, Türkiye<br />
Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e<br />
2005 yılında Osmanlı yönetiminde yaşadıkları ve bağımsızlık<br />
dönemi olarak adlandırdıkları 300 yılı aşkın bir süreyi<br />
hatırlatıp ta “Bizi neden bıraktınız?” diye sorması bu<br />
sevginin bir tezahürü olsa gerek.<br />
Kaynaklar:<br />
“Cezayir”, TDV İslam Ansiklopedisi, 7.Cilt, S.483–500<br />
“Cezayir: Osmanlının kesik kolu”, Mustafa Armağan, e-tarih.org<br />
“Uzaktaki yakın ülke Cezayir’de Türk izleri”, Saim Orhan, Turkuaz, sayı:<br />
229<br />
Ülkenin en önemli liman kenti Oran<br />
31<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009
dünya<br />
Kahire’de<br />
kendini görmek<br />
Hristiyan Kıptilerin kadim yerleşim merkezi olan Kahire’nin,<br />
İslam’la irtibatı, Sahabe efendilerimizin dönemi gibi<br />
çok erken bir tarihe kadar geri gitmesinden dolayı, şehir<br />
İslam tarihinin her döneminden izler taşıyor.<br />
Ömer Faruk ALTINTAŞ • ofaltintas@igmg.de<br />
İnsanın alıştığı, bildik gelen ortamların dışında bir<br />
yerlere seyahati ve oralarda uzun bir süre kalmasının<br />
beraberinde ne getirdiği ve bunun insana ne tür<br />
imkânlar açtığı üzerinde çokça tefekkür etmek elzem.<br />
Hele sizin algınıza takılan, düşüncenizin konusu kıldıklarınızı<br />
aktarmak, yazıya dökmek, yani başkalarına açmak<br />
istediğinizde “neyi ve nasıl anlatmalı” sorusu, insanın<br />
neye, niçin ve nasıl baktığıyla bağlantıyı beraberinde<br />
getiriyor. Yazmak sadece yazmak olmadığı için anlatacaklarınızın<br />
sizi ele vermesi, anlatılanda aynı zamanda<br />
kendinizi de bulmanız kaçınılmaz olsa gerek. Kahire seyahatim<br />
ve orada geçirdiğim görece uzun bir süre üzerine<br />
bir şeyler yazmak için oturduğumda kendimi görebileceğim<br />
bir yazının bitmesini beklemeye koyuldum.<br />
Her geçen gün, dünyadaki<br />
birçok yerin birbirine daha<br />
da çok benzemeye doğru yol<br />
aldığı zamanlarda yaşadığımız<br />
sıkça dillendiriliyor. Son<br />
kırk, elli yılda büyük kalabalıkların<br />
akın ettiği diğer kadim<br />
şehirler gibi Kahire de<br />
kendisine yeni bir çehre veren<br />
yolları, köprüleri, binalarıyla<br />
beton yığını görüntüsüne bürünmüş<br />
bir şehir manzarası<br />
arz ediyor. Şehrin manzarasının<br />
bundan ibaret olduğu<br />
söyleyemeyiz elbet, yakından<br />
bakıldığında yüzyılların<br />
izini taşıyan evlere, camilere,<br />
türbelere, tesadüf etmek,<br />
tarih kitaplarında yer alan<br />
şehrin hayalini kurmanıza<br />
imkân tanıyabiliyor. Oda şeklinde yapılmış mezarlıklarıyla<br />
ve yokluktan dolayı oralarda ölüleriyle beraber yaşayan<br />
Kahirelileriyle de eşine az rastlanır bir şehir. Hristiyan<br />
Kıptilerin kadim yerleşim merkezi olan Kahire’nin,<br />
İslam’la irtibatı, Sahabe efendilerimizin dönemi gibi çok<br />
erken bir tarihe kadar geri gitmesinden dolayı, şehir İslam<br />
tarihinin her döneminden izler taşıyor. El Ezher, İmam<br />
Hüseyin, Er-Rifai, Mehmet Ali Paşa Camileri, Sultan Hasan<br />
Mescidi, İmam Şafii hazretlerinin türbesi yıllar boyu<br />
şehir hayatının merkezinde yer almış ve aynı zamanda hal<br />
dili ile çok şey söyleyen yapılar. Kahire’nin sokakları şehrin<br />
yakın geçmişini de hatırlatırken, Fransız, İngiliz ve<br />
Rus mimarisinin özelliklerini taşıyan apartmanlar, meydanlar<br />
yakın tarihin şahitleri olarak orada duruyorlar. Ancak bun-<br />
Sultan Hasan Mescidi ve Er-Rifai Camii<br />
32<br />
IGMG • PERSPEKTİF
dünya<br />
ların sadece tarihte kalmış unsurlar olmadıkları da söylenmeli,<br />
zira saydığımız ülkeler ve daha birçokları; okullar,<br />
üniversiteler, kültür merkezleri, enstitüler ile varlıklarını<br />
ve misyonlarını devam ettiriyorlar bu topraklarda.<br />
Esasen tüm kadim şehirlerde gördüğümüz hayatın din<br />
merkezli yapılar, müesseseler etrafında kurulmuş düzenini<br />
bu şehirde de hemen görebiliyorsunuz. Bunun yanında<br />
şehirlerin büyümesi, merkeze dinin dışında başka şeylerin<br />
koyulması çabalarına rağmen, insanların İslam’la irtibat<br />
noktalarını sabit kılan camileri yaptırdıkları, hatta<br />
azımsanmayacak sayıda apartman altlarında mescitlerin varlığı<br />
dikkatlerden kaçmıyor. Halkın kendi yaşantı biçimine<br />
sahip çıkması dinin yeni şartlar altında da yaşanır olması,<br />
farklı tezahürleriyle de olsa dini yaşantının devamlılığını<br />
sağlayan bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Öte yandan<br />
şehrin, taşralı unsurları kendi içerisinde barındırdığını,<br />
insanların geldikleri yerlerdeki yaşantılarını, kıyafetleri,<br />
hareketleri, alışverişleri şehirde de sürdürdüklerini<br />
görüyorsunuz. Apartmanların her birinde giriş bölümlerinde<br />
kalabalık aileleriyle küçük birkaç oda da yaşayan<br />
aile fertlerinin kıyafetleri, duruşları, o bölgenin<br />
insanın sürekli hissettiğiniz sükûnetini doğrudan<br />
yansıtıyor. Hayatları, çoğunlukla dışarıda geçen<br />
bu insanların, fikren olmasa bile, şehir hayatının<br />
getirdiklerine içten içe isyanlarını hissediyordum.<br />
Kahire şehrinin eski zamanlardan beri ilim<br />
merkezi olmasının bereketiyle olsa gerek, halen<br />
dünyanın her tarafından ilme talip olanların yolunun<br />
düştüğü bir yer. Bir süredir diğer fakülte ve bölümlerinde<br />
yer aldığı El-Ezher Üniversitesi, dini<br />
tedrisat için Müslüman ülkelerin çoğundan talebe<br />
çekiyor. Geleneğimizdeki hocadan icazetname<br />
almanın, yani hocanın talebesine aktardığı ilmin<br />
Efendimiz’den (s.a.v) kendisine gelene kadar<br />
kimlerden geçtiğinin şeceresini vererek ders verme<br />
yetkisini aktarma geleneği halen yaşatılıyor. İlmin hocadan<br />
tahsil edilen ve talebeye aktarılan bir hal olduğu ve<br />
sadece kitaptaki malumattan ibaret olmadığını hatırlatıyor.<br />
Malezya devletinin de desteği ile Kahire’ye okumaya<br />
gelen Malezyalılar için açılan muazzam öğrenci yurtları<br />
kurumsal bir gücün arkasında olması halinde talebelerin<br />
önlerindeki imkânların ne kadar genişleyeceği gösteren<br />
iyi bir örnek. Arapça tedris etmek için uygun ortamın<br />
bulunabileceği bir şehir olan Kahire’de, insanlarla irtibatın,<br />
sohbetin, dostluğun da kolay kurulabilmesi, Arapların<br />
alışkanlıkları, tavır alışları, gelenekleri, dini yaşama<br />
biçimleri, insanın kendi dinine bakışını da genişletmeye<br />
imkân tanır mahiyette.<br />
Hayatın öne çıkarılan tüketim, alışveriş, eğlence gibi<br />
unsurlarını körüklemek adına sinemanın, televizyonun,<br />
müziğin kullanıldığı gözlerden kaçacak gibi değil. Şarkı<br />
kliplerinin, televizyon dizilerin de var olan tiplerin, ortamların,<br />
toplumda neredeyse hiç karşılığının olmadığı<br />
belli, ancak toplumun alışkanlıklarını, bakışını, algılarını<br />
Kahire yakınlarındaki Piramitler (Ehram)<br />
dönüştürmek, değiştirmek adına başarılı bir şekilde aracı<br />
kılındıkları bir gerçek. İslam ile yüzlerce yıldır yoğrulmuş<br />
geniş toplum kesimlerinin içerisine işlemiş olan özelliklerin<br />
bu anlamıyla tüketimi, eğlenceyi, alabildiğine alışverişi<br />
engelleyici mahiyette olmaları, bahsettiğimiz dönüştürme<br />
çabalarını beraberinde getiriyor. Esasen söz konusu<br />
engeller büyük ölçüde Batı toplumları için de geçerli<br />
olmakla beraber orada katedilen mesafenin, nesillerdeki<br />
değişimin, bunu görünmez kıldığını söyleyebiliriz.<br />
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra başta<br />
onun varisi olan Türkiye olmak üzere, geçmişte imparatorluk<br />
tarafından yönetilen topraklarda bir kimlik, bir<br />
kendini tanımlama arayışı son bulmuş değil. Mısır’ın da<br />
kendine bir tarih, köken üretme çabaları esnasında eski<br />
Firavun uygarlığına vurgu yapılması ve öne çıkarılması,<br />
Mısır’ın piramitlerle anılmasını beraberinde getiriyor. Mısır’ın<br />
en önemli müzesi olan ve Kahire’nin merkezinde bulunan<br />
Mısır Müzesi’nde sadece eski Mısır uygarlığı ile<br />
ilgili buluntuların sergilenmesi dikkatleri çekiyor. Haddizatında<br />
insanlara cevap gibi yansıtılanların, kendi memleketimde<br />
benzerini yaşadığımız şekliyle, köklerinin olmadığı,<br />
arızi bir zorlama ile ayakta tutulmaya çalışıldıkları gören<br />
gözler için aşikâr. Hakikat perdelenebilir, ancak bir yol<br />
bulup, kendini açığa çıkaracaktır elbet.<br />
Şehirlerin sokakları, mimarisi, kahveleri, okulları, alışveriş<br />
mekânları gibi tüm unsurları ile beraber geçmişten<br />
bugüne uzanan çizgi de, karışık zihinlerin toparlanması<br />
için uygun malzemeler taşıyor. İnsanın aynasının yaptığı<br />
iş olduğu söylenegelmiştir, bundan toplumların aynasının<br />
kurdukları şehirlerdir yargısı yanlış olmasa gerek. Ancak<br />
bizde alışkanlık olduğu üzere doğu şehirlerini batıdakilerle<br />
karşılaştırarak, düzensizlik, pislik, karmaşadan<br />
dem vurmadan önce, bunları birer olgu olarak kabul etmekle<br />
beraber arkasında yatan nedenler ve bizzat düzenin ne olduğu<br />
konusu üzerine eğilmek aklıselimin gideceği yoldur.<br />
Bilhassa şu soruların peşinde koşalım: Bize has, başı<br />
ve sonuyla kendimizden neşet eden bir şeyimiz kaldı mı?<br />
En önemlisi biz diye bir şeyden söz edebiliyor muyuz?<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
33
islam und<br />
leben<br />
Gottesdienste<br />
im Alltag<br />
Im Leben eines Muslims gibt es keine<br />
Unterteilung zwischen dem alltäglichen<br />
Leben und dem Gottesdienst.<br />
Assoc. Prof. Özcan HIDIR • ohidir@hotmail.com<br />
Die Gottesdienste (Ibâda), die zu den Grundlagen<br />
der Religionen gehören, machen den<br />
Glauben nach außen hin sichtbar. Im Islam<br />
beschränken sich Gottesdienste nicht<br />
nur auf bestimmte Praktiken, die den Menschen seinem Schöpfer<br />
näher bringen; jegliches Verhalten, das mit der Absicht<br />
begangen wird Allah Nahe zu sein und ihm zu dienen,<br />
wird als Gottesdienst bewertet. Dies ermöglicht dem<br />
Menschen sein gesamtes Leben im Sinne eines Gottesdienstes<br />
zu leben. Im dem Vers: „Sprich: „Siehe, mein<br />
Gebet, mein Gottesdienst, mein Leben und mein Tod gehören<br />
Allah, dem Herrn der Welten.“ (Sûre An’âm,<br />
[6:162]) weist Allah auf diese Tatsache hin. Demzufolge<br />
beschränkt sich der Gottesdienst im Islam nicht nur auf das<br />
Gebet (Salâh), das Fasten (Sawm), die Hadsch, die Zakât<br />
und Bittgebete (Duâ). Sämtliche Tätigkeiten, die zum<br />
Wohlgefallen Allahs verrichtet werden, sind gute Taten<br />
(pl. ‘mâl as-sâlih). Selbst wenn der Glaube (Îmân) der<br />
Religiösität Ausdruck verleiht, demonstrieren die praktisch<br />
umgesetzten Gottesdienste den Îman im Herzen und<br />
stellen eine körperliche Glaubensbezeugung dar. Mit den<br />
folgenden Worten weist Allah darauf hin, dass er den Menschen<br />
als das ehrenhafteste Geschöpf auf Erden geschaffen<br />
hat, damit er ihm dient: „Und die Dschinn und die<br />
Menschen habe Ich nur dazu erschaffen, dass sie Mir dienen.“<br />
(Sûre Zârijât, [51:56])<br />
So ist die Annäherung des Menschen an seinen Schöpfer<br />
in dem Ausmaß, in dem er seinen Pflichten nachkommt.<br />
Nach dieser Auffassung ist das Leben selbst ein Gottesdienst<br />
und alle Gottesdienste wiederum das Leben<br />
selbst. Sie sind nicht vom Leben losgelöst, sondern fest darin<br />
integriert. Im Leben eines Muslims gibt es keine Unterteilung<br />
zwischen dem alltäglichen Leben und dem Gottesdienst.<br />
Die Gottesdienste, die berufliche Tätigkeit und<br />
die Nähe zum Schöpfer als Ganzes betrachtet, machen<br />
den „islamischen Charakter“ einer Person oder einer Gemeinschaft<br />
aus. Hinsichtlich dessen führte der Islam als eine<br />
universelle Religion Richtlinien für die gesamte<br />
Menschheit ein, die alle Bereiche des Lebens u. A. die<br />
Bereiche Theorie-Praxis, Glaube-Handlung, das Familienleben,<br />
die Ökonomie, Individuum-Staat, gesellschaftliches<br />
Sämtliche Tätigkeiten, die zum Wohlgefallen<br />
Allahs verrichtet werden, sind<br />
gute Taten (pl. ‘mâl as-sâlih). Selbst<br />
wenn der Glaube (Îmân) der Religiösität<br />
Ausdruck verleiht, demonstrieren<br />
die praktisch umgesetzten Gottesdienste<br />
den Îman im Herzen und stellen eine<br />
körperliche Glaubensbezeugung<br />
dar.<br />
34<br />
IGMG • PERSPEKTİF
islam und<br />
leben<br />
Leben-politisches Leben, umfassen. Damit zeigt der Islam<br />
dem Muslim Maßnahmen auf, um ein Gleichgewicht<br />
zwischen seiner Berufstätigkeit, seinen Taten, seinen täglichen,<br />
wöchentlichen und jährlichen Gottesdiensten herzustellen.<br />
Das moderne Berufsleben und die Schwierigkeiten<br />
der Religionsausübung<br />
Die Arbeitsmethoden und Arbeitszeitenregelungen der<br />
modernen Berufswelt, insbesondere die der westlichen<br />
Länder, bringen, trotz der vermeintlichen wirtschaftlichen<br />
Produktivität, die Verrichtung der Gottesdienste betreffende<br />
Probleme mit sich. Vor diesem Hintergrund bringt<br />
das heutige vom Kapitalismus gelenkte Berufsleben keinen<br />
Einklang zwischen den religiösen, politischen und familiären<br />
Bereichen des Lebens. Im Gegenteil, dies führt<br />
zur Polarisierung und Spaltung, so dass das Berufsleben<br />
und die Ethik, die Politik und das religiöse Leben sowie<br />
das Alltagsleben und die Religion und Ethik miteinander<br />
kollidieren und im Widerspruch zur menschlichen Natur<br />
stehen. Ein Muslim, der acht bis zehn Stunden arbeitet, fühlt<br />
sich zwischen seinen Gottesdiensten und seiner Arbeit hin<br />
und hergerissen. Die Anstrengungen des Berufsalltags erschweren<br />
die Situation zusätzlich. Damit wird die Diskrepanz<br />
zwischen Gottesdienst und Leben im Zuge der<br />
Säkularisierung zunehmend größer. Es verbreitet sich vermehrt<br />
die Auffassung, dass der Muslim seine Gottesdienste<br />
verrichten, seinen Beruf und sein Leben jedoch nur nach<br />
außerislamischen Richtlinien führen könne.<br />
Darüber hinaus sollten die Muslime in nichtmuslimischen<br />
Ländern beachten, dass ihre Gebete am Arbeitsplatz<br />
vor Nichtmuslimen nicht zu einer öffentlichen Inszenierung<br />
werden. Einige Muslime, die ihre Gebete verrichten<br />
möchten, nehmen ihre Gebetswaschung in den gemeinsam<br />
genutzten Waschräumen vor und verrichten ihre<br />
Gebete in der Öffentlichkeit. Dies kann im Hinblick<br />
darauf, den gelebten Glauben zu zeigen, von Vorteil sein.<br />
Denn so manches öffentliche Gebet, das friedvoll verrichtet<br />
wird, kann dazu führen, dass Menschen, die nach<br />
innerer Harmonie streben, den Islam für sich entdecken.<br />
Doch dabei darf nicht außer acht gelassen werden, dass der<br />
Islam hierdurch auch einen Imageschaden erleiden kann.<br />
Man kann des Öfteren Muslime in der Einkaufsstraße oder<br />
vor einer staatlichen Behörde beim Beten beobachten,<br />
was dazu führen kann, dass einige Menschen Anstoß daran<br />
nehmen. Die Sorge der Muslime um die Einhaltung der Gebetszeit,<br />
ist sicherlich ein berechtigtes Argument. In diesem<br />
Fall sollte der Muslim jedoch ruhigere Orte bevorzugen,<br />
denn zum einen verhindert er damit, dass das Gebet zu<br />
einer öffentlichen Attraktion wird, zum anderen entspricht<br />
dies eher dem Geist des Islams und des Gebets.<br />
Erst durch die Einbettung des täglichen Berufs,- und Familienlebens<br />
in die Gesamtheit des Islams, erhält der Gottesdienst<br />
seinen wahren Charakter.<br />
Taten, die mit der Absicht begangen<br />
werden das Wohlgefallen Allahs zu<br />
erlangen, tragen dazu bei, dem<br />
Leben, dem Tod und dem Jenseits<br />
einen Sinn zu geben.<br />
Wenn ein Mensch nicht in der Lage ist, sich mit all seinen<br />
Sinnen Allah zuzuwenden, d. h sein Herz, sein Verstand<br />
zerstreut sind, wird es ihm nicht möglich sein mit dem<br />
ganzen Herzen bei der Sache zu sein. Aus diesem Grund<br />
ist es wichtiger denn je das Leben, den Beruf und die Gottesdienste<br />
in Einklang zu bringen. Denn die Verrichtung<br />
der Gottesdienste, die ein Ausdruck der Beziehung zu Allah<br />
und Ausdruck des Glaubens sind, mit Aufrichtigkeit<br />
(Ichlâs) und mit der Bestrebung Allahs Wohlgefallen zu<br />
erlangen, beeinflussen die menschliche Psyche. Dies verleiht<br />
dem Menschen eine Lebendigkeit, Harmonie und<br />
Begeisterung, was sein Berufsleben positiv beeinflusst.<br />
Taten, die mit der Absicht begangen werden das Wohlgefallen<br />
Allahs zu erlangen, tragen dazu bei, dem Leben,<br />
dem Tod und dem Jenseits einen Sinn zu geben. Dies bewahrt<br />
den Menschen davor, sich nur den materiellen Werten<br />
zuzuwenden und führt zu einem glücklichen Diesseits<br />
und Jenseits. Sofern der Mensch ein Bewusstsein dafür<br />
entwickelt, ständig unter der Obhut Allahs zu stehen, wird<br />
er sein Berufsleben nach den Verboten und Geboten Allahs<br />
entsprechend gestalten. So wirken sich die Gottesdienste<br />
nicht bloß auf die Beziehungen des Menschen zu<br />
seinem Schöpfer, sondern auch zu seinen muslimischen und<br />
nichtmuslimischen Mitmenschen und allen Lebewesen<br />
positiv aus. Diese Art des Gebets, findet in dem Hadîth Erwähnung,<br />
in dem der Gesandte Allahs auf die Frage was<br />
„Ihsân“ bedeute, antwortet: „Bete so, als ob du Allah sehen<br />
würdest.“ (Buchârî, Îmân, 37; Muslim, Îmân, 1, 5)<br />
Diese Gebete bewahren den Menschen, wie auch in dem<br />
Koranvers „Siehe das Gebet bewahrt vor Schandbarem und<br />
Verbotenem…“ (Sûre Ankabût, [29:45]) erwähnt wird,<br />
vor allem Übel, vor Stress, vor Depressionen, vor beruflichem<br />
und materiellem Ehrgeiz, vor persönlicher und familiärer<br />
Unzufriedenheit und bessern auf diese Weise das<br />
Berufsleben und den Charakter des Menschen.<br />
Der Ausgleich zwischen physischem und spirituellem<br />
Leben bei den Gottesdiensten<br />
Das Wesentliche beim Ausgleich zwischen physischem<br />
und spirituellem Leben ist es, die Opferung des Jenseits<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
35
islam und<br />
leben<br />
Ehrgeizige Bestrebungen im Beruf,<br />
die die Vernachlässigung der Familie<br />
und der gesellschaftlichen Verantwortungen<br />
zufolge haben, kommen dem<br />
Verlust des vom Gesandten Gottes<br />
empfohlenen Lebens zugunsten des<br />
weltlichen Lebens gleich.<br />
für das Diesseits und des Diesseits für das Jenseits zu vermeiden,<br />
sich bei der Arbeitsorganisation an das Jenseits zu<br />
orientieren, ohne dabei das diesseitige Leben zu vernachlässigen.<br />
Die Loslösung von weltlichen Angelegenheiten<br />
bezieht sich nicht auf die ökonomische Ebene, vielmehr<br />
sollte eine geistige Loslösung von Weltlichem angestrebt<br />
werden. Kurzum, der Islam empfiehlt die Ausgewogenheit<br />
in den Gottesdiensten, so dass das man selbst, die Familienmitglieder<br />
und die Menschen, für die der Mensch verantwortlich<br />
ist, nicht vernachlässigt werden. Hierzu empfahl<br />
Muhammad (saw) an den Gottesdiensten, die zwar wenig<br />
an der Zahl, aber regelmäßig verrichtet werden, festzuhalten<br />
und ein Gleichgewicht zwischen dem Berufsleben<br />
und dem religiösen Leben anzustreben. Ehrgeizige<br />
Bestrebungen im Beruf, die die Vernachlässigung der Familie<br />
und der gesellschaftlichen Verantwortungen zufolge<br />
haben, kommen dem Verlust des vom Gesandten Gottes<br />
empfohlenen Lebens zugunsten des weltlichen Lebens<br />
gleich. Dieser Zustand, der heutzutage bei vielen Muslimen<br />
zu beobachten ist, zeugt von innerer Zerrissenheit. Der<br />
Mensch fühlt sich hin und hergerissen zwischen den beruflichen<br />
Anforderungen, seinen ehrenamtlichen Tätigkeiten<br />
und religiösen Verantwortungen.<br />
In Anbetracht dieser Situation empfiehlt es sich, die<br />
persönlichen Pflichten und religiösen Tätigkeiten nicht<br />
miteinander zu vermengen. Ein Mensch, der nicht er selbst<br />
sein kann, sich nicht kennt, unfähig ist in Bezug auf Berufsleben<br />
und Gottesdiensten für sich selbst etwas zu tun,<br />
wird anderen nicht nützlich sein. Die erste Pflicht jedes Menschen<br />
ist daher die Eigenständigkeit. Erst der nächste<br />
Schritt ist die Hilfeleistung an andere. Das Wesentliche<br />
ist es, niemandem zur Last zu fallen und Umstände zu bereiten.<br />
In diesem Zusammenhang ist der Ausspruch Umars<br />
(ra) „Was hast du heute für Allah getan?” in dem Sinne zu<br />
verstehen, was man heute für sich selbst getan hat? Denn<br />
jemand, der sich selbst nichts Gutes tun kann, kann im<br />
Grunde genauso wenig für Allah und den Islam tun. Kann<br />
ein Mensch, der nicht betet, sich nicht um die Versorgung<br />
seiner Familie bemüht, nichts für das Jenseits tut, sich<br />
nicht weiterbildet, nicht den Vorsatz beherzigt „heute bin<br />
ich weiter als gestern”, unfähig ist Zeichen zu setzen, seine<br />
Beziehungen zu seiner Familie und seinen Mitmenschen<br />
täglich zu bessern und seine schlechten Angewohnheiten<br />
nicht aufgeben kann, etwas tun, um Allahs<br />
Wohlwollen zu erlangen?<br />
Bei der Herstellung des Gleichgewichts zwischen dem<br />
Alltag und den Gottesdiensten ist es darüber hinaus notwendig<br />
den Gottesdiensten eine höhere Priorität einzuräumen.<br />
Aufgaben sollten nach ihrer Wichtigkeit unter<br />
Beachtung der Gebetszeiten organisiert werden. Eine Kategorisierung<br />
in „dringende und wichtige Aufgaben”,<br />
„nicht dringende aber wichtige Aufgaben”, „dringende<br />
aber unwichtige Aufgaben” und die Einbettung der Gebete<br />
innerhalb dieser Zeiten kann sich als nützlich erweisen. Diese<br />
wiederum sollten in die Kategorien „ist diese Tat wirklich<br />
notwendig?”, „was verliere ich, wenn ich diese Tat aufgebe”,<br />
„kann diese Tat verschoben werden?”, „will ich<br />
diese Tat verrichten, weil sie notwendig ist, oder weil ich<br />
Gefallen daran habe?” eingeordnet werden.<br />
Häufige Fehler bei der Herstellung<br />
des Gleichgewichts<br />
Fehler, die in diesem Zusammenhang häufig begangen<br />
werden sind: 1. Der Wunsch innerhalb kürzester Zeit viel<br />
zu erreichen führt zuweilen dazu, dass der Mensch nicht<br />
abwägt, ob die richtigen Taten, zu den richtigen Zeiten<br />
und den Zielen der Muslime entsprechend ausgeführt werden.<br />
2. Weltlichen Tätigkeiten wird in dem Glauben, dass<br />
sie wichtiger wären, ein Vorrang eingeräumt und die Gebete<br />
vernachlässigt. 3. Das Fehlen einer Planung, die den<br />
Einklang zwischen den beruflichen Pflichten, den Gottesdiensten,<br />
den Interessen und sozialen Verpflichtungen<br />
gewährleisten soll. 4. Bei der Zielsetzung in den Bereichen<br />
Arbeit und Gottesdienst dürfen die Verpflichtungen des<br />
Augenblicks nicht vernachlässigt werden. 5. Aufgeschobene<br />
Aufgaben häufen sich und wirken sich negativ auf die<br />
Gebete aus, was wiederum zu einer Schwächung des Glaubens<br />
führen kann. 6. Dass ein regelmäßiger Schlafrhythmus<br />
und ausreichend Schlaf sehr wichtig sind, wird nicht<br />
beachtet. Langes Schlafen gilt jedoch als ungesund und beeinträchtigt<br />
die berufliche Effektivität. Auch der Segen<br />
(Baraka) des Lebens schwindet dahin.<br />
Die Beachtung dieser Punkte wird zu einer Ausgewogenheit<br />
zwischen dem Berufsleben und den Gottesdiensten<br />
führen. Ein Ungleichgewicht in diesen Bereichen<br />
führt andernfalls zu einem schlechten Gewissen, Unzulänglichkeit,<br />
Verzweiflung, Unzufriedenheit und Hoffnungslosigkeit.<br />
Stress, Depression und andere für unsere<br />
Zeit typischen mentalen Krankheiten sind die Folge. Die<br />
Begleiterscheinungen äußern sich häufig in fehlender Leistungsfähigkeit,<br />
Motivationslosigkeit und die Unfähigkeit,<br />
die Pflichten ordnungsgemäß zu erfüllen.<br />
Dass dies nicht im Sinne einer Herstellung eines Gleichgewichts<br />
zwischen Berufsleben und Gebeten ist, bedarf keiner<br />
weiteren Erläuterung.<br />
36<br />
IGMG • PERSPEKTİF
verband<br />
IGMG kritisiert Darstellung der<br />
jüngsten Integrationsstudie<br />
„Integrationsmängel haben nichts mit ethnischem oder kulturellem<br />
Hintergrund zu tun!“ - „Herausforderungen müssen<br />
in gemeinsamen Anstrengungen bewältigt werden!“<br />
Verantwortlichen des Instituts sollten bei<br />
ihren Äußerungen beachten, dass ihre Darstellung<br />
der Studienergebnisse nicht von<br />
„Die<br />
ethnischer und religiöser Pauschalisierung<br />
geprägt ist“, sagte der Generalsekretär der IGMG in einer ersten<br />
Erklärung zu der Darstellung der jüngsten Studie über die<br />
Integration der Türken in Deutschland mit dem Titel „Ungenutzte<br />
Potenziale – Zur Lage der Integration in Deutschland“<br />
durch das Berliner Institut für Bevölkerung und Entwicklung.<br />
Üçüncü’s Kritik bezog sich insbesondere auf die Darstellung<br />
der Ergebnisse der Studie. So seien beispielsweise<br />
Äußerungen, die einen Bezug von Religiosität und Desintegration<br />
implizieren, wissenschaftlich nicht belegt und daher<br />
auch nicht seriös. Weiterhin sei es zwar bekannt, dass sich<br />
beispielsweise in puncto Bildung wesentliche Defizite bei<br />
vielen türkischstämmigen Migranten feststellen lassen. Dies<br />
sei aber keineswegs ein Problem ihrer Herkunft: „Die Darstellung<br />
der Studienergebnisse vermittelt den Eindruck, als sei der<br />
Misserfolg von bestimmten Bevölkerungsgruppen eine Folge<br />
ihrer Ethnie oder ihres Glaubens. Vielmehr sind vor allem<br />
sozial- und bildungspolitische Fehlentwicklungen bedingt<br />
durch die gesellschaftspolitische Ignoranz der Verantwortlichen<br />
in den vergangenen Jahrzehnten verantwortlich für die<br />
aktuelle Lage. Die belegen zahlreiche wissenschaftliche Studien,<br />
“ so Üçüncü.<br />
„Auch die vorgelegte Studie bestätigt mit der offensichtlichen<br />
Diskrepanz zwischen den Ergebnissen der einzelnen<br />
Bundesländer diese Befunde“. Dass beispielweise<br />
der Bildungsgrad der in Berlin lebenden Türken höher ist als<br />
derjenigen im Saarland oder dass Berlin sowohl den höchsten<br />
Anteil der Türken ohne Bildungsabschluss als auch den<br />
mit dem höchsten Anteil an Akademikern aufweise, zeige die<br />
Komplexität der Thematik. Zudem dürfte das Ergebnis aus<br />
dem Saarland auch deshalb verblüffen, da im Angesicht der<br />
geringen ethnischen Konzentration und der verhältnismäßig<br />
geringen Zahl an religiösen Vereinen die dargelegten Mängel<br />
bei der Integration eben nicht ethnische oder religiöse Zugehörigkeit<br />
zurückzuführen sind.<br />
Desweiteren würden Aspekte zwischen verschiedenen Migrantengruppen<br />
gegenübergestellt, die man so keinesfalls<br />
miteinander vergleichen könne. „Dies führt dazu, dass die<br />
Studie zahlreiche Verzerrungsfaktoren beinhaltet und somit<br />
zu falschen Analysen vereitelt. Insgesamt muss bei Studien<br />
dieser Art dringend darauf geachtet werden, dass nicht nur<br />
bei der Datensammlung, sondern auch bei der Datenauswertung<br />
wissenschaftliche Maßstäbe angelegt werden und<br />
eine Kulturalisierung der Problematik ausgeschlossen wird.<br />
Das letztere ist gefährlich, da dadurch Vorurteile innerhalb<br />
der Gesellschaft verfestigt werden können. Gerade deshalb<br />
müssten sich Medien kritisch mit solchen Studien auseinandersetzen<br />
und zudem für eine ausgewogene, verantwortungsvolle<br />
Berichterstattung sorgen: „Die Art und Weise<br />
der meisten Berichte über die Studie zeigt, dass lediglich<br />
gängige Klischees bedient werden. Die Türken pauschal als<br />
die am schlechtesten Integrierten Migranten in Deutschland<br />
zu bezeichnen, entspricht weder den tatsächlichen Gegebenheiten,<br />
noch dem Selbstverständnis dieser Menschen,“<br />
so Üçüncü.<br />
„Nichtsdestotrotz zeigen die vorliegenden Ergebnisse<br />
aber auch, dass man sich auch in der türkischen Community<br />
noch wesentlich intensiver um gesellschaftliche Partizipation<br />
bemühen müsse. Insbesondere müssen sich Eltern<br />
wesentlich stärker mit der Bildung ihrer Kinder befassen<br />
und die bestehenden Angebote des Bildungssystems<br />
konsequent nutzen, damit ihre Kinder mit möglichst<br />
guten Bildungsabschlüssen ihren Platz in der Mitte der<br />
Gesellschaft einnehmen und damit sowohl sich, als auch<br />
dem Gemeinwohl dienen können“, so Üçüncü. Auf der<br />
anderen Seite fehle es an wesentlichen Maßnahmen zur rechtlichen<br />
Gleichstellung der Migranten und ihrer institutionellen<br />
Strukturen. Zudem seien die Anerkennung von gesellschaftlicher<br />
Pluralität und der Respekt vor Differenz<br />
mehr denn je mit großen Vorbehalten verbunden.<br />
„All diese Herausforderungen müssen wir in gemeinsamen<br />
Anstrengungen bewältigen und dürfen dabei die<br />
Augen vor den vielen Erfolgen und insbesondere wesentlich<br />
größeren Bemühungen in den letzten Jahren nicht<br />
verschließen“, so Üçüncü abschließend.<br />
ŞUBAT/FEBRUAR 2009<br />
37
kommentar<br />
Wenn Kinder<br />
sterben...<br />
Oğuz ÜÇÜNCÜ • oucuncu@igmg.de<br />
„Es sei nicht verwunderlich, dass einem der<br />
Tod von Kindern" an Herz und Nieren<br />
„gehe“. Mit diesen Worten versuchte der<br />
Organisator des Weltwirtschaftsgipfels<br />
in Davos, Klaus Schwab, den Eklat um den türkischen<br />
Ministerpräsidenten Erdogan herunter zu spielen. Demnach<br />
ist der Regierungschef der Türkei was Kinder angeht halt<br />
einfach sehr sensibel und hat deshalb mit seiner gesamten<br />
Delegation wutentbrannt den Konferenzort in den Schweizer<br />
Alpen mitten in der Nacht verlassen.<br />
Selbst dieser klägliche Erklärungsversuch des Organisators<br />
fasst eigentlich die Debatte um die israelische Aggression<br />
im Gaza-Streifen auf sehr makabre Weise zusammen.<br />
Nicht die Besatzungspolitik Israels, nicht das<br />
Bombardement von zivilen Zielen, nicht der Einsatz von<br />
geächteten Waffen, nicht die endlose Verletzung von<br />
Völkerrecht, nicht die Blockade der Grenzübergänge,<br />
nicht die toten und verletzten Erwachsenen, nein, es waren<br />
die toten und verletzten Kinder, quasi die Kollateralschäden<br />
des Krieges, die Premier Erdogan im wahrsten<br />
Sinne des Wortes den Kragen platzen ließen. Diese<br />
Art der Tatsachenverdrehung ist der eigentliche Skandal<br />
von Davos.<br />
Zum Glück hat sich der gesamte Hergang praktisch „live“<br />
vor der Augen der Weltöffentlichkeit abgespielt und so<br />
sind wir vielleicht oder sogar sehr wahrscheinlich alle<br />
Zeugen eines historischen Momentes in der Zeitgeschichte<br />
geworden. Denn mit seinem 12-minütigen Redebeitrag<br />
hat Erdogan, als erster türkischer Regierungschef überhaupt,<br />
noch dazu mit einer bisher beispiellosen Offenheit,<br />
einen schonungslosen Inneneinblick auf die Geschehnisse<br />
hinter den Kulissen der Weltpolitik gewährt und damit<br />
auch die bedrückende Tragik des Konfliktes in Gaza offenbart.<br />
Auf dem Rücken einer Bevölkerung, die nunmehr<br />
seit 42 Jahren praktisch in einem Freiluft-Gefängnis lebt,<br />
verfolgen die politisch Verantwortlichen insbesondere in<br />
Israel, aber auch in der Westbank, in Ägypten und in Saudi-Arabien<br />
eine rücksichtslose Macht- und Interessenpolitik,<br />
die Ministerpräsident Erdogan unverhohlen beim<br />
Namen genannt hat. Mit seiner erneuten Wortmeldung in<br />
direkter Erwiderung auf den israelischen Staatspräsidenten<br />
hat er darüber hinaus, ohne ein diplomatisches Blatt<br />
vor den Mund zu nehmen, seine Abscheu vor der Inszenierung<br />
in Davos unmissverständlich deutlich gemacht.<br />
Da wurden auf der einen Seite der UN- Generalsekretär,<br />
der Generalsekretär der Arabischen Liga und der<br />
türkische Ministerpräsident auf dem Podium vom Moderator<br />
gemaßregelt bzw. gegängelt und da durfte auf der<br />
anderen Seite Shimon Perez, natürlich als letzter Redner<br />
des Panels, praktisch ohne Unterbrechung, einen mit Lügen,<br />
Polemik, Theatralik und Vorwürfen an die Diskutanten<br />
reich gespickten Vortrag halten und wurde, welch<br />
Wunder, mit tosendem Applaus von den Führungseliten der<br />
Welt bedacht. Das hat sich Tayyip Erdogan, im Gegensatz<br />
zu Ban Ki Moon und Amr Mussa nicht gefallen lassen.<br />
Auch hat er dem hochkarätigem Publikum mit den<br />
Worten: „Wer offensichtlichem Unrecht applaudiert, begeht<br />
selbst ein Verbrechen gegen die Menschlichkeit“,<br />
sein Missfallen unmissverständlich zum Ausdruck gebracht<br />
und als „personifiziertes Gewissen“ des World Economic<br />
Forum bzw. „Stimme der Unterdrückten“ die Bühne<br />
verlassen. Es hätte den anderen Teilnehmern der Diskussion<br />
ebenso gut zu Gesichte gestanden, das Podium<br />
zu verlassen.<br />
Die Weltöffentlichkeit darf sich nicht länger von einer<br />
israelischen Führung verhöhnen lassen, die geltendes Völkerrecht<br />
mit Füßen tritt und mit der Ermordung von Zivilisten<br />
und der rücksichtslosen Zerstörung ziviler Infrastruktur<br />
offensichtliche Kriegsverbrechen begangen hat. Wenn es<br />
den Teilnehmern der Konferenz in Davos tatsächlich ernst<br />
ist mit dem Weltfrieden, dann sollten sie endlich davon<br />
Abstand nehmen im Nahost-Konflikt Ursache und Wirkung<br />
miteinander zu vertauschen. Darüber hinaus sollten auch<br />
sie sich dafür einsetzen, dass Israel die zahllosen Resolutionen<br />
des Weltsicherheitsrates endlich umsetzt und die<br />
Besatzung Palästinas ein sofortiges Ende findet.<br />
38<br />
IGMG • PERSPEKTİF
K‹TAP KULÜBÜ • Merheimer Str. 229, 50733 Köln<br />
• Tel: 0221- 73 90 441 • Fax: 0221- 72 30 61 • E-Mail: info@kitap-kulubu.de • www.kitapkulubu.de
25 yaşından küçük<br />
gençlere, Nisan-Haziran<br />
arasında özel Umre fiyatı<br />
(940,- Euro)<br />
Gençlere özel olan bu<br />
program, Almanya<br />
haricindeki ülkeler için<br />
1040 Euro’dur.<br />
IGMG UMRE UÇUŞ PLANI / FLUGPLAN 2009 / 1430 IGMG RAMAZAN UMRESİ UÇUŞ PLANI / FLUGPLAN 2009-1430<br />
NO BÖLGE GİDİŞ DÖNÜŞ UÇUŞ YERİ PROGRAM MÜDDET ÜCRET<br />
Gençler:<br />
1 BREMEN/HANNOVER 29.03.2009 12.04.2009 FRANKFURT PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
2 KÖLN 03.04.2009 17.04.2009 FRANKFURT PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
3 RUHR-A/KUZEY RUHR 05.04.2009 19.04.2009 FRANKFURT PASKAYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
4 INNSBRUCK/VİYANA 04.04.2009 18.04.2009 MÜNİH PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
5 DÜSSELDORF/HESSEN 06.04.2009 20.04.2009 FRANKFURT PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
6 BERLİN 06.04.2009 20.04.2009 BERLİN PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
7 MÜNİH 04.04.2009 18.04.2009 MÜNİH PASKALYA 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
8 MÜNİH 30.05.2009 13.06.2009 MÜNİH PFINGSTEN 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
9 STUTTGART 31.05.2009 14.06.2009 FRANKFURT PFINGSTEN 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
10 FRBRG/SCHWB/NRBRG 29.05.2009 12.06.2009 FRANKFURT PFINGSTEN 2 Hafta 1190,- € 940,- €<br />
11 BREMEN/HANNOVER 25.06.2009 09.07.2009 HANNOVER YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
12 STRASBURG 01.07.2009 15.07.2009 STRASBURG YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />
13 BELÇİKA 01.07.2009 15.07.2009 BRÜKSEL YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />
14 DÜSSELDORF/KÖLN 03.07.2009 17.07.2009 DÜSSELDORF YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
15 LYON/PARİS 08.07.2009 23.07.2009 LYON/PARİS YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />
16 FRANKFURT 12.07.2009 27.07.2009 FRANKFURT YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
17 HAMBURG 16.07.2009 30.07.2009 HAMBURG YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
18 BERLİN 17.07.2009 31.07.2009 BERLİN YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
19 AMSTERDAM 22.07.2009 05.08.2009 AMSTERDAM YAZ TATİLİ 2 Hafta 1310,- €<br />
20 STUTTGART 30.07.2009 14.08.2009 STUTTGART YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
21 MÜNİH 04.08.2009 18.08.2009 MÜNİH YAZ TATİLİ 2 Hafta 1210,- €<br />
NO BÖLGE GİDİŞ DÖNÜŞ UÇUŞ YERİ PROGRAM MÜDDET ÜCRET<br />
1 GENEL 21.08.2009 20.09.2009 FRANKFURT TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1565,- €<br />
2 GENEL 06.09.2009 20.09.2009 FRANKFURT SON İKİ Hafta 2 Hafta 1465,- €<br />
3 PARİS 21.08.2009 20.09.2009 PARİS TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
4 PARİS 06.09.2009 20.09.2009 PARİS SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
5 AMSTERDAM 21.08.2009 20.09.2009 AMSTERDAM TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
6 AMSTERDAM 06.09.2009 20.09.2009 AMSTERDAM SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
7 LYON 21.08.2009 20.09.2009 LYON TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
8 LYON 06.09.2009 20.09.2009 LYON SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
9 STRASBURG 21.08.2009 20.09.2009 STRASBOURG TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
10 STRASBURG 06.09.2009 20.09.2009 STRASBOURG SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
11 VİYANA 21.08.2009 20.09.2009 VİYANA TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
12 VİYANA 06.09.2009 20.09.2009 VİYANA SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
13 BRÜKSEL 21.08.2009 20.09.2009 BRÜKSEL TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
14 BRÜKSEL 06.09.2009 20.09.2009 BRÜKSEL SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
15 ZÜRİH 21.08.2009 20.09.2009 ZÜRİH TÜM RAMAZAN 4 Hafta 1665,- €<br />
16 ZÜRİH 06.09.2009 20.09.2009 ZÜRİH SON İKİ Hafta 2 Hafta 1565,- €<br />
• 6 hafta önceden müracaat etmek ve en az 30-40 kişilik grup olunması halinde yukarıda belirtilen program harici, istenilen tarihte Umre organizasyonu yapılır.<br />
• Uçuş tarihlerinde 1-2 günlük değişiklik olabilir. • Türkiye üzeri uçuşlarda Umre dönüşü Türkiye’de aynı bilet ile izin yapma imkanına sahipsiniz.<br />
• Özel oda: Nisan-Haziran arası, kişi başı 60 Euro ilave alınır • Ramazan Umresinde Özel oda: Kişi başı 120 Euro ilave alınır<br />
• Ferdî gitmek isteyenler için özel fiyat 1240,- Euro (Bu fiyat Nisan ve Haziran arası geçerlidir.)<br />
. . .<br />
Hacc ve Umre ‘Millî Görüş’ ile bir başkadır<br />
Banka Hesap Numarası: IGMG • DENİZ BANK AG • Konto Nr.: 20 41 27 45 52 • BLZ: 500 307 00<br />
Islamische Gemeinschaft Millî Görüş · İslam Toplumu Millî Görüş · Hac ve Umre Organizasyonu<br />
Boschstr. 61-65 · D-50171 Kerpen · Tel.: +49 (0)2237-656 310/311 · Fax: +49 (0)2237-656 319 · E-Mail: hacumre@igmg.de · www.igmg.de