08.09.2015 Views

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Müslüman'ın Zaman'la imtihanı - Derin Düşünce

Müslüman'ın Zaman'la imtihanı - Derin Düşünce

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>Müslüman’ın</strong> <strong>Zaman’la</strong><br />

<strong>imtihanı</strong><br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

1


Bu kitap Derin Düşünce Fikir<br />

Platformu’nun okurlarına<br />

armağanıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

2


İçindekiler<br />

Müslümanların iç hastalıkları (Mehmet Yılmaz) .................................................................... 6<br />

Qua Vadis Ümmet? (Cemile Bayraktar) ................................................................................. 17<br />

Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir? (Prof. Dr. Alâaddin Başar) .............. 26<br />

Kur‟an, Hadisler ve İslami Çoğulculuk (Mustafa Akyol) ................................................... 30<br />

Türkiye‟de derin din 1 (İhsan Eliaçık) ..................................................................................... 36<br />

Türkiye‟de derin din 2(İhsan Eliaçık) ...................................................................................... 47<br />

Bernard Lewis Nerede Yanlış Yaptı? (Nader Hashemi, Denver Üniversitesi) ........... 59<br />

Bizi kim tedavi edecek? Bölüm I(Cemile Bayraktar) ........................................................ 68<br />

Bizi kim tedavi edecek? Bölüm II (Cemile Bayraktar) ..................................................... 71<br />

Ben Neden Buradaym Waldo?( Cemile Bayraktar) ............................................................ 73<br />

Mücahid Abi, beni bildin mi?( Cemile Bayraktar) ............................................................... 76<br />

Reis-i Cumhura ve Başvekile (Said Nursî) ............................................................................ 80<br />

Ümmeti-i Muhammed,Minare mi istemiştiniz ? (Cemile Bayraktar) ........................... 84<br />

Zina da böyle bir şey işte…(Mehmet Yılmaz) ....................................................................... 87<br />

Kadercilik Sahiden Dinden mi Gelir? (Mustafa Akyol) ...................................................... 91<br />

Önce Vatan mı, Önce Adalet mi? (Mustafa Akyol) ............................................................. 93<br />

Tevhid‟in ve Hikmet‟in anlamı (Dilaver Demirağ) .............................................................. 95<br />

Para Tanrısı (İhsan Eliaçık) ....................................................................................................... 100<br />

Hoş Geldin Ey Şehr-i Ramazan (Özlem Yağız) .................................................................. 107<br />

Bizim Dünyamız (Mehmet Bahadır) ....................................................................................... 111<br />

Hukukun Üstünlüğü olarak Şeriat (Noah Feldman) New Yok Times ......................... 117<br />

Mana Boyutlu, Olgun Demokrasi (Mehmet Bahadır) ...................................................... 127<br />

„Milli Menfaatler‟ Ahlaktan Önemli midir? (Mustafa Akyol) ........................................... 130<br />

İslam‟ı yeniden yorumlamak (Mustafa Akyol) ................................................................... 132<br />

Bediuzzaman‟la Ortadoğu Problemlerine Bakış (Mehmet Bahadır) ........................... 139<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

3


Vicdan Ne Yana Düşer Usta, Medeniyet Ne Yana? (Özlem Yağız) ............................. 158<br />

Müslümanlar din üzerinden servet yığabilir mi? (İhsan Eliaçık) ................................. 161<br />

Dini bu işe bulaştırma, din ayrı dünya ayrıdır! (İhsan Eliaçık) ................................... 166<br />

Batı‟yı şeytanlaştırmadan… (Sever Işık) .............................................................................. 171<br />

Bize „din‟den bahset (İhsan Eliaçık) ...................................................................................... 176<br />

İslâmcılığın Tatilden Tarih Sahnesine Dönüşü (Sever Işık) .......................................... 182<br />

Cihadizm ve Cihad aynı şey değildir (Mustafa Akyol) .................................................... 188<br />

Hitamuhu Misk – Mustafa İslamoğlu‟nu Anlamak (Tuncay Yılmazer) ...................... 192<br />

Din Olmadan Ahlak Olur mu? (Mustafa Akyol) ................................................................. 194<br />

Komik Müslüman olur mu? (Mehmet Yılmaz) .................................................................... 196<br />

Sosyetenin İslâmîsi Olur mu! (Ece Arı) ................................................................................ 199<br />

İttiha-ı İslam‟ın Tam Zamanı Gelmeye Başlıyor (Bediüzzaman Said Nursî) .......... 202<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

4


www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

5


Müslümanların iç hastalıkları (Mehmet Yılmaz)<br />

Marakeş, Nisan 1998 :<br />

Fas‟ın iç bölgelerindeki Marakeş şehrinde bindiğimiz taksi Jam-al-Afna meydanına<br />

doğru ilerliyordu. Türkçe konuştuğumuzu fark eden şoför birden arkasına döndü,<br />

“Hakan Şükür, cim bom bom” diye haykırdı. Bir şey sormamıza vakit kalmadan<br />

bazı hükümet üyelerini ve bu arada Hülya Avşar‟ı da andık beraberce!<br />

Şaşkınlığımızın geçmesine izin vermeden Fransızca olarak konuşmasına devam<br />

etti : “Ah ne yazık ki Türkçe bilmiyorum. Ama gene de her akşam Türk<br />

televizyonlarını seyrediyoruz ailece. Çanak anten taktırdım da”.<br />

Gittiğimiz her yerde buna benzer sahneler yaşadık. Türk olduğumuzu öğrenen<br />

her faslı bizi Galatasaray‟ın ve Fenerbahçe‟nin başarıları için tebrik etti. Futbolda<br />

olsun bir zafere susamış Müslümanların gözü Türklerin ve Türkiye‟nin<br />

üzerindeydi.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

6


Bağdat, Ağustos 1099: Sarıksız ve saçları kazınmış başıyla yasta olduğu anlaşılan<br />

bir zât haykırıyordu:<br />

“Nasıl böyle gölgede huzur içinde uyuklayabilirsiniz? Kaç müslüman kardeşiniz<br />

öldürüldü? Kaç namuslu kızın ırzına geçildi? Hiç bir zaman İslâm ülkesi böyle<br />

yağmalanmamıştı, bu kadar müslüman kanı dökülmemişti! Ne oluyor?<br />

Müslümanlar zulüme alışıyorlar mı? Harekete geçmek için ne bekliyorsunuz?<br />

Düşmanın Bağdat‟a dayanmasını mı? ”<br />

Kadı Ebu Saad al-Haravi‟nin Bağdat‟ta Halife El Mustazhirbillah‟ın huzurunda 9<br />

asır önce sarf ettiği bu sözler Suriye‟deki haçlı zulümü karşısında atıl kalan<br />

Müslümanları uyandırmak içindi. Bu konuşmadan ancak 279 yıl sonra 2 Ekim<br />

1187′de Selahaddin Eyyubi Kudüs‟ü haçlılardan kurtaracaktı.<br />

Müslümanlar uygarlığa çok önemli ve kalıcı katkılarda bulundular. Gerçek<br />

anlamda ilk üniversiteleri yani birkaç disiplinin birden aynı bir çatı altında<br />

okutulan medreseleri kurdular. Gene deney ve gözlemi batı dünyasına öğreterek<br />

bugünkü pozitif bilimin temellerini attılar. [1] 1600‟lere kadar da askerî ve siyasî<br />

alanlarda liderliklerini korudular. Ortaçağ‟da Müslüman‟ın seviyesine erişmek<br />

isteyen Avrupalı elit çocuklarını Bağdat‟a tahsile yolluyor, bunu yapamayan ise<br />

Venedik‟te, Viyana‟da, Paris‟te kıyafetiyle Müslüman‟ı taklid ediyordu.<br />

2007‟deki görünüm ise bambaşka: Uluslararası siyasetten silinmiş, bilimde,<br />

ekonomide diğer milletleri gerilerden takip eden Müslüman‟ın en doğal hakları<br />

olan yaşama hakkı bile ellerinden alınabiliyor: Saraybosna‟da , Grozni‟de ,<br />

Gazze‟de, Bağdat‟da petrol için, toprak için öldürülebiliyorlar. Nadiren mahkeme<br />

edilen katiller ise ceza dahi almıyor.<br />

Bu acıklı manzara karşısında Kadı Ebu Saad al-Haravi‟nin acıklı konuşmasını<br />

aratmayacak yazılar ve insanların bakmaya dahi dayanamadığı fotoğraflar vicdan<br />

sahibi bütün insanları isyan ettiriyor.<br />

NEDEN ĠÇ HASTALIKLAR?<br />

“Ne yapılmalı?” sorusu bütün kafalarda. Soruyu biraz değiştirip “yanlış yapılan<br />

nedir?” şeklinde sormak ise çok zor geliyor. Bunca insanlık suçundan sonra eli<br />

kanlı orduları suçlamak dururken “BİZ MÜSLÜMANLAR NEREDE HATA YAPTIK?”<br />

diyebilmek gerçekten de büyük bir cüret. Çünkü bu soruyu soran müslümanın din<br />

kardeşleri tarafından aforoz edilmesi söz konusu. Günah çıkarmakla, Batı<br />

yardakçısı hatta İsrail casusu olmakla suçlanıyor buna kalkışanlar. Peki İslamî<br />

düşünce eleştiriye ve özeleştiriye nasıl bakıyor? İnsan aklı ve düşünce<br />

hürriyetinin dinimizdeki yeri nedir?<br />

“Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların ALLAH katında en kötüsü, akıllarını<br />

kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir.” (Enfâl 22) ayeti ve<br />

“Fikirlerimizin zıtlığı bizler için rahmettir” (SAV) hadisi bile tek başlarına aklı<br />

kullanmanın ve hür tartışmanın kapısını aralamaya yeter. Kur‟an‟da konuyla ilgili<br />

ayetlere (Bakara 179 ve 197, Al-i İmrân 7 ve 190, Mâide 58 ve 100, Yûnus 100,<br />

Yûsuf 2 ve 111, Ra‟d 19, İbrahim 52, Tâ hâ 54 ve 128, Furkân 44, Ankebût 63,<br />

Sâd 29 ve 43, Zümer 9, 18 ve21, Mü‟min 54 ve 67, Talâk 10, Fecr 5, … )<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

7


aktığımızda ise aklını kullanmanın her müslüman için farz olduğu sonucu bile<br />

çıkartılabilir. Zaten İslâm‟ın yükseliş dönemlerindeki parlaklığa baskıcı, dayatmacı<br />

bir rejimle veya kılıçla varılabileceğini düşünmek düpedüz islamofobinin alanına<br />

girmez mi?<br />

Kur‟an ve hadislerden sonra mezheb imamlarının sözlerinin de konuya ışık<br />

tutacağı kanaatindeyiz. Yöntem ve yaklaşımlarının dayandığı hadisler dolayısıyla<br />

birbirlerinden farklı dört ayrı fıkıh görüşünün, sonradan, imamları kabul edilen ve<br />

kendilerinden sonra gelenler tarafından geliştirilmiş olan dört ayrı mezhebin<br />

kurucusu olarak addedilen İmam Mâlik bin Enes, İmam Ebû Hanîfe, İmam<br />

Muhammed Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel Halîm, açtıkları fıkıh yollarında<br />

eleştiri yapılmaksızın taklîd edilmelerini de asla uygun görmediler [2] :<br />

• “Benim sözlerimdeki hatalara, tenkid edilecek yerlere bakınız! Dinde<br />

Resûlullah‟ın sözünden başkası red ve tenkid edilebilir” (İmam Mâlik).<br />

• “Benim sözüm Kur‟ân‟a ve Resûlullah‟ın Sünnet‟ine uygun olursa alırsınız, karşı<br />

olursa atarsınız” (İmâm Ebû Hanîfe).<br />

• ” Delîlimi bilmeyen adama benim sözümle fetvâ vermek haramdır!” (İmam Ebû<br />

Hanîfe).<br />

• “Benim her dediğimi taklîd etme! Kendin tefekkür edip delîllerime bak; zirâ<br />

dinde başkasına güvenmek câiz değildir” (İmam Şafiî).<br />

• “Din işlerinize kendiniz bakınız; zirâ taklîd zemmedilmiştir. Taklîd, gözü olan<br />

adamları gözsüz eder” (İmam Ahmed bin Hanbel).<br />

Düşmanları Müslümanların eleştiri celb eden yönlerini çoktan biliyor ve istifade<br />

ediyor. Bu zayıflıkları saptamak ve gidermek kanımızca her müslümanın hakkı ve<br />

ödevi.<br />

İşte Ayşe Böhürler‟in de başarıyla tahlil ettiği gibi “Özeleştiri‟den kaçma”<br />

Müslümanların iç hastalıklarının birincisi.<br />

“Ayrıca ahiret inancı ile birlikte hesabın Allah katında görüleceği ve orada da af<br />

umudunun yüksekliği ile kendileri yüzleşmekten pek de hoşlanmaz buna da<br />

ihtiyaç hissetmezlerdi. Günah ve sevapları yazan Kiramen Kâtibin meleklerinin<br />

ahirette açılacak olan defterlerine işi havale edip “yaz kâtip“ demek yeterliydi. …<br />

Bir de “ser verip sır vermemek”, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi deyimlerin<br />

işaretiyle özeleştiriden kaçınmanın erdemlilik sayıldığı bir toplumun bireyleri<br />

olmak vardı. İfşa etmek ile kendisi ile yüzleşmeyi birbirine karıştıran toplumsal<br />

geleneği de bu faktörlere ilave etmek gerekiyor. “<br />

DIġ SALDIRILAR SEBEP MĠ SONUÇ MU?<br />

İslâm Âlemi‟nin sorunlarının tartışıldığı platformlarda bugünkü geriliğin sebebi<br />

olarak en çok öne sürülen açıklama Haçlılar ve Moğollarla başlayan yıkım süreci.<br />

Bunu öne süren arkadaşlar felaketler silsilesinin Avrupa sömürgeciliği, ABD ve<br />

İsrail saldırganlığı ile devam ettiğini söylüyorlar. Bu aşamada ısrarla sorulması<br />

gereken soru şu: Dış saldırılara yenik düşmek sebep mi yoksa sonuç mu?<br />

1. Haçlı ve Moğol yıkımlarının bu boyuta varması müslüman prenslerin<br />

aralarındaki çekişmelerin sonucu olamaz mı? [3]<br />

2. Bilime, teknolojiye sırt çeviren [4] halklarının okuma-yazma seviyesini asgarî<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

8


seviyede tutan “Müslüman” yönetimler dış düşmanlarına onyıllardır davetiye<br />

çıkarmıyorlar mı?<br />

TEMSĠL EDĠLMEYEN ĠSLÂM ÂLEMĠ<br />

6,5 milyar olan Dünya nüfusunun 1,4 milyarı (%22‟si) “müslüman” ülkelerde<br />

yaşıyor. Oysa bu insanların Dünya ekonomisine katkıları (ve/veya aldıkları pay)<br />

%2 ile %4 arasında değişiyor. Gerek IMF‟nin ve gerekse Dünya Bankası‟nın<br />

verilerine göre 2005‟te bütün ülkelerin toplam GSMH‟i (Gayri Safi Millî Hasıla) 44<br />

trilyon Amerikan dolarını aşarken Müslüman ülkelerin toplamı 2.3 trilyon ile<br />

Almanya‟dan küçük bir ekonomi arz ediyor. İhracatta da toplam 10 trilyon<br />

dolarlık uluslararası ticaretin sadece %10‟u Müslüman ülkelere ait. Bunun da<br />

önemli bir kısmı Suudi Arabistan, İran ve diğer körfez ülkelerinin petrol<br />

ihracatları.<br />

İşte İsrail mallarını boykot etmek gibi yöntemlerin etkisiz kalmasının<br />

sebeplerinden biri de İslâm Âlemi‟nin bu ekonomik “küçüklüğü”. Tabi ki istisnalar<br />

var. Türkiye, Endonezya, Malezya gibi ülkeler dinamik ekonomileriyle dikkat<br />

çekiyorlar.<br />

Bu ekonomik “küçüklüğün” bir sonucu olarak müslümanlar uluslararası karar<br />

mekanizmalarında temsil edilmiyorlar. Meselâ BM (Birleşmiş Milletler). Üye<br />

ülkelerin tamamına yakını tarafından imzalanmış olan BM Tüzüğü‟nde belirtildiği<br />

gibi Güvenlik Konseyi tüm üye ülkeler açısından bağlayıcı kararlar alabilen tek<br />

organ.<br />

Bu organdaki 5 daimi üye ise ABD, Fransa ve İngiltere, Rusya ve Çin. İsrail<br />

aleyhindeki kararların ABD tarafından veto edildiğine sıkça tanık oluyoruz. Doğu<br />

Türkistan‟daki bağımsızlık yanlısı Uygur Türklerini BM kanalıyla terörist ilân eden<br />

Çin‟i ve Çeçenlerin uluslararası platformlarda temsiline mâni olan Rusya‟yı da<br />

hatırlarsak Müslümanların büyük bir diplomatik güçten mahrum kaldıklarını ve<br />

ciddî bir temsil sorunu ile karşı karşıya olduklarını daha iyi görürüz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

9


Prof.Dr.Ekmeleddin Ihsanoğlu‟nun genel sekreterliğe getirilmesinden sonra belli<br />

bir hareketlilik kazanan IKÖ‟nün veya Amr Musa yönetimindeki Arap Birliği<br />

benzeri bir organın bu temsiliyet eksikliğini tazmin etmesi en azından şimdilik<br />

oldukça uzak görünüyor.<br />

KIZAĞA ALINMANIN SEBEPLERĠ<br />

Bu “kızağa alınma” sürecinin başlangıcında bilime ve teknolojiye ısrarla sırtını<br />

dönen bir İslâm âlemi var karşımızda. Kaynaklarını verimli kullanamayan, mamul<br />

mallar yerine hammadde ihraç eden müslüman ülkeler bilimsel ilerlemenin doğal<br />

bir sonucu olan “zenginleşme” yarışında arkalarda kalıyorlar.<br />

Oysa Kur‟an‟da insanlar arasındaki hukukî ilişkileri düzenleyen âyetlerin sayısı<br />

250 civarında iken kutsal kitabımızın %12,5‟i yani 750 kadar âyet Müslümanları:<br />

1) Öğretmeye ve öğrenmeye,<br />

2) Düşünmeye,<br />

3) Doğayı araştırmaya,<br />

4) Aklı en iyi şekilde kullanmaya,<br />

5) Bilimsel çalışmaları toplumsal hayatının bir parçası hâline getirmeye<br />

davet ediyor. Ayrıca Hz. Peygamber‟in 200‟den fazla hadisi bilimin ve aklın<br />

önemini gösteriyor. İste bilime ve teknolojiye sırtını dönmek ve bunda ısrar<br />

etmek Müslümanların ikinci iç hastalığını teşkil ediyor.<br />

Farkında olmadan da olsa Kuran‟ın 750 ayetini en iyi şekilde uygulamaya koymuş<br />

olan Batı‟nın ve Japonya‟nın diğer ülkelerden çok daha güçlü hale gelmiş olması<br />

Müslümanları düşünmeye sevk etmeli.<br />

SELAHADDĠN EYYUBÎ‟DEN USAME BEN LADEN‟E CĠHAD<br />

Kur‟an‟ın ve sünnetin öğrettiği Cihad ile 2007‟de bazı Müslümanların algıladığı<br />

Cihad arasında büyük bir fark var. 1100‟lerde Avrupalı düşmanlarını dahi<br />

kendisine hayran bırakacak kadar “centilmence” savaşan bir komutandı<br />

Selahaddin Eyyubi. Kur‟an‟a ve hadislere uygun olarak, savaşamayacak durumda<br />

olanlara, aman dileyenlere kılıç kaldırmıyor, düşman kavimden bile olsalar<br />

tarlasında çalışan köylülere dokunmuyordu. Gene İslâm‟ın hükümleri<br />

doğrultusunda köleleri çocuklarından ayırmıyor, esirlere kötü davranmıyordu.<br />

Bugün “ALLAH adına” hareket ettiğini ve “Cihad yaptıklarını” söyleyen silahlı<br />

gruplar sanki O‟ndan ümit kesmişçesine savaşıyorlar:<br />

1. İstanbul‟da, Newyork‟ta ve Madrid‟te çarşılara, metro istasyonlarına bomba<br />

koyuyorlar,<br />

2. Evlatlarını intihara teşvik ediyorlar,<br />

3. Esir aldıkları askerlerin (bazen de sivillerin) kafalarını keserken filme<br />

çekiyorlar,<br />

4. Kendileri gibi inanmayan Müslümanların camilerine bile bomba koyuyorlar.<br />

Eylemlere katılmayan ama daha kalabalık olan bir grup ise bunları onaylıyor,<br />

savunuyor veya sessiz kalıyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

10


İşte bu tezat karşısında neyin değiştiğini sorgulamak gerekiyor. Değişimin<br />

kaynağını yazının maksadına uygun olarak dışarıda değil içeride aranması<br />

gerektiği kanaatindeyiz. Kur‟an‟da anlatıldığı şekliyle Cihad uygulanması imkânsız<br />

bir ideal midir? Peygamberimiz benzeri durumlarda ne yapmıştır? Suat Öztürk‟ten<br />

dinleyelim:<br />

“…[O] kızının katilini, amcasının katilini affeden, Uhud‟daki bozgun sonrası, onca<br />

arkadaşının şehid olmasının yanı sıra kendisinin de aldığı 70′e yakın kılıç<br />

darbesine, yanağının yarılmasına, dişinin kırılmasına rağmen “Ya Rabb onları<br />

bağışla, göremiyorlar” diyen, tüm bu sıkıntıları çektirmiş olan Mekke‟lileri fetih<br />

sonrası affeden bir peygamberdi.”<br />

Bu bilgilere dışarıdan, Batı‟nın penceresinden bakacak olursak gerek Hz<br />

Muhammed‟in gerekse Selahaddin Eyyubî‟nin „hükümran” konumunda olduklarını<br />

söylemek durumundayız. Yani başlangıçta muzaffer olmasalar dahi olaylara yön<br />

veren bir “lider” konumundalar. Hedefleri, ilkeleri ve yöntemleri olan, ne yaptığını<br />

bilen siyasetçi ve komutanlar var karşımızda.<br />

İste tam bu noktada denebilir ki hükümran konumu bir anlamda kazanan (veya<br />

kazanacağına emin) olan önderin konumudur. Büyüklük göstermesi, bağışlaması,<br />

sivilleri koruması doğası gereği olduğundan “kolay” bile denebilir.<br />

Gene konuya Batı‟nın tarzında bakan birisi ezilen bir topluluğun meselâ<br />

Filistinlilerin aynı büyüklüğü göstermesini beklemeyecektir. Zira kendisinden kat<br />

kat üstün bir ordu karşısında yenileceğinden emin olarak savaşan her insan<br />

cinnet geçirir. Bu durumda da kendini yakması veya suçlu suçsuz ayırt etmeden<br />

önüne geleni öldürmesi anlaşılabilecektir.<br />

KUR‟AN HÜKÜMLERĠNE KARġI KÂFĠRLERĠN SÜNNETĠ<br />

Bu “anlaşılabilirlik” ne yazık ki “meşruluğa” dönüşüyor bazı müslümanlar için.<br />

İslâm‟ın penceresinden bakarsak şu sorunun sorulması kaçınılmaz oluyor:<br />

Zaruret karşısında O‟ndan umut kesilebilir mi? Müslüman ALLAH korkusunun<br />

yerine düşman korkusunu koyabilir mi?<br />

2007‟lerde bazı mücahitler Kur‟an‟dan değil düşmanın tavrından, Amerikan,<br />

İsrail, ordularının acımasızlıklarından ve kullandıkları yöntemlerden ilham<br />

alabiliyor! Bazı kısım ulemâ koşulların zor olduğunu, “zaruret” karşısında Kur‟an<br />

hükümlerinin uygulanmayabileceğini söylüyorlar.<br />

Oysa vahşi bir düşman karşısında veya yenik durumda kullanılmak üzere “Bazen<br />

Kur‟an‟a aykırı davranabilirsiniz” demek zor. İslâm‟a göre savaş‟ta uyulması<br />

gerek bir hukuk var ve bu muhkem ayetlerle çok açıkça belirtilmiş: Bakara 177,<br />

190-194 ve 205, Enfal 61-63 ve 69-71, Hucurat 9, İnsan 8-12, Kasas 83,<br />

Muhammed 4, Nîsâ 94 ve 128, Şura 41-42.<br />

Baskı ve yenilgi karşısında dahi Kur‟an‟dan uzaklaşılamayacağını bilakis ona<br />

sımsıkı sarılmak gerektiğini sözleriyle değil yaşantısıyla anlatan bir mücahid<br />

Cezayir‟li Emir Abdülkadir‟dir (1808-1883). İşgale karşı 150 yıl direnen<br />

Müslümanların liderlerinden olan bu genç kahraman karşısında Fransız ordusu<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

11


şaşkına dönmüştü. Sayıca ve silah yönünden çok üstün kuvvetler Emir‟in bir avuç<br />

imanlı kuvveti karşısında çaresiz kalmıştı. General Bugeaud Fransa‟ya gönderdiği<br />

raporlarında üslerine durumu şöyle aktarıyor:<br />

“Abdülkadir hızlı, zeki ne yapacağı belirsiz bir tehlike. Dehası ve inancı ile<br />

kazandığı saygınlıkla halkı bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir insan<br />

değil, Müslümanların sevdiği, arzu ile beklediği ve özlemle kucakladığı bir lider.”<br />

Emir Abdülkadir‟e karşı üstün gelemeyeceklerini anlayan Fransızlar sonunda<br />

Müslümanları birbirlerine karşı kışkırtırlar ve onu esir alıp Fransa‟ya götürürler. O<br />

esaret ve sürgünle geçen hayatına rağmen asla Hıristiyan kini gütmedi. 1860‟ta<br />

Lübnan‟daki Dürzü isyanı sırasında galeyana gelerek Hıristiyanları katletmek<br />

isteyen Müslümanların önüne geçti ve haykırdı:<br />

“Gafiller! Böyle mi yüceltiyorsunuz Peygamberinizi? Yazıklar olsun size! Sizin<br />

elinize tek bir Hıristiyan vermem. Onlar benim kardeşlerim!”[5]<br />

Hz Muhammed, Selahaddin Eyyubî ve Emir Abdülkadir ile Usama Bin Laden‟in,<br />

Yasser Arafat‟ın Hassan Nasrallah‟ın Cihad anlayışları arasında önemli farklar var.<br />

2007‟lerde müslümanlara savaşta liderlik eden bir çok kimsenin:<br />

1) Dış düşmana karşı yapılan Küçük Cihad‟ı tek Cihad gibi gördüklerini, nefse<br />

karsı yapılan Büyük Cihad‟ı ise arka plana ittiklerini,<br />

2) O‟nun Kur‟an‟daki hükümlerini değil O‟ndan umudu kesmişçesine, düşmanının<br />

sünnetini referans aldıklarını,<br />

3) Soylu, veren, affeden büyüklükten hırs ve intikam ile hareket eden küçüklüğe<br />

geçtiklerini,<br />

4) Komplo teorileri sebebiyle adeta paniğe kapıldıklarını,<br />

5) Barış fırsatlarını reddettiklerini,<br />

6) Ebedî mazlum kimliğini benimsediklerini<br />

müşahede ediyoruz.<br />

Cihad kavramının içinin boşaltılması ve yerine kin, intikam, intihar gibi her türlü<br />

nefsanî dürtünün doldurulması altını çizmek istediğimiz hastalıkların üçüncüsü.<br />

DÜġMAN KOMPLOSUNA KARġI ALLAH‟IN KOMPLOSU<br />

Kur‟an ve Sünnet‟e göre Küçük Cihad‟ı İslâm‟ın kendisi değil. Küçük Cihad<br />

dinimizin amacı da değil. Eğer bir dış düşmana karşı savaş kaçınılmaz ise hiç bir<br />

koşul altında sivillerin canına kastedilmemeli. İntihar etmek yasak.[6] Savaş<br />

gereksiz yere sürdürülmemeli, mümkün olduğunda barış yapılmalı. (Nîsâ 90,<br />

Bakara 190-193, Enfâl 61)<br />

Gene Kur‟an‟dan anlaşılacağı gibi bir Müslüman hayatını komplo teorilerine göre<br />

düzenlememeli. Komplo korkusu ALLAH korkusunun önüne geçip müslümanı<br />

O‟nun yolundan ayırmamalı. “Onlar tuzak kurdular. ALLAH da tuzak kurdu. ALLAH<br />

tuzak kuranların en hayırlısıdır.” ( Âl-î Imrân 54) (Aynı konuda : Enfâl 30, Yûnus<br />

21, Nahl 127, Târık 15-16)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

12


KAVĠM DÜġMANLIĞI, KORKU VE FAġĠZM<br />

Müslüman bugün dünyaya baktığında bir kuşatılmışlık hissiyle sarsılıyor. Temsil<br />

edilmeyen, önemsenmeyen, canı ve malı tehdit altında, kendini savunamayan<br />

mazlumları görüyor.<br />

Bu kuşatılmışlık hissinin yol açtığı içine kapanma ise kurtuluşuna giden yolu<br />

tıkıyor:<br />

Tartışmayı ve tahlili reddedip sloganlarla düşünen, eleştiriyi saldırı olarak gören<br />

Müslümanların şiddeti bir yöntem (tek yöntem) kabul etmesi kaçınılmaz oluyor.<br />

Dış düşman - iç düşman ikileminde başlayan paranoyanın hâkim olduğu birçok<br />

müslüman ülke kendi ordusunun işgali altında. İranlaşma korkusu, Siyonist<br />

tehdit, Sevres‟in hortlatılması, misyoner istilası derken demokratikleşme süreci<br />

erteleniyor.<br />

Darbeyle gelen asker cumhurbaşkanları, ölmeden koltuktan indirilemeyen<br />

diktatörler hâkim birçok İslâm ülkesine. Gazeteciler, yazarlar, araştırmacılar<br />

hapse atılıyor, faili meçhul cinayetlere kurban gidiyor:<br />

• Libya‟da Albay Kaddafi (1970‟ten beri),<br />

• Suriye‟de Hafız Esad (1970‟ten 2000‟deki vefatına kadar, yerine oğlu geçti ),<br />

• Mısır‟da Hava kuvvetleri komutanı Hüsnü Mübarek (1981‟den beri),<br />

• Pakistan‟da General Pervez Müşerref (1999‟dan beri).<br />

Müslüman ülkelerin birçoğu 1930‟lardan kalma millet-devlet modelinin etkisi<br />

altında. Türk ve arap milliyetçileri tozu dumana katmış. Azınlık durumuna<br />

düşmüş kürtlere ve berberlere ana dillerini konuşmak yasaklanmış. Ayrılıkçı<br />

terörle mücadele adına köyler boşaltılıyor, yüz binlerce masum insan sefalete<br />

mahkûm edilmiş… müslüman ordular tarafından müslüman topraklarda.<br />

Müslüman aydınların bir kısmı kaba kuvvete, orduya devlete tapmaktan ibaret<br />

olan faşizmi görmeden, kendi ülkelerinde kök salan ırkçılığın ayak seslerini<br />

duymadan Filistin‟e ağlıyorlar. Yanı başlarında kürt ve berber kardeşleri sıralarını<br />

bekliyor.<br />

Kavim düşmanlığı dikkat çekmek istediğimiz hastalıkların dördüncüsüdür. [7]<br />

HER AĞACIN KURDU ÖZÜNDEN OLUR<br />

“Bana ıztırab veren yalnız İslâm‟ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler<br />

hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor.<br />

Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin<br />

bünyesi buna dayanamaz.. çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını<br />

içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse,<br />

îman kalesi tehlikededir.” (Bediüzzaman Saidi Nursi)<br />

1700‟lerden itibaren İslâm Âlemi‟nde ciddi bir düşünsel yıkım yaşanmaya başladı:<br />

Müslüman aydınlar Batının yükselen ekonomik ve teknolojik seviyesi karşısında<br />

kendi tezlerini üretememenin yol açtığı aşağılık kompleksi ile körleştiler.<br />

Hayranlık ve nefret duygusuyla kâh batıya endeksli kâh batıya tersinden endeksli<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

13


tezler koydular ortaya. Ancak elit sınıfın bu zaafının bedelini bütün müslümanlar<br />

ödeyecekti:<br />

Batının tezlerine aynı kavramlarla cevap vermeye çalıştıkça, İslâm‟ın<br />

derinliğinden uzaklaşıldı.<br />

Batının toplumsal dönüşüm modellerine daha sıkı sarıldıkça (veya sırf batıdan<br />

geliyor diye hepsini reddettikçe) İslâm algısı bir geleneğe, bir folklora dönüştü.<br />

Kıyafetiyle batılı olmaya çalışan gibi kıyafetiyle müslüman kalmaya çalışanlar<br />

dinin içini boşalttı, babadan oğula aktarılan şeklî bir bilgiye dönüştürdü.<br />

Mısır, Cezayir, İran gibi ülkelere çok pahalıya patlayan bu “zorla batı gömleği<br />

giydirme” ve “şeklen direnme” çabası Türkiye‟de de bazı hasarlara yol açtı.<br />

Sorunların kökü gibi çözümlerin kökünün de bizde olduğu kanaatindeyiz. Ama<br />

çözüm aramadan önce sorunlara yol açan hastalıkların teşhisinde mutabık<br />

kalınması zarurî gözüküyor. Aksini yani sorunların dışarıda olduğunu savunmak<br />

bizi atalete itiyor. Zira kendi dışımızdan çözüm beklerken Batı‟dan merhamet<br />

veya O‟ndan mucize beklemek durumunda kalıyoruz. Bazı Müslümanlar Katrina<br />

kasırgasında, İsrail‟deki intihar oranlarının artmasında veya antibiyotiklere cevap<br />

vermeyen virüslerde nafile teselli arıyor.<br />

NEO-CAHĠLĠYYE‟NĠN TARĠFĠ<br />

Yahudiler ve Ermenilerin tarihini ve bugünkü söylemlerini inceleyen aydınlar<br />

derhal ortak bir noktayı teşhis ederler : “Ebedî mazlum kimliği”. Bu iki topluluğun<br />

liderleri de atalarının çektikleri sıkıntıları (Nazi zulmünü ve soykırımı iddialarını)<br />

ulusal/dinî kimliklerine katmış, bundan siyasî rant elde etmeye çalışmaktadırlar.<br />

Siyasî bir manevra olarak bunun değeri ve fiyatı tartışır. Ama Müslümanların<br />

böyle bir şeye tenezzül etmeye ihtiyaçları yok kanımızca. Daha önce değindiğimiz<br />

ve “hastalık” adını verdiğimiz sapmaların bugünkü katlanılan zulümlerin başlıca<br />

kaynağıdır. Ancak bugün bazı Müslüman grupların benimsediği “Ebedî mazlum<br />

kimliği” de bir hastalık. Acıklı şiir ve şarkılarla, kanlı posterlerle desteklenen bu<br />

“mazlum edebiyatı” İnananları kaderciliğe itiyor. Oysa kadere inanmak ile<br />

kadercilik arasında çok kalın bir çizgi var. Dinimize göre karamsarlığa, O‟ndan<br />

umut kesmeye hakkımız yok.<br />

Ayrıntılarıyla sunduğumuz “iç hastalıklar” özetlenecek olursa:<br />

1. Özeleştiriden kaçış,<br />

2. Bilime, teknolojiye ve eğitime sırt çevirme,<br />

3. Cihad kavramının içinin boşaltılması,<br />

4. Kavim düşmanlığı,<br />

5. Ebedî mazlum kimliği ve kadercilik.<br />

İste bu hastalıklardan muzdarib İslâm Dünya‟sı bir kaç asırdır Neo-Cahiliyye adini<br />

verdiğimiz bir uzaklaşma döneminde.<br />

Cezayirli direnişçi Emir Abdülkadir Avrupalılar karşısında Müslümanların<br />

yenilgisini Suriye‟deki bir toplantıda şu ayetle açıklar: “ALLAH size yardım ederse,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

14


artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra<br />

size kim yardım eder? …”(Al-i İmran 160)<br />

NEO-CAHĠLĠYYE DEVRĠNĠN SONU<br />

Elbette resmin tamamı bu derecede karanlık değil. Bugün bu manevî boşluğu<br />

yeniden İslâm ile doldurmak isteyen genç ve aydın bir çaba var. Özellikle Türkiye<br />

gibi dinamik ülkelerde müslüman ve demokrat bir sınıf komplekssiz, kendisiyle<br />

geçmişiyle barışık bir şekilde çalışmaya devam ediyor.<br />

Bu genç Müslümanların bugün çekilen sıkıntılardan kurtulmak için bu hastalıkların<br />

bilincine vardıklarını ve çözümü şu şekilde içerde aradıklarını mutlulukla<br />

görüyoruz:<br />

1) Özeleştiriye kişisel olarak açık olmak, devletlerin ise demokratikleşmesi,<br />

düşünce özgürlüğü,<br />

2) Bilime ve eğitime devlet bütçelerinden ayrılan payın arttırılması,<br />

3) Cihad‟da öze dönülmesi, Kur‟an‟a ve sünnete uymayan mücadelelere “Cihad”<br />

denmemesi,<br />

4) Milliyetçilik, vatanseverlik ve ırkçılık konularının Müslümanlarca tartışılması,<br />

5) Ebedî mazlum kimliğinin terk edilmesi, zafer ve iyimserlik üzerine olan gerçek<br />

Müslüman kimliğine dönülmesi.<br />

Yazarlarımızdan Mehmet Edebali bir yorumunda şöyle diyordu :<br />

“Dün Suriye‟de, belki Lübnan‟da, Irak‟ta, Azerbaycan‟da, Orta Asya‟da açıkça<br />

gördük ki Nuh Gönültaş‟ın güzel deyimiyle tarih ve mensubu olduğumuz<br />

medeniyet bizi eteklerimizden çekiyor. Bu coğrafyada Türkiye ayakta kalacaksa,<br />

Adriyatik‟ten Çin‟e, Afrika‟ya büyük bir hamleyle atağa geçmemiz gerekiyor.<br />

Bugün artan diplomatik trafik güzel yarınların umut ışığı… Ancak… Bundan<br />

sonrasında Türkiye‟den daha fazla şey beklenecek, daha fazla şey istenecek.”<br />

Bu satırlar bizim gözümüzdeki ve gönlümüzdeki çıkış yolunu işaret ediyor.<br />

TeĢekkür: Ahmed Yüksel Özemre‟nin “Islâm‟da aklın önemi ve sınırı” adlı eseri,<br />

yazarlarımızdan Mustafa Akyol‟un ve Suat Öztürk‟ün sitelerinde yayınladıkları<br />

makaleleri, Derin Düşünce Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız tartışmalar<br />

bu yazı için bilgi ve ilham kaynağı olmuştur.<br />

KAYNAKÇA<br />

(1) Fransız bilim adamı Briffault Making of Humanity adlı yapıtından : “… bilim<br />

dediğimiz olgu Avrupa‟ya araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm<br />

yöntemlerinin sonucudur. Bilim İslâm uygarlığının Dünya‟ya en önemli<br />

hediyesidir” der. Amerikalı bilim tarihçisi George Sarton‟a göre ise : “Ortaçağın<br />

temel fakat bir o kadar da az bilinen başarısı, deney ruhunun uyandırılmasıdır ki<br />

bu, her şeyden önce, 12nci asra kadar Müslümanların sayesinde olmuştur.”<br />

(k2) Hüseyin Kâzım Kadri: 20. Asırda İslâmiyet; Pınar Yayınları, sayfa: 99).<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

15


(3) Müslümanların Haçlı saldırıları esnasındaki zayıflıkları (Dönemin müslüman<br />

tarihçilerinin ağzından)<br />

Haçlıların saldırıları<br />

• Ibni al-Kalanisi, Hicrî 490 yılındaki günlüğü,<br />

• Ibni al-Atir (1160-1233) Al-Kamel fit-Tarih, 10, 11 ve 12inci bölümler. (13<br />

ciltlik arapça baskısı 1979‟da Beyrut‟ta yapılmıştır)<br />

• Ibni Jobair, « Seyahatler »<br />

Moğolların saldırıları<br />

• Mısırli al-Makrizî (1364-1442)<br />

• Cemalettin Ibni Vassel (1207-1298)<br />

• Ibni Abdelzaher (1233-1293)<br />

• Abulfida (1273-1331) Muktasar Tarih el Başar<br />

(4) Institute for Scientific Information tarafından ihdâs edilmiş olan ve bilime<br />

yapılan katkıları ölçmede bir kıstas olarak kullanılan SCIENCE CITATION INDEX<br />

tek başına kullanılmamalıdır. Aydınlatıcı bir eleştiri için<br />

(http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=63&Ite<br />

mid=57)<br />

(5) The History of Lebanon in 18th and 19th centuries, Mikhael Mishaqa,<br />

Newyork 1988<br />

(6) Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki<br />

birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber<br />

verilmişti. Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman‟ı izlemiş ve<br />

O‟nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini<br />

görmüştür. Kuzman‟ın ölüm şekli Allah Resulu‟ne iletilince şöyle buyurmuştur:<br />

“Insanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline<br />

yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de<br />

vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir”<br />

(Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, Iman, 179).<br />

[7]Yazarlarımızdan Fatih Demir‟in Gamalı Hilalin Yükselişi başlıklı yazısı ve izleyen<br />

yorumlar bu konuda iyi bir başlangıç noktası olabilir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

16


Qua Vadis Ümmet? (Cemile Bayraktar)<br />

Sahip olduklarımıza dair…<br />

Tercihlerimiz çoğu kez bize kim olduğumuz sorusunun cevabını<br />

verir.Tercihlerimizin verdiği cevapların doğruluğu ancak ve<br />

ancak onlara sahip olabilme ölçümüzle mümkündür.Sahip<br />

olmak,istemenin sonucudur.İstemek ardından sahip olmak,bu iki eylem,sahip<br />

olmanın sonunda noktalanmaz,bir üçüncü isteği doğurur;sahip olduğunu<br />

kaybetme korkusu.Pekala;<br />

1.)İstemek<br />

2.)Sahip olmak<br />

3.)Sahip olduğunu kaybetme korkusu<br />

olarak şıklandırabiliriz.<br />

Başlığımız müslümanlar,konumuz din (İslam) olduğu için,bu şıklandırmayı;Dinin<br />

mensubu olmak(istemek),Din içerisinde var olmak,dindar olarak kendini<br />

tanımlama(sahip olmak),Kendi varlığı ile bütünleştirdiği dinin zarar görmesinden<br />

ve kendi kimliği olan dindarlığın zarar görmesinden korkmak(kaybetme korkusu)<br />

olarak örnekleyebiliriz.<br />

Çoğu kez istemek ve sahip olmanın masumiyetini,kaybetme korkusu ile<br />

zalimleştirebilir insan.Ve bunu yaparken çoğu kez kendi verdiği zararın dışardan<br />

gelecek zararlardan büyük olabileceğini düşünemez.Karşılaştığımız<br />

zorluklar(kaybetme korkusu) biz de histeri nöbetine yol açacağı için var olan<br />

potansiyelimizi de bu etki ile göremeyebiliriz.<br />

Günümüz müslümanlarına baktığımızda,bu handikaplara rastlamamak neredeyse<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

17


mümkün değil.Sadece günümüz değil, miladi 610 vahyin nüzulü ile başlayıp<br />

miladi 632 vahyin son bulması ile biten sürecin hemen ardından başlayan bu<br />

sancılı dönem bugünlere gelene kadar kah zarar görerek kah kendine zarar<br />

vererek hemen hemen 1400 yıl gibi uzun bir sürece yayılmıştır.<br />

Rasulullah dönemi müslümanları,cevap bulma konusunda Rasulullah‟a<br />

danışma,buna ek olarak yaşananları konu alan vahiyden yardım alma gibi<br />

kolaylıklara sahiptiler.Ayrıca fetihlerin,yayılmacılığın,öteki ile<br />

karşılaşmanın,zaman içerisinde değişen-gelişen olayların da muhatabı olmadıkları<br />

için günümüz müslümanlarından çok daha şanslıydılar.<br />

Günümüz müslümanlarının sorunlarına yoğunlaşırken,dış etkilerin etkisinde<br />

sahip olduğunu kaybetme ya da ona zarar verme yapılan hataların başında<br />

gelmektedir.Bu nedenle var olma çabası içinde yapılacak ilk eylem sahip<br />

olduklarının farkında olmaktır.Bunun hemen akabinde geçmişe bakıp<br />

deneyimlerden sağlam bacak edinmek de müslüman için yapılacaklar işler<br />

listesinin başında gelmektedir.Bu nedenle sorunların tespitine ve geçmişine ait<br />

meseleler için „İslam düşüncesinin üç temel başlığı;Selefiye,Kelamiye,Sufiye<br />

bunların yanı sıra günümüze damgasını vuran „ılımlı İslam‟ gibi konu başlıklarını<br />

irdelemek gerekir.<br />

Açıklamakta fayda var;bu çalışma müslümanlar ile müslüman olmayanlar<br />

arasında ya da doğu-batı arasında başarı-başarısızlık gibi konulara değinecek<br />

ama temel almayacak zira tema „Müslümanların sahip oldukları,sahip<br />

olduklarının farkında olup olmadıkları,değişen ve gelişen dünya ya cevap üretme<br />

çabası içerisinde kendilerini var etme çabası bu çaba ile birlikte yitirdikleri‟ özetle<br />

sorunların çözümü için durum tespiti.<br />

Konu başlıklarımızdan ilkine geçmeden önce,kısaca değinelim…İslam dinini seçen<br />

her bireyin dini içerisinde aynı potansiyeli gösteremeyeceğini,bunun bir eksiklik<br />

değil fıtrattan kaynaklanan bir farklılık olduğunu her şeyi bir sebep üzere yaratan<br />

Allah‟ın her sorumlu bireye de farklı görevler yüklediğini belirtelim.Örneklemek<br />

gerekirse;‟Rasulullah dönemi müslümanları içerisinde Ashabı suffa‟yı oluşturan<br />

sahabenin,bir kısmının günlük işlerde çalışıp kazanç elde etmesi,bir kısmının<br />

tebliğ ve irşad ile görevlendirilmesi,bir kısmının ise ibadete devam etmek sureti<br />

ile manevi destek sağlaması‟.Demek ki müslüman dünyasını oluşturan her<br />

bireyden aynı potansiyeli beklemek hata olur,her birey kendisi için oluşturulmuş<br />

boşluğu doldurmak için görevlendirilmiştir.<br />

SELEFİYE<br />

İslam düşüncesinin yapısını oluşturan ekollerden biri de Selefiye‟dir.Kelime<br />

anlamı olarak Arap dilinde „önceki‟ anlamına gelir.Selefiye mezheb olarak ise<br />

sahabe,tabiun ve tebe-i tabiin izinden gidenler,onların inanç ve düşüncelerini<br />

takip edip asla ve asla onları aşmayanların oluşturduğu ekoldür.Belirtmekte fayda<br />

var,burada geniş bir Selefiye incelemesi yapmayacağız sadece İslam<br />

düşüncesinin ana başlıklarından biri olarak ele alıp,kısaca değineceğiz.<br />

Selefiler,Kur‟an ve hadis ile birlikte sadece ilk üç nesli(sahabe,tabiun,tebau‟ttabiin)<br />

söz ve davranışlarını kutsal saymış,bunların tümüne „nakil,nas,haber‟<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

18


demişlerdir.Nakil ve nassı dokunulmaz kabul ederler.Kuran‟ın tefsir edilmesine<br />

tümden karşı olmasalar dahi onlara göre dokunulmaz olan nass ve nakil ayrıca üç<br />

nesil ile birlikte din tamamlanmıştır.Bu tamamlanan din aynı zamanda ilimdir.Bu<br />

sayılanların dışındakiler ilim değildir.Dinin tamamlanmış olmasına,tefsir ilmine de<br />

uzak durmalarına kanıt olarak; „Bugün dininizi tamamladım‟(Maide/3) ayetini<br />

göstermişlerdir.<br />

Selefi alimlerden İbn Kayyım‟ın „Mümine gerekli olan şey ilim ve imandır.İlim ve<br />

imandan kasıt ise Hz. Muhammed‟in tebliğ ettiği,sahabenin öğrendiği ve tabiunun<br />

da anladığı ve benimsediğidir.‟ sözleri „ilim‟ tanımlaması açısından<br />

düşündürücüdür.<br />

Selefin yolu çoğu kez akıl ile birleşmez nass,nakil,rivayetlere o kadar kutsiyet<br />

katar ki sadece onunla hareket eder,sadece onu referans olarak alırlar.Rey ve<br />

kıyas asla kullanmadıkları yöntemlerdir,hatta Ahmed b. Hanbel „Zayıf hadis<br />

kişilerin rey ve kıyaslarından daha muteberdir‟ sözleri ile durumu özetler.<br />

Bu noktalarda Selef‟in iki özelliği ortaya çıkmaktadır.Tevil ve bidatı<br />

red.Tevil(yorum) onlar için nass,nakil ve rivayetin mahiyetini değiştirmektir.Bidat<br />

ise ana kaynakların(sahabe,tabiun,tebau‟t-tabiin) yapmadıkları uygulamalar<br />

olduğu için yine karşı çıkmışlardır.Rasulullah dönemin de uygulanmadığı halde<br />

sonradan gelişen ve dinin mahiyetinden ayrılmayan bidat-ı hasene dahi red<br />

edilmiştir.Selefiye,hadisi ele alırken zahiri manayı ve lafzi manayı seçmiş bu<br />

nedenle her türlü yeniliğin,din dışı olmadığı halde karşısında durmuştur.<br />

İslam düşünce yapısı içerisinde sahip olduğunu kaybetme korkusu ile bu denli<br />

ketumlaşan başka bir oluşum yoktur.Bu iyi niyet,dinin varlığını korumak<br />

açısından etkili olduğu kadar dinin olumsuz yönde eleştirilmesi adına da oldukça<br />

etkili olmuştur.Bu dönemler de gelişen Kelamiye ve Sufiye bu ekol tarafından<br />

oldukça eleştirilmiştir.En uç örnekler bir birlerini zındık,kafir ilan etmeye kadar<br />

gitmiştir.Hatta Kelamcıları eleştirmek adına,felsefe ve mantık gibi okumalar<br />

yapmanın helal ve mübah olmadığını savunmuşlardır.Sufileri,zühd namına<br />

dünyayı terk etme,ilim(nakil,nass,rivayet) tahsilini terk etme,nefsi arındırma<br />

yollarını aşırı bularak seçmeleri nedeniyle şeriat dışı ilan etmişleridir.<br />

Görüldüğü üzere Selefiye,dini ana kaynaklarından devam ettirme,onu koruma<br />

noktasında tercih ettikleri üslubun olumlu yönlerinden hem faydalanmış,hem de<br />

faydalanmasını sağlamıştır.Buna mukabil daha dışarı açılmadan kendi içlerinde<br />

mensubu oldukları dinin savunuculuğu adına bir birlerine düşmek açısından<br />

oldukça zarar verici olmuşlardır.Bu Selefiye için eleştiri değil,tespittir.Bunun yanı<br />

sıra salt Selefi kalmayan Kelamiye,Sufiye‟den esinlenen Selefiler‟de olmuştur.<br />

Başta dört mezhep kurucuları ve Kütüb-i Sitte müellifleri olmak üzere en<br />

mümtaz temsilcileri şunlardır: İbn Kuteybe,Tahavi,Herevi,İbn Cevzi,İbn<br />

Kudame,İbn Teymiye,İbn Kayyım,Ali Kari.Ayrıca son dönem Çağdaş Selefiye<br />

Hareketi ekolü kurucuları :Cemalettin Afgani,M.Abduh,Muhammed İkbal,Mehmet<br />

Akif,Mevdudi,Seyyid Kutub gibi isimlerdir.Çağdaş Selefiye Hareketi ekolü<br />

savuncuları zaman içerisinde kazandıkları tecrübeler sayesinde ilk dönem<br />

ekolcüleri kadar sert olmamışladır.Nitekim tefsire soğuk bakan savunucuları<br />

olduğu halde Seyyid Kutub etkili bir tefsir yazmıştır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

19


KELAMİYE<br />

Akla birinci derecede önem veren ekoldür.Kelam ilmi İslam fırkaları içinde akla<br />

en büyük değeri verdiği için akılcı(rasyonalist)bir yapıya sahiptir.Mutezile<br />

kaynağından beslenir lakin Mutezile kadar uç görüşleri olmamıştır.Temelleri, Vasıl<br />

b. Ata tarafından atılan ekol sonraki dönemlerde Eş‟ari ve Maturidi tarafından Ehli<br />

Sünnet bünyesine ithal edilmiştir.<br />

Akılcı olan bu ekol de bahsi geçen akıl,hissi ve madde aleminin ötesinde bulunan<br />

hususları inceleyen nazari ve spekülatif bir akıldır.<br />

Kaynak olarak aklı alan ekolün „Aklı olmayanın dini de yoktur,Allah kendisi için<br />

akıldan daha değerli varlık yaratmamıştır‟ zayıf hadisleri gibi dayanak noktaları<br />

vardır.<br />

Genel prensipleri;<br />

a.)Akılla nakil çatışırsa akıl evvel,nakil onunla münevveldir.<br />

b.)Şeirat akla aykırı olmaz.<br />

c.)Aklen caiz olan şey naklen de caizdir.<br />

d.)Dinin temelini oluşturan şey akıldır.<br />

Kelam,Selefiye gibi sadece nassları ele alarak yaklaşmamış,nass ve nakile aklı<br />

da oldukça etkili bir şekilde işlemiştir.Naaslarda geçen her hangi bir hükmü<br />

bilmek onun „mot a mot‟ kabul edilmesini gerektirmez o hükmün aklın<br />

süzgeçinden de geçmesi gerekir görüşünü savunmuşlardır.<br />

Kelamiye, nass ve nakilde harfe dahi dokunmadan lafzi manalar ile ilerleyen<br />

kalıpçılığa,bu kalıpçılıktan oluşan hurafeler ve yanlışlıklara karşı bir duruş olarak<br />

aklı birinci plana alması dinin arındırılması açısından olumlu yönde etkili olmuş<br />

olsa dahi akılcılığın getirdiği fitneden olumsuz yönde nasiplenmesi gibi olumsuz<br />

etkileri doğurmuştur.<br />

Kelam‟ın kendi içindeki zararlı gelişmelere dur demek kadar dışardan gelen<br />

etkilere de cevap bulma açısından olumlu etkileri olmuştur.Selef‟in açık kapı<br />

olarak bıraktığı dışarıya karşı savunma yapma noktasında uzak durulan ilim ve<br />

felsefe alanlarını bu ekol,elinden geldiğince kapatmaya çalışmış,kısmen başarılı<br />

olmuştur.Gelişen ve değişen dünya ile birlikte ortaya çıkan yeni<br />

akımllar;Pozitivizm,Materyalizm,Sekülerizm,Nihlizm,Septizim gibi İslam‟a aykırı<br />

akımları karşılamak yine bu ekolün vazifesi olmuştur.<br />

F.Razi,Seyfuddin Amidi,Ebu Hanife(fıkhen),Gazali(sonradan Sufiye‟ye<br />

yaklaşmıştır),İbn Tumart,Şehristani,Kadı Beydavi,Tusi gibi şahsiyetler bu ekolün<br />

isimleridir.<br />

SUFİYE<br />

Sufiye(Tasavvuf),İslam dininde ki manevi ve ahlaki değerleri birinci plana<br />

almıştır.Zühd ve takva hayatını benimseyen,kendi içerisinde değişen zamanla<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

20


irlikte değişikler gösteren bu ekolün ilk isimleri Sülemi,Kuşeyri,İbrahim<br />

Edhem‟dir.<br />

Tasavvuf,nass ve nakili kaynak alır ama ondan önce keşf ve ilhama önem<br />

verir.Doğrudan vasıtasız elde edilen bilgiye yani keşf ve ilhama dayanır.Tasavvufi<br />

bilgilerin bir diğer özelliği ise sırri ve batıni olmasıdır.Tassavufçulara, mistik<br />

denilmesinin bir sebebi de budur.<br />

Keşf ve ilhama birinci derecede önem veren Tasavvufçuların dinin bireyi nefis ve<br />

kötülükten arındırma,Allah‟a korku yerine aşk ile yaklaşma gibi olumlu etkileri<br />

olsa dahi İslam‟ın pratiğini pasivize etme insanı melekleştirmeye çalışırken<br />

fıtratıyla oynama gibi olumsuz etkileri de olmuştur.<br />

Tasavvufçular içerisinde Hz.Peygamber‟in İslam ahlakından sapmayan sufiler<br />

olduğu gibi çok uç noktalara varmış olarak;‟Veliler bilgilerini,Peygamber‟e vahiy<br />

getiren meleğin aldığı kaynaktan almışlardır.(İbn Arabi),Bana kalbim Rab‟bimden<br />

haber verdi ki‟ gibi cümleler kurmuşlardır.<br />

Sufiye de Selefiye gibi ilime önem vermez.Hatta bazı sufilerin namaz surelerini<br />

dahi bilmedikleri,kitaplarını gömdükleri rivayet edilir.Buna mukabil İslam<br />

ahlakının yaygınlaştırılması açısından ne Kelamiye ne de Selefiye,bu ekol kadar<br />

başarılı olamamıştır.<br />

İbn Arabi,Mevlana,Yunus Emre,Gazali(son dönem),Abdülkadir Geylani gibi<br />

şahsiyetler bu ekolün önde gelen isimleridir.<br />

Sonuç olarak …<br />

İslam dinine talip olma,sahip olma,kaybetmekten korkma güdümleri ile yol alan<br />

ve kendisini müslüman olarak tanımlayan her birey,muhatabı olduğu<br />

kendisi,kendisi gibi düşünenler ve kendisi gibi düşün(me)yenler arasında<br />

yürüttüğü bu yolculuğu elbette ki „en iyi niyetler‟ ile sonlandırma<br />

hevesindedir.Lakin,bu iyi niyetlere gelişen ve değişen dönem ile birlikte iyi niyetin<br />

amelini bozan akideler de eklenmiştir.Bu konuda tek fail ilan etmek oldukça<br />

büyük bir haksızlık olur.Bu üç failli(birey,bireyin içinde bulunduğu topluluk,bireyin<br />

dışında kalan topluluk) konu belki de eşit oranda zarar ve kar sağlayarak yani<br />

varlığındaki gücüyle hemen hemen aynı etki ile bu günlere gelmiştir.<br />

Şimdiler de …<br />

Günümüz müslümanlarına baktığımızda(asla ve asla<br />

sınıflandırmak,ötekileştirmek,etiketlemek,yaftalamak amaçlı değil de durum<br />

tespitine yönelik çalışmamızda;Kim nedir?Ne yapar? sorularına cevap verip,doğru<br />

tanımlamalarda bulunmak adına);<br />

a.)Müslüman olan fakat sosyal hayatına İslam pratiğini dahil etmeyen,bir nevi<br />

pasivize özelliği açısından bu günlerde moda olan Sufiye ekolünün sadece kısmi<br />

yönlerinden beslenen,etliye sütlüye dokunmayan,konformist bir yaşamı tercih<br />

edenler,zorlama durumlarında Kelamiye‟nin akılcığını yine kısmen tercih<br />

edenler.Yine gelenekten kaynaklanan bir güdü ile Sufiye‟nin lafzi yaklaşımından<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

21


kısmen faydalananlar.Dünya ve sosyal yaşamı birinci plana alarak dini onun<br />

üzerine bina etmeye çalışanlar.<br />

b.)Müslüman olan,bu tercih içerisinde salt olarak Selef‟e bağlı kalan,aklı ikinci<br />

plana iten,günümüz tehlikeli tanımı „ılımlı İslam‟ eleştirilerini haklı çıkaran,dini<br />

sahip olduklarını kaybetme korkusu ile zarara uğratan,kendisini yenileyemediği<br />

için dini çağın dışına „farkında olmadan‟ itenler.<br />

c.)Müslüman olan,sahip olduğunun farkında olan(?) kendine göre öteki olana<br />

cevap üretme çabası içerisinde ana kaynaktan uzaklaşarak fakında olmadan<br />

heteredoks bir din anlayışı geliştiren,Kelam‟ın akılcılığından olması gerekenden<br />

fazla beslenen,dini bilgilere kısmen sahip olup dünyevi bilgilere tümden sahip<br />

olma çabası içerisinde,Mevlana‟nın „pergel metarofundan‟ gerekli öğretiyi<br />

almamış,sağlam bacağını dinin temel ritüellerine dayatmadığı halde,sahip<br />

ol(ma)dığı halde kendini sahip ilan ederek ederek bir de üstüne savunma çabası<br />

içine girenler.<br />

Şıkları çoğaltmak elbette ki mümkün,lakin üç başlıkta çok yaymadan tespitlerde<br />

bulunmak daha toparlayıcı.<br />

İlk gurupta(a şıkkı) bahsettiğimiz tercihleri çok fazla ele almayacağız,onları<br />

İslam dışı olarak kabul ettiğimiz için değil.O tercihi yapanlar yaşam içerisinde<br />

müslüman bireylerin çektiği sancılara muhatab,ortak olmadığı için ve kendileri<br />

sisteme uygun „rahat‟ çözümler getirebildiği için.Hemen belirtmekte fayda<br />

var,dönem ile popülerite kazanan ve artık tehlikeli olmaya kadar giden,insanları<br />

konuşturmayacak boyutlara ulaşan „ötekileştirme‟ yakıştırmasından burada<br />

nasiplenmek istemiyoruz.Niyet „ötekileştirmek‟ değil durum tespiti.Zaten sık sık<br />

her paragrafta değinilen niyet şerhi,yaptığını sürekli olarak açıklama çabası<br />

„ötekileştirmenin‟ yapıldığına dair eleştiriler almamak ve zehirlenmek adına<br />

yapılan bu çaba „ötekileştiriyorsun‟ ithamlarının ne denli tehlikeli olmaya<br />

başladığının kanıtı.<br />

İkinci gurupta(b şıkkı) bahsettğimiz tercihler ise günümüz müslümanları<br />

içerisinde kendi içlerindeki bölünmenin sebebi ve kendileri dışındaki<br />

guruplar(farklı dini guruplar,idelojik guruplar) tarafından yöneltilen eleştirilerin<br />

haklılık kazanmasına sebep olan gurup.Bu gurup tercihler ötekileştirme işini<br />

sadece dışarısı için değil kendi içlerindekiler için de başarabilenlerin oluşturduğu<br />

guruplardır.Ötekileştiriyorusun,yaftasına en layık olan gurup olarak ele alacağımız<br />

gurubun,temele sahip olmadaki,sahip olduğunu korumaya çalışmasındaki<br />

kullandığı „lafzi‟ olandan kurtulamama handikapı hem müslümanlara hem de<br />

İslam dinine en büyük zararı vermektedir.<br />

‟Ilımlı İslam‟ eleştirilerine bu gurubun farkında olmadan oldukça etkisi<br />

olmuştur.Zira dini genel ahlak ve kuralları içerisinde değil de kısmi olarak ele<br />

alan,bu şekli ile tebliğ yer yer teşhir yapan bu gurup mensupları İslam‟ın genel<br />

duruşundan bihaber olduğu için kendi despot duruşlarını dine<br />

yamamışlardır.Sonuç olarak kendileri geri çekilince ortada „Zalim bir Allah‟ imajı<br />

kalmıştır.Din adına davet edici Peygamber‟in sahih sünnetinden ziyade ‟sert‟ fıkıh<br />

alimlerinden beslenen,uydurma rivayetlere dayanan,cahiliyenin alasını yaşayan<br />

yine bu guruptur.İrşad‟a ihtiyacı olduğu halde,irşad yapan bu gurup oldukça<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

22


ironiktir.Genel Kuran ve Peygamber ahlakından yoksun „dini koruma siyasetini‟<br />

dinin kendi dili hatta hatta dinin bir nassı olarak kabul eden bu gurup dine<br />

dışardan gelen zararlardan daha fazla zarar vermektedir.Özellikle bu gurup<br />

içerisinde,bir yöntem olarak gelişen „Cemaat,Tarikat‟ yapılanmaları eksik bilgi ve<br />

dejenerasyon neticesinde „Cemaatiçilik,Tarikatçılık‟ halini almış,kan kaybetmeye<br />

devam etmiştir.<br />

Son gurupta (c şıkkı) ele alacağımız müslümanlar birinci gurup kadar<br />

etkisiz,ikinci gurup kadar zarar verici olmasa dahi hallerini değiştirmediği,farkında<br />

olmadı zaman ilk iki guruptan daha vehim neticelere ulaşabilir.<br />

‟Dünyevi bilgiye‟ sahip olma çabasına talipli olmada birinci sıraya yerleşeyen<br />

bunun yanı sıra bu tercihin bir sahip olduğunu koruma siyaseti olduğuna inana bu<br />

gurup,güttüğü siyasetin olumlu taraflarından faydalanır ve faydalandırır.Dialog<br />

açısından,kendini ifade etme açısından,ikinci gurubun zararını minimuma çekmek<br />

açısından başarılı olduğunu kabul etmek lazımdır.Ancak bu gurubunda faydadan<br />

zarara gitmesi „dur‟ noktasını bilmemesiyle mümkün olabilir.Yani ikinci gurubun<br />

teşhisinde değindiğimiz „dünyevi ve dini‟ bilginin eksikliğine rağmen bu gurup<br />

dünveyi bilgiye sahip dini bilgiden oldukça uzaklaşmıştır.Bu noktada uzaklaşma<br />

seviyesine „dur‟ diyemez ise ikinci guruptan çok daha zararlı olabilir.<br />

Muhatabı olduğu dünyevi bilgilere fazlaca sahip buna mukabil dini bilgiden uzak<br />

kalmış bu gurubun dünyevi bilgi içerisinde eriyip gitmesi,en yakın görünen zarar<br />

olarak öne çıkarmaktadır.Mevlana‟nın „pergel meteforu‟ öğretisi bu gurup için en<br />

toparlayıcı etkiye sahiptir.Sağlam bacağınız din üzerinde,gezebilir bacağınız<br />

dünya üzerinde ise sorun yok ama iki bacak da hareket halinde ise işte o zaman<br />

durum vahimdir.<br />

Düşünsenize Nevton fiziğine,Quantum fiziğine bilgi düzeyinde sahip,bunlar ile<br />

dine vurgu yapan müslüman bireyler Kuran ve Sünnet açısından bir o kadar eksik<br />

bilgiye sahipler.Felsefenin ve felsefecilerin(İslam Felsefecileri de dahil) etkisinde<br />

evlerinin yolunu şaşıracak kadar kendini kaybeden müslüman bireyin Kuran<br />

tanımlarına kısmen dahi sahip olmaması ya da Kuran‟ı Rasulullah‟ın yaşantısından<br />

değil de her hangi bir felsefecinin yaklaşmından çıkartmaya çalışmak ne kadar<br />

doğru?Adet olduğu üzre yine açıklayalım,dünyevi bilgiden yoksun müslüman<br />

bireyler zaten arzu ettiğimiz bireyler değil ama dünyevi bilgi içerisinde eriyip dini<br />

bilgiden uzaklaşan bireyler de en az onlar kadar arzu etmediğimiz bireyler.<br />

Mistik olanı efsunlu bulan,felsefik olanı cazibeli bulan bu tarz yaklaşımların etkisi<br />

altında dini koruyacağım çabası içerisinde dünyevi başarının peşinde<br />

koşmak,İslam olmuş birey için ne kadar gerekli?Bu biraz da kendini kaybediş<br />

değil mi?<br />

Bu bahsettğimiz gurubun her daim „moderniteye karşı ayaktayız‟ sloganları<br />

yürüdüğü yolda kaybettikleri ile susmuyor mu?Başarı nedir? sorusuna verilecek<br />

olan cevap,Özgürlük nedir?sorusuna verilecek cevap dini cevaplardan çıkıp<br />

dünyevi ve maddesel cevaplara dönüşmüş ise ipin ucu oralarda bir yerlerde<br />

kaçmıyor mu?<br />

Çoğu kez „özgürlük‟ gibi sınırlarını belirlemenin mümkün olmadığı bir çatı model<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

23


de var olmak yerine İslam vurgusunda bulunarak İslam‟ın temel ritüellerinden<br />

„hoşgörü‟ yaklaşımını çatı model alarak,ana kaynağa bağlı,ortodoks bir yapılanma<br />

içerisinden cevap üretmek ya da çözümsüzlğü ortadan kaldırmak mümkün değil<br />

mi?<br />

Neden özgürlük değil de hoşgörü?<br />

Müslüman kendini yitirmeye kelimelerin büyüsü ile başlıyor da ondan.Her<br />

oluşumun bir dili bu dile bağlı kelimeleri vardır.Dünyevi,modern,postmodern<br />

sistemlere aşina ola ola onların dillerini benimseyen birey zaman içerisinde kendi<br />

dilini kaybeder.Kullandığı dil ona sahip olmaya başlar.Çözümü hep o dilden<br />

aramaya başlar.Tüm bunların üstüne kendi dilinin yetersizliğinden(yetersiz<br />

olduğu için değil öyle belletildiği için) kaynaklanan bir kompleks, sahip olduğunu<br />

koruma çabasının yok olması,sahip ol(ma)dığına benzeme hareketini doğurmuyor<br />

mu?Özgürlüğe bu denli düşkünlük,birşeylerin normal olmadığını göstermiyor<br />

mu?Müslümanın „özgürlük‟ kelimesine yüklediği anlam ile genel kalıpların kabul<br />

ettiği „özgürlük‟ aynı şeyler mi?Aynı değiller ise „Neden hoşgörü değil de<br />

özgürlük?<br />

Öteki dünyanın kelimesi,başarı hem elde edilme şekilleri açısından hem de<br />

anlamı açısından müslüman bireyi dili,dilin kelimelerinin etkisi ve anlamı<br />

noktasında kendine çekmiyor mu?Klişe olarak müslüman bireylerin diline<br />

yerleşmiş „Müslüman Doğu dünyası neden başarısız?‟Bu soruyu ilk soran biz<br />

değiliz.Yukarıda Selefiye ekolü içerisinde saydığımız isimlerden M.Abduh ve ekolü<br />

de hemen hemen aynı soruyu sormuştur.İslam dünyası Batıya oranla neden<br />

başarısız?Cevap olarak „İslam hatalı olamaz,öyle ise hata biz de bir Kuran‟ı yanlış<br />

yorumladık diyerek dini gelenekten ayrıştırma,bidatlardan temizleme çabası içine<br />

girmişleridir.‟1800′lü yıllarda gelişen bu akım dönem için olumlu yönde etkili<br />

olmuştur ancak mesele tümden çözülmemiş,cevaplanmamış soru işaretlerine bir<br />

de kıyasa bağlı kompleksler eklenmiştir.Halen bu durumun devam etmesi<br />

İslam‟ın yanlış yorumlanmasından olduğu kadar müslümanın kendi dilindeki<br />

„başarı‟ kelimesi ile dünyevi dilin kendi dilindeki „başarı‟ kelimesinin anlamlarının<br />

farklı olmasından kaynaklanıyor.<br />

Müslümanlar kendi dilleri ile konuşup,kendi kaynaklarını cevap bulmak için<br />

kullanmadıkları dünyevi olanın kaynağını ve dilini tercih ettiği sürece hem o dil<br />

içinde kendini yitirecek hem de büyük bir kaybediş yaşayacaktır.Maalesef ki bu<br />

kaybediş eğer gerçekleşirse işte o zaman „ılımlı İslam‟ adına en büyük örneği<br />

oluşturacaklardır.<br />

Kuran ayetleri içerisinde müteşabih kabul edilen,‟hurufu mukatta‟ dediğimiz<br />

harfler vardır.Surelerin başında bulunan (Elif,Lam,Mim) bu harfler sureye<br />

girmeden önce dikkati çekmek açısından önemlidir.Manasına dair bir çok görüş<br />

vardır.Kelimleri oluşturan harflerin varlığına vurgu olması açısından da<br />

önemlilerdir.Zira harfler kelimeleri,kelimeler ise dili oluşturur.Dil ise döndükçe<br />

kalbe,yaşama yön çizer.Yukarıda üzerinde durduğumuz „yaşarken diline sahip çık‟<br />

temasının kaynağı belki de Kuran‟ın bu harflerinde gizlidir.<br />

Üzerinde durduğumuz üçüncü gurup dünyevi,öteki ve modern olana muhatab<br />

olma konusunda saydığımız guruplardan en yakın olanı ise ki öyle burada en<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

24


üyük görev üçüncü gurupta şıklandırdığımız tercihi yapanlara düşmektedir.Bir<br />

bacağı sağlam basmayı başarabilirse bu gurup tüm çözümsüzlüklerin çözümü<br />

olabileceği gibi çürük bir bacağı seçerse tüm çözümsüzlüklerin nedeni dahi<br />

olabilir.Ötekinin dilini kullanabilen bunun yanı sıra kendi dilini temel alabilen<br />

bireyler müslümanların yaşam içerisinde kaybettiklerini geri kazanmaları<br />

açısından oldukça ümit vaad ediyorlar.<br />

Selef‟in nass ve nakilinden,Kelam‟ın akılcılığından,Sufiye‟nin ilhamından yeterli<br />

ölçüde edinip „diline‟ de sahip olduktan sonra „Neyim?Kimim?‟ sorusuna verdiği<br />

yanıt doğru olacağı gibi „Nereye gidiyorsun?‟ sorusuna vereceği cevap da doğru<br />

olacaktır.<br />

Diline sahip olmak ise kullanılan kelimelere ve bu kelimelerin anlamlarına<br />

bağlıdır.O dilin kelimelerinin,harflerinin kaynağı da Kur‟an‟dır.<br />

”Elif,LAM,RA…İşte bunlar sana apaçık bir kitabın<br />

ayetleridir(harfleridir).‟(Yusuf/1)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

25


Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir? (Prof. Dr. Alâaddin BaĢar)<br />

“Madem El-Hakku Ya‟lu haktır. Neden kâfir,<br />

müslime; kuvvet hakka galibdir?” Yani, “Madem ki<br />

hak üstündür, ona üstün gelinmez. Kâfirlerin<br />

Müslümanlara, kuvvetlinin haklıya galip gelmesine ne<br />

dersiniz?”<br />

Bu sorunun cevabı dört ayrı yönüyle çok öz ama çok<br />

doyurucu olarak verilir.<br />

Önce vesileler üzerinde durulur ve bu hikmet dünyasında vesilelerin, sebeplerin<br />

çarpıştığına dikkat çekilir. Müslüman olsun kâfir olsun, her kim ulaşmak istediği<br />

sonucun ön şartlarını yerine getirir, sebeplerine vesilelerine tam riayet ederse<br />

başarı onun olacaktır. Hangi üründen hangi şartlarda hangi tekniklerle ve nasıl bir<br />

planlama ile verim alınacağı bellidir. Bu şartlara kim uyar, bu vesileleri kim yerine<br />

getirirse başarı onundur.<br />

Soruda geçen kuvvet kavramına da şöyle değinilir: “Kuvvetin bir hakkı var, bir<br />

sırr-ı hilkati var.”<br />

Başarılı olmak, düşmanınıza, yahut rakiplerinize galip gelmek istiyorsanız kuvvetli<br />

olmaya çalışmanız gerekir. Zira, kuvvetin de bir hakkı vardır. O hakkı kim elinde<br />

tutarsa galip gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Çelikle tahtayı çarpıştırırsanız<br />

tahtanın mağlup düşeceği bellidir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

26


İkinci olarak, mesele insandaki sıfatlar alemi yönünden ele alınır. Bütün güzel<br />

sıfatlar Allah kelamında zikredilmiş ve Resulullah (a.s.m.) tarafından da en güzel<br />

şekilde sergilenmiştir. Şu var ki uygulamada nefsin, şeytanın, bozuk toplum<br />

yapısının ve daha nice faktörün tesiriyle, bir Müslüman bu güzel sıfatların tümünü<br />

hayatında sergilemeyi başaramayabilir. Yine bir gayr-ı müslimde, gördüğü<br />

eğitimin ve toplum yapısının bir ürünü olarak bazı güzel sıfatlar bulunabilir.<br />

Bunlar ondaki müslim sıfatlardır. Bir iş görüleceği zaman, kalplerdeki inançlar<br />

değil, bu sıfatlar çarpışırlar.<br />

Ticaret hayatını örnek verelim: Bilgi, dürüstlük, çalışkanlık, mesai tanzimi,<br />

prensiplilik gibi sıfatlar ticaretin sonucuna doğrudan tesir ederler. Bir gayri<br />

müslim bu sıfatlara sahipse ve yine bir müslüman bu sıfatlardan mahrumsa o<br />

gayri müslimin müslümandan daha zengin olması beklenen bir sonuçtur. Burada<br />

kâfir müslümana değil, müslim sıfatlar gayri müslim sıfatlara galip gelmişlerdir.<br />

Ve sonuç, sıfatlar aleminde, yine hakkın olmuştur. Bu konu işlenirken fikrimize<br />

ufuklar açan şöyle bir tespite yer verilir:<br />

“Hem dünyada, hayatın hakkı Ģamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir<br />

cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.”<br />

Hayatın hakkı umumidir, şamildir. Yani bu noktada mümin, kâfir, insan, hayvan<br />

farkı yoktur. Kime hayat verilmişse ona rızk da verilir. Rızk; imanın ve ibadetin<br />

değil hayatın hakkıdır. Onların hakkı ahiret yurdunda ebedi saadettir.<br />

Bu ufukta düşüncelerimizi şöyle sürdürebiliriz:<br />

Allah‟ın her isminin tecellisi için farklı aynalar, ayrı zeminler söz konusudur.<br />

Bunların çoğu, kişinin inancıyla ilgili değildir. Meselâ, Rezzak isminin tecellisinden<br />

daha fazla nasip almak isteyen bir çiftçi bunun için gerekli şartları yerine<br />

getirdiğinde tarlasına daha fazla mahsul verilir. Burada kişinin inancına bakılmaz.<br />

Yine, Şafi isminin kendisinde tecelli etmesini isteyen birisi, hastalığına faydalı ilacı<br />

kullanır.<br />

Onun şifa bulmasında da inancına bakılmaz. Çünkü kişi bu ismin tecellisini<br />

istemeyi bilmiştir ve bunun karşılığı olarak kendisine şifa ihsan edilmiştir. Bu yola<br />

girmeyen bir insan, kâmil bir mümin de olsa, şifaya kavuşmayabilir.<br />

Buna göre bir Müslüman dünya hayatında İlâhî isimlerin feyzinden faydalanmayı<br />

diliyorsa, o tecellilere layık bir ayna olma yolunu tutmalıdır. Bunu yapmazsa<br />

sonuç alamaz. Ama aynı mümin ibadet, salih amel ve ihlas şartlarını yerine<br />

getirmekle ahiret yurdundaki İlâhî lütuflara talip olmuş olur.<br />

Bu şartları yerine getirmeyen bir insan da dünyada ne kadar başarılı olursa olsun,<br />

cennetten nasip alamaz.<br />

Aynı parçada konunun bir üçüncü boyutuna da dikkat çekilir:<br />

Allah‟ın iki ayrı kanunlar manzumesi olduğu nazara verilir. Bunlardan birisi<br />

insanın iradî fiillerini nizam altına alan Kur‟an hükümleridir. Diğeri ise kâinatın ve<br />

içindeki eşyanın nizamını sağlayan kanunlardır. Birincisi bildiğimiz şeriattır.<br />

İkincisine de şeriat-ı tekvini deniliyor. Tabiat kanunları bu ikinci şeriattandır.<br />

Kur‟an hükümlerine itaat ve isyan edenlerin mükafat ve cezalarını ekseriyetle<br />

ahirette görecekleri, tekvini şeriata uyanların yahut uymayanların ise büyük<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

27


çoğunlukla karşılıklarını bu dünyada görecekleri ifade edilir. Buna göre tekvini<br />

şeriata uymayan bir mümin cezasını başarısızlık, sefalet, perişanlık olarak bu<br />

dünyada çeker. Bu kanunlara uyan bir gayr-ı müslim ise İlâhî iradeye bilmeyerek<br />

de olsa uygun hareket etmesinin mükafatını bu dünyada görür.<br />

Bu üç madde başarının yahut başarısızlığın telem sebepleridir. Ve olayların çok<br />

büyük çoğunluğu bu maddelerin biriyle yahut bir kaçıyla açıklanır. Şu var ki,<br />

bazen bütün şartları yerine getirdiğiniz halde mağlup düşebilirsiniz. Burada İlâhî<br />

takdirin gizli bir rahmet hikmet cihetini aramakla mükellefiz. İşte cevabın<br />

dördüncü bölümünde bu noktaya işaret edilir; konunun kader ve İlâhî irade<br />

yönüne dikkat çekilir.<br />

Dördüncü maddede, batılın kısa süreli de olsa bazen hakka galip gelmesinin,<br />

hakkın inkişafına yardım ettiği, onu daha da güçlendirdiği, parlattığı nazara<br />

verilir.<br />

Bu maddenin Ģu noktadan önemi büyüktür:<br />

Bir hadisi-i şerifte “Belaların çoğu peygamberlere, sonra derecesine göre Allah‟ın<br />

diğer sevgili kullarına gelir.” buyrulur. Peygamberlerin çoğunun ümmetlerinden,<br />

hakaret görmeleri, ülkelerinden kovulmaları, işkencelere tabi tutulmaları Rabbanî<br />

bir sır İlahî bir hikmettir. Onların çektikleri sıkıntılar, Nur Müellifinin ifadesiyle<br />

birer menfi ibadettir.<br />

Sabır esasına dayanan, tevekkül ve rıza esasına dayanan ama katlanılması<br />

oldukça zor olan bu ibadetin mükafatı da aynı ölçüde büyüktür. Bu sıkıntılarla<br />

başta peygamberler olmak üzere Allah‟ın sevgili kulları hem manen terakki<br />

ederler, hem de çoğu zaman bunun karşılığı olarak hak davaları geç de olsa<br />

insanların kalplerinde yer tutar. Onlara zulmedenler kabirlerinde azap<br />

çekerlerken, onların ümmetleri yeryüzünde hakkı yaşar ve yaşatırlar.<br />

Bir bitkinin gelişmesinde gecenin ve gündüzün ayrı faydaları olduğu gibi insan<br />

ruhunun inkişafında da celal ve cemal tecellilerinin, tesirleri öyledir.<br />

Bu bir İlâhî hikmettir. Ve Hak dostlarına, bu sır ile gelen bela ve musibetlerin ilk<br />

üç maddeyle bir ilgilisi yoktur.<br />

Konuyla Ġlgili Okuma Parçası:<br />

BĠZĠ GERĠ BIRAKAN ĠSLAM MI?<br />

Bir zamanlar sıkça gündeme taşınan şimdi de yer yer nükseden bir hastalık var:<br />

Dinin, terakkiye mani olduğunu sanmak ve Hıristiyan ülkelerden geri oluşumuzun<br />

sebebini İslâm dininde aramak.<br />

Bu iddiaya cevap vermeden önce bazı noktalara işaret etmek isteriz.<br />

Birinci nokta:<br />

İslâm dini ilk zuhur ettiği dönemde Müslümanlar bir süre müşriklerin baskılarına,<br />

zulümlerine maruz kalmışlar, daha sonra devlet haline gelmiş ve bir asır öncesine<br />

kadar sürekli ilerlemişlerdir. Asr-ı saadetin bir iman, ahlak, fazilet,adalet ve huzur<br />

asrı olması bunun ilk delilidir. Daha sonra Endülüs Emevî devletinin Avrupa‟ya<br />

ilimde önder olması, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının hem ilim hem de<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

28


sanatta yükseldikleri şahikalar bu tür iddialarla örtülecek, saklanacak cinsten<br />

değildir.<br />

Burada İslâm ve Müslüman kavramlarını birbirinden ayırma gereği ortaya çıkıyor.<br />

İlerleyen de Müslümanlardır, gerileyen de. İslâm ne ise odur.<br />

“Bugün sizin dininizi ikmal ettim (kemale erdirdim). Üzerinize nimetimi<br />

tamamladım. Ve sizin için din olarak Ġslâm‟ı beğendim. (Ġslâm‟a razı<br />

oldum.)” ( Mâide Sûresi, 3)<br />

O zaman şu sorunun cevabını aramak gerekiyor: İmparatorluklar kurduğumuz<br />

dönemlerde mi İslam‟a daha çok bağlıydık, geri kaldığımız dönemlerde mi?<br />

Bir diğer nokta:<br />

Geri kalışımızın sebebi olarak İslâm‟ı gösterenlerin, Müslümanları bir tarafa<br />

bırakıp İslâm üzerinde konuşmaları ve “Kur‟anın şu hükümleri, Resulullahın şu<br />

hadisleri terakkiye manidir.” diye yola çıkmaları ve delillerini ortaya koymaları<br />

lazım gelir.<br />

Meselâ, yalanı, zulmü, içkiyi, kumarı, zinayı, stokçuluğu, faizi, gıybeti, ırkçılığı<br />

kısacası her türlü kötülüğü yasaklamanın terakkiye engel olduğunu ispat etmeleri<br />

gerekir.<br />

Üçüncü nokta:<br />

Hıristiyanların bizden ileri olmalarını İslâm‟a hamledenlere bir vazife daha<br />

düşüyor. O da, bu günkü teknolojinin, maddî kalkınmanın esaslarını İncil‟de<br />

arayıp bulmak ve “Biz bunlardan yoksun olduğumuz için geri kaldık.” diye bir<br />

gerekçe ile ortaya çıkmak. Bunu yapmaları mümkün değil. Zira İncil‟de ne iktisadi<br />

hayata ne de devlet yönetimine dair bir tek ayet mevcut değil.<br />

Son bir noktaya da işaret edip cevabına geçelim:<br />

Bu iddiayı ortaya atanların, dünün çalışkan, cevval, hamiyetli, dürüst, vatansever<br />

insanını, bugünün hak hukuk tanımaz, soygunculuğu hüner sayan, şehvet<br />

düşkünü, her şeyi nefsine feda eden, egoist insanı haline getiren eğitim düzeninin<br />

İslâm‟dan kaynaklandığını da ispat etmeleri gerekir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

29


Kur‟an, Hadisler ve Ġslami Çoğulculuk (Mustafa Akyol)<br />

Son günlerde sitenin yorum bölümlerinde<br />

hadislerin İslam‟daki yeri ve hadis literatürünün<br />

güvenilirliği hakkında bir tartışma sürüyor. Bazı<br />

okurlar hadislere karşı kuşkucu ve hatta reddiyeci<br />

yaklaşırken, diğerleri bu yaklaşımı eleştiriyor ve<br />

farklı ölçülerde de olsa hadis literatürünü<br />

savunuyorlar.<br />

Bu konudaki bazı görüşlerimi ifade etmekte yarar<br />

görüyorum. Bunların birincisi ve belki de en<br />

önemli olanı ise, İslami çoğulculuğun önemi. Bir<br />

başka deyişle birbirinden farklı İslam yorumları<br />

olabileceğinin baştan kabul edilmesinin ehemmiyeti.<br />

Farklı İslam yorumları, İslam‟ın ilk dönemlerinden beri var oldu. Ümmet içinde ilk<br />

başta siyasi nedenlerle başlayan ayrılıklar, zamanla farklı mezhepleri doğurdu.<br />

Sünni-Şii ayrımı böyle ortaya çıktı. Öte yandan vahiy-akıl ilişkisi, kaderin<br />

mahiyeti, hadislerin rolü gibi pek çok konuda farklı görüşler gelişti. Bunlar<br />

arasında kimi zaman sağlıklı tartışmalar, kimi zaman kanlı kavgalar yaşandı. İlk<br />

bir kaç yüzyıldan sonra klasik mezhepler şekillendi, Sünni fıkhı İmam Şafi‟nin<br />

kurduğu sistematik üzerine oturdu. Şiiler ise İmam Cafer‟in metodolojisini<br />

izlediler.<br />

Geçtiğimiz iki yüzyılda ise temel kaynakların (Kur‟an ve hadislerin) yeniden<br />

okunması ve yorumlanmasını savunan reformist görüşler gelişti. İslam‟ın ikinci<br />

veya üçüncü yüzyılında formüle edilmiş mezheplerin çağın ihtiyacını<br />

karşılamadığını, dahası pek çok geleneğin din zannedilerek korunduğunu savunan<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

30


söz konusu reformist Müslümanlar, geleneği eleştirmekte ortak bir nokta bulsalar<br />

da, birbirinden çok farklı alternatifler önerdiler.<br />

Sonuçta bugün İslam dünyasında çok farklı din anlayışları varlığını sürdürüyor.<br />

Klasik mezheplerin arasındaki farkların yanında, ayet ve hadislerin yeni<br />

yorumlarına ihtiyaç olduğunu savunan “modernistler”, “tek kaynak Kur‟an‟dır”<br />

diyen redd-i hadisçiler, ya da Kur‟an dahil tüm kaynakların belirli ölçüde “tarihsel”<br />

olduğunu savunanlar var. Bu farklı akımların içinde de farklı görüşler yer alıyor.<br />

“Tek kaynak Kur‟an‟dır” diyenlerin arasında, örneğin, namazın vakitleri, hatta<br />

şekli bir namazın varlığı konusunda bile ihtilaf var. Müslümanlar arasındaki dini<br />

olmayan ayrımlar - dil, kültür, siyasi görüş veya yaşam biçimi farkları - da<br />

cabası.<br />

Bu tablo karşısında da pek çok Müslüman, “nasıl olup da ortak bir zemin<br />

bulacağız, tek bir anlayışta uzlaşacağız” diye soruyor. Bu sorunun cevabını da,<br />

bazıları, “herkes benim anlayışımı kabul ederse doğru yolda birleşmiş oluruz”<br />

diye veriyor. Yani kendi İslam anlayışının tek doğru İslam anlayışı olduğuna emin<br />

bir şekilde, diğerlerini bu “doğru yol”a davet ediyor. Bu görüşe sahip olan bazı<br />

Müslümanların iyice ileri giderek diğer Müslümanları sapmışlıkla suçladığı, hatta<br />

tekfir ettiğini (”kafir” saydığını) biliyoruz. Tarihteki Harici vahşeti ve çağımızda<br />

gördüğümüz Vahhabi taassubu - ve en son Irak‟ta yaşanan Müslümanlar içi savaş<br />

ve terör - bu tekfirci anlayışın ne kadar tehlikeli sonuçlar verebileceğinin önemli<br />

ve acı göstergeleri.<br />

Kısacası, denebilir ki, tüm Müslümanları tek bir “doğru İslam anlayışı” üzerinde<br />

birleşmeye zorlamak, aslında onları daha fazla bölüyor, aralarındaki gerilimi daha<br />

da artırıyor.<br />

Peki çözüm ne?<br />

Bir Müslüman olarak benim buna cevabım, İslami çoğulculuktur. Müslümanlar,<br />

ancak, İslam‟ın farklı yorumları olabileceğini, kendileri bunlardan birine mensup<br />

olsalar da, diğerlerine hoşgörüyle bakmaları gerektiğini kabul ederlerse<br />

uzlaşabilirler. Bunu yaparlarsa, Frenklerin dediği gibi “anlaşmamakta anlaşabilir”<br />

ve Sufi‟lerin dediği gibi “çoklukta birlik” sağlayabilirler.<br />

Tevhid‟de UzlaĢmak<br />

Sözkonusu çoğulculuk anlayışı, sadece pragmatik bir çözüm değildir; doğrudan<br />

Kur‟an‟dan kaynak bulmaktadır.<br />

Kur‟an vahyolunurken elbette tek bir doğru İslam anlayışı vardı: Peygamberin<br />

(s.a.v.) uyguladığı ve öğrettiği İslam. Ayetler de inananları peygambere itaate<br />

çağırıyordu. Ancak o dönemde geçerli olan “Resul‟e itaat” ve onun emri altında<br />

birlik olma yönündeki ayetlerin, sonraki dönemde bire-bir uygulanması<br />

imkansızlaştı; çünkü Resul artık yoktu ve “bugün olsa ne yapardı” sorusuna<br />

verilen cevaplar çok farklıydı. Bugün de hala öyle.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

31


İşte, bu resul-sonrası durumda ne yapılması gerektiği sorusuna, Kur‟an‟ın daha<br />

önceki İlahi dinlerin mensupları (yani “Kitab Ehli”; Yahudiler ve Hıristiyanlar)<br />

hakkındaki ayetleri yol gösterici olabilir. Bu ayetlerden özellikle biri çok<br />

önemlidir; çünkü Müslümanlara Kitap Ehli ile tek bir ilke - Allah‟ın varlığı ve birliği<br />

ilkesi - üzerinde uzlaşmayı emretmektedir:<br />

De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye<br />

(tevhide) gelin. Allah‟tan başkasına kulluk etmeyelim, O‟na hiç bir şeyi ortak<br />

koşmayalım ve Allah‟ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler<br />

edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten<br />

müslümanlarız.” (Ali İmran, 64)<br />

Dikkat edilirse ayet Kitap Ehli‟ni (Yahudi ve Hıristiyanları) Müslüman olmaya<br />

değil, sadece Allah‟ın varlığını ve birliğini kabul edip bu temel üzerine<br />

Müslümanlarla uzlaşmaya çağırmaktadır. (Buradan hareketle, bir insanın<br />

kurtuluşu için Kur‟an‟a tabiyetinin zorunlu olmadığı sonucu çıkarılabilir. Nitekim<br />

bir ayette farklı dinler içinde her kim “Allah‟a ve ahiret gününe iman eder ve salih<br />

amellerde bulunursa” kurtuluşa ereceği bildirilmekte [Bakara, 62]; bir diğer<br />

ayette ise “İncil sahipleri Allah‟ın onda indirdikleriyle hükmetsinler” denmektedir.<br />

[Maide, 47] Kur‟an‟ın Hıristiyanları terk etmeye çağırdığı şey, İncil değil, Teslis<br />

[Üçleme] doktrinidir.*)<br />

Burada önemli olan nokta, Kur‟an‟a göre, dinler arasında aranması gereken tek<br />

dini uzlaşma zemininin Allah‟ın varlığını ve birliğini tasdik oluşudur.<br />

Bu durumda, Kur‟an‟ın Allah‟ın vahyi olduğunda ittifak eden - Bediüzzaman Said<br />

Nursi‟nin ifadesiyle ” peygamberi bir, dini bir, kıblesi bir, kitabı bir” olan -<br />

Müslümanlar da pek ala “ortak bir kelime” olan tevhidde uzlaşabilirler. Bu kritik<br />

konuda anlaşırken, anlaşamadıkları konuları da Allah‟ın “dönüşünüz yalnızca<br />

Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim”<br />

(Ali İmran, 56) hükmüne dayanarak ahirete havale edebilirler. Allah‟ın farklı<br />

ümmetler için uygun gördüğü çoğulculuğu ve “hayırlarda yarışma” ilkesini İslam<br />

ümmeti içinde de hayata geçirebilirler, aşağıdaki ayette emredildiği gibi:<br />

“… Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi,<br />

sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık<br />

hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah‟adır. Hakkında anlaşmazlığa<br />

düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.” (Maide, 48)<br />

Hadis EleĢtirisi<br />

Sözkonusu çoğulculuk ilkesinin Müslümanlar arası çatışmaların ve gerilimlerin<br />

aşılması için çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Ancak bu çoğulculuk,<br />

Müslümanların kendi İslam anlayışlarını savunmamaları, din hakkındaki yorum ve<br />

görüşlerini ifade etmemeleri gerektiği anlamına gelmiyor elbette. Aksine, bunun<br />

yapılması gerek.<br />

Bu nedenle ben de sitenin yorum bölümünde süregiden “hadis tartışması”<br />

hakkında görüşlerimi ifade edeyim. Elbette dini bir otorite hatta bir ilahiyatçı dahi<br />

değilim, ama İslami literatürü incelemekten oluşmuş bir kanaatim var. Bu<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

32


kanaatimi de iki cümleyle açıkça ifade edeyim: Bence Kur‟an‟ı doğru anlamak ve<br />

tefsir etmek için hadislere ihtiyacımız vardır. Ancak mevcut hadis literatürünün<br />

yeniden ve eleştirel bir gözle ele alınması, bu yapılırken de Kur‟an‟a uygunluğun<br />

temel kriter olarak belirlenmesi gerekir.<br />

Önce neden hadis literatürünün yeniden incelenmesi gerektiğini düşündüğümü<br />

açıklayayım: “Kütüb-ü Sitte” olarak da bilinen 6 temel hadis külliyatının tümüyle<br />

“sahih” olduğuna geleneksel bir anlayış olsa da, bu kitapları inceleyen ve Kur‟an‟a<br />

göre tartan her objektif yorumcu, bu külliyat içindeki bazı hadisleri kabul etmekte<br />

zorlanır. Öte yandan bazı hadisler de çağımızda ulaştığımız bilim ve kültür düzeyi<br />

açısından rahatsız edici durmaktadır. Zaten İslam‟a karşı propaganda yürüten<br />

anti-İslami kalemler de (İlhan Arsel, Turan Dursun vs.) en geniş malzemeyi hadis<br />

literatüründen derlemişlerdir.<br />

Peki söz konusu “rahatsız edici hadisler”, aslında Peygamberimizin sözleri ve<br />

eylemlerinin çarpıtılması, yanlış anlaşılması, nesilden nesile bozulmaya uğraması<br />

veya doğrudan uydurma sözlerin ona atfedilmesi yoluyla ortaya çıkmış olamazlar<br />

mı? Kritik soru budur. Elimizdeki hadis kaynakları peygamberin vefatından<br />

yaklaşık iki yüzyıl sonra yazıldığına göre, bu pekala mümkündür. Buna karşı<br />

çıkan geleneksel anlayış, hadis külliyatını toplayan İmam Buhari, İmam Müslim<br />

gibi “muhaddislerin” ne kadar titiz ve ihlaslı olduğuna vurgu yaparlar. Ancak söz<br />

konusu muhaddislerin ihlasına ve titizliğine saygı duymakla birlikte, yanılmış<br />

olabileceklerini düşünmek de mümkündür. Sonuçta din, insanların iyi niyetlerine<br />

değil, doğruluğundan kuşku duyulmayacak İlahi vahye dayanır.<br />

Bir Müslüman olarak doğruluğundan kuşku duymadığımız tek kaynak Kur‟an<br />

olduğuna göre de, hadisleri, temel kriteri “Kur‟an‟a uygunluk” olan yeni bir eleme<br />

ve düzenlemeden geçirmekte yarar vardır. Hadis uzmanı ilahiyatçı Prof. Hayri<br />

Kırbaşoğlu‟nun bu yöndeki görüşlerini önemli ve değerli buluyorum. (Prof.<br />

Kırbaşoğlu, geçmişte hadislere hep “ravi zinciri” açısından bakıldığını, “metin”<br />

yönünün ihmal edildiğini, oysa asıl bakılması gerekenin metin olduğunu<br />

savunmaktadır.)<br />

Hadis Savunması<br />

Üstteki yorumlar üzerine “madem hadis literatürü sorunlu, bu literatüre neden<br />

gerek var, sadece Kur‟an‟ı dikkate alalım” denebilir. Zaten denmektedir de. Bazı<br />

Müslümanlar, sadece Kur‟an‟ı temel alıp hadisleri ve genel olarak sünneti<br />

tamamen terk etmeyi savunmaktadırlar. Bu anlayışı savunanların bir kısmı,<br />

hadislerin ortaya çıkışını adeta İslam‟a karşı bir komplo olarak görmekte ve<br />

muhaddisleri ağır şekilde suçlamaktadırlar da.<br />

Bu yaklaşıma da katılmadığımı belirtmeliyim. Çünkü başta belirttiğim gibi,<br />

Kur‟an‟ı doğru anlamak için hadis literatürüne ve genel olarak sünnete ihtiyacımız<br />

olduğu kanaatindeyim. Bunun nedeni de, kanımca, bizzat Kur‟an‟ın içeriğinin<br />

bunu gerekli kılmasıdır.<br />

Her şeyden önce şunu belirtmek lazım: Bize Kur‟an‟ı ulaştıran kaynak, İslami<br />

geleneğin kendisidir. Kur‟an‟ın nasıl vahyolunduğunu, nasıl toplandığını ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

33


çoğaltıldığını, hadisler, siret ve İslami geleneğin diğer kaynaklarından<br />

öğreniyoruz. Hiç bir geleneği kabul etmeyen bir anlayış, Kur‟an‟ın bize nasıl<br />

ulaştığını da açıklamakta zorlanacaktır.<br />

Dahası “sadece Kur‟an” görüşünü savunan Müslümanlar, Kur‟an ayetlerinin kendi<br />

başına anlaşılır olduğunda ısrar etseler de, dikkatli bir okuma, Kur‟an‟daki bazı<br />

ayetleri anlamak için o ayetlerin indiği ortama (sebeb-i nuzüle) ve ayetin<br />

peygamber tarafından nasıl yorumlanıp uygulandığına (sünnete) da bakmak<br />

gerektiğini gösterir. Sözgelimi Nur Suresi‟nin 11-18. ayetlerinde “uydurulmuş bir<br />

yalanla gelenler”den söz edilir ve cinsel içerikli bir iftiraya itibar eden<br />

Müslümanlar eleştirilir. Eğer “sadece Kur‟an” ilkesini kabul edersek, burada sözü<br />

edilen iftiranın ne olduğunu bilme şansımız yoktur. Oysa Kur‟an vahyedildiğinde<br />

sahabe bu iftiranın ne olduğunu biliyordu ve böylece ayetlerde uyarılan hatanın<br />

ne olduğunu açık bir şekilde kavramıştı. Ama biz orada değiliz, ayetin nasıl bir<br />

ortamda vahyolunduğunu, hangi olaydan bahsettiğini görmüyor, nasıl<br />

uygulandığına şahit olmuyoruz. Aradaki “bilgi boşluğu”nu kapatabilmenin - ki bu<br />

tam olarak mümkün değildir - tek yolu, hadis ve siret (peygamberin hayatı) gibi<br />

kaynakların bize ulaştırdığı sünnete müraacat etmektir.<br />

Bu “bilgi boşluğu”na pek çok örnek verilebilir. “Hani siz vadinin yakın kenarında,<br />

onlar uzak yamacındaydılar; kervan ise sizden daha aşağıdaydı, eğer<br />

sözleşseydiniz, kaçınılmaz olarak sözleşme yeri hakkında anlaşmazlığa<br />

düşerdiniz” (Enfal, 42) ayetini daha iyi anlayabilmek için, sözü edilen olayın nasıl<br />

cereyan ettiğini, kast edilen vadinin ve kervanın ne olduğunu da bilmek gerekir.<br />

Bunu bize öğreten, “Bedir Savaşı” diye bir olay yaşandığını anlatan kaynak,<br />

hadisler ve sirettir. Veya “Mescid-i Haram yanında kendileriyle anlaştıklarınız”<br />

(Tevbe, 7) dendiğinde, kiminle yapılmış nasıl bir anlaşmadan söz edildiğini<br />

anlamak için de yine hadislere ve sirete bakmak zorunludur. “Ebu Leheb”in kim<br />

olduğunu, namaz kılma fiilinin nasıl gerçekleştirileceğini, tavafın nasıl<br />

yapılacağını, haram ayların hangileri olduğunu ve daha pek çok detayı anlamak<br />

için de, hem sünneti hem de o dönemde Arabistan‟da egemen olan kültürü<br />

bilmek gerekir; bunu bize aktaran en zengin kaynak da yine hadisler ve sirettir.<br />

Hemen şunu da belirteyim: Kur‟an hükümlerini anlamak için o hükmün hangi<br />

olay üzerine indiğini (yani sebeb-i nuzülünü) anlamak, hükmü o olayla sınırlamak<br />

anlamına gelmez. Aksine, hükümler evrenseldir. Zaten İslam geleneğinde bu<br />

konuda bir konsensüs vardır. Ancak bu evrenselliği doğru uygulamak için, sadece<br />

ayetin lafzına değil, aynı zamanda ardındaki İlahi maksada da dikkat etmek<br />

gerekir ki, bu ikincisini anlayabilmek için ayetin indiği ortamın şartlarını bilmek<br />

zorunludur.<br />

Bu yapılmadığında, yani ayetler esbab-ı nuzül ve sünnet bağlamından koparılıp<br />

“serbestçe” kullanıldığında - ki “sadece Kur‟an” yaklaşımı bunu savunmaktadır -<br />

ayetlerin insani maksatlara göre suistimal edilmesi tehlikesi doğar. Özellikle<br />

çağımızda bu suistimalin pek çok örneğini görmekteyiz. Kendince “İslam devrimi”<br />

yapmaya karar veren bir militan “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp<br />

devrileceklerini pek yakında bileceklerdir” ayetini (Şuara, 227) bir slogan gibi<br />

kullanmakta; kendisinden farklı düşünen bir Müslümana öfkelenen bir başkası,<br />

ona karşı “münafık” ayetlerini yöneltebilmektedir. İslam adına terör uygulayan<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

34


silahlı grupların da Kur‟an‟daki savaş ayetlerini gelişigüzel kullanıp suistimal<br />

ettiklerini görmekteyiz.<br />

Dolayısıyla “sadece Kur‟an” yaklaşımını, bizzat Kur‟an‟ın doğru anlaşılmasına<br />

engel olabileceğinden endişe ettiğim için, problemli buluyorum.<br />

Bu yaklaşımın problemli oluşu ise, hadislerin problemsiz olduğu anlamına<br />

gelmemektedir elbette. Başta bunu belirttim.<br />

Tüm bunlardan vardığım sonuç ise, ortada çok kolay ve basit bir reçete<br />

olmadığıdır. Aslında sorun, bizim 14 asır önce vahyolunmuş ve uygulanmış olan<br />

İlahi kitabı, 14 asır sonra yeniden anlamaya çalışmamızdadır. Bu, tabiatı gereği,<br />

zor bir iştir; hassas ve temkinli davranmayı gerektirir. Bu iş için hem ciddi bir<br />

bilgi birikimi hem de samimiyet ve tevazu gerekmektedir.<br />

Son belirttiğim husus, bizi ilk başta belirttiğim konuya döndürür: İslam<br />

anlayışımızın mutlak doğru olduğundan emin olamayız. Bu yüzden kendimize her<br />

zaman bir hata payı bırakmamız, farklı düşünen Müslümanlara da hoşgörüyle<br />

bakmamız gerekmektedir. Hiç unutmamız gereken ilke, İslami gelenekte gayet<br />

doğru bir biçimde ifade edilmiştir aslında: En doğrusunu Allah bilir.<br />

* Zaten Teslis, İncil dışı bir doktrindir. Dört İncil‟in Kur‟an‟daki tevhid inancına<br />

uygun bir okunuşu mümkündür. Teslis‟i kabul etmeyen “Ariyanizm” (tarihsel) ve<br />

“Üniteryanizm” (modern) gibi Hıristiyan mezhepleri bunun kanıtıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

35


Türkiye‟de derin din 1 (Ġhsan Eliaçık)<br />

Devletin derini oluyor da dinin derini neden<br />

olmasın?<br />

Madem derin devlet var, bir de “derin din” var.<br />

Önce iki anekdot:<br />

1- Havuzlu bir cami… Ramazan ayının ilk<br />

haftasında mahalleli yurdum insanı havuza hücum<br />

ediyor. … Eşarbını, saçından bir tutam kakülü<br />

görünecek şekilde ve “çene altından”<br />

düğmeleyerek bağlayan ilkokul mezunu veya terk yüzlerce kadın… Telaşla<br />

havuzdan kaplarına su dolduruyorlar. Çocuğu olmayanlar, hamileler veya yeni<br />

doğmuş çocuklar bu “zemzem” suyundan içerlerse hasta olmazlarmış… “Hz. Hızır”<br />

zemzemi Kabe‟den caminin içine getirmiş… Spiker caminin hocasıyla söyleşi<br />

yapıyor havuzun başında. Geride kadınlar ne spikere, ne kameraya, ne de<br />

hocanın dediklerine dönüp bakmıyorlar bile. Caminin hocası bu havuzun<br />

“şebekeden” gelen suyla yapıldığını; dertlere deva, hastalıklara şifa, kısırlığa veda<br />

durumlarının olmadığını anlatıyor ha anlatıyor… Spiker “Bunları vatandaşlara<br />

söylemiyor musunuz?” diye soruyor. “Bakın dinleyin anlatılanları” diyor kadınlara<br />

bir yandan da ama nafile; hiçbiri dönüp bakmıyor! Hoca gayet dertli: “Kızım<br />

dinlemezler boşuna uğraşma. Ben neler yapım neler. Yazılar yazdım<br />

bak (Duvarda „Dikkat! Şebeke suyudur‟ yazıyor), topladım konuşmalar yaptım,<br />

ayet okudum, hadis okudum, ı ıhh fayda etmiyor. Bak görüyorsun doldurup<br />

doldurup gidiyorlar, başka bir dünyada onlar…”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

36


2- Almanya‟da “Türkler‟de din” üzerine gurbetçi çocukları üzerine bir araştırma<br />

yapılmış. “En son neyinizden vazgeçmezsiniz?” diye sorulmuş. Sonuç çok ilginç:<br />

İçki içebileceklerini, kumar oynayabileceklerini, bara, diskoya gidebileceklerini,<br />

çapkınlık, hovardalık edebileceklerini, Alman biri ile evlenebileceklerini, Hristıyan<br />

olabileceklerini, hatta Türklükten çıkıp Alman bile olabilecekleri söylemişler ama<br />

bir şey var ki asla: domuz eti yemeyiz!<br />

***<br />

“Eşarbını, saçından bir tutam kakülü göstererek ve “çene altından” bağlayan<br />

İlkokul mezunu veya terk yüzlerce kadın…”<br />

Nazım Hikmet‟in tarifiyle:<br />

“başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi<br />

korkunç ve mübarek elleri<br />

ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle<br />

anamız, avradımız, yarimiz<br />

ve soframızdaki yeri<br />

öküzümüzden sonra gelen<br />

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan<br />

kadınlar,<br />

bizim kadınlarımız…”<br />

“İçki içeriz, bara, diskoya gideriz, din bile değiştiririz ama domuz eti asla” diyen o<br />

çocukları yetiştirenler de onlar… Feleğin binbir çemberinden geçmiş bir bilmişlikle<br />

“Türk erkeğinin atına (arabasına), silahına, içkisine, kumarına ve çapkınlığına ses<br />

etmeyeceksin, bileceksin fakat bilmemezlikten geleceksin” diyen, “mutlu yuva”<br />

çözümünü böyle bulan o “bilge” (!) kadınlarımız…<br />

Şeyhler, hurafeci hocalar, cinci mollalar, seydalar, muskacılar, üfürükçüler,<br />

şifreciler hep bunlardan güç alıyor, bunlar sayesinde meşhur oluyor…<br />

Çünkü toplumumuzun en “savunmasız” kesimi bunlar ve gayet donanımsızlar.<br />

Sulu bir göz, uzaklara bakan bir eda ve genizden gelen “mistik bir telkin” ile<br />

hemen etki altına girebilecek durumdalar.<br />

Kimse boşuna efelenmesin; diniyle, devletiyle “Derin Türkiye‟nin” arkasında bu<br />

kadınlar var. Öyle ya her başarılı (!) din-u mubin hizmetinin arkasında bir<br />

kadın(lar) vardır!<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

37


Bunlar Türkiye‟deki “derin din”in taşıyıcıları, yıkılmaz kaleleri…<br />

***<br />

Türkçe‟de “derin” has mı has eski Türkçe sözcüklerden. Farsça‟dan mı Türkçe‟ye<br />

geçmiş, Türkçe‟den mi Farsça‟ya geçmiş tam belli değil. Eski Türkçe‟de (11. yy)<br />

“terin” şeklinde geçiyor.<br />

“Ter” Farsça‟daki “der” ile aynı anlamda; -de, iç, içinde, içeri manası veren bir<br />

edat. Ender şeklinde de söyleniyor. Avesta dilinde (eski Farsça) a(n)ter, Hind-<br />

Avrupa dil kökünde ise en-ter olarak okunuyormuş. İngilizce‟deki iç, içeri, giriş<br />

anlamına gelen “enter” de bu kökten.<br />

Demek ki her şeyin bir içi, içerisi; -desi, teri, enteri var. İngilizce bir sitede<br />

“enter”i tıkladığınızda nasıl içe, içeriye, daha derine giriyorsanız, görünen devletin<br />

veya görünen dinin derinine de böyle girebilirsiniz. Görünenle yetinmemelisiniz.<br />

Yunus‟un dediği gibi insan bile böyledir; “Bir Ben var Ben‟den içeru…”<br />

Demek ki bir de din var dinden içeru…<br />

“Enter” yapıp girelim bakalım neymiş bu dinden içeru din; derin din…<br />

***<br />

Turan illerinde (Türk kavimlerinde) ikibin yıldır değişmeyen bir Tanrı ve din<br />

anlayışı var. Öyleki sonraki dinler sadece bir görüngü değişimi oluyor. Yeni kabul<br />

edilen din ikibin yıldır değişmeyen ve dipten akan “derin dinin” kalıbına<br />

dökülüyor, yeniden biçim (form) alıyor. Bu manada “Türkler iman etmez din<br />

değiştirir” sözü ipucu olabilir.<br />

Hemen anlaşılabileceği gibi bu derin din Şamanizmdir.<br />

Şöyle ki: 1- Türkler ikibin yıldır Mavi Göğün Tanrısı‟na (Uluğ Tengri) iman<br />

ederler. 2- Şaman (aracı, ruhlarla ilişki kuran, cinci) olmadan yapamazlar. 3-<br />

Atalar kültü (mezar, türbe, yatır, kutsal yer, gün ve geceler) esastır. 4- Kurban<br />

(ritüeller) dinin direğidir ve 5- Domuz lanetli hayvandır.<br />

İşte “derin din” bu beş esas üzerinden akar ve iki bin yıldır hiç değişmez. Hangi<br />

din olursa olsun eğer Türklerin dini olmak istiyorsa bu kalıba girmek zorundadır.<br />

Aksi halde Turan illerinde yaşayamaz.<br />

Bunlara daha da yakından bakalım (enter yapalım):<br />

1- GÖK TANRI: Sibirya‟dan Akdeniz‟e kadar Avrasya coğrafyasının iki bin yıldır<br />

değişmeyen tanrısı “Mavi Gök” anlamına da gelen Kök Tengri‟dir. Ne Hristiyanlık,<br />

ne Musevilik, ne Maniheizm, ne Budizm ne de Müslümanlık bu ismi<br />

değiştirememiştir. Bu coğrafyada din değiştiren halkların hangi dine girerse girsin<br />

Tengri (Tanrı) ismini değiştirmediklerini görüyoruz. Moğol ve Kalmuklarda Tengri,<br />

Buryatlarda Tengeri, Volga Tatarlarında Tengere, Beltirlerde Tengir ve günümüz<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

38


Türkiye Türkçe‟sinde de Tanrı olarak kullanılan bu sözcük tanrısal olanı ifade için<br />

kullanılıyor. Hatta Çinlilerde Tei, Tao, Sümerlerdeki Tingir (Dingir), Latin<br />

dillerindeki Teo/Dei (Teoloji/Deizm) de bu köktendir.<br />

Türkler, Müslümanlıkla karşılaşınca acaba neden Tengriciliği bırakmadılar?<br />

Turan illerinde Tengri adına yapılmış herhangi bir putun bulunamayışı da<br />

gösteriyor ki Türkler, Tengri‟ye, her şeyi yaratan, ezeli ve ebedi gök tanrısı olarak<br />

inanıyorlardı. Kur‟an‟da Allah için “O Gökteki” tabiri kullanılır. (Mülk 16,17). Bu<br />

nedenle Tengri, Kur‟an‟ın Allah‟ına yatkındır. Fakat sadece göğün değil yerin de,<br />

doğunun da, batının da, tüm alemlerin de rabbinin Allah olduğu vurgulanır.<br />

Tengricilikte kozmik düzen yani dünyanın ve toplumun örgütlenmesi ve insanların<br />

yazgısı Uluğ Tengri‟ye bağlıdır. O halde her hükümdarın ünvanını Gök‟ten alması<br />

gerekir. Orhun yazıtlarında şu ifadeleri okuruz: “Babam Kağan‟ı yükselten<br />

Tengri… İmparatorluğu veren Tengri, o Tengri beni de Kağan yaptı…” Çin<br />

modeline göre de kağan Göğün Oğlu‟dur. Aynı inanç Moğol devrinde de vardır:<br />

“Ezeli ve ebedi Göğün yetkisi ve gücüyle Han oldu…” (Eliade, J.P. Roux).<br />

Kur‟an‟da ise Tanrı oğlu inancı kökten reddedilir: “Allah birdir, bölünmez bir<br />

bütündür. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O‟na denk olamaz.”<br />

(Tevhid; 1-3). Böylece imparatorların (siyasi iktidarların, devletin) yetki ve<br />

meşruiyeti gökten yere indirilmiş ve halkın (en-Nâs) eline verilmiş oluyor.<br />

Tengri‟nin gücü ve tekliği, hükümdarın gücü ve tekliği ile sürdürülür. Kargaşa<br />

hüküm sürmeye, boylar dağılmaya, ortada imparotorluk diye bir şey kalmayınca<br />

Tengri bir “deus otiosus”a (boş, uzak, emekliye ayrılmış tanrıya) dönüşme, yerini<br />

ikincil gök tanrılarına bırakma veya paramparça olma eğilimine girer. Hükümdar<br />

kalmayınca gök tanrı da unutulur, halk tapımı güçlenir ve başat hale gelir…<br />

Moğollar her birinin kendi ismi ve belirli bir işlevi olan 99 tengri bilirdi. Tengri‟nin<br />

pasifleşmesi ve parçalanmasını fırtına, bereket, yeraltı vs. başka tanrılarla<br />

özdeşleştirme izler. Örneğin Tunguzların Buga‟sına tapınma yoktur; her şeyi bilir,<br />

ama insanların işine karışmaz, hatta kötülükleri bile cezalandırmaz. Yakutların<br />

Toyon‟u göğün yedinci katında oturur, her şeyi yönetir, ama yalnızca iyilik yapar<br />

cezalandırması yoktur. Altayların Tengere‟si yerini Bay Ülgen‟e (Çok Büyük)<br />

bırakır ama sadece çok büyüktür o kadar, ona sadece at kurbanı (ritüel) sunulur.<br />

Bu anlayış hala değişmiş değildir.<br />

“Deus otiosus” Latincede „boş tanrı‟, “uzak tanrı”, “emekliye ayrılmış, ununu<br />

elemiş eleğini asmış tanrı” demektir. Platon‟un „Yasalar‟ının onuncu kitabında<br />

inançsızlar üçe ayrılıyor: tanrıları tümden yadsıyanlar, tanrıların dünya işlerine<br />

sırt çevirdiğini ileri sürenler ve tanrılara rüşvet verilebileceğini düşünenler. İşte<br />

„deus otiosus‟ bu ikincilerin inandığı tanrı: dünyayı yaratmış olsa da olmasa da<br />

dünya işlerine kendi karışmayan bir tanrı… Kimi eski dünya dinlerinde, eski<br />

Türkler ve Araplar‟da ve aydınlanmacı deizmde olduğu kadar Aristo ve Epikouros<br />

gibi kimi eski Yunanlılarda da bu tanrı anlayışı vardır.<br />

Kur‟an ise şöyle der: “İlk yaratma ile yorulup emekliye mi ayrıldık? Hayır, boyuna<br />

yeniden yaratmaya (halk-ı cedid) bir türlü inanamayan kendileridir. Açın<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

39


kulağınızı! İnsanı Biz yarattık, nefsinin ona ne fısıldadığını çok iyi biliriz. Biz<br />

insana şahdamarından (hablu‟l-verid) daha yakınız.” (Kaf; 15-16).<br />

Keza Kur‟an‟a göre Allah‟ı uyku ve uyuklama tutmaz, Allah‟ın güçleri (melekeleri)<br />

vardır, her an her yerde gücünü ve kudretini gösterir. Yüzünü her nereye dönsen<br />

oradadır. Tanrı tek bir tanedir, ondan başka tanrı veya yarı tanrı yoktur!<br />

Moğolların 99 tengri, Yunanlıların 12 yardımcı tanrı, İbranilerin 4 büyük tanrısal<br />

melek dediği aslında o tek bir Allah‟ın isim, sıfat ve özelliklerinden<br />

(melekelerinden) başka bir şey değildir. İster Allah deyin ister Rahman (ister<br />

Tengri, ister Tao, ister Brahman, ister Zeus) tek bir tanrı vardır ve bütün güzel<br />

isimler (Esmaü‟l-Hüsna) O‟nundur.<br />

Görüldüğü gibi derin dinde tanrı, hükümdar, güç, kudret, devlet ve<br />

imparatorlukla ilgili algılanıyor. Bunlar yoksa tanrı da unutuluyor, pasifleşiyor.<br />

Tengri insanların dünyasında belirli bir ırkta, güçte, kudrette, mülkte ve devlette<br />

tecelli ediyor, halkta; zayıfların, ezilenlerin, yoksulların arayışında, çeresizin<br />

umudunda, mazlumun acısında değil… Türklere dirlik, düzen, devlet ve kut<br />

veriyor, öteki milletlere değil…<br />

Yani Turan‟ın Tengri‟si, Kur‟an‟ın Allah‟ı gibi herkesin tanrısı (Alemlerin Rabbi)<br />

değil…<br />

İbraniler ve eski Araplar de böyleydi. “İsteseydi Allah‟ın doyuracağı kimseyi biz<br />

mi doyuracağız?” (Yasin; 47) derlerdi. Yani fakirin Allah‟ı var madem, o doyursa<br />

ya, bize ne? Bize güç, kudret, mülk, devlet ve imparatorluk verecek tanrı lazım!<br />

2- ŞAMANLIK: Gök Tengri pasifleşip bir deus otiosusa (emekliye ayrılmış tanrıya)<br />

dönüşünce… Yaratıcı olsa da eserleri (dünya ve insan) şeytani bir düşmanın<br />

kurnazca müdahelesiyle bozulunca… İnsan ruhu savunmasız kalınca… Cinlerin ve<br />

kötü ruhların yol açtığı haslıklar ve ölümler arttıkça… İnsan göğe ve yer altı<br />

katmanlarına giden karmaşık metafizik yolları bilemeyince derin dinde “Şamanlık”<br />

sahneye çıkar.<br />

Şaman, kendiliğinden bir esinle, şamanlık mesleğini soyundan miras alarak veya<br />

kişisel bir kararla ya da kabilenin isteği ile şaman olur. Seçim yöntemi ne olursa<br />

olsun şamanın çifte eğitim almış olması gerekir: 1- Esrime (düşler, görüler,<br />

rüyalar, kendinden geçme halleri) 2- Yetiştirilme (şaman teknikleri, cin kovma,<br />

ruhların adları ve işlevleri, kabile mitolojisi, soy kütüğü, gizli dil vb.)<br />

Mistik esinin belirtileri şunlardır: Şaman adayı tuhaf tavırlarıyla topluluktan<br />

ayrılır. Dalgınlaşır, yalnız kalmak ister, rüyalar görür, mistik görüleri vardır,<br />

uyurken şarkı söyler vs. Soydan geçen Şamanlıkta ise ata Şamanların ruhları<br />

aileden birisini seçer. O zaman bu kişi hayalcileşir, kehanet görüleri belirir, ruhlar<br />

alemine gider, orada mesleğin sırları, ruhların isimleri ve onlara tapınma biçimleri<br />

konusunda ata Şamanların eğitiminden geçer. Ruh bu yetişme (erginlenme)<br />

işlemi tamamlandıktan sonra yeniden bedenine döner. Artık kalplerden geçeni<br />

bilmekte ve aynı anda birkaç yerde birden olabilmektedir. Siz yeter ki “Medet ya<br />

Şaman!” deyin…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

40


Şamanların özel giysileri (cübbeleri) vardır. Giysilerin üzerinde her birinin ayrı<br />

anlamı olan işaretler bulunur. Cinlere ve hastalıklara karşı olduğu kadar kara<br />

büyüyle savaşırlar. Şamanlar ölüme, hastalığa, kısırlığa, talihsizliğe ve karanlıklar<br />

dünyasına karşı hayatı, sağlığı, doğurganlığı ve ışık dünyasını savunurlar. Cinler<br />

ve kötülük güçleriyle kuşatılmış yabancı bir dünyada insanlara yalnız olmadıkları<br />

duygusunu yaşatırlar.<br />

Dualar edilen ve kurbanlar sunulan Tengri “uzakta, çok uzaklarda” kalınca şaman<br />

imdada yetişir. Göğe Tengri‟nin katına çıkar, yeraltına inip cinlerle ve kötü<br />

ruhlarla savaşır. “Harikalar diyarında” dolaşır. Mucizeler ve kerametler izhar eder.<br />

Böylece her şeyin mümkün göründüğü, ölülerin hayata döndüğü, yaşayanların<br />

ölüp yeniden dirildiği, doğaüstü özgürlüğün kurgusal biçimde yansıtıldığı bir<br />

dünyanın perdesi aralanır. Şamancıl mucizeler “derin dinin” yapılarını<br />

güçlendirmekle kalmaz, imgelem gücünü de harekete geçirip besler, düşle somut<br />

gerçeklik arasındaki sınırları kaldırıp, tanrıların, ölülerin ve ruhların yaşadığı<br />

dünyalara pencereler açar.<br />

Böylece din gerçek hayat mecralarında akan, gücünü yerlerin ve göklerin<br />

melekûtunda yani apaçık “kainat kitabında” gösteren/göstermekte olan “Allah”<br />

kaybolur, ölülerin, ruhların, cinlerin, ifritlerin, büyülerin, tılsımların, afsunların<br />

“Şamanı” gelir…<br />

Yukarıdaki şaman özelliklerini iyi okuyun. Derin dinin, İslam‟ın peygamberlerini<br />

de böyle algıladığını görüyoruz. Resullerin şaman formatına sokulduğu apaçık<br />

ortada… Etrafınıza bakın derin dinin görüngüleriyle karşılacaksınız. Şaman<br />

kılığında ve davranışlarında dinsel tipler göreceksiniz. O zaman derin din ile ne<br />

anlatmak istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bu tipler iki bin yıldır değişmeyen bu<br />

muhayyileden besleniyor. Yurdum insanı, “Uluğ Tengri”yi “uzakta, çok uzaklarda”<br />

algılayınca her mahallesine mantar gibi şaman üşüşüyor…<br />

Onları besliyor, büyütüyor, palazlandırıyor. Eğer bu uzak tanrı algılaması olmasa<br />

şamanlar neden üşüşsün? Eğer Allah‟ı şahdamarından daha yakın görse, enfusî<br />

(kendinde varolan) ve afâkî (çevrede, doğada) varolan apaçık ayetlerden bilgi,<br />

güç ve enerji devşirebilse Şamanlara ne gerek kalacak?<br />

Demek ki şamancıl muhayyileyi, esasen o caminin içindeki havuzdan kabına su<br />

dolduran, söylenenlere hiç kulak asmayan, sanki başka ve küçük bir dünyadan<br />

gelmiş gibi ve “sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlarımız ve onların<br />

kucağında yetişen nesiller sürdürüyor. Derin din onlar üzerinden gelecek nesillere<br />

aktarılıyor ve her dönemde yaşıyor…<br />

3- ATALAR KÜLTÜ: Tengri “uzakta, çok uzaklarda” olunca şaman sahneye çıkar<br />

madem. O zaman şaman ölünce ne olur? Veya kötülükleri savmaya, ölüme,<br />

hastalıklara, kısırlığı gidermeye çare olamazsa ne yaparız? Ölmüş şamanları ve<br />

ata ruhlarını imdada çağırırız! Onlar nerede? Mezarlarda, türbelerde, yatırlarda…<br />

O halde türbelere, yatırlara hücum!<br />

Macarca‟da “İsten” tanrı demek. Nereden geliyor bu? Göktürk Devleti‟nin<br />

kurucusu “İstemi Han” (öl. 756)‟dan. Çünkü “derin din” de ölen hükümdar tanrı<br />

olur… Hükümdar ölünce Han, Kağan, Ata adıyla tanrılaşır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

41


Atalara tapınç çok eski bir kültür. Eski dünya dinlerinde çok görülen bir şey.<br />

Gücünü Allah‟ın “yaşayan ayetlerinden”; insandan, hayattan ve doğadan<br />

çıkaramayan biçare kitleler şamanlara ve atalara sığınır, onlardan medet<br />

umarlar. Hükümdarları, kralları, büyük zatları ölünce tanrılaştırırlar. Öldüğüne<br />

inanamazlar. Ölse bile bir gün geri gelecek diye beklerler. Onları kaybetseler bile<br />

anılarıyla yaşarlar. Kutsal yer, gün ve geceler de buradan gelir. Çünkü onlar<br />

türbe ve yatırlarda yatmakta fakat anıları kutsal yer, gün ve gecelerde<br />

yaşamaktadır…<br />

Aşağıda, Türkiye‟de “derin din”in Müslüman, Hristıyan, Yahudi, Ermeni, Rum,<br />

Süryani, Yezidi, Alevi, Türk, Kürt vb. farklı kökenlere mensup dinî görünümleri<br />

nasıl aynı potaya soktuğuna, aynı biçimi nasıl verdiğine ve kendine nasıl<br />

benzettiğine dair 10 örnek göreceksiniz. Bunların hepsinde mantık aynıdır: Atalar<br />

kültü… Ölen kahraman (kral, peygamber, aziz, azize) yüceltisi, onun anılarıyla<br />

yaşama (kutsal yer, gün ve geceler) ve kimlik oluşturucu ve topluluğu (cemaati)<br />

ayakta tutucu “ritüel” olarak bunlara sarılma… Dikkatle bakarsanız bunları aslında<br />

sosyoloji üretmiş, saf din değil. Sonra sosyolojik ihtiyaç dini bir kisveye<br />

bürünmüş …<br />

Ayias Theklas: Rumlar, Ayias Theklas adlı azizeyi andıkları bu bayramda,<br />

Büyükada Aya Yorgi (Ayios Yeoryios) tepesindeki manastıra çıkar, mucizesine<br />

inanılan Ayia Thekla ikonasını ziyaret ederler. Manastıra yalınayak çıkılır ve bir<br />

mum yakılarak ya da kandile yağ ekleyerek adak adanır.<br />

Cemaat Bayramı: Yezidilerin (Ezidiler) en önemli bayramı… 7 gün sürer.<br />

Yezidilerin piri Şeyh Adi‟nin bir araya getirdiği ilk cemaatin anısını tazelemek için<br />

kutlanır. Eskiden 23-30 Eylül arası kutlanan bayram, 20. yüzyılda 6-13 Ekim‟e<br />

alındı. Tören, Şeyh Adi‟nin türbesinin bulunduğu kutsal topraklarda yapılır.<br />

Törene, her aşireti temsilen bir kişi katılır.<br />

Hızır Orucu: Daraldığı zamanlarında insanların imdadına yetiştiğine inanılan Hızır<br />

anısına tutulur. 13 Şubat‟ta başlar, üç gün sürer. İnanışa göre Nuh Peygamberin<br />

gemisi fırtınaya tutulduğunda, gemidekiler “Yetiş ya Hızır (şaman) bizi kurtar”<br />

der. Tanrı dualarını kabul eder ve fırtına diner, işte o zaman Tanrı‟ya üç gün oruç<br />

adanır. Aleviler arasında yaygın olan bu orucun bitiminde kömbe ve benzeri<br />

yemekler pişirilir, eşe dosta lokma dağıtılır… Alevi inancına göre Hızır ve Ilyas,<br />

Ab-ı Hayat‟ı (ölümsüzlük suyu) aramaya çıkar ve bu suyun kaynağını bulup<br />

içerler. Böylelikle ölümsüzleşen Hızır karada, İlyas ise denizde yardıma muhtaç<br />

olanların imdadına yetişir. Kürtler, 6 Mayısta birbirine kavuşan Hızır (Hıdır) ve<br />

Ilyas‟ın gizemli gücünden yararlanabilmek için çeşitli kutlamalar yaparlar. Baharın<br />

da müjdecisi olan Hıdrellez‟de, parasının çoğalmasını isteyen gümüş bir parayı<br />

keseye koyup gül ağacının dalına asar, ev sahibi olmak isteyen çer-çöpten ev<br />

yapar, sağlık isteyen ise kırlarda yuvarlanır.<br />

Mevlit Kandili: Mevlid, doğmak, doğum yeri ve günü anlamlarını birlikte içerir.<br />

Mevlid Kandili, Milâdi 571 yılında Rebiû‟l Evvel ayının 12. gecesi dünyaya gelen<br />

Hz. Muhammed‟in doğum yıldönümü olarak kutlanır. Türk İslam kültüründe<br />

bugün camilerde Mevlit okunur ve Hz. Muhammet‟in ruhuna hatim indirilir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

42


Miraç Kandili: Hz. Muhammed‟in, bir gece Mescid-i Aksâ‟dan Allah‟ın dilediği<br />

yüksekliklere çıkarılmasıdır. Bu gecede Cebrail , Hz. Muhammed‟i Mescidi<br />

Haram‟dan Mescid-i Aksâ‟ya götürmüş. İslam Peygamberi burada Burak‟a binerek<br />

Arş‟a çıkmıştır. Allah, ona ve ümmetine beş vakit namazı bu gecede farz kılmış,<br />

Bakara Suresi‟nin son ayetlerini indirmiş, cennet ve cehennemi göstermiş,<br />

cemaliyle müşerref kılmıştır.<br />

Nevruz: (Newroz) Güneşin Koç burcuna girdiği gün. Türkler bu günü Ergenekon<br />

Efsanesi‟ne dayandırarak, Asena adlı bir boz kurdun rehberliğinde demir dağın<br />

eritilmesiyle Türk boylarının Ergenekon Vadisinden kurtulduğu gün olarak<br />

şenliklerle anarlar. Bu günün demir dağın eritilmesine telmih olarak özelikle bir<br />

Ahilik geleneği olarak demir dövülür… Ancak Kürt inanışında bugün Demirci<br />

Kawa‟nın zalim Dahhak‟ı öldürerek halkı zulümden kurtardığı gündür. Bu<br />

efsaneye göre Dahhak, yakalandığı amansız hastalıktan kurtulmak için büyücü<br />

hekimlerin tavsiyesi ile her gün genç bir insan öldürerek beyinlerini ilaç niyetine<br />

yemekteydi. Demirci Kawa, oğlunun öldürülmek istenmesi üzerine isyan ederek<br />

halkı da arkasına alarak Dahhak‟ı öldürür… Kürtlerde bu olayı temsilen Türkler<br />

gibi örs ve çekiçlerle demir döverler.<br />

Paskalya: Büyük Perhiz‟den sonra gelir. Paskalya haftası, İsa‟nın çarmıha gerilişi<br />

ve ölümü haftasıdır. Rumlar, kendi inançlarına göre İsa Mesih‟in çarmıhta can<br />

verdiği gün olduğuna inanılan Cuma günü perhiz tutar, et ve hayvansal gıda<br />

yemezler. Cumartesi gecesine dek yas tutulur. Cumartesi gecesi cemaat kiliseleri<br />

doldurur ve tam saat 24.00′te herkes bir mum yakarak, İsa Mesih‟in temsili<br />

dirilişini kutlamaya başlar. Gece yarısından sonra eve dönüldüğünde kırmızı<br />

yumurta tokuşturulur. Paskalya Pazar günüdür. Öğle yemeği için zengin bir sofra<br />

kurulur. Saç örgüsü biçiminde yapılan Paskalya çöreği ise günün vazgeçilmez<br />

yiyeceğidir.<br />

Hampartsum: Tüm kiliselerle birlikte Ermeniler de Surp Zadik‟in 40. gününde<br />

İsa‟nın göğe alınışını, Hampartsum Yortusu adıyla kutlar. Aynı zamanda bu adı<br />

taşıyanların isim günüdür. Hıristiyanlık öncesinde, bir tür bahar karşılaması<br />

olarak kutlanır ve Vicag (niyet) adını taşırdı. O tarihlerde, Vicag gününde gençler<br />

yaylalara çıkıp eğlenirler, kendi aralarında niyet çekerek bahtlarını öğrenirlerdi.<br />

Ermenilerin büyük bir bölümü, bugünde Hampartsum sofrasından marulu eksik<br />

etmez.<br />

Purim: Musevilerin, bazı ülkelerde festival boyutları kazanan bu bayramından bir<br />

gün önce, özellikle Ester ismini taşıyanlar oruç tutar. Mordehay‟ın yeğeni Ester,<br />

Kral Ahaşveroş tarafından beğenilerek kraliçe ilan edilir. Kralın veziri Aman,<br />

önünde diz çökmeyi reddeden Yahudi kavmini imha etmek için kralı ikna etmeye<br />

çalışır. Kraliçe Ester, bu durumu önlemek için kavminin üç gün boyunca oruç<br />

tutmasını ister. Kendisi de oruç tuttuktan sonra kralın huzuruna çıkarak<br />

Yahudilerin öldürülmesini engeller. Böylece Adar ayının 14. günü bayram ilan<br />

edilir.<br />

Şahro Dmor Gabriyel: Süryani Kilisesi‟nin azizlerinden Gabriyel, 634.-668 yılları<br />

arasında Mardin-Midyat yöresinde, Turabdin‟de yaşadı. Geleneksel olarak<br />

Turabdin bölgesinde birçok azize Şahro kutlamaları yapılır. Bu azizlerin en<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

43


önemlilerinden olan Aziz Gabriyel Gününde cemaat tüm çevre köylerden gelir, o<br />

gece manastırda kalır ve sabaha kadar azizin mezarı başında dua eder…<br />

***<br />

Bütün bunlar “Atalar kültü”nün (Kült: tapma, tapınma, ayin) derin dindeki<br />

yansımalarıdır.<br />

Kur‟an‟da ise onca peygamberden bahsedilmesine rağmen onlarla ilgili hiçbir gün<br />

ve gece yoktur. Kur‟an atalar kültüne düpedüz saldırır. Gerçek hayat dininin<br />

(dinu‟l-gayyime) yayılması önündeki en büyük engellerden birisi olarak görür.<br />

Olumlu olarak kullandığı bir iki yerde ise onlardan kalan anıları ritülleştirerek<br />

kutsamayı değil; onların “yaptığı iyi şeyleri yapmayı” öğütler. Sürekli olarak<br />

geçmişe değil; şimdiye, ölüye değil; yaşayana, olmuşa değil; olmakta olana<br />

vurgu yapar. Keza İslam‟da ritüel (nusuk) diğer dinlere nazaran iyice azaltılmış<br />

olup bambaşka bir amaç içindir. (bkz. „Din ve ibadet anlayışımız 1-2′ başlıklı<br />

makaleler).<br />

İnsanlar geçmişten uzaklaştıkça ataları yüceltirler. Dikkat edin, hurafe uzak<br />

geçmişe gittikçe artar, yakına geldikçe azalır. Yaşanan ana gelince ise tümden<br />

yokolur. Çünkü yaşanan anda kimse bir şey uyduramaz. Olanca görünürlüğü ve<br />

test edilebilirliği ile apaçık ortada ve yaşanmaktadır. Kur‟an‟ın apaçık ortada olan<br />

(ayet) dediği şey işte budur.<br />

Bu nedenle kör ölür badem gözlü olur. Bir büyüğün (kralın, peygamberin, azizin)<br />

hakkında hurafe uydurulması için ölmesi beklenir. Aşırılaştırmalar (övme veya<br />

yerme) sağlığından ziyade ölünce başlar. Çünkü ölünce nasıl olsa kendisi yoktur,<br />

cevap verecek durumda değildir. Sağlığında karşısına çıkamayanlar ölmesini<br />

beklerler ki hakkında atıp tutsunlar. Gayet kalleşçe olan bu yöntem yüz yıllardır<br />

sürüp gidiyor. Acaba neden?<br />

Zayıf, bilgisiz ve biçare insanlar apaçık ortada olan (ayet) ve görünenden (şuhud)<br />

ziyade, görünmeyen (cinn), test edilemeyen (ğayb) güçlere yönelirler ve<br />

dertlerine çareyi onlardan beklerler. Çünkü bu gayet tembel ve kolaycı bir<br />

yöntemdir. Hastalığın nedenini, kısırlığın sebebini vs. araştırmaya, öğrenmeye<br />

gerek yoktur, bu gayet uzun ve zor bir yoldur. Bunun yerine caminin içinde<br />

Hızır‟ın getirdiği mistik sudan doldurup içersiniz ve hiç bir şeyciğiniz kalmaz (!).<br />

Veya bir şamana gidersiniz o sizi tılsımla, afsunla iyileştirir.<br />

Görülüyor ki bu zihin görünene değil; görünmeyene, yaşayana değil; ölene,<br />

bugüne değil; geçmişe, apaçık ortada olana değil; gizli olana, test edilebilene<br />

değil; test edilemeyene yönelmekte ve derdine devayı orada aramaktadır.<br />

Halbuki derdine deva görünende, yaşayanda, bugünde, test edilebilende, apaçık<br />

ortada olandadır. Allah bütün maddi ve manevi dertlere devayı (hikmeti)<br />

etrafımıza saçmıştır ve adeta gözümüzün içine içine sokmaktadır. Fakat sağır, kör<br />

ve dilsiz olunca bunları göremez insanoğlu. Sürünün çobanın sesini böğürtü<br />

olarak anlaması gibi doğadan gelen sesi (Allah‟ın sesini) hışırtı, gürültü, zırıltı,<br />

patırtı zanneder. Daha özel, daha gizemli şeylerden medet umar. Bu nedenle<br />

yaşayanla ve görünenle tatmin olmaz, hep ölmüşe, görünmeyene yönelir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

44


Eski dünya dinleri ile gerçek hayat dini arasındaki farkı sanırım anlıyorsunuz. Bu<br />

farkı anlamadıkça İslam‟ı zamanın ruhuna taşıyamayız, asrın idrakine<br />

söyletemeyiz. İnandığımız ve yaşadığımız aslında bir eski dünya dinidir fakat<br />

İslam olduğumuzu zanneder dururuz. Aslında “derin din”dir zihinlerimizi<br />

oluşturan, onu dönüştürmek için gelmiş gerçek hayat dini değil…<br />

***<br />

Bakınız, gerçek hayat dininde (Kur‟an‟da) Adem geçtiği yerde sen ben o bütün<br />

insanlar, Nuh geçtiği yerde bütün kurtuluş arayanlar, Yusuf geçtiği yerde bütün<br />

hayatta dibe vuranlar, sırtından çekilenler, İbrahim geçtiği yerde bütün soru<br />

soranlar, vicdanı uyananlar, çağının putlarından şüphe duyanlar, Ashab-ı Kehf<br />

geçtiği yerde bütün (tarih, gelenek, ırk, din, mezhep, cemaat) mağaralarında<br />

uyuyanlar, Zülkarneyn geçtiği yerde bütün krallar, otoriteler, devletler,<br />

hükmetme makamında olanlar, Musa geçtiği yerde bütün büyüleri bozmak için<br />

ayaklananlar, İsa geçtiği yerde bütün tapınak dinlerine başkaldıranlar,<br />

Muhammed geçtiği yerde bütün öksüzler, garipler, dünyaya adalet, alemlere<br />

sevgi ve merhamet getirmek isteyenler anlatılıyordur. Hangi isim geçiyorsa<br />

geçsin onun yerine kendimizi koyalım bizi, seni beni onu anlatıyordur.<br />

Hepsi bugünü anlatır, bugünü!<br />

Kadir gecesi bitmemiştir. Her kim Kur‟an‟ı anlaya anlaya okur ve yaşamaya<br />

başlarsa ona ruh iniyor demektir. Kur‟an‟ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya<br />

başladığın gün/gece senin Kadir gecendir. Çünkü Kur‟an‟a göre vahiy ruhtur;<br />

ölmüş kalpleri diriltir, canlandırır, yaşam verir. Tâ selamete erinceye (kurtuluşa),<br />

sabaha kavuşuncaya (aydınlanıncaya) kadar kalplere iner de iner…<br />

Ramazan bayramının asıl adı “Iydu‟l-fıtr”dır. Yani fıtr sadakası verme, ötekini<br />

düşünme, paylaşma, bölüşme, kaynaşma, sevgi ve merhamet yumağı olma<br />

bayramı…<br />

Kurban bayramının asıl adı “Iydu‟l-edha”dır. Yani fedakarlık, canından geçme,<br />

canını cananına feda etme, fütuvvet (diğergamlık, cömertlik), kalenderilik<br />

(gösterişten kaçma, sadelik), ahilik/uhuvvet (kardeşlik) bayramı…[ki gerçek<br />

„derin dinin' ahlaki kökleri buradadır. Bu da ayrı bir yazının konusu]…<br />

Demek ki edha bayramı (derin din kurban diyor) büyük hac mevsiminde Allah‟ın<br />

evi etrafında beyaz kefenlere bürünerek ve dünyanın dört bir köşesinden<br />

bulundukları yerden onlara katılanlarla birlikte yaşanır. Kaynaşılır, yakınlaşılır,<br />

yekvucut (tevhid) olunur, sen-ben ortadan kalkar, biz gelir. Yoksa Yeşaya‟nın<br />

çığlığında geçtiği gibi (bkz. Yeşaya‟nın çığlığı başlıklı makele) koyun, yün, deri,<br />

teke, et, bağırsak ve dana bayramı değildir!<br />

Görüldüğü gibi gerçek hayat dininde zaten sadece bir tane olan gece (Kadir<br />

gecesi) kimlik ayırıcı ve topluluk oluşturucu bir ritüeller gecesi değildir. Kişinin<br />

selamete ermesi (kurtuluşa ermesi) ve sabaha ermesi (aydınlanmaya başlaması)<br />

ile ilgili bir durumdur. Yılda bir gün toplanmaya, ritüeller icra etmeye gerek<br />

yoktur. Ne peygamberimiz ne de sahabe böyle bir tören yapmamıştır. Sonradan<br />

“Nebiye atf ile binlerce herze uydurularak kurulan yeni (derin) dinin”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

45


itüellerinden birisi haline gelmiştir. Çünkü derin din kutsal günsüz ve gecesiz<br />

yapamaz. O günün/gecenin yılın hangi gününde olduğu senin vicdanî yönelişine,<br />

Kur‟an‟ın bir ruh (yaşam, can, hayat) olarak kalbine inmeye başlamasına bağlıdır.<br />

Bu manada herkesin Kadir gecesi herhangi bir günde/gecede olabilir.<br />

Keza gerçek hayat dininde bayramlar (fıtr, edha) da bir kişiyi (atayı) anmakla<br />

ilgili değildir. Bir tören ve ritüel icrası hiç değildir. Tamamen kalplerin<br />

kaynaşması, hayatın paylaşılması, bölüşülmesi, benliğin ortadan kaldırılması ve<br />

biz (bir/bütün) olma ile ilgidir. Dinler dünyasında bayramı böyle vazeden bir din<br />

görülmemiştir. İslam‟ın reformcu niteliği daha bir anlaşılıyor olmalı. Siz siz olun<br />

dininizin kıymetini bilin ve bu gülü yapma çiçek demetine katmayın!<br />

Derin dinin Gök Tanrı, Şamanlık ve Atalar kült‟ünden (türbe, yatır, kutsal gün ve<br />

geceler) sonra son iki rüknü de Kurban ve Domuz‟un lanetli olması ile ilgilidir. İlk<br />

üçünü ele aldık, son ikisi yazı çok uzuyor ikinci bölüme kalsın…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

46


Türkiye‟de derin din 2(Ġhsan Eliaçık)<br />

4- KURBAN: Türkiye‟de “halkın en yüksek dini davranış ve görünümleri” üzerine<br />

yapılan araştırmalarda birinci sırada “domuz eti yememek” (% 98), ikinci sırada<br />

da ise “kurban kesmek” (% 95) geliyormuş…<br />

Namaz, oruç, hac, son sıralarda…<br />

İçki önemli değil, zekatın adı, faizin (yasağının) esamesi yok.<br />

Hak, hukuk, adalet, dürüstlük, emek, işçinin hakkını vermek, aldatmamak, yalan<br />

(söylememek) vb. ise “dini davranış ve görünüm” olarak görülmediğinden<br />

tümden liste dışı…<br />

Acaba neden?<br />

Çünkü “derin din” kurban kesmeyi ve domuzun lanetli hayvan oluşunu dinî<br />

“ritüel” sayıyor. Tabi sonradan kabul edilen din (İslam) sebebiyle değil; eskiden<br />

beri varolan “derin din” sebebiyle. Gülhane Parkı‟nda ceviz ağacı olduğundan, ne<br />

o bunun farkında ne de polis farkında (!).<br />

Derin din, sadece “ritüeli” dini davranış ve görünüm sayıyor. Soruyu soran da,<br />

soruya muhatap olan da, cevapları okuyanlar da böyle düşünüyor. Laiki,<br />

demokratı, solcusu, sağcısı hatta ve hatta İslamcısı dahi böyle…<br />

Hepsi de aynı potaya nasıl da girmiş!<br />

Malum “derin din” derken, hali hazırdaki dini davranış ve görünümlerin,<br />

Anadolu‟da eski Hititlerden Harran dinlerine, Lidyalılardan en son İslam‟a kadar<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

47


ir dizi dışsal görüngünün, kadim olan (Gök Tengricilik/Şamanlık) potasında<br />

içselleşmiş, yeniden biçimlenmiş (con-form) halini kastediyoruz. Burada ana<br />

çerçeveyi çizen, belirleyen daima Gök Tengricilik/Şamanlık olmaktadır. İsimlerin<br />

değişmesinin, motiflerin başka başka şekle girmesinin pek önemi bulunmuyor.<br />

***<br />

Neydi, Uluğ Tengri “uzakta, çok uzaklarda” olunca şaman imdada yetişiyordu.<br />

Ancak şamana rağmen kötü ruhlar ölüme, hastalığı, kısırlığa vs. yol açmaya<br />

devam etmekteydi. Şamanlar da derde deva olmayınca ata ruhları<br />

çağırılmaktaydı ve anıt-mezarlara, yatırlara, türbelere hücum edilmekteydi…<br />

Peki bu da çözüm olmuyorsa?<br />

Bu durumda kötücül ruhları yatıştırmak için kolay ve en etkili yöntem; kurban!<br />

Bir kaza atlattın kurban… İşyeri açtın kurban… Yangından kurtuldun kurban…<br />

Siyasi parti lideri karşıladın kurban… Merdivenden düştün kurban… Gelin gittin<br />

kurban, damat oldun kurban… Bayram oldu kurban, seyran oldu kurban…<br />

Kurban ha kurban…<br />

Kurban kanı günahları affettirir ve belaları savarmış!<br />

Kan akmayınca yatışmıyor demek tanrıların gazabı.<br />

“Kan kan kan!” diyen bir Tanrı ha!<br />

***<br />

Tengricilikte kurban genellikle açık arazide ve bir şamanın öncülüğünde kesilir.<br />

Açık arazide (dağ, su kenarı, ağaçlık vs.) kurban kesmek, kurbanın kendisi kadar<br />

önemlidir. Çünkü doğada var olan ruhların mekanı dağ, su kenarları, ağaçlıklar,<br />

kırlardır…<br />

Türkiye‟de İslam‟ın ıyd‟ul-edha‟sını (fedakarlık, kaynaşma, yakınlaşma bayramı)<br />

ile bütünleştirerek, onu açık arazide ve yaygın bir şekilde icra edilen “kurban<br />

bayramına” dönüştüren işte bu derin bilinçaltıdır. Bu nedenle AB etkisiyle<br />

kurbanların açık arazide kesilmesine karşı çıkmak hatta ondan utanmak boşuna<br />

görünüyor. Derin din bunu da geçiştirip kendine benzetecektir. Her yıl kurban<br />

bayramında trafiği felç eden “ipini koparan kızgın dana” görüntüleri hiçbir zaman<br />

yok olmayacaktır. Sanki dana dahi “derin dinden” yana tavır alarak kurban olmak<br />

için açık arazi aramaktadır!<br />

Şamanlıkta törenler genel olarak ikiye ayrılır ; belirli günlerde yapılanlar veya<br />

önceden belirlenmemiş törenler. Bu törenlerde, çeşitli halkların inanç, gelenek ve<br />

göreneklerine göre farklılıklar olmakla birlikte mutlaka kurban adeti vardır. Kutsal<br />

sayılan bir yere, bir değere bir şey sunmak, eşya adamak, şamanın davuluna,<br />

çeşitli maddelerden yapılan tanrı tasvirlerine (töz, ongon, tangara, eren ) yemek<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

48


sunma, ateşe içki dökme ya da atma kansız kurbandır. Kansız kurbanların bir<br />

başka biçimi de ruhlara adanıp kırlara salıverilen hayvanlardır.<br />

Şamanlıkta kurbansız tören de, törensiz kurban da yoktur!<br />

Kötücül ruhlar sunulan kurbanlara rağmen hala ölümlere neden oluyorsa bu sefer<br />

yeni doğan çocuklara, öncekiler gibi olmaması için Yaşar, Durmuş, Duran,<br />

Satılmış gibi isimler konulur. Müslüman olan Oğuzlar, Dede Korkut öykülerinden<br />

anlaşıldığına göre Şaman geleneklerini korumuşlardı. Matem töreninde ölünün<br />

bindiği atın kuyruğunu keserek kurban etmek, ağacı kutlu saymak, türbelere<br />

adak adamak, dilek ağaçlarına çaput (bez parçası) bağlanmak Türkiye‟de namaz<br />

kılmaktan, oruç tutmaktan daha yaygın ve kuvvetli ritüellerdir.<br />

Derin dinde “ritüel” esasında kurban etrafında dönmektedir. Dini, diriler için ve<br />

gerçek hayat mecralarında yaşanan bir hayat tarzı olarak anlamayan Şamanizm,<br />

ölülere, ruhlara, atalara ve görünmeyen varlıklara (cinn) yönelmekte ve dini<br />

bunlarla ilgili kavramaktadır.<br />

Dikkat edilirse Türkiye‟de din denilince akla gelen bir takım ritüellerdir. Yani<br />

önceden belirlenmiş, yeri, zamanı ve mekanı olan tekrarlanan hareketler… Baş<br />

ritüel kurbanın yanına İslam‟ın ritülleri de (nusuk) konarak din diye buna<br />

denmektedir: kurban, namaz, ezan, oruç, hac, cenaze, kandil, mevlit, ölü<br />

yıkama, talkın verme…<br />

Dikkat ederseniz Türkiye‟de Diyanet‟in görevi tamamen bunları yapmakla ilgilidir.<br />

İHL‟lerin amacı bunları icra edecek meslek erbabı yetiştirmektir. Çünkü derin dine<br />

göre “din” bunlardan başka bir şey değildir. Eski Hunlar‟da, Göktürkler‟de,<br />

Hititler‟de, eski Harran‟da, Lidyalılar‟da, Osmanlılar‟da dine, din adamına,<br />

tapınağa, ölü gömme işlemlerine (cenaze) ve kurbana biçilen rol neyse, bugün<br />

Türkiye Cumhuriyeti‟nde de hemen hemen aynı…<br />

***<br />

Kurbana gelelim…<br />

Antropolojik açıdan baktığımızda, insanlıkta kurban adetinin, insanoğlunun en<br />

temel kaygısı olan “yaşam savaşı” ve “can derdi” ile ilgili olarak ortaya çıktığını<br />

görüyoruz. Kurbanın Sümerlerden Kızıldirililere, Çinlilerden Avrupa halklarına,<br />

Hind‟den Afrika‟ya en kadim bir dini ritüel olmasının en mantıklı açıklaması bu<br />

olsa gerektir.<br />

Şöyle ki: Çok eski zamanlarda “insan kurbanı” adeti vardı. Çoğu eski çağ<br />

dinlerinde insanların birbirini kurban etmesi, kesmesi, boğazlaması adeti hüküm<br />

sürmekteydi. İnsanlık tarihi açısından son derece trajik olan bu durumu aşmak<br />

öyle kolayına olmamıştır. İnsanlığın hafızasında derin izler bırakan bu trajik hal<br />

“hayvan totemi” dönemine geçişle aşılmıştır. Yani insan toplumları bir önceki<br />

dönemde yaşadıkları acıların nedenini, bir sonraki sıçrama döneminde<br />

sembolleştirerek kendileri için zararsız hale getirmişler. Örneğin “koyunu” veya<br />

“ineği” totem hayvan olarak gören bir topluluk, kendi yerine koyunu veya ineği<br />

kurban olarak sununca bu hayvanlar totem halini almıştır. Kendini bu hayvanlarla<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

49


özleştirerek canını kurtarmış, canını kurtardığı için de söz konusu hayvanı<br />

totemleştirmiştir. Hayvan kurbanının olduğu yerde bilin ki daha önceki dönemde<br />

insan kurbanı vardır.<br />

Geçmiş çağlarda bir çok topluluğun kurt, aslan, balık, boğa, koyun, kartal gibi<br />

hayvan isimleriyle anılması boşuna değildir. Hatta bitki totemi döneminde<br />

mercimek, fasulye, bakla gibi tahıl bitkileriyle anılan topluluklar bile var. (Buna az<br />

sonraki domuz maddesinde daha geniş değineceğiz).<br />

***<br />

Kanımca ilahi irade kurban rüyası vesilesi ile “İbrahim çağında” insan kurbanı<br />

adetini kökten kaldırmış, “Muhammed çağında” ise dindeki yerini „yok hükmünde‟<br />

sayacak denli en aza indirerek dini ritüller dünyasından çıkarmak istemiştir.<br />

Kur‟an‟da kurbanın sadece “hac ayetlerinin geçtiği yerde” ve “olmakta olanı<br />

tasvir” sadedinde geçiyor olmasından bunu çıkarıyoruz. Üstelik olmakta olanın<br />

(Kabe‟ye hedy) eti ve kanı Allah‟a ulaşacak da değildir.<br />

Kur‟an‟da kurban doğrudan ve herkese emredilmiş bir farz değildir. Araplara ait<br />

bir hac ritüeli olarak geçmektedir. Yani hacca gidenlerle ilgilidir. Hacca<br />

gitmeyenlerin kesmesine bile gerek yoktur. Hacca gidenler dahi kurban kesmese<br />

„hacları kabul olmaz‟ diye bir şey söz konusu değildir.<br />

Kur‟an‟ın Tanrısı “Neden bana kurban kesmediniz?” diye sormaz!<br />

Kevser suresinde geçen ayette “Rabb‟ine yönel (salat et) ve güçlüklere göğüs ger<br />

(nahr yap)” denmektedir. Buradaki salat bildiğimiz anlamda namaz, nahr da<br />

bildiğimiz anlamda kurban değildir. Nitekim bir çok müfessir bu görüştedir (Razi,<br />

Kurtubi, İbn Kesir). Bildiğimiz anlamda namaz daha çok es-salât veya eqimu‟ssalât<br />

geçen yerlerdedir.<br />

Yahudilerin, peygamberimizi kabul etmeme gerekçelerinden birisi de kurbanı<br />

(yakmalık sunu) emretmemiş olmasıydı. Bu durum Kur‟an‟da şöyle anlatılır:<br />

“Allah bize, yakılarak sunulan bir kurban getirmedikçe peygamberlik yapanı<br />

reddetmemizi emretti” diyenlere söyle: “Size benden önce de bir takım<br />

peygamberler söze dayalı apaçık delilleri ve o dediğinizi getirmişti. Şu halde eğer<br />

doğru söylüyorsanız onları niçin öldürdünüz?” (Al-i İmran; 183)<br />

Yani yakmalık kurban sunuları, Yahudilere göre Musa‟nın şeriatındandı.<br />

Peygamberlik iddiasında bulunan birisi bunu emretmeliydi. Muhammed böyle bir<br />

şey söylemediği için peygamberlik iddiası geçersiz sayılmalıydı. (Razi, Kurtubi,<br />

İbn Kesir).<br />

Keza Adem‟in iki oğlu (Habil-Kabil diye bilinir) kıssasında Kur‟an “Allah‟a<br />

yakınlaşmanın” şartını açıklar. Kin, ihtiras ve katillik insanı Allah‟tan uzaklaştırır,<br />

böylesinin yakınlaşma isteği kabul edilmez. Bunlardan sakınanın (takva sahibi<br />

olan) yakınlaşması ise kabul edilir. (Maide; 27-31)<br />

Adem‟in iki oğlu kıssasında Allah‟a kurban sunma, yakın olmak için yaklaşmaya<br />

çalışmak demektir. Çünkü “qurban” kelimesi Kur‟an‟da Yahudiler anlatılarken<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

50


“yakmalık sunu” (Eski Harran veya Mecusilikte kurban ateşte yakılarak olurdu,<br />

Yahudiliğe oradan geçmiş) dedikleri şeyi anlatmak için kullanılan tek yer hariç<br />

hep “yakınlaşma, yakınlık” anlamında kullanılmıştır. Kur‟an‟da Q-R-B kökünün<br />

geçtiği 96 yerde de böyledir. Adem‟in iki oğlu kıssasında da bugünkü anlamıyla<br />

“kurban kesmek” dediğimiz şey değil; yakın olmak için yakınlaşmak isteği<br />

(qarreben qurbânen) dile getirilir. “Allah‟tan başka yakınlaştırıcı ilahlar (qurbânen<br />

âlihe) edindiler” ayetinde ğeçtiği gibi. (Ahkaf, 46).<br />

Bu anlamda kıssa tarihte olmuş bitmiş bir olayı değil şu an yaşanını anlatır.<br />

Adem‟in iki oğlu, kin, mülk hırsı ve açgözlülük yüzünden “ötekine” düşman olan<br />

ve kardeşini öldürerek “kan döküp fesat çıkaran” biz insanoğullarını anlatır.<br />

Kıssadaki Adem‟in iki oğlu biziz; sen, ben, o… Maksat cinayete ve kan dökmeye<br />

engel olmaktır. Nitekim kıssa şu ayetle bitirilerek niçin anlatıldığını apaçık ortaya<br />

koyar: “Kim haksız yere bir kişiyi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir, kim<br />

de bir kişinin hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış olur” (Maide;<br />

32).<br />

***<br />

Bayrama ıydu‟l-edha (fedakarlık, ötekini düşünme, kalplere sevinç bırakma,<br />

kaynaşma, paylaşma, yakınlaşma) denilmiştir. Gel gör ki “derin din” bayramın bu<br />

yönünden ziyade kendi kadim ritüelini parlatarak olayı kurban (et, kan, bağırsak,<br />

dana, teke, koyun) bayramına çevirmiştir.<br />

Türkiye‟de edha (halk arasında kurban deniyor) bayramında insanlar neden<br />

birbiriyle kaynaşmaktan, hemhal olmaktan plajlara, tatil yörelerine kaçmakta?<br />

Öte yandan da kurban neden % 98 oranında dini davranış ve görünümler<br />

sıralamasında birinci sırada?<br />

Çünkü “derin din” kurban ritüelini ikibin yıldır dinin direği sayıyor. Gayet acılı bir<br />

süreç olan insan kurbanı dönemini, sonraki dönemde havyan kurbanı ile<br />

sembolikleştirip aşan insanoğlunun, kurbanı tümden ortadan kaldırarak nihai<br />

amaca varması gerekmiyor mu? Kur‟an‟da kurbanın neredeyse „yok hükmünde‟<br />

sayılacak kadar en alt düzeye çekilmiş olmasına bir de bu açıdan bakmak<br />

gerekmez mi?<br />

Gerçek hayat dininde bayram hayatı paylaşmayı, bölüşmeyi, kaynaşmayı,<br />

„birbirine kurban olmayı‟ yani fedakarlığı, ötekini düşünmeyi (edha), böylece bir<br />

(tevhid) ve bütün (samed) olmayı hedefler. Onun için İslam‟da herhangi bir<br />

“ritüel” dinin direği olamaz. Dinin direği doğruluk ve dürüstlük, yetimi ve yoksulu<br />

doyurmak, komşusu açken tok yatmamaktır! Aksi halde bunlara rağmen yapılan<br />

ritüeller (bırakın kurbanı, kılınan namazlar bile) riya ve gösteriş törenlerine<br />

dönüşür. Akif‟in tabirleriyle “mübtezel bir çok merasim, eğilip bükülmeler,<br />

yatmalar…” Kur‟an bu duruma dini yalanlamak/dinin direğini yıkmak (yukezzibu<br />

bi‟d-din) demektedir. (bk. „Dinin direği nedir?‟ başlıklı makale)…<br />

5- DOMUZ: Hiç düşündünüz mü neden bazı hayvanlar kutsal bazıları lanetlidir?<br />

İnsanlık tarihinde, bunun da, insan kurbanından hayvan kurbanına geçiş<br />

süreciyle ilgili olduğunu görüyoruz?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

51


Buna birazdan geleceğiz ama önce hayvan/kuş ve bitki totemi dönemi ile ilgili<br />

bazı bilgilere göz atalım.<br />

12 hayvanlı eski Türk takviminde en son yıl domuz yılı.<br />

Acaba neden?<br />

12 Hayvanlı Türk Takvimi, 12 yılın 5 katı olan 60 yıllık devreleri ile Göktürkler‟de,<br />

Uygur Türkleri‟nde, Tuna Bulgarları‟nda, İtil Bulgarları‟nda ve daha önceleri de<br />

büyük ihtimalle Hun Türkleri‟nde kullanılmış olup, Türkler arasında çok yaygın bir<br />

sistemdi. Göktürk Yazıtları, Uygur kitap ve hukuk belgeleri, Tuna Bulgarları‟nın<br />

yazıtları, Bulgar Hakanları Listesi bu takvimle tarihlendirilmiş. Hatta, Manas<br />

Destanı‟ndaki bazı olayların bile On İki Hayvanlı Türk Takvimi ile tarihlendirildiğini<br />

görüyoruz. Asya‟da kullanılan 12 Hayvanlı takvim Türklere ait bir takvim<br />

sistemiydi ve Çinliler bu takvimi Türklerden almışlardı.<br />

Yıllar şöyleydi: Sıçan (Fare) yılı, Ud (Sığır/Öküz/Oğuz?) yılı, Bars (Pars/Arslan)<br />

yılı, Tavışgan (Tavşan) yılı, Lu (Ejderha) yılı, Ilan (Yılan) yılı, Yunt (at) yılı, Koy<br />

(Koyun) yılı, Biçin (Maymun) yılı, Tabuk (Tavuk) yılı, İt (Köpek) yılı ve Tonguz<br />

(Domuz) yılı…<br />

Mesela birisi doğduğu tarihi şöyle anlatırdı: “Tonguz (Domuz) yılının<br />

dördünçay‟ında (dördüncü ayında) doğdum…”<br />

Keza Oğuz boylarının herbiri bir kutlu kuş/hayvan figürü (totem?) ile<br />

anılmaktaydı. Örneğin: Kınık boyu (çakırdoğanın erkeği), Kayı boyu<br />

(sungur/şahin), Bayındır boyu (laçin /gezgin şahin), Yuva boyu (tuygun/yaşlı<br />

erkek çakırdoğan), Salur boyu (bürgüt /kartal), Afşar boyu (çure-laçin/erkek<br />

doğan), Begtili boyu (bahri/balık-kartal), Bügdüz boyu (italyu/dişi doğan), Bayat<br />

boyu (ükü/grandük), Yazgır boyu (turumtay/bozdoğan), Eymür boyu (isperi<br />

/delicedoğan) , Karabölük boyu (küyenek/sarı kerkenez), Akbölük boyu<br />

(küyenek/kerkenez), Iğdır boyu (karcığay/çakırdoğan), Yüreğir boyu<br />

(biku/gecekuşu)…<br />

Yine Babil mitolojisinde de yıl ayları buna benzer isimlendirilmiş ve bugün adına<br />

“Burçlar” dediğimiz sistem doğmuştu: Koç, Boğa, ikizler, Yengeç, Aslan, Başak,<br />

Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık…<br />

Bunlar daha sonraları göğe nispet edilerek yıldız kümesi haline getirilmiş ve<br />

buradan bir astrolojik teoloji çıkarılmışsa da, ilk doğduğu zaman bunlar<br />

antropolojik teolojiydi. Yani yerin (yeryüzünün/Babil İmparatorluğu‟nun) egemen<br />

olduğu toprakları anlatıyordu. Kabileler/ülkeler totem hayvanlarıyla anılıyor ve 12<br />

ittifaklı imparatorluk düzenini ifade ediyordu. Avrupa Birliği (AB) bayrağındaki 12<br />

yıldızın ittifaka (birliğe) katılan ülkeleri temsil etmesi gibi… Demek ki yerin dili<br />

gökleşerek mitleşiyor, antropoloji astrolojiye dönüşüyor. Yere ait politikekonomik<br />

düzen, göğe ait mitik-astrolojik dille ifade ediliyor.<br />

Cahiliye Arapları‟nda da durum benzerdir. Tanrı ve kabile isimlerinin genellikle<br />

hayvan/kuş/bitki adı olması herhalde tesadüf olamaz: Yeğûs (aslan), Yeûk (at),<br />

Nesr (kartal) Benî Esed (aslan oğulları), Benî Kureyş (köpek balığı oğulları) vb…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

52


Kur‟an‟da ve câhiliyye şiirinde rastlanan bilgilerden, kurban veya adak olarak<br />

kullanılan hayvanların başında deve ve koyunun geldiği öğreniyoruz. İlk doğan<br />

hayvanların kurban edilmesine fera adı verilirdi. Ayrıca receb ayında putlara atîre<br />

denilen bir kurban sunulurdu. Kur‟an‟da işaret edilen develer ve koyunlar adak<br />

özelliklerine göre bahîre (deve), sâibe (deve), vasîle (koyun) ve hâm (deve) adını<br />

alırdı.<br />

Yine Suriye Nabatîleri arasında balıklardan seçilme çok sayıda totem mevcuttu ve<br />

özellikle bunların en çok sevileni olan yunus balığı adına tapınaklar inşâ edilmişti.<br />

Ayrıca kişi adları arasında pek çok hayvan adı bulunuyordu. Başkenti Ninova olan<br />

Asurlular (Asurya/Suriye/Suryanî) de su tanrısı Enki balık totemi ile ifade<br />

deliyordu ve Enki rahipleri balık şeklinde giyinmekteydiler.<br />

Dikkat edersiniz hep hayvan/kuş isimleri…<br />

Böyle tarihte bir çok hayvan/kuş/bitki/tahıl ismi kavim ve kabile (topluluk) adı<br />

olarak geçmektedir. Bunların daha sonraları evrilerek mitolojikleştiğini görüyoruz.<br />

Günümüzde bile yabancı gelmiyor: Türklerin mitolojik atası neden Kurt? İran‟ın<br />

adı neden Persian (Pars/Arslan)? Gurlulur (Farsça ve Kürtçe Gur: Kurt) kim?<br />

Karakoyunlu, Akkoyunlu ne demek? Neden bayraklarında koyun (totemi) var?<br />

Eczacılığın sembolü neden yılan? „Bineklerimizin‟ adı neden Şahin, Şerçe, Kartal,<br />

Doğan? İskambil kağıdında neden Sinek var? Sarıkanaryalar kim? Karakartallar<br />

nasıl şampiyon oldu? vs…<br />

Hayvan/kuş adlarının böylesi kullanıma sahip olması bizi şaşırtmamalıdır.<br />

Hayvan figürleri eski çağlarda insanlarının ta kendileriydiler. İnsan kurbanı<br />

trajedisini aşmak için hayvan totemlerini yüceltip, tanrısallaştırdılar: Yerine canını<br />

vererek yaşamasını sağlayan hayvanı kutsama… Dirlik, düzen ve yaşam veren<br />

hükümdarın ölünce kutsanması… Tüm insanlık için kendini feda<br />

eden/kuzu/kurban olan İsa‟nın tanrılaştırılması… Hristıyanların kuzu/kurban olan<br />

İsa‟nın etini (ekmek) yeme ve kanını (şarap) içme ritüeli bir zamanlar aynıyla<br />

vakiydi. Yani basbayağı topululuk (insanlık) adına birisi canlı kanlı kurban edilip<br />

eti yeniyor, kanı içiliyordu. İnsanlık bunu sembolikleştirerek aştı, fakat daha<br />

sonları sembolizmin kendisi din ritüeli haline geldi….<br />

İnsanlar, böylece, önceki dönemin acılarını sonraki dönemde sembolikleştirerek<br />

unutmak istediler. Hayvan/kuş/bitki figürleri daha sonraları da mitolojiye dönüştü<br />

ve günümüze hayatın değişik alanlarına (siyaset, spor, edebiyat, teknoloji,<br />

tasavvuf, folklör, uzak doğu dövüş sanatları) yayılıp çeşitlenerek geldi.<br />

***<br />

En eski dini metinler ve onların ayırıcı (furkan) ve doğrulayıcı (musaddık) son<br />

yüzü olan Kur‟an, böylesi bir dil, din, tarih, kültür ve coğrafya evreninden<br />

konuşmaktadır.<br />

Kur‟an, ilk doğuş (nüzul) ortamında Orta Arabistan‟ın, daha geniş açından<br />

Mezopotamya -Akdeniz havzasının ve tâ Sümer-Akkad-Assur-Babil çağlarına<br />

kadar uzanan geniş zamanın ruhu ile irtibatlıdır. Bu, bazılarının sandığı gibi<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

53


onlardan iktibas ve devşirme ile oluştuğu anlamına gelmez. Sümer‟de, Akkad‟ta,<br />

Assur‟da, Babil‟de olan teolojiler aşağı yukarı benzer temalarla Orta Arabistan‟a<br />

(Mekke) evrilerek gelmişti. Mezopotamya-Akdeniz havzasının ortak kaderi dinî<br />

muhayyileyi de benzeştirmiştir. Bu nedenle dil, tarih ve coğrafya evreni tek bir<br />

zamanın ruhu gibidir. Kur‟an‟ın dili bu nedenle prizma (ışığı kırarak/ayrıştırarak<br />

yansıtan) gibidir. Yani Kur‟an‟da hem geçmiş zamanların ışığını, hem de<br />

kırılarak/ayrıştırılarak gelecek zamanlara yansıyışını görürsünüz. Musaddık ve<br />

Furkan bu olmak icap eder. Bu manada Kur‟an eski zaman ile modern zaman<br />

arasında durmaktadır. Bir tür ara geçiş diline sahip olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Kur‟an tefsirine bu açıdan bakmak, bu nedenle ihmal edilemez.<br />

Bu açıdan baktığınız zaman Süleyman‟ın kuşlarla (Hititler), karıncalarla<br />

(Sebeliler) konuşması, cinleri (Babil kabilelerini) çalıştırması, Hüdhüd (Hitit<br />

subayı) ile diyaloğu, Yunus‟un balığın (Assur hapishanesi) karanlıklarına (karnına)<br />

girmesi ne demek apaçık ortaya çıkar. Çünkü Mezopotamya‟daki kabile adları ve<br />

düzeni, Orta Asya‟dakinin bir benzeriydi…<br />

***<br />

Domuzun lanetli hayvan oluşuna gelelim.<br />

Bu zaviyeden bakılınca bir hayvanın neden lanetli olduğu anlaşılabilirdir.<br />

Kur‟an şöyle der: “Onların üzerine tufan, çekirke, haşere, kurbağalar ve kan<br />

gönderdik” (A‟raf; 133). Öyle ki bu “kan belası” ile “ırmak kıpkızıl oldu, suyu<br />

kokmaya başladı, içilmez oldu” (Tevrat; Çıkış; 6-20). Çünkü insan kurbanı kültü<br />

Mısır‟da da vardı. Bunun için Tevrat‟ın tanrısı “İnsan olsun, hayvan olsun her<br />

rahimin ilk ürünü bana adanacak” (Çıkış; 6-13) diyerek buna mani olmaya çalıştı.<br />

Türkiye‟de kurban bayramında kesilen tüm kurbanların Kızılırmak kenarlarında<br />

kesildiğini ve hayvanların kanlarının ırmağa döküldüğünü düşünün… İşte eski<br />

Mısır‟da “insan rahimlerinin ürünü” aynen böyle toplu insan kurban etme töreni<br />

ile ırmağa akıtılıyordu ve ırmak kıpkızıl oluyordu. “Kan belası” buydu.<br />

Kur‟an, domuz etinin yasaklanmasını hep “leş, kan, domuz eti (lahme hınzır) ve<br />

Allah‟tan başkası için kesilenler” ile birlikte zikreder. Geçtiği 4 yerde de böyledir<br />

(Maide; 3, En‟am; 145, Nahl; 115, Bakara; 173). Bir yerde de şöyle der: “De ki:<br />

“Allah katında bunlardan daha şiddetli bir cezayı hak edenleri size haber vereyim<br />

mi? Onlar Allah‟ın lanetlediği, gazap ettiği, kendilerini maymunlar ve domuzlar<br />

yaptığı kimselerle, tağuta tapanlardır. Böyle doğru yoldan sapıp gitmiş olanları<br />

çok berbat bir yer bekliyor.” (Maide: 60)<br />

Buradaki “maymun ve domuz yapmak” ifadesi erken dönem (h. 1. yy)<br />

.müfessirlerinden Mücahid‟e göre semboliktir. Yani “domuz gibi şehvetleriyle<br />

maymun iştahlılık yapan, heva ve heveslerinin, kuruntularının, arzularının kölesi<br />

olan kimseler” demektir.<br />

Yine Kur‟an domuz eti yasağını gerekçelendirir: En‟am 145′de “… domuz eti ki o<br />

pisliktir” (lahme hınzır feinnehu ricsun). Müddessir 5′de peygambere pislikten<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

54


uzak durması istenir: “Pislikten uzak dur” (ve‟rıcse fa‟hcur). Şu halde<br />

“rics”(pislik) Kur‟an kavramsallaştırmasına göre yalan, putlara tapmak, zarar<br />

vermek, fuhuş, sözünde durmamak vb. gayr-i ahlaki davranışlardır.<br />

Malum Kur‟an insanoğlunun yeryüzünde “kan döküp” fesat çıkaracağından<br />

bahseder. Leş, kan, domuz eti ve Allah‟tan başka kesilenlerin daima birlikte<br />

zikredilmesi bununla ilgilidir.<br />

Demek ki bu insanoğlunun ölü (insan) eti yeyip, kanını içme (ki mecnunlar,<br />

cinciler ve şamanlar gizli güçlere vakıf olabilmek için kan içerdi) ve at, eşek,<br />

koyun, inek, boğa kurbanlarının (ki bunlar bir zamanlar insan topluluklarıydı)<br />

sona erdirilmesine yöneliktir. İnsan topluluğu olmaktan çıkıp, sembolik totemlere<br />

dönüşünce, onları kurban etmek insanları kurban etmekmiş gibi oldu. İnsan kanı<br />

durdu fakat hayvan kanı akmaya devam etti.<br />

Burada amaç hep kan döküp fesat çıkarmaya (cinayet, kan, kıyım) mani<br />

olmaktır.<br />

İnsanoğlunun en temel üç güvenliği vardır: can (ırz), mal ve kamu gevenliği…<br />

Bunlar yüzyıllar boyu hiç değişmemiştir. “Şeriat” (yasa) dediğimiz ilk dini emir ve<br />

yasakların esas amacı bu güvenliği sağlamaya yöneliktir. Bugünkü “temel hukuk”<br />

(can, mal, ırz, kamu güvenliği) ile aynı şeydir.<br />

Sümer-Akkad metinlerinden, Tevrat ve Kur‟an‟a kadar hep bu temayı görürüz.<br />

Dini metinler bunu “ağaca yaklaşmamak”, “sudan içmemek”, “deveye<br />

dokunmamak”, “domuz eti yememek”, “inek kesmek” gibi kendi öznel dilleriyle<br />

ifade ederler:<br />

Ağaç‟a (giş‟e, kiş‟e; kişiye, şahsa) dokunma, sınırlarını çiğneme; öldürme, kan<br />

dökme, insanı öldürüp etini yeme, saldırma, tecavüz etme…<br />

Su‟dan (mülkten, maldan, servetten) kana kana içme (servet içinde yüzme!).<br />

Kim ondan kana kana içerse (savaşı/ mücadeleyi mal mülk sevdasına dökerse)<br />

benden değildir. Azı müstesna (nafaka miktarı, ihtiyaç miktarı, geçimlik hariç)…<br />

Deve‟ye (topluluğun ortak mülküne, kamu malına, herkese ait olana, kimsesize,<br />

sahibi herkes olana) dokunma, onları talan etme, zimmetine geçirmeye kalkma…<br />

İneği (Firavun totemini (bakara), her tür putçuluğu , totemciliği) kes, onlardan<br />

uzaklaş, özgürleş…<br />

İşte bu çerçevede “domuz” pisliğin sembolü olarak görüldüğü için, Kur‟an bu<br />

kadim dini muhayyile sürdürmüş ve her türden ahlaki pislik insanoğluna<br />

yasaklanmıştır.<br />

İnsanoğlu adam öldürme, tecavüz ve zinadan sakınmalı (ağaca yaklaşmamalı),<br />

komşusu açken servet içinde yüzmemeli (sudan içmemeli), kamu malına,<br />

sahipsiz ve kimsesize dokunmamalı (deveyi kesmemeli), putlardan ve<br />

totemlerden özgürleşmeli (ineği/bakarayı kesmeli) ve domuz etinden (zarar<br />

vermekten, ahlaki pislikler içinde yaşamaktan) uzak durmalıdır!<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

55


Yahudi ferisileri, her türden ahlaki pislik içinde yüzdükleri, halkın parasını<br />

haksızca karınlarına doldurdukları halde şekli olarak domuz eti yememeyi<br />

dayattıkları için Hz. İsa şöyle dedi: “İnsanı ağzına giren değil, ağzından çıkan<br />

kirletir!” Pavlos da bunu “Demek bizi ağzımızdan giren değil; çıkan pisletir, o<br />

halde domuz eti caizdir” diye anladı. Böylece Hristıyanlıkta domuz eti caiz oldu.<br />

Kur‟an ise, domuz eti yasağının geçtiği yukarıdaki dört yerde de yasaklamakla<br />

birlikte ayetin sonunda muhakkak “Mecbur kalırsanız başka, o zaman<br />

yiyebilirsiniz” istisnasını koyar. Bu da gösterir ki domuz etini yasaklamaktan<br />

maksat sağlık sorunu filan değildir. Domuzun lanetli hayvan oluşu hiç değildir.<br />

Nitekim son yapılan araştırmalarda özellikle yaban domuzlarının ormanların<br />

yenilenmesi ve sürdürülmesine büyük faydaları olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü<br />

domuzlar orman ağaçları altındaki yapraklar arasında bulunan bitkisel ve<br />

hayvansal gıdaları bulup yemek için burnu ile toprağı karıştırırlar. Bu esnada bitki<br />

artıkları arasındaki tohumlar toprağın uygun ortamlarına taşınır ve çimlenirler. Bu<br />

da ormanda belli bir zaman sürecinde ağaçlar yaşlanırken, yeni fidanlarda<br />

arkadan gelerek ormanın gençleşmesini sağlar. Yani domuzların da doğal denge<br />

içinde bir yeri vardır. Boşu boşuna ve sırf pislik, lanetlik olsun diye yaratılmış<br />

değillerdir. Allah‟ın her yarattığında bir hikmet yok muydu?<br />

Ancak tarihi süreç içinde Avrasya‟dan Afrika‟ya kadar insanlar doğada var olan<br />

kötülük güçlerini, zararlı ruhları, pislik ve şer saçan her lanetli şeyi “domuz” ile<br />

sembolleştirdikleri için, ayrıca domuzların fiziki tipleri, yaşadıkları yer, kokuları,<br />

yedikleri, çamurda debelenmeleri vs. bir tür “pislik (rics) figürü” olarak<br />

algılanmalarına sebep olmuştur. Domuz eti yememek, işte bu nedenle pis ve kötü<br />

olana karşı uyanıklık ve uzak durma tavrı olarak halkların muhayyilesinde yer<br />

etmiştir.<br />

Kur‟an işte bu muhayyileye hitap ediyor ve domuz eti yememe ve ondan uzak<br />

durma yasağını sürdürüyor. Burada ne önceki Yahudi hahamlarının, ne de sonraki<br />

Hristiyan rahiplerinin hatasını tekrarlamamak gerekir. Domuz eti haramdır, evet<br />

fakat bu zinhar eti yenmez, lanetli bir totem hayvan olduğu anlamına gelmez.<br />

Mecbur kalınca yenebilir. Demek ki asıl maksat “et” değildir. Aynı zamanda<br />

“pisliğe” (ricse) yani gayri ahlaki olana karşı uyanıklığı sürdürme anlamında işe<br />

yarayan “etini yeme yasağını” iptal etme anlamına da gelmez.<br />

Şu halde Yahudiliğe kayana “İnsanı ağzına giren değil, ağzından çıkan kirletir”,<br />

Hristiyanlığa kayana da “Pisliklerden uzak dur, yeme” demek gerekir.<br />

Keza Yahudilerde domuzla beraber deve etinin, Yezidilerde balık eti, marul ve<br />

kurufasulyenin, Alevilerde tavşan etinin, Türklerde domuz etinin haram oluşu vs.<br />

bunların hiç biri sağlık sorunu, ağız tadı veya mutfak zevki sebebiyle değildir.<br />

Temsil ettiği olumlu veya olumsuz anlam sebebiyledir. Geçmiş çağların süregelen<br />

bilinçaltıyla ilgilidir.<br />

Kur‟an eti yenmeyecek hayvan olarak sadece domuzun adını anar. Sonra Allah‟ın<br />

adı anılmadan kesilenlerden bahseder ve genel olarak iyi ve temiz olanların helal,<br />

kötü ve pis olanların haram olduğunu söyler. Başkaca bir isim zikretmez.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

56


“Allah‟ın adı anılmadan kesilenler” ifadesi de leş, kan ve domuz etinin devamı<br />

mahiyetinde anlamak icap eder. Çünkü dördü hep beraber zikrediliyor: Leş (ölü)<br />

eti yememek, hem insan kurbanı hem hayvan leşleri yeme vahşiliğine karşı<br />

çıkmak içindir. Gıybetin (arkadan konuşmanın) ölü eti yemeye benzetilmesi<br />

bundan olmalıdır… Yine kan (hayat, ruh geçsin diye) içme de haramdır… Yine<br />

domuzun sembolik anlamda tüm “öteki” pisliklerin; yalan, ırza tecavüz, saldırı ve<br />

her türden kötülüğün haram oluşu demek olur. Velev ki bunlar düşman kavmin<br />

insanları (domuz sürüleri!) de olsa… Aynı şekilde Allah‟ı hiçe sayarak birbirini<br />

kesen, doğrayan hiç bir kanlı eylem caiz değildir. Bunların hepsi; leş, kan, domuz<br />

eti, Allah‟ın ismine rağmen (izni, varlığı hiçe sayılarak) kesmek, doğramak,<br />

yeryüzünde kan döküp fesat çıkarmak demektir.<br />

Kanımca bu tür yasakların mihveri hep “kan döküp fesat çıkarmamak” etrafında<br />

dönmektedir. Kur‟an‟ın insanın davranışlarına yönelik yasaklarını hep bu ilke<br />

çerçevesinde anlamak icap eder.<br />

Aksi halde Yahudilerdeki “koşer” gibi bir “helal gıda” paranoyası üretilir. Hayvan<br />

eti yerken Tanrı‟nın adı anılmış mı, anılmamış mı, domuz eti mi değil mi diye kılı<br />

kırk yaran ve fakat gözünü kırpmadan şehre girip 1500 insanı çoluk çocuk<br />

demeden öldüren, geride insan leşleri bırakan, kan döküp fesat çıkaran yamyam<br />

tipler türer… İnsanlık bir adım ileri gidemez.<br />

Adam, insan (etini) gözünü kırpmadan doğruyor, kesiyor, öldürüyor, sonra<br />

lokantada oturup Allah‟ın adı anılarak kesilmiş hayvan eti olup olmadığını<br />

soruyor. Burnu pisliğin (cinayetin, hırsızlığın, yalanın, dolanın, üçkağıdın,<br />

sahtekarlığın) içinde, pis diye zinhar domuz eti yemem diyor. Hz. İsa‟nın dediği<br />

gibi ağzından her türlü pislik çıkıyor, o ağzından girenin pis olup olmadığında…<br />

Bu yasakların ruhunu iyi anlamak gerekir. Kur‟an‟ın esas mihverini hiç<br />

kaybetmemek gerekir. Aksi halde ayrıntı vadilerinde debelenir dururuz.<br />

Bakınız, insanoğlu uygarlaşmaya insan kurbanı, leş yeme, kan içme (yamyamlık),<br />

ensest (aile içi zina), fuhuş, yiyecek ve içecekle ilgili yasaklar (tabular) ile<br />

başlamıştır. Ev hayatı (beyt) onun için yüceltilmiş, Müslümanlara “Ka‟be”<br />

yapılmıştır. “Adem” insanlığa bunları getiren, bu yasaklara uyarak (kendini<br />

tutarak) yaşayan insana denir. Bunlar ne demek iyi düşünün… Tarih boyunca dini<br />

metinler ve onların reformcu devamı olarak Kur‟an‟ın esas amacı bunu<br />

sağlamaktı. Aksi halde insan hayatının neye döneceğini bir düşünün…(Ayrıca bkz.<br />

„Üç terim: Beyt, Şeriat ve Oruç‟ başlıklı makale).<br />

***<br />

Sonuç olarak “derin din” konusunda İslam Tanrı‟nın “tekliği, ezeliliği ve ebediliği”<br />

konusunda derin dinle örtüşmektedir. Fakat uzak Tengri (göklerde oturan Tanrı),<br />

Tengri‟nin oğlu, Şamanlık ve Atalar kültü konusunda ayrışmaktadır. Kurbanın ve<br />

domuzun tümden şekilciliğe dökülüp totemleşmesine ve hiçbir sembolik<br />

manasının kalmamasına itirazı vardır. Özellikle kurbanın kitlesel bir hayvan<br />

öldürme ayinine dönüşmesine ve bayramın teke, koyun, dana, et ve inek<br />

boğazlama şölenine dönüşmesine şiddetle itirazı vardır.( Daha doğrusu benim<br />

anladığım İslam itiraz etmektedir). İnsanın biyolojik olarak hayvan etine ihtiyacı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

57


olması (ki bu normaldir) başka, bunu törenselleştirmek/dinselleştirmek başkadır.<br />

Yine Kur‟an hayvan (domuz) figürü üzerinden de olsa her türden somut (maddi)<br />

ve soyut (manevi) pisliklerden uzak durmayı ifade eden kadim muhayyileyi<br />

benimsemekte ve sürdürmekte, evet, ama bu ne et sağlığı sorunu, ne de mutfak<br />

kültürü meselesidir. Allah Müslümanlara damak zevki öğretiyor değildir. Mesele<br />

başkadır, bunu görmeliyiz.<br />

Anlaşılmış olmalı ki ayrıştığı ve itiraz ettiği konularda İslam “derin dini”<br />

dönüştürebilmiş değildir. Bilakis derin din İslam‟ı yazı boyunca anlatmaya<br />

çalıştığımız şekilde 5 temel kalıbı içine dökerek yeniden yapılandırmış ve biçim<br />

vermiştir (bozmuştur!). İslam‟ın kendine özgü emir ve yasaklarının fazla rağbet<br />

görmeyip, derin din ile örtüştüğü veya o kalıp içine girdiği yerlerin rağbet görüyor<br />

olması bundandır.<br />

Ritüllerin (kurban, namaz, oruç, hac, cenaze, ezan, ölü gömme, bayram, kandil)<br />

gerçek hayat dinindeki yeri % 10 bile değildir. Bu, dinler dünyasında en aza<br />

indirgenmiş ritüeli (nusuk) olan din manasına da gelir. Oysa Türkiye‟de derin din<br />

söz konusu % 10′u dinin tamamı sayıyor.<br />

İşte İslam‟ın derin dine esas itirazı buradadır. Gerçek hayat dini olarak kendini<br />

vazeden diri bir din, bu ölü kalıplara sokulmayı kabul edemez. Kur‟an‟dan az bir<br />

şey anlayan herkesin buna itiraz etmesi gerekir.<br />

Aksi halde ne olur?<br />

Gerçek hayatta Allah‟a fersah fersah uzakta yaşar yurdum insanı, fakat<br />

bayramda her yanı kan gölüne çevirerek Allah‟a yakınlaşacağını zanneder.<br />

Gerçek hayatta her türden (ahlaki) pisliğin içinde yaşar yurdum insanı, fakat<br />

domuz etini zinhar yemez.<br />

Çünkü dini görünüm ve davranışlarını yönlendiren temel saik yaşayan, diri,<br />

dipdiri din (vahiy) değil; ölmüş, donmuş derin dindir, hala…<br />

Demek ki Türklerin İslamlaşma süreci bitmemiştir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

58


Bernard Lewis Nerede YanlıĢ Yaptı? (Nader Hashemi, Denver<br />

Üniversitesi)<br />

Çeviren: Ekrem Senai<br />

Ġslam ve Sekülerizm ĠliĢkisini Yeniden<br />

DüĢünmek<br />

Bu yazı, 29-31 Ağustos 2008, Amerika Siyasi<br />

Bilimler Kurulu Yıllık Toplantısında dağıtılmak<br />

üzere hazırlandı.<br />

İslam‟ın sekülerlik kavramını tanımadığı artık<br />

standart bir klişe halini almıştır.<br />

Normatif olarak, bizlere dünyanın dini<br />

gelenekleri içinde sadece İslam‟ın kendi dini ve<br />

medeni kültürü içinde, din ve politikanın ayrımını reddeden anti-modern bir<br />

gelenek olduğu söylenegelmiştir. Sosyal bilimlerde bu tezin en etkili ve tanınmış<br />

destekleyicisi Princeton Üniversitesi Cleveland E.Dodge Yakın Doğu Çalışmaları<br />

Profesörü Bernard Lewis‟tir.<br />

Lewis‟ in tezi İslam ve Hristiyanlığa karşılaştırmalı bir bakışa dayanır ve temel<br />

olarak İslam‟ın sekülerizmle probleminin “inançtaki belirgin temel farklılıklar ve<br />

iki din kültürü deneyiminin farklılığı” iddiasından kök bulur. Bu yazı İslam ve<br />

sekülerizm sorununda Lewis‟e alternatif bir okuma sağlama amacı gütmektedir.<br />

Daha önceki Lewis eleştirilerinde onun, yönetimlerinde de facto sekülerizmin<br />

bulunduğu Müslüman tarihini yanlış okuduğu söylenmişti. Bu yazıda ise Lewis‟in<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

59


sadece İslam siyasi tarihini değil, Hristiyanlık siyasi tarihini de yanlış okuduğu<br />

gösterilmeye çalışılacak. Sekülerizmin yokluğunu/yükselişini erken dönem<br />

İslam/Hristiyanlık dini deneyimlerinin farklılığına atfetmenin rağmına, vurgunun<br />

Avrupa erken modern çağına verilmesi gerektiği ortaya konulacaktır. Zira bu<br />

dönem içindedir ki Avrupa‟ya has bazı politik koşulların Reform sonrası dönemde<br />

oluşturduğu politik sekülerizm - günümüzde anlaşıldığı şekliyle- gerçek anlamda<br />

köklenmeye başlamıştır. Bu yazının temel savı şudur ki, tarihsel olarak<br />

Müslüman toplumda sekülerizm gelişmemiştir, çünkü Hristiyan Avrupa‟nın aksine,<br />

Müslümanlar hiçbir zaman sekülerizm konusunda düşünmek zorunda<br />

kalmamışlardır. Bu yazının son bölümü ise modern dönem ile ilgilidir. Müslüman<br />

toplumların çoğunda (ama hepsinde değil) sekülerizmin destek bulunmamasının<br />

sebepleri ve 20. yy‟da sekülerizm konusundaki olumsuz deneyimler masaya<br />

yatırılmaktadır.<br />

Bernard Lewis<br />

Lewis‟in İslam ve sekülerizm arasında uyuşmazlık olduğu tezi şu iki gözleme<br />

dayanmaktadır:<br />

İslam‟a özgü sekülerizmin olmaması, ve Hristiyanlık örneğinden ilham alan ithal<br />

sekülerizmin geniş bir Müslüman kitle tarafında reddedilmesi. Bu durum iki dini<br />

kültür arasındaki inanç ve farklı tarihsel başlangıçlara atfedilmektedir. 1<br />

Ve ikinci olarak:<br />

Müslümanların kendi başlarına bir seküler hareket geliştirememelerinin ve<br />

sekülerizmin dışarıdan alınması girişimlerine keskin bir şekilde reaksiyon<br />

göstermelerinin sebepleri, Hristiyan ve Müslüman tarihlerindeki farklılıklardan<br />

kaynaklanmaktadır. En başından beri, Hristiyanlara, temel prensip ve uygulama<br />

olarak Tanrı ile Sezar‟ı ve ikisine karşı farklı sorumlulukları birbirlerinden<br />

ayırmaları öğretilmiştir. Müslümanlara ise böyle bir öğretide bulunulmamıştır. 2<br />

Özetle, Lewis‟e göre, Sekülerizmin Batı‟da ortaya çıkarken, Müslüman ülkelerde<br />

ortaya çıkmamasının sebepleri:<br />

1. İslam ve Hristiyanlığın farklı dini tarih ve doktriner inançlara sahip olması, ve<br />

2. Hristiyanlık ve İslam arasında, ilk dini öğretilerde bulunan teorik ve pratik<br />

farklardır.<br />

Bu tez, bir “kader tarihi” olduğunu ima etmekte ve Batı‟nın siyasi tarihinde ortaya<br />

çıkan “baskın düalizm”in kritik bir fark yaratarak sekülerizmin Hristiyan<br />

geleneğinde ortaya çıkmasına; İslami gelenekte ise çıkmamasına sebep olduğunu<br />

iddia etmektedir. Birçok akademisyen de İslam ve sekülerizmle ilgili bu argümanı<br />

desteklemekte ve ancak az bir kısmı ciddi alternatif bir yaklaşım<br />

sunabilmektedir. 3<br />

Benim tezim ise farklı bir kategoride. Bence, Prof.Lewis hem sekülerizm<br />

üzerindeki tartışmanın temellendiği ilk dönem İslam siyasi tarihine yanlış<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

60


yaklaşıyor, hem de Batı siyasi tarihini, sekülerizmin temelleri ve yükselişi<br />

açısından hatalı bir şekilde değerlendiriyor.<br />

Lewis, İslam dünyası tarihine ve bölgenin temel dillerine hakim ciddi bir<br />

tarihçidir. Onun akademik çalışmalarında olgusal hatalar veya kayıtlarda ve<br />

metinlerde saptırmalar gibi yanlışlar bulmak o kadar kolay değildir. Benim ana<br />

anlaşamamazlığım, onun vurguyu yaptığı konu seçimidir.<br />

Özel olarak, İslam ve sekülerizm arasındaki ilişkide:<br />

1. Prof.Lewis, İslam ve Hristiyanlığın başlangıç tarihine gereğinden fazla vurgu<br />

yapmakta; sekülerizmin Batı‟da bundan çok uzun süre sonra ortaya çıkış<br />

dinamiklerini ve Müslüman dünyadaki hoşnutsuzlukları göz ardı etmektedir.<br />

a. İsa‟nın havarilerine söylediği meşhur ayet olan Matthew 22:21 “Sezar‟ın hakkı<br />

Sezar‟a ve Tanrı‟nın hakkı Tanrı‟ya” sözü fazlaca vurgulamaktadır.<br />

b. Benim, ilk dönem Hristiyan dünyasında ve sonraki yıllarda bu ifadenin kilisedevlet<br />

ilişkilerindeki önemi konusunda şüphelerim var. Lewis bunun çok büyük bir<br />

önemi olduğunu söylüyor. Benim böyle düşünmüyorum. Bu konuyu, önümüzdeki<br />

aylarda derinleştirerek incelemeyi düşünüyorum.<br />

c. Günümüze kadar bu ayet etrafında süren bir tartışmayı incelemedim. Bunun,<br />

ilk Hristiyan dünyasında kilise-devlet ilişkileri üzerine bir etkisi olduğunu<br />

düşünmüyorum. Benim anladığım o ki, orta çağ boyunca Sezar/Tanrı ikilemi ve<br />

bunun etrafındaki değerlendirmeler din-devlet işlerinden daha çok vergi sorunu<br />

ve ekonomik konularla ilgili yapılmıştır. … tabi yanılıyor olabilirim, bu konuda her<br />

zaman düzeltilmeye açığım.<br />

d. Ayrıca, tüm bunlar derin ve detaylı bir şekilde ruhsal hermönetik konusuyla<br />

bağlantılıdır, ki meşhur Tanrı/Sezar ayetindeki ilişki konusunda önemli sorular<br />

ortaya çıkarmaktadır - beyan edildiği zamandaki tam anlamı- ve daha sonra nasıl<br />

anlaşıldığı ve sonraki yıllarda Hristiyan toplum tarafından nasıl yorumlandığı<br />

konuları son derece önemlidir.<br />

Ġslam ve seküler Hadisler:<br />

Prof.Lewis ”En başından beri, Hristiyanlara ana prensip ve uygulama olarak Tanrı<br />

ve Sezar‟ı ve her birine karşı sorumluluklarını ayırmaları öğretilmişti.<br />

Müslümanlar böyle bir emir almadılar,” derken benzer bir durumun İslam<br />

tarihinin ilk yıllarında ortaya çıktığını göz ardı ediyor ve Mathew 22:21′in<br />

(Sezar‟ın hakkı ayeti) ahlaki ve politik karşılığı olarak pekala<br />

değerlendirilebileceğinden bahsetmiyor.<br />

Müslim‟deki sahih bir hadiste, Hz.Muhammed‟in bir grup Müslümana hurma<br />

ağaçlarını aşılamasını önerdiği anlatılır. Ağaçların durumu kötüye gittiğinde ise<br />

onun tavsiyesine koşulsuz uymaları Peygamberi şaşırtmıştır. Şöyle dediği<br />

kaydedilir:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

61


“Ben de sizin gibi bir insanım. Size din konusunda bir şey emredersem<br />

emirlerime uyun, ama size kendi fikrime göre bir şey önerirsem, benim bir insan<br />

olduğumu unutmayın.” İbn Hanbel‟in Müsned‟inde bu ifade: ”dünyaya ait işler(de<br />

karar vermek) size aittir …dine ait şeyler(de karar vermek) ise bana.” Şeklinde<br />

geçer. Bir başka kaynakta ise Muhammed Peygamber‟in bu olayda şöyle dediği<br />

kaydedilir: “Dünyevi işlerde sizler benden daha bilgilisiniz “4<br />

Dolayısıyla, eğer Hristiyanlara en başından dünyevi alanla ruhsal alanı ayırmaları<br />

öğretildiyse, aynı şey Müslümanlar için de geçerlidir. Peki o halde Müslüman<br />

dünyada sekülerizm neden gelişmedi? Sorusu ise ayrıca incelenmelidir.<br />

Kilit Yorum Noktası:<br />

Politik sekülerizmin köklerini ararken, 2000 yıllık İncil‟den bazı alıntılara dayanıp<br />

sekülerizmin yükselişini veya olmayışını şu veya bu dini geleneğe bağlamak<br />

yeterli bir araştırma stratejisi değildir. Hristiyanlığın ve İslam‟ın erken dini tarihini<br />

ön plana çıkartıp, son derece kompleks ve çok yönlü bir fenomen olan Batı‟da<br />

politik sekülerizmin ortaya çıkmasını ve gelişmesini bu şekilde açıklamak da<br />

yeterli değildir.<br />

Alternatif bir yaklaşım olarak, devlet-toplum ilişkilerine bakılması gerekir. Özelde<br />

de devlet-toplum ilişkilerinde ve politik krizlerin kritik zamanlarında dinin<br />

oynadığı role.<br />

Prof.Lewis Kilise ve Devlet arasındaki “baskın düalizm”„den bahsederken aslında<br />

bundan bahsediyor. Konu İslam olduğunda ise, Hristiyanlıktaki politik yaşam<br />

gerçeği din-devlet ilişkilerindeki genişlik ve derinlik olarak çok daha kompleks ve<br />

komplikedir. Evet, “iki güç, Tanrı ve Sezar, vardı ve bu<br />

dünyada sacerdotium ve regnum olarak simgeleniyordu, veya modern terimlerle<br />

kilise ve devlet olarak”. Fakat bunların arasında Prof.Lewis‟in takdir edemediği bir<br />

yakın ilişki ve karşılıklı bağımlılık yönü de bulunmaktadır..5<br />

Camiada saygın bir kitap olan Ölü doğmuş Tanrı: Din, Siyaset ve Modern<br />

Batı (Knopf, 2007)‟da, Mark Lilla; tarihsel olarak hemen tüm medeniyetlerin<br />

Tanrı, insan ve dünya arasındaki kutsal ilişki üzerindeki meşru politik otoriteye<br />

dayandığını gözlemliyor. Lila diyor ki, Politik teoloji, medeniyetlerin, din, politika<br />

ve ve onları çevreleyen dünyanın doğal düzeni arasında kurmaya çalıştıkları<br />

ilişkinin oluşturduğu orijinal medeniyet durumudur. Bu tartışmayla ilgili soru<br />

şudur ki, nasıl Tanrı, insan ve toplum arasındaki bu bağ Latin Hristiyan<br />

dünyasında aşınmış, dolayısıyla politik sekülerizme dönüşmüştür ve günümüz<br />

Müslüman toplumlarının bundan alacağı karşılaştırmalı dersler neler olabilir?<br />

Batı sekülerizminin tarihi uzun ve karmaşıktır ve Batı‟daki entelektüel<br />

tartışmalarda genellikle yanlış anlaşılır (özellikle İslam‟la karşılaştırma<br />

yapıldığında). Charles Taylor‟ın Seküler Çağ kitabı (Harvard<br />

University Press, 2007), tartışmaya iyi bir başlangıç noktası sağlayabilir. Geçmişe<br />

bakıldığında Batı‟yı seküler hale getiren dört geniş eğilim ayırt edilebilir:<br />

1) modern kapitalizmin yükselişi;<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

62


2) modern ulus-devletin ve milliyetçiliğin yükselişi;<br />

3) Bilim Devrimi; ve en önemlisi,<br />

4) Protestan Reformu ve 16. ve 17.yüzyıllarda süren Din Savaşları.<br />

İşte bu gelişmedir ki politik sekülerizmin ortaya çıkmasında merkezi öneme<br />

sahiptir, özellikle Anglo-Amerikan geleneğinde, ve özellikle Müslüman<br />

toplumlardaki din-devlet ilişkileri sorununu aydınlatmada.<br />

Reform sonrası Avrupa‟da dini hoşgörü ile ilgili yeni tartışmalar alevlenmişti.<br />

Sadece Katolikler ve Protestanlar arasında değil, birçok Protestan mezhepler<br />

arasında da husumet vardı. Bu büyük hoşgörüsüzlük devrinde, birçok Hristiyan<br />

mezhebi kendi mezhebini topluma dayatıyordu. Her biri dünyada Tanrı‟nın<br />

iradesine dair özel bilgiye sahip olduğunu iddia ediyor ve dini hoşgörünün<br />

yayılmasına izin verilirse sosyal karışıklık tehlikesi bulunduğunu söylüyordu.<br />

Kısaca, dini hoşgörü ve politik istikrarın ters orantılı olduğu öğretiliyordu.<br />

Kamusal alandaki dini uygulamanın tek tip olması gerektiğine ve kurumsallaşmış<br />

devlet dini ihtiyacının barış, düzen ve başarı için ön koşul olduğuna geniş bir<br />

kesim tarafından inanılıyordu. Perez Zagorin‟in Hoşgörü Düşüncesi Batı’ya Nasıl<br />

Geldi? (Princeton University Press, 2003)‟de belirttiği gibi bu görüş, 17.yy.<br />

sonlarına kadar baskın bir görüştü.<br />

Hoşgörü ve politik düzen arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek işi John Locke‟a<br />

kalmıştı. Locke, meşhur Hoşgörü Konusunda Bir Mektup (1685)‟da daha önceki<br />

kilise ve devletin birleşmesi fikrinden vazgeçmişti ve Avrupa‟yı istila eden temel<br />

politik probleme yeni bir çözüm sunuyordu: ”Kamusal alanda dini çoğulculuk ve<br />

politik kararlılık birbirine bağlıdır”, diyordu Locke. Bunun koşulu ise bizim: ”sivil<br />

hükümetin işi ile dininkini ayırmamız ve biriyle diğeri arasındaki doğru sınırları<br />

belirlememizdir.“ Bir başka deyişle, sekülerizmin yumuşak bir şekli gerekliydi.<br />

Buradan çıkarılacak ana sonuç şu ki, politik sekülerizm İngiltere‟de, ülkeyi<br />

parçalayan varlık krizinin doğrudan sonucu olarak ortaya çıktı. Bu çatışma<br />

yıllardır artıyordu ve çözümsüzdü, diye onaylıyor Locke. Avrupa barış, refah ve<br />

istikrar nedir bilmeyecekti. Bu krizin büyüklüğü göz ardı edilemez. Mark Lilla‟ya<br />

göre bu konu çözülmeseydi Batı‟nın kendini yiyip bitirmesi çok büyük bir<br />

olasılıktı. Tam olarak, Batı dünyasının gelecek politik istikrarı tam bir eşik<br />

noktasındaydı. Sekülerizm bu yüzden hayatta kalma mücadelesinin bir sonucu<br />

olarak Anglo-Amerikan geleneğinde ortaya çıktı. Charles Taylor‟ın belirttiği<br />

gibi: ”Batılı sekülerizmin kaynağı Din Savaşlarıydı; veya savaş yorgunluğu ve<br />

korkudan bir çıkış arayışıydı .”6<br />

Özetle, kilise ve devletin ayrılması düşüncesi bu varoluş ikileminden politik bir<br />

çözüm olarak çıktı. Bu tabloyla, Müslüman dünyanın dini hoşgörü ve siyasi düzen<br />

açısından durumu arasındaki zıtlık temel sorunu aydınlatmaktadır.<br />

Tarihçiler büyük ölçüde hemfikirdir ki karşılaştırmak gerekirse, Müslüman<br />

toplumlar dini çoğulculuk anlamında Hristiyan dünyasından çok daha hoşgörülü<br />

olmuşlardır. Mesela 20. yy‟ın ortasına kadar, Bağdat şehri nüfusunun üçte biri<br />

Yahudiydi. Ben burada Müslüman dünyanın günümüzde anladığımız şekliyle<br />

liberal toleransın kalesi olduğunu, ve azınlıklara hiçbir zaman kötü<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

63


davranılmadığını söylemiyorum; söylediğim bundan farklı. Kısaca şunu ifade<br />

etmek istiyorum: Müslüman toplumlar ve imparatorluklar tarihsel olarak uzun din<br />

savaşları ve Avrupa politik tarihinde erken modern dönemde merkezi bir öneme<br />

sahip dini hoşgörü ve politik düzen tartışmalarıyla hiçbir zaman<br />

yüzleşmedi. Karşılaştırmak gerekirse, Sünni-Şii ilişkileri ve dini azınlıklara<br />

yaklaşım son bin yıl içinde Müslüman dünyada Avrupa‟ya göre çok daha fazla<br />

hoşgörülüydü.<br />

Bu nisbeten fazla hoşgörü gerçeğinden çıkan temel sonuç şudur ki, politik<br />

mücadelenin ana damarının din olduğu bu devlet ve toplum yapısında can yakıcı<br />

politik sorunlar ortaya çıkmamıştır. Bunun sonucu olarak, Orta Doğu‟da,<br />

Avrupa‟da 17inci yüzyılda sekülerizmin yükselişi için kritik olan argümanların<br />

gelişimine ön ayak olan entelektüel ve ahlaki tezlerin gelişimini sağlayan iç politik<br />

dinamikler ortaya çıkmamıştır.<br />

Müslüman toplumların yüzleştiği sosyo-politik düzeni tehdit eden ana siyasi<br />

problemler ise mahkemelerde rüşvet ve adam kayırma, doğal kıtlık ve afetler, ve<br />

en önemlisi yabancı müdahale ve işgalleriydi. (11-13.yüzyıl arasındaki Haçlı<br />

Seferleri, 1258 Moğol istilası, İberya Yarımadasının yeniden işgali, ve modern<br />

çağda giderek artan bir şekilde Rus, Fransız, İngiliz ve daha sonra Amerikan<br />

müdahalesi, sömürgeciliği ve emperyalizmi. Bu tarihi hoşgörü ve sorun farkları<br />

İslam/ sekülerizm ilişkisini anlamakta anahtar öneme sahiptir. Müslüman<br />

toplumlar hiçbir zaman sekülerizm ile ilgili düşünmek ihtiyacında kalmamışlardır -<br />

çünkü hiçbir zaman bir varlık krizi oluşturacak din-devlet ilişkisi ortaya<br />

çıkmamıştır ki sekülerizm deva olsun.<br />

Ayrıca, Noah Feldman‟ın İslami Devletin Düşüşü ve<br />

Doğuşu (Princeton University Press, 2008)‟nda belirttiği gibi, Müslüman<br />

dünyadaki din-devlet ilişkileri Batı‟dakinden çok daha sağlam ve<br />

arkadaşçaydı. Din, bin yıldan fazla bir süre, istikrar ve önceden bilinebilirlilik<br />

açısından yapıcı bir role sahipti. Reform sonrası süreçte dinin, derin bir çatışma<br />

kaynağı olduğu Avrupa deneyiminin tersine, Müslüman dünyada din ve onu<br />

yorumlayan ulema, halife ve sultanların kişisel kapris ve arzularına; yönetimde<br />

dini sınırları gözetmesi karşılığında meşruiyet sağlayarak kısıtlamalar koymakta<br />

başarılı oldular. Hükümdarlar kanunun üzerinde değildi - 20inci yüzyılda oldular -<br />

ama onunla bağlıydılar, dolayısıyla otokrasi ve keyfi yönetim sınırlanıyordu.<br />

Müslüman dünyadaki din-devlet ilişkileri bu yüzden bağlılarına farklı tarihi<br />

dersler ve hatıraları miras bıraktı. Din, nüfusun büyük bir parçası için politik<br />

zorbalığın bir aleti ve bir kavga sebebi değil, politik despotizmin kısıtlayıcısı ve<br />

istikrarın kaynağı olarak görüldü. Feldman‟a göre, bu durum, bize neden<br />

günümüzde din‟e politikada daha geniş bir alan isteyenlerin kitlelerce coşkuyla<br />

desteklendiğini (İslamcıların iktidarda olmadığı yerlerde) açıklıyor.<br />

Son 200 yılda Müslüman dünyanın sekülerizmle ilgili deneyimi büyük ölçüde<br />

olumsuzdu. Şunu teslim etmek gerekir ki Avrupa sekülerizmi sosyoekonomik ve<br />

politik gelişmelerle birleşip evrilen ve entelektüel argümanlarla beslenen - ve dini<br />

gruplar tarafından eleştirilerle- ve nihayetinde politik kültürlerinde derin kökleri<br />

olan yerel ve aşamalı bir prosesin sonucu olarak ortaya çıktı. Bunun tersine,<br />

Müslümanların sekülerizm deneyimi dışarıdan, önce sömürgeci ve işgalciler<br />

tarafından dayatılan, sonra da sömürge sonrası dönemde iktidara gelen yerel<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

64


elitler tarafından canlı tutulan yabancı bir ideoloji olarak ortaya çıktı. Kısaca,<br />

Avrupa‟da sekülerizm geniş ölçüde aşağıdan yukarıya bir prosesti ve sivil toplum<br />

içindeki tartışmalarla bağlantılıydı; Müslüman toplumlarda ise yukarıdan aşağıya<br />

bir prosesti ve önce sömürge devleti, sonra da sömürge sonrası devlet tarafından<br />

yürütülmüştü. Bunun sonucu olarak, Müslüman dünyada sekülerizmin entelektüel<br />

kökleri zayıf kaldı ve istisnalar dışında sekülerizm Müslüman toplumun geneline<br />

her zaman yabancı kaldı.<br />

Ayrıca, 20. yy‟ın sonunda Müslüman dünyadaki devletlerin çoğu gelişemediler.<br />

Sömürge sonrası dönemde devlet-toplum ilişkileri sekülerizmin namını daha da<br />

lekeledi. Otokratik modernleştirici devlet, genellikle dış destekle birlikte, sivil<br />

toplumu boğdu ve muhalefeti camiye itti, ve bu şekilde istemeden de olsa politik<br />

İslam‟ın yükselişine katkıda bulunmuş oldu. Devletlerin yukarıdan-aşağıya zoraki<br />

modernleştirme, sekülerleştirme ve Batılılaştırma politikaları - çok kısa bir süre<br />

içinde - geniş bir sosyal ve psikolojik yabancılaşma ve kavram kargaşası ortaya<br />

çıkardı. Bir yanda hızlı şehirleşme, değişen kültürel ve sosyo-ekonomik ilişkiler ,<br />

diğer yanda artan rüşvet, ekonomik yanlış yönetim, yükselen yoksulluk ve gelir<br />

adaletsizliği devletin meşruiyetinin altını oydu. Bu gelişmeler sekülerizm<br />

üzerinde olumsuz sonuçlar doğurdu çünkü sömürge sonrası Müslüman dünyada<br />

iktidardaki ideolojiler hep seküler ve milliyetçiydi.<br />

Dolayısıyla, sömürge dönemi sonrasında yetişen Müslüman jenerasyonu için<br />

sekülerizm; despotizm, diktatörlük, ve insan hakları ihlalleriyle birlikte<br />

anılıyordu. Seküler milli hükümetlerin baskısını yaşayan Müslüman politik<br />

aktivistler normal olarak sekülerizmin bir baskı ideolojisi olduğu sonucuna<br />

vardılar. Bu gözlem sadece (Şah yönetimindeki) İran‟da değil, Tunus‟ta,<br />

Cezayir‟de, Mısır‟da, Suriye‟de, (Saddam yönetimindeki) Irak‟ta, Yemen‟de,<br />

Türkiye‟de, ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında da geçerlidir. Bu eğilimi Vali Nasr<br />

şöyle özetliyor:<br />

“Müslüman dünyada sekülerizm hiçbir zaman sömürge kökeninin üstesinden<br />

gelemedi ve hiçbir zaman sömürge dönemi sonrası devletlerin toplumu sürekli<br />

baskı altında tutması ile bağlantısını yitirmedi. Devlet ideolojisi sorun haline<br />

geldikçe, ve onun eylemleri sosyal güçleri yabancılaştırdıkça, sekülerizm daha<br />

çok reddedildi ve yerli dünya görüşleri ve sosyal kurumlar gelişti-ki bunların<br />

büyük çoğunluğu İslam ile ilgiliydi. Öyle ki, sekülerizmin düşüşü Müslüman<br />

dünyada sömürge sonrası devletin çöküşünün yansımasıydı..”7<br />

Sonuç olarak, din-devlet ilişkilerindeki farklı tarihler söz konusu olduğunda daha<br />

duyarlı olunmalıdır, özellikle sekülerizm konusunu tartışırken. Müslüman<br />

dünyada, tarihsel olarak, devlet-toplum ilişkileri bir iç dinamik oluşturmadı,<br />

bunun yanında sekülerizm/din-devlet ayrımı daima politik krizleri bastırmak için<br />

bir çözüm yolu olarak gösterildi. Sekülerizm sorununa sadece İslam/Hristiyanlık<br />

arasındaki (çağlar boyunca hep aynı anlamı taşımışlar gibi) iç teolojik doktrinlere<br />

veya erken dönem karşılaştırmaları yapmak yerine, yukarıdaki çerçeve bu duygu<br />

yüklü ve önemli konuda daha objektif bir çerçeve sağlayacaktır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

65


1 Bernard Lewis, What Went Wrong? Western Challenge and<br />

Middle East Response(Yanlış Giden Neydi:Batı Meydan Okuması ve Orta Doğu<br />

Karşılığı) (New York: Oxford University Press, 2002), 100<br />

2 a.g.e., 103.<br />

3 Ira Lapidus, Dale Eickelman, James Piscatori ve en son Abdullahi An-Na‟im gibi<br />

akademisyenler hatalı olarak modernlik öncesi zamanda Müslümanların politik<br />

rejimlerinden çoğunun de facto seküler olduğunu, çünkü ulema gibi teologların<br />

politik güce sahip olmadıklarını; daha çok farklı kabilelerin, klanların ve etnik<br />

grupların dini bir enstrüman olarak kullanıp hakimiyetlerini meşrulaştırdıklarını<br />

savunmuştur.<br />

4 Kaynak için bkz: Abukhalil in MEJ, 1994.<br />

5 Bkz: Lewis, syf. 2-3 Political Language of Islam-İslam’ın Siyasi Dili<br />

6 Charles Taylor, “Modes of Secularism (Sekülerizm<br />

Tarzları),” Rajeev Bhargava .Secularism and its Critics- Sekülerizm ve<br />

Eleştirileri (New Dehli:<br />

Oxford University Press, 1998), 32.<br />

7 Vali Nasr, ”Secularism: Lessons from the Muslim World,(Sekülerizm: Müslüman<br />

Dünyadan Dersler)” Daedalus 132 (Summer 2003), 69.a.g.e.., 103.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

66


www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

67


Bizi kim tedavi edecek? Bölüm I(Cemile Bayraktar)<br />

Geçtiğimiz yıllarda YeniAktüel‟de bir başlık<br />

dikkatimi çekmişti „ İSLAMİ PROZAC TOPLUMU „ ek<br />

başlık olarak „ Sonunda Dindar Kesimde De<br />

Antidepresan Kullanımı Patladı „, yazıyı<br />

okudum.Genel olarak dindar müslüman kesimin<br />

maruz kaldığı ayrımcılığın sonucu oluşan huzursuz<br />

ortam nedeniyle depresyon yaşayan insanların<br />

halini samimi sayılabilecek bir dille ele almıştı<br />

yazar.<br />

Ben o dönem yazara katılsam da daha sert<br />

yaklaşıp iyice modernleştiğimiz eleştirisinde<br />

bulunmuştum. Modern insanın hastalığı<br />

depresyonun modernleşerek içimize yerleştiğini ve<br />

tevekkülümüzü kaybettiğimizi<br />

düşünmüştüm.Büyük düşündüğümü sanıyordum ki<br />

artık yavaş yavaş büyük değil yanlış<br />

düşündüğümü anlıyorum.Üzüntü Allah‟tan gelirse tevekkül edersin,insan eli ile<br />

gelen zulme tevekkül etmek ses çıkartmamak,kendi yemek olsa olsa pısırıklık<br />

olur vazgeçmişlik olur.<br />

Türkiye Cumhuriyeti kurulumu ile başlayan süreçte İstiklal Mahkemelerinden 28<br />

Şubatlara kadar verdiğimiz kayıpların tümü özellikle 28 Şubat sonrası<br />

katmerlenen,ayyuka çıkan yok etme çabası artık yavaş yavaş tohumlarını<br />

veriyor.Maalesef çoğumuz depresyonla yaşıyoruz.Tabii en ağır olanı yine „<br />

başörtülü „ kadınlar yaşıyor.Yüzlerce kez okumuş ve bıkmış olabilirsiniz yine yine<br />

yeniden yazmaktan bıkmıyorum,utanmıyorum.<br />

Toplum içerisinde gördüğümüz mahalle baskıları,okuma hakkımıza el<br />

konması,çalışma hakkımızın engellenmesi,toplumda yok sayılmak,ağzımızı açıp<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

68


konuştuğumuzda ya da yazdığımızda görmezden gelinmek gibi türlü türlü<br />

ayrımcılık ve aşşağılanma ile her an yüzyüze yaşıyoruz.Bunların sonucu olarak<br />

depresyon sahibi olmamız oldukça doğal.Hatta bir kaç arkadaşım tedavi gördü,bir<br />

daha asla eskisi gibi olamayacak arkadaşlarım da var.Oralarda bir yerlerde<br />

sevincimizi ve heyecanımızı kaybettik biz sanmam ki bir daha aynı neşe ile<br />

gülebilelim.Sanmam ki bir daha eskisi gibi olalım.<br />

Dindar,vicdanlı,demokrat kesimlere de haksızlık etmek<br />

istemiyorum.Eylemler,imza kampanyaları ile çokça desteği de yine bu üç<br />

kesimden gördük.Sonuç değişmedi elbet ama en azından yalnız değildik.<br />

Şimdi ise oldukça yalnız hissediyorum,acaba ben de mi,diyerek sık sık ruh<br />

sağlığımı kontrol ediyorum.Arada dozajı artan bir öfkem var ama depresyon ya<br />

da ruh sağlığı bozukluğu gibi bir durumum hayret edilecek bir şekilde yok,çok<br />

şükür.<br />

Buna rağmen son zamanlarda yeni ortaya çıkan gerçeklikler ruhumu huzursuz<br />

etmiyor da değil.Son zamanlarda iyice unutulmaya yüz tutmuş bu başörtüsü<br />

meselesi üzerinde dün konuşan dindar müslüman kesimin beylerinin görme(me)<br />

ve duyma(ma) duyarsızlıkları beni oldukça rahatsız ediyor.Çabalarına ve<br />

içselleştirmelerine şahit olduğum birkaç dindar müslüman bey dışında pek<br />

kimsecikler ağzını açmak istemiyor gibi.Yazılan iki adet teması „ başörtülülerden<br />

özür diliyorum „ olan,metin ise yüreğimize tam su serpecek derken ; yine<br />

müslüman beylerden birinin kaleminden dökülen „ iyi niyetli „ olduğundan şüphe<br />

etmediğim bir yazı ile öyle mıhlanıp kalıyorum pc başında.„ Başörtülü Kızlarla Kim<br />

Evlenecek? „ ( 1 ) başlıklı yazı doğruluğu nedeni ile benden onay alsa da içeriği<br />

nedeniyle beni oldukça eziyor.<br />

Yaşadığımız tüm olumsuzluklara ve vicdansızlığa rağmen acıtasyon içerisinde<br />

eriyip gitmeye terk edilmiş başörtülüler olarak öykülerimizin acıtasyon<br />

kokmamasına dikkat ettikçe sanki daha bir hüzün kaplıyor bizim hikayemizi daha<br />

bir onurumuza dokunuyor yaşananlar.<br />

Okulu bırakmak bir tercihtir,çalışma hayatının olmaması bir sonuçtur,toplum<br />

içerisinde ayrımcılığa ve baskıya maruz kalmak ise yine o toplumun ayıbıdır ama<br />

iş artık yeni hayatlar kurmaya ve kalbe dokunan eylemlere dökülmüşse orada bir<br />

tuhaflık var demektir.Çünkü artık insanların ağzında „ evliliğiniz „ konusu sakız<br />

olmuşsa bunda gerçekten büyük bir tuhaflık var demektir.Yani duruma yorum<br />

yapacağız diye insan onuruyla bu kadar oynanmaz.Başörtülü kızların „ evlilik „<br />

sorunu Ahmet Hakan‟ın satılmış köşesinde ele alınacaksa eğer bizi prozac dahil<br />

hiçbir şey sakinleştiremez.Kendime bakıyorum da tüm yaşatılanlara rağmen<br />

ruhen oldukça iyi durumdayım ama sanırım bunu kaldıramayacağım.İnsan<br />

üzüntüleri bir kenara itip doğrulabiliyor belki ama onurunuza dokunan cümlelere<br />

şahit olunca donup kalıyorsunuz.İnsan için bundan daha alçaltıcı bir olay tasavvur<br />

edemiyorum.<br />

Siz düşmüş olabilirsiniz ama biz daha o kadar düşmedik.Bülent Arınç‟ın gelini<br />

eleştirilecek diye biz başörtülülerin „ evleneme(me) „ konusu ortaya çirkin<br />

kalemlerden dökülmemeli.Artık gölge etmeyin lütfen.Diğerlerini belki kaldırdık<br />

ama sanırım bunu kaldıramayacağız,gerçekten oldukça ağır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

69


İyileştirmeye mi,daha beter etmeye mi çalışıyorsunuz?Anlayamıyorum.<br />

Kaç kesime ayrımcılık yaptığınızın farkında mısınız?<br />

Başörtüsüz bayanlarla evlenen müslüman dindar beylerin „ hidayetlerine vesile<br />

olacağım „ gibi oldukça iki yüzlü açıklamalarına ek olarak başörtüsüz bayanlara „<br />

dinsiz „ muamelesi yapmasına oldukça bozulduğumu ifade edeyim.Pardon da siz<br />

kimsiniz?Bu ne cüret?Bu ayrımcılığı yapmaya ne hakkınız var?Yalan<br />

açıklamalarınız oldukça iğreti durduğunun farkında mısınız?<br />

Gelelim başörtülülere yaptığınız ayrımcılığa sosyal yaşam içerisinde statü<br />

sorunu olan,çalışmadığı için eve maddi desteği olmayan,zulmün altında ezildikten<br />

sonra görmediğiniz başörtülü kızları tercih etmeyişinizin toplumda onların maruz<br />

kaldığı ayrımcılıktan nasiplenmemek adına yanına yakıştıramadığınız bu cüzzamlı<br />

(!) kızlara yaptığınız zulmün ötekilerden daha fazla olduğunun farkında mısınız?<br />

Köşe yazılarınızda ele aldığınız ve acıta acıta kendi popüleritinize kurban<br />

ettiğiniz bu kızların „ evleneme(me) „ sorunları üzerine yazarken onları ne kadar<br />

rencide ettiğinizin,onurlarına dokunan cümleler kurduğunuzun,kendini bilmezlerin<br />

önüne yem gibi attığınızın farkında mısınız?<br />

Artık sloganlarınız anlamını buldu ; „ başörtülü bacılarım „ diye haykıran mücahid<br />

(!) abilere,o kızlar artık sizin olsa olsa „ bacınız „ olur demek istiyorum.<br />

Sonuç olarak ;<br />

Daha ötekilerin zulmünün etkisinden kurtulamadan sizin yaptığınız bu zulmün<br />

ağırlığı altında şu an başörtüsü yasağı sorunu çözülmüş olsa dahi geçmiş yıllarda<br />

yaşadıklarımız nedeniyle ruhumuzda bıraktığınız o insanı hasta eden etkinin<br />

sonucunda bizi kim,nasıl tedavi edecek?Diye haykırmak istiyorum.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

70


Bizi kim tedavi edecek? Bölüm II (Cemile Bayraktar)<br />

Bugün yaşadığım bir olay nedeniyle,Bölüm 1 de<br />

bahsettiğim sağlıklı ruh halim üzerine düşündüm<br />

de…Sanırım o kadar da sağlıklı değilim.<br />

Ben şehrin içinde bahçeli bir evde<br />

yaşıyorum,bilgisayarımı kapıp güzel havalarda balkona<br />

yerleşirim,hafif deniz manzaram da var,yayarım<br />

kitaplarımı masamın üstüne,çay fincanım eşliğinde kah<br />

yazarak kah okuyarak günlerimi dolu dolu geçirmeye gayret ederim.Bugün yine o<br />

günlerden biriydi tam Bölüm 1 i yazıyordum ki yüksek sesler duymaya<br />

başladım.Başımı çevirince üç adamın,birinin elinde silah vardı,aralarında bir<br />

çocuğu tutmuş götürdüğünü gördüm.Ne düşündüğümü bilmiyorum,içimden<br />

geçen tek resim TMK mağduru çocukların haliydi.Kardeşimin ne oldu,sorusuna<br />

cevap vermeden koşar adımlarla kendimi sokağa attım.Öyle ya duramazdım<br />

elinde silah olan üç sivil bir çocuğu yakapaça götürüyorsa ben durup<br />

izleyemezdim.Olaya beynimle koşarken,bedenim hala geri dönebilirsin<br />

diyordu.Adamların yanına varınca durumun ne olduğunu sordum gidene kadar<br />

aklımdan geçen „ silah korkusuna „ aldırmadan,konuştuğum bey sivil polis<br />

olduğunu olaya karışmamı söyledi.Etrafta da kimseler yoktu.Benim olaya<br />

karışmamam mümkün değil zira ortada bir çocuk var.Kimliğini görmek istediğimi<br />

söyledim,sizin polis olduğunuzu nerden bilebilirim ki açıklamasında<br />

bulundum.Bunu söylerken şu bardan sürüklenerek götürülen kadının hikayesi<br />

geçiyordu aklımdan,polis kılığındaki tecavüzcüler geçiyordu aklımdan sanırım<br />

geçenler de Meksika Sınırı‟na da konu olmuştu bu olay.Memur bey gerçekten<br />

nazikçe kimliğini gösterdi,beni sakinleştirmeye çalıştı.Ben de çocukları görünce<br />

endişhelendiğimi izah ettim.Bu arada bana kimliğini gösteren polis memuru<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

71


yanındaki çocukla oldukça nazik tavırla konuşuyordu,içim rahatladı,tam<br />

dönüyordum.Derken ilerde bekleyen araç olduğunu farkettim içinde iki sivil polis<br />

başka bir çocuk daha vardı.Derken araçtaki sivil polis bana yüksek tondan „ sen<br />

kim oluyorsun? „ deyince durumu izah ettim ve kim olduklarını anlayamadığım<br />

için olaya müdahale ettiğimi söyledim.Ve ekledim tüm çocuklar bizim.Memur bey<br />

ne dese beğenirsiniz? „ Hırsızlarda senin çocuğun mu? „.Neyse dedim<br />

uzatmadım,evime geri döndüm.Tabii içimden „ hırsız dahi olsa çocukların bizim<br />

olduğuna inanıyorum „ cümlelerini geçirerekten.Bilemem belki o eğitimsizlik,aile<br />

desteği görmediği için yanlış şeyler yapan çocuklar yarın benim canımı da<br />

yakabilir.Bu bizim çocuklarımız olduğu gerçeğini değiştirmez.Çocuklar yanlış<br />

olmaz,onların yoğrulduğu toplum ya da ortamların yanlışıdır bu.<br />

Artık tedaviye kısmen ihtiyaç duyduğumu düşünüyorum.Siz inanmasanızda bu<br />

böyle.Neden mi?Hiçbir aklı başında insan bugün yaşadığım olaya benim gibi „<br />

atlamaz „.Ben bu ülke de yaşadığım şeyleri,kendi yaşamadığım kendim gibi<br />

azınlık olanların yaşadığı şeyleri öyle içselleştirdim ki bazen olaylara sağlıklı<br />

bakamıyorum.Haddinden fazla tepkiler verebiliyorum.Bu sürekli devam eden<br />

baskı ve güvensizlik ortamı beni hatta bizleri normalin üstünde tepkiler vermeye<br />

itiyor.Bunlara artık dur denmezse bu güvensiz ortamın yarattığı olumsuz etkiler<br />

hepimizi olumsuz yönde etkilecek.Kaos toplumu olmaktan,kabus toplumu olmaya<br />

giderken lütfen biraz daha dikkat.Biraz daha ehemmiyet.Zira bu ülke de kalıcı<br />

hasar bırakanlar asla suçlarını üstlenmiyor.Çıldırtılmaya çalıştığınız zor günlere bir<br />

de „ ruh hali bozuk insanlar „ damgası yiyerek devam edersek gerçekten tedaviye<br />

muhtaç hale geleceğiz.<br />

Maalesef yineliyorum ; Şimdi bizi kim tedavi edecek?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

72


Ben Neden Buradaym Waldo?( Cemile Bayraktar)<br />

Sözler vardır,söz olsun için söylenen.Sözler<br />

vardır,kendi için söylenen.Sözler vardır,herkes<br />

için söylenen.Sözler vardır,söz gibi<br />

söylenen,öz gibi kükreyen.Sözler vardır,vura<br />

vura söylenen sözden gürleyen,sözden inleten.<br />

İnsanlar vardır,kendi içinde kendi için var<br />

olan.Yalnızca „ben‟,yalnızca „ben‟…İnsan<br />

vardır,kendi için var eden,kendi için kendi var eden.İnsan vardır,kendi için „yok‟<br />

eden kendi dışında kendi için „yok‟ eden.Yalnızca „ben‟,yalnızca „ben‟.İnsan<br />

vardır,herkes için kendince „var‟ eden,herkes için „var‟ eden.Yalnızca „biz‟,yalnızca<br />

„biz‟.<br />

İnsan vardır,söz ile birleşen.Söz vardır,insan için birleşen.İnsanlığını ve sözlerini<br />

„bir‟ eden,insandan insan da vardır.İnsan vardır,sözü kul eden,söz ile kul<br />

eden,söz için kul edilen.İnsan vardır.<br />

Sokrates vardır,insan için ölüme giden.<br />

Gandhi vardır,yalnızca „ben‟ demeyen.Ben‟liğini biz‟ler için hiç eden.Sınırlardan<br />

sınırsız geçen,Güney Afrika hükümetinin sınırlarını sınırsız biz‟liği ilen<br />

geçen.Yığınları sınırsız alanlara kavuşturmak için sınırlı hapishanelere<br />

giren.Gandhi vardır,bir Gandhi…İngiliz Hükümetini bir avuç tuz ile bir avuç insan<br />

için „hiç‟ eden.Bir Gandhi vardır,yalnızca „biz‟,yalnızca „biz‟…Bir Gandhi vardır,bir<br />

deri bir kemik edinceye kadar,yalnızca „biz‟,yalnızca „biz‟…<br />

Danimarka Halkı vardır,yalnızca biz değil,yalnızca hepimiz diyen.Yahudileri seçip<br />

ayırt etmek isteyen Nazileri dize getiren bir Danimarka Halkı.Yahudiler için<br />

biçilmiş,sırtı damgalı giysiyi kendi içen biçen,‟hepimiz Yahudiyiz‟ diyebilen bir<br />

Danimarka Halkı vardır,sözü en iyi söyleyen.Hasta denilen hükümdarlarını<br />

kurtarmanın yolunu ülkeyi sarsacak kadar „çiçek‟ göndererek bulan.İnsan için<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

73


insanlığından var olan.<br />

Thoreau vardır,vicdanına sığmadığı için savaş ganimetine kullanılacağı için vergi<br />

ödemeyen.Sınırların dışındaki insanlar için sınırların olduğu hapishaneye kendini<br />

hapseden.Bir Waldo‟da vardır,dünyanın Waldosu.Gelip o hapishaneye ‟sen burada<br />

ne arıyorsun Thoreau‟ diyen.Bir Thoreau vardır,‟sen neden burada değilsin Waldo‟<br />

diyen.İnsan için insanlığından var olan.<br />

Bir Martin Luther King,vardır.Yine insan için insanlığından,öz için sözünden var<br />

olan…<br />

********************<br />

Bahsi geçen isimlerin hepsi ‟sivil itaatsizlik‟ kavramının oluşumunda,gelişiminde<br />

katkıda bulunan „mevcut kanunun yeterli olmadığı zamanlar da ya da insancıl<br />

olmadığı zamanlarda kendilerine,nefsen insanlıklarına rağmen kendi vicdanlarının<br />

kanunlarını tercih eden‟ insanlardır.En kutsal yolun yolcusu,zor tercihlerin<br />

insanları.Onlar var olmalarının mümkünatını ancak ve ancak diğer insanların<br />

varlığına bağlarlar.Ezilen,sömürülen,hakları ihlal edilen insanların hakları için<br />

kendi haklarından vazgeçer bunu yaparken de yine en kutsal tercih ile üçüncü<br />

şahıslara zarar verme(me) tercihi ile yaparlar.<br />

Bir de „içsel itaatsizlik‟ vardır.Dahili olduğunuz bütünün yöntemleri,terchileri<br />

vicdanınızı sızlatırsa onlara karşı giriştiğiniz,yanlış anlaşılıp bütün dışına<br />

itilmenizin pek mümkün olduğu bu tercihte ne yaparsanız yapın „ben yapmak için<br />

söylüyorum,yıkmak için değil‟ samimiyetinizi anlatamazsınız.Bu guruplar içinde<br />

„yalnız‟ kalmak,kalabalıklar içinde yalnız kalmaktan çok daha zordur.Bu<br />

topluluğun içinizi sızlatan tercihleri ve yöntemlerine pek söz ile de cevap<br />

veremezsiniz.Zira onların bu tutumu söz ile cevap verebileceğiniz sözsel bir<br />

eylem değil de daha çok içiniz yana yana hissedebileceğiniz bir hÂldir.O hÂlin<br />

karşısında siz bir hal olursunuz.Söz söylemek şöyle dursun en ufak ima hakkınız<br />

dahi olmadığı gurubun yöntemleri,kuralsız kuralları,üslubu,gidişatı,halleri,halden<br />

hale geçişleri sizi tüketir,tüketir.Giriştiğiniz herhangi bir „içsel itaatsizlik‟ yöntemi<br />

anında sonuç verir.Ama bu sonuç beklediğiniz sonuç değildir.Sizi tam da<br />

„itaatsizlik‟ ettiğiniz yöntem ile vurular.Sonuç tam ters istikamete düşer.<br />

Dahili olduğunuz bu bütün öyle bir bütündür ki.Tek olarak sizi kapsamayacağı<br />

gibi siz olmadan da bütünü oluşturamaz.Sonu olmayan bir yolculukta birlikte<br />

yürümek zorunda olduğunuz bu bütün ile ilişkiniz birbirinden asla ve asla<br />

kopmayacak,kopamayacak birbirine sıkıca bağlı bir sistematiğe bağlıdır.Bir(tek)<br />

olmak mümkün değilse,bir(bütün) olunmalı gibi kuralsız kuralları olan bu<br />

bütünden kopacak her parça(birey),kendi içinde kendi insanlığıdan var olmak için<br />

kendi içinde kendinden olanlar tarafından yok edilir.<br />

Bir gün insan olmaya,‟vicdanınız‟ en yüksek tondan söz söylemeye gücünüz<br />

yeterse o gün o bütün içerisinde her yazıda,her kitapta,her tepkide,çoğu kez<br />

görmezden gelen tepkisizlikte size ses çıkartmadan bağıra bağıra ‟sen burada ne<br />

arıyorsun‟ diyenlerin,halleri „vicdanınızı‟ iki taş arasında öğütmeye başlarsa onlara<br />

dönün ve tüm insanca sözlerinizle ‟sen neden burada değilsin‟ deyin ve daha tek<br />

soluk cümleniz arasına girmeden ekleyin,‟bu yol birlik(bütünlük) yolu ise ve<br />

sen,siz yanımda değilseniz ben burada ne arıyorum‟deyin.<br />

Söz vardır,Sözler vardır,söz gibi söylenen,öz gibi kükreyen.Sözler vardır,vura<br />

vura söylenen sözden gürleyen,sözden inleten,özden söyleten.<br />

” Ey bürünüp örtünen,Kalk (ve) bundan böyle uyar,Rabbini tekbir et<br />

”Müddesir/1,2,3<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

74


”Oku,Yaratan Rabbin adıyla oku,Oku, Rabbin en büyük kerem<br />

sahibidir”Alak/1,2,3<br />

”Sarıp-örttüğü zaman geceye andolsun,Parıldayıp-aydınlandığı zaman<br />

gündüze,Erkeği ve dişiyi yaratana,Gerçekten sizin çabalarınız (çelişkili, parça<br />

parça) darmadağınıktır.”Leyl/1,2,3,4<br />

”Asra andolsun;Gerçekten insan, ziyandadır.Ancak iman edip salih amellerde<br />

bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler<br />

başka.”Asr/1,2,3<br />

ALLAH‟ın sözü doğrudur.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

75


Mücahid Abi, beni bildin mi?( Cemile Bayraktar)<br />

Mücahid abi, beni bildin mi?Bilmiş tanımışsındır<br />

eminim, ben aynı ben. Seni tanımakta<br />

zorlandım, oysa. Çok değişmişsin, eski<br />

günlerden aşina olmasam imkanı yok<br />

tanıyamadım. Eski günler dedik de . . .<br />

Ne „ kutsal „ abimizdin sen Mücahid abi. En<br />

önde, slogandan bir ağabeydin öyle. Şekilden ;<br />

Çevirme sakal, kumaş pantolon. Yürekten ;<br />

Vicdanlı bir yürek, bir adalet, bir inanış, Allah<br />

rızası. Her zulme savrulacak bir cümlen vardı. Çeçenistan, Filistin, Bosna. . .<br />

Aliya‟lar, Malkom‟lar daha bir çok idol. Rasul deyince, sızılardın içinden. Bir Ömer<br />

çıkardı, bir Ebu Zer, gözünden yaş. Cuma Sohbetleri, küçük ama samimi<br />

kıraathanelerde büyük ve güçlü bir kararlılıktın sen. Ahlak, iman, düzen ve<br />

adelet. Ne çok güzelliğin vardı. . . Ne çok inandığın. . . En başta kendine<br />

inanırdın, biz de sana. . . Yeryüzü halifesi olmana şu kadarcık kalmıştı ki. . .<br />

Yüksek bir patırdı koptu, o gün.<br />

Porselenenin ufalanıĢıdır.<br />

Zor tanıdım inan, ne çok değişmişsin, ne çok da özlemişim. Şimdi kimse yok,<br />

ıssız bir ada gibi bizim mahalle, „ cüzzam „ ve „ vebadan „ sonra kimse kalmadı.<br />

Bir terkediş, öyle işte. . .<br />

Parlamışsın Mücahid abi, nerede o eski „ adam „ ?Epilasyon mucizesi Mücahid,<br />

sinek kaydı, sen de kıl kökü kalmamış, yumurta gibi, pırıl pırıl. Yüzüne<br />

bakamıyorum, zaten eskiden de bakmazdık biz, sen gözlerini iyice devirir<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

76


olmuşsun, nedir bu?Beni beğenmiyor musun?Kaçar gibi durma öyle daha edecek<br />

çok kelamımız var. Sarı ve uzun saçlara çevirir olmuşsun o felfecirleşmiş<br />

gözlerini, bizden kaçırıp o yana çevirirken, bilmem, tuhaf, önceden „estağfirullah‟<br />

vardı, hatırlar mısın?Bizden kaçırdığın gözlerin acaba biliyor mu, bizim<br />

saçlarımızın omzumuza dökülmeyip, boynumuza dolandığını. Yanına da<br />

yakışmadım hani ya. Zaten yanyana değiliz, okuyan öyle sanıyor, görünmüyor<br />

aramızdaki kocaman „ uçurum „. Gözüm kamaşıyor Mücahid abi, Rolex mi o?Çok<br />

parıltılı, çok parıltısın, çok parıltılısınız. Gözüm kamaşıyor Mücahid abi, dilim,<br />

kalbim sana bunları söylerken içim kamaşıyor, parladığın aştı sanki. Güneş<br />

gözlüklerinde pek fiyakalı, sanırım Avrupa tatilinden bir anı, marka olmalı e<br />

haklısın ultraviole, kaz ayağı, dikkat etmek lazım. Göbeğini içeri çekme Mücahid<br />

abi, çatlayacaksın, e o kadar açık büfenin sonu budur olmadı liposakşınnn.<br />

Saçlarını az daha şekillendirirsen sana albüm bile yapabiliriz, o denli yani. Buram<br />

buram da kokuyorsun Mücahid abi, nedir o? Tommy olmalı. Eskiden alkosüz<br />

esansların, Yahudi, Amerikan ambargoların adamı, çevirme sakallı, samimi<br />

Mücahid vicdanımın direğini sızlatacak kadar „ yabancı „ kokuyor. Sahi cumaları<br />

ya da perşembe akşamları devam ediyor mu hala arada yaptığınız Tefsir<br />

konuşmaları, kitap, fikir paylaşımları?Sanırım pazar sabahları yapılan „ iş adamı „<br />

kahvaltılarından ya da yıllık şirket tatillerinden fırsat kalmıyormuş. İsraftan açık<br />

büfeye giden yolda „ kaprisli „ bir Mücahid. Ahh Mücahid abi ahh, önceden<br />

Mekke‟den Allah‟a giden bir yol vardı, sizin yürüdüğünüz biz de peşinizden, ne<br />

olmuş öyle?Mekke‟den, Dubai‟ye saat başı uçak seferi, Vip, havalanından jiip<br />

içimden bir parça koptu, dilimden bir sövgü, Mücahid abi biiiip.<br />

Ne çok değişmişsin Mücahid abi, az kaldı tanıyamayacaktım. Mutluda olurdun<br />

hani ya „ sıvışıp gitmek „, kem sözü dinlememek, uzun zamandır sıyırdığın gibi<br />

bundan da sıyırabilirdin hatta ben öyle dikilmesem ani bir manevra ile<br />

sıvışabilirdin. Yok bırakmam bu sefer, nicedir bekliyordum, daha çok sözüm var<br />

sana daha karpuz keseceğim ama sana alevli meyve tabağı.<br />

Yıllar önceydi, senin Mücahid, bizim yeni filizlendiğimiz zamanlar olmalı. Bize de<br />

bazen rahat durmayıp çok el atardınız. Pardesünün altına giydiğimiz kot, belki bir<br />

sürme, hafif bir koku çocukça belki genç kızlık özentisi öyle küçük pırıltılarda<br />

atmak istemiştik, sade hayatımızın ortasına. İlk ses sizden geldi, kot haramdı (!),<br />

sürme yasak(!), koku ya da bir kokma zinasıdır, sapıttırıp eklediniz. Konuşamadık<br />

bile, ağzımızı açtık yine sapıttırıp bir fetva koparttınız „ ses zinası „, dünyayı<br />

görmek için az bakındık „ göz zinası „, zina birken bin oldu. Ya sizin o dönem<br />

beyinlerimize yaptığınız, özünden kopartılımış „ kadın figürü „ zinası ?Evden<br />

çıkmak da harammış, el-yüz-göz- ayak hepsi haram, haram. Mücahid abi, Allah<br />

seni bildiği gibi yapsın, Allah‟ın helal kıldığını bize haram kıldın, fetva zanisi<br />

Mücahid !Okuduğun sapkın iki fikirle beynimizi öğüttün Mücahid abi. Uydurdun<br />

uydurdun, geldin gözümüze gözümüze soktun. Sonra vınn, ilk fırsatta Mücahid<br />

arazi.<br />

Çok değişmişsin Mücahid abi, e biz de boş durmadık. Şer‟en erkekler önden,<br />

kadınlar arkalarından. Bir görsen bizi sen de şaşalarsın, görmüşsündür elbet,<br />

görünmeyecek gibi değiliz. Bir eşarplar takıyoruz, sen gibi parıldıyor, altına yastık<br />

koyuyoruz, o uzay tiplemesi E. T gibiyiz, koca kafalı, önüne hoop bir iğne, bir<br />

çadır Nasuh Mahruki sığar. Üstelik Burrberyy, tanesi 500 boru değil. Bir de<br />

makyaj, kocaman YSL çanta, kollar havaya, iri bir yüzük, iyice ağır oldu hamal<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

77


olduk haberimiz yok, tayt gibi bir kot, Diesell‟den gayrısı kesmiyor bizi, Armani<br />

kokuyorum ohh miss, Bağdat Caddesi bile kesmiyor artık bizi. Tabii kültürlü<br />

kızlarız, özel üniversitelerde okuyoruz, paçamızdan akıyor anlayacağın. Ne<br />

yapalım baş nereye, ayaklar oraya, siz gittiniz biz sizi takip ettik. Çünkü bizim<br />

önce erkeklerimiz pes etti, önce onlar satıldı. Siz yıkılmasaydınız bizi kimse<br />

yıkamazdı Mücahid abi. Ama yine rahat durmadınız Mücahid abi, bizim erkek<br />

versiyonumuz olarak zenginlik ikonası gibi ortalarda gezip yine bizim tesettürsüz<br />

giyimimizi kendinize rant yapıp siz konuştunuz, benden ne farkın vardı<br />

Allasen?Ya sizin tesettürsüzlüğü aşmış, ahlaksız ve vicdansız yaşamlarınız?<br />

Yıkılmadım, ayaktayım. . . Ayakta kalanlar. . .<br />

Mücahid abi, bir biz vardır bizde bizden içeru, şimdilerde dışaru. Peşinizden<br />

gelmeyenlerde oldu elbet. Bir kaçı erkek çoğu kadın sizin gibi ufalanmayanlar,<br />

ayakta kalanlar da oldu elbet. Erkekleri sen gibi bir „ Mücahid abi „tiplemesinden<br />

çok uzak, pardon Mücahid abi meteforu demeliydim, daha fiyakalı, sana en çok<br />

yakışan yine sayemde yırttın, ünlü oldun. Bak „ Mücahid Abi Meteforu „ olarak<br />

gelip gündeme bomba gibi düşüceksin şimdi, şanslı kerata. Dönelim bize işte öyle<br />

olduğu gibi kalanlarız biz okulu bırakan, çalışmayan, evlenemeyen ama hala<br />

inandığı gibi yaşayan kızlar bir kaç da erkek var ama çok azlar. Biz başörtülü ve<br />

değişmeyen, erimeyen kızlar olduğumuz yerde saymış gibi dursak da olduğumuz<br />

gibi ve olması gereken gibi kaldık Mücahid abi. Utanmazsan örnek al, tipinde<br />

insanlar bütünüyüz. Kızarıp kaçma, yemem. Şimdi konuştuk bitti sanma, bitmez.<br />

Bu benim sadece sana yazdığım, e Allah da soracak size bu kızların hesabını. İş<br />

uzun yani, uzunda olmalı. Kolay değil, bizi öyle iş yerlerinin, atıldığımız<br />

üniversitelerin kapılarında „ yetim „ gibi bırakıp gitmenin bir bedeli olmalı elbet.<br />

Eğitimimiz, statümüz, maaşımız yok diye ne burs verdiniz, ne işe aldınız ne de<br />

nikahınıza bununda bir bedeli var elbet. Aslını istersen sizin amacından sapmış iş<br />

yerleriniz, imanını parayı cebine sokarken yüreğinden düşürmüş tipleriniz bizim<br />

kızların yüreğinin sükun bulacağı ne bir çalışma ortamı ne de bir evlilik hayatı<br />

sürdürebilecek bir kapasitede değil. Sanırım istemeyerek de olsa kapıyı gösterme<br />

sırası biz de.<br />

Mücahit abi, yolun sonu. . .<br />

Biz de uygun gördük sizin çıkış amacınızı, elbet sanayileşme, kazanç, eğitim,<br />

bilim, ilim hepsi yakışırdı Müslüman‟a en çok insana. Olmadı ama her şeyi eline<br />

yüzüne bulaştırdığın gibi onu da eline yüzüne bulaştırdın. Ticaret yapacaktın öyle<br />

mi?Kalkınıp güçlenecektik. Keşke yapsaydın, olsaydı. Ama olmadı, sen ticaret<br />

yapmadın, sen o ticareti amaç olarak iş yerinde de bırakmadın. Getirdin evin<br />

ortasına koydun, huzurumuz kaçtı. Ticaret yapacağım derken Müslüman taciri<br />

oldun, ne ihracat ne ithalat sürekli Mücahid‟den verdin, verdin de verdin. Hep<br />

sağ, hep sağ, eski kodlama bunlar o sol sana sadece abdestten sonra burnunu<br />

sümkür diye verilmedi. Hem sağ hem sol iki elini kullana da bilirdin. Ne yaparsın<br />

fıkhi saplantılar öyle kolay kurtulunmuyor değil mi?<br />

Mücahid‟i uğurlarken. . .<br />

Kem söz ağır gelir insana, bakayım sana yüzün kızardı mı? Yoksa iyice taşlaştın<br />

da laf kar etmiyor mu?Bilemem. Hadi Mücahid abi yol uzun, iş çok. Buraya<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

78


kadarmış. Sana sayarken de içim yanmadı değil ha, senden kötü oldum üstelik.<br />

Sen de durum ne? Neyse sus, içim kaldırmaz şimdi bir de kendini savunursun<br />

iyice utanmazlık görürüm yok onu da kaldıramam vallahi. Söyleyeceğim de<br />

tükendi zaten. Selametle Mücahid abi.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

79


Reis-i Cumhura ve BaĢvekile (Said Nursî)<br />

Kaynak: Zehra Derneği<br />

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç<br />

hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın<br />

gören bir biçare garib ihtiyar der ki: Size iki<br />

hakikatı beyan ediyorum:<br />

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak‟la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını, bu<br />

millete kemal-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanıza bütün ruh u<br />

canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâmın sulh-u<br />

umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat‟i bir mukaddime olarak<br />

ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size<br />

yazmağa mecbur kaldım. Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim<br />

halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı<br />

kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur‟an‟ın bu zamanda bir mucize-i<br />

maneviyesi olan Risale-i Nur‟un, Arabistan ve Pakistan‟da her yerden daha ziyade<br />

tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit<br />

edilen miktarın üç misli Risale-i Nur‟un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu<br />

sır için, ahir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azimeyi görmek ve beyan<br />

etmeye ruhen mecbur oldum.<br />

Saniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin<br />

başında “Kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumide<br />

yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı<br />

görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı<br />

umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe<br />

çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfi hareketle başkasının zararıyla<br />

beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrisi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti<br />

dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyetle<br />

mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

80


olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap<br />

milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakiki milliyetleri İslâmiyettir.<br />

O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azimdir. Sizin bu defaki Irak ve<br />

Pakistan‟la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını<br />

def‟edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş<br />

Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye şiddetle<br />

muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine<br />

kazandırmağa tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan<br />

ediyorum.<br />

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz<br />

müstemlekât nazırı Kur‟an‟ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu<br />

İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakiki hâkim olamayız, tahakkümümüz<br />

altında tutamayız. Ya Kur‟an‟ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan<br />

soğutmalıyız.”<br />

İşte bu iki fikirle, iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, masum,<br />

hamiyetkâr millete zarar vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu<br />

cereyana karşı, Kur‟an-ı Hakîm‟den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol<br />

ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş<br />

senedir, ahiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi<br />

de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmağa ve akvam-ı<br />

İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeğe iki vesileyi bulduk.<br />

Birinci vesilesi: Risale-i Nur‟dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman<br />

ile hizmet ettiğine kat‟i delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik hâletinde telif<br />

edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika‟ya da<br />

tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri<br />

dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe<br />

çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir.<br />

İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar,<br />

bu mucize-i Kur‟aniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.<br />

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Camiü‟l-Ezher*e gitmek istiyordum. Âlem-i<br />

İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet<br />

ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:<br />

Camiü‟l-Ezher, Afrika‟da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika‟dan ne<br />

kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm Üniversitesi Asya‟da<br />

lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ, Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas,<br />

Türkistan, Kürdistan‟daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki, müsbet ve<br />

kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet<br />

milliyeti ile 1 Kur‟an‟ın bir kanun-u esasisinin tam<br />

inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u<br />

diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti,<br />

İslâmiyet hakaikıyla tam müsalâha etsin. Ve Anadolu‟daki ehl-i mekteb ve ehl-i<br />

medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyat-ı şarkiyenin<br />

merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem<br />

Türkistan‟ın ortasında Medresetü‟z-Zehra* manasında, Camiü‟l-Ezher üslûbunda<br />

bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş<br />

senedir Risale-i Nur‟un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

81


unun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad* takdir edip yalnız binasını<br />

yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i umumîdeki<br />

esaretimden döndüğüm vakit, Ankara‟da mevcut iki yüz mebustan yüz altmış üç<br />

mebusun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o<br />

üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek,<br />

şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle<br />

kıymettar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ<br />

dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an‟anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan<br />

bir kısım mebuslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan bir ikisi dediler ki: “Biz<br />

şimdi ulûm-u an‟ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmağa ve medeniyete<br />

muhtacız.” Ben de cevaben dedim:<br />

“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın<br />

Asya‟da, Şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların Garpta gelmelerinin<br />

delâletiyle Asya‟yı hakiki terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade<br />

hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla<br />

an‟ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük<br />

milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede; millet, vatan selâmeti için dine,<br />

İslâmiyetin hakaikına kat‟iyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler<br />

misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:<br />

Ben Van‟da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok<br />

hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman<br />

bir Türkü, fasık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona<br />

alâkadarım. Çünkü, tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti (Allah rahmet<br />

etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul‟da mektebe girmiş. Esaretten<br />

geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül‟amel ile, o da<br />

Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet<br />

fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türk‟e tercih ediyorum.” Sonra ben<br />

onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki, Türkler, bu millet-i<br />

İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.<br />

Ey sual soran mebuslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın<br />

İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba<br />

birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin<br />

Van‟daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri<br />

kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi<br />

tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o<br />

merhum talebenin ikinci hâli mi daha iyidir? sizden soruyorum!<br />

İşte bu cevabımdan sonra, an‟ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini<br />

taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını<br />

afvetsin; şimdi vefat etmişler.<br />

Rabian: Madem Reis-i cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şark<br />

üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış<br />

milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde<br />

bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren<br />

bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark<br />

hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

82


irinci kal‟ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-yi siyasiye içinde yeniden<br />

nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azim, faideli hizmeti<br />

netice verecek. ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü; hariçteki<br />

kuvvet tahribatı, manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom<br />

bombası ancak manevî cihetinde, maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı<br />

durdurabilir. Madem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün<br />

dekaikı ile ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve<br />

fikrini sormak lâzım gelirken; Amerika‟da, Avrupa‟da bu meseleye dair istişareye<br />

kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye<br />

hakkım var. hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz…<br />

Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tabirattan kusura bakmayınız.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

83


Ümmeti-i Muhammed,Minare mi istemiĢtiniz ? (Cemile Bayraktar)<br />

Dünya Müslümanlarının İsviçre‟nin „minare inşaası‟<br />

engellemesi,bu eylemi oylaması,oylama sonucu çıkacak<br />

olan kararın olumsuz olması ihtimali üzerine<br />

konuşuyor.Dünya Müslümanları hangi ahval ve şerait<br />

içerisinde tepki veriyor,açıklamaları<br />

nelerdir,savunmaları nelerdir,bilemeyeceğim.<br />

Türkiye Müslümanlarıda İsviçre‟deki bu gelişme ve<br />

arkasından gelecek kararlar üzerinden görüş<br />

belirtiyor,duruma müdahil oluyor,hatta ben de dün<br />

akşam sevgili arkadaşım Ebru Afat‟ın Sky TV‟de konuyla<br />

ilgili görüşlerini beğeni ile izledim.<br />

Ben konuşulanın dışında birşeyler söylemek<br />

istiyorum,dünya Müslümanlarını konuya dahil etmeden,Türkiyeli,Türk<br />

Müslümanlara konuşacağım,bizimkilere,Muhammed‟in ümmetine,yani yarın eğer<br />

Rasulullah‟ın o mübarek yüzüne bakabilecek yüzleri olanlar varsa işte onlara ;<br />

Ey Türkiye‟nin Müslüman Ümmeti !<br />

Minare mi,istiyorsunuz?<br />

Ne için?<br />

Mahya asmak için mi?<br />

Türkülüğünüzü övmek için mi?<br />

Irkçılık yapmak için mi?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

84


Minare mi,istemiştiniz?<br />

O öyle olmaz din kardeşim ! Bu din minare ile din olsaydı,Müslümanların şeklen<br />

zürafa olması gerekirdi.<br />

Minare mi,İstemiştiniz?<br />

İstemekle olmaz,din kardeşim !<br />

Gel beri ; şimdi o minareyi istemekten önce bir kendin gibi olmadığı için „ mum<br />

söndürmekle,kardeş bilmezlikle,namussuzlukla itham ettiğin tüm Alevilerden gel<br />

bir helallik iste önce,arın,paklan,pis pis minareye çıkılmaz,zaten zürafada<br />

değilsin,değil mi?<br />

Minare mi,istiyorsunuz?<br />

Bir bak bakalım şöyle ülkeye çok şükür adım başı camiilerin olduğu bu ülke de<br />

yakılmaya çalışılan Alevilerin anısına bir bak bakalım,vicdanını bir konuştur,senin<br />

adım başı camiine karşı bu insanların ibadet haneleri var mı,yok mu?Bir bak<br />

bakalım.<br />

Minare mi,istemiştiniz?<br />

Gel beri ; o iş öyle olmaz din kardeşim,önce çık bir bakalım Milli Eğitim<br />

Bakanlığına aç ağzını yum gözünü ;Yahudi‟nin,Hristiyanın,Pagan‟ın çocuğuna nasıl<br />

zorunlu din dersi verebilirsin diye bir sor bakalım.<br />

Minare mi,İstemiştiniz ?<br />

Bu din „temizlenmeden‟ kişinin ibadet etmesini uygun bulmaz.Şimdi aziz din<br />

kardeşim,kendi yurdunda devletinden yetim,anadan-babadan zaten yetim olan<br />

Ermeni çocukların alnının teri,minik ellerinin emeği Tuzla Yetimhanesini gasp<br />

ettikten ve edenlere sustuktan sonra o „pislikle‟ hangi minareden,nasıl,nereye<br />

yükseleceksin?Zürafa isen o başka!<br />

Minare mi,istemiştiniz?<br />

Hrant Dink‟in bir Ermeni olarak çoğunluğu Müslüman bir ülkede korunması ve<br />

savunulması biz Müslümanların boynunun borcu iken katledilmesinden sonra<br />

halen ses çıkartmadıysan,şimdi o minareyi,tepesine çıkıp „hepimiz ogünüz‟ diye<br />

bağırmak için mi istiyorsun,hey gidi din kardeşim!<br />

Minare mi,istemiştiniz?<br />

Heybeli Ruhban Okulu açılmasın,din elden gidiyor naraları ile korumaya<br />

çalıştığın,İslam‟ın bel kemiğine en ağır darbeyi indirirken,‟ inanan „ insanların<br />

inançlarının gereğini yerine getirmesine engel olurken,ey benim sakaldan,vatan<br />

sevgisinden,cengaverlikten mütevellit din kardeşim o minareyi hangi hakla,hangi<br />

yüzle talep edeceksin?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

85


Minare mi,istemiştiniz?<br />

Ne verdin ki,ne istiyorsun?<br />

Senin dinin sana,onun dinin yine sana,öyle mi?<br />

Vallahi onun aslı ; benim dinim bana,senin dinin sana.Yani „ Rabbena,hep bana‟<br />

bir dua girişi değil,vallahi onun da aslı ; Rabbena,atina …<br />

Minare mi,istiyorsunuz din kardeşlerim?<br />

Sizin minarenizin yolu ancak anaları,evlatları,eşleri gözaltında kaybolmuş Kürtler<br />

ile omuz omuza onların kayıplarının hesabını sormaktan,onların haklarını talep<br />

etmekten geçer.Yoksa, Zürih‟in ünlü Helvetiaplatz Meydanı„nda,bağdaş kurup ;<br />

İsviçre‟de yok minare,<br />

Beri gel oğlan,beri gel.<br />

Ciğerim doldu yare,<br />

Beri gel oğlan,beri gel.<br />

diye içli içli söylenirsin.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

86


Zina da böyle bir Ģey iĢte…(Mehmet Yılmaz)<br />

Oh lord won‟t you buy me a Mercedes<br />

Benz. - Tanrım, bana bir Mercedes almaz<br />

mısın?<br />

My friends all drive porsches, I must<br />

make amends. - Arkadaşlarım Porche<br />

kullanıyor.<br />

hayır yok,<br />

Worked hard all my lifetime, no help<br />

from my friends. - Hayatım zor, kimseden<br />

So oh lord won‟t you buy me a Mercedes Benz - Tanrım, bana bir Mercedes<br />

almaz mısın?<br />

Oh lord won‟t you buy me a color TV. - Tanrım, bana renkli bir televizyon<br />

almaz mısın?<br />

Dialing for dollars is trying to find me. - Ödüllü TV yarışmaları beni bulmaya<br />

çalışıyor.<br />

I wait for delivery each day until 3. - Teslimat için her gün 3′e kadar<br />

müsaitim.<br />

Janis Joplin‟in bu şahane şarkısı insanların din ile nasıl sapık bir iliĢkiye<br />

girebileceğini anlatan, dikkate değer bir eser. Teorik olarak maddiyattan<br />

sıyrılmış, iman etmiş biri Tanrı‟dan otomobil ve TV istiyor! Zina deyince akla<br />

hemen yatak odası gelir ama özünde daha “genel” bir şey söz konusu. Neden?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

87


Zina* kelimesinin ingilizce karşılığı adultery. Kökeni latince adulterare„den<br />

geliyor, altın gibi “iyi” bir şeyin içine bakır vs daha “ucuz” şeyler katarak değerini<br />

düşürmek, kirletmek, sulandırmak gibi anlamları var. Semavî dinlerin öncesindeki<br />

geleneklerin etkisiyle olacak, gerek Yahudiler, Hristiyanlar gerekse Müslümanlar<br />

sevap-günah kavramlarını biraz kafalarına göre yorumlamışlar sanki?<br />

“Belden aşağı” günahlara büyük tepki verilirken daha makul(!) veya makbul(!)<br />

günahlar halının altına süpürülmüş: Başlık parası, kan davası, ırkçılık,<br />

milliyetçilik, putsal devlet… Tabi ortaya çıkan tablonun tutarsızlığı neticesinde<br />

GÜNAH kelimesinin anlamı yani aklî ve vicdanî zemini görünmez oluyor.<br />

Bir başka deyişle kanunu meşru kılan zemin tahrip edilince insanlar ister istemez<br />

yasaklara ve ödüllere odaklanıyor. Dini din yapan temeller kuma gömülü. Bugün<br />

İslâm da dahil bir çok dinin (görünen) kuralları ve uygulanan şekilleri kafa<br />

karıştırıcı bir halde. İnsanlar “iyi ama, …” diye başlayan cümlelerle bir sürü itiraz<br />

getiriyorlar. Bu itirazlara verilen ezberci yanıtları ise oldum olası sev(e)medim:<br />

- ALLAH öyle emretmiş!<br />

- İyi ama sebebi ne? Hikmeti ne?<br />

- Kur‟an‟da böyle yazıyor! İtiraz mı ediyorsun?<br />

- Yaw hocam bunda bir tutarlılık olmalı. Emirleri, yasakları birleştiren bir<br />

zemin olmalı. Kul hakkı? Şirk?<br />

Pozitivizm ile zina: Ġslam inancının kirletilmesi<br />

Moderniteyi, pozitivizmi çok eleştirdik bu sayfalarda. Hatta bir kitap bile<br />

yayınladık “Bilim ve teknoloji insanlığa yol gösterici olabilir mi?” adında, tam 74<br />

sayfa! Bu kitapta savunduğumuz fikirlerden belki de en önemlisi pozitivizm<br />

yüzünden insanların her şeyi bölüp parçalayarak anlamaya çalışmasıydı. Çünkü<br />

Hayat‟ı, İnsan‟ı ve Kâinat‟ı kavramların, kelimelerin, sayıların ve formüllerin içine<br />

hapsederseniz anlamı kaybedersiniz. Bir fıkranın neden komik olduğunu<br />

açıklayarak kimseyi güldüremezsiniz! **<br />

Zannediyorum İslam düşüncesine de en büyük zararı veren bu parçalama merakı<br />

oldu. İman‟ı önce kelimelere, ardından sarıklara, cüppelere, belirli tip binalara,<br />

haftanın belli günlerine hapseden bir parçalama süreci başladı. Ne zaman? Belki<br />

de İslam‟dan çok önce. Zira insanı kendinden uzaklaştıran, kendisiyle arasına<br />

mesafe koyan bu parçalama güdüsü bizim doğamızın bir parçası, daha doğrusu<br />

nefsimizin doğal bir işlevi. Ama bu hayvanî işleve karşı mücadele etme<br />

özgürlüğüne de sahibiz. O halde devam edelim:<br />

Evet, İslam inancı ve İslam düşüncesi nasıl oldu da “içeriden” parçalandı? Anlamı<br />

boşaltılıp şekle mahkûm edildi?<br />

Kimi insanlar yapıları gereği diğerlerine göre daha fazla güven ihtiyacı içindedir.<br />

Hergün aynı yoldan geçmek, aynı lokantada yemek, aynı gazeteyi okumak onlara<br />

güven verir. Bu “tanıdık” ortam onları rahatlatır. Bazı meslekler(***) de insanları<br />

bu yöne iter: Muhasebe, hukuk, mühendislik… Kanunları, ilkeleri oturmuş,<br />

sürprize, maceraya yer olmayan mesleklerdir bunlar. Tersine reklâm, basın,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

88


turizm gibi mesleklerde sürekli yenilik vardır. Bu meslekler insanı esnekliğe<br />

alıştırabilir.<br />

İşte bu güven ihtiyacı insanların din ile ilişkisini de belirliyor zannediyorum. Yani<br />

bu durumdaki insanlar “katı” birşeyler arıyorlar tutunacak, içine<br />

sığınacak…Duvarları ritüelleşen alışkanlık tuğlasıyla örülmüş barınağa sığınan<br />

insan bilimsel determinizimde bulamadığını dinsel determinizmde(!) arıyor. İlâhî<br />

mesajın içeriğini anlamaya çalışmak oldukça ürkütücü olabilir bu bağlamda. Ya<br />

beklenmedik bir şey çıkarsa? Ya yeterince kesin olmazsa? Ya ÖZGÜRLÜK‟ten<br />

kaçmam imkânsızsa?<br />

Neticede yol ikiye ayrılıyor: Ya hesaplarıyla kontrol edemediği herşeyi (din, inanç,<br />

metafizik, …) reddeden bir pozitivist oluyor ya da “Kur‟an‟da böyle yazıyor!<br />

İtiraz mı ediyorsun?” diyen katı bir Müslüman. İkinci gruptaki Müslümanların<br />

Tasavvuf‟a ve felsefeye de ateşli biçimde “gayrı İslamî” diyerek karşı<br />

çıktıklarına tanık olduk sitede son zamanlarda, hatırlayacaksınız. Ne ilginçtir ki<br />

balıkların, meyvaların üzerinde ALLAH‟tan işaret arayanlar, Kur‟an‟daki ayet ve<br />

surelerin sayısını çarparak, bölerek şifre bulanlar(!) da yine bu “katı” gruptan<br />

çıkıyor.<br />

“Bak sen Ģu iĢe! Demek ki ALLAH var” şeklinde özetleyebileceğimiz<br />

mucizeperverlik korkarım iman zayıflığından geliyor:<br />

- Karına neden aşıksın?<br />

- Sarı saçları var, boyu uzun, ayrıca çok zeki ve tahsilli.<br />

- Daha uzun, daha sarışın, daha zeki bir kadın bulursan boşanacak mısın?<br />

Elbette ilk soru yanlıştı, aşkın objektif sebebi olsaydı herkes aynı kişilere aşık<br />

olurdu. İnanmak da objektif biçimde açıklanabilecek bir şey değil. Hele katı<br />

kavramlara, ritüellere parçalanmasında, rasyonalize edilmesinde büyük sakınca<br />

var. Bu bağlamda Tanrı‟nın varlığını mucizelerle ispat etme ihtiyacı da iman değil<br />

bir güvenlik arayıĢı kanımca. “Heyy! Demek ki deli değilim, bir Tanrı varmış!”<br />

Tanrı varlığına dair elle tutulur, gözle görülür ispatları aramanın yolu korkarım…<br />

materyalizden geçiyor! 1600′lerde Beden-Ruh dikotomisine çözüm arayan<br />

Descartes‟ın Ruh ile Beden‟in temas ettiği yeri bulmak için kadavralar üzerinde<br />

yaptığı bilimsel(!) araştırmalar geliyor akla. Madde‟nin içinde Ruh aramak… En<br />

sonunda Pineal Bez denen bezelye büyüklüğünde bir salgı bezinde karar kılmıştı<br />

zavallı adamcağız.<br />

Ulus-Devlet ile zina: Ġslam inancının ırkçılık ile kirletilmesi<br />

İslâm coğrafyasının dış düşmanları vardı eskiden: Haçlılar, Moğollar… Şimdi Irak‟ı<br />

işgal eden ABD ordusu var. İsrail var. Dış düşmanlardan daha tehlikeli olanın iç<br />

hastalıklar olduğunu düşünüyorum uzun zamandır. İçerinden gelen tehlikeye<br />

karşı pek bir savunmasız durumdayız. En son Diyanet‟in ırkçı mahyaları ile<br />

canlandı tartışma ama sorunun kökenleri cahiliyye dönemine kadar uzanıyor.<br />

Arap yarımadasındaki kabilelerin arasındaki kan-soy kavgaları insanların Madde<br />

ile Ruh‟u karıştırma hatasına kolaylıkla düşebildiğini gösteriyor. Felâketlerin<br />

Müslümanların üzerinden silindir gibi geçtiği hemen her dönemde ırkçılık<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

89


görüyoruz. Pusuda bekleyen, tam tedavi olmamış bir hastalık gibi tekrar tekrar<br />

çıkıyor ortaya.<br />

Mustafa İslâmoğlu bir videosunda Endülüs seyahatini anlatıyordu ve Endülüs‟ün<br />

çöküşünü: Önce Araplar ile Berberîler birbirlerine düşmüşler. Berberîler bertaraf<br />

edilince Mağrib Arapları ile Suriye Arapları bölünmüş. Suriyeliler galip gelince<br />

Şam ve civarından gelenler öteki Suriyelilere üstünlük taslamış. 1100′lü<br />

senelerde Endülüs‟ü yıkan kan-soy-ırk saplantısının 1900′lerde Osmanlıyı da<br />

içeriden çökertmesi bir raslantı mı? 2009 Türkiyesinde hâlâ Türk-Kürt kavgası<br />

sürüyor. Devletten maaş alan insanlar camilerimize “Ne Mutlu Türk‟üm<br />

Diyene” yazabiliyor korkmadan, utanmadan.<br />

İşte bunun için yazdım bu yazıyı:<br />

Aşk‟ı Seks ile,<br />

Mutluluk‟u Tatmin ile,<br />

Kudret‟i Silah ile,<br />

Özgürlüğü Para ile,<br />

Takva‟yı Irk ile,<br />

Ruh‟u Madde ile,<br />

Karıştıran yolların aynı yere çıktığını düşünüyorum.<br />

Çok sevdiğiniz bir dostunuz gözünüzün önünde bir başkasının karısına sulansa ne<br />

hissederdiniz? Mide bulantısı? Camilerdeki ırkçı sloganlar, “ötekilerin” otobüsünü<br />

taşlayanlar, cenazelerdeki sloganlar da bana kusma hissi veriyor.<br />

Zinanın ve şirkin yolu bu… Madde ve Ruh‟u karıştıranın yolu.<br />

Tavsiye okuma:<br />

Dinlerarası diyalog : Diyanetizm ve İslâm<br />

Kurtlu hilal<br />

Müslümanların iç hastalıkları<br />

Türk Milliyetçiliğinin intiharı: CHP ile MHP birleşsin!<br />

(*) Türkçe/Arapça eski anlamlarını da aradım hatta Sevan Nişanyan‟a bile<br />

sordum ama tatmin edici bir yanıt alamadım. Bilenler söylerse memnun olurum.<br />

(**)Bergson‟un dediği gibi “gözü ne kadar bölerseniz bölün GÖRME denen<br />

şeyi göremezsiniz”.<br />

(***) “Mesleğiniz kaderinizi belirliyor” tarzı bir klişe okumayın lütfen,<br />

sadece örneklemek amacıyla kullanıyorum.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

90


Kadercilik Sahiden Dinden mi Gelir? (Mustafa Akyol)<br />

Her ikisi de üniversiteden hocam olan Ali<br />

Çarkoğlu ve Ersin Kalaycıoğlu‟nun yürüttüğü<br />

“Türkiye‟de Dindarlık” araştırmasını ilgiyle<br />

okudum. Tespitleri, ilginç ve önemliydi.<br />

Mesela “hoşgörü” meselesi… Raporda,<br />

“Türkiye‟de yüzde 89 ölçüsünde müthiş bir<br />

çoğunluğun kendi inanışlarında olmayan dinlere de saygı gösterilmesi gerektiğini<br />

düşündüğü” belirtiliyor. Yani durum ilk bakışta iyi. Ama bu hoşgörüyü hayata<br />

geçirmeye gelince işler değişiyor. Gayrımüslimlerin “kitap basıp yayınlaması veya<br />

fikirlerini açıklaması” hakkı sorulunca, buna “olur” verenlerin oranı yüzde 35<br />

civarına geriliyor.<br />

Yani, bizim toplum hoşgörünün iyi bir şey olduğuna inanıyor ve dahası buna<br />

sahip olduğunu düşünüyor. Ancak bu hoşgörünün içeriği pek dolu değil.<br />

Aynı, “tabii ki Kürtlere saygılıyız, ama öyle ulu orta Kürtçe konuşmasınlar”<br />

diyenlerde gözüktüğü gibi.<br />

Metafizik güçler‟<br />

Benim asıl değinmek istediğim mesele, araştırmada “kadercilik” üzerine<br />

söylenenler. “Türkiye‟de deneklerin sadece yüzde 28′i hayatın akışını kendimizin<br />

değiştirebileceğine inanmaktadır” tespiti yapıldıktan sonra şu yorum yapılmış:<br />

“Kadercilik, veya metafizik güçler tarafından büyük ölçüde belirlenen bir hayat<br />

algısının toplumda yaygın olarak paylaşıldığı izlenimi ortaya çıkmaktadır.”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

91


Bunu dikkatlice okumayan birisi, “metafizik güçler”e inanmanın kaderciliğin<br />

doğrudan sebebi olduğunu düşünebilir.<br />

Oysa araştırmada bu yargıyı geçersiz kılacak çok önemli bir örnek var: Amerikan<br />

toplumu.<br />

Amerika, Kanada ile birlikte, “Hayatımızın akışını değiştirebilmek için<br />

yapabileceğimiz çok az şey vardır” yargısına en az katılan toplum olarak ortaya<br />

çıkmış. Amerikalıların yüzde 80′inden fazlası, “hayır, hayatımızı değiştirebiliriz”<br />

demiş.<br />

Ama aynı Amerika, “Allah tek tek herkesle ilgilenir mi?” sorusuna, “evet” cevabını<br />

en yüksek oranda veren toplumlardan biri olarak da ortaya çıkmış: Yüzde 73.<br />

(Aynı oran Doğu Almanya‟da yüzde 20′nin Fransa‟da yüzde 30′un altında.)<br />

Yani, Amerikalıların ezici çoğunluğu, hem Allah‟ın hayatlarının içinde olduğuna<br />

inanıyorlar, hem de hayatlarını kendi elleriyle değiştirebileceklerine dair güçlü bir<br />

özgüvene sahipler.<br />

Dinin illa pasifizm ürettiği ezberine inananlar, bu iki durum arasında çelişki<br />

görebilirler. Oysa çelişki değil, aksine doğrusal ilişki var. Çünkü Amerikalı<br />

“düşünce tarihçisi” Walter Russell Mead‟in vurguladığı gibi, ABD‟deki yaygın din<br />

anlayışı, Allah‟ın her insana kendi hayatını yönetme hakkı ve gücü verdiğini kabul<br />

ediyor. “Amerikan iyimserliğinin ve dinamizminin temelinde” diyor Mead, “dini<br />

inanç vardır.”<br />

Ġslam‟da dinamizm ve pasifizm<br />

Bazı ilahiyatçılar, İslamiyet‟in de aslında ilk başta “dinamizm” üreten bir din<br />

olduğunu, ama Emeviler‟le başlayan bir süreç içinde “kaderci” hale geldiğini<br />

savunur. “Zihniyet tarihçisi” merhum Prof. Sabri Ülgener de aynı yargıyı paylaşır<br />

ve şu teşhisi yapar:<br />

“Kadercilik, dinin ve hele İslam‟ın getirdiği bir şey değil; çöl ve bozkır adamının<br />

eğip-bükemediği tabiat zoru karşısında aczinin ifadesi demek… Mümkündür ki,<br />

teslimiyet adı ve maskesi ile dine -İslam‟a- „kapağı atıp‟ varlığını onun desteğinde<br />

ve üstelik de kutsallaşmış olarak sürdürmenin kolayını bulmuş olsun.” (Zihniyet<br />

ve Din, s. 10)<br />

Yani “boynu bükük” kadercilik ile dindarlık, farklı şeylerdir. Bazen iç içe geçseler<br />

de…<br />

Peki bu kadercilik, dinden ayrı olarak, tek başına, seküler biçimde de var olur<br />

mu?<br />

Tabii olur. Tüm dünyanın her şeye kâdir “komplocular” (emperyalistler,<br />

kapitalistler, Siyonistler, vs.) tarafından yönetildiğine ve bizim de bunların elinde<br />

sürekli “piyon” ve “oyuncak” olduğumuza inanmak, tam da böyle bir şeydir işte…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

92


Önce Vatan mı, Önce Adalet mi? (Mustafa Akyol)<br />

Geçen haftanın tuhaf işlerinden biri “İstanbul‟un Kurtuluş Günü etkinlikleri<br />

çerçevesinde” bazı camilere asılan tuhaf mahyalardı. Minareler arasında birden<br />

bire “ne mutlu Türküm diyene”, “milli birlik esastır”, “ordumuza şükran<br />

borçluyuz”, ve “önce vatan” gibi laflar beliriverdi. Akabinde, bunun Diyanet İşleri<br />

Başkanlığı‟nın değil de, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü‟nün marifeti olduğunu<br />

da öğrendik.<br />

Bu mahyaları çoğu yorumcu gibi benim de yanlış bulmamın sebebi, klasik<br />

deyimle tam bir “dini siyasete alet etme” örneği olmaları. Zaten ne garip<br />

memlekettir şu bizimkisi ki, din özgürlüğünü savunanları “dini siyasete alet<br />

ediyorsunuz” diye suçlayan ve susturan devletlûlar, kendi resmi ideolojilerini din<br />

üzerinden topluma empoze etmekte hiç bir sakınca görmez. Bir mahyalara el<br />

atmadıkları kalmıştı, sonunda onu da akletmişler.<br />

Aslında pek çok insanın “canım ne varmış bunda, milli değerlerimizi camilerde<br />

ifadenin ne zararı var” diyeceğine eminim. Buna karşı iki şey söyleyeyim.<br />

Birincisi, bir siyasi sloganın gerçekten “milli” olanı (yani tüm milletçe<br />

benimseneni) dahi camiye yakışmaz. Çünkü camiler sadece bir millete değil, tüm<br />

insanlığa hitap eden evrensel bir ilahi mesajın ifade bulduğu kutsal mekanlardır.<br />

İkincisi, söz konusu sloganlar “milli” dahi değil, düpedüz ideolojik. Atatürk‟ün,<br />

zamanında tüm toplumu birleştirme niyetiyle söylediği “ne mutlu Türküm diyene”<br />

sözü bile, bugün ne yazık ki Kürt kimliğini tanımamayı veya bastırmayı savunan<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

93


çevrelerin sloganı haline gelmiş durumda. İstedikleri kadar, “bunun etnik anlamı<br />

yoktur, sadece vatandaşlık bağını ifade eder” deyip dursunlar. Ortada<br />

“Bulgaristan Türkleri,” “Yunanistan Türkleri,” daha nice “soydaşımız” ve hatta<br />

“Adriyatik‟ten Çin‟e Türk dünyası” var iken, ve 80 yıllık asimilasyon politikasının<br />

yaraları ortadayken, Kürtleri ikna etmeleri pek mümkün değil.<br />

Benim söz konusu sloganlar içinde en yanlış ve bir camiye en yakışmaz<br />

bulduğum ise şu “önce vatan” lafı.<br />

Bir düşünelim, buna inanan bir insan nasıl davranır. Diyelim ki o her şeyin<br />

üzerinde tuttuğu vatanın orduları, başka bir ülkeyi işgal etti ve halkına<br />

zulmediyor. Veya diyelim ki bu vatan üzerinde oranın “yüksek menfaatleri” için<br />

bir takım insanların malları gasp ediliyor. Yahut masumlar hapse atılıyor,<br />

mahkumlara işkence yapılıyor, dini kurumlara (camiye, kiliseye, sinagoğa,<br />

vesaireye) baskı uygulanıyor.<br />

Eğer “önce vatan” diyorsanız ve bu zulümlerin “vatan için” lazım geldiğine<br />

inanıyorsanız, bunlara ses çıkarmaz, hatta belki alkış tutarsınız. Çünkü<br />

“vatan”dan daha yüksek bir değeriniz yoktur.<br />

Ama bakın, Kur‟an-ı Kerim Müslümanlara en yüksek değer olarak adaleti gösterir,<br />

aidiyet bağlarını bunun üstüne çıkarmamaları için de onları uyarır:<br />

“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah<br />

için şahidler olarak adaleti ayakta tutun.” (Nisa Suresi, 135)<br />

İnsan elbette ailesini çok sevdiği gibi, yakınlarını, hemşehrilerini, milletini,<br />

vatanını ve devletini sevebilir. Bunda problem yoktur. Problem, bunların “en<br />

yüksek değer” haline gelip adaletin önüne geçmesidir. (Hatta şunu da ekleyeyim:<br />

“Ümmet”i adaletin üzerine çıkarmak, dolayısıyla her yerde ve her şartta haklıhaksız<br />

olduklarına bakmaksızın “Müslüman din kardeşlerimizi” peşinen<br />

desteklemek de yanlıştır.)<br />

İşin en ironik (ve belki de “hikmetli”) yanı ise şudur: Bir vatana en büyük fayda,<br />

“önce vatan” diyenlerden değil, “önce adalet” diyenlerden gelir. Çünkü ancak<br />

onların eliyle o vatanda adalet kurulur, hak ve özgürlükler korunur. Marifet, bu<br />

değerleri vatana feda etmek değil, o vatanı bunlarla yüceltmektir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

94


Tevhid‟in ve Hikmet‟in anlamı (Dilaver Demirağ)<br />

Sunuş: Aşağıda Sevgili Dostum ve Türkiye’de en<br />

değer verdiğim entelektüellerden olan Dilaver<br />

Demirağ’ın bir yazısı var. Derin Düşünce’de siyasi,<br />

ekonomik, ekolojik, toplumsal ve ahlakî birçok<br />

meseleyi farklı perspektiflerden inceleyen yazılar<br />

çıkıyor. Dilaver Demirağ’ın aşağıdaki yazısı, Türk<br />

solunda eğer umut edilecek bir dal varsa, umut<br />

beklememiz gereken o perspektifi göstermesi<br />

açısından önemli bir yazı bence. Anarşist bir solcu;<br />

ama benim kendisini tanımladığım şekliyle bir<br />

“hikmet solcusu” olan Dilaver Demirağ’ın yazısının<br />

bu sitede önemli tartışmalar ve açılımlar yaratabileceğini düşünüyorum.<br />

Kendisinden izin alarak Derin Düşünce’de yayımladığımız bu yazısı, umarım ortak<br />

bir ahlakî - muhalif yapının kurulmasının da itici güçlerinden olur.<br />

Enver Gülşen<br />

Not: Yazı Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır.<br />

KOZOFĠ TARTIġMALARI - I -<br />

İbrâhîm içimdeki putları devir, elindeki baltayla/kırılan putların yerine yenilerini<br />

koyan kim. Güneş buzdan evimi yıktı/koca buzlar düştü, putların boyunları kırıldı.<br />

İbrâhîm/Güneşi evime sokan kim. Asma bahçelerinde dolaşan<br />

güzelleri/buhtunnasır put yaptı/ben ki zamansız bahçeleri kucakladım, güzeller<br />

bende kaldı. İbrâhim, gönlümü put sanıp da kıran kim? (Asaf Halet ÇELEBİ )<br />

Sevgili Yoldaşım Ramazan Kaya‟ya<br />

TEVHĠDĠN VE HĠKMETĠN ANLAMI<br />

La İlahe İllallah sözü bir devrim çağrısıdır. İnsanların kula kulluk ettiği bir zaman<br />

diliminde dağılmışlık da değil birlikte evrensel kardeşliği gerçekleştirmek mülkiyet<br />

ve iktidar tarafından esir alınmış olan, zulümle varolan düzene bir başkaldırıydı.<br />

Adaletin çağrısı, esenliğin çağrısı, insanlar arasında eşitliğin çağrısıydı dahası tüm<br />

tahakküm biçimlerinin kökten bir reddi idi. Bir Fransız yazarın güzel bir sözü<br />

vardır: Devrimler genç ve güzel bir siluetle doğarlar, ama daha sonra çürüyen bir<br />

ceset gibi olurlar. Tek Tanrılı dinler de bir devrim olarak gencecik ve güzel bir<br />

yüzle doğdular ama zamanla Bakunin çok haklı olarak bir “Tanrı varsa da yok<br />

edilmelidir” demesine yol açacak denli iğrenç, kötücül bir kimliğe dönüştüler. Bu<br />

yüzden tanrısızlık ya da tanrı tanımazlık bir itiraz olarak meşruydu. Çünkü Tanrı<br />

evrensel kardeşliğin, eşitliği ve sınırsız özgürlüğün değil ezenlerin, sömürgenlerin,<br />

zalimlerin Tanrısıydı. Şimdi Nietzche‟nin çağrısına uyarak bu Tanrıyı öldürme<br />

zamanı, ama asli olanı diriltmek kaydı ile.<br />

Sıtuasyonist Enternasyonal adını alan ve köklerini dadacılık dediğimiz temelinde<br />

aşkınlıkla bir başka temas alanı oluşturmaya çabalayan, Romantik devrimciliğin<br />

bir uzantısı olan sanatsal yıkıcılık hareketi olarak doğan bu toplumsal hareketin<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

95


mensuplarından Mustafa Hayati “İktidar Sözcükleri esir alır, onları köleler gibi<br />

kullanır, bu yüzden onları esaretlerinden kurtarmak İktidarın köleliğinden<br />

kurtarmak gerekir” demişti.<br />

Ben de kendi adıma Allah kavramını içine düştüğü esaretten kurtarmaya<br />

çabalıyorum (dindarlar Allah‟ı kavram olarak tanımlamama itiraz edip tevhide<br />

vurgu yapmama karşılık, tevhidden koptuğumu söyleyeceklerdir, oysa<br />

yanılıyorlar. Allah bir isimdir, mahiyet değil. Allahın ne olduğu konusunda dilde<br />

herhangi bir sözcük mevcut değildir, çünkü O insan algısının sınırları içinde yer<br />

almaz, çünkü bir nesne değildir ve bu yüzden de tanımlanamaz) ve onu Aşkınlık<br />

alanı olarak müthiş bir özgürleşme çağrısı olarak algılıyorum. Düşünün ki ölümün<br />

bile sizi sınırlandırmadığı, size erişemediği dolaysıyla da sizi sınırlayacak ya da<br />

bağlayacak hiçbir sınırın olmadığı ölçüye gelmez bir özgürlük.<br />

Çokluk Olarak Yabancılaşma<br />

Yabancılaşma için en güzel tanım Marks‟a aittir. İnsanın kendi eylemliliğine,<br />

edimselliğine yabancılaşması. Bu anlamda put olarak çokluk insanın kendi<br />

eylemine yabancılaşmasıdır. Put kavramını sadece suret ile ya da herhangi bir<br />

nesne ile sınırlandırmıyorum, İnsanın kendi insani potansiyeline sınır koyan, onun<br />

eyleyişine ipotek koyan yani tahakküm olarak tezahür eden (ortaya çıkan) her<br />

şeyi put olarak görüyorum. İnsanı evrensel birliktelikten, evrensel kardeşlikten<br />

alıkoyan her şeyi bir put olarak tanımlayabiliriz. Tahakküm insanın özgür bir<br />

varlık olarak esir düşmüşlüğü ise eğer tevhid yani putlaşmış çoklukların tümünü<br />

reddederek, her türlü içkinliğin bizi tasallut altına almasını yani esir almasını<br />

reddederek insan olarak kendi eylemliliğimin hiç bir insani sınır olmadan<br />

gerçekleşmesine olanak vermektir. Beni özgürlüğümden alı koyan her şey bir<br />

yabancılaşmadır. Bu kimi zaman kendim bile olabilirim. Çünkü ben toplumsal bir<br />

varlık olarak kültürel belirlenmişliğe maruz kalmışımdır çoğu kez. Kimi zaman dil<br />

bile bir hapishane olabilir insan için-ki öyledir de çoklukla- öyleyse o<br />

hapishanelerin tümünün parmaklıkların kırmak bizi özgür kılar. Bugüne dek bu<br />

ölçüde bir özgürlük düzeyine pek az toplum ve birey ulaşabildi. Ama bu ulaşılmaz<br />

ya da ulaşılamayacak demek değil. Bir kez korkularımızın perdesini yırtarsak<br />

Bakunin, Kropotkin, Proudhon gibi öncülerin ipuçlarının verdiği ama doğal olarak<br />

aydınlanmadan kaynaklanan kısıtları nedeni ile tam olarak ortaya koyamadıkları<br />

sınıfsız, imtiyazsız, insanın insan olarak kendi iç dinamiklerini hayata geçirmek ve<br />

insan olarak insanlaşmasını sağlayacak, onun adeta bir tohumdan bir çiçeğe<br />

durmasın sağlayacak Özgürlük dünyasına varacağımızı düşünüyorum.<br />

Evet, Anarşizm tarihin ürettiği en devrimci fikirlerden biridir ve bana göre<br />

İbrahim‟le başlayan devrim yolunun modern zamanlardaki yansımasıdır. Bu<br />

nedenle Ali Şeriati ile Tolstoy‟un elele verdiği bir devrimci çağrıdır. Anarşizm<br />

devletsiz bir dünya tasavvur eder. İnsanın saygı ve sevgi gibi kimi değerler<br />

dışında hiçbir siyasal otoriteye boyun eğmediği, kendi yasasını kendisinin (kendi<br />

gibi özgür benlerle birlikte) koyduğu bir toplumsal dünyayı tasavvur eder. Aslında<br />

anarşizmin süzgecinden geçmiş bir İbrahim‟i devrimcilik de aynı tasavvuru<br />

öngörür. Bu yüzden La İlahe İllallah tarihin kaydettiği en devrimci slogandır.<br />

Allah dışında hiç bir otoriteyi tanımayan devlet denen putu yıkması gereken bir<br />

çağrı. İnsanın kendi eliyle icad ettiği ve karşısında esir düştüğü bütün kavramlar,<br />

kurumlar ve değerler karşısında kayıtsız kalıp, onları redde dayalı bir başkaldırı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

96


gerçekleştirmektir. Aşkınlık bu nedenle anti-otoriterdir. Çünkü aşkınlık toplumsal<br />

hayatta bizi ele geçiren, ruhumuzu, beynimizi, duygularımızı, aklımızı tutsak alan<br />

her şeyden kurtulmak, onları toplumsal hayatımızın dışına atmak ya da<br />

içselleştirmektir. Bu anlamda tevhid bit tür kusma ve temizlenme eylemidir.<br />

İçimizde Aşkınlık dışında yer alan ve bizi tutsak alan her şeyi hem zihnen hem de<br />

toplumsa hayat babında içimizden çıkarıp atma eylemidir. Bu bakımdan anarşizm<br />

ile gerçek muvahhidlerin yani tevhid eylemcileri olarak ibrahimilerin diyalogu<br />

önemlidir. Ve bana göre bu çağın en önemli devrimci koalisyonu anlamına gelir.<br />

Kapitalizmden, devlete, mülkiyete, insanı tutsak alan akıl, insancıllık, aydınlanma<br />

ve hatta doğa, maddi nesneler, duygular kısacası akla gelebilecek tüm<br />

tutsaklıklara sırtını dönüp, bunları aşan, bunları reddederek başka bir boyuta<br />

geçen sınıfsız bir toplum kanımca ancak bu iki devrimci şiarın bileşkesi ile oluşur.<br />

Elbette bunlara ekolojik devrim de eklenmelidir. Ama hikmetsiz bir ekolojik<br />

devrim de bu kez doğayı putlaştırmak anlamına gelir.<br />

Peki, hikmet ne ola. Hikmet surette asılı görmektir. Metini okurken yazarı fark<br />

edebilmektir.<br />

Hikmetin Ruhu<br />

Ekolojik değerler de La süpürgesini kullanır. İnsanın doğayı tutsak alması ama<br />

aynı zamanda kendinin de tutsak düşmesinin, içindeki ve dışındaki<br />

doğayı düşürmesinin anlamını fark etmektir. Bu bakımdan doğayı<br />

özgürleştirmek insanı da özgürleştirmektir. İnsan doğaya gömülü değildir ama<br />

doğa onun yuvasıdır, onun hayat alanıdır.<br />

Hikmet başı eğik bir bilgidir, özünde tevazuya dayanır. Doğanın doğal<br />

olmadığının, onun aşkın bir özne tarafından hayat bulmasının söz konusu<br />

olduğunu bilmek dolaysıyla kendimizi doğanın sahibi görmemektir. Doğadan<br />

alarak doğayı kullanmak insanın insan olarak edimselliği ve eylemselliğidir. Ama<br />

insan doğayı kullanır, doğayı sömürmez bu halde. Sömürü yabancılaşmanın bir<br />

tezahürüdür ve yabancılaşmadan kurtulmuş bir bilinç bir yanı ile doğanın onun he<br />

yapıtaşı, hem de varlık unsuru olduğunu bilir. Lâkin insan doğanın bir parçası da<br />

değildir. Çünkü insan hayvanlar ile bitkiler ile taş ve toprakla, galaksiler vb ile eş<br />

değer değildir. İnsan başkadır, ama insan doğanın efendisi de değildir. İnsan olsa<br />

olsa bahçenin bekçisidir, o kadar. Bahçenin bekçisi değil de sahibi gibi davranıp<br />

bahçeyi tarumar ettiğinde o bahçe ona öyle şamar patlatır ki o zaman anlar<br />

bahçeye sahiplik etmeye kalkmanın ne demek olduğunu.<br />

Ekolojist bakış açısının önümüze koyduğu en önemli sorun İnsanın doğayı<br />

boyunduruk altına alması, onun efendisi olarak onun üzerinde her tür tasarrufta<br />

bulunma hakkını kendinde görmesidir. Bu bizi insan merkezcilik dediğimiz<br />

hiyerarşik bir anlayışa götürür. Oysa hiyerarşi bir puttur ve insanı tutsak<br />

kılmıştır. İnsan tutsak düştüğü için doğayı da tutsak düşürmüştür.<br />

İnsanlar dünyadaki ilk varoluşlarında doğadan yararlanıyordu, ya da bir başka<br />

deyimle doğadan fayda sağlayacak biçimde doğayı kullanıyordu. Uygarlık ya da<br />

tarım öncesi dediğimiz bu hal içinde insan doğanın verdikleriyle yaşıyordu. Ne<br />

zamanki insan üretmeye, çalışmaya, emek vermeye başladı o zaman doğa<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

97


kullanılmaktan çıkıp sömürülmeye başladı. Ve doğa insanın içinde de dışında da<br />

düşmeye başladı. Doğanın kültüre alınması olarak uygarlık tarihi insanın doğadan<br />

yabancılaşması olduğu kadar kendine de yabancılaşması demektir. Hiyerarşi ve<br />

sınıf, mülkiyet, devlet ve sömürü, tapınakçı din denilen kurumlaşmış sömürü<br />

biçimi, ya da rahipsel egemenlik insanın doğayı kullanmak çıkıp sömürüsünün bir<br />

sonucudur. Ve insan o zamandan bu zaman kendini doğanın efendisi ve sahibi<br />

olarak görmek dediğimiz yanılgıya sürüklendi. Bu benimdir dediği anda hem<br />

kendini tutsak etti, hem doğayı hem de diğer insanları. Bu yüzden sınıflı toplumla<br />

uygarlık süreci arasındaki bağı dikkate alarak ekolojik sömürünün eş zamanlı bir<br />

süreç olduğunu göz ardı edemeyiz.<br />

İşte hikmet burada devreye girer. Hikmet insana sınır çizer, bu anlamda haddini<br />

bildirir. Kendisinin sahibi ve yaratıcısı olmadığı, varoluşunda hiçbir etkisi ve gücü<br />

olmadığı bir şey üzerinde sınırsızca tasarrufta bulunamayacağını şayet bunu<br />

yapmaya teşebbüste bulunursa doğanın ona başkaldıracağını ve ona karşı çok<br />

acımasız olacağını bildirir. İnsan doğada oluşan dengelere uyarsa ve doğayı<br />

sömürmek yerine sadece hayati gereksinmelerini karşılayacak ölçüde ondan<br />

alırsa o zaman doğa da ona hizmet edecektir. Sufilerin aslanın üzerine<br />

binmesinde temsil edilen şey de budur. İnsanın kendi yabancılaşmış doğasını<br />

uygarlığın getirdiği paslar ve kirlerden temizlemesi halinde, doğanın da ona<br />

uyarak ona son derece uysal ve sevgi dolu bir davranışta bulunacağı anlatılmak<br />

istenir.<br />

Hikmetin başı eğik bir bilgi biçimini temsil etmesini anlamı da budur, burada<br />

başı eğiklik boyun eğmişlik anlamını değil tevazu anlamını taşır. Yani bu bilgi<br />

insanı doğayı keşfetmeye anlamaya yöneltirken diğer yandan da doğa karşında<br />

insanın gücünün bir sınırı olduğunu, doğayla ancak doğaya uyum göstererek<br />

verimli bir ilişki içinde olabileceğini söyler.<br />

Bu yüzden ekoloji aslında kaybettiğimiz bilgeliği yeniden bulma teşebbüsüdür ve<br />

insan bu bilgeliğin içerdiği değerleri anlar ve içselleştirir ise ancak doğa ile<br />

uyumlu olur. Sanırım bu nedenle ekoloji hareketinin de tıpkı Anarşist hareket gibi<br />

ibrahimi değerler ile verimli bir diyalog içinde olmasında çok ciddi faydalar olduğu<br />

kanısındayım.<br />

Bu yazıyı bana yazdırtan şeye gelince, yaşadığımız son sel felaketi ve bu<br />

eksende gündeme gelen küresel sınma ve ekolojik yıkım tam da insanın haddini<br />

yani kendi sınırının bilmeyerek Tanrı rolü oynamasının ve tevhid ile hikmet<br />

ilkesini tamamı ile göz ardı etmesinin ya da Heiddeger‟in ifadesi ile varlığı<br />

unutmasının bir sonucu.<br />

Kuşkusuz tevhid de, hikmet de üzerine sayfalarca yazılacak denli zengin<br />

anlamları olan kavramlar. Ben burada dilim döndüğünce ve kendi anladığımca<br />

bir şeyler söylemeye çabaladım. Yazdıklarımın köleleşmiş dindarlarca da,<br />

köleleşmiş materyalistlerce de gerçek mahiyeti ile anlaşılamayacağını biliyorum.<br />

Maddecileri bir kenara bırakırsak, bugün her türlü otoriteye bütün benliğini kölece<br />

teslim eden sözüm ona dindarları kendime hiç yakın bulmuyorum. Tam da bu<br />

nedenle Ateizmi değerler silsilesi olarak bütünü ile benimsemem de ateistleri<br />

kendime her türlü ikiyüzlülüğe kapılmış dindarlardan daha yakın buluyorum.<br />

Çünkü Ateistler de köleleşmiş din putunu deviren özgür ruhlu insanlar, onlara bin<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

98


selam olsun. Kuşkusuz ateizmin de eleştirilecek yönleri var ve bunu da kendimce<br />

yapmaya çalışacağım, ama kimi eleştirilerime rağmen, Ateizmin de la süpürgesi<br />

ile işe başlayan put kırıcılar olması çok değerli. Kaldı ki sorgulanmayan bir inanç<br />

değersizdir ve bu anlamda ateistler dindarlara çok değerli eleştiriler ile katkı<br />

sunarlar. Ama dindarlar nedense bu insanların bu değerli katkılarını anlamak ve<br />

bu eleştirilere doğru ve anlamlı cevaplar vermek yerine hınç duyuyorlar. Sakın<br />

ola özgürlüğe duydukları hınçtan olmaya?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

99


Para Tanrısı (Ġhsan Eliaçık)<br />

Aramice‟de zenginlik anlamına gelen “mamon” sözcüğü, “para” ya da “para<br />

kazanma hırsı” demektir. Oradan Grekçe‟ye telaffuzu değişmeden aynı anlamda<br />

geçmiş. Oradan da batı dillerine küçük değişiklerle yayılmış: İngilizce (money),<br />

Almanca (mammon), Fransızca (monnaie), İspanyolca (moneta) hep aynı kökten.<br />

Aramice konuşan Hz. İsa‟nın dilinde orijinal haliyle (mamon) kullanılmış: “Hiç<br />

kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da<br />

birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı‟ya hem de paraya (mamon)<br />

kulluk edemezsiniz!” (Matta: 6/24, Luka: 12/33-36, 16/13).<br />

Aramice mamon kökünden gelen “menn” sözcüğü Kur‟an‟da aynı manayı<br />

çağrıştırır şekilde kullanılır: “Ve sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası (menn)<br />

ve bıldırcın (selva) gönderdik; “verdiğimiz güzel nimetlerden yiyiniz.” (Taha; 80).<br />

Fraxinus omus ağacının torba şeklinde ve içi sıvı dolu yerine yapılan kesiklerden<br />

çıkan kudret helvasının botanikteki ismi de aynı kökten; manna… Yiyen kişiye güç<br />

ve kudret verdiği için kökün anlamına uygun olarak manna denmiş…<br />

Ayette İsrailoğullarına (ve onlar üzerinden bizlere) eski çağların ve özellikle de<br />

Mısır Firavunluğunda gücün ve kudretin sembolü olan “buzağı/boğa” (bakara)<br />

totemine yönelmemeleri, onunla ilişkilerini kesmeleri yani içlerindeki ona yönelik<br />

ihtirası söküp atmaları (buzağıyı/boğayı/ineği kesmeleri), bunun yerine Allah‟ın<br />

doğal çevrede varolan nimetleri ile yetinmeleri, bitki köklerinin, kuş etlerinin<br />

zaten buna yeteceği, bu kadar para şehveti ve güç ihtirası içinde olmamaları<br />

öğütleniyor. Buradan Erich Fromm‟un tabiri ile “sahip olmak” ile “olmak”<br />

arasındaki farkı da anlıyoruz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

100


Modern çağda para kazanma hırsının mabedi olan “borsa”nın sembolünün “boğa”<br />

olmasından da anlaşılacağı gibi Kur‟an‟da geçtiği şekliyle “bakara”<br />

(boğa/inek/öküz/buzağı) eski çağların mülk (iktidar, mal, para, zenginlik, güç)<br />

tanrısının sembolüydü. “İneği kesmek” veya “altından buzağı yapmak” gibi<br />

deyimler hep bununla ilgilidir. Onun için Hz. İsa aynı kandilin ışığından diyor ki:<br />

“Hem Allah‟a hem Mamon‟a kulluk edemezsiniz!” Birini kabul ediyorsanız diğerini<br />

„kesmeniz‟ gerekir.<br />

Keza para, altın, güç, kudret ve zenginlik hırsını ifade eden “menn” kelimesi,<br />

daha dördüncü surede (Müddesir, 6) Hz. Peygamber ile ilgili de kullanılır: “Servet<br />

yığma hayallerine kapılma.” (Ve la temnun testeksir). Yani “menn” talebinde<br />

bulunma, böyle bir ihtirasın içinde olma, çoğalma, biriktirme, yığma (tekâsür)<br />

beklentisi içinde peygamberlik (din söylemi) yasaktır!<br />

**<br />

Buradan, Kur‟an‟ın 23. sureye kadar putların ismini hiç anmayıp neden mülk<br />

meselesi üzerinde durarak, özellikle “şehre hakim 9 çeteye” (saydım tam 9 kişi<br />

ediyor) sarsıcı eleştiriler yönelttiğini daha bir anlıyoruz.<br />

Bir taraftan peygamberine “menn” talebinde bulunmayı yasaklıyor, diger taraftan<br />

menn muhterislerini yani mamon‟a tapanları şiddetle eleştiriyor: “Bana bırak<br />

doğarken yapayalnız olan o adamı… Zenginliğine zenginlik kattığım, etrafında<br />

dolanıp duran oğulları/adamları ile önüne alabildiğine geniş imkanlar serdiğim o<br />

adamı… Hala gözü doymuyor; ihtirasla verdiğimden daha fazlasını istiyor… Onu<br />

dimdik bir yokuşa süreceğim!” (Müddesir; 11-15).<br />

Çünkü tarih boyunca “put” veya “totem” dediğiniz şey insanoğlunun tutku, dürtü<br />

ve ihtiraslarının dışavurumudur. Mesela Yunan tanrılarından “Afrodit” heykeli,<br />

aslında insanın “şehvet” dürtüsünün dışsallaşmış, heykel, totem veya put haline<br />

gelmiş şeklidir. Onun için aşk tanrıçası derler. Keza eski Mısır‟da “boğa/bakara<br />

(Izıs ve Oziris) da böyledir. Sumer‟deki İanna da böyledir. İnsanoğlundaki güç,<br />

kudret, şehvet ve zenginlik hırslarının dışavurumlarıdır. Araplardaki Lat, Menat ve<br />

Uzza da öyledir. Bunlar sonuç itibariyle taştan tahtadan bir takım heykellerdi.<br />

Şehre (Mekke‟ye) hakim 9 çetenin “mülk hırsını” ifade etmekteydiler. Her ne<br />

kadar dışşallaşıp Kabe‟nin içine, sağa sola heykel olarak dikilmişlerse de,<br />

esasında onları Ebu Cehil, Ebu Lehep, Velid bin Muğire gibi şehre hakim 9 çete<br />

elebaşısının (Yeda Ebu Lehep‟in) içsel dünyalarında, tutku ve ihtiraslarında<br />

arayacaksınız. Önemli olan önce bunların yüreklerden sökülmesiydi. Çünkü insanı<br />

dışındaki değil; içindeki kirletir!<br />

Hz. İsa‟nın “İnsanı ağzından giren değil; ağzından çıkan kirletir” demesi gibi, put<br />

da insanı dışarıdan değil; içeriden yönetendir. Asıl put insanın içindedir; dıştaki<br />

taş ve tahtadan başka nedir ki? Hz. İsa der ki “Ruhta yoksul olanlara ne mutlu!”<br />

Yani ruhen açgözlülükten ve ihtiraslarından arınmış olanlara, içinden bunları<br />

söküp atmış olanlara ne mutlu!<br />

Kur‟an onun için işe buradan başlıyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

101


Önce içteki putlara; mülk hırsına, para tutkusuna, zenginlik, altın ve mal<br />

ihtirasına yöneliyor. Asıl bunlar yıkılınca Mamon (para hırsı, güç tutkusu,<br />

bencillik) sökülmüş olacak, “Allah” (iyilik, merhamet, kardeşlik, paylaşım)<br />

kalplerde kök salmış olacaktır.<br />

***<br />

İşe buradan başlayan Kur‟an‟ın, 23 yıl boyunca insanoğlunu bu tutku ve<br />

ihtiraslardan kurtarmaya çalıştığını görüyoruz. Bunun için bir çok ayet geliyor,<br />

kıssalar anlatılıyor, örnekler (meseller) veriliyor, uyarılar yapılıyor.<br />

Bunlardan birisi de “iki adam örneği” türünden örneklem (mesel) yöntemidir.<br />

Aşağıda bunlardan iki fragman (parça/bölüm) okuyacaksınız.<br />

İlk fragmanda Mamon‟a kulluk edenle Allah‟a kulluk eden “iki adam örneği”<br />

karşılaştırılır. Buradan, her ikisinin de temel özelliklerinin neler olduğu, bunları<br />

nasıl tanıyacağımız gösterilir.<br />

İkinci fragmanda ise Mamon‟u içinden söküp atmış ve Allah‟a kabul etmiş “iki<br />

adam örneği” ne geçilir. Bunlar arasında da bir ayırım yapılır ve hangisinin<br />

makbul olduğu anlatılır.<br />

***<br />

(Birinci fragman)<br />

Onlara iki adam örneğini anlat:<br />

BİRİNCİ ADAM: “Her türlü üzümden ona iki bahçe vermiştik, her ikisini<br />

hurmalarla donatmıştık; ikisinin arasına da bir ekinlik yapmıştık. İki bahçenin ikisi<br />

de ürünlerini vermiş, hiç bir şeyi noksan bırakmamış ve ikisinin ortasından bir de<br />

nehir akıtmıştık. Başka geliri de vardı bu adamın. Bu yüzden arkadaşıyla<br />

konuşurken „Ben senden malca daha zenginim, çevrem daha güçlü‟ diyordu. İşte<br />

böyle kendine yazık eden bu adam bir gün „Buraların yok olacağını hiç<br />

sanmıyorum‟ diyerek bahçeye girdi. Bir taraftan da „Kıyametin kopacağını da<br />

zannetmiyorum. Şayet Rabbime döndürülürsem, bundan daha fazlasını alırım;<br />

bundan hiç şüphem yok‟ diyordu.” (Kehf; 18/32-37).<br />

İKİNCİ ADAM: “Arkadaşı da ona şöyle karşılık vermişti: „Seni topraktan, sonra bir<br />

damla sudan yaratan, sonra da insan şekline koyan Rabbini inkar mı ediyorsun?<br />

Bak o Allah benim Rabbim ve ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene<br />

girdiğin zaman „Maşallah, Allah‟ın yardımından başka hiç bir kuvvet yoktur‟<br />

deseydin olmaz mıydı? Gerçi sen beni kendinden yoksul görüyorsun. Ama<br />

bakarsın Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir; seninkinin de<br />

üstüne gökten bir afet indiriverir de yerle bir olur. Yahut suyu çekiliverir de<br />

yerinde yeller eser.‟ Nitekim ürünün telef olup bahçesinin yerinde yeller estiğini<br />

görünce yaptığı masraflara karşın ellerini döverek „Ah, keşke Rabbime kimseyi<br />

ortak koşmamış olsaydım‟ diyordu. Çünkü Allah‟ın yerine hiç kimse onun<br />

yardımına koşmadı. Kendi başının çaresine bile bakamadı.” (Kehf: 18/38-43)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

102


KISSADAN HİSSE: “Mal, mülk ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan<br />

iyilik, güzellik ve doğruluk ise Rabbinin katında çok daha değerlidir. Ümitvar<br />

olmak için de yeter sebeptir.” (Kehf; 18/46).<br />

Görüldüğü gibi ilk fragmanda birinci adam “bahçesini” Mamon yerine koyarak ona<br />

çok güvenmekte, “Buranın yıkılacağını sanmam, kıyamet filan da yok”<br />

demektedir. Üstelik “Eğer Rabbime döndürülürsem (kıyamet varsa) orada bana<br />

daha da fazlasını verecektir” diyerek dindarlığı da kimselere bırakmamaktadır.<br />

Yani bu kişi Allah‟a inanan bir dindardır.<br />

Allah‟a “itikadı” vardır ama Mamon‟a (bahçesine, bağına, parasına, altınına,<br />

sermayesine) iman etmektedir. Bunlara güvenmekte ve sığınmakta bu nedenle<br />

de hayatta sahip olduğu şeylere ihtirasla sarılmaktadır. Üstelik bunun “caiz”<br />

olduğunu, Allah‟ın kendisini zenginlikle imtihan ettiğini, zaten bunun böyle<br />

olmasını O‟nun istediğini, Allah‟ın huzuruna vardığında kendisinin taltif edilip daha<br />

da fazlasının (cennet, köşk, huri) verileceğine inanmaktadır. Yani hem bu<br />

dünyada hem de ahirette “malı götüreceğine” ve “köşeyi döneceğine”<br />

inanmaktadır. Demek ki bu adam dindarlığı tacir kafasıyla anlamakta ve<br />

yaşamaktadır. Bahçesinin yerinde yeller esince (iflas edince, sahip olduklarını<br />

kaybedince), “Keşke Allah‟a ortak koşmasaydım” demekte ve fakat hala yaptığı<br />

masraflara üzülmektedir!<br />

Böyle inanmakla Mamon‟a taptığının farkında olmayan bu kişiye Allah‟a<br />

inanmanın ne demek olduğu anlatılmaya çalışılıyor. Müslüman zihnin mülk<br />

konusunda çöktüğü yer de işte burasıdır. Allah‟a inanmayan birisi bu kişiye lisan-ı<br />

hal ile adeta şöyle demektedir: “Hem Allah‟ım var diyorsun hem de parana,<br />

malına, mülküne, altınına, bağına, bahçene sarılıyorsun. Hani Allah vardı, kuşlara<br />

rızkını verdiği gibi insana da verirdi, bu kadar dünyaya tapmamak gerekirdi. Ben<br />

Allah‟a inanmayan bir ehl-i dünyayım ama benden daha hırslısın be hacı abi?”<br />

İkinci adam üzerinden söyletilen “Allah‟ı inkar mı ediyorsun?”, “Keşke Rabbime<br />

kimseyi şirk koşmasaydım?” ifadeleri de ilginçtir. Burada şirk koşulan nedir?<br />

Putlardan bahsedilmediğine göre şirk koşulan şey bahçe oluyor. Bunlara ebedi<br />

görerek duyulan güven Allah‟ı inkar etmek olarak değerlendiriliyor. Kıyameti<br />

inkar şirk değil ilhaddır. Şirk olması için hem Allah‟a inanıp hem de başka bir<br />

şeyin ebedi, kalıcı, güven veren, yediren, doyuran, koruyan, yeterli olduğuna<br />

inanç gerekir. Bu da meselde açıkça görüldüğü gibi “bahçe” (para, altın, servet,<br />

sermaye) olarak ele alınıyor.<br />

İki adam örneğinden sonra kıssadan hisse de şöyle çıkarılıyor: Demek ki “mal,<br />

mülk ve oğullar (çevre, taraftar gücü) dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyilik,<br />

güzellik ve doğruluk ise Rabbinin katında çok daha değerlidir. Ümitvar olmak için<br />

de yeter sebeptir.” Yani asıl güvenilecek (iman edilecek) olan Allah‟ın<br />

katındakidir. Kalıcı olan iyilik, güzellik ve doğruluk adına yaptıklarındır. Bağına,<br />

bahçene, sermayene, parana güvenme. Bir gün hepsi yok alacak, kefeninle<br />

huzura geleceksin. Başka hiçbir şeyin olamayacak, olsa bile sana daha da fazlası<br />

verilmek bir yana sahip olduklarının hesabı sorulacak!<br />

Onun için Hz. İsa der ki: “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada<br />

güve ve pas onları yiyip bitirir, hırsızlar da girip çalar. Bunun yerine kendinize<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

103


gökte hazineler biriktirin (Allah‟ın katındaki daha değerlidir). Orada ne güve ne<br />

pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar (ümitvar olmak için bunlar<br />

yeter). Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacaktır.” (Matta; 6/19).<br />

***<br />

(İkinci fragman)<br />

Onlara iki adam örneğini anlat:<br />

BİRİNCİ ADAM: “Kendine bile sahip olamayan zavallı bir kul… Sahibine yük<br />

olmaktan başka hiç bir işe yaramayan, bir yere gitse bir hayrı dokunmayan bir<br />

dilsiz…”<br />

İKİNCİ ADAM: “Verdiğimiz güzel rızıkları gizli açık infak eden, adaleti emreden ve<br />

doğru yolda yürüyen biri… Bunlar hiç aynı olur mu?” (Nahl; 16/75-76).<br />

KISSADAN HİSSE: “Şu gökyüzünün boşluğunda Allah‟ın doğaya emaneti olarak<br />

uçuşan kuşları görmüyorlar mı? Onları boşlukta tutan ancak Allah‟tır. Bunlar iman<br />

edecek bir halk için birer ayettir” (Nahl; 16/79).<br />

Görüldüğü gibi ikinci fragmanda ise Mamon‟u yüreğinden söküp atmış, artık<br />

Allah‟tan başkasına güvenmeyen “iki adam örneği” veriliyor.<br />

Bunlardan birinci adam sahip olma hırsını terk etmiş fakat kendisi başkası<br />

tarafından sahip olunmuş (abden memluk) aciz bir kuldur. Çalışmamakta,<br />

sahibine yük olmaktan başka bir işe yaramamakta, kimseye bir hayrı<br />

dokunmamaktadır. Bir işe gönderilse eline ayağına bulaştırmakta, elinden bir iş<br />

gelmemektedir. Üstelik de dilsizler gibi kimseye bir şey söylememekte, diyeceği<br />

bir şey de bulunmamaktadır.<br />

Böyle birisine denilmektedir ki: “Mamon‟a kulluktan kurtuldun, güzel… Ama<br />

Allah‟a değil; bu sefer başkalarına kul oldun. Çalışmıyorsun, başkasına el avuç<br />

açıyorsun, kendine mal gibi sahip olunmasına izin veriyorsun. „Bir baltaya sap<br />

olamadın‟. Allah bunu da istemiyor!”<br />

Peki neyi istiyor?<br />

Bu da ikinci adam örneği üzerinden anlatılıyor ve Allah‟ın istediği ideal insan tipi<br />

çiziliyor: “Verdiğimiz güzel rızıkları gizli açık infak eden, adaleti emreden ve<br />

doğru yolda yürüyen biri…”<br />

Burada “güzel rızık” emek ve alınteri ile kazanılanlardır… “Gizli açık infak”<br />

bollukta ve darlıkta sürekli paylaşma ve bölüşme ahlakıdır… “Adaleti emretmek”<br />

elinden bir iş gelmek, dilsiz olmayıp dünyaya bir diyeceği (çağrısı, söylemi,<br />

projesi, kurtuluş teolojisi) olmak, olayların ortasında ve hadiselerin içinde yer<br />

almak, hayatın atardamarlarına girmek, bir köşeye çekilmemek, bir baltaya sap<br />

olmak demektir… “Doğru yolda yürümek” bu karakterini ve davranışını hiç<br />

bozmadan yürüyüş halinde olmak, böyle bir hayat sürmek demektir…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

104


Peki, kıssadan hissede kuşların örnek verilmesinin ve onlar üzerinde<br />

düşünmemizi istemenin, bağ, bahçe ve Mamon ile ne alakası var?<br />

“Aynı kandilin ışığını” dinleyin: “Size şunu söylüyorum: „Ne yiyip içeceğiz‟ diye<br />

canınız için, „Ne giyeceğiz‟ diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten,<br />

beden de giyecekten önemli değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne<br />

biçer ne de ambarlara yiyecek biriktirirler. Tanrı yine de onları doyurur. Siz<br />

onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir<br />

dakika uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır<br />

zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de ipek eğirirler. Size<br />

şunu söylüyorum: Bütün görkemine karşın Süleyman bile bunlardan birisi<br />

(zenginler/hahamlar) gibi giyinmiş değildi. Öyleyse yarın için kaygılanmayın.<br />

Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter!” (Matta; 6/25-34,<br />

Luka; 12/12-31).<br />

Burada anlatılmak istenen nedir?<br />

İnsanların kuşlar ve kır zambakları gibi “hırslarından arınmış” olmaları gerektiği!<br />

Görkemli imparatorlukları yönetsen bile Süleyman gibi zengince giyinmemen,<br />

yaşamaman, “ruhta yoksul” olman; mülk hırsından arınman gerektiği!<br />

Keza Hz. Yusuf, Tevrat‟da “bollukta biriktiren darlıkta bunları insanları<br />

köleleştirmek için kullanan” mamoncu bir tiptir. Kur‟an‟ın Yusuf‟u ise “bollukta<br />

biriktirdiklerini, darlıkta yoksullara dağıtan” ileriyi düşünen, tedbirli idareci kişilik<br />

örneğidir.<br />

Kimi Hristıyanlar yukarıdaki İncil ifadelerini çalışmamak, hiçbir şey yapmamak<br />

gerektiği şeklinde anlamışlardır. Hatta çalışmak Hrıstiyanlıkta konsil kararıyla<br />

kabul edilmiştir! Bunun doğru yorumu için “kandilin öbür ışığına” tekrar bakın,<br />

yukarıda ikinci fragmanda tefsir edilmişti. İdeal örneklik orada anlatılıyordu.<br />

Yusuf, Süleyman örnekleri hep o kişiyi anlatır. Bunlar aynı kandilin ışığı olduğu<br />

için birbirini tamamlıyor, tam bir uyum var.<br />

İşte bu ideal kişi örneği Kur‟an‟da iman edenler için “en güzel örnek” (usve<br />

hasene) olan Allah‟ın elçisi Muhammed‟tir. Çünkü o yeni bir meseldeki ikinci<br />

adam; Yusuf, Musa, Süleyman, İsa örneğidir… Ne sahip olma hırsı içinde olmuş,<br />

ne de kendisine başkası sahip olabilmiştir. Ne servet yığma hayallerine kapılarak<br />

“menn/mamon” peşinde koşmuş, ne de elinden bir iş gelmeyen, köşesine<br />

çekilmiş, aciz, zavallı, eline vur ekmeğine al bir kul (abden memluk) olmuştur…<br />

Meydana atılmış, olayların içine girmiş, hadiselerin ortasında yer almış, zulme<br />

karşı savaşmış, sömürüye karşı vuruşmuş, adaleti emretmiş, yoksulların sesi<br />

olmuş, ihtiyaç fazlası her şeyi paylaşmış, bölüşmüş, infak ahlakını karakter haline<br />

getirmiştir. Ve bu halde doğru yolda şaşmadan yürümüş, erdemli ve dürüst bir<br />

hayat sürmüş ve öldüğünde ne bir dinar, ne bir dirhem, ne bir deve, ne bir altın<br />

bırakmadan ve “bahçe sahibi” olmadan bu dünyan göçüp gitmiştir.<br />

Komşusu açken (bütün şehir komşundur!) “bir ev, bir binek ve yıllık dört bin<br />

dirhem nafaka”dan fazlasına “sahip olmayı” Mammon karakteri ve “mülkte<br />

şirkleşme” olarak görmüş olmalı ki sürekli dağıtmış ve dağıttırmıştır!<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

105


Mamon‟a değil; Allah‟a tapanlar için en güzel örnek (usve hasene) bu değilse<br />

nedir?<br />

Asıl “Ehl-i Sünnet” bu değilse hangisidir? „Kabir azabı haktır, mesh üzerine mesh<br />

caizdir, iman amelden bir cüz değildir, Kur‟an gayr-ı mahluktur, kırkta bir yeter,<br />

sakalı uzatın; bıyığı kısaltın, gümüş yüzük sünnetir, kabak yemeği cennet<br />

taamıdır, yemeğin kabını sıyırmak sünnetir‟ vs. oyunda oynaşta olmalar mı?<br />

***<br />

Bakınız, İnsanoğlu hayatı boyunca hep bir şeylere sahip olmak ister. Bununla<br />

yetinmez daha da fazla, daha da fazla sahip olmak ister. İster ki bin yıl yaşasın.<br />

Bunun için yıkılmayacak bir hükümranlığın (mülki la yebla) ve sonsuz bir<br />

egemenliğin (şecere-i huld) peşinden koşar durur. Bu ebediliği sahip olduklarının<br />

sağlayacağına inanır. Bunun için içindeki mülk hırsını yüceltir; parayı totemleştirir<br />

Mamon yapar; sonra döner ona tapar. Ki modern çağın tanrısı da bu değil mi?<br />

Ama dikkat ettiniz mi insanoğlu bunca sahip olma hırsına rağmen, tarihte hep<br />

sahip olduklarından vazgeçebilenleri kahramanlaştırmıştır. Onun için kahramanlar<br />

serden ve yardan vazgeçenler, yurtlarını terk edenler, önüne gelen cazip<br />

imkanlara dönüp bakmayanlar, fırsatları elinin tersiyle itenlerdir. Hepsi<br />

serdengeçtilerdir! Hangi kahramanı okudumsa böyle: İbrahim babasının sarayını,<br />

memleketini terk etmiştir… Budha prensliği terk etmiştir… Musa Firavun sarayını<br />

terk etmiştir… İsa, peşinden gelenlere „sahip olduğunuz her şeyi terk edip öyle<br />

gelin yanıma‟ demiştir… Muhammed evini, ocağını terk edip hicret etmiştir,<br />

öldüğünde sahip olduğu hiçbir mülkü yoktur…<br />

Peki neden?<br />

Neden insanoğlu hayatı boyunca hep sahip olma hırsı ile yanıp tutuşur da, sahip<br />

olduklarını terk edebilenleri kahramanlaştırır?<br />

Neden insanoğlu hayatı boyunca Mamon‟a tapar da, sonunda sahip olduğu tek<br />

şeyle; kefeni ile Allah‟ın yanına gider?<br />

Hangisi yalan, hangisi gerçek?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

106


HoĢ Geldin Ey ġehr-i Ramazan (Özlem Yağız)<br />

Bildiğim bütün çılgınlık ve dahilik sınırlarını çoktan<br />

aşmış doktoruma bir zamanlar hafızam çok acayip,<br />

eskiden olanları en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum<br />

oysa yeni şeyleri bir türlü aklımda tutamıyorum diye<br />

şikayetlenmiştim. Beklediğim sana verdiğim B12<br />

haplarını kullandın mı türünden esaslı bir azar iken<br />

doktorum hiç istifini bozmadan<br />

-Çünkü sürekli geçmişte yaşıyorsun, bazı<br />

insanlar ise hep hayal kurar. Doğrusu bu günü<br />

yaşamaktır, bugünü yaşa deyince suratıma dik dik<br />

bakan bu adamın her zaman doğruyu bildiğine olan<br />

kesin inancı sebebiyle bozulup, biraz da kızarak<br />

-Yok canım geçmişin ne artısı vardı ki geçmişte yaşayayım diye cevabı<br />

yapıştırmıştım.<br />

Bir de çıkmadan evvel<br />

-Seni severim, cehennemde yanmanı istemem; hemen Arapça öğren<br />

sözlerini de duyunca<br />

her defasında 3-5 saat beklememe rağmen beni buraya getiren sevdiklerime,<br />

güvendiklerime sonuna kadar güvenmek ve vazgeçememek huyuma sövüp<br />

sayarak çıkmıştım muayenehanesinden.<br />

Tespihlerin digital sayaçlara, güzelim sarı cami ışıklarının soluk<br />

florasanlara, camilerin garip, geometrik, yeşil boyalı, altı çarşılı yapılara,<br />

mütevazi iftar sofralarının lüks otel davetlerine, mahyaların toplumsal mesaj<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

107


veren iletişim araçlarına dönüştüğü şu günlerde, gelen Ramazanla birlikte en<br />

fazla yapacağımız bir gün rastgele bir lokantaya girip şef garsonun “İstanbul için<br />

iftar vakti, afiyet olsun!” komutuyla beraber okkalı kazık eşliğinde tıklım tıkış bir<br />

iftar merasimi iken doktoruma ne kadar da haksız cevap verdiğimi düşünmeye<br />

başladım.<br />

Bugün beni saran hüzün yaşadığım değil sadece ucundan kenarından<br />

görebildiğim ama yaşayamadığım bir Ramazan rüyasının burukluğudur. Ailemizin<br />

bir tarafı yaşadığı göçle beraber çocuklarının ısrarıyla atılan babaannemin çarşafı<br />

gibi kendisine doğuyu ve doğulu olduğunu hatırlatan ne varsa silerken öbür<br />

tarafının da hikayesi Peyami Safa‟nın Fatih Harbiye romanını andırır bir şekilde 2.<br />

Dünya Savaşı‟nın yokluk yıllarında Çengelköy konaklarından Çarşamba‟daki<br />

ahşap küçücük eve geçişle birlikte, hep yaşadığı eski refaha kavuşmanın özlemini<br />

çeken gençlerinin, kafayı balolara, lame ayakkabılara, siyah beyaz filmlerden<br />

tanıdığımız zamanın twist, charliston gibi „modern‟ danslarına, Shirley Temple saç<br />

modellerine, Şişli‟de bir apartman şarkılarına takmış çocuklarının hikayesidir.<br />

Yarım kalmış özlemleri cebinde İstanbul‟dan çıkıp giden annemle babam<br />

birkaç senede bir İstanbul‟a geldikçe bazen yaza gelen sıcak üç aylar ve ramazan<br />

günlerini az da olsa gözleme fırsatım olurdu.<br />

Balkonda sabırla ve azıcık Türkçesiyle<br />

-Aallah bin şükür diyerek iftar saatini bekleyen beyaz başörtülü<br />

babaannem ve uzun zaman önce rahmetli olan büyük halam dışında bizden<br />

kimse oruç tutmasa da Kandil akşamları ve iftar saatleri tavuğun budu senin,<br />

göğsü benim diye barbar bağırarak zevkle kavga eden kuzen gürültüleri arasında<br />

oldukça neşeli ve şaşaalı yaşanırdı. Benimse en büyük zevkim iftar sonrasında<br />

benden önce ve sonra gelen tüm torunların yaptığı gibi kıl seccade üzerinde<br />

namaz kılan babaanneme sinsice yaklaşıp önce taklit ederek sonra da sırtına<br />

çıkarak nedense hiç kızmadığı eziyet oyunumu oynamaktı. O küçücük arka<br />

balkonda Kur‟an dinlenerek beklenen iftar saati, parçalanana kadar üzerinden<br />

çıkarmadığı beyaz hac kıyafetleri içerisindeki babaannemin buruşuk elleriyle<br />

çektiği tespih şıkırtısına karışır, burnuma ise kullandığı bıtım sabununun kokusu<br />

gelirdi. Pek de anlamadığım bu oruç olayını şaşkın bir şekilde izler iki de bir çok<br />

acıktın mı babaanne çok susadın mı diye kadıncağızı soru yağmuruna tutardım.<br />

Top patladığında Fatih camiinden gelen ezan sesi ise sanki şimdiki alelacele<br />

ezanlara hiç benzemeyen bir güzellik taşırdı. Babaannem çok acıkır mıydı bilmem<br />

ama o zamanlar aslında çok iştahsız bir çocuk olan ben balkonda geçen uzun<br />

bekleyişin sıkıntısından mı yoksa Siirt yemeklerini senede bir görmenin<br />

hasretinden mi bilinmez sanki üç gün oruç tutmuş gibi gözü kara bir hırsla<br />

babaannemin yaptığı nefis kitellere saldırırdım.<br />

En güzeli ise bayram sabahları idi şüphesiz. Hala bile akıl sır<br />

erdiremediğim bir şekilde 70 metrekarelik bu eve sığışan inanılmaz kalabalık<br />

sülale sağda solda saflaşmış ve birbirlerini çekiştiren kıskanç gelinlerin becerikli<br />

çabukluklarıyla ikramlara boğulurken biz çocuklar elimize sıkıştırılan bozuk<br />

paraların ve mendillerin sevincini yaşardık. Ver elini Fatih‟in arnavut kaldırımlı dar<br />

sokakları, maytap, kız kaçıran ve yıldız eğlenceleri. Öğleden sonra biraz daha<br />

büyük kuzenlerin eşliğinde Vatan caddesinde şimdi Migros ve Burgerking olan<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

108


alandaki lunaparka gider alışveriş merkezlerinin sinir bozucu oyuncaklarına hiç<br />

benzemeyen bu ışıl ışıl yerden, yapacak pek çok şey varken büyüklerin zoruyla<br />

bütün paraları çarpışan otolara yatırmanın hayal kırıklığı içerisinde dudaklarımız<br />

uzamış ve ağlamaklı eve dönerdik.<br />

Sonraki yıllarda bir daha ramazanlarda İstanbul‟a gelme imkanım<br />

olmadı. Ramazan ise benim için annemin anlattığı çocukluk yıllarında ikinci dünya<br />

savaşının kıtlık ortamına rağmen mahallenin yaşlı dullarının eve toplanıp dedemin<br />

getirdiği asker tayınlarıyla iftar edildiği, şeker yerine kuru üzüm yiyerek çay<br />

içildiği, kek olarak ince bir dilim mısır ekmeği ikram edildiği, asla boş olmadığı<br />

iddia edilen mazi sofralarıydı. Bir de ramazan içinde babamın içtiği sigara ve<br />

ülserinin etkisiyle çok zorlanarak tuttuğu benim de her iftarda mutlaka kusarak<br />

eşlik ettiğim birkaç gün. Çoğu zaman itiraf etmesem de o kıtlık içinde bunca<br />

gönlü geniş resmedilen dedeme ve anneanneme dair hikayelerin palavra<br />

olduğunu düşünürdüm. Bizim evde ise top genelde kaliteli bir aile kavgası ile<br />

patlardı.<br />

Bayramlar, belki hiçbir şekilde yanına yaklaşamadığım akraba<br />

sıcaklığının ve maneviyat duygusunun etkisiyle kendim gibi birkaç kafadar<br />

arkadaş ile beraber en eski kotlarımızı çekip bunalım yaparak geçirdiğimiz<br />

protesto günlerine dönüştü zamanla. Yeni kıyafetlerini giyerek akraba<br />

ziyaretlerine giden cici çocuklar haset dolu gözlerimizle dikkatle izlenir<br />

önümüzdeki günlerde alaylarımızdan ve dilimizden nasibini alırdı.<br />

…<br />

Şimdi Ramazanın geldiğini duyan küçük kızım yarım saatte bir sahura<br />

kaldırmamı hatırlatıyor. Hergün yalvar yakar oruç açtırıyoruz gün ortasında küçük<br />

cadıya. “Dün saat 14.00 te açmıştım bugün 16.00 da açmışım. Vay bee tam 16<br />

saat oruç tutmuşum demek ki. Bugün iyi Müslüman oldum ben, senden bile iyi<br />

Müslüman oldum ağbi. Sen çok kötüsün birisin ama koca kafalı” diye diye<br />

ağabeyisini bağırtıp duruyor düzenli aralıklarla. Her akşam beni Ramazan<br />

gezmesine götürün yarın diye sözler almaya çalışıyor tüm cilveli hallerini<br />

takınarak ağzımızdan. Hani oyuncaklı yerler var ya oralara…<br />

Beyaz başörtülü, bıtım sabunu kokulu babaanneler, sokaklarında maytap<br />

patlattığımız Arnavut kaldırımları, hangi oyuncağa bineceğiz diye çekişip<br />

durduğumuz lunapark alanları, illaki Karagöz Hacivat gösterileri ile başlayan<br />

siyah beyaz televizyonlar kalmasa da artık hayatımızda,<br />

çocukların içerisinde Ramazan‟a dair o neşe varoldukça,<br />

“biliyor musun abla Fatih‟teki iftar çadırına gidiyorum kızımla her gece, dün<br />

akşam dondurma bile vermişlerdi, çok güzeldi, Allah razı olsun bu insanlardan<br />

Ramazan‟ı çok seviyorum” diye dua eden dilleriyle 11 ay boyunca<br />

görmediklerimiz daha bir görünür oldukça gözlerimize,<br />

bir gece yarısı televizyon kanallarını dolaştığınızda müptezel yaşamlar arası bir<br />

Hüsrev Hatemi lezzetini sunmuşsa hayat, gün boyu özlemini çektiğiniz demli<br />

çayınızın yanında,<br />

kaçacak bir Sultan Ahmetiniz varsa, hele bir de tarihin derinliklerinden kopup<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

109


gelmiş kitap kokularıyla çalmışsa sizi Burger Kingli, önce bindirim sonra indirimli<br />

alışveriş tapınaklarından,<br />

İftar sofranızda çorbanızı kaşıklarken Gazze‟den canlı yayına geçilmişse, hala ve<br />

hala sürüyorsa hayat ellerinde ramazan fenerleri ile gülümseyen yüzlü insanların<br />

diyarlarında taş kalpli bir dünyanın ablukasına inat,<br />

bir şeyler takılabiliyorsa çorbamızı yudumlarken boğazlarımıza,<br />

Ve hala utandırabiliyorsa bizleri C.tesi annelerinin Ramazan ayında bile aralıksız<br />

süren yüzlerce haftalık nöbetleri,<br />

Bu ülke taş atan çocukların ülkesi olmasın diye çırpınan insanlar varsa eğer, ya<br />

sev ya terk et diyen savaş tacirlerine sen yoksan ben de yokum diyebiliyorsak<br />

her gün biraz daha cesurca,<br />

yani insansak, yani insana dair bir şeyler kalmışsa içimizde,<br />

varsın yıksınlar onlar çocukluğumuzun bayram yerlerini. Külünden yaratır yine de<br />

terk etmez bizi Ramazan.<br />

Onbir Ayın Sultan‟ı Hoş Geldin mahyaları yanar gönlümüzün bahçelerinde.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

110


Bizim Dünyamız (Mehmet Bahadır)<br />

…aflarına sığınarak…<br />

İnsanoğlu yeryüzünü cennete çevirmenin<br />

hayallerini kurmuş, hep cennet vari bir dünya<br />

tasavvur etmişlerdir. Bu amaçla nice yazarlar<br />

“ütopya” adı verilen eserler ortaya koymuşlar.<br />

Nice sistem ve ideolojiler bu amaçla ortaya<br />

çıkmışlardır.<br />

Bunların birçoğu, hayal olarak kalırken, hayata<br />

geçirilmeye çalışılan bir kısmı da yeryüzünü<br />

kana boğup gitmişlerdir. Farabi Medinetü’l<br />

Fazılası’nda ütopik kalmış, Eflatun (Platon)<br />

Cumhuriyetinde yine ütopik devlet yapısını<br />

anlatmıştır. 20.yüzyıl boyunca dünyanın yarı coğrafyasına hükmeden Karl<br />

Marks‟ın “komünist ütopyası” da, insanların iki dünyasını da karartmış ve dünyayı<br />

kan gölüne çevirmekten başka bir işe yaramamıştır. Yine daha önceki yazımızda<br />

belirttiğimiz üzere dünyada kapitalizm‟e geçiş de çok ağır bedeller karşılığında<br />

olmuş ve bu bedeller hala ödenmektedir.<br />

Anlatacağım dünya; “Bizim dünya” yukardaki dünyalardan farklı, başka bir<br />

dünya. Cennetin küçük bir katresini gösteren ve insana cenneti soluklatan bir<br />

dünya. Evrensel değerleriyle; insana, öteleri gösteren bir dünya. Yaşama,<br />

kainata ve insana bakışıyla; insana kim olduğunu, nerden geldiğini, nereye<br />

gideceğini ve gerçek yurdunu gösteren bir dünya. “Bir Yeryüzü Cennet” projesi<br />

diyebileceğimiz, bizim dünya başlangıçta ütopik gelebilir. Oysa o bir sistemin,<br />

yeryüzünü; belli zaman ve mekanları itibarıyla cennete çeviren gerçek bir<br />

yansımadır.<br />

Bizim Dünyamız; bizi yoktan var edip, bizi bizden daha iyi bilen, sonsuz ilim<br />

sahibinin, mutlu olmamız için koyduğu ilkelerine ve kaynağına (Kur‟an),<br />

Habib‟inin getirdiği pratiğine (sünnet), ümmetin üzerinde birleştiği doğrulara<br />

(icma) ve bu üç kaynak esas alınarak ortaya konan diğer esaslara (kıyas)<br />

bağlıdır.<br />

Bu kaynaklardan mahrum insanların, ortaya koydukları sosyal ve ekonomik<br />

sistemlerin, insanlığa mutluluk ve huzur getirdiği görülmemiştir.<br />

Nitekim hasta bir insan için uygulanan tedavi yöntemi, sağlıklı insan için hastalık<br />

sebebi olabileceği gibi, toplumun sancılı dönemlerinde ortaya konan gözlem ve<br />

tespitler de, sağlıklı dönemler için geçerli olmayacaktır. Bu sebeple sancılı<br />

dönmelerde ortaya konan bütün beşeri sitemler, zaaflardan kurtulamamışlardır.<br />

Dahası, defalarca yaşanan acı tecrübeler, tüm zamanlar ve tüm insanlar için<br />

mutluluk ve huzur getirmesinin mümkün olmadığını göstermiştir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

111


İlahi Vahye dayanan Kur‟an ve onun pratiği sünnet ise, Allah‟ın her Ģeyi<br />

kapsayan ilminden kaynaklanması ve her Ģeyi mazi ve geleceği de<br />

kapsayacak Ģekilde baktığı için her türlü zaaftan ve arızadan<br />

münezzehtir. Allah zaman ve mekandan münezzeh olarak her Ģeyi iç içe<br />

görmekte ve ona göre hüküm vermektedir. Onun hükümleri, her türlü<br />

krizlerin ve buhranların üstünde kalabilecek niteliktedir.<br />

Bizim dünyamızda, gökyüzünü, kainatı, bütün insanlığı ve bütün canlıları kuşatan<br />

bir merhamet ve hoşgörü vardır. Necip Fazıl‟ın Reis Bey‟inin ifadesiyle;<br />

“Göklerin merhamet dolu olduğuna inanıyorum. Bizse nefsimizin beton<br />

çatısını tepemize dikmiş, yaşamayı öldürüyoruz! Merhamet..<br />

Alem bu temel üzerinde! Eğer toprağa, tohuma hatta kire, lekeye<br />

merhamet olmasaydı, su olur muydu? Rengi merhamet, sesi merhamet<br />

pırıltılı, ışıltılı su…“<br />

Ne duruyorsunuz! Sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesi<br />

kurun! Tepelerinizdeki çatıları da yıkın! Göklerle temasa geçin! O zaman<br />

göreceksiniz ki; acı su borularından, kendi kendine tatlı su akacak…<br />

Ve başlar üzerinde güneşe yol veren kubbeler yükselecek…”<br />

İşte böylesi merhamet yangının çıktığı bir dünya bizim dünyamız.<br />

Bizim dünyamızda, fertler ve toplumlar eşittir. Bu hukuk karşısında, istisnasız<br />

herkesin canı, malı, ırzı garanti altına alınmıştır. Platon‟un dünyasında kurmaya<br />

çalıştığı, şeytani üstünlük davasına referans olmuş ırkçılık akımlarına yer yoktur.<br />

Üstünlük tende, renkte, kanda aranmamış, üstünlük Allah ile olan yakınlıkta,<br />

samimiyette ve takvada aranmıştır.<br />

İnsan; eşrefi mahluk, Allah‟ın yarattığı en değerli varlık olarak, yaratılışından<br />

gelen fıtri yapısıyla, eğilimleriyle, alışkanlık ve zaaflarıyla, ümit ve korkularıyla<br />

olduğu gibi kabul edilmiştir. Bütün getirilen evrensel değerler ve düzenlemeler,<br />

onun bu özellikleri dikkate alınarak getirilmiştir. İnsanın bu özelliklerini dikkate<br />

almayan en kuvvetli sistemler dahi, paramparça olmuş ve tarihin çöplüğünü<br />

boylamıştır.<br />

Bizim dünyamız, ekonomik refah ve huzuru sağlam temellere oturtmuş topluma ,<br />

toplumu da sağlam aile yapısına ve en önemlisi Allah‟tan başkasına kulluk<br />

etmeyen, bütün varlığa karşı sevgiyle yaklaşan, yaşamaktan çok yaşatmayı<br />

hedef almış fedakar, gönül erlerine dayanır. Bu dünyanın fertleri, Allah‟tan<br />

baĢka hiçbir Ģeye kulluk etmeyecek kadar özgürdür. Fani, geçici ve süfli<br />

arzularına esir düĢmeyecek, en geniĢ özgürlüğü tatma bahtiyarlığına<br />

ermiĢlerdir.<br />

Bizim dünyamızda insan, Hak karşısında gerçek yerinin şuurundadır ve kendini<br />

insanlardan bir insan veya varlığın herhangi bir parçası kabul eder. O, kendinde<br />

zâtî hiçbir kıymet görmez. Şöhretperestliğe pirim vermez. Üstün sıfatlarla<br />

yaratılmış olduklarına inanmaz, kendilerini farklı görüp, gösterip ve çevrelerine<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

112


irer misyon adamı olduklarını empoze etmez. “Ben bilirim, ben yaparım, ben<br />

yanılmam” demez. Gurur, kibir ve bütün bunları küfür ve nifak sıfatı sayar.<br />

Dolayısıyla da, methedilmekten hiç hoşlanmaz, övülmekten memnun olmaz.<br />

Evet, o büyük insan da hiçbir zaman takdir beklememiştir. Hatta kendisine takdir<br />

hissiyle bakan talebelerini hemen tekdir etmiş; “Niçin yüzüme öyle<br />

bakıyorsunuz? Ben kendimi sevmiyorum. Bana haddimden fazla makam<br />

vereni de sevmiyorum” demiştir<br />

Bizim dünyamızda; bir insanın canı, bütün insanlığın canı gibi aziz tutulmuş, bazı<br />

büyük suçlara verilen ağır cezalar da fert ve toplumun hukukunu korumaktan<br />

başka amaç taşımamıştır. Bu dünyada suçluya verilen cezalar, ona acı çektirmek<br />

için değil, suçtan caydırmak içindir. Masumları ve toplumun huzurunu korumak<br />

içindir.<br />

Bizim dünyamızda; fert ve toplumlara zarar veren davranışlar; doğrudan doğruya<br />

zorla yasaklama yoluyla değil, yavaş yavaş ve aşama aşama, zamana yayılan<br />

eğitim, ikna ve kendi iradeleriyle fertlere evrensel, insani ve ahlaki değerleri<br />

benimsetme yöntemiyle tedavi edilmiştir.<br />

Bizim dünyamız; en büyük hakikat olan Allah inancının hakim olduğu, bunun<br />

yanında farklı düşünüş ve inançlarında temsil edildiği ve dile getirildiği ve<br />

herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğu bir toplumun huzur ve refah dolu<br />

dünyasını bütün yönleriyle temsil eder. Bu dünya alabildiğine geniştir. Çünkü o;<br />

toplumların diline, dinine, rengine, milliyetine bakmaksızın istinasız herkese<br />

kucak açmıştır. Bu farklılıkları bir zenginlik bilip, herkesi aynı çatı altında barış ve<br />

refah içerisinde yaşatmayı hedef alır. Yine bütün farklılıklarıyla bütün insanlığı tek<br />

bir aile gibi düşünür. Bu dünyadaki farklılıkları, bir bahçeyi bütünleyen<br />

rengarenk çiçekler gibi görür, insanların birbirlerini tanıma vesilesi ve<br />

yeryüzünün imarında iĢ bölümü gereği sayar.<br />

Bizim dünyamızın hakim özelliği; bütün inanç ve fikirlerin açıkça ve özgürce ifade<br />

edilmesi ve yaşanması, kimsenin ve hatta kurumların, fertlere ya da toplumlara<br />

zorla fikirlerini veya yaşam tarzlarını empoze etmeye kalkmamasıdır.<br />

Düşüncelerin açıkça ve özgürce ifade edilmesi, toplumda hakkın er ya da geç<br />

üstün gelmesi demektir. Çünkü eşit şartlar altında Hak batıla, aydınlık karanlığa<br />

galebe çalacaktır.<br />

Bizim dünyamızda; bütün insanlar, Allah‟ın kulu ve Habib‟inin getirdiği evrensel<br />

değerlerin tebliğine muhatap olarak düşünülmüştür. Kendi inançlarını<br />

paylaĢmasalar bile barıĢ ve huzur içerisinde beraber yaĢamaya istekli ve<br />

arzulu bir Ģekilde, dünyalarını herkese açmıĢlardır. Çünkü bu onlara<br />

hayatlarının gayesi olan Hakkı tebliğ fırsatını tanır. Sadece tebliğini<br />

yapar. Hidayeti Allah‟tan bekler. Gerisine karıĢmaz.<br />

Bizim dünyada; kadın ve erkek bir bütünün iki eşit yarısı olarak görülmüş ve<br />

bunların kurduğu sıcak yuvada yetişen yavru sağlam toplumun yapı taşı<br />

olmuştur. Bu sağlam toplumda tam bir eşitlik yardımlaşma ve dayanışma hüküm<br />

sürmüştür. Erkekle birlikte kadına da mülk edinme ve miras hakkı tanınmış ve<br />

kadın toplumda hak ettiği yeri almıştır. Bizim dünyada kadın, cenneti ayakları<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

113


altına serecek kadar abideleşmiştir. Bütün insanlık tek bir aile, bütün<br />

yeryüzü de tek bir ülke gibi görülmüĢtür.<br />

Bizim dünyamızda fertler; kötülüğe ve haksızlığa karşı oldukça duyarlıdır. Vicdan<br />

muhasebeleri daima işler vaziyettedir. Hukuk ve kanunlar önünde, hükümdar ile<br />

köle eşit muamele ve haklara sahiptir. Üstünlük Allah‟a yakınlıkta aranmıştır.<br />

Yöneticilik, sadece bir sorumluluk ve halka hizmet aracı görülmüĢtür.<br />

AteĢten bir gömlektir yöneticilik.<br />

Bizim dünyamızda ferdin mutluluğu, içinde yaşadığı toplumun refahı, huzuru ve<br />

mutluluğu ile ayrılmaz bir bütündür. Çünkü İslam insanların sadece ahiret<br />

mutluluğunu esas almamış aynı zamanda ahirete hazırlık yeri olan dünyayı da<br />

esas almıştır. Ona göre dünya ve ahiret bir evin iki odası gibi yan yanadır<br />

ve birbirinin tamamlayıcısıdır.<br />

Bizim dünyamızda; insanoğlu için çalışmaktan başka bir şey yoktur. Ancak insan<br />

bu çalışmayla birlikte iyi ve kötü amellerinin karşılığını mutlaka alacağının ve<br />

Allah‟a hesap vereceğinin bilincindedir. Fert bu hayatı, daima öbür hayata göre<br />

tanzim ederek toplum içinde dengesiz bir fert olmaktan kurtulmuştur. Bu<br />

prensiplerle iktisat da payını almıştır. Böylece insan süfli arzuların peĢinden<br />

koĢan “homoeconomicus” olmaktan, Allah‟ın rızasına talip kutlu varlık<br />

haline gelmiĢtir.<br />

Sınırsız ve çılgın tüketimin yerini, kanaat ve tutumluluk almıştır. Toplum içinde<br />

dayanışma ve yardımlaşma zirvededir.<br />

Zira ekonomik sistemlerin başarısı; toplumun ihtiyaç duyduğu mal ve hizmet<br />

üretiminin sağlanması ve bu gelir dağılımının, toplumun fertleri arasında dengeli<br />

ve adil bir şekilde paylaşımı ile ölçülür. Beşeri sistemlerden liberal eğilimli olanlar<br />

üretim problemini çözerken, gelir dağılımda sınıfta kalmıştır. kolektivist eğilime<br />

sahip olanlar gelir dağılımı problemini çözerken, üretim problemlerini<br />

aşamamışlardır.<br />

Herkes için maksimum ekonomik refahın hedeflendiği bizim dünyamızda, her iki<br />

problem de çözülmüştür.<br />

Geniş ekonomik özgürlüklerin tanınması, çalışmanın teşvik edilmesi “yiyiniz<br />

içiniz fakat israf etmeyiniz” düsturuyla öz kaynakların atıl vaziyete<br />

getirilmeMEsi, millet ve milletler arası ticaretin önünü tıkayan engellerin<br />

kaldırılması ile üretim problemi çözülmüştür. Temelde faiz yasağı ve zekat<br />

esasına dayanarak ve daha çok çeşitli gelir dağılım sistemleriyle paylaşım<br />

problemleri de ortadan kaldırılmıştır. Bizim dünyamızda, servet, zenginlerin<br />

elinde dolaĢan bir güç olmaktan çıkmıĢ, baĢkalarını kendi nefsine tercih<br />

etme duygusunun hakim olduğu bir dünyadır.<br />

Elhasıl;<br />

SavaĢ meydanında yaralı bir Ģekilde yerde yatan birkaç sahabenin su<br />

diye inlerken, su hakkını bir diğer kardeĢine öncelik vererek, son nefeste<br />

dahi kardeĢini kendi nefsine tercih edenlerin ve sonuçta bu tercihlerin<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

114


karĢılıklı olması neticesinde, hiçbirinin de su içmeye muvaffak olamadan<br />

canını Rahman‟a teslim edenlerin dünyasıdır bizim dünyamız.<br />

İnsandı, beşerdi ve kardeşine cahiliye adedinde görülen bir cümle sarfetmişti<br />

“Siyah kadının oğlu ” diyerek hakaret etmişti. Sonunda kendini kardeşine<br />

affetirebilmek için evinin kapısının önüne yüzünü toprağa yapıştırır. Ardından<br />

şöyle der:<br />

” Ayağın ile yanağıma basıp çiğnemedikçe, vallahi yüzümü yerden<br />

kaldırmayacağım”<br />

Bunun üzerine kardeşini affeden mübarek insan, “bu yüz basılmaya değil,<br />

öpülmeye layıktır” diyerek onu bağrına basar. Karşılıklı ağlaşıp sarılırlar. İşte<br />

böyle bir dünya, bizim dünyamız.<br />

Bizim dünyamız, devlet baĢkanlarının makamında kaynaklanan gururu<br />

kırmak için, pazara çıkıp sırtında çuval taĢıyacak kadar bir vicdan<br />

duruluğuna sahip olduğu; çok geniĢ bir coğrafyada devlet baĢkanından<br />

baĢka, zekat verilecek kimsenin kalmadığı; eyaletteki fakirler listesinin<br />

baĢında, yine o eyaletin valisinin yer aldığı; devlet baĢkanı ile<br />

hizmetçisinin bir tek bineği nöbetleĢe kullandığı; yine devlet reisinin,<br />

evinde hasta yatanları kimseye hissetirmeden yaralarını sardığı, yaĢlı<br />

ninenin sütünü sağdığı; hükümdarın bir azınlık mensubuyla aynı<br />

sandalyeye oturtularak mahkeme edildiği ve hükümdarın aleyhine karar<br />

verilerek elinin kesilmesine karar verilecek kadar adalet düĢüncesinin<br />

zirveye ulaĢtığı bir dünyadır.<br />

Bizim dünyamız; aç insanların bile yolda buldukları büyük miktardaki<br />

parayı dahi el sürmeden getirip sahibine verdiği; fertlerin sofrada<br />

kaĢıklarını boĢ götürüp getirerek, kendileri ve çocukları aç kalarak,<br />

misafirlerini doyurmaya çalıĢan ve bu hareketleri dolayısıyla haklarında<br />

ayet nazil olan kutlularla dolu, yaĢamayı değil, yaĢatmayı düĢünen bir<br />

dünyadır.<br />

Bizim dünyamız, haklarının zayi edilmeyeceğine inanan iĢçilerin,<br />

iĢverenlerinin kendilerine takdir ettiği ücreti hak etmedikleri<br />

düĢüncesiyle fazla bulup itiraz bile ettikleri; iĢverenin bir koyunluk<br />

ücretini almadan giden iĢçisinin ücretini nemalandırarak sürüye<br />

dönüĢtürdüğü ve yıllar sonra bu tek koyununu almaya gelen iĢçisine bu<br />

sürüyü teslim edecek kadar “hak” düĢüncesinin bayraklaĢtığı bir<br />

dünyadır.<br />

Bizim dünyamız, sabahleyin siftahını yapan bir satıcının, komĢusunun da<br />

siftah yapmadan baĢka bir müĢteriyi kabul etmediği ve kimsenin aç<br />

açıkta kalmaktan korkmadığı ve toplum fertlerinin hiçbirinin tek kuruĢ<br />

ödemeden sosyal ve ekonomik güvencesinin sağlandığı bir dünyadır.<br />

Anlatılan dünya ütopik bir dünya değil. Masallar diyarı da değil. Bir film, bir<br />

roman da değil.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

115


Anlatılan dünya, insanların en hayırlısının ve O‟nun sahabelerinin, tabiinlerin,<br />

Allah dostları ve İslam alimlerinin, Hz.Ömer‟lerin, Ömer bin Abdülaziz‟lerin, Bilal-i<br />

Habeşi‟lerin, Ebu Zerr‟lerin, Halid bin Velid‟lerin, Cüleybib‟lerin, Zübeyr bin<br />

Avvam‟ların, Mus‟ab bin Umeyr‟lerin, Fatih‟lerin…dünyası.<br />

Yaşanmış ve hala yaşanabilecek, yeryüzünü cennetlere çevirebilecek gerçek bir<br />

dünya…<br />

Not : Bu yazı, Prof.Dr.İsmail Özsoy‟un yazısından ilham alınarak yazılmıştır.<br />

Ayrıca Derin Düşünce Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız hasb-i hal<br />

neticesinde böyle bir yazıya karar verilmiş Ve Sanayisiz Osmanlı adlı makalenin<br />

yorum kısmında “Aziz Yılmaz ” Beye verdiğim sözün gereği olarak<br />

düşünülmüştür. Bu vesileyle başta “Aziz Yılmaz” Bey kardeşime ve ismini<br />

sayamadığım diğer değerli yorumcu kardeşlerime teşekkürü borç bilirim.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

116


Hukukun Üstünlüğü olarak ġeriat (Noah Feldman) New Yok Times<br />

Çeviren: Ekrem Senai<br />

Noah Feldman, Harvard Üniversitesi profesörü ve<br />

Dış İlişkiler Konseyi üyesidir. Bu makale, yazarın<br />

“İslami Devletin çöküşü ve yükselişi” adlı<br />

kitabından derlenmiştir.<br />

Canterburry başpsikoposu Rowan Williams,<br />

Londra‟da akademik bir konuşma yaptı ve masaya yatırdığı konu, Britanya hukuk<br />

sisteminin aile yasasına ilişkin hristiyan olmayan mahkemelere karar yetkisi verip<br />

vermemesi gerekliliğiydi. Britanya‟da kilise ve devletin anayasal ayrılığı<br />

bulunmuyor. Başpsikopoz diyor ki “İngiliz kilisesinin yasası bu toprakların<br />

yasasıdır”; kiliseye ait mahkemeler- ki eskiden evlilik ve boşanmaya bakarlardı,<br />

hala İngiliz hukuk sistemine entegredir; kilise, mülkiyet ve doktrinler konusunda<br />

hala kararlar almaktadır. Feldman‟ın önerisi, tüm tarafların anlaşması şartı ve<br />

kadınların eşit haklara sahip olması kesin kuralıyla birlikte, evlilik ve boşanma ile<br />

ilgili konularda İslam ve Ortodoks Yahudi mahkemelerine yetki vermenin iyi bir<br />

fikir olabileceği şeklindeydi.<br />

Bunun üzerine kıyametler koptu. Politikacılardan tutun kilise din adamlarına<br />

kadar ; İngiliz tabloid gazetelerinden, dünyanın ikinci büyük Hristiyan mezhebinin<br />

liderlerine, Feldman‟a sözünü geri alması ve hatta istifa etmesi çağrıları<br />

seslendirildi. Williams son birkaç yıldır, gay rahiplerle ilgili tartışmalar ve eşcinsel<br />

evliliklerin tanınması tartışmalarıyla yüz yüze gelen küresel Anglikan toplumunu<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

117


irarada tutmaya çalışmakla meşguldü. Onun dini mahkemelerle ilgili bu önerisi<br />

işte bu kavgaların ortasında başgösterdi. Tabi ki, öfkenin sebebi William‟ın<br />

Ortodoks Yahudi yasasıyla ilgili söyledikleri değildi. Kamuoyunu çalkalayan<br />

radyoaktif kelime “şeriat”tı.<br />

Bir dereceye kadar, bir Batılı ülkede Şeriat‟a resmi bir konum kazandırılmaya<br />

çalışılmasının öfkeyle karşılanması anlaşılmaz bir şey değil. Herhalde hiçbir yasa<br />

sistemi bu derece şimşekleri üzerine çekmemiştir. Birçok insan için, “Şeriat”<br />

kelimesi, el kesilmesi, zina edenlerin taşlanması ve kadınların baskı altına<br />

alınmasıyla eş anlamlıdır. Oysa, bugün kaç kişi sevgili İngiliz genel yasasının<br />

yüzlerce farklı suç için öldürmeyi bir ceza çeşidi olarak belirlediğini biliyor, hatta<br />

beş şiling çalmak bile bu ceza sistemine dahil! Kaç kişi 18.yüzyıla kadar, Avrupa<br />

ülkelerinin birçoğunda yasanın işkenceyi suç-adalet sisteminin resmi bir öğesi<br />

olarak belirlediğinden haberdar? Cinsiyet ayrımcılığı konusu da durum farklı<br />

değil; genel hukuk uzun süre evli kadınları mülkiyet hakkından ve hatta temel<br />

kişilik haklarından mahrum bırakmadı mı? Britanyalılar bazı sömürgelerinde<br />

müslümanlara şeriat yerine kendi yasalarını uyguladıklarında, bunun sonucu ne<br />

oldu dersiniz? Kadınlar, İslami yasanın onlara tanıdığı mülkiyet hakkından<br />

mahrum kaldılar - ki bu durumun kadın-erkek eşitliği konusunda bir ilerlemeye<br />

tekabül ettiğini söylemek pek mümkün değil.<br />

Aslında, tarih boyunca, İslam yasası dünyanın en liberal ve insancıl hukuki<br />

prensiplerini sergilemiştir. Günümüzde, Şeriat‟e atfedilen bir avuç sert cezadan<br />

bahsedildiğinde, nedense bunların uygulanabilmesi için gerekli delil sunulmasını<br />

ne denli katı kurallara bağlı olduğu gözden kaçırılıyor. Örneğin, zina suçunun<br />

cezalandırılabilmesi için, zanlının suçunu dört defa itiraf etmesi veya güvenilir<br />

karakterde dört yetişkin erkeğin cinsi eyleme bizzat şahid olmaları şartı<br />

bulunuyor. Halbuki bizim yasal sistemimizdeki aşırılıklar, örneğin bazı uyuşturucu<br />

suçlarına verilen cezalar, nedense gözden kaçıyor. Medeni yasamızdaki son<br />

gelişmelerden (!) neden bahsetmiyoruz mesela? Şeriat‟a, kendi korkunçluğumuzu<br />

yansıttığımız bir perde, ve böylece bizleri sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteren bir<br />

folyo olarak ihtiyaç duyuyoruz galiba.<br />

Müslüman dünyada ise, Şeriat kelimesi etrafında son yıllarda olağanüstü bir<br />

canlanma gözleniyor. Yüz yıl önce, bazı Müslümanlar Şeriat‟ın zamanın şartlarına<br />

uymadığını söyleyip, reformdan, yahud tamamen terk edilmesi gerektiğinden<br />

bahsederken günümüzde Mısırlıların yüzde 66‟sı, Pakistanlıların yüzde 60′ı ve<br />

Ürdünlülerin yüzde 54′ü Şeriat‟ın ülkelerinde tek yasal kaynak olması gerektiğini<br />

düşünüyorlar. İhvan-ı Müslimin gibi İslamcı siyasal partiler, kendi politik<br />

platformlarında Şeriat‟ı propoganda malzemesi olarak kullanıyorlar. Ve mesajları<br />

yankı da buluyor. İslamcıların seçime girmelerine izin verildiği Arapça konuşulan<br />

ülkelerde hükümetlerin izin verdiği kadar sandalyenin tamamına yakınını<br />

kazanıyorlar. Ilımlısından radikaline farklı yapıdaki İslamcı hareketler Müslüman<br />

dünyada kolayca ve hızlıca genişliyor ve şeriat bu partilerin programlarının en<br />

önemli parçası.<br />

Nasıl oluyor da bunca Batılı Şeriatı İslam‟ın en cazibesiz ve modernlik öncesi<br />

öğesi olarak görüyorken, birçok Müslüman ise, İslam‟ın küresel yeniden yükseliş<br />

hareketinin ateşli, cazibeli merkezinde görüyor? Bunu, elbette Müslümanların<br />

Şeriat‟ı kullanarak feminizmi tersine çevirmek ve kadınları kontrol etmek<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

118


istedikleri şekilde basit bir varsayımla açıklayamazsınız - hele İslamcıları ve<br />

Şeriat‟ı benimseyen büyük bir kadın kitlesinin de bulunduğu gerçeği ortadayken.<br />

ġeriat Hukukun Üstünlüğü müdür?<br />

Batılılar ve Müslümanların, Şeriat kelimesi üzerindeki görüş ayrılıklarının<br />

kaynağında bu kelimeyi farklı şeyleri ifade etmek için kullanmaları yatıyor.<br />

“Şeriat” kelimesi yerine “İslami yasa” deyimi çoklukla kullanılsa da, aslında bu<br />

yavan İngilizce çeviri müslümanlar tarafından anlaşıldığı şekliyle “Şeriat”<br />

teriminin tüm bağlamını kapsamaktan oldukça uzak. Şeriat, düzgün<br />

anlaşıldığında, sadece bir takım yasal kurallar anlamına gelmez. İnanan<br />

müslümanlara göre, daha derin ve yüksek, ahlaki, metafizik amaçlar taşıyan bir<br />

anlama sahiptir. Çekirdeğinde şeriat, tüm insanların ve tüm beşeri yönetimlerin,<br />

kanun hükümleri altında eşit olarak adalete bağlı olması fikrini yansıtır.<br />

Aslında, Arapça‟da İslami yasal muhakeme veya bununla üretilen kanunların<br />

karşılığı olan sözcük “şeriat” değildir, “fıkıh”tır, ve İslami hukuk anlamına gelir.<br />

“Şeriat” kelimesi ise aşkın olanla bağlantılıdır ve Tanrı‟nın iradesine uygun olarak<br />

hayatı düzenlemeye ilişkin değişmeyen inanç ve prensipleri anlatır. Batılılar<br />

genelde Şeriat‟ın yasa hükümleri kaynağı olarak Kur‟an‟ı aldığını düşünür. Fakat<br />

gerçek bundan çok daha komplekstir. İslamcı politikacıların, “ülkenin yasa<br />

kaynağı olarak Şeriat” denilince neyi kastettikleri oldukça belirsizdir - ve bunun<br />

iyi bir sebebi vardır. Çünkü böyle bir prensip sunmak, yasa sistemin pratik işleyiş<br />

şekli açısından hiçbir şey ifade etmeyecektir.<br />

Şeriatı, her ne kadar bazı spesifik dünyevi kurallar içerse de, en doğru şekilde bir<br />

nevi yüce bir kanun manzumesi olarak tanımlayabiliriz. Örneğin, tüm<br />

Müslümanlar Şeriat‟ın parayı faize koymayı yasakladığı konusunda hemfikirdirama<br />

risklerin ve dönüşlerin paylaşıldığı yatırımlara konulması konusunda değil;<br />

veya Müslümanların alkollü içkiler içmesi yasağı hemfikir olunan ritüel yasağın bir<br />

başka örneğidir, hatta inançlı liberal yorumcular için bile böyledir. Şeriat‟le<br />

özdeşleştirilen bazı kurallar ise şüphesiz modası geçmiş ve kaba görünmektedir.<br />

Kadınların nafaka vermeden boşanma davası açamaması gibi eşitsiz muameleler<br />

bulunmaktadır. Homoseksüelliğin yasaklanması-gerçi tarihte genellikle bu konuda<br />

bir baskı kaydedilmemiş olsa da- aynı cinsten ilişkilerin tanınmasını engellemiştir.<br />

Ama Şeriat aynı zamanda rüşvetçiliği veya mahkemede adam kayırmayı da<br />

yasaklamıştır. Zengin ve fakirlerin eşit muamele görmesini istemiştir. Orta Doğu<br />

ülkelerinde hala görülen yasal yetkisi olmadan cezalandırma şeklindeki namus<br />

cinayetlerini mahkum eder. Ve insanların mülkiyetinin ellerinden zorla alınmasını<br />

- buna kadınlar da dahil- engeller. Başörtüsü takmanın yasal olarak zorunlu<br />

olduğu ve dini polis tarafından zorla dayatıldığı İran‟ın aksine, birçok diğer<br />

Müslüman ülkedeki İslamcı görüş, başörtüsünün alçakgönüllü bir giyinişle dini<br />

yükümlülüğü yerine getirmenin bir yolu olduğu; kanunla dayatılması gereken bir<br />

şey değil, arzu edilen bir sosyal norm olarak algılanması gerektiği şeklindedir.<br />

Dinden dönenlerin cezalandırılmasının zorunlu hale getirilmesi konusu seçilmiş<br />

İslamcıların ajandasında bulunmamaktadır. Yozlamış otokrasilerde yaşayan<br />

birçok günümüz müslümanı için, Şeriat çağrısı, cinsiyet ayrımcılığına, karanlığa<br />

veya vahşi cezalara yapılan bir çağrı değildir; Batı‟nın politik adalet prensibi<br />

olarak belirlediği en üstün prensip olan hukukun üstünlüğüne yapılan bir çağrıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

119


Ulemanın egemenliği<br />

Şeriat‟ın bu cazibesini derinlemesine anlayabilmek için, Batı‟da genellikle ihmal<br />

edilen şu önemli soruyu sormamız gerekiyor: İslami yasa sistemi denilen şey,<br />

aslında nedir?<br />

Yaşam süreci boyunca Muhammed Peygamber Müslüman inananların bulunduğu<br />

toplumun hem dini, hem de siyasi lideriydi. Ona inen vahiy, Kur‟an, bazı yasalar<br />

içeriyordu, özellikle ritüel şeyler ve mirasla ilgili bazı hükümler; ama öncelikle bir<br />

yasa kitabı değildi; İbrani İncil‟in de bir kısmında rastlanıldığı gibi uzun yasal<br />

kanunlar vaz‟eden tipte kitaplardan değildi. İnananların ilk nesli vahye<br />

atfedilmeyen bir konuyla karşı karşıya kaldıklarında, konuyu doğrudan<br />

Peygamber Muhammed‟e götürüyorlardı. O da ya kendi düşüncesi ile cevaplıyor<br />

veya emin değilse, yeni bir vahiy formunda ilahi rehberliği bekliyordu.<br />

Muhammed Peygamber‟in vefatıyla, Müslüman toplum için ilahi vahiy yolu<br />

kapandı. Politik-dini liderlik rolü peygamberden halifelere (Arapça “yerine geçen”<br />

anlamına gelir) geçti. Bu durum, halifeyi zorlu yasal durumları çözmek<br />

konusunda güç bir pozisyonda bıraktı. Halife, Muhammed Peygamber‟in siyasi<br />

otoritesine sahipti ama vahiy almıyordu. Bu da toplumu bir çeşit bağ altında<br />

bırakmıştı. Kur‟an‟ın belirli bir soru hakkında açık bir cevabı yoksa, yasa neye<br />

göre belirlenecekti?<br />

Buna İslam‟ın ilk birkaç yüzyılında gelişerek verilen cevap şuydu ki: Kur‟an,<br />

peygamberin yaşamına- sünnetine, yoluna- atıfta bulunarak desteklenebilirdi.<br />

(”Sünnet” kelimesi peygamberin yolunu izleyen anlamına gelen “Sünni” isminin<br />

de kaynağıdır). Onun davranışları ve konuşmaları ilk elden şahitlik edenler<br />

tarafından sözlü gelenek ile kaydedilmişti. Doğru kayıtlar, yanlış olanlardan<br />

ayrılmalıydı. Ama tabi ki güvenilir bir kayıt bile belirli bir durum için daha sonra<br />

ortaya çıkan birçok yasal problem için yetmemeye başladı. Bu tip problemleri<br />

çözebilmek için, bir durumdan analoji yaparak diğer bir durum hakkında fikir<br />

yürütmek gereksinimi ortaya çıktı. Ayrıca ne yapılacağına dair toplumsal<br />

konsensüse başvurulması imkanı da seçeneklerden biriydi.<br />

Bu dört tabakalı kombinasyon - Kur‟an, peygamberin yolu (sünnet), analojik<br />

mantık yürütme (kıyas) ve konsensüs (icma)- yasal sistemin ana dayanaklarını<br />

oluşturuyordu. Ama kim bu dört faktörün birbirine uyduğunu söyleyebilirdi? Ve<br />

hangi otorite kaynakların bu olduğunu, başka bir şey olmadığını söyleyebilirdi? İlk<br />

dört halife, Peygamberi yakından tanıyorlardı, bu yüzden kendi adlarına belki<br />

böyle bir iddiada bulunabilirlerdi. Fakat, onlardan sonra, halifeler eldeki<br />

kaynaklardan yasa çıkartabildiğini iddia eden ve giderek genişleyen bir uzmanlar<br />

grubuyla karşı karşıya kaldılar. Bu kendiliğinden ortaya çıkan grup “ulema” olarak<br />

bilindi - ve birkaç nesil boyunca halifelerin, kendilerini yasanın koruyucusu olarak<br />

kabul etmelerine yol açtılar. Tanrıdan gelen yasayı yorumlamaya başlayarak,<br />

yasal sistem üzerinde kontrol sahibi olmaya başladılar. Bu durum, onlarıhalifeleri<br />

değil- “peygamberin varisçileri” konumuna getirdi.<br />

Sünnilerde bu model çok erken zamanda başladı ve modern zamanlara kadar<br />

etkisini sürdürdü. Şiilerde ise, peygamberin nesebi ile gücü elinde bulundurmak<br />

esas olduğundan, Peygamberin halifelerinden ilahi otorite olduğunu ileri sürenler<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

120


oldu. Bunlardan sonra ise, Şii ulema Sünnilerden çok farklı olmayan bir rolü<br />

üstlendiler.<br />

Ulemanın anayasal teorisine göre İslam devletinde iş bölümünde halifeye düşen<br />

başlıca görev, ilahi emir olan “doğruyu emretmek, yanlıştan sakındırmak”tı. Ama<br />

bu halifenin tek başına başarabileceği bir iş değildi. Sorumluluğu alim<br />

hukukçulara delege etmesini gerektiriyordu. Böylece ulema da Tanrı‟nın<br />

yasalarını, yorumladıkları şekilde, uygulayacaklardı. Halifenin ulemayı istediğinde<br />

ödüllendirip, görevden alma yetkisi elbette bulunuyordu ama yasal sonuçları<br />

dikte etmesi mümkün değildi; yargısal otorite halifeden geliyordu ama yasanın<br />

kaynağı ulemaydı.<br />

Halifeler - ve halifeler dünyevi etkilerinin çoğunu yitirdikten sonra sultanlar - hala<br />

büyük bir güce sahipti. İşleri kendi sağduyularıyla yönetiyorlardı. İdari<br />

düzenlemeleri de etkin bir şekilde yapabiliyorlardı. - elbette bu düzenlemelerin<br />

ulemanın belirttiği Şeriat gereksinimleri ile çelişmemesi şarttı. Düzenlemeler,<br />

şeriatın sessiz olduğu alanlarda işe yarıyordu. Bunlar, ayrıca her durumu<br />

mahkemeye götürmeden bir sosyal idare mekanizması da oluşturuyordu.<br />

Mahkumiyetin gerçekleşmesi cezai şartların sıkı delillere dayanmasını<br />

gerektirdiğinden neredeyse imkansızdı. Bu düzenlemelerin sonucu olarak, birçok<br />

yasal durum (belki çoğu) Şeriat tarafından belirlenen kuralların dışına çıkıyordu.<br />

Sonuç olarak İslami yasa sistemi, daima geniş bir hareket alanı sağlamıştır. İşte<br />

bu yüzden günümüz Şeriat yanlılarının savundukları şey de Şeriattan derlenen<br />

veya dikte edilen geniş kapsamlı bir yasal kod değildir - zira bu denli geniş bir<br />

kapsam İslam tarihinde hiçbir zaman var olmamıştır. Şeriatı savunan İslamcı<br />

siyasetçilerin ve bunları destekleyen halkın Şeriat‟tan anladığı şey, Tanrı‟nın<br />

kurallarının zemin teşkil ettiği bir yasal sistem kurmak, günlük yasaların seçilmiş<br />

yasama kurulu tarafından yönetilmesi ve onaylanmasıdır. Başka bir deyişle,<br />

onlara göre, Şeriat, modern anayasa gibi fonksiyon görmesi beklenen bir<br />

sistemdir.<br />

Ġnsanların hakları ve Tanrı‟nın hakları<br />

Dolayısıyla modern İslam siyasetinde, Şeriat çağrısı sadece veya öncelikle<br />

kadınların kapanmasını zorlamak veya bedensel ceza uygulamak anlamına<br />

gelmiyor - önemli anayasal bir boyutu da içeriyor. Evet ama Şeriat‟ı normal<br />

yasanın üzerine yerleştirmenin özel cazibesinin kaynağı nedir o zaman?<br />

Bunun cevabı geleneksel İslami yönetimin pek fazla değinilmemiş bir özelliğinde<br />

yatıyor: Şeriatla yönetilen devlet, bin yıldan fazla bir süre boyunca, bir çeşit<br />

hukukun üstünlüğü demekti. Hukukun üstünlüğünü esas alan geleneksel İslami<br />

devlet, dolayısıyla, son yüzyılda Müslüman dünyanın hemen tamamında görülen<br />

diktatörlük ve otokratik monarşilerden uzaktı. İslami hükümet iki anlamda<br />

meşruydu, hem vatandaşlarının kişisel yasal haklarına saygı gösteriyordu, hem<br />

de kendileri de bu yasalara tabi olarak yaşıyordu. “Birey hakları” olarak<br />

isimlendirilen bu yasal haklar (ritüel bağlılığa karşılık gelen “Tanrının hakları”na<br />

zıt olarak), temel yaşam, mülkiyet ve yasal işleme tabi olma haklarını içeriyordu<br />

- tüm dünyada, yüzyıllarca, keyfi hükümet baskısından korunma anlamına<br />

gelmişti.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

121


Tabi ki, sadece hükümdara yasaya uymasını söylemek tek başına yeterli değildi;<br />

onun da yasaya uyma yükümlülüğü bulunuyordu. Bunu sağlayabilmek ise kolay<br />

değildi. Bu, ancak ulemanın gücü paylaşması ile mümkün olabildi. Hükümdar,<br />

baskı kullanarak yasaya uymayan bir karar verebilirdi elbette. Fakat yasadan<br />

ulema sorumlu olduğundan ve hükümdardan ona uyması beklendiğinden bir<br />

hükümdarın adaletten ayrılması, ancak Tanrı‟nın yasasını çiğnemenin büyük<br />

bedelini ödemeyi göze alması ile mümkün oluyordu. Bu ise ancak kendi<br />

yönetiminin ana temellerinin altını oymak demek olurdu.<br />

Uygulamada, ulemanın kanuna uyulmasını talep etme gücü halifenin seçimle<br />

işbaşına gelmesinin sağladığı bir avantajdı. Böylece hilafet değişikliğinde<br />

ulemanın eline büyük bir koz geçiyordu. Göreve gelirken, yeni hükümdar - hatta<br />

ölen selefi tarafından işaret edilmiş de olsa- talep sahipleriyle baş etmek<br />

durumundaydı. İhtiyaç duyduğu ilk şey kendi gücünün meşruluğunun<br />

doğrulanmasıydı. Ulema bunu ancak, hükümdarın yasaya uymasının karşılığı<br />

olarak bahşedebilirdi.<br />

Yönetime gelince, hükümdarlar, kaçınılmaz olarak istila veya saray darbesi<br />

tehdidi ile karşı karşıya kaldılar. Halifenin ulemadan, böyle durumlarda devleti<br />

savunma cihadının dini yükümlülük olduğu konusunda fetva alması gerekiyordu.<br />

Ulemayı kriz zamanlarında yanında bulmak, bir hükümdar için hayati öneme<br />

sahipti. Hükümdar kanunlara tabi olmaya tahammül edemiyorsa ulema onu<br />

hemen lağv etmiyordu. Bu aptalca olurdu, çünkü ulemanın kendi ordusu yoktu<br />

ama işbaşında bulunan halifenin ise vardı. Bununla birlikte, onların sessizliği<br />

demek, meydan okuyanların ileri adım atmasına cesaret vermek ve onaylanması<br />

için bir davet olarak yorumlanırdı.<br />

Ulemanın, yöneticiden ısrarla isteği Şeriat‟a harfiyen uymasıydı, çünkü şeriat<br />

Tanrı‟nın emirleriydi. Aslında bunlar, ulemanın anladığı şekilde Tanrı‟nın<br />

emirleriydi. Bu yüzden kendinden emin ve görev tanımı düzgünce yapılmış bu<br />

kesim, kararlılık ve beklenebilirliliğin sağlayıcılarıydı. Bu durum, özellikle<br />

yöneticilerin düzensizce ve kan dökerek işbaşına geçtiği toplumlar açısından<br />

büyük bir önem taşımaktadır. Ulema yasayı kontrol altında tutarak hükümdarın,<br />

vatandaşların özel mülkiyetini istimlak etmesini de sınırlıyordu. Bunun sonucu<br />

olarak ise, hükümdar, gelirlerini arttırmak için kanuni vergilendirmeye dayanmak<br />

zorunda kaldı. Bu durum da hükümdarların halkın endişelerine duyarlı olması ile<br />

sonuçlandı. Ulema ve yasa, İslam toplumunun 19.yüzyıla kadar olan dönemde<br />

adalet ve düzenin tesisi için son derece önemli bir role sahipti. Şeriat olmasaydı,<br />

ne Bağdat‟ta Harun Reşid ortaya çıkabilir, ne Müslüman İspanya‟nın altın çağı<br />

yaşanır, ne de Istanbul‟da Muhteşem Süleyman‟ın saltanatı ortaya çıkabilirdi.<br />

Nesiller boyunca, geleneksel İslami anayasanın Batılı öğrencileri hep ulemanın<br />

hükümdarı kontrol etmek için anlamlı bir zorlama mekanizmasına sahip<br />

olmadıklarını düşünmüştür. Bir tarihçinin yakın zamanda tespit ettiği gibi, Şeriat<br />

anayasa olarak fonksiyon görse de, “anayasa dayatılabilir değildi,” çünkü ne<br />

ulema, ne de halk, hükümdarlarına kanuna tabi olmalarını dayatabilirdi. Ama<br />

dünyanın hiçbir yerinde, hemen hiçbir anayasa hukukçusu veya hükümet dışı<br />

aktör, gücü kontrol altında bulunduranlara itaati dayatmayı sağlayamamıştır.<br />

Birleşik Devletlerin Yüce Mahkemesi‟nin arkasında bir ordusu yoktur. Kılıç gücünü<br />

arkasında bulundurmayan kurumlar yöneticileri ince yöntemler kullanarak<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

122


kısıtlamalıdır. Amerikan anayasal güçlerin dengesinin sağlanması gibi, İslam<br />

devletlerinde de bu iş, zorlama ile değil, kelimelerle ve fikirlerle başarılmıştır.<br />

Bu yüzden günümüz İslamcıları anayasal devletin hukukun üstünlüğüne bağlı<br />

olduğunu söylerken hayali bir şeyden bahsetmiyorlar. Seçmenlerinin gözünde<br />

Şeriat, güçler dengesine riayet edilen, yasal haklara saygı gösterilen bir yönetim<br />

olarak algılanıyor.<br />

ġeriatten Despotizme<br />

Eğer Şeriat, birçok Müslüman için, hukukun üstünlüğü anlamına geldiği için bu<br />

denli popülerse, aynı işlevi günümüzde de sürdürmesi mümkün müdür? Burada<br />

dikkatli olmak ve şüphe etmek için yeterince sebep var. Sorun şu ki, geleneksel<br />

İslami anayasa, yasaya karşı sorumlu bir hükümdar ve yasayı yorumlayıp idare<br />

eden ulema sınıfı arasındaki güç dengesine dayanıyordu. Günümüz İslam<br />

devletlerinin hükümetleri ise bu özelliklerden yoksundur. Devlet başkanları,<br />

kendilerini kanunun üzerinde görürler, kendilerini onunla bağlı hissetmezler.<br />

Üstelik bir zamanlar etkisi çok güçlü olan ulema da eski konumlarını çoktan<br />

yitirmişlerdir. Ancak aile yasası mahkemelerinde hakim görevinde kısıtlı bir<br />

etkileri vardır.<br />

Ulemanın gücünü sürdürdüğü iki istisna var, fakat bu iki durumda da geleneksel<br />

rolden bir sapma gözleniyor: İlki İran. Kendisi de bir din alimi olan Ayetullah<br />

Humeyni, ülke yönetiminde de söz sahibi olduğunu düşündü ve 1979 devrimi<br />

sonrası ruhani lider oldu. Böyle bir düzenleme İslam dünya tarihinde tektir. Bu<br />

düzenlemede ulemanın dengeleyici bir gücü yoktur ve bu yüzden, otoritesi<br />

üzerinde kontrol bulunmayan herhangi bir seküler yöneticinin yönettiği bir devlet<br />

kadar adaletsizdir. Diğer örnek ise Suudi Arabistandır. Burada alimler bir derece<br />

gücü elinde tutmaktadır. Yalnız bunun olumsuz sonucu şudur ki reform için<br />

uğraşan her hükümet girişimi bu şekilde sekteye uğramaktadır. Ulema; devletin<br />

vatandaşlarına karşı sorumlu olduğunu hatırlatacak hiçbir şey yapmamaktadır.<br />

Petrol zengini ülke, varlığını sürdürmek için vatandaşlarından vergi almaya<br />

ihtiyaç duymadığı için, onların isteklerine karşılık vermek için de pek bir sebep<br />

duymamaktadır.<br />

Ulemanın, kanunun koruyucuları olan kutsal işlevlerini yitirmeleri oldukça karışık<br />

bir hikayedir. Bir deyim içinde özetlemek gerekirse “kısmen yapılan reformlar,<br />

bazen hiç reform yapılmamasından daha kötüdür” denebilir. 19′uncu yüzyılın<br />

başında, Osmanlı imparatorluğu askeri yenilgilere iç reform hareketiyle karşılık<br />

verdi. En önemli reform Şeriatı sistemli bir şekle sormak girişimiydi. Bu<br />

Batılılaşma prosesi, İslami yasa geleneğine yabancıydı. Şeriatı, bir doktrinler ve<br />

prensipler gövdesi olmaktan, ulemanın ilmine bağımlı olmaktan kurtarıp, yazılı<br />

metinden bakılabilen kurallar bütünü şekline dönüştürmenin yolunu bulma<br />

çabasıydı.<br />

Kanun yazılı metin haline getirildiğinden ulema otorite kaynağı olmaktan<br />

çıkacaktı. Kuralların yazılı metin haline getirilmesi, ulemadan söz sahibi olma<br />

hakkını alıp bu gücü devlete devredecekti. Ulemayı teskin etmek için, hükümet<br />

Şeriat mahkemelerinin işlevini sürdürmesine izin verdi ama aile yasası<br />

konularında hareketlerini kısıtladı. Bu strateji İngiliz sömürge yaklaşımındaki, dini<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

123


mahkemelerin kişisel konularla ilgili kararlar alınmasına izin verilmesi ile<br />

paralellik arzediyordu. Günümüzde, Kenya ve Pakistan gibi ülkelerde, şeriat<br />

mahkemeleri tarihi misyonuna paralel olarak hala aile yasasına bakmaktadır.<br />

Kodifikasyon, ulema sınıfının ölüm fermanı demekti, ama tek başına güç<br />

dengesini ortadan kaldırmaya yetmedi. 1876′da yürürlüğe giren Osmanlı<br />

anayasası, biri seçilmiş, diğeri ise sultan tarafndan atanmış olarak iki yasa yapıcı<br />

gövdeden oluşan bir yasama kurulu oluşturdu. Bu, Müslüman dünyadaki ilk<br />

demokratik kurumdu; kendi başına kurulmuş olsaydı, insanların nihai yasal<br />

otorite kaynağını temsil ettiği bir nosyon ile popülerleşebilirdi. Böylece yasama<br />

kurulu, hükümdara karşı kurumsal bir denge unsuru olarak ulema sınıfının yerini<br />

doldurabilirdi.<br />

Ama böyle olmadı. Yasanın yürürlüğe girmesinden bir yıl geçmemişti ki, Sultan<br />

2.Abdulhamid yürürlüğü durdurdu - ve önlem olarak, anayasayı bir sonraki yıl<br />

askıya aldı. Ama ulemaya eski poziyonlarını da geri vermedi. Yani ortada ne<br />

ulema, ne de onun yerine ikame edilebilecek bir yasama kurulu kalmıştı. Sultan<br />

kendini mutlağa yakın bir yetki pozisyonunda bulmuştu. Bu düzenleme, Osmanlı<br />

imparatorluğu çöktükten sonra Müslüman dünyada hükümet yönetim şekli halini<br />

aldı. Yasa, hükümdar üzerinde değil, onun bir oyuncağı konumunda kaldı. Bunun<br />

sonucu da, pek tabi diktatörlük ve diğer otoriter yönetimler oldu- ta ki<br />

hükümetler, Şeriat‟ı geri getirmek isteyen İslamcılarla karşı akrşıya gelinceye<br />

kadar.<br />

Demokratik ġeriat mı?<br />

Günümüz İslamcılarının ulemayı, devlete karşı denge konumuna getirmek<br />

konusunda bir istek duydukları söylenemez. İslamcı hareket, aynı diğer modern<br />

ideolojiler gibi, mevcut devleti eline geçirip toplumu modern devletin<br />

yöntemleriyle dönüştürmeyi istiyor. Şeriat‟ı getirmekteki vizyonu, bu sebeple<br />

modern yönetimin iki ortak özelliğiyle uyuşuyor: Yasama kurulu ve anayasa ile.<br />

Ana Sünni İslamcı pozisyon, örneğin Mısır‟daki Müslüman Kardeşler seçilmiş<br />

platformu veya Fas‟taki Adalet ve Kalkınma partisi, seçilmiş yasama kurulunun<br />

İslami yasanın ruhuna uygun olarak kanunları oluşturup geçirmesini savunuyor.<br />

İslami yasanın açık yönlendirme sağlamadığı durumlarda demokratik olarak<br />

seçilmiş yasama kurulunun kendi takdir yetkisini kullanarak İslami değerlere<br />

uygun kanunlar çıkarması bekleniyor.<br />

Bunun sonucu, İslami yasanın altındaki teorik yapıdaki büyük değişimdir: Şeriat,<br />

seçilmiş yasama kuruluna verilen önemle demokratikleşmiştir. Irak Anayasası<br />

Şeriat‟ın, “yasanın kaynağı” olduğunu söyler, örneğin, ama prensipte onun<br />

ruhunu yansıtan yasaları geçiren Ulusal Meclistir.<br />

İslamcılar, meclisin yanılması durumunda, İslami yasa ve değerlere uygunluğu<br />

hukuki gözden geçirme ile garanti altına almak gerektiğini savunurlar. Bunu<br />

“tutarsızlık cümlesi” olarak adlandırıyorlar. Yargı, İslam‟a aykırı yasaları<br />

yürürlükten kaldırabilmektedir. İslam ve demokrasiyi uyuşturmaya çalışan birçok<br />

konu, son dönemlerde hazırlanan anayasalarda yerini almıştır. Örneğin 2004<br />

Afgan Anayasası ve 2005 Irak anayasasında olduğu gibi. (Iraklı kanun yapıcılara<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

124


enim de acizane tavsiyelerim olmuştu.) İslami hukuki inceleme, devletin en<br />

yüksek hukuki organını İslami yasaya uygunluğun garantörlüğü konumuna<br />

getirmiştir. Yüksek mahkeme böylece bu gücü İslami yasanın muhafazakar<br />

vizyonunu bastırmak için kullanabilir, Afganistan‟da veya daha ılımlı versiyonu<br />

Pakistan‟da olduğu gibi.<br />

İslami hukuki inceleme, mahkemeyi bir zamanlar ulemanın içinde bulunduğu<br />

konuma benzer bir pozisyona getiriyor. Ulema gibi, inceleme mahkemesinin<br />

hakimleri de, kendi incelemelerini İslami yasanın yorumu olarak sunuyorlar. Ama<br />

tabi ki İslami hukuki inceleme ile uğraşan hakimler din alimi değiller, ya normal<br />

hakimler (Irak‟ta olduğu gibi) veya hakimler ile ulemanın karşımı (Afganistan‟da<br />

olduğu gibi). Geleneksel düzenlemeye aykırı olarak, hakimin otoritesi doğrudan<br />

Şeriat‟tan gelmiyor ama onlara hukuki inceleme gücü veren yazılı bir anayasadan<br />

geliyor.<br />

Şeriat‟ın modern dünyada yeniden vücut bulması, hukuğun üstünlüğünün öne<br />

alınması açısından nostaljik ama bu sonucu elde etmek için kullanılan metdolar<br />

açısından, ayrıca ileri görüşlü. İslamcıların genellikle kabul etmediği ise, bu<br />

kurumların kendi başlarına hukukun üstünlüğünü sağlayamaz olmaları. Yürütücü<br />

otorite de yasal ve anayasal hükümlere uyum konusunda bağlılık geliştirmeli.<br />

Bunu sağlamak ise Şeriat‟e atfedilecek sıcak duygusal bir bağla olacak iş değil;<br />

elle tutulabilir gerçek dünya dürtülerine dayanmalı.<br />

Yürütücü otoritenin, kendi gücünü nasıl olup da hukukun üstünlüğüne teslim<br />

ettiği konusu bir sırdır. Devrim, on yıllardır İslam devletlerinde kötü bir geçmişe<br />

sahip. İran‟da şahlığın ortadan kalkmasıyla sonuçlanan devrim, daha otoriter bir<br />

üst-ağır anayasal yapı oluşturdu. Irak‟ta da ortaya çıkan benzer devrimci rüyalar<br />

- liberal seküler devlet, İslami demokrasi hayalleri de- şimdilik meyve vermekten<br />

çok uzak görünüyor.<br />

Yavaş değişim bu yüzden giderek kötü seçenekler içinde en iyisi olarak ortaya<br />

çıkıyor. Bu yüzden günümüz politik İslamcılarının birçoğu - Fas‟ta, Ürdün‟de, Mısır<br />

ve hatta Irak‟ta - yavaş değişimden yanalar. Bunların amacı, mevcut politik<br />

kurumları İslami değerler ve bazı İslami yasalarla besleyip adapte etmekten<br />

ibaret. Tabi ki, bu çeşit partiler genelde ABD‟ye düşman, en azından işlerine<br />

burnumuzu soktuğumuz yerlerde. (Irak açık bir istisna - oradaki birçok Şii<br />

İslamcı yakın müttefikimiz.) Ama bu ayrı bir konu, hukukun üstünlüğünü<br />

savunmak için bir güç olup olamayacakları ise ayrı. İslamcı partilerin seçim<br />

başarılarında, hükümetlere Kur‟an yasasına uymaları konusunda baskı<br />

oluşturmaları rol oynuyor olabilir. Bu durum, hukuk adamlarının kendilerini,<br />

devletin değil, yasanın koruyucusu konumunda görmeleri ile sonuçlanabilir.<br />

Bu çeşit bir şey Türkiye‟de gerçekleşiyor olabilir. İslam dünyasındaki<br />

benzerlerinden çok daha liberal olan bu İslamcılar, Şeriat‟ın getirilmesini de<br />

savunmuyorlar (bu poziyon onları, askeriye tarafından kapatılma durumuna<br />

getirdi). Ana odakları hukukun üstünlüğünün sağlanması ve baskın devletmerkezli<br />

sekülerizme karşı temel hakların genişletilmesi. Mahkemeler, bu vizyona<br />

ayak uydurmak konusunda kendilerini giderek daha çok zorunlu hissediyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

125


Şeriat bu hukuki rolü tekrar düşünmek için gerekli kaynakları sağlayabilir mi?<br />

Özünde, Şeriat, kanunun her insana, büyük veya küçük, yöneten veya yönetilen,<br />

eşit olarak uygulanılmasını amaçlar. Kimse onun üzerinde değildir, ve herkes her<br />

durumda onunla bağımlıdır. Fakat Şeriat‟ın tarihi gösteriyor ki hukukun üstünlüğü<br />

ideali boşluk içinde gerçekleştirilemez. Bunu gerçekleştirmek için devlet, etkili<br />

kurumlara ihtiyaç duyar. Bunların da sistem içindeki aktörler tarafından<br />

tanınması ile desteklenmesi gerekir.<br />

İslamcıların, hukukun üstünlüğünü sağlamak konusundaki bu gayretlerinin başarı<br />

ihtimali bu yüzden yüksek değil. Yönetici egemenliğini dengeleyecek kapasitede<br />

yeni kurumlar oluşturmaktan daha zor bir şey yok çünkü. İran‟da, İslamcılar<br />

inanırlılıklarını yitirdiler, ve benzer bir şey Irak‟ta da gerçekleşiyor. Tüm riskleri<br />

ve tehlikeleriyle, İslamcıların geleneksel hukukun üstünlüğü düşüncesini yenileme<br />

amaçları, modern kurumlarla aynı seviyeye gelmeleri çabaları ise yürekli ve<br />

saygın çabalar - ve Müslüman dünyanın çoğu için adil ve hukuka saygılı devletler<br />

oluşturmak için bir yol teşkil edebilir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

126


Mana Boyutlu, Olgun Demokrasi (Mehmet Bahadır)<br />

Daha önceki yazımızda farklı farklı demokrasi<br />

anlayışlarından ve uygulamalarından bahsetmiş ve bu<br />

farklı benimsenen demokrasileri; genel anlamda liberal<br />

ve militan demokrasi olarak iki ana ekolde toplamıştık.<br />

Bu iki ekolün temsilcisi olan demokrasilerin de<br />

suistimale açık olduğunu örneklerle savunmuştuk.<br />

Bu bağlamda demokrasinin, kemale ermiş, insanlığa<br />

mutlak sadedi sunan bir kavram değildir. Demokrasi<br />

yokuşunu hâlâ tırmanmakta olan insanlık; yasayış,<br />

inanış, düşünüş ve kültürleriyle, tecrübe ve birikimiyle<br />

bu değere neler katabilir? bu arayış içinde olunması<br />

gerektiğini söylemiştik.<br />

Buradan hareketle, Ġslam demokrasiye neler katabilir? sorusunun cevabını<br />

aramadan önce İslam ve Demokrasi kavramları birbiriyle çelişir mi? sorusunun<br />

cevaplanması gerekmektedir.<br />

Din ve demokrasi münasebetinden bahsedenler, demokrasi ile dinin kesinlikle<br />

bağdaşmayacağı yanlışlığına çoğu kez düşmüşlerdir.Gerekçe olarak, din Allah‟ın<br />

hakimiyetine, demokrasi ise milletin reyine dayandığı tezini ortaya koyarlar.<br />

Oysaki “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü hükümranlığın -haşa-<br />

Allah‟tan alınıp, millete verilmesi manasına gelmediği gibi, aksine Cenabı Allah‟ın<br />

hükümranlığı baskıcı ve zorbacı elitlerden alıp, yine toplumun üyelerine vermesi<br />

olarak anlaşılmalıdır.<br />

Bununla beraber İslam ve Demokrasi birbiriyle kıyaslandığında biri ilahi, semavi<br />

bir din diğerinin ise beşeri bir yönetim biçimi olduğu asla unutulmamalıdır. Bu<br />

sebeple İslam ve demokrasinin kıyaslanması söz konusu olamaz.<br />

Ayrıca Hz. Peygamberden (S.A.V) sonra ilk idarecilerini yani ilk dört halifeyi<br />

seçimle işbaşına getirmiş bir anlayışın mirasçısı olarak İslam dinin zaten<br />

demokrasi ile bir problemi olamaz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

127


Kemale ermiş, herkesin benimsediği ve herkesin mutlak tatmin olduğu bir<br />

demokrasiden bahsetmek mümkün olmasa da, İslam‟ın demokrasiye katabileceği<br />

zenginlik mutlaka düşünülmelidir.<br />

Zira, Ebedî bir Zât‟ın teveccühünden ve ebediyetten baĢka hiçbir Ģeyle<br />

tatmini mümkün olmayan insanoğlunun manevî ihtiyaçlarına da cevap<br />

verebilecek bir demokrasinin geliĢtirilmesi meselesi de etraflıca<br />

düĢünülmelidir.<br />

İsterseniz böyle bir demokrasiye “Mana Boyutlu Demokrasi” de diyebilirsiniz.<br />

İnsanların hak ve hürriyetlerine saygılı, din ve vicdan hürriyetlerini gözeten aynı<br />

zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına ortam hazırlayan bir<br />

demokrasi…<br />

İnsanların ebedle ilgili isteklerini yerine getirme mevzuunda yardımcı bir<br />

demokrasi…<br />

İnsanların maddi-manevi, ruhi-cismani bütün isteklerine cevap verebilecek olgun<br />

bir demokrasi…<br />

İşte demokrasiyi bu denli geliştirip, insanileştirmenin yolları aranmalıdır. (2)<br />

Ancak böyle bir demokrasi kemale ermiş, olgun bir demokrasidir. Maalesef<br />

insanlık henüz bu ufka ulaşmış sayılmaz. İnsan hayatı dünya ile başlamadığı gibi,<br />

dünya hayatıyla da son bulmuyor. Dünya onun için sadece bir uğrak, o ebedi<br />

kalacağı diyara asli vatanına gidiyor.<br />

Şayet onu idare eden sistem, bu gerçekleri göz ardı ederse, beşer için çok önemli<br />

bir meseleyi göz ardı etmiş olur. Bu açıdan da, demokrasi hâlâ yokuşa doğru<br />

tırmanmakta olan bir sistemdir. Bu manada, demokrasi yokuşu henüz<br />

aşılamamıştır.<br />

Bunları yazarken Nedim‟in şu muhteşem beytini hatırladım.<br />

“Yok bu Ģehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim<br />

Bir peri-suret görünmüĢ bir hayal olmuĢ sana “<br />

Bugünkü Türkçe ile karşılığını, yazımızla da ilintilersek;<br />

Ey Nedim! Senin anlattığın gibi böyle güzel bir dilber (olgun demokrasi) bu<br />

şehirde (dünyada) yok. Olsa olsa sana bir perinin yüzü görünmüştür. Diyor<br />

sevgili şairimiz Nedim.<br />

Gerçekten de ülkemizin kendine has özel şartları! Ve yaşananlara bakılacak<br />

olursa bana ancak bir perinin yüzü ya da hayal görünmüştür diye düşünmekten<br />

de kendimi alamıyorum.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

128


Bunun yanında bir konuya da değinmeden edemeyeceğim.<br />

Sayın Rasim Ozan Kütahyalı‟nın “Eylül 2009 darbesini önleyelim” yazısını<br />

okuduktan sonra yaşadığımız demokrasiyi tekrar sorgulama ihtiyacı hissettim.<br />

Üstelik geçmişteki acı tecrübelere ve yaşananlara bakarak mevcut rejime;<br />

demokrasi diyebilmek için, insanın siyasi mezhebinin oldukça genişlemiş olması<br />

gerekir.<br />

Nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsa; genel mana yaşadığımız demokrasi neye<br />

benziyordu peki?<br />

İsmini hatırlayamadığım bir şair şöyle diyor;<br />

“Hümâ (1) uçtu yuvasından yerine koydular Bûm‟ i<br />

Görenler kaldı hayret, dediler ki Hümâ bu mi ?”<br />

Yani Hümâ kuşu yuvasından uçup gidince yerine baykuşu (bûm‟i) koymuşlar.<br />

Bunu görenler de hayrete düşüp Hümâ kuşu bu mu? diye sormuşlar.<br />

Bu gün demokrasi adına yapılan da aynen budur. Demokrasiyi yuvasından<br />

edenler, yerine her türlü darbeyi, jakoben ve militarist zihniyeti koymuşlar,<br />

meseleye biraz vakıf olanlar hayrete düşüp hümâ kuşu bu mu? diye sormuşlar.<br />

Sonuç: Kısaca yaşanan demokrasi, demokrasinin baykuş halidir dersek yanlış<br />

olmaz.<br />

Ülkemize ilk adım olarak normal ve düz bir demokrasi getirebilirsek, ancak o<br />

zaman bir sonraki merhaleleri ve demokrasinin olgununu düşünebiliriz. Öyle ya<br />

popüler olarak ifade edecek olursak, önce düz, basit yapılı demokrasi daha sonra<br />

evrimleşe evrimleşe mana boyutlu, olgun demokrasi… Çok bekler miyiz dersiniz?<br />

Dipnot :<br />

1. Hümâ :Üzerinden uçtuğu kimselere mutluluk getirdiğine inanılan masal<br />

kuşu.<br />

2. Herhangi bir dine mensup olmayan, ateist vatandaşlarımızın da, eğer<br />

ideolojik bir körlükleri yoksa, böylesi olgun, insani ve evrensel bir<br />

demokrasiye itirazlarının olacağını düşünmüyorum.<br />

Kaynaklar :<br />

1. Modern Düşüncenin İslam Anlayışı<br />

2. Kırık Testi<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

129


„Milli Menfaatler‟ Ahlaktan Önemli midir? (Mustafa Akyol)<br />

Önceki hafta bir haber kanalını izliyordum. Konu,<br />

tiyatrocu Atilla Olgaç‟ın itiraf ettiği ve büyük gürültü<br />

koparan “esir Rum askerini öldürme” olayıydı.<br />

Sunucu, stüdyo konuğu olan uzmana, “bunun ulu<br />

orta ifade edilmesi Türkiye‟yi çok zor durumda<br />

bıraktı, değil mi” diye sordu ve ardından şuna benzer<br />

bir şey dedi: “Savaşta böyle şeyler olur, bunları<br />

böyle çıkıp ortada çıkıp söylemek ise Türkiye‟nin milli<br />

menfaatlerine aykıdır.”<br />

Ekranları başında bu sunucuyu izleyen pek çok kişi,<br />

bu görüşe hak vermiş olabilir. Çünkü biz,<br />

“Türkiye‟nin milli menfaatleri”nin, Türkiye‟nin<br />

ayıplarını örtbas etmeyi gerektirdiğine inandırılmış<br />

bir toplumuz. Oysa bu ezberde ciddi bir sorun var.<br />

Sorun, bu ezber sahiplerinin empoze ettiği “değerler hiyerarşisi”nde. Buna göre,<br />

“devlet”in ve “millet”in biz vatandaşlar için en yüce değer olması şarttır. Hak,<br />

adalet ve dürüstlük gibi ahlaki değerler ise ikinci plandadır. Devlet ve millet, bu<br />

değerleri koruduğu ve sahiplendiği ölçüde kıymetli değildir. Aksine, sadece onlara<br />

mensubiyet taşıdığımız için kıymetlidirler. Ve o kadar kıymetlidirler ki, onlar<br />

uğruna söz konusu ahlaki değerler kolayca göz ardı edilebilir.<br />

Böyle düşünmeye alışmış bir zihin, ahlaki değerleri üstte tutan insanları<br />

anlayamaz. Onların ya “gafil” ya da “hain” oldukları sonucuna varır. Mesela<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

130


lügatımıza yakın zaman önce giren “vicdani ret”i ele alalım. Bu yolu tutan insan,<br />

“benim inancımda veya felsefemde hangi gerekçe ile olursa olsun şiddete yer<br />

yoktur” demekte ve bu yüzden askerlik yapmayı reddetmektedir. (Onun yerine<br />

de bir başka “kamu hizmeti”ne koşulacaktır.) Eğer biz onu yine de kulağından<br />

tutup askere götürürsek, “milli menfaatler senin ahlaki kıstaslarından daha<br />

önemlidir arkadaşım” demiş oluruz.<br />

İyi ama devlet ve millet gibi politik ve sosyolojik kavramlar, neden hak, adalet ve<br />

dürüstlük gibi evrensel değerlerden daha üstün olsun? Neden herkes böyle<br />

düşünmek zorunda kalsın? Buna zorlanan bir toplum, toplum değil, “garnizon”<br />

olmaz mı?<br />

Dahası, eğer devleti ve milleti bu ahlaki değerlerden üstün tutar isek, o zaman<br />

söz konusu devleti ve milleti nasıl iyileştirebilir, nasıl daha erdemli hale<br />

getirebiliriz? Örneğin işkence yapan devletin suçunu yüzüne vurup ona hesap<br />

sormadıkça, aksine “kol kırılır, yen içinde kalır” dedikçe, devleti işkencecilikten<br />

nasıl vazgeçebiliriz?<br />

Gerçekte, devlet ve milleti, uğruna her şeyin feda edilmesi gereken birer “fetiş”<br />

haline getirmenin aslında ne devlete, ne millete ne de bireylere faydası yoktur.<br />

Aksine, bireylerin bu “fetiş”leri aşan bir değerler sistemine sahip olması gerekir<br />

ki, dönüp de devleti ve milleti eleştirip düzeltebilisinler. Kendilerini riske atarak<br />

bu işe girişmeleri ise, “vatan hainliği” değil, aksine “vatanseverlik” işareti<br />

sayılmalıdır. Amerikalı siyasetçi Robert Kennedy‟nin zamanında dediği gibi; “en<br />

sert eleştiriler, çoğunlukla idealizm ve vatan sevgisi ile el eledir.”<br />

Bizde Cumhuriyetin başından beri “iç düşman” sayılan liberallerin, solcuların,<br />

Kürtlerin ve mütedeyyin Müslümanların “rejim muhalifliğini” biraz da böyle<br />

anlamak gerek.<br />

Ancak bu grupların, özellikle de ilk üçünün fark etmesi gereken bir şey daha var:<br />

“Türkiye fetişizmi”ni iş edinen “iç güçler” olduğu gibi, Türkiye düşmanlığını<br />

meslek edinen “dış güçler” de mevcut. Birincisine karşı koyarken ikincisinin<br />

yörüngesine girmemeye dikkat etmek gerek.<br />

Tüm bu farklı güç merkezleri arasında sağlam durmanın tek yolu ise, zihinsel ve<br />

vicdani ibremizi hak, adalet ve dürüstlük gibi evrensel değerlere çevirmektir. O<br />

zaman hem ülkemizin “kirli çamaşırlarını” ortaya çıkarıp onu adam akıllı<br />

eleştirebilir, hem de ona haksızlık yapanlara karşı ilkeli bir duruş sergileyebiliriz.<br />

Her ikisinin de fazlasıyla gerektiği bir devirdeyiz zaten.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

131


Ġslam‟ı yeniden yorumlamak (Mustafa Akyol)<br />

[Orijinali FrontPage Magazine'de yayınlandı,<br />

çeviren: Ekrem Senai]<br />

Dedem içten dindar bir Müslümandı. 10 yaşımdayken,<br />

yaz tatilinde bana bazı dini bilgiler öğretebilmek için<br />

büyükannemle birlikte oturdukları eve çağırdı beni. Bana<br />

nasıl namaz kılınacağını ve Arapça‟yla ilgili bazı çok<br />

temel bilgileri öğretti. Bu neşeli yaz okulundan<br />

hoşlanmıştım; sıcak aile değerlerinin yanında, Tanrıyı,<br />

Yaratıcımı ve O‟nun gönderdiği dini öğrenmekten<br />

mutluluk duyuyordum.<br />

Bir gün dedemin kitapları arasında, arka kapağında üç alıntı bulunan bir dua<br />

kitabına rastladım. İlk iki alıntı Kuran‟dan‟dı ve Allah‟ın bizleri nasıl ve neden<br />

yarattığıyla ilgiliydi. Allah‟ın sözlerini okuyor olmak çok ulvi bir duyguydu ve<br />

okuduklarım beni derinden etkilemişti. . Fakat üçüncü alıntı şok ediciydi.<br />

“Çocuklarınız 10 yaşına kadar namaz kılmaya başlamadılarsa,” diyordu alıntı,<br />

“onları dövün.” Korkmuştum. Biliyordum ki dedem- ki çok ince, merhamet dolu<br />

bir insandı- beni asla dövmezdi, hatta benimle kaba bir şekilde bile konuşmazdı.<br />

Ama ailelere ve büyüklere bunu “İslam”ın emretmesi çok rahatsız ediciydi.<br />

Sonra, önemli bir detayı farkettim: Üçüncü alıntı Kur‟an‟dan değildi. Yani Allah‟ın<br />

sözü değildi. “Hadis”„ti, bu daha önce duymadığım bir terimdi. Büyükbabama<br />

hadisin ne olduğunu sordum. Bana “Onlar peygamberimizin sözleridir,” dedi. Ama<br />

tatmin olmamıştım. “emin misin?,” diye sordum, “bunları gerçekten o mu<br />

söylemiş?”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

132


Bu anının üzerinden yirmi yıl geçti. Ve zamanla anladım ki benim, Hz.Muhammed<br />

(S)‟e atfedilen sözler ve davranışlarla, yani hadislerle ilgili çocukça şüphelerim<br />

yanlış değildi. Tabi ki birçok güzel hadisler, yüce ahlaki gerçekleri sergiliyordu.<br />

Fakat bunun yanında rahatsız edici, tuhaf, mantık dışı olanlar da vardı. Bunların<br />

farkına daha çok vardıkça geleneksel İslami kaynakların yeniden<br />

değerlendirilmesinin gerekli olduğunu daha yoğun bir şekilde hissetmeye<br />

başladım.<br />

Bu, aslında önemli yenilikçi alimlerin de görüşüdür. Seyyid Ahmed Han (ö. 1898)<br />

ve Pakistanlı büyük alim ve yenilikçi yazar Fazlur Rahman (ö. 1988) gibi önemli<br />

alimler günümüze gelen hadis külliyatlarının köklü bir şekilde yeniden<br />

değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini söylemişlerdir. Bu külliyatlar,<br />

Hz.Peygamberin irtihalinden en az iki yüzyıl sonra bazı Müslüman alimler<br />

tarafından biraraya getirilmiştir. Hz.Peygamberin gerçek sözlerini, sahte ve yanlış<br />

aktarılmış olanlardan ayırmak için, bu alimler, rivayet eden zincirlerinin<br />

güvenilirliğine dayanan bir metod geliştirmişlerdir. Fakat metodlarının başlıca bir<br />

eksiği vardır. Bazı Batılı ilim adamlarının da bahsettiği gibi, “hadislerin “metin”<br />

olarak adlandırılan içeriği çok nadir olarak eleştirel bir bakışla incelenmiştir” ve<br />

bunun sonucu olarak, “en sağlam bulunan hadisler bile . . . içeriğinde<br />

anakronistiktir, birbiriyle çelişir veya Kur‟an‟ın lafzı ve ruhundan sapma<br />

gösterir.”[1]<br />

Yani kısaca hadisler problemlidir.<br />

Belki bunun neden bu derece önemli olduğunu merak ediyorsunuz.<br />

Bu son derece önemlidir, çünkü İslami geleneğin en otoriter, püriten ve çağdışı<br />

yönleri hadislere ve İslam‟ın diğer “ikincil kaynaklarına” dayanır. - mesela<br />

icmaya, yani İslam alimlerinin konsensüsü‟ne - Kur‟an‟a değil..<br />

Birkaç örnek verelim:<br />

- İkincil kaynaklara göre, İslam‟dan ayrılanlar öldürülür. Bunun Kur‟an‟da bir<br />

temeli yoktur ve aslında “Dileyen inansın, dileyen inkar etsin” (18:29) gibi<br />

ayetler dini özgürlüğü vurgular ve bu öldürmeleri imkansız hale getirir.<br />

- İkincil kaynaklar tüm güzel sanatları, özellikle resim ve heykeli yasaklar.<br />

Kur‟an‟da böyle bir emir yoktur, tam tersi, Peygamber (Kral) Süleyman‟ın (S)<br />

kendisi için yaptırdığı heykeller övülür. (34:13)<br />

- İkincil kaynaklar kadınlar için çok katı bir giyim kodu belirler ve bu, genellikle<br />

İslam hakimiyetindeki tüm kadınlara uygulanır. Kur‟an ise yalnız Müslüman<br />

kadınlar için bir giyim şekli belirler ve bu da yoruma açıktır. Başörtüsünü açıkça<br />

emreden ayet yoktur- - ki nerede tüm vücudu örten burka için olsun.[2]<br />

- İkincil kaynaklar kadınların erkeklerden tecrit edilmesini destekler. Bu ayrımın<br />

Kur‟an‟da temeli yoktur. Tam tersine, Kur‟an bize peygamberler ve kadınların<br />

medeni diyaloglarından bahseder. (28:25, 27:44)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

133


- İkincil kaynaklar herbir günahı ve gayr-i ahlaki davranışı cezalandırır. Örneğin,<br />

alkol içmek veya namaz kılmamak için cezalar vardır. Halbuki bunların Kur‟an‟da<br />

hiçbir temeli yoktur. Kur‟an‟ın ceza öngördüğü sadece toplumsal suçlardır, günah<br />

veya ahlaksızlık değil. Zina edenlerin taşlanması ikincil kaynaklara dayanır,<br />

Kur‟an‟da hiçbir dayanağı yoktur.<br />

Benim iddiam şudur ki, son derece püriten öğretiler -Taliban‟ınki veya Vehhabi<br />

Suudi Arabistan‟ınki gibi - ikincil kaynakların Kur‟an üzerinde üstünlük sağladığı<br />

yüzyıllar boyunca oluşturulmuştur. (Vehhabiler aslında “reform”un bir ürünüdür<br />

ki bu işleri daha da güçleştirmiştir, bunun nedenini aşağıda anlatacağım.)<br />

İslami gelenekte anti-Semitizmin yükselişi dahi -her ne kadar orta çağ hristiyan<br />

anti-semitizminden çok daha mutedildir-bununla ilgilidir. San Diego Devlet<br />

Üniversitesi Dini İlimler Bölümü Yrd.Prof.Halil Muhammed diyor ki, “Kur‟an,<br />

Yahudiliği ana monoteist din olarak görürken… Bir süre sonra hadis‟e yaslanılarak<br />

Yahudiler ve Yahudilik lanetlenmiştir.”<br />

Problem o derece derindir ki bazı geleneksel İslam alimleri, hadisin Kur‟an<br />

ayetlerinin geçerliliğini kaldırabileceğini dahi iddia edebilmişlerdir.<br />

Çözüm, birçok hadisin ayıklanması ve Kur‟an‟ın yeniden yorumlanmasındadır.<br />

İkincil kaynakların ve geleneksel İslam literatürünün büyük entelektüel ve<br />

manevi başarıları elbette kullanılmalı ama sadece onlara bağlı kalınmamalıdır.<br />

Yeniden Ġslami yenilenme<br />

Sevgili arkadaşım Stephen Schwartz‟ın The “Islamic Reformation” Revisited.<br />

Makalesini okurken bunları düşünüyordum. Makaledeki argümanların birçoğuna<br />

katılıyorum. Arkadaşım haklı olarak Hristiyanlığın Protestan Reformu ile günümüz<br />

İslam dünyasının yenilenmesi arasındaki analoji kurulmasının yanlış olduğunu<br />

belirtiyor.<br />

Bir kere, Protestan reformu hiç de hoş olmayan bir devredir - vahşet, kaos ve<br />

anti-Semitizm doludur. ayrıca, çağımız İslam dünyası, Luther‟in zamanından çok<br />

farklıdır. Bizim reforme edebileceğimiz, Katolik Kilisesi gibi bir merkezi otorite<br />

bulunmamaktadır. Bunun yerine son derece parçalanmış bir ümmet (global<br />

İslami toplum) vardır. Umutsuzca merkezileşmeye ve geliştirilmeye muhtaç bir<br />

toplumdur bu. Bu yüzden yakınlarda Paul Marshall‟ın bahsettiği “İslami karşıdevrim”<br />

terimi yerindedir. .<br />

Schwartz, İslam tarihinde “orijinal kaynaklara” dönüşü savunan birkaç<br />

“reformasyon” gerçekleştiğini hatırlatmakta haklı. Fakat gerçek şu ki, bu<br />

reformların ürettikleri oldukça hoşgörüsüz, baskıcı ve agresif doktrinler oldu,<br />

Vehhabilikte olduğu gibi.<br />

Yalnız bir noktada itirazım var: “Orijinal kaynaklara” dönüş, eğer özellikle<br />

Kur‟an‟dan bahsediyorsak illaki Vehhabi tarzı bir fundamentalizm anlamına<br />

gelmiyor. İslami modernizm, modern dünyayla uyum içinde İslamın yeniden<br />

yorumlanması mücadelesi de aynı kaynaklardan doğuyor fakat tamamen farklı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

134


sonuçlara ulaşıyor. Bu yenilikçi ekolün en göze çarpan ismi Fazlur Rahman, bize<br />

neden modernlik öncesi yenilikçilerin, örneğin Vehhabilerin içtihadı ( bağımsız<br />

yorumlarla legal kararlar almak metodu ) kullanarak ortaya fanatizm<br />

çıkardıklarını açıklıyor:<br />

Eğer bu eski yenilikçiler, bir yenilenme konusunda gönülsüz davransaydı ve bunu<br />

yapmasalardı Müslüman dünyanın daha gelişmiş ülkeleri- Türkiye, Mısır ve<br />

Hindistan yarımadası- İslam düşünce tarihinde çığır açmış temsilcilere sahip bu<br />

ülkeler, on dokuzuncu yüzyılın ortasında İslami yenilenmeyi gerçekleştireceklerdi.<br />

Bu yeni düşüncenin özü, Kur‟an düşüncesi ve modern düşünce arasında bazı<br />

anahtar noktalarda pozitif bağlar kurmak, ve bu şekilde modern kurumları<br />

Kur‟an‟ın ahlaki-sosyal oryantasyonuyla entegre etmekti.. . . Premodernist<br />

yenilikçilerin durumuyla (veya fundamentalistlerle) modernistlerin durumunun<br />

büyük farkı şudur ki, yenilikçiler, içtihadla çözülebilecek çok bir şey bulmamışlar<br />

veya bunda gönülsüz davranmışlardır, fakat modernistler yeni durumları<br />

çözebilmek için çok daha cesur davranmışlardır..[3]<br />

Bir diğer deyişle, farklı “yenilenme” hamlelerini şekillendirmede sosyal koşullar<br />

önemli bir etkiye sahiptir. Şunu da belirtmekte fayda var, Vehhabiler ve<br />

benzerleri arasında, “entelektüelizmin reddedilmesi” güçlü bir düşüncedir ve bu<br />

eğilim, “sonucunda içtihad çağrılarına zarar vermiş, böylece bu yenileyiciler<br />

mukallidun, öncekilerin taklitçisi, halini almışlardır.[4]<br />

Fakat ilk yenileyicilerin de bir eksiği vardı. Fazlur Rahman‟a göre, onların eksiği<br />

“Kur‟an ve Hadis‟i kapsamlı ve sistematik şekilde yorumlayacak bir metodolojiye<br />

sahip olmamalarıydı.” [5]<br />

Günümüzde, bu eksikliğin aşılma zamanının geldiğini düşünüyorum. Bu,<br />

Shwartz‟ın tekrar bilgece belirttiği gibi, kökleri İslam geleneğinde olan bir şeydir.<br />

Yenilenme sözcüğü, yani tecdid, İslam literatürünün bir parçasıdır.<br />

Geniş bir tecdid için, atılması gereken iki büyük adım var. İlki, tüm hadis<br />

geleneğinin sorgulanması ve Kur‟an‟ın ruhuna ve sağduyuya aykırı, sahih olduğu<br />

iddia edilen hadislerin ayıklanmasıdır. Makalemin başında bunu anlatmaya<br />

çalıştım.<br />

İkinci adım ise Kur‟an‟la ilgilidir. Metnin hermönetik olarak yeniden okuması<br />

lazımdır, “böylece Kur‟an öğretisinin mekanik literal anlamını tutmaktan çok<br />

ruhunu ve amaçlarını keşfetmeye çalışmak gerekir.” [6]<br />

Bunun ne anlama geldiğine yakından bakalım.<br />

Kur‟an‟ı yeniden okumak<br />

İslam‟ın ikincil kaynaklarının Kur‟an‟la karşılaştırıldığında kaba olmasından<br />

bahsetmem bazı okuyucuları kuşkulandırabilir. Müslüman olmayanlara yönelik<br />

şiddet eylemlerini destekliyor görünen “savaş ayetleri” akla gelebilir. Bu ayetler,<br />

İslam adına vahşet sergileyen teröristlerin yaptıklarını meşrulaştırdığı için Batılılar<br />

arasında derin endişe kaynağıdır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

135


Ama, gerçekte, Kur‟an‟ın terörist yorumu çarpıtılmıştır. Daha önce açıkladığım<br />

gibi, bu yorumlar nesih doktrinine (bazı ayetlerin, diğer ayetlerle yürürlükten<br />

kalkması ilkesi ) dayanır ve ancak bu şekilde Kur‟an‟ın hoşgörülü ve şefkatli<br />

ayetleri görmezden gelinerek yaptıkları meşrulaştırılabilir. Kur‟an‟ın doğru<br />

yorumu, nesihin reddedilmesi ve tüm ayetlerin bir bütünün parçası olarak ele<br />

alınmasıdır. Bu şekilde, hoşgörü ve barış dolu ayetlerin modern dünyada olduğu<br />

gibi normal bir durumu yansıttığını, savaş ayetlerinin ise Müslümanların düşman<br />

kuvvetler tarafından yok edilme tehditi altında olduğu anormal bir durumu<br />

yansıttığını anlarız.<br />

Yine de, Kur‟an‟da modern bir okuyucu için kabul edilemeyecek noktalar vardır.<br />

Bunlar, zinanın kırbaçla cezalandırılması veya hırsızın ellerinin kesilmesi gibi cezai<br />

müeyyidelerdir. Ayrıca kadınları miras ve şahitlik konusunda ikinci sınıf statüsünü<br />

veren ayetler de vardır.<br />

Soru şu: İyi birer müslüman olmak için bunları uygulamamız mı gerekiyor?<br />

Fazlur Rahman bu sorunun üzerinde ince bir analiz yapıyor ve sonunda “hayır”<br />

şeklinde cevap veriyor.<br />

Fazlur Rahman Pakistan doğumlu bir İslam bilginiydi ve yıllarca California<br />

Üniversitesinde çalıştı. Son derece içten, dindar bir müslümandı ve hayatını<br />

İslami gelenek ile modernlik çatışmasına çözüm bulmaya adadı. Ana kavramı,<br />

Kur‟an‟ın bazı bölümlerinin “tarihselliğiydi”.<br />

Tarihsellik düşüncesinin ana fikri, Kur‟an‟ın bazı ayetlerinin literal olarak<br />

uygulanmasının ancak indirildiği zamanda kastedilmiş olmasıdır. Bunun böyle<br />

olduğunu nereden anlıyoruz? Aslında, bunu gösteren çok açık durumlar var.<br />

Örneğin, Hz.Peygambere özgü veya Hz.Peygamber‟in eşlerine özgü veya<br />

müslümanara Hz.Peygamberle nasıl konuşması gerektiğini söyleyen, günümüzde<br />

uygulama imkanı olmayan ayetler vardır. Müslümanlara, kölelere nasıl<br />

davranmaları grektiğini söyleyen ayetler de bu gelenek- çok şükür- modern<br />

dünyada ortadan kalktığı için uygulanabilir durumda değildir. Bu ayetler hala<br />

bizlere etik prensipler veriyor ama literal olarak yerine getirme imkanına sahip<br />

değil. Aynı şekilde, Müslüman ordular günümüzde Kur‟an‟ın önerdiği gibi (8:60)<br />

atlara binmiyor, bunu, daha çok askeri güç metaforu olarak anlıyorlar.<br />

Bu metod, inovatif bir mantık çizgisi oluşturuyor. Buna dayanarak Fazlur Rahman<br />

Kur‟an ayetlerindeki cezai müeyyidelerini yorumlamada “ayetten prensibe,<br />

prensipten yeni kanuna” formülü sunuyor. “Böyle bir yaklaşım gerekli, çünkü<br />

Kur‟an‟ın indirildiği zamanla modern dünya arasında çok büyük farklılıklar var”.<br />

Kur‟an‟daki cezai kod buna örnek teşkil ediyor. Tüm Kur‟ani cezaların ortak bir<br />

özelliği vardır: ölüm veya hızlı fiziksel acı uygulaması. Neden? Bir cevap yedinci<br />

yüzyıl merkezi Arabistanında suçun tek olası cezalandırma yönteminin bu olması.<br />

Hapishaneler yoktu, bir hırsız veya katil yakalandığında, ancak hızlı bir ceza<br />

uygulanabiliyor veya bırakılıp gidiyordu.<br />

Fakat zaman değişti. Günümüzde ıslah imkanları var ve “hırsızlığın” birçok çeşidi<br />

ve buna uygun cezaları var. O halde ne yapmalı? Fazlur Rahman‟a göre,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

136


Kur‟an‟dan çıkaracağımız, hırsızlığın bir suç olduğu ve cezalandırılması<br />

gerektiğidir, fakat ceza, suçun derecesine göre ve günümüzün sosyal koşullarına<br />

göre düzenlenmelidir.<br />

Bu yaklaşım aslında İslami gelenekte kökleri olan bir yaklaşımdır: Halife Ömer,<br />

Peygamber ve Ebu Bekir‟den sonra İslam‟da saygı duyulan üçücü büyük kişidir,<br />

Irak ve Suriye‟nin fethedilmiş topraklarının dağıtımında Kur‟an hükmünü<br />

uygulamamıştır. Bunun sebebi, eğer Kur‟an‟ın tavsiye ettiği gibi fethedilen<br />

topraklar askerler arasında dağıtılırsa, bu askerlerin köylüye dönüşecek ve<br />

mevcut köylüleri aç bırakacak olmalarıdır. Hz.Ömer, değişen sosyal gerçekliklerle<br />

Kur‟an‟ın uygulanma yönteminin değişmesi konusunda çarpıcı bir örnektir.<br />

Biz Müslümanlara düşen de Kur‟an‟ın bu değerlendirme yöntemini<br />

değerlendirmek. Türkiye‟de, İslamiyat adlı akademik dergiyi çıkaran bazı<br />

modernist İslam teologları da bunu yapıyorlar. Fazlur Rahman‟ın izini takip<br />

ederek, şeriatın (İslam kurallarının), ceza kodları, kadının statüsü ve savaş<br />

doktrini de dahil komple yenilenmesi çağrısında bulunuyorlar. Bu uğraşları<br />

dikkate değer.<br />

“Neden” sorusu<br />

Yazdıklarımın birçoğunun gösterdiği o ki geniş bir İslami yenilenmeye hem<br />

ihtiyaç, hem de bu konuda umut var.<br />

Yalnız bir son ve aslında en önemli soru var: Ne için? Neden biz Müslümanlar<br />

bunun peşinde olmalıyız?<br />

Fanatiklerin, masumları İslam adına öldürmelerini engellemek için olabilir mi?<br />

Dinimizi insanlık ve medeniyete tehditmiş gibi göstermelerini önlemek için?<br />

Bunlar tabi ki dünyada her aklı başında insanın vermek istediği güçlü cevaplar.<br />

Ama benim bir başka cevabım da var - daha özel teistik bir cevap. İnanıyorum ki<br />

İslami yenilenmeyle İslam‟ı orijinal ve nihai hedefine geri döndürmeye ihtiyacımız<br />

var: insanın Yaratıcısıyla, Allah‟la olan ilişkisine. İslam‟ın mevcut çağdışı kalmış<br />

veya radikal yorumları bu kutsal amaca engel teşkil ediyor. Dindar bir insan için,<br />

bunlar aklın Tanrıdan kopartılması, çünkü kalpler ve akıllar O‟nu yüceltmek için<br />

özgürlük, neşe ve aşk istiyor, bağnazlık, baskı ve nefret değil. Dindar olmayan<br />

içinse, bunlar Tanrı için engeldir ve tamamen profan, materyalist bir yaşamı<br />

desteklemek için bir sebeptir. Birçok modernleşmiş Türk arkadaşlarım, bu<br />

kayıtsızlık içinde: Çağdışı, hoşgörüsüz ve geri dinsel uygulama olarak görmeye<br />

meylettikleri şeyden rahatsız bir şekilde, sanki tutulabilir makul bir yol gibi ateist<br />

gibi yaşamayı seçiyorlar. Gerçek şu ki ateizm - teoride ve pratikte- koca bir<br />

yalandır ve Tanrısız bir hayat anlamsızdır. Hayata anlamını geri kazandırmak için,<br />

en azından dünyadaki 1.2 milyar müslümana, dindar olsalar da olmasalar da, işte<br />

bunun için de İslam‟a anlamını geri kazandırmamız gerekiyor.<br />

Böylece İslam‟ın nihai mesajı, aşağıdaki ayette güzelce verildiği gibi, birçok akıl<br />

ve kalpte yankılanacak:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

137


Ey insanlar! Allah‟ın size olan nimetini anın; sizi gökten ve yerden rızıklandıran<br />

Allah‟tan başka bir yaratan var mıdır? O‟ndan başka tanrı yoktur. Nasıl aldatılıp<br />

da döndürülürsünüz? (35:3)<br />

NOTLAR<br />

[1] Malise Ruthven, Islam in the World, Oxford University Press, Oxford, 2000. p.<br />

132<br />

[2] Ayet 24:31, başörtüsünün dayandığı ayettir, aslında Müslüman kadınların<br />

göğüslerini örtmelerini söyler, başlarını ve saçlarını değil.<br />

[3] Fazlur Rahman, “Roots of Islamic neo-Fundamentalism”, in Change and the<br />

Muslim World, (edited by David C. Cuthell, Philip H. Stoddard, Margaret W.<br />

Sullivan), Syracuse University Press, New York, 1981. p. 27<br />

[4] Tamara Sonn, Interpreting Islam: Bandali Jawzi‟s Islamic Intellectual<br />

History, Oxford University Press, New York, 1996, p. 32.<br />

[5] Fazlur Rahman, “Roots of Islamic neo-Fundamentalism”, in Change and the<br />

Muslim World, (edited by David C. Cuthell, Philip H. Stoddard, Margaret W.<br />

Sullivan), Syracuse University Press, New York, 1981. p. 31<br />

[6] Ibid. p. 29<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

138


Bediuzzaman‟la Ortadoğu Problemlerine BakıĢ (Mehmet Bahadır)<br />

“Bakın ben de sizin gibi tango yapıyorum, sizinle<br />

aynı alfabeyi kullanıyorum, ne olur artık vurmayın”<br />

diye inliyor “batılılaşmış” Müslüman ülke aydını.<br />

İslâm’ın temel prensiplerinden, bilimden, kul hakkından<br />

uzaklaşmanın getirdiği belaların ilacını “düşmana<br />

benzemek” yolunda arıyor.<br />

İnsanlık, özellikle de Batı dünyası son üç asırda bilim ve<br />

teknolojide büyük ilerleme kaydetti. Ancak vicdanen ve<br />

ahlâken yerinde sayan Avrupa, ABD ve onun peşinden<br />

sürüklenen insanlık bugün kendi icadı olan teknik<br />

ilerlemelerin altında ezilmiş, rezil ve sefil bir şekilde<br />

sürünmekte.<br />

Mağara devrindeki ilkel insanlarla neredeyse tek farkımız<br />

birbirimizi daha hızlı öldürebilmemiz ve bu öldürme<br />

sahnelerini TV kanalıyla dünyanın her yerine<br />

yayabilmemiz. Savaşa, etnik temizliklere türlü kılıflar<br />

uydurduk. Milliyetçi-Militarist ulus-devletin kutsalları olan<br />

ordu, silah, kutsal(!) topraklar, bayraklar, üstün(!)<br />

ırklar uğruna milyonlarca insanın yaşama hakkı<br />

ellerinden alındı. Bugün de Birleşmiş Milletler, NATO gibi<br />

kuruluşlar uluslararası şiddeti “barış harekâtı” ya da<br />

“teröre karşı savaş” gibi isimlerle meşru gösteriyor.<br />

Bu rezillikten İslâm aleminin payına düşen sorunları,<br />

meselâ Güney Doğu Meselesi ile Filistin’i, Ergenekoncu<br />

korku tacirleri ile Siyonizm’i birbirinden ayrı düşünmek<br />

mümkün mü?<br />

Kanaatimizce son üç asırda Müslüman aydınların yaptıkları en büyük hata belki<br />

de kök sebep sayılabilecek tek hata Batı‟nın hakimiyetine cevaben batıya<br />

benzeme refleksi olmuştur. 1789 Fransız devrimine, Alman ordu-devletine,<br />

endüstrileşmiş milliyetçi-militarist Avrupa devletlerine hayran olan bir çok<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

139


Müslüman aydın görürüz bu dönemde. Türk ve Arap milliyetçiliği, moderleşme<br />

amaçlı tepeden inme jakoben devrimler, bugün halen bir çok Müslüman ülkede<br />

darbe üzerine darbe yapan eşkıya generaller ugulamada da bu “düşmanı<br />

taklid etme” refleksinin birer uzantısıdır.<br />

Peki bugünkü duruma Müslümanca yanıt ne olabilir? Batı’ya hayran olmak ile<br />

Batı’dan nefret etmek dışında bir yol yok mudur hem onun saldırganlığından<br />

kurtulmak hem de Batılı insanları kendilerinden korumak için?<br />

Değerli yazarımız Mehmet Bahadır işte bu soruya yanıt ararken dikkate değer bir<br />

yol tutuyor. Bediüzzaman Said Nursî’nin demokrasi, devletçilik, ekonomik<br />

kalkınma, sertbest piyasa, eğitim, ırkçılık, ulus-devlet konularındaki fikirlerini<br />

derleyip sunduğu bu detaylı makale tekrar tekrar okunması ve üzerinde<br />

düşünülmesi gereken bir çalışma. Başka bir çok kaynakla birlikte M.Ali Kaya‟nın<br />

“Doğu ve Ortadoğu Problemlerine Bediüzzaman‟dan Çözüm Önerileri”<br />

adlı eserinden de yararlanan yazara bu özenli çalışmasından ötürü teşekkür<br />

ediyoruz. Konularına göre tasnif edilmiş olan 6 bölüm halinde hazırlanmış bu<br />

yazıyı bölmeden, bir seferde yayına girmeyi uygun bulduk. İsrail’in Gazze’de<br />

yaptığı soykırım sebebiyle şu günlerde hararetli biçimde tartıştığımız Filistin<br />

sorununa da çare olabilecek fikrî zemine katkıda bulunan çalışmayı beğenilerinize<br />

sunuyoruz.<br />

Editör<br />

BÖLÜM I - GĠRiġ<br />

Said Nursi (1878-1960) Türkiyede ve dünyada tüm fikir akımlarının en etkin<br />

biçimde kendini gösterdiği, ideolojilerin kendi sistemilerini kurması için en sert<br />

biçimde çarpıştığı, insanların katmanlara ayrılarak çatıştığı ve çarpıştığı fırtınalı<br />

bir ortamda yaşamıstır.<br />

Bediüzzamanın hayat dönemi tam bir geçiş dönemidir. Türkiye‟de; Osmanlıdan<br />

Türkiye Cumhuriyetine, imparatorluktan ulus-devlete, monarşiden, monokrasiye<br />

ve anayasal sisteme, istibdattan hürriyete, kapalı-otoriter devlet anlayışından<br />

demokratik parlamenter rejime, kapalı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine,<br />

gelenekten modernliğe geçiş çabaları yaşanmıştır.<br />

İslam Dünyası ise birlik ve bütünlüğünü kaybederek Batı Medeniyetinin maddi ve<br />

manevi istibdadı altına girdikten sonra, kısmen bağımsız ülkeler halinde nisbi<br />

hürriyetini kazanmaya başlamıştır.<br />

Dünyada ise; otoriter yapıya karşı hürriyetçi fikirler, işçi hareketleri, sendikal<br />

faaliyetler, uluslararası siyasi-ekonomik organizasyonlar, çokuluslu ticaret, hızlı<br />

teknolojik gelişmeler, haberleşme ve bilgilenme imkanları ile dünyanın bir köy<br />

kadar küçülmesi, temel insan haklarına ve çevreye dair gelişmeler ve iki dünya<br />

savaşı bu süreye sığabilmiştir.<br />

İste böylesi hızlı gelişmelerin yaşandığı, bu çalkantılı dönemde Bediüzzaman; fikir<br />

ve aksiyonuyla damgasını vurmuştur. Ġnsanlığın geçirdiği devrelerin<br />

tümünün birden hızla bir arada yaĢandığı bu sancılı dönem onun için<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

140


adeta bir laboratuvar olmuĢ ve Yirmi birinci yüzyıl insanının saadetini<br />

sağlayacak reçeteyi “Kur‟an‟ın Eczahanesi”nde hazırlayarak sunmuĢtur.<br />

Bu geçiş döneminde İslam düşüncesini yeniden yorumlayan Said Nursi, “Eski hal<br />

muhal (batıl), ya yeni hal; ya da izmihlâl(perişan olmak).” Diyerek, yeni<br />

dönemlerin temel insani problemlerine Kur‟anî yorumlar getirmiştir. Modern<br />

dönemlerin yaygın maddeci, tabiatçı ve esbabperest ideolojisi haline gelen<br />

Pozitivizm ve bundan kaynaklanan inkâri fikirlere karşı ikna edici argümanlar<br />

sunmuştur. Risale-i Nur‟a muhatap olanlar, “iman-ı tahkiki” kazanarak, zamanın<br />

hakim cereyanlarına karşı kendilerini koruyabilmişlerdir.<br />

“Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar?<br />

Ben<br />

cemiyetin imanını kurtarma yolunda dünyamı feda ettim, ahiretimi de.<br />

Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.<br />

Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut<br />

memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza<br />

kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi<br />

memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca<br />

ihtilattan men‟edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere<br />

maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa daha ziyade ölümü<br />

tercih ettim. Eğer dinim beni intihardan men‟etmeseydi, Said belki bugün<br />

toprak altında çürümüş olacaktı. Bütün hayatım zahmet ve meşakkatle,<br />

felaket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda<br />

nefsimi de dünyamı da feda ettim. Helal olsun. Onlara beddua bile<br />

etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin,<br />

yahut birkaç milyon, belki daha ziyade kişinin imanınkurtarmaya vesile<br />

oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp, zahmet<br />

ve meşakkatlere tahammülle bu kadar imanın kurtulmasına hizmet<br />

ettim. Allah‟a bin kere hamd olsun!<br />

Sonra, ben cemiyetin iman ve selameti yolunda ahiretimi de feda etim.<br />

Gözümde ne cennet sevdası var, ne de cehennem korkusu.<br />

Cemiyetimizin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun!<br />

Kur‟an‟ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; o zaman<br />

orası da bana zindan olur. Milletimin imanını selamette görürsem,<br />

cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken,<br />

gönlüm gül-gülistan olur.”<br />

diyen asrın dertlisini, dava adamını, Bediüzzamanı, asrın güzel insanını, nazarı<br />

dikkatlere çekmek istiyoruz.<br />

Evet, böylesi büyük bir kelam; ancak ve ancak yüreği büyük, derdi büyük ve<br />

davası büyük, manevi büyüklerden, gönül erlerinden çıkar. Bu sözlerde ihlas var<br />

samimiyet var. Takiyye olamaz. Yalan olamaz. Takiyye yapacak ya da yalan<br />

söyleyecek insan böyle sözler söyleyemez. Bunu ancak bir veli ya da iman<br />

davasında deli kullar söyleyebilir.<br />

Hasan Basri Hz.leri sahabeleri işaretle, o kutlu insanlarla aradaki farkı şu sözlerle<br />

dile getirir. “Eğer siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizin<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

141


iyilerinizi görselerdi, „Bunların ahirette bir nasibi yok‟ derlerdi.<br />

Kötülerinizi görselerdi, „Bunlar hesap gününe inanmıyorlar‟ derlerdi.”<br />

Günümüzde Bediüzzaman yok; ama yığılarak devam eden problemlere işaret<br />

ettiği çözümler karşımızdadır.<br />

“Âlem-i İslâm‟a indirilen darbelerin en evvel kalbime indirildiğini<br />

hissediyorum” diyen, büyük bir iman, gayret ve himmet çağlayanı:<br />

Bediüzzamanın gözüyle;<br />

Doğu, Güneydoğu, Ortadoğu ve tüm Ġslam Dünyası için gösterdiği çözüm<br />

önerilerini, sorunların tahlillerini ve Yirmi birinci yüzyıl insanının<br />

saadetini sağlayacak reçeteyi sunuyoruz.<br />

BÖLÜM II<br />

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; Şiddet akl-ı selimi ortadan kaldırır.<br />

Toplumsal meseleler üzerinde farklı fikir ve düşüncelerin biraraya geldiği<br />

demokratik zemini yok eder. Husumeti ve öç almayı körükler ve toplumsal barışı<br />

imkansız kılar…<br />

Türkiye, Doğu meselesini sadece askeri önlemlerle çözmeye uğraştı, bu da<br />

şiddeti artırmaktan başka bir şeye yaramadı. Bu gibi yanlış politikalar<br />

neticesinde, yüz sene önceki problem ne ise bugün de aynı problemlerle, ama<br />

daha kompleks ve daha karmaşık problemlerle karşı karşıyayız.<br />

Her problemin bir çözümü vardır. Çözümsüzlük ancak çözmemek için bahaneler<br />

üretildiği zaman oluşan fiilî ve geçici bir durumdur. Siz çözmezseniz birisi bir gün<br />

çözer ve şerefi de ona ait olur. Bu konuda samimi yaklaşımlara ve çözüm<br />

önerilerine daima açık olmak gerekir.<br />

Bu konuda Albert Einsteinın bir sözü çok hoşuma gider.<br />

“Problemler, onları ortaya çıkaran aynı düşünce seviyesiyle çözülemez”<br />

…<br />

Bu bağlamda, ” Ģiddete karĢı siddet “ aynı düşünce seviyesidir ve asla çözüm<br />

yolu değildir diyebiliriz. Çözüm yolları, daha derin, daha geniş boyutlu ve daha<br />

üst seviye bir düşünce tarzının ürünü olabilir.<br />

Bunun böyle olduğu Kürt sorununda yaşadığımız tarihsel süreç en güzel kanıtıdır.<br />

Neyseki bu gerçekler artık günümüzde dile getirilmekte ve daha üst seviye<br />

düşünce ve hamlelerle çözüm yolları araştırılmaktadır.<br />

Sayın Sadık Yalsızuçanlar bir makalesınde bu konuyla alakalı olarak haklı<br />

tespitinde şöyle der;<br />

“Kürt sorunu”nun çözüm adresi, Türk yerine Kürt kimliğini esas alacak<br />

olan bir başka ulus-devlet, PKK ve diğer Marksist, Stalinist, Leninist, ırkçı<br />

örgütler değil, Kürtlerin büyük bilgesi Mele Ahmed-i Hani, Mele Cezeri,<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

142


Abdurrahman Taği, Seyyid Sıbğatullah hazretleridir. „Gelin tanış olalım‟<br />

çağrısını yapan Derviş Yunus‟tur, Anadolu‟nun manevi merkezlerinden<br />

Doğu‟nun Batı‟nın büyük bilgesi İbn Arabi‟dir, bilgelerin sultanı<br />

Bediüzzaman‟dır. Onların eserleri, halleri, muhabbet, adalet ve<br />

merhamete dayalı öğretileridir. “Kürt sorunu” Brüksel‟den,<br />

Washington‟dan, İsveç‟ten değil, arzın birkaç büyük manevi merkezi<br />

olan Konya‟dan, Hz. Mevlana‟nın kalbinden geçilerek çözülür. Zulmün<br />

Türk‟ü, Kürt‟ü olmaz, zalimin de. Irkçılığın ve ulus-devlet‟in yol açtığı bu<br />

sorun, samimiyetsiz, dilde kalan, inandırıcı olmayan, içi boş bir siyaset<br />

retoriği ile zemininden çözülemez; daha adil, gerçek anlamda daha<br />

özgürlükçü, daha insani, daha merhametli, şefkatli ve kardeşliğe dayalı<br />

öğretilerin içinden çözülür. Unutmayalım, işkencecinin de dini yoktur!<br />

Bu düşüncenin „İslam milliyetçiliği‟ ile de ilgisi yoktur. İşkencenin<br />

ortadan kalkması, sadece anayasal ve yasal tedbir ve müeyyidelerle<br />

değil (tabii ki bunlar mutlaka gerçekleştirilmeli, özgürlükçü bir anayasa<br />

kesinkes yapılmalıdır) insanın çürüdüğü yerden, onu yeniden diriltecek<br />

manevi ve irfani bir solukla mümkündür…”<br />

Konumuza dönersek, günümüzde çözülmediği için sürekli artan ve sonuçta anarşi<br />

ve teröre inkılâp eden problemlerin çözümü yine Bediüzzaman‟ın önerilerinde<br />

bulunmaktadır. İşte, Bediüzzaman‟ın gözüyle, Doğu Anadolu, Güneydoğu,<br />

Ortadoğu ve tüm Ġslam dünyası için sorunların analizi ve çözüm önerileri…<br />

1. DemokratikleĢme<br />

Bediüzzaman Said Nursi, 23 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet ve Hürriyet‟in<br />

ilanında İstanbul‟dadır ve 26 Temmuz 1908 tarihinde Sultanahmet meydanında<br />

yapılan mitinginde “Hürriyete Hitap” adında bir nutuk irad eder. 1<br />

İstanbul‟da pek çok ulemanın aksine Meşrutiyetin ilanını hararetle alkışlar.<br />

Ayasofya, Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye camilerinde de umum ulema ve<br />

talebeye hitaben pek çok vaazlar ile şeriatın ve Meşrutiyetin münasebetini<br />

anlatır. Peygamberimizin (sav) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” 2<br />

hadisini “Şeriat âleme gelmiş; ta istibdadı ve zalimâne tahakkümü (baskı ve<br />

zorbalığı) mahvetsin” 3 şeklinde izah eder. Bediüzzaman dinin siyasi hayata bakan<br />

yönünün “Hakikat-i Meşrutiyet-i Meşrua” 4 yani Hakiki meşrutiyetin dinen uygun<br />

olduğunu savunarak Meşrutiyet ve hürriyete sahip çıkmıştır.<br />

Bediüzzaman‟ın bu konuda en güçlü delili Asr-ı Saadet ve Hulefâ-i Raşidin‟in<br />

“Hilafet Dönemi”dir. Nursi, Asr-ı Saadet‟i örnek göstererek “adalet, meşveret<br />

(konuşup anlaşma, istişare) ve kanun hâkimiyeti” prensipleri çerçevesinde<br />

belirlediği bu modelin aslında “Meşrutiyet, demokrasi ve Cumhuriyet”ten<br />

başka bir şey olmadığını ifade eder. 5 Bediüzzaman yine “Hürriyetin en geniş<br />

şekli Cumhuriyettir” 6 diyerek Cumhuriyetin hürriyete en fazla değer veren siyasi<br />

bir sistem olması gerektiğini anlatmaktadır. Aksi taktirde hürriyetten yoksun bir<br />

Cumhuriyet içi boş bir istibdattan başka bir şey değildir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

143


Bediüzzaman Said Nursi, Meşrutiyetin ilanından sonra Başbakanlık vasıtası ile<br />

doğu vilayetlerine ve aşiretlere elli-altmış telgraf çekmiş ve “Meşrutiyet ve<br />

kanunu esasî işittiğiniz mesele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden<br />

ibarettir; hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira dünyevî saadetimiz<br />

Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz” 7 diyerek<br />

hürriyetin ve demokratikleşmenin en çok doğu vilayetlerinde yaşayanlara faydalı<br />

olacağını bundan yüz sene önce haber vermiştir.<br />

Yine İstanbul‟da yirmi bine yakın hemşerilerine, aldanmamaları için Meşrutiyeti<br />

ve hürriyeti anladıkları dille anlatır. “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür.<br />

Meşrutiyet, adâlet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat<br />

etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa,<br />

Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar<br />

haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret(yoksulluk), ihtilaftır. Bu<br />

üç düşmana karşı; san‟at, marifet, ittifak (ilim ve irfan, karşılıklı tanışma<br />

ve birlik) silâhiyle cihad edeceğiz.Ve bizi bir cihette teyakkuza ve<br />

terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla<br />

dost olup el ele vereceğiz. Zirâ husumette fenalık var, husumete<br />

vaktimiz yoktur.” 8 diyerek onları ikaz eder ve onların hürriyete sahip<br />

çıkmalarını ister.<br />

Bediüzzaman‟ın bundan bir asır önce söylediği “Dünyevî saadetimiz<br />

Meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarar görüyoruz” 9<br />

sözü bugün de geçerliğini korumaktadır.<br />

BÖLÜM III<br />

2. Eğitim<br />

İnsanın yaratılış amacının “taallüm (ilim öğrenme) ile tekemmül(kemale erme,<br />

olgunlaşma)” olduğunu izah eden Bediüzzaman‟ın en önemli meselesi hayatı<br />

boyunca eğitim olmuştur. Kendisini eğitime adayan Bediüzzaman Doğu‟da bir<br />

üniversite açılması amacı ile 1907 yılında İstanbul‟a geldi. Amacı Ortadoğu‟da<br />

açılan bu üniversite sayesinde Türk, Arap, Kürt, Ermeni ve diğer<br />

unsurların birliğini ve beraberliğini sağlayarak Osmanlı‟nın<br />

parçalanmasını önlemek ve Ġslam birliğini temin etmekti. Projesini<br />

uygulamak amacı ile Sultan Abdülhamit ile görüşmeyi planlayan Bediüzzaman‟ın<br />

bu isteği gerçekleşmedi. Daha sonra Sultan Reşat‟ın Kosova seyahatine katıldı.<br />

Padişahın Kosova‟da yapmak istediği üniversite projesine katkıda bulundu.<br />

Kendisine “Şark(Doğu)böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve<br />

âlem-i İslam‟ın merkezi hükmündedir” 10 dedi ve böyle bir üniversite için söz<br />

aldı. Ancak 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı ve dünyada gelişen olaylar ile<br />

Osmanlı‟nın yıkılması sonucu proje gerçekleşmedi. Daha sonra 1922 yılında<br />

geldiği TBMM‟de aynı konuyu gündeme taşıdı. 163 milletvekilinin imzasını taşıyan<br />

önergesi kabul edildi. Van‟da bir üniversite için 150 bin lira tahsisat ayrıldı. Ancak<br />

bu da o zamanki hükümetin “laiklik” ile ilgili düşünceleri yüzünden<br />

gerçekleşmedi. 11<br />

İlk olarak 1954 yılında, DP‟nin Erzurum‟da bir üniversite kurma teşebbüsü<br />

üzerine Bediüzzaman “İşte bu benim üniversitem” diyerek bu üniversiteye<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

144


sevinçle sahip çıkar. 12 Hatta bu konuda 01.04.1954 tarihli Ulus gazetesinin<br />

Erzurum Üniversitesi aleyhindeki yazılarına cevap vermiştir. 13 Yine hayatının 55<br />

yıllık gayesi olan böyle bir üniversite açma teşebbüsünden dolayı zamanın<br />

Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes‟i tebrik eder. Aynı<br />

zamanda, bu meseleye dair Amerika ve Avrupa‟da istişare ettikleri halde,<br />

hayatını böyle bir amaç için geçiren birisi olarak kendisinin fikrinin alınmamasına<br />

gücendiğini ifade eden bir serzenişte bulunur. 14<br />

Değişen dünya şartları ve teknolojik gelişmelere paralel olarak eğitimde de<br />

yeniden yapılanma ve gelişim sürecini başlatmak isteyen Bediüzzaman‟ın bundan<br />

yüz sene önce ortaya koyduğu proje gerçekten dikkate değerdir. Bediüzzaman<br />

kendisini anlayamayanlar için “On üçüncü asrın minaresinden, sureten medeni ve<br />

fikren mazinin en derin derelerinde bulunanlara” 15 hitap ettiğini söyler. Ancak<br />

“Nesl-i Cedit” adını verdiği yeni bir neslin bu projeyi gerçekleştireceğini belirtir.<br />

Erzurum‟da açılan üniversite Bediüzzaman‟ın yarı amacını gerçekleştirmiştir. Asıl<br />

amacı olan “din ve fen ilimlerinin beraber okutulduğu bir “Medresetü‟zzehra”<br />

henüz gerçekleĢmemiĢtir.<br />

Bediüzzaman‟ın bu projesinin çok iyi tahlil edilmesi gerekir. Bu proje,<br />

Bediüzzaman‟ın önermiĢ olduğu ve çare olarak sunduğu bir eğitim<br />

projesi olan “Medresetü‟z-zehra” projesidir.<br />

Neden Medresetü‟z-zehra ?<br />

Bediüzzaman bunu “din ve fen ilimlerini beraber okutarak akla, vicdana ve kalbe<br />

beraber hitap etmek, çeşitli dillerde eğitim yaparak yöre halkını bir arada tutmak<br />

ve Ortadoğu‟daki milletleri fikir birliği etrafında birleştirmek, kabiliyet eğitimi<br />

vererek istidatları nemalandırmak, ihtisas alanları açarak akademik eğitim<br />

vermek, fen ilimlerini okuyan mektepliler ile din eğitimi alan medrese<br />

mensuplarını aynı amaç etrafında birleştirmek” 16 şeklinde özetlemiştir. Tabii ki<br />

bunun açılımında çok geniş bir kültür ortamı oluşacaktır. Bu da Ortadoğu‟da<br />

büyük bir uyanıĢa ve sonuçta yüksek bir medeniyete zemin<br />

hazırlayacaktır.<br />

Doğuda “din hissi”nin hâkim olduğuna vurgu yapan Bediüzzaman yapılacak olan<br />

bir gelişim hamlesinin dini referanslarla ve dini atmosfer içinde gerçekleşmesi<br />

gerektiğini her zaman belirtmiştir. Eğitimde de bunun önemi üzerinde durarak<br />

dini ilimlerle beraber verilecek olan fenni bilgilerin hem gerçeği yansıtması, hem<br />

eğitimin birliğini sağlaması, hem de İslam kardeşliği ile birbirine sıkı sıkıya bağlı<br />

olan Müslüman milletlerin birliğini temin etmesi açısından önemi büyüktür.<br />

Nasıl Bir Üniversite ?<br />

Üniversite eğitiminde “araştırma” ve “ihtisaslaşma” çok önemlidir. Bu demokratik<br />

eğitimin de temel unsurlarındandır. Kabiliyete göre, ihtisasa dayalı bir eğitimde<br />

ilim dalları arasında birlik ve bütünlük, birbirinden faydalanma ancak “demokratik<br />

bir eğitim” anlayışı ile sağlanabilir. Bu da araştırma, müzakere ve münazara<br />

usulünün uygulanması iledir. Bu hususa da önem veren Bediüzzaman devlet<br />

işlerinin meclisler tarafından yürütüldüğü bir çağda ferdi kabiliyetlerin yetersiz<br />

kalacağını düşünerek “ilimde ihtisaslaşma” yanında “Meclis-i mebusan-ı ilmiye”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

145


adını verdiği “İlmi şuraların” kurulmasını ve işletilmesini ister. 17 Çünkü ilimlerin<br />

tekâmülü ile artık “bir şahıs birçok fenlerde ihtisas sahibi olamaz” 18 “Umuma el<br />

atmak da umumu terk etmektir.” 19<br />

Öyle ise “taksimu‟l âmâl (ihtisaslaşma) ve teşrik-i mesâi (birlikte çalışıp, işbirliği<br />

etmek)” 20 kaidesi ile amel etmek gerekir. Bu da ilmi şuraların ve ortak tebliğlerin<br />

gerçekleşmesiyle olur. Bu daha etkin ve gerçekçi olacak ve bu durum insanların<br />

itimadını da sağlayacaktır.<br />

Bediüzzaman günümüzde yapılacak ilmi çalışmaların bireysellikten kurumsallığa<br />

yönelmesinin ve ihtisas heyetlerince yapılmasının gerekliliği üzerinde de durur. 21<br />

Kur‟an tefsirinin dahi bir heyet tarafından yapılmasını önerir. 22 Tabii ki böyle bir<br />

şuranın da yüksek ilmi heyetlerden oluşması gerekir. 23<br />

Said Nursî‟ye göre meslek seçimi yapıldıktan sonra mümkünse herkes kendi<br />

seçtiği meslek ve san‟atında ihtisas sahibi olmalıdır. Çünkü bir kimse birkaç<br />

meslekte ihtisas sahibi olamaz. Bir kişi benimsediği meslekte uzman olmalıdır.<br />

Yani işini çok iyi bilmelidir. Diğer konulardaki bilgilerini, uzman olduğu meslekteki<br />

başarı ve bilgilerine yardımcı kılmalıdır. Bediüzzaman‟a göre kişinin bunu<br />

yapmayıp her meslekte uzman olmaya kalkışması halinde bilgisi çok fazla bir işe<br />

yaramayacaktır.<br />

Nursî‟ye göre, Cenâb-ı Hak her bir peygamberi bir sanatın piri olarak göndermiş,<br />

ve bunu bazı âyet-i kerimelerle insanlara ihsas ettirmiştir. Bunun farkında olan<br />

insanlar, her bir peygamberi kendi mesleklerinin piri olarak kabul etmişlerdir.<br />

Meselâ, gemiciler Hz. Nuh‟u, saatçılar Hz.Yusuf‟u, terziler Hz. İdris‟i, demirciler de<br />

Hz. Davud‟u pir ve rehber olarak tanımışlardır. Bu ayetler peygamberlerin,<br />

meslek seçiminde birer rehber olduklarını gösterdiği gibi, meslekte<br />

ihtisaslaşmanın da önemine vurgu yapmaktadır.<br />

Bediüzzaman ferdi kabiliyetlerin ortaya çıkarılması gerektiği meyanında, herkesin<br />

fıtratına uygun bir iş yapması ve ona yönlendirilmesi gerektiği açısından<br />

“taksimü‟l-‟amal” (ihtisaslaşma) kanunu üzerinde büyük bir ehemmiyetle<br />

durmaktadır. Bediüzzaman‟a göre, kâinatta hakim olan terakki ve tekemmül<br />

kanunu „taksimü‟l-amal‟ kaidesinden ortaya çıkmıştır. Bu kanuna itaat etmek farz<br />

iken ne yazık ki tamamen itaat edilmemiştir. Şöyle ki: Fıtratımızda ekilen yetenek<br />

ve meyillerimizle, „taksimü‟l-amal‟ kaidesine uyarak fen ve ilimlerde mütehassıs<br />

olarak farz-ı kifayeyi yerine getirmekle mükellef iken, yalancı bir hırs ve gösteriş<br />

merakıyla o yeteneklerimizi söndürdük. Allah‟a isyan eden cehenneme girmeye<br />

müstahak olduğu gibi, hilkat denilen fıtrî şeriatın emrine uymadığımızdan cehalet<br />

cehennemine düşmeye müstahak olduk. Bizi bu azaptan kurtaracak olan da bu<br />

kanunla amel etmektir. Çünkü seleflerimiz bu kanunla amel ederek ilimlerin<br />

cennetlerine dahil oldular.”<br />

Bütün bu hususları bundan seksen sene önce gündeme getiren Bediüzzaman‟ın<br />

fikir ve önerilerine bu gün daha çok ihtiyacımız olduğu bir gerçektir.<br />

BÖLÜM IV<br />

3. Ekonomik Kalkınma<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

146


Düşmanlarını cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak belirleyen Bediüzzaman cehalete<br />

karşı eğitimi; zaruret denilen fakirliğe ve geri kalmışlığa da her zamanın geçerli<br />

ve temel meslekleri olan “ziraat, ticaret ve sanatı” tavsiye eder.” Maişet için<br />

tarik-i tabiî ve meşru ve zîhayat sanattır, ziraattır ve ticarettir; gayr-i tabii ise,<br />

memuriyet ve her nevi ile imarettir” 24 der. Memuriyeti ve idareciliği temel meslek<br />

olarak görmeyen Bediüzzaman “Memuriyete ve imarete giren, yalnız hamiyet ve<br />

hizmet için girmelidir” 25 diyerek memuriyet ve idareciliğin geçim kaygısı ile değil,<br />

millete hizmet etmek amacını taşıması gerektiğine dikkat çeker.<br />

Bir ülkenin kalkınması müstahsillerin (üreticilerin) çoğalması ve müstehliklerin<br />

(tüketicilerin) az olmasına bağlıdır. Bir ülkede üreticiler azalır, tüketiciler<br />

çoğalırsa o ülke fakir düşer. Memurlar ve idareciler tüketici sınıfını teşkil ederler.<br />

Toplum hayatının devamı ve ihtiyaçlarının giderilmesi ancak sanat, ticaret ve<br />

ziraat alanındaki üretime bağlıdır. Şayet ihtiyaçtan fazla üretim olursa o zaman<br />

ülke halkı fazlasını dış ülkelere ihraç ederek ülke kalkınmasına ve zenginliğine<br />

hizmet etmiş olurlar. Ġsrafa alıĢan idareci ve memurların çok olduğu,<br />

tüketimin arttığı, üretimin azaldığı, herkesin gözünü devlet kapısına<br />

diktiği bir ülke fakir düĢer. 26<br />

Ülkenin kalkınmıĢlığı ve geri kalmıĢlığı da yine ülke idaresinin hürriyetçi<br />

olup olmaması, demokratik değerlere sahip çıkıp çıkmaması ile doğru<br />

orantılıdır. Bilhassa ırkçılığı devlet politikası haline getirmiĢ ve<br />

devletçiliği ilke olarak benimsemiĢ bir “ulus devletin” ülkede yaĢayan<br />

farklı ırk ve kökenden gelmiĢ, farklı dil ve kültüre sahip insanları Ģevk ve<br />

gayrete getirerek ülke kalkınmasına katması zordur. Böyle bir devlet<br />

tabiatı icabı monopoldür; yani tekelcidir. Tekelcilik ise kendisinden<br />

baĢkasına hayat hakkı tanımaz. Ekonomik monopolcülük de “serbest<br />

giriĢimi” önler.<br />

Demokratik ve hürriyetçi değerlere değil de ulusal değerlere önem veren<br />

ve bunu halkının zihniyetine yerleĢtiren bir devlet yapısında halk devlete<br />

bağımlı hale gelir. Her Ģeyi devletten beklemeye baĢlar. Halka göre<br />

devlet her Ģeyi yapabilir. Ekonomiyi büyütür, insanları eğitir, besler, iĢ<br />

sahibi yapar, ticaret yapar, korur. Fakirliği ortadan kaldırır. Hatta devlet<br />

vatandaĢlarının düĢüncelerine ve inançlarına müdahale eder ve nasıl<br />

yaĢamaları gerektiğine karar verir.<br />

Tarihte pek çok devletler kurulmuştur; ama hiçbiri 19. asırdaki “ulus devletler”<br />

gibi merkezileşmiş bir siyasal gücün bütün problemleri çözeceği beklentisini<br />

doğurmamıştır. “Devletçilik” prensibi güçlü devletleri kurmuĢ; ama adil ve<br />

halkının problemlerini çözen bir devlet yapısını kuramamıĢtır. Güçlü ulus<br />

devletler güçlerini kendi halkları üzerinde göstermiĢlerdir.<br />

Devlet hakkında fikir yürüten filozoflar da genellikle güçlü merkezi devlet yapısına<br />

destek vermişler ve bu konu üzerinde akıl yürütmüşler ve genellikle devletin<br />

güçlenmesi üzerinde durmuşlardır. Bunun için demokrasi de, halkın katılımı da<br />

hep güçlü devleti oluşturmak için kullanıldı. Bu da iktidarın hâkimiyetini ve<br />

insanların iktidar hırsını kamçılamaktan başka bir işe yaramadı. Bilimin,<br />

üniversitenin, sanatın, ziraatın ve ticaretin gücü daima sınırlandırılmak istendi.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

147


Bundan dolayıdır ki baskıcı rejimler daima hürriyetçi idareler karşısına zayıf<br />

kalmış ve halkına mutluluk ve refah sağlayamamıştır.<br />

Böyle bir devlet sıkıĢtığı zaman düĢman üreterek ülkede birliği ve halkın<br />

desteğini sağlamayı amaçlar. Bunda baĢarılı da olur. SavaĢ böyle bir<br />

devletin gıdasıdır. SavaĢ bir ulus devlet için sağlıktır. SavaĢ demek<br />

mecburi askerlik, ağır vergiler, sıkı ekonomik politikalar ve muhalefetin<br />

bastırılması demektir. Milli savunma senaryoları devletin halkı savaĢ<br />

hedefleri doğrultusunda manipüle etmesini sağlar. Ulus devlet bundan<br />

dolayı halkını mutlu edemez ve ülkesinin kalkınmasına hürriyetçi ve<br />

demokratik devletler kadar hizmet edemez. Kalkınmanın ve geliĢmenin<br />

ön Ģartı her Ģeyden önce hürriyetlerin önünü açmak ve katılımcı<br />

demokrasiyi tam olarak iĢletmektir.<br />

Bir devletin gerçek sahipleri o ülkede toprağı olan, iş yapan çiftçi, sanatkâr ve<br />

tüccarlardır. Bunlar devletin kurulmasında ve güçlenmesinde maddi ve manevi<br />

katkıları olan insanlardır. Üreten, vergi veren, askerin ve memurların maaşlarını<br />

ve ihtiyaçlarını karşılayan bunlardır. Devlet ister ulus devlet olsun, ister<br />

demokratik hürriyetçi ve liberal devlet olsun müteşebbis vatandaşları ile kalkınır<br />

ve zenginleşir. Vergi veren ve devletini ayakta tutan daima çalışan ve üreten<br />

müteşebbis insanlardır. Devlet çiftçileri, sanatkârları, tüccarları ve müteşebbisleri<br />

desteklediği, koruduğu müddetçe daha fazla vergi geliri elde eder. Devletin<br />

görevi savunma, koruma ve adalettir. Varlığının sebebi budur. Memurların<br />

görevi de halkına hizmet etmektir. Müteşebbisler de ancak hürriyet ortamında<br />

gerekli yatırım ve üretimi yapar, hürriyet içinde ticari hayatlarını daha kolay<br />

yürütebilirler. Hürriyet bu açıdan her şeyin güven kaynağıdır. Devlet<br />

müteşebbisini, çiftçisini, sanatlarını korumalı ve ancak yanlış yapanı<br />

cezalandırmalıdır.<br />

Kalkınma Politikası<br />

Kalkınmanın maddi ve manevi iki temel sebebi olduğunu ifade eden Bediüzzaman<br />

bunları şöyle özetler: Kalkınmanın maddi sebepleri yeraltı, yer üstü ve insan<br />

kaynaklarıdır. Bu kaynakların yerinde ve bilgiye dayalı olarak kullanılması<br />

kalkınmanın ve gelişmenin temelini teşkil eder. Manevi sebep ise “Nokta-i<br />

istinad” (Dayanma noktası) denilen “Kuvve-i Maneviye”dir. 27<br />

Nokta-i istinad Kâinatta cereyan eden ve insana dehşet verip âciz bırakan<br />

hâdiseler karşısında insanın çok kuvvetli bir yere dayanmaya ve güvenmeye olan<br />

fıtri ihtiyacı olarak da tanımlanır.<br />

İnsan çok iyi bir nokta-i istinad bulursa en ağır ve büyük işlere karşı<br />

mübarezeye(mücadelede) kendinde kuvvet bulur.<br />

İnsanlar gerek devletten ve gerekse milletten aldığı güçle büyük bir ümitle yola<br />

çıkarsa yapamayacağı iş yoktur. “İnsanları canlandıran emeldir; öldüren<br />

yeistir.” 28 “Bir nokta-i istinad bulsam küre-i zemini yerinden<br />

oynatabilirim” diyen bir ilim adamı gibi geleceğe ümitle bakan bir insanın da<br />

nokta-i istinat bulduğu takdirde küre-i arz gibi büyük işleri çevirebileceğini ifade<br />

etmiştir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

148


Müslümanların bilhassa “din duygusu”nun daha fazla hâkim olduğu<br />

Doğu‟da geri kalmıĢlığa, cehalete ve her çeĢit bölünmüĢlüğe karĢı<br />

kurtuluĢ çaresi, dindir. Çünkü din “muhabbet ile ittihadı (muhabbet ile<br />

birliği), marifet ile imtizac-ı efkârı (karĢılıklı tanıĢma ile fikirlerin<br />

kaynaĢmasını), uhuvvet ile teavünü (kardeĢlik duygularıyla<br />

yardımlaĢmayı)” 29 emretmektedir. Kalkınma politikaları ancak bu gibi<br />

esaslara dayanırsa sonuç verir. Aksi takdirde yapılan bütün yatırımlar ve<br />

kaynaklar yok olur gider.<br />

Bediüzzaman‟a göre bu konudaki çalışmalarda samimiyetin ölçüsü “muhabbet,<br />

hürmet ve merhamettir.” Zira “Hamiyet, muhabbet, hürmet ve merhametin<br />

netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illa yalandır, sahtekârlıktır.” 30<br />

Devletin bu konudaki görevi gerek yeraltı ve yerüstü, gerekse insan<br />

kaynaklarının kullanımında planlama, güven oluĢturma ve yardımlaĢmayı<br />

kolaylaĢtırma gibi temel stratejilerdir. Bu hususlar da yine dinin kutsal<br />

emirleri ile takva ve salâbet-i diniye ile olur. Ġnancı sarsılmıĢ ve ahlakı<br />

bozulmuĢ bir toplumu idare etmek çok zordur. Böyle bir toplumda güveni<br />

sağlamak ve yardımlaĢma unsurlarını harekete geçirmek ancak din ile<br />

olur. 31 AsayiĢ ve güven oluĢturulduktan sonra kalkınma politikaları<br />

uygulanabilir.<br />

Hürriyet ile GiriĢimcilik (TeĢebbüs-ü ġahsi)<br />

Teşebbüs-ü Şahsi bir ülkenin kalkınması için en önemli unsurdur. Bediüzzaman<br />

daha asrın başında Doğu Anadolu‟da yaptığı seyahatlerinde girişimciliğe dikkat<br />

çekmiş ve onları teşebbüs-i şahsiye dediği girişimciliğe teşvik etmiştir. Doğu<br />

halkının Şafi olduğunu, Şafiilerin ise imama uymuş bile olsa namazdaki Fatiha‟yı<br />

her bireyin okumasının dinin emri olduğuna dikkat çeker. Bunu girişimciliğe delil<br />

ve örnek gösterir. “İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır” 32 ayetinin de<br />

“Teşebbüs-ü şahsiye”ye davet ettiğini nazara verir. 33 Onları Doğu insanının<br />

dindarlığına uygun olan meşrutiyet ve hürriyete sahip çıkmaya ve girişimci<br />

olmaya çağırır.<br />

Hür bir zeminde yola çıkan bir müteşebbis elbette başarılı olacaktır. Bunun için<br />

emniyetin tesisi şarttır. Geleceğine güvenle bakamayan bir müteşebbisin<br />

harekete geçmesi beklenemez. Bediüzzaman 1910 senesinde Doğu ilerine yaptığı<br />

seyahat Osmanlı dönemine rastlamaktaydı. Devletin ırkçılığa ve farklılıkları inkâra<br />

dayanan politikaları yoktu ve Kürtçülüğe dayanan bir terör de söz konusu değildi.<br />

Bediüzzaman o dönemin şartlarında “hür teşebbüs”ü tavsiye ediyordu. “Ağam<br />

bilir” umursamazlığını tenkit ederek herkesi hürriyet içinde kalkınmaya davet<br />

ediyordu.<br />

BÖLÜM V<br />

4. Irkçılık ve Zararları (Irkçılığın Terkedilmesi)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

149


Irkçılığın temel kaynağı, Hz.Adem ile Iblis‟in mücadelesine kadar gider. Sonuçta<br />

ırkçılık ve üstünlük güden iblis kaybetmiştir. Tıpkı Turancılık güden İttihat ve<br />

Terakki gibi, Naziler gibi sonları hep hüsran olmuştur. Geride sadece acılı ve<br />

ızdıraplı milletler ve enkaz yığınları kalmıştır.<br />

Irkçılık her yönüyle dinimizce de yasaklanmıştır. Zulmederek, diğer ırkları<br />

aşağılayarak ve küçük düşürerek, ayrılıkları ateşlendirecek, insanları birbirine<br />

düşürecek, toplum hayatını altüst edecek ırkçılığı, İslâmiyet kesinlikle<br />

yasaklamıştır. Hattâ zulme, haksızlığa, ayrılığa sebep olabilecek her türlü<br />

bölgecilik, kabilecilik, aşiretçilik ayrımını da reddetmiştir.<br />

Hatta Biz ecdadımızı kuru bir ırkçılık namına değil, Bediüzzaman‟ın<br />

tabiriyle, Ġslâmiyet‟in bayraktarı olmaları cihetiyle sevebiliriz. Yoksa,<br />

dedemizin alim olması bizi cehaletten kurtarmadığı gibi, ecdadımızın<br />

Ġslâm‟a yaptığı hizmetler de bizim tembelliğimize, gevĢekliğimize,<br />

gayretsizliğimize kefaret olmaz.<br />

Bediüzzaman‟a göre ırkçılık ideolojik ve düşünce bakımından İslâmın dünya<br />

görüşüne uymadığı gibi pratik açıdan da İslâm toplumlarına fayda sağlamaz. Ona<br />

göre ırkçılık düşüncesi Batıdan “içimize sokulan” bir “firenk illeti”dir. Amacı<br />

Ġslâm toplumlarını parçalamak ve onları koloni haline getirerek<br />

sömürmektir. Bediüzzaman, Ġslâm toplumlarının baĢına gelen en büyük<br />

felaketlerin ırkçı politikalardan kaynaklandığını iddia eder. Emevilerin<br />

Müslümanlara verdiği büyük zarar ve felaket onların ırkçı eğilimlerinden<br />

kaynaklanmıştır. Aynı şekilde 1908 sonrası Osmanlı toplumunda ortaya çıkan<br />

“kulüpler” de ırkçı nitelikler taşıdığından büyük bir imparatorluğun dağılmasına<br />

yol açmıştır. Cumhuriyet sonrası ırkçı yaklaşım ve politikalar ise “gizli dinsizlerin”<br />

ayrılık tohumları ekerek Müslümanların huzur ve rahatını bozup Anadolu insanını<br />

anarşi ve kaos ortamına sürüklemek amacını taşımaktadır. 34<br />

“Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı<br />

parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış(tır). Fakat bu hastalık ve fikir,<br />

gayet ve zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiyye (cazip manevi iç hal) verdiği için,<br />

pek çok zararları ve tehkileleriyle beraber her millet cüzi kulli bu fikre iştiyak<br />

(arzu, şevk) gösteriyorlar.” 35<br />

Hatta Bediüzzaman gerek İslâmi şuur ve kültürden uzaklaşmış aydınlar, gerekse<br />

Batı politikalarının inceliklerini kavramayan avam tabakasına hoş gelen ulusçuluk<br />

fikrinin Müslümanlar için basit bir tehlike değil, öldürücü bir zehir olduğuna<br />

dikkati çeker: “Unsuriyetperverliği Avrupa‟nın bir nevi firenk illeti olduğundan bir<br />

zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa o firenk illetini İslâm (milletlerinin)<br />

içine atmış; ta (Müslümanlar arasında) tefrika versin, parçalasın, (onları)<br />

yutmasına hazır olsun” 36<br />

Başka bir yerde ise, “Unsuriyet ve menfî milliyet esasları adaleti ve hakkı takip<br />

etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir<br />

hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.” 37 diyerek unsuriyet ve ırkçılığın<br />

adalet ve hakkı gerçekleştirme yolunda ciddî bir engel olduğunu vurgular.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

150


Irkçılık ve ulusçuluk bünyesinde taĢıdığı zulüm, sömürü ve köleleĢtirme<br />

nitelikleriyle Müslüman birey ve toplumun vasfı olamayacak bir cehalet<br />

ve küfür vasfıdır.<br />

19. yüzyıldan itibaren teknolojinin gelişmesi ile ırkı esas alan devletler ırkçılık<br />

hesabına dünyayı büyük savaşlara itmiş ve büyük buhranlara sürüklemişlerdir.<br />

II. Dünya Savaşı‟nın Avrupa‟da yol açtığı felaketten sonra devletler, kendi<br />

uluslarını korumak amacıyla uluslararası organizasyonlara ihtiyaç duydu.<br />

Irkçılığın ne derece zararlı olduğu yaşanan acı tecrübelerle ortaya çıktı ve Avrupa<br />

günümüzde, topraklarında savaş olmayan bir kıta kurdu.<br />

Dünya olaylarını Kur‟an penceresinden takip eden Bediüzzaman Menderes‟e<br />

yazdığı bir mektubunda seksen senelik ömrünü milletin selameti için feda eden,<br />

hiçbir dünyevi amaç taşımayan ve sadece milletin menfaati için çalışan,<br />

padişahlık, tek parti ve demokrasi döneminde bütün siyasi olaylarının içinde<br />

bulunarak kazandığı tecrübelerini de dikkate alarak birkaç nasihatini dinlemesini<br />

ister.<br />

Bediüzzaman mezkûr mektubunda hükümetlerin devletlerarası ittifaklar<br />

kurmalarını “Sulh-u Umumi” dediği dünya barışına, kalkınmaya ve her nevi anarşi<br />

ve teröre karşı en büyük tedbir olarak gördüğünü ifade eder. DP‟nin Pakistan ve<br />

Irak ile kurduğu “Bağdat Paktı”nı tebrik ederek alkışlar. Bu paktın Arap ve<br />

Türklerin yakınlaşmasına ve İslam dünyasının uyanmasına sebep olacağını söyler.<br />

Irkçılığın yıkıcı ve menfi bir hareket olduğunu, başkalarının zararı ile beslendiğini,<br />

bunun da ırkçılığın seciyesi ve tabiatının gereği olduğunu ifade eder.<br />

Müslümanları birleştiren en önemli hususun İslamiyet olduğunu nazara verir.<br />

Türklerin asla ırkçı olmaması gerektiğini ve ırkçılıkta hiçbir kazancının<br />

olmayacağının altını çizer. Bediüzzaman‟a göre Türk milleti dünyanın her<br />

tarafında Müslüman olarak tanınmış ve Türk ırkı İslamiyet‟le kaynaşmıştır.<br />

Türklüğü Müslümanlıktan ayırma imkânı kalmamıştır. Türk, Müslüman demektir.<br />

Hatta Müslüman olmayan kısmı Türklükten de çıkmışlar ve başka milletlere<br />

karışmışlardır. Bulgarlar ve Macarlar gibi. Aynı şekilde Araplar da Araplıkları ile<br />

değil, Müslümanlıkları ile tanınmışlardır. Araplar da İslamiyetle mezc olmuşlardır.<br />

Bunun için gerek Türklere, gerekse Araplara ırkçılık çok büyük tehlikedir. Her iki<br />

milletin “Hakiki milliyetleri İslamiyet‟tir. O kâfidir.” 38 Türkler ile Arapların ortak<br />

özellikleri İslamiyet‟e olan hizmetleridir.<br />

“Irak ve Pakistan ile yapılan ittifak ve anlaşma bu açıdan çok mühimdir. En büyük<br />

faydası da ırkçılığın önlenmesidir. 4-5 milyon ırkçı yerine 400 milyon Müslüman<br />

ve 800 milyon bölge halkının dostluğu kazanılmış olacaktır. Bunun sonucunda<br />

ortaya çıkacak olan barıştan dünya milletlerinin ve bu barışa çok ihtiyacı olan<br />

Hıristiyanlık dünyasının ve diğer din mensuplarının dostluklarını bu millete ancak<br />

bu şekilde kazandırma imkânı vardır.” 39<br />

Ülke düşmanlarının ve menfaatlerini Türk ve Müslümanların zararında gören ve<br />

bunun için ifsat komitelerini harekete geçiren Batılıların ifsatlarından yöre halkını<br />

kurtarmanın çaresini de “Ġman birliğini tesis etmek, din ve fen ilimlerinin<br />

beraber okutulacağı üniversiteleri açmak ve Müslümanların arasındaki<br />

kardeĢliği yeniden kurmak” olduğunu belirtir. Bunun sonucunda Avrupa<br />

medeniyeti ile Ġslam medeniyetini birleĢtirmek de mümkün olacaktır.” 40<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

151


Irkçılığın zararlarını bir misalle izah eden Bediüzzaman, Van‟da iken hamiyetli bir<br />

Kürt talebesinin İslam terbiyesi ile “Bir Müslüman Türk‟ü fâsık bir kardeşime<br />

tercih ederim” dediği halde İstanbul‟da girdiği mekteplerde Irkçı bir muallimden<br />

etkilenmesi sonucu “Ben şimdi gayet fasık, hatta dinsiz bir Kürdü salih bir Türk‟e<br />

tercih ediyorum” dediğini nakleder. Bediüzzaman birkaç sohbet sonunda onu ikna<br />

eder ve “Türklerin bu millet-i İslamiyenin kahraman bir ordusu” olduğunu kabul<br />

ettirir. Bediüzzaman Ankara‟da bulunduğu dönemde TBMM‟de bulunan mebuslara<br />

bu misali verdikten sonra sorar: “Doğu‟da bulunan 5 milyon Kürt, 100 milyona<br />

yakın İranlı ve Hintli, 70 milyon Arap, 40 milyon Kafkas var. Birbirine komşu ve<br />

misafir olan bu milletlere Kürt talebenin Van‟da aldığı iman dersi mi, yoksa<br />

İstanbul‟da mektepte aldığı ırkçılık dersi mi daha çok lâzımdır?” 41<br />

BÖLÜM VI<br />

Milletlerin Saadeti Dostluk ve Sevgidedir<br />

Bediüzzaman‟a göre Doğu Anadolu‟nun ve Ortadoğu‟nun saadeti ve selâmeti<br />

Ermeniler dâhil Arap, Türk, Kürt, Süryani ve diğer milletlerle ittifak içinde ve dost<br />

olmaya bağlıdır. 42 Dostluğun sebeplerinden en önemlisi komşuluk ve ortak<br />

menfaatlerdir. Komşuluğun devamı ve ortak menfaatlerin kazanımı akıl, ilim ve<br />

meyli terakkiye bağlıdır. Bütün bunlar ise sevgi ve muhabbetle sağlanacaktır.<br />

“Husumet ve adavetin (düşmanlık) vaktinin bittiğini” söyleyen Bediüzzaman “İki<br />

Harb-i Umumi (dünya savaşları), adavetin ne kadar fena ve tahrip edici ve<br />

dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle<br />

ise, düşmanlarımızın seyyiatı (kötülükleri) - tecavüz olmamak şartıyla -<br />

adavetinizi celp etmesin” 43 demektedir.<br />

Muhabbetin sebeplerini sayarken komşuluk yanında “iman, İslamiyet, cinsiyet ve<br />

insaniyet” 44 gibi nurani bağlar olduğunu ifade eden Bediüzzaman “İman ve<br />

İslamiyet”in bu bağlamdaki önemine değinir. Devamında “cinsiyet ve insaniyet”<br />

gibi ortak değerlerin de bütün insanları, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, sevgi ile<br />

birleştirmesi gerektiğini ifade eder.<br />

Bediüzzaman bilhassa Müslümanların “komşularını, hemcinslerini insan olmak<br />

yönüyle sevmelerinin” dinin emri ve gereği olduğuna dikkat çeker. “Muhabbet,<br />

uhuvvet (kardeşlik) ve sevmek islâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır” 45 der.<br />

Müslümanları tüm insanlarla ve bilhassa komşuları ile dost olmaya davet eder.<br />

Sevgi ve muhabbetin oluĢması ise ırkçılığın terk edilmesine ve<br />

farklılıkların birer zenginlik olarak kabul edilmesine bağlıdır. Doğu‟nun<br />

önemli şair ve ediplerinden olan Şeyh Sadi-i Şirazi‟nin dediği gibi “İki cihanın<br />

rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı<br />

mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.” 46<br />

İdarecilerin ve devletin toplum üzerindeki en önemli görevi asayişi ve barışı<br />

korumaktır.<br />

Muhabbet ve Sevginin Kaynağı Ġman KardeĢliğidir<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

152


Doğuda din ve iman hâkimdir. Halkın birliğini ve beraberliğini sağlayacak, eğitime<br />

ve maddi-manevi terakkiye sevk edecek olan dindir. Dini referanslarla yapılan bir<br />

teşvik ve sakındırma halk üzerinde daha müessir olur. Birliği sağlayacak olan<br />

ancak dindir.<br />

Yüce Allah Kur‟an-ı Kerim‟de “Mü‟minler kardeştir” 47 buyurur. Mü‟minlerin ortak<br />

inancı olan iman kalplerin birleşmesi ile sonuçlanır. Bu da toplumda birliği ve<br />

beraberliği temin eder. Bediüzzaman bu hususu “Tevhid-i imanî elbette tevhid-i<br />

kulûbü ister; vahdet-i itikat dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder” 48 demektedir.<br />

İman ve vatan birliği insanların birliğini sağlayan en önemli iki sebeptir. En<br />

kuvvetli bağ iman bağıdır. Çünkü iman ile esma-i ilâhiye sayısınca birlik bağları<br />

oluşur. Bediüzzaman bu gerçeği “her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir,<br />

Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem<br />

peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir; yüze kadar bir, bir” 49 diyerek<br />

imanın sağladığı birlik bağlarının binleri geçtiğini ifade etmektedir. İman bağı<br />

güçlü bir şekilde inananları birbirine bağlar.<br />

Vatan ve komşuluk bağları ise iman bağı kadar güçlü değildir. Bir vatanda<br />

yaşamaktan kaynaklanan birlik bağı “Köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz<br />

bir, ona kadar bir, bir” 50 şeklinde ifade edilebilir. Bir vatanda yaşayan insanların<br />

birliği inanç birliği ile beraber olursa daha mükemmel ve güçlü bir şekilde<br />

vatandaşları birbirine bağlar. Buna göre de sevgi ve muhabbet oluşturur. Bir<br />

ülkede beraber yaşamak güçlü bir milleti oluşturmaz; ancak imandan<br />

kaynaklanan inanç birliği milleti oluşturur.<br />

Bütün bu gerçeklerden anlaĢılmaktadır ki, Doğu ve Güneydoğu<br />

Anadolu‟da ve Ortadoğu‟da birliği ve dirliği sağlamanın yolu dinden ve<br />

dine değer vermekten geçer. Ġnsanlar arasında sevgi ve muhabbeti<br />

oluĢturmanın yolu da dinden geçer.<br />

SONUÇ<br />

Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟da ve devamı olan Ortadoğu‟da bir asra varan süre<br />

devam eden cehalet, fakirlik ve ihtilaf ve bunlardan kaynaklanan istikrarsızlık ve<br />

terör çözümsüz değildir. Her şeyin bir çaresi vardır ve iyi niyetle yaklaşım<br />

sergilendiği zaman kısa zamanda çare bulmak da mümkündür. Yeter ki<br />

sağduyulu davranılsın ve akılcı bir yol takip edilsin.<br />

Doğu‟da ve Ortadoğu‟da henüz bu gibi problemler ortaya çıkmamışken geleceği<br />

görerek zamanın idarecilerini ikaz eden ve ileri görüşlülüğü günümüz hadiseleri<br />

ile de tescil edilen Bediüzzaman‟ın fikirlerine ve önerilerine kulak vermek<br />

günümüz idarecilerine kalmıştır. Günümüzde Bediüzzaman yok; ama yığılarak<br />

devam eden problemlere işaret ettiği çözümler karşımızdadır.<br />

Bediüzzaman‟ın önerilerini “DemokratikleĢme, ırkçı politikalardan<br />

vazgeçerek iman kardeĢliğini yeniden tesis etme, komĢularımızla dost<br />

olma, din ve fen ilimlerinin beraber okutulduğu eğitim müesseseleri,<br />

sürdürülebilir ekonomik kalkınma ile hür teĢebbüse önem verme”<br />

Ģeklinde özetlemek mümkündür. Bütün bunların gerçekleĢmesi<br />

hürriyetçi ve katılımcı demokrasi ile mümkün olabilecektir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

153


TeĢekkür : M.Ali Kaya‟nın “Doğu ve Ortadoğu Problemlerine Bediüzzaman‟dan<br />

Çözüm Önerileri ” adlı eseri, Risale-i Nur Enstitüsü sitesinde yayınlanan<br />

makaleler, Prof.Dr. Bünyamin Duran‟ın ve Sayın Sadık Yalsızuçanlar‟ın<br />

makaleleri, Sayın Mehmet Yılmaz Bey‟in teşvik ve destekleri, Derin Düşünce<br />

Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız tartışmalar bu yazı için bilgi ve ilham<br />

kaynağı olmuştur.<br />

Takviye Okumalar<br />

PKK… Ters giden nedir? Bundan sonra nereye?<br />

Kurtlu hilal<br />

Gözü kör olsun bu ulusçuluğun!<br />

Irkçıya kızılmaz, acınır!<br />

Müslümanların iç hastalıkları<br />

Vatanın bütünlüğü silahla mı korunur?<br />

Ax! Welate min - Ah! vatanım<br />

Kuzey Irak‟a girelim mi?<br />

Kaynaklar:<br />

Aclunî, Keşfu‟l-Hafa, Beyrut-1352.<br />

Aliyyu‟l-Muttaki, Kenzu‟l-Ummal, Halep-1974.<br />

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,<br />

Divan-ı Harb-i Örfî, 1993-İstanbul.<br />

Emirdağ Lahikası, 2001-İstanbul.<br />

Hutbe-i Şamiye, 1993-İstanbul.<br />

İşaratü‟l-İ‟câz, 1998-İstanbul.<br />

Lem‟alar, 2001-İstanbul.<br />

Mektubat, 1998-İstanbul.<br />

Muhakemât, 1998-İstanbul.<br />

Münazarat, 1993-İstanbul.<br />

Sünuhat, 1996-İstanbul.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

154


Dipnotlar<br />

Tarihçe-i Hayat, 1998- İstanbul.<br />

Münavi, Feyzu‟l-Kadir, Tarihsiz-Beyrut.<br />

Gazali, İhya-ı Ulum, İstanbul-1985.<br />

İmam-ı Muhammed Serahsi, Şerh-u Siyeru‟l-Kebir, Tarihsiz-1335.<br />

Münzirî, Et-Tergib ve‟t-Terhib, Tarihsiz-Kahire.<br />

1. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 89.<br />

2. Aclunî, Keşfu‟l-Hafa, 1:462 (Hadis No: 1515).<br />

3. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 22.<br />

4. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 22.<br />

5. Divan-ı Harb-i Örfî, 69; Hutbe-i Şamiye, (1993-İstanbul) s. 85.<br />

6. Tarihçe-i Hayat, (1998-İstanbul) s. 204.<br />

7. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21.<br />

8. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 23.<br />

9. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 21.<br />

10. Tarihçe-i Hayat, s. 93.<br />

11. Tarihçe-i Hayat, 128-129; Emirdağ Lâhikası, s. 404, 437-440.<br />

12. Emirdağ Lahikası, s. 404, 437-440.<br />

13. Emirdağ Lahikası, s. 404.<br />

14. Emirdağ Lahikası, s. 440.<br />

15. Tarihçe-i Hayat, s. 75.<br />

16. Münazarat, (1993-İstanbul) s. 127-129.<br />

17. Sünuhat, (1996-İstanbul) s. 33.<br />

18. İşaratu‟l-İ‟câz, (1998-İstanbul) s. 117; Muhakemat, (1998-İstanbul) s.<br />

137.<br />

19. Muhakemat, s. 24.<br />

20. Lem‟alar, s. 168-169.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

155


21. Sünuhat, s. 33.<br />

22. İşaratü‟l-İ‟câz, s. 13-14.<br />

23. Sünuhat, s. 33.<br />

24. Münazarat, s. 78.<br />

25. Münazarat, s. 78-79.<br />

26. Lem‟alar, s. 206.<br />

27. Sünuhat, s. 77-79.<br />

28. Hutbe-i Şamiye, s. 49, 126; Sünuhat, s. 79.<br />

29. Sünuhat, s. 79.<br />

30. Sünuhat, s. 81.<br />

31. Lem‟alar, s. 174.<br />

32. Necm, 53:39.<br />

33. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 57-61.<br />

34. Nursî, Emirdağ Lâhikası, c. II, s. 194.<br />

35. Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 132.<br />

36. Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 65-66.<br />

37. Nursî, Mektubat, ss. 65-66.<br />

38. Emirdağ Lâhikası, s. 438.<br />

39. Emirdağ Lâhikası, s. 438.<br />

40. Emirdağ Lâhikası, s. 437-440.<br />

41. Emirdağ Lâhikası, s. 438.<br />

42. Münazarat, s. 67.<br />

43. Hutbe-i Şamiye, s. 57.<br />

44. Hutbe-i Şamiye, s. 58.<br />

45. Hutbe-i Şamiye, s. 58.<br />

46. Mektubat, s. 258.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

156


47. Hucurat, 49:10.<br />

48. Mektubat, s. 254.<br />

49. Mektubat, s. 255.<br />

50. Mektubat, s. 255.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

157


Vicdan Ne Yana DüĢer Usta, Medeniyet Ne Yana? (Özlem Yağız)<br />

Sözde kıyılmıĢ canlar:<br />

Hafızayı beşer nisyan ile malulmüş. Unutmak,<br />

anne kucağındaki bir uyku kadar tatlı ve sıcak. Çok<br />

acı veren bir hastalıktan sonraki nekahat döneminin<br />

en lüzumlu ilacı. Yaşanan acılara bir sünger çekmek,<br />

unutmak, bugünü yaşamak Allah vergisi bir lütuftur<br />

belki de ruh sağlığımızı ayakta tutan. Ama ya<br />

hastalık bitmediyse ya daha acılar sürerken her şeyi<br />

unutuyor ve unutturuluyorsak? Unutmak bizim için<br />

hastalığın inkârı haline gelmişse bir de üstüne. Bu<br />

hastalığın kendisinden beter bir hastalık, bir demans<br />

değil midir olsa olsa.<br />

İki gün önce Yüzleşme Derneği ile Mazlum-Der‟in ortak düzenlediği<br />

„Faili Derin Kayıplar” panelinde şöyle diyordu Hayko Bağdat:<br />

-En kötüsü nedir biliyor musunuz arkadaşlar, bizler hafızalardan<br />

silindik. Artık bize ait hiçbir şey yok anılarda”<br />

O panelde hafızalardan sildiğimiz, unutmak istediğimiz nice kabuk<br />

bağlamaya yüz tutmuş altı sıcak yaradan birkaç tanesi kanadı iki gün önce.<br />

Hrant Dink, Musa Anter, Mustafa Suphi, Ali Şükrü, Sabahattin Ali. “Sözde<br />

itirafçıların” sözde itiraflarında geçen, sözde asit kuyularına atılmış, sözde<br />

bedenlerinin, vicdanlarımıza, sözde rahatsızlıklar verdiği, sözde kıyılmış<br />

canlardan ise bahsetmeye hiç vakit olmadı. Zaten her şey sözde yaşanıp<br />

bitmişti kimilerine göre, sadece yakınlarına sözde acılar kaldı. Bir de<br />

sözlere dökülmüş inkârlar.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

158


Hiçbirisini yaĢamadık ki!<br />

Unutmak istiyoruz acıları, unutmak ve hiç yaşanmamış kabul etmek.<br />

Çünkü hatırlamak uyanık bir vicdanı getiriyor ve vicdan merhameti<br />

ayaklandırıyor. Merhamet vicdanın dışa uzanan eli. Bir defa merhamet<br />

duymaya başladın mı işin zor. Afyon misali huzurunu kaybediyorsun. Artık<br />

ne pembeler toz pembe, ne kırmızılar nar kırmızı. Bir defa ayaklandı mı<br />

vicdan denen o meçhul, haftalar boyu küçücük meleklerin, belki bizler<br />

kadar yemeyi içmeyi yaşamayı seven kadın erkek çoluk çocuk bir halkın,<br />

fosfor bombaları ile yanmış paramparça olmuş bedenlerini seyrettikten<br />

sonra kumandayı zaplayarak her akşam en sefil yüzümüze ayna tutan<br />

programlarda aynı kepazeliklere dalmak, „bu kaburga dolması değil kimi<br />

kandırıyorsun diye cırlayan‟, „ay yemeğimden saç çıktı, şimdi bayıldım‟ diye<br />

dertlenen insanların sahici dertler ve öfkelerle alay ettirilen görüntülerine<br />

bakarak zaman tüketmek o kadar da kolay olmaz, olmamalı da.<br />

Gözünü sevdiğimin medeniyeti! Ne güzel vaatlerin vardı bizlere. Ne<br />

parlak ışıltıların. Kompleks vitaminlerle beslerken bedenlerimizi,<br />

antibiyotiklerle kovduk pandemi korkularını. Mum ışığı değildi artık<br />

odalarımıza gelen aydınlık, tüm makineleri, ışıl ışıl dünyası, iletişim<br />

imkânları ile kolaylaştırılmış her şeye sahip olma imkânı olan ama sahip<br />

olmanın amaç olduğu, sahip olunan şeylerin ise plastikleştiği, tüm<br />

derinliklerin sığlıklara, duyguların karlı hazlara, vicdanın görev aşkına,<br />

merhametin toplumsal sorumluluğa, estetiğin ve yaratıcılığın verimli,<br />

kullanışlı ve konforlu olana dönüştüğü bir garip cinnet çağıydı seninle<br />

gelen. Kendinden emin bir putperestin inanmışlığı ile şüpheyi kaldırmış,<br />

hakikat arayışını gerçek şu ki ile başlayan cümlelere dönüştürmüş kibrinle,<br />

ehlileştiremediklerini, değiştiremediklerini, boyun eğdiremediklerini yani<br />

tüm yeryüzünün lanetlilerini kılıcının gücüyle adam etmektesin biteviye…<br />

-Düşümde çocuklar gördüm; ağlıyordu, fosfor bombaları, asit kuyuları<br />

almıştı babalarını, yıkılmış tarumar olmuş camilere, kiliselere, okullara,<br />

evlere bakarken yine de şanslı olduklarını düşündüm: Binaları yıkılmış,<br />

oyun oynadıkları sokaklardan anaları çalınmış, sıra arkadaşları melek<br />

olmuştu. Kafileler akıyordu ölüm çöllerine. Ama öylesine büyüktü ki<br />

uygarlıkları hani derler ya bir de orantılı şiddet kullansaydı medeni<br />

vicdanıyla, bir nükleer füze yeterdi aslında; binalar ayakta kalır çocukların<br />

ise hiçbirisi sağ çıkamazdı. Çok daha az masraflı olurdu üstelik. Zamanın<br />

ruhuna da uygundu!<br />

Söylesene bir yol, vicdan ne yana düĢer usta, medeniyet ne<br />

yana?<br />

-Vicdan eğitilebilir bir şeydir, bilmen gerekirdi. Uygarlaştıkça insanlar<br />

akıl, kolektif bilinç ve görev duygusunun önemini kavradıkça, okullarımızda<br />

modern anlatılarla biçimlendirdikçe çocukların kafalarını ve üretim tüketim<br />

ilişkilerinde biraz da dengeli paylaşımı da sağlayabilirsek eğer, güzel günler<br />

göreceğiz dostum, güneşli günler.<br />

Bak! İşin özü şu ki;<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

159


Modern bir Amerikalının, demokrasi ile yönetilen bir İsraillinin, ışıl ışıl<br />

Etilerde oturan eğitimli bir adamın doğrularından şüphe etmemelisin.<br />

Vicdan diye bir şey varsa bunun bir medenide bir bedeviden çok daha fazla<br />

olacağını da bilmen gerekir. Bir bedevinin bir medeninin hayatı için<br />

potansiyel tehlike olduğunu nasıl görmezden geliriz. Sen medenilerin<br />

kendini savunma hakkı olmadığına inananlardansın belki de. Olmert‟in ölü<br />

çocuk bedenlerini gördüğünde ağlaması yetmeli tüm günahlardan<br />

arınmaya.<br />

Anla artık, kuralları bu oyunun; asit kuyularında kaybolanlar<br />

kaybolması gerekenlerdir, ülkeler yakar ülkeler yıkarız medeniyet adına,<br />

mahcup kınar birleşmiş topluluklar, bilirler ki, söz konusu ortak çıkarlar ise<br />

vicdanın bile sınırları vardır elbet. Kendi bireysel çıkarlarının ve<br />

toplumunun çıkarlarının bilincinde bir Livni „nin kadın olarak bağımsız, batı<br />

tarzı eğitimli, bakımlı, modern ve hayran olunası özgür görüntüsü<br />

karşısında gözlerin kamaşmıyorsa eğer, zamanını, evinde çocuk bakarak,<br />

iş işleyerek, evin yaşlı alzhemierli dedesinin ilaç ve yemek saatlerini takip<br />

etmekle geçiren Filistinli kadının dört çocuğuna sarılarak son bulmuş<br />

hayatının zaten yanlış, feda edilebilir ve fazla gözyaşına değmez olduğunu<br />

ve “hepimiz için” en iyisinin onu unutmak, üzerinde durmamak olduğunu<br />

da anlamakta güçlük çekebilirsin. Mazlumlar bize benzemiyorsa o kadar<br />

mazlum da değildirler, sakın yanılma!”<br />

Öyle TaĢlar vardır ki içinden ırmaklar kaynar<br />

Her insan zamanın bir noktasında yüzleşir gerçeklerle, saklanmış<br />

hakikatler yorulur gizlenmekten, iki zap arası bir görüntü geçiverir<br />

gözlerimizin önünden ve en önemlisi kendimiz ile yüzleşiriz böyle<br />

durumlarda. İşte gerçek manada hür olma insan olma şansına sahip<br />

olduğumuz an o andır. Rasyonel vesveselere süslenmiş ortak akla boyun<br />

eğmek, sırtını dönüp unutma tercihini kullanmak ile hakikat, merhamet ve<br />

adalet duygularının arasında kaldığımız anı yaşayıveririz birden. Uzaklarda<br />

bir yerlerde beş güçlü Yahudi lobisinin tehditleri ile yine uzaklarda bir<br />

yerlerde tarumar olmuş bir şehrin ciğerleri kavrulmuş insanlarının bakışları<br />

arasındaki bir zamandır o. Bu son dalga olsun burada bırakalım artık,<br />

uzlaşalım, bu işi bitirelim diyen ses ile adalet istiyorum diyen sesin<br />

çarpıştığı bir zaman. 100 yıllık sessizliği bozmakla bakın bu bize tazminat<br />

davaları olarak dönecek diyen emekli diplomat aklının fısıldadıkları<br />

arasında bir demdir bu yaşanan. Ve o anlarda uyarır kitap, zamansız<br />

unutkanlıkları kalbine bir şırıngayla basarak yürüyüp gidenleri:<br />

“(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaĢtı. Artık<br />

kalpleriniz taĢ gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taĢlardan öylesi<br />

var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su<br />

fıĢkırır. TaĢlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aĢağı<br />

yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.” (Bakara<br />

74)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

160


Müslümanlar din üzerinden servet yığabilir mi? (Ġhsan Eliaçık)<br />

“Baron” kelimesi Orta Latince‟de “engel” anlamına gelen<br />

“barra” dan geliyor. Fransızca‟ya “barre”, İngilizce‟ye de<br />

“bar” olarak geçmiş… Türkçe‟de kullanılan bar, ambargo,<br />

bariyer, baraj, barfiks, barmen, baro kelimeleri de bu<br />

kökten.<br />

Bunların hepsinde “engelleme, çevirme, bir yerde toplama”<br />

manası var. Hatta bizde Erzurum ve Artvin yöresi halk<br />

oyunlarına Ermenice‟den geçen grup, topluluk, insan<br />

çemberi anlamında “bar” deniyor. Bu durumda bar, çember halinde yapılan dans<br />

oluyor;<br />

Bahçası var bağı var<br />

Ayvası var narı var<br />

Atamızdan yadigâr<br />

Bizde ata barı var<br />

Demek ki “baron”; engelleyen, çeviren, çembere alan, bir yerde toplayan,<br />

kendi tekeline alan, çembere aldığı şeyin etrafına “baraj” ören, buna uymayana<br />

“ambargo” uygulayan demek…<br />

Bu durumda “din baronu” da, dini sembol ve değerleri tekeline alan, bunların<br />

etrafına çember ören, “baro” gibi herkesi bu çatı altında toplamak isteyen, “bar”<br />

gibi herkesin burada oynamasını isteyen, dışta kalana “ambargo” uygulayan ve<br />

aforoz eden, dini değerlerin etrafına “baraj”, önüne de “bariyer” koyarak kendi<br />

tekeline alan demek oluyor…<br />

“Simsar” kelimesi ise Arapça‟ya tâ Aramice‟den geliyor. Aramice‟de<br />

“srsür/spsir” aracı, mahabbet tellalı demek. Yüzyıllar boyu aynı anlamı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

161


koruyarak Arapça‟ya aracı, komisyoncu manasında geçmiş. “Ġstismar” da birinin<br />

iyi niyetini kötüye kullanmak, sömürmek demek…<br />

“Simsar” ile “sülük” arasında şöyle bir benzerlik var: Sülük, tatlı sularda<br />

yaşayan, vücudunda yirmi iki sindirim kesesi olduğu için bir kezde ağırlığının<br />

sekiz katı kan emebilen bir hayvan.<br />

Simsar da öyle…<br />

Hele din simsarı tam bir sülük. O da tatlı sularda yaşar, eziyete fazla gelemez,<br />

kolay yoldan kazanmayı çok sever. Dine sülük gibi yapışır ve yirmi iki sindirim<br />

sistemi olduğu için ağırlığının kat kat fazlası rant emer…<br />

“Simsar” çok eski bir kelime olduğuna ve Aramice gibi Arapça‟nın atası bir dile<br />

yüzyıllar öncesinden girdiğine göre simsarlık çok eski meslek…<br />

Bu nedenle simsarlar tarih boyunca Allah, Kitap , Peygamber gibi “tatlı suların”<br />

etrafında bitmişler ve bunlara sülük gibi yapışarak emmişlerdir.<br />

***<br />

İslam‟ın ilk doğuş yıllarında “kahin” ve “mecnun” denilen kişiler devrin<br />

simsarları, Ebu Leleb, Ebu Cehil ve Velid bin Muğire gibi tefeci bezirganlar da<br />

baronlarıydılar..<br />

Kahinler kehanetlerde bulunur, mecnunlar gizli güçlerle konuşarak onlardan<br />

gelecekle ilgili haber aldıklarını söylerler, tefeci bezirganlar da Kabe‟nin etrafını<br />

çevirerek gelen hediyeleri iç eder ve onlardan geçinirlerdi. 7-8 büyük tefeci<br />

bezirgan Mekke‟nin kaderine el koşmuştu. Kabe‟ye gelen kurbanlık (hedy), deve<br />

ve sığırları (en’am) iç etmeye dayalı bir düzen kurmuşlardı (Yeda Ebu Leheb).<br />

Yani anlayacağınız Mekke‟deki dini sembol ve değerler etrafında tam bir simsarlık<br />

ve baronluk hüküm sürüyordu. Mekke‟nin ileri gelenleri Kabe‟ye sülük gibi<br />

yapışmış emiyorlardı.<br />

Kahinler ve mecnunlar da halkın dini duygularını, umutlarını ve gelecek<br />

beklentilerini sömürüyorlardı. Firavun‟un büyücüleri gibi buradan besleniyorlardı.<br />

Verdikleri sırlı, tılsımlı, büyülü bilgiler ve kehanetlerden dolayı rant elde ediyorlar,<br />

din iman işlerinin sadece kendilerinden sorulacağını, bu işin kompedanının<br />

kendileri olduğuna inanıyorlardı.<br />

Günlerden bir gün ümmi yani “halkın bağrından çıkan”, din baronu ve simsarı<br />

çevrelerin hiç birisinden gelmeyen bir “öksüz” çıkıp da “Yıkılsın Ebu Leheb‟in<br />

düzeni, yıkılsın!” (Tebbet yeda Ebu Leheb ve tebbe) diye haykırınca telaşa<br />

kapıldılar ve onu asla affetmediler. Türlü düzenler kurarak, önüne “bariyer”ler<br />

çekerek, “ambargo”lar uygulayarak engellemek istediler. Çünkü onlar Kabe‟nin<br />

“baronu” ve “simsarı” idiler. Allah bula bula bu öksüzü mü bulmuştu? Vahiy<br />

Mekke‟nin ve Taif‟in iki “baronu”ndan birine indirilmeli değil miydi?!!<br />

***<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

162


Kur‟an daha ilk ayetlerde dedi ki: “O, ğayb hakkında cimri değildir.” (Tekvir;<br />

24)<br />

Yani peygamber ğaybtan bilgiler veriyor, vahiyler alıyor; fakat onu kâhinlerin ve<br />

mecnunların kendilerine saklamaları gibi kendine saklamıyor. Hepsini açıklıyor ve<br />

bu açıklamalarından dolayı kâhinler ve mecnunlar gibi ücret istemiyor. Vahiy<br />

onun mesleği, aldığı bilgiler de servet kaynağı değil… Bu vahiyleri kendini zengin<br />

etmek için okumuyor. O bir din tüccarı, iman simsarı, Kabe baronu, umut hırsızı,<br />

kâhin, rahip, mecnun veya parlak sözlerle göz boyayıp insanların cebine göz<br />

diken bir şarlatan değil… Allah‟tan aldığı ne varsa onu olduğu gibi ileten vicdanın<br />

ve merhametin evrensel sesi o!…<br />

Kur‟an‟ın daha ilk ayetlerde ısrarla peygamberin bir kahin, mecnun veya sihirbaz<br />

olmadığını söylemesi bu nedenle çok manidardır. Aslında bu, tarih boyunca Tanrı,<br />

Kitap, Peygamber gibi dini değer ve sembollerin yakasından bir türlü düşmeyen<br />

din baronları ve simsarların köküne kibrit suyu dökmek demekti.<br />

Demek ki risalet, kahinlik, mecnunluk ve bezirganlık gibi baron ve simsar yatağı<br />

asla değildir!<br />

***<br />

Dahası var…<br />

Bakın, “Alak” suresinden hemen sonraki “ilk mesajlar” da ne denmişti;<br />

“Sen ey yalnızlığa bürünen!<br />

Kalk ve uyanışı başlat!<br />

Haykır: Allahuekber!<br />

Güzel ahlâkı kuşan!<br />

Kötülüğe bulaşma!<br />

Servet yığma hayallerine kapılma!<br />

Daima Rabbinle birlikte ol ve güçlüklere göğüs ger” (Müddesir; 1-7)<br />

Sondan bir önceki ayete dikkat ediniz…<br />

Genellikle meallerde “Yaptığın iyiliği baĢa kakma” diye çevrilen fakat aslında<br />

“Servet yığma hayallerine kapılma” (Ve la temnun testeksir) demek olan bu<br />

ayet din baronluğu ve simsarlığının panzehiridir.<br />

Ayette geçen “umn/umniye” hayal, kuruntu, temenni, “istiksâr“ da çoğalmak,<br />

zengin olmayı istemek, servet biriktirmeyi talep etmek demek. Nitekim Tekâsür<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

163


suresinde de bu anlamda kullanılmıştır; “Bir zenginlik yarıĢıdır (tekâsur)<br />

gidiyorsunuz; tâ mezarlarınıza varıncaya kadar süren…” (Tekâsur; 1)<br />

Demek ki daha ilk ayetlerde, yani daha işe yeni başlamışken, hareketin henüz<br />

başındayken, peygamberliğe daha yeni başlamışken peygamber uyarılıyor:<br />

“Çoğalma (istiksâr) temenni etme!”<br />

Yani: Yapacaklarını getiri beklentisiyle yapma… İyiliği yay ve yaşa ama iyilikten<br />

servet yığan, onu para, makam, mevki elde etmenin aracı olarak görenlerden<br />

olma… Yaptığın peygamberlikten dolayı maddî karşılık bekleme… Allah‟ın<br />

peygamberi olmanın getireceği ayrıcalığı zengin olmak için atlama tahtası olarak<br />

kullanma… Din baronları gibi ayet alıp ayet satma… Din istismarından uzak dur!<br />

Sadece Allah rızası için, sırf iyilik için çalış… Peygamberliği servet yığılan bir<br />

meslek olarak görme… Allah‟ın dini üzerinde sektör oluşturulmasına asla izin<br />

verme… Şu Kâbe‟deki Tanrı ve kutsallık istismarına dayalı dini oligarşiyi yık! Bir<br />

zamanlar Ġsa da mabede girerek masaları sandalyeleri din adamlarının başına<br />

çalmış ve “Allah‟ın evini ticarethaneye çevirdiniz, ey engerek soyu!” diye<br />

haykırmıştı… Çünkü Allah‟ın evi servet kapısı değildir! Din sektör, vahiy meta,<br />

peygamber pazarlamacı, sana inananlar da müşterin değildir! Bunlar üzerine<br />

kurulu istismara son ver! Çünkü din yalnızca Allah‟a has kılınmalı, vicdanın ve<br />

merhametin yalın sesi olmalıdır…<br />

***<br />

Tabi bunlar peygamberimiz bunları yapacağından söylenmiyor. Sonraki çağlarda<br />

peygamberin yolundan yürüyen, onun kürsüsünden konuşan, Allah, Kitap,<br />

Peygamber davası güden, her devirde yeniden uyanış hareketleri başlatmak<br />

isteyen, bunun için “hizmete” soyunanlara sesleniliyor.<br />

Deniyor ki: Yani “Allahuekber” diyerek meydanlara atılanlar! Rabbinin büyük<br />

adını yüceltmek isteyenler! Büründüğü yalnızlıktan çıkıp ayağa “kalkarak”<br />

insanları uyanışa çağıranlar!<br />

Önce kendi elbisenizi temiz tutun. Yani güzel ahlak sahibi olun. İnsanlar sizin<br />

elinizden ve dilinizden emin olsun. Her biriniz birer el-Emin olun. Kokuşmayın,<br />

tefessüh etmeyin, pisliğe, hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşmayın. Kendi ahlaki<br />

enerjinizle yükselin. O sizi götüreceği yere götürecektir.<br />

Sonra bu işlere başlarken servet yığma hayallerine, zengin olma sevdalarına<br />

kapılmayın. Allah, Kitap, Peygamber davası bunun kapısı değildir. Bu kürsüden<br />

konuşuyorsanız bunun bedeline katlanmak zorundasınız. Bu bedeli ödeyerek<br />

yaşayacaksınız. Aksi halde o kürsüden inin. Servet ve zenginlik arıyorsanız bunun<br />

yolu Allah, Kitap, Peygamber davası değildir. Rızkın onda dokuzu ticarettir.<br />

İnsanların barınma, giyinme, yeme ihtiyaçlarını giderecek işler yapın mesela;<br />

dağları delin, kervanlar oluşturun, atölyeler kurun, ihracat, ithalat yapın, alın,<br />

satın… Şeriatta bütün bunlar caizdir ancak kazandığınızı yine bölüşmek,<br />

paylaşmak şartıyla…Fakat bu kapı yani Allah, Kitap, Peygamber kapısı servet<br />

yığma ve zenginlik yarışına girme yeri değildir. Aksi halde “din baronu” ve “din<br />

simsarı” olursunuz. Yolundan gittiğiniz peygamber bunları ortadan kaldırmak<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

164


için gelmişti. Okuduğunuz Kitap insanlıkta artık bunlara son vermek için nazil<br />

olmuştu…<br />

***<br />

Dikkat ediniz!<br />

“Müslümanlar hep fakir kalmalıdır” demiyoruz. “Müslümanlar din<br />

üzerinden servet yığamazlar” diyoruz. Başka kapıya!<br />

Allah bunu daha ilk ayetlerinde peygamberine yasaklamıştır. O da ömrü boyunca<br />

buna bağlı kalmıştır. Bu bilinçli bir tercih, asil bir tavır, klas bir duruş, evrensel bir<br />

mesajdır.<br />

Allah, Kitap, Peygamber davası aynı zamanda bir “kamu” davasıdır. İyilik,<br />

adalet, özgürlük gibi insanlık davasıdır.. Yüce değerler ve evrensel ülkülerdir.<br />

Bunlar paraya, servete tahvil edilemez. Kişisel rant için araç ve atlama tahtası<br />

olarak kullanılamazlar.<br />

Bu davaya atılanlar, örneğin her biri birer “kamu” alanı olan belediyelerden,<br />

devlet kurumlarına kadar, tıpkı peygamberin yaptığı gibi, Mekke‟de nasılsa<br />

Medine‟de de öyle yaşar, Hira‟dan indiği elbise ile Aişe‟sinin kucağında hayata<br />

veda eder.<br />

Bugünkü tabirle çeketi ile gelir ve çeketini alır gider….<br />

Baron ruhlu ve simsar tiynetli olanların bunu anlaması hayli zor ama “Servet<br />

yığma hayallerine kapılma” (ve la temnun testeksir) ayetinin çağları aşıp gelen<br />

evrensel mesajı bu değilse nedir?<br />

***<br />

“Bilmiyorum belki çıkamam bir daha buraya<br />

İşte sırtım! Hakkı olan gelsin almaya<br />

Hayır! gidemezsin kim gitti dersi vurun<br />

Hayyulayemuttur yaşayan yerinize oturun<br />

Hazırlan dedi Cibril karardı mehtap<br />

Geride birkaç kap ve Kitap…<br />

Kara toprak bile anladı da<br />

Bir insan anlamadı bizi”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

165


Dini bu iĢe bulaĢtırma, din ayrı dünya ayrıdır! (Ġhsan Eliaçık)<br />

“Absürt” sözcüğü Hind-Avrupa dil kökünde sağır,<br />

dilsiz, boğuk sesli (surdo) dan Latince‟ye sağır<br />

(surdus/absurdus) olarak, oradan da Fransızca‟ya<br />

saçma, anlamsız (absurd) manası kazanarak<br />

geçmiş…<br />

arzeden din demek oluyor.<br />

Bu durumda “absürt din”; sağır olduğu için<br />

çevresini duymayan, kör olduğu için çevreyi<br />

göremeyen, dilsiz olduğu için kendini ifade<br />

edemeyen, ifade etse bile boğuk sesli adam gibi<br />

söylediğinden bir Ģey anlaĢılmayan, bu nedenle<br />

de uyduruk, akıl dışı, saçma sapan bir görünüm<br />

Çünkü böylesi bir din gerçekliğe (tarihe, hayata ve tabiata) gözünü kapamış,<br />

dışarıda ne olup bittiğiyle ilgilenmemekte, kendi hayal, kuruntu, ritüel ve teoloji<br />

dünyasında yaşamakta, yaşayan gerçekliğe yabancılaşmış ve bu yüzden de tarih,<br />

hayat ve tabiat karşısında yamulmuş, “ne idüğü” belirsiz, saçma sapan bir resim<br />

gibi olmuştur.<br />

İşte buna “absürt din” diyoruz.<br />

***<br />

“Dini bu iĢe bulaĢtırma, din ayrı dünya ayrıdır” sözünü çokça<br />

duymuşsunuzdur…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

166


Gerekçe şu: Dinin, kendi içinde “absürt” olması normaldir. Çünkü din dediğin<br />

zaten dogma ve akıldışılık demektir… Din (Hrıstiyanlık) da görüldüğü gibi dogma<br />

ve akıldışılıklarla dolu… Oysa dünya sürekli değişim halinde ve akla uygun<br />

işliyor. Bu nedenle absürt dini gayet makul akan dünya sürecine, hele de devlet<br />

işlerine bulaştırmamak lazımdır…<br />

Bu gerekçenin modern dünyada çokça revaç bulması, aslında, tarihteki<br />

Hristıyanlık tecrübesi ile çokca ilgili, hatta ona tepki biçimlenmesi nedeniyledir.<br />

Hemen fark edileceği gibi, gerekçe, tam bir “zihinsel bölünmüĢlüğü” faş<br />

ediyor.<br />

Bir yanda dogma ve akıldışılıklarla dolu “dini hayat”, diğer yanda akıl ve<br />

mantığın hüküm sürdüğü “dünyevî hayat”…<br />

***<br />

Sorunu aşma yolunda Hristıyanlık tecrübesi yaşayan Batı düşünce tarihinde iki<br />

ismin kavşak noktası olduğunu görüyoruz: Tertullianus ve Descartes…<br />

Tertullianus (öl. 220) Hrıstiyan inancını, Yunan felsefesinin “piç sorularına”<br />

karşı savunmak için şöyle bir argüman geliştirdi: “Evet, absürt (dogma, saçma<br />

ve akıldıĢı) ama inanıyorum.”<br />

Çünkü Tertullianus‟a göre din felsefeden, vahiy akıldan, iman bilgiden daima<br />

üstündür. Hatta vahiy akla aykırı da olabilir buna rağmen vahye teslim<br />

olunmalıdır. Akıl kendi başına bir hiçtir. İyi, akılla bulunan değil; vahyin<br />

bildirdiğidir. Örneğin “Tanrı‟nın insan (Ġsa) biçimine girdiği ve bir insan<br />

olarak acı çektiği” dogması (vahyi) akla aykırı ve absürt bir durum. Buna<br />

rağmen inanmak gerekir. Zaten din de esasında budur.<br />

Tertullianus‟un bu argümanlarına Rönesans dönemine gelindiğinde “Madem din<br />

absürde inanmadır; o halde baĢta devlet olmak üzere dünya iĢleri<br />

bunlarla yürümez. Al absürt (dogmatik, saçma ve akıldıĢı) dinini, kilisene<br />

çekil” şeklinde cevap verildi. Laiklik de buradan doğdu.<br />

Tertullianus‟un, bu argümanı geliştirirken işin buralara varacağını tahmin etmiş<br />

midir bilmeyiz, ama aynı şeyi İslam için yapmaya kalkanların önlerinde duran<br />

tecrübeden ders almadıkları ve Tertullianuslaşarak bindikleri dalı kestikleri tarihin<br />

garip bir cilvesi olmaktan öte acı bir gerçek…<br />

Öte yandan Descartes (öl. 1650) de Tertiluianos‟un argümanını felsefi<br />

(epistemolojik) olarak temellendirdi. Kartezyen (Des-cartesien: Descartes‟e ait)<br />

felsefe dediğimiz “çifte hakikat” görüşünü “absürt dinin” üzerine geçirdi.<br />

Böylece alanlar ayrılacak, hem din hem de dünya rahatlamış olacaktı…<br />

Descartes‟e göre varlık, özleri birbirinden farklı üç tözden (cevher) oluşur; Tanrı,<br />

Ruh ve Madde… Din manevi (Tanrı), dünya maddi aleme aittir. Tanrı madde<br />

alemiyle (din dünya ile) ruh aracılığı ile ilişki kurar. Ruh, beyindeki kozalaksı bez<br />

bölgesinden insanla ilişkiye geçer. Bu nedenle insan diğer varlıklardan farklı<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

167


olarak belirlenimin (determine) dışına çıkabilir. İnsan ruhu dışındaki bütün doğa,<br />

bitkiler, hayvanlar ve insanın fizikî bedeni tıpkı bir makine gibi işler. Ancak<br />

insandaki ruh bu mekanik evrene ait değildir…<br />

Hal böyle olunca dinin/manevî alanın kralı ile, dünyanın/maddî alemin kralı ayrı<br />

ayrı olacaktır. Çifte hakikat çifte otorite getirecek fakat bunlar birbirinden<br />

ayrılacak, birbirinin alanına girmeyeceklerdir. Artık dinde akıl ve mantık aramanın<br />

manası yoktur. Çünkü nasıl olsa alanlar ayrılmış, insanların manevi/kutsal<br />

dünyası dine terkedilmiştir. Orada her türden absürtlüğün; akıldışılığın,<br />

dogmanın, sağırlığın, körlüğün, dilsizliğin, tılsımın, sırrın, gizemin, büyünün<br />

olması gayet normaldir.<br />

Zaten din dediğiniz de esasında bundan başka bir şey de değildir. Bu haliyle<br />

gereklidir de. Çünkü monotonluktan sıkılan modern insanın, sinemada fantastik<br />

bir kurgu filmi seyredip kafa dağıtması gibi, zaman zaman tapınağa da giderek<br />

“absürt dinin” vaazlarıyla uctuya kaçtıya, rahatlamaya ihtiyacı olacaktır.<br />

***<br />

Kilisenin “absürt dini”ne karşı çıkış yolları arayan batılı zihin sonunda “doğal<br />

din”e ulaştı. Din, olsa olsa böyle bir şey olabilirdi. Bu noktada da iki isim<br />

görüyoruz: Jean Bodin ve Herbert Cherbury…<br />

Jean Bodin (öl. 1597) Rönesans döneminde gelişen “doğal din” akımının ünlü<br />

temsilcilerinden birisidir. “Yedilerin Konuşması” adlı kitabında ayrı dinlere mensup<br />

yedi kişiyi tartıştırır. Sonunda şu sonuçlara varır: “Bütün dinler doğal olan ve<br />

baştan beri bulunan tek bir dinin çocuklarıdır. Bu doğal dinin temel esasları<br />

şunlardır; Tanrı‟nın bir olduğuna, ahlak bilincine, özgürlüğe, ölümsüzlüğe<br />

ve öbür dünyada bir misilleme (ceza ve mükafat) olacağına inanmak… Bu<br />

düşünceler her insanda, her toplulukta doğal olarak vardırlar…<br />

Herbert Cherbury (öl. 1648) ise Fransız Jean Bodin‟in savunduğu doğal din<br />

görüşünü daha derli toplu hale getirir. “Doğruluk Üzerine” adlı kitabında doğal bir<br />

din anlayışı geliştirip dinin özünü buraya dayandırır. Buna göre her dinin temeli,<br />

her yerde ve her zaman için geçerli şu beş önermedir: 1- Tanrı vardır 2- Bu<br />

Tanrı‟ya tapınılmalıdır 3- Dindarlığın özü ahlak ve erdemdir 4- Günah ve<br />

suçlardan dolayı piĢmanlık duyulmalıdır 5- Öbür dünyada bir ceza ve<br />

mükafat olacağı beklenmelidir. Hangisi olursa olsun, her dinde bu önermelere<br />

aykırı olmayan şeylere inanılabilir. Sağlıklı bir din için bu beş esas temel ölçü<br />

olmalıdır…<br />

***<br />

Şimdi, bir Müslüman olarak düşünelim. Hangisi “bize” yaklaşmıştır?<br />

Tertullianus‟un “absürt dini” mi, Descartes‟in “çifte hakikat”ı mı, Bodin ve<br />

Cherbury‟nin “doğal dini” mi?<br />

Eğer Tertulliuanus‟un absürt dini derseniz, insanlık vicdanının “BaĢta devlet<br />

olmak üzere dünya iĢleri absürtle yürümez. En iyisi sen al bu absürt<br />

dinini camine çekil, senin yerin orası” denmesine razı olmanız gerekir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

168


Nitekim denmiştir de. Bunun böyle olmasında Tertullianus anlayışı ile İslam‟ı<br />

anlayanların büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü böyle bir din sonuçları<br />

bakımından aynı muameleye tabi tutulmaktan kurtulamazdı.<br />

Descartes‟in “çifte hakikatı” derseniz, absürt dine felsefi gerekçe üretmiş<br />

olursunuz. Halbuki İslam‟da “tevhid” vardır; hakikat tek bir bütündür ve<br />

parçalanamaz.<br />

Bodin ve Cherbury‟nin “doğal dini” ise belki de batılı zihnin bulduğu İslam‟a en<br />

yaklaşmış din anlayışıdır. Zaten doğal; fıtrî, fıtrata uygun olan demek. İslam ise,<br />

pek tabi bir fıtrat (doğal, tabiî, sağduyu, akıl ve vicdan) dinidir.<br />

***<br />

Yazının başındaki gerekçeye dönelim.<br />

Absürt olan din Tertullianus‟un Yunan felsefine karşı savunmak zorunda kaldığı<br />

Hristıyanlıktı. Bu nedenle tabiî ki devlet absürt bir dinin kilise dogmaları ile<br />

yönetilemez. Bu nedenle alanları ayırmak ve bunun için de “çifte hakikat”<br />

düşüncesi geliştirmek dışında çare yoktur. Laiklik tam da burada gereklidir.<br />

Fakat çifte hakikat düşüncesini felsefi olarak reddeden ve hakikatın tek bir bütün<br />

olduğunu söyleyen, kendisini doğal yani fıtrata uygun bir akıl ve vicdan dini<br />

olarak vazeden tevhid dini söz konusu olduğunda bu ayrım geçersizdir.<br />

Batıda doğal din fikrine ulaşanların, bunun bin sene öncesinden, hem de<br />

mükemmel bir şekilde vazedildiğini bilmiyor olmaları mazeret olarak kabul<br />

edilebilir. Fakat “fıtrat dini” kültüründen gelenlerin ve fıtrat dinine zaten<br />

mensup olanların mazereti geçersizdir. Hele böylesi bir dinin “absürt din” ve “çifte<br />

hakikat” muamelesine tabi tutulması cehaletten de öte affedilecek gibi değildir.<br />

Çünkü böyle olunca “tevhide” inanan bir Müslümanın da hayatı bölünür.<br />

Artık bir din vardır bir de dünya…<br />

Dinî hayat başkadır dünyevî hayat başka…<br />

Böyle birisi dini hayatında her türden absürte; akıldışılığa, saçmalığa, uçtu<br />

kaçtıya, sırra, tılsıma gözünü kırpmadan inanır. Sanırsınız ki bu adam din<br />

işlerinde asla akla inanmıyor, hatta tümden akılsız birisi… Fakat iş dünya<br />

hayatına gelince aynı kişi alabildiğine rasyonel, pragmatist ve modern yaşar.<br />

Hiçbir işinde absürtlüğe prim vermez, kılı kırk yararak hesaplar yapar. Sanırsınız<br />

ki bu adam dünya işlerinde asla dine inanmıyor, hatta tümden dinsiz birisi.<br />

Böyle birisi dini hayatında alabildiğine hoşgörüsüz olurken (Çünkü kutsala akıl<br />

karıştırılmaz ve dinde farklılık olmaz) iş dünya önüne çıkmaya gelince alabildiğine<br />

hoşgörülü kesilir.<br />

Böyle birisi kendinden güçlüye gayet ılımlı, alımlı, uyumlu ve uysal bir köle,<br />

kendinden zayıfa karşı ise acımasız bir Firavun olur.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

169


***<br />

Bütün bunlar, aslında, akıl ve vicdan dinine değil; absürt dinine, tek hakikate<br />

değil; çifte hakikate inanıldığından dolayıdır. Böyle birisinin dini hayatı bölünmüş,<br />

zihninin yarısı eski çağlarda, diğer yarısı modern çağda kalmıştır. Dini hayatına<br />

alabildiğine hurafe, dünyevi hayatına ise alabildiğine akılcılık ve pragmatizm<br />

hakimdir. Dini hayatı alabildiğine dünya dışıyken, dünyevi hayatı alabildiğine<br />

dünyalıdır.<br />

İşte böyle bölünmüş, parça parça olmuş dini hayatlar…<br />

Bu haliyle Müslüman zihin bir “bilinç yarılması” yaşamaktadır. Ruhu asr-ı<br />

saadette bedeni modern dünyada gidip gelmekte, bir türlü zihin parçalanmasını<br />

yenememekte ve adım adım Hıristıyan zihnin batıda yaşadığı sona doğru<br />

yaklaşmaktadır.<br />

Nedir bu son?<br />

Hurafeye batmış, tarihten çoktan çekilmiş ve dünya dışı kalmış absürt bir din…<br />

Ona sadece inanılır. Çünkü dindir ne olsa gider. “Absürt ama inanıyorum”<br />

yegane teselli kaynağıdır. İnsanlık yaralarına merhem olacağından değil; sırf<br />

ayakta kalsın, sürsün diye…<br />

Peki nasıl çıkacağız işin içinden?<br />

Allah, Kitap, Peygamber… Bütün dini değer ve kavramları tarih, hayat ve tabiatla<br />

yani “YaĢayan Gerçek” ile test edeceğiz. Doğru ve yanlış, hurafe ve hakikat<br />

buradan çıkacak…<br />

Eğer dinimiz artık yaşayan gerçekliğin işine yaramıyorsa, kanayan hiçbir insanlık<br />

yarasına merhem olmuyorsa, ayetlerinin “ma‟Ģeri vicdan”da bir karşılığı<br />

kalmamışsa, o artık insanlığın atan kalbinin ve sızlayan vicdanının değil; şu an<br />

boşluk, ıssızlık ve sessizlikten başka bir şey duyulmayan eski çağlar tarihinin<br />

konusu haline gelmiş demektir…<br />

Bu hazin sona engel olabiliriz, olmalıyız.<br />

Çünkü Allah‟ın tarih, insanlık ve dünya süreci üzerindeki iradesi bizim<br />

üzerimizden tecelli etti, ediyor ve edecek…<br />

Bunun yolu, Hristıyan batının yaşadığı “absürt din” ve “çifte hakikat” anlayışını<br />

meydan okuyucu bir dinamizmle aşmak ve “bölünmüĢ dini hayatları” tevhid<br />

etmekten geçmektedir…<br />

Yazdıklarımızı okuyunuz; hep buna katkı sağlasın diyedir…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

170


Batı‟yı ĢeytanlaĢtırmadan… (Sever IĢık)<br />

Cemaleddin Afgani ve Ali Şeriati takriben yüzyıl arayla<br />

ümmetin makus talihi değiştirmek için İkbal beklemeden<br />

mücadele ettikten sonra doğdukları topraklardan uzakta,<br />

Afgani göz altında, Şeraiti gözden ırakta, arkalarında<br />

yüzyıllarca yankılanacak bir “çığlık” bırakarak izzet ile dar-ı<br />

dünyadan dar-ı bekaya hicret ettiler, maaştan meada<br />

göçtüler, “hüseyni bir iş” yaparak gittiler.<br />

Ama hala yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar…<br />

19 yy. İslam dünyasının batı ile karşılaştığı ve bir kriz dönemidir. Krizin sebebi<br />

salt bir entelektüel meydan okuma değildi. Bu karşılaşmayı, ki İslam dünyası<br />

itibariyle batı ile üçüncü karşılaşma, asıl “yakıcı ve yıkıcı” kılan onun askeri,<br />

siyasi ve iktisadi boyutu idi; Bilim silahlara eşlik ederken silahlar bilime yol<br />

gösteriyordu. Kolonyalizm sonucu İslam dünyasının direnç noktaları ve kaleleri<br />

olan memalik-i İslam tek tek düşmüş, sömürgeleştirilmişti; geri kalan birkaç<br />

sultan/lık ise siyaset/denge ile saltanatlarını yaşatmanın peşinde idi.<br />

Ümmetin uleması ise yıllardır içinde bulunduğu zihinsel donukluk ile değişimin<br />

“ne”liğini, aciliyetini ve yakıcılığını kavrayacak bir zihinsel olgunlara sahip değildi<br />

veya iktidarın peşinden gitmek kolay geliyordu.<br />

Ortada çıplak durak bir durum söz konusu idi; İslam dünyası üzerinde tasallutu<br />

kuran bir sömürü ve tabiî ki bunun sonucu olan bir tahkir düzeni…İşte böyle bir<br />

tarihsellik içinde ortaya çıktı Afgani…Önce uyarmaya ve sömürgecilere karşı<br />

direnmeye çağırdı, hem sultanları hem Müslümanları ve de tüm doğuluları..<br />

O, ümmeti ama özellikle “sultanları ve ulemay”ı su alan “Nuh‟un gemisi”ni<br />

yeniden inşa etmeye çağırıyordu. Değişmek/ıslahat ve direnmek/devrim<br />

gerekiyordu. Aksi halde ölüm kaçınılmazdı. Afgani‟nin yaptığı kıyameti haber<br />

veren “sur”u üflemekti..<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

171


Evet, Afgani bir ıslahatçı idi, çünkü; o toplum içinden çekilmiş vahyi yeniden<br />

hayata dahil/nazil olmasını istiyordu. Kur‟an‟ın raflardan indirilmesi ve açılması<br />

gerekiyordu. Kur‟an günümüz için ne söylüyor, güncelimizde vahyin anlamı<br />

nedir? Ve peygamber bugün konuşmalı ve Kur‟an‟ı tefsir etmeli idi. Din bugün<br />

yeniden hayatı inşa etmeli ve yol göstermelidir. İçtihat ve tefekkür kalesi tahkim<br />

edilmeli eski parlak günlerine dönmelidir.<br />

İslamiyet bütün modern gelişmelere açıktır. Bizzat terakkiyi emreder. Mani-i<br />

terakki değildir ve dini akideler “taklit” yerine sağlam akli deliller üzerine<br />

kurulmalıdır. İlahi mesajı örten hurafeler ortadan kaldırılmalı, “gerçek İslam” ile<br />

yüz yüze gelinmelidir. Mesajın özü; “makasıd-ı şeria” yakalanmalı ve “asrın<br />

idrakine sunulmalı”dır. Ümmet uyanmalı, silkinmeli, savaşmalıdır, kadercilik<br />

kader değildir. İnsanın kaderi elindedir. O değişimi irade etikçe kader tecelli<br />

edecektir. Tembelliğin yıkımın vebalini Allah‟a yüklenmemelidir.<br />

Afgani inkılapçıdır da. Çünkü o sadece konuşmakla ve vaaz etmekle netice<br />

alamayacağını düşünmektedir. Sömürgeciler zor/la/da olsa kovulmalıdır. O<br />

sultanların kapısını derdine derman kılmak için çalar. Bir saraydan diğerine<br />

sultanlara yaklaşır, danışır , danışmanlık yapar, ama, dalkavukluk yapmayı<br />

reddeder. Bir diyardan başka bir diyara sürülür. Pes etmez. Kendisi ile iş tutacak<br />

bir sultan aramaktan vazgeçmez.<br />

O acil bir devrimcidir, sorunu kısa yoldan siyaset ile çözmeyi düşünmektedir.<br />

Üstadın, Talebesi Abduh gibi beklemeye tahammülü ve takati yoktur. Hemen bir<br />

devrim toplumu baştan başlayarak dönüştürmek istemektedir. Ama eğitim ve<br />

sabır ile değil, siyasetle.. çünkü mesele siyasidir siyasi yola çözülmelidir..<br />

Yazmayı değil, konuşmayı seven Üstada hakim olan eğilim<br />

pratiği/hareketi/devrimi iken talebesi Abduh‟ta eğitim/ıslah/düşüncedir.<br />

Cemaleddin Afgani‟nin yatışmayan yapısı ile Abduh‟un siyaseten uzaklaşarak<br />

önceliği eğitim yolu sosyal dönüşümüne vermesi ve sükuneti seven yapısı<br />

onların yolunu ayırmıştır…<br />

Şeraiti ise, Afgani‟yi ve Abduh‟u kendi nefsinde cem etmişti; Abduh‟un<br />

eğitimciliğini, Cemal‟in devrimciliğini ve heyecanını..<br />

II.<br />

Şeraiti‟ye göre, Afgani ve Abduh İslam toplumunun yeni “düşünsel özgürlük”<br />

önderleri olup, aynı zamanda tüm dünyadaki kültürel sömürü karşıtı hareketlerin<br />

yaratıcısı ve başlatıcısıdırlar. Afgani ve Abduh‟un yaptığı iş “vurgun yemiş İslam<br />

toplumuna ruh vermek” olmuştur.<br />

Şeraiti‟ye göre Afgani‟nin yöntemsel hata yapmıştır. Afgani halkı uyandırmak<br />

gerektiğini söylemiş, fakat, pratikte halk düşüncede kalmış ve sultanlara<br />

yaslanmıştır. Abduh ise ulemaya yaslandığından, neticede halkın durumunda<br />

değişim olmadığı gibi aydınlar arasında nispi bir başarı sağlandı. Çünkü,<br />

Afgani‟nin ve Abduh‟un yaslandıkları sultan ve ulema nihayetinde egemen sınıfın<br />

mensupları olarak onlar nihayetinde devrimci/değişimci değil, statükocu ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

172


muhafazakardırlar. Onlar düşünce olarak ileri, devrimci ve hoşnutsuz olsalar da<br />

pratikte muhafazakar ve maslahatçıdırlar.<br />

Sonuçta ne sultanlar/mele Afgani ile ne de ruhaniler/rahip Abduh ile hareket<br />

etmişlerdir.<br />

Oysa yapılması gereken peygamberin yaptığı gibi “nas”a dayanmaktır.<br />

Sahip”lerden değil, sahipsizlerden başlamak gerekirdi. Şeriatiye göre, bir savaşa<br />

başlamak için özelikle genç nesle ve aydınlara umut bağlanmalıdır, çünkü, bunlar<br />

bir iman ve inanç kazanıp ortak bir hedefe yönelirlerse mucize gerçekleşir<br />

III.<br />

Şeraiti‟nin projesi/hedefi “Öze dönüş”tür; İmanın itikadın yenilenmesi, geçmişe<br />

kaçmadan geçmişin tanınması, sömürgecilerin tanınması kovulması... İnsan önce<br />

kendi “benliğini” sonra yaşadığı toplumu ve toprakları özgür kılmalıdır. Onun<br />

içinde zindanlarını aşmalı ve “dine karşı din”i tanımalı ve ne yapılması gerektiğine<br />

karar vermelidir. Varoluş, tarih, adalet, özgürlük temelleri üzerinden evrensel bir<br />

bakış açısı ile önce kendimize sonra çevremize bakmamamız gerekir.<br />

Şeraiti, bir ıslahatçı olarak dinin toplumsal hayata bir “ruh ve anlam” olarak<br />

çekilmesinden ve dinin kuru ritüellere, literallere dönüştürülmesinden muzdaripti.<br />

Topluma hurafelerden arındırılmış iman ve ateş bahşeden İslamı anlatmaya<br />

çalışıyordu. Hz. Muhammed‟in, Ali‟nin, Ehli Beytin, Ebuzer‟in, Selman‟ın<br />

İslamını… İslam, Safevi şiilerin ve muavi sünnilerin ve onların varislerinin elinden<br />

kurtarılmalı idi. Eğer İslam bu tarihsel ve kültürel paslardan arındırılırsa<br />

Müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf kalmayacağına inanmaktadır.<br />

“Kutlu özgürlük çağrısı” olan din/İslam, egemen dinin “zer, zor, tezvir”<br />

teslisine/şirkine karşı çıkmayı vaaz ediyordu. İnanmak/dünya görüşü kadar,<br />

yapmak/ideoloji gerekiyordu. Çünkü bu dünyaya dahil olmayan, nas‟ı görmeyen,<br />

gözlerini sadece mezar ötesine diken bir dinin/çağrının yabancılaştırıcı ve<br />

uyuşturucu olmaktan öteye anlamı olmazdı.<br />

Şeraiti bir ıslahatçı olarak taklidin terki yolu ile “uyanıklık” ve “aydınlık”<br />

istiyordu, imanın aydınlığını… Bu nedenle o dinsel geleneği eleştiriye tabi tuttu ve<br />

İslam dünyasındaki taklitten, yeni kuşakların kendini batının kollarına<br />

bırakmasından donuklaşan, fikirsizleşen, muhafazakarlaşan ulemayı sorumlu<br />

tuttu. Çünkü onlar gerekli rehberliği yapmamışlar, sorunlara çözüm<br />

üretememişler ve Malik Bin Nebi‟nin dili ile söylersek toplumu sömürüye hazır<br />

hale getirmiĢlerdir.<br />

Şeraiti için asıl olan ıslahın, dini düşüncenin yeniden yapılanmasının bir<br />

devrim/dönüşüm ile neticelenmesi idi. Zira O iman ve amelin birlikteliğine<br />

inanıyordu. Soyut bir fikir onun için herhangi bir gerçekliğe sahip olamazdı. Fikir<br />

eylem içinde gerçekleşir. O İslam ki tevhid dinidir. Tevhid ise salt soyut bir<br />

hakikat değil, somut bir gerçekliktir. Din dünyaya müdahil olmalı, onu<br />

çözümlemeli, anlamlandırmalı ve değiştirmelidir. Çünkü akide, soyut bir<br />

bilgiler yığını değildir ve sosyoloji de akideden ayrı düĢünülemez. Akide<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

173


daima tarihin kalbindedir, dıĢında değil.. Öyleyse ne yapmalı? Nasıl<br />

yapmalı?<br />

ġeraiti, Ġslami akidenin özü olan tevhidin toplumsal bir yorumunu<br />

yapmanın peĢindeydi. Yani tüm “nas”ın bir olduğu, “şirk dini”nin görüntüsü ve<br />

gölgesi olacak herhangi bir ayrımın olmadığı, tüm Allahın kullarının bir olduğu bir<br />

toplumsal hayat inşa etmek istiyordu ve bunun için Şeraiti göre aydınlar, imanın<br />

özündeki değişimci, tevhidi mesajı açığa çıkarmalı ve gençlik başta olmak üzere<br />

halka gidilmelidir.<br />

O, dünyayı/bedeni dinin/ruhun üzerine inĢa etmek istiyordu. Onun için<br />

dini kavramları sosyolojik alize tabi tutarak “dünyevileĢtirdi”. Amacı,<br />

bakıĢları mezardan dünyaya çevirmekti. Cehennem ateĢinden önce<br />

dünyadaki yangını, yanı baĢımızdaki zulmü görmek gerekiyordu.<br />

Din yaĢama dokunmalıydı.<br />

Şeraiti hem kendi kuşağı için hem de bugün hala imanın, aşkın, felsefenin,<br />

irfanın, şiirin ve eleştirel düşüncenin kıvılcımını tutuşturan bir müzmin muhaliftir.<br />

Öyle bir muhalif ki konuşmalarında Ali, Ebuzer, Selma, Hüseyin, İkbal, Afgani,<br />

ismi ile Marx‟ın, Sartre‟in, Fanon‟un, Weber‟in, Carrel‟in isimleri yan yana<br />

gelmektedir. Batı sömürüsüne karşı çıkmakta fakat onu şeytanlaştırmamaktadır.<br />

Batının sömürü stratejilerinin maskesini indirirken Massignon‟a hakkını teslim<br />

etmektedir.<br />

Kendi kuşağına yeni bir perspektif, yeni bir iman bilinci kazandıran gençliğin<br />

coşkulu öğretmeni Şeraiti, bugün dahi gençliğe sahip olduklarını hatırlatarak,<br />

tanıtarak ve yorumlayarak özgüven aşılamaya devem etmektedir<br />

IV.<br />

Afgani ve Şeraiti inkılapçı idiler, ama bir demagog değil; ıslahatçı idiler, ama<br />

sadece ucuz tebliğci değil. Onlar taklit karşıtı idiler ama batıyı tümden/külliyen<br />

tahkir edici değildiler.<br />

“Olan olmuş”a ve “ne olacaksa olsun”a karşı çıktıklarından onların temel sorunu<br />

sorusu “ne yapmalı” ve “nasıl yapmalı” sorusu idi. Bu soru iman ve sorumluluk ve<br />

özgürlük bağışlayan, tüm boyun eğişleri reddeden bir düşüncenin eşiği idi.<br />

İnsanın kaderi değiştirebileceklerine iman etmişlerdi. Bunun yolu da “kendilerinde<br />

olanı değiştirmekten” ve irade etmekten geçiyordu. Fakat “irade sahibi olmak”<br />

için özgür olmak, özgür olmak için de bilinçli olmak gerekiyordu. Afgani ve Şeraiti<br />

insanın sorumluluğunu iptal eden kaderciliğe karşı çıkarlar. Aksisi özgürlüğün,<br />

sorumluluğun inkârı olacaktı ve kölelik ile sonuçlanacaktı.<br />

Afgani, küfrün tasallutu ile karşılaşan İslam dünyası maruz kaldığı sömürü<br />

vurgunundan kurtuluşun ve birlik özleminin sembolü ve kavim üstü/kavimsiz<br />

kavgacısıdır. Onun yaşamı İslamın/ümmetin birliğine duyulan özlemini somut<br />

ifadesi ve bizzat mücadelesidir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

174


Şeraiti‟yi Afgani‟ye bağlayan tema İslami uyanış ve antiemperyalistliktir.<br />

Şeraiti, ıslahatçı ve inkılapçı olarak aynı „acıyı/çağrıyı‟ omuzlamıştır. Onun<br />

çağrısı „özümüze dönmek‟ ve onurlu bir yaşam sürmek için omuzları üzerinde bir<br />

baş taşıma mücadelesidir.<br />

Her iki üstadında acelesi vardır, acil bir devrimci/değişimcidirler, ümmetin isyan<br />

etmesini ve sömürücüleri alaşağı etmesini ve kaderlerine hükmetmelerini<br />

isterler. Durum ihmale gelecek gibi değildir, behemehal harekete geçmek<br />

sömürünün ve sömürgecinin maskesini indirmek ve tahtından etmek<br />

gerekmektedir. Afgani bir umut için kıtaları dolaşmakta, bir sultan bir millet<br />

aramakta, Şeraiti ise zamandan tasarruf için hızlı konuşmakta, koşuşturmakta<br />

ve bir mucizeyi gerçekleştirecek bir geçlik ve halkı eğitmektedir.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

175


Bize „din‟den bahset (Ġhsan Eliaçık)<br />

Gündelik hayatta çok sık rastladığımız “Din ayrı dünya ayrı”, “Dini bu iĢlere<br />

bulaĢtırma”, “Yine mi dini konular?”, “Hoca camide” veya “Dünyaya çok<br />

daldık, biraz da dinden bahset” gibi serzenişlerle kendini ele veren<br />

bilinçaltımızdaki “din anlayıĢının”, bizim coğrafyalarda, iki bin senedir<br />

değişmeyen bir algılamaya dayandığını düşünmekteyim.<br />

Dinden bahsetmeyi, yaşayan hayattan ayrı bir buud (boyut) olarak algılayan,<br />

ruhlardan, ölülerden, atalardan, türbelerden, ayinlerden, ritüellerden bahsetmeyi<br />

dinden bahsetmek olarak anlayan Uzak Asya‟nın Şaman dinleri…<br />

İş tâ buralara kadar gidiyor.<br />

Bakın nasıl…<br />

***<br />

Eskiden Gök Tengri vardı şimdi yukarıda Allah…<br />

Eskiden şaman vardı şimdi şehy, hoca, dede, baba, pir…<br />

Eskiden ulular vardı şimdi kutuplar…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

176


Eskiden hacetleriyle gömülü kabirler vardı şimdi hacet kapısı türbeler…<br />

Eskiden kurban ayini vardı şimdi kurban bayramı…<br />

Eskiden uğursuz domuz yılı vardı şimdi domuz yemek haram…<br />

Eskiden ruh çağırma vardı şimdi ruhuna fatiha…<br />

Eskiden kutsal geceler vardı şimdi kandil geceleri…<br />

***<br />

Kanaatimce Türklerin Kuzey Avrasya dinleri (Şamanizm) formunda algıladıkları<br />

“din anlayıĢı” iki bin yıldır hiç değişmedi. Bu nedenle Türkiye‟de “ġaman-<br />

Ġslam sentezi” var. Dini hayat Şaman-İslam sentezinin birbirine karışmış<br />

görüntü ve ritüellerinden oluşuyor. Yani Türkler iki bin sene önce Şamanizm‟i<br />

nasıl anlıyorsa bugün İslam‟ı da öyle anlıyor. Orhun ırmağı kenarlarında din nasıl<br />

algılanıyorsa Dicle, Fırat, Gediz, Tuna boylarında da öyle. Ortaasyada bakış neyse<br />

Anadolu‟da da öyle…<br />

Dinin dipten akan esas formunda bir değişiklik yok. Sadece üstteki isim, etiket,<br />

figürler, şekiller ve semboller değişmiş.<br />

***<br />

Bu forma göre din dediğiniz bir takım ayin ve ritüellerden ibarettir; dün kurban<br />

ayini bugün namaz…<br />

Din dediğiniz bir meslektir ve mensuplarınca icra edilir; dün şaman bugün şehy,<br />

baba, dede, hoca…<br />

Din dediğiniz esasında öbür dünya ile ilgilidir; dün ölmüşler çağırılırdı bugün<br />

ölmüşlere okunur, din bu bağı kurar…<br />

Din dediğiniz esasında moralle ilgilidir; askeri ölüme hazırlamaya ve cepheye<br />

sürmeye yarar. Dün Altay dağlarına bugün Cudi‟ye…<br />

Din dediğinizin yeri esasında tapınaktır; dün şaman çadırında bugün camide…<br />

***<br />

Bu nedenle “Türkiye‟de çoğunluğun dini sorunları var” dendiğinde şu<br />

denmek istenir; namaz kılamıyor, başını örtemiyor, Kur‟an okuyamıyor, dini<br />

tahsil yapamıyor…<br />

Buna aynı din formatında şöyle cevap verilir: “Camiler açık, beş vakit ezan<br />

okunuyor, hacca gidiliyor, binlerce türbe ziyaret ediliyor, kandil gecelerinde<br />

mevlitler okunuyor, daha ne?”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

177


Yani bu ülkede “dini sorun” namazla, camiyle, başörtüsüyle, Kur‟an kurslarıyla,<br />

imam hatiplerle, mevlitlerle, türbelerle, musalla taşlarıyla ilgili bir sorundur.<br />

Öyle ya din daha başka nedir ki?<br />

Dinden bahsetmek bunlardan bahsetmektir.<br />

Şaman-İslam sentezine göre din bunlardan ibaret.<br />

İşin ilginç olanı Türkiye ikliminin neredeyse tamamı dini böyle anlıyor.<br />

***<br />

Peki, bir ülkede dinimsi bir şeyin değil de; gerçekten “Ġslam‟ın” var olduğunu<br />

nereden anlayacağız?<br />

Ne olursa oraya “Ġslam‟ın ruhu” damardan girmiş demektir?<br />

Hangi göstergelere bakacağız?<br />

Var olan anlayışa göre namaz kılanların sayısı artıyorsa….<br />

Örtülü kadınlar çoğalıyorsa…<br />

Camilerin sayısı artıyorsa…<br />

Şehirlerden gürül gürül ezan sesleri geliyorsa…<br />

Her yandan Kur‟an sesleri yükseliyorsa…<br />

Orada “din” var demektir, daha ne?<br />

Veya…<br />

Hırsızlık yapanların eli kesiliyorsa…<br />

Zina edenler taşlanıyorsa…<br />

Kadınlar kara çarşaflara bürünüyorsa…<br />

Mirasta kadına bir erkeğe iki pay veriliyorsa…<br />

Şahitlikte iki kadın bir erkeğe denk görülüyorsa…<br />

Dört eşliler her geçen gün artıyorsa…<br />

Oraya “Ģeriat” gelmiş demektir, daha ne?<br />

***<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

178


Birisi “nusuku” diğeri “haddleri” dinin göstergesi olarak görüyor.<br />

Nusuk yani namaz, ezan, oruc, hac, kurban, cenaze…<br />

Hadd yani el kesme, sopa vurma, ikiye bir pay…<br />

Halbuki bunların her biri birer araçtır. Amaç can, mal, ırz ve namus güvenliğinin<br />

sağlanmasıdır. Nusuklar manevi, haddler de maddi araç…<br />

Amaç ne? Tevhid ve adalet!<br />

Şeâir-i İslam bu, din bu!<br />

***<br />

Demek ki bir ülkede İslam‟ın var olup olmadığını anlamak için, Allah‟tan<br />

başkasına tanrılar gibi davranılıp davranılmadığına ve “suç oranlarına”<br />

bakacağız. Bu ikisine tevhid ve adaletin gerçekleşmesi diyoruz. Eğer bir<br />

toplumda bu ikisi cidden ete kemiğe bürünmüşse İslam oraya damardan girmiş<br />

demektir.<br />

Bugün Türkiye cezaevlerinde (İran, Suud-i Arabistan ve Amerika da oranlar pek<br />

farklı değil) 95 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların büyük çoğunluğu üç temel<br />

suçtan yatıyor; can, mal, ırz ve namus güvenliğini ihlal…<br />

Bunlar Kur‟an‟da “hukuku’l-ibad” (insan hakları) kapsamında değerlendirilen ve<br />

haklarında ceza (hadd) öngörülen yegane üç temel suç…<br />

Bunlar almış başını gidiyor fakat günde beş vakit ezan okunuyor, camiler dolup<br />

taşıyor, kandil gecelere akın var ve türbelerde mahşeri kalabalıklar toplanıyor!<br />

(Türkiye örneği).<br />

Ne işe yarar?<br />

Veya bunlar almış başını gidiyor siz hala el kesiyor, sopa vuruyor, mirası ikiye bir<br />

pay ediyor, iki kadını bir erkeğe denk görüyorsunuz! (İran, Suud-i Arabistan<br />

örneği).<br />

Ne işe yarar?<br />

İslam insanlara sırf ayin yaptırmak veya ceza çektirmek için değil; insanoğlunun<br />

asil arayışlarına yoldaş olmak ve toplumun sahici yaralarını sarmak için geldi!<br />

Bu nedenle “dini sorun” hayatla ilgili her sorundur. Hayat, acısıyla tatlısıyla<br />

yaşanıyorken dinde yaşanıyor demektir. Çünkü din hayatın ta kendisidir.<br />

Dini böyle almazsanız örneğin “adalet” meselesini dini bir sorun olarak<br />

göremezsiniz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

179


“Gelir dağılımındaki eĢitsizliğin” dinle alakasını kuramazsınız.<br />

“Tuzla‟da ölen iĢçilerle” dini gurupların hiç birisi ilgilenmez.<br />

Çünkü “dinden bahsetmek” bunları içermez. O ayrı bir şeydir.<br />

Oysa bu din “diri diri gömülen kız çocuklarının” feryad-u figanı olarak<br />

doğmamış mıydı?<br />

Gömülen çocuklar dinin en baş meselesi olamamış mıydı?<br />

Dini sorun demek esasında bu ve benzeri “hayata dair” sorunlar demek değil<br />

miydi?<br />

***<br />

Görülüyor ki Türkiye‟de “din” denince akla gelenin kökten bir dönüşüme ihtiyacı<br />

var. Bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu apaçık ortada.<br />

Çünkü “Koşup gelerek Uzak Asya’dan/ Bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” bu<br />

iklimin dipten akan din algısı iki bin senedir hiç değişmedi. Uzak Asya‟da nasılsa<br />

Akdeniz‟e uzandığında da aynı…<br />

Hun İmparatorluğu‟nda Şamanizm neye tekabül ediyorsa, Türkiye<br />

Cumhuriyeti‟nde de Müslümanlık ona tekabül ediyor.<br />

Bugün Türkiye‟de dine “nusuk” (ezan, namaz, hac, oruç, kurban, bayram, kandil,<br />

cenaze) çerçevesinin dışına çıkmayacak şekilde bir rol biçilmiş durumda. Bütün<br />

din bundan ibaret sayılıyor. Bu rol, Ortaasya yıllarında Şamanizme biçilen rolün<br />

figür ve ritüel değişikliğine uğramış haliyle hemen aynısı.<br />

Öte yandan dini, haddlerin (el kesme, recm, sopa, kısas, miras ve şahitlikte ikiye<br />

bir, çok eşlilik vs.) uygulanmasından ibaret “Arap karakterinde” görenler var.<br />

Onlara göre de bunlar İslam‟ın “ahkamı” olup bunlarsız İslam asla olamaz.<br />

Halbuki İslam‟ın olmazsa olmazları mihverinde “Cenâb-ı Hakk” adının<br />

olmasından da anlaşılacağı gibi gerçek, hak, adalet, doğruluk, dürüstlük,<br />

ahlak, iyilik, güzellik, söz, vefa, sadakat vb. hikmetli hükümler (evrensel<br />

değerler) dir. Bunlar dinin direkleri olup esasında “ahkâm” bunlardır. “Allah‟ın<br />

hükümleriyle hükmetmek”, bu ahkamı yani insanı kötülüklere karşı “gem„in<br />

azı dişlerine geçerek atı tutması” gibi tutan ve böylece onu yönlendiren, yücelten<br />

„hikmet/hukm‟leri hayata geçirmekten başka bir şey değildir.<br />

„Nusuk‟lar, hikmetli hükümleri (evrensel değerleri) boyuna yeniden üretmenin<br />

manevi araçları, „hadd‟ler de onları koruyup kollamanın maddi araçlarıdır. Manevi<br />

araçlar dinin direği olmamakla birlikte değişmezler. Oysa hadler hem dinin direği<br />

değildirler hem de zamana ve mekana göre uygulamada yenilenebilirler. Böylece<br />

gerçek hayat dininin kalbi, yaşamın temposu ile birlikte atar. Onu tapınak<br />

dinlerinden ayıran en önemli fark buradadır…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

180


***<br />

Bu nedenle Halil Cibran‟ın “Ermiş” kitabındaki şu muhteşem aneknotu “Bize<br />

dinden bahset” diyen çocuklarınıza anlatın;<br />

Bilge kiĢi ölmeden hemen önce halkını geniĢ bir meydanda toplar.<br />

Gerçekleri son bir kez hepsinin huzurunda dile getirir. Halkla arasında<br />

nefis bir diyalog kurulur.<br />

Halktan biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”<br />

Bilge anlatır, anlatır, anlatır…<br />

Bir diğeri “bize aĢktan, evlilikten söz et” der, anlatır…<br />

Bunu “alıĢveriĢ hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…<br />

“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…<br />

“Eğitimden bahset” derler, anlatır…<br />

“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…<br />

“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…<br />

Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge<br />

hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…<br />

KonuĢmasının sonuna doğru birisi “Bize „din‟den bahset” deyince Bilge<br />

Ģöyle cevap verir;<br />

“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”<br />

Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah‟ın saatleridir, bunlar bizim<br />

saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaĢadığımız hayat ve<br />

tüm davranıĢlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde,<br />

öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaĢamaktan daha güzel<br />

bir din olur mu?”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

181


Ġslâmcılığın Tatilden Tarih Sahnesine DönüĢü (Sever IĢık)<br />

I- Kriz<br />

Max Weber modernliği “dünyanın büyüsünün<br />

bozulması” olarak<br />

tanımlamıştı, yani modernite ile beraber insanlık<br />

artık “şey”lerin<br />

ardında gizem, aşkınlık, dünya üstü nedenler, öte<br />

varlıklar aramayı<br />

bırakarak her şeyin “nedenini” o şeyin içinde<br />

arama noktasına gelmişti;<br />

ki, bu her şeyin dikey düzlemden kopartılarak<br />

yatay/dünya düzleminde,<br />

aklın rehberliğinde “rasyonel olarak” yeniden<br />

tanzim edilmesi anlamına<br />

geliyordu.<br />

Gel gelelim ki son otuz kırk yılda yaşananlar,<br />

küreselleşmeye bağlı gelişen olaylar, siyasal denetim/egemenlik araçlarının<br />

gelişimi ile denetimin artmasına paralel olarak, “makro egemenlik” alanın dışında,<br />

sürekli gözden kaçan ya da tam olarak denetlenemeyen “mikro iktidar alanları”<br />

nın artması, küreselleşme ile beraber yerelliğin güç kazanması, yerel kimlik ve<br />

aidiyetlere vurgunun artması, insanın ayaklarının yerden daha fazla kesildiği bir<br />

dönemde ” toprak bağının” güçlenmesi, milliyetçi savaşlar, sürekli artan suç<br />

oranları, şehir yaşamında “kaos”un sürekli hale gelmesi, bireysel ve toplumsal<br />

şizofreni, tüketim çılgınlığı ve bunun dünyayı/doğayı tahrip etmesi sonucu oluşan<br />

huzursuzluklar ve çevreci hareketler, göç/mültecilik ve bunun sonucu oluşan<br />

küresel yeni ırkçılık türleri vb. modernleşmenin doğal sonucu olan problemlerle<br />

karşı karşıyayız.<br />

Modernliğin “ideal insani düzen”e doğru hareketi insanlık dışı sonuçlar doğurmuş,<br />

“modern idealler” insanlıkta hayal kırıklığı yaratmıştır. Tüm tasarımlara rağmen<br />

“ütopyalar” değil, otoriter yönetimler, “sürekli savaşlar” gerçekleşti. Bugün,<br />

insanlığı korumak için teknolojik zaferlerin akıl ve ahlak ile dengelenmesi<br />

gerekiyor. “İnançlardan amaçlardan ve kurtulmuş bir “araçsal akıl”, serbest<br />

hareket kabiliyeti ile tüm küremizi cehenneme çevirme imkan ve kapasitesine<br />

sahip.<br />

Nihilizm ve postmodern görececiliğin her şeyi/hakikati yok etmesi ve herkesin<br />

istediği herşey/hiçbirşey olması, onlarca yıldır bir “anlam krizi ve sorunu”<br />

yaratmış durumda.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

182


Barbarlığın medeniyetle atbaşı gittiği kabul edilen bir gerçek. Her medeniyet<br />

üretim ilişkilerine, yaşam kavrayışına paralel olarak ölümcül ilişkiler ve “ölüm<br />

biçimleri” ve cezalandırma sistemleri ortaya çıkarır.<br />

Yine bir vakadır ki hiçbir uygarlık günümüzdeki uygarlık kadar, insanı/insanlığı<br />

öldürme ve yok etme kapasitesine ulaşamamıştır. Bugün bir düğmeye basarak<br />

NBC silahlarla bir ülkeyi yok etmek mümkün ve bu denendi de. Son yüzyılda da<br />

savaşta ölenler 200 milyon civarında; bir o kadar da sakat ve yaralı var.<br />

İnsanlığın verdiği bedel ve harcadığı emek ise ölçülemez.<br />

Bunca savaş ve yıkımdan sonra “ilerleme”nin acının azalması, mutluluk ve refah<br />

demek olmadığı anlaşıldı. Modernitenin krizinin başladığı yer de burası.<br />

II- İmtihan<br />

Tüm bunlar olurken 19. yüzyılda siyasal<br />

çerçevelerini/organizasyonlarını kaybeden islam dünyası, birçok iç ve<br />

dış nedenin birleşmesine bağlı olarak toplum hayatındaki siyasal ve<br />

ekonomik belirleyiciliğini kaybederek geri çekilmiş “tarihte tatil”e<br />

çıkmıştı.<br />

İslam medeniyeti 20.yüzyılın son çeyreğin de modernleşme ile atbaşı<br />

giden emperyalizmin huzursuzluklarına karşı yeniden “sistem karşıtı<br />

hareketlerin” “direnişini” örgütleyen, “dayanışmayı” motive eden<br />

yegane güç olarak “tarihe geri döndü.”<br />

İslam kültürel donanım, davranış ve formasyonu ile bugün dünyadaki<br />

işgalci küresel imparatorluk düzenine karşı biricik alternatif olma<br />

özelliği/potansiyeli ile mücadele içine girmiştir. Elbette ki vahiy<br />

orjinli bir din olan İslam‟ın mücadelesini toplumun kolektif, kültürel<br />

hafızası ve bireylerin bilinci üzerinden yürütmektedir. Dinin hayata<br />

dönüşü -ki pratik olarak- hayata müdahalesi ve hayatı<br />

yönlendirmesi/belirlemesi günümüzün başat olgusudur.<br />

İslamiyet tatilden dönünce elbette ortalığı gülük gülistanlık<br />

bulmadı. Devran değişmiş, köprünün altından çok sular akmıştı. Daha<br />

önce hiç bir uygarlığın, insani etkinliğin, yapıcılığın ve<br />

yıkıcılığın ulaşamadığı bir modern medeniyet ile karşılaştı. Bu<br />

karşılaşma çetin oldu ve bu süreç devam etmekte.<br />

İslam, tüketim çılgınlığına, doğanın tahribine, çevrenin<br />

kirlenmesini durduracak, hayatın anlam ve değer kazanmasını sağlayacak<br />

alternatif bir zihniyet/paradigma olarak bugün modern medeniyet ile karşı<br />

karşıyadır. Küresel sistemin tekno-kapitalist tüccar şebekelerinin islam<br />

dünyasını hedefe yerleştirmeleri, propaganda aygıtına son gaz hız<br />

vermelerinin ardındaki neden islam‟ın değerler kavrayışı ve<br />

hiyerarşisidir. Bu değerler kapital sistemin istilasına set çekme,<br />

akıntıyı tersine çevirme potansiyeline sahip olup, kapitalist para<br />

babalarının çarkına çomak sokmaktadır.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

183


Fakat tüm bunların yanında islamı ve müslümanları bekeleyen handikaplar<br />

var. Bu açmazlarla hesaplaşma hem islamın, hem de dünyanın kaderini<br />

belirleyecek.<br />

Yeni “küresel epistemenin” beraberinde getirdiği yeni sosyal<br />

değişiklikler, müslümanların paradigmasını boşaltarak ya da deforme<br />

ederek siyasal/kültürel/iktisadi tasarımlarının işlevsiz kılmakta.<br />

Müslüman muhayyile bu paradigma tarafından yönlendirilmekte ve<br />

şekillendirilmekte, İslami düşüncenin içi belirsizleştirilmekte,<br />

kavramlar flulaşmakta, anlam kaybına veya genişlemesine uğramaktadır.<br />

Bugün batı küresel bir hegemonyasındaki dünyada “niteliksel ve<br />

niceliksel değişim” ve neoliberalizm müslümanların dilini<br />

dönüştürmekte. Ve giderek kamu ile uyumlu ama gelenek ile ilişkisi zayıf<br />

bir islam anlayışı oluşturmakta. Bugün islami kesimin sorunu<br />

dünyaya/iktidara talip olması fakat bunun dilini, argümanlarını hakkıyla<br />

geliştirememesidir. Örneğin, verili siyasi ve iktisadi dili<br />

dönüştüremeden olduğu gibi kullanmaları, itikadi olanın modanın<br />

alanına sokulması, vecibelerin “Seküler bir dil” ile sunulması ve<br />

savunulması…vb.<br />

“Tatilden dönen Müslümanların, kendilerini içinde buldukları modern<br />

kültür ile ilişkilerinde bir hastalıklı kavrayışla karşı<br />

karşıyayız. Alternatif olma iddiası ile ortaya çıkan Müslümanlar,<br />

bulundukları yerdeki “doğruların” karşısında yelkenleri fora<br />

etmektedir. Dönüşüm/değişim müslümanların “yaşama kavgasına”<br />

sirayet etmiş durum da. İslam bugün karşı çıktığı modern kavrayışı<br />

yeniden üretmektedir. Bütün dikkatler “forma” yönelmiş, “kanunların<br />

ruhu” göz ardı edilmektedir. Siyasal iktidar tahayyülü Müslümanları<br />

“makyavelist” bir çizgiye çekmekte ilkeli bir ahlaki duruşu sarsmakta;<br />

bu da islami ahlakın içerine sürekli “yeni ikamelerin” taşınmasına<br />

ve bünyenin yıpranmasına sebebiyet vermektedir; örneğin, müslümanlar<br />

kendilerini “ilerlene” mantalitesi içinde anlamaya ve konumlandırmaya<br />

çalışarak onaycı bir yaklaşım geliştiriyorlar.<br />

İslamiyetin meydan okuyuşundan bir “uyum/intibak dili” geliştiriliyor.<br />

Siyasi ve ekonomik hayatlarını modernize eden İslami kesim, sosyal<br />

hayatını da modernize etme eğimine girmiştir. “Müslüman her şeyin<br />

güzeline layıktır” gibi içeriği belirsiz bir önermeye sığınılarak<br />

“tüketim kültürü” meşrulaştırılmakta ve çağdaşlıklarını ispat<br />

için akıl almaz yollara başvurmaktalar; örneğin, israfın alabildiğince<br />

artması, beş yıldızlı otellerde, deniz kenarlarında, kumsallarda<br />

“tatil yapma” anlayışının islamileştirilmesi, turistik turlar,<br />

bedenlere salt estetik kaygılarla müdahale…Bedenin emanet olarak<br />

algılanmasının “mülk” olarak dönüşmesi, estetik beden hayaletine<br />

vurulan müslüman kadınlar için “İslami defileler!” …Namusu kadına<br />

eşitleyen erkeklerin, kendileri için birçok şeyi “caiz” görmesi; “vitrin<br />

kadınlar” taşımak, sekreterlerle aşk ilişkisi, lüks turlar, jipler,<br />

kaçamaklar, kendileri için uygun gördüklerini kadınlar için uygun<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

184


görmeyen ataerkil tutumlar… Giderek islam kültürü adına, modern bir<br />

kültürün karikatürü ve taklidi olan yeşil pop, konser kültürü, marka<br />

merakı, “birinci sınıf dünyalar için” alış-veriş mabedlerinin<br />

kapılarını aşındırma, burjuva mekanlarının islamileştirilmesi,<br />

islamcı sermayenin benzer kapital statü görüngülerine<br />

başvurması…Sonuçta oluşan şey “kapitalizmin islami versiyonu.” Ve<br />

“islami ahlak”ın güme gitmesi.<br />

”Sahih” ve “sahici” bir karşı koyuş iddiası ile yola çıkan<br />

müslümanlar, modernitenin ilişkilerini, zaman ve mekan bilincini temmelük<br />

etmekte. İslamcılık kendi mekanlarını “yaşam alanlarını” ve<br />

“zaman algısını” yeniden üretemeyince kafeleri ve kafe kültürünü<br />

tüketmektedir.<br />

Bir süredir “mahremiyetin” “şov” a dönüşmesine şahit olmaktayız;<br />

romantik islamcılar tüketimi artırmak/kasaları doldurmak için ilan edilen<br />

her “özel gün” ü sahiplenerek meşrulaştırmakta ve bu babdan olmak üzere<br />

aile hayatlarını kamuya açmaktadırlar. Kocaman adamalar gazete eklerinde,<br />

TV. programlarında sevgililer günü vesilesi ile birbirine yeniden ilan- aşk<br />

etmekte birbirleri ile yarışmaktalar.<br />

J. Berger‟in ifadesi ile söylersek diyebiliriz ki mahremiyet “kapilazmin<br />

fidyesi” olarak gözden çıkarılmakta. Sistemin yarattığı “mahremiyet<br />

ve cinsellik” modernite ve gelenek çatışmasının en bariz çatışma<br />

alanı durumunda “cinsel devrim”in değerleri bunun teşvik ettiği<br />

geleneksel rollerin terki, sürekli tatminsizlik”, teşhirin sınır<br />

tanımayışı, hedonistleşme, apolitik, hippi, sorumsuz “sev-genç” bir<br />

kuşak oluşmuş durumda ve bu sürekli hale gelmekte.<br />

Foucault‟nun dediği gibi cinselliğin bir “günah çıkartma” algısı<br />

içerisinde, sürekli konuşularak ve teşhir edilerek, deşifrasyona<br />

kışkırtılması “hayatın giderek anonimleşmesi ve<br />

kamusallaşmasın beraberinde getirmiştir. Artık yaşam, değerlerden arınan<br />

BBG evlerinde izlenen bir “şova” dönüştü.<br />

Dünyamız giderek Sodom ve Gomore ye dönüşmekte<br />

Biyolojik krallık kadın ve erkek ilişkilerini temelden sarsacak maddi<br />

koşulları da yaratma imkanına sahip durumda. Ahlaki normların tasfiyesine,<br />

cinselliğin kışkırtılmasına, tüketime sunulmasına, itirafa<br />

zorlanmasına, günahın deşifrasyonuna, rijit bir şekilde sokağa<br />

taşmasına, yatakların ortalık yere serilmesine karşı yeni bir emanet<br />

beden/gövde anlayışı ile “cinsel faşizme” ve onun “mal/ mülk<br />

beden” kavrayışına ve “unisex/cinsiyetsileştirme” politikalarına<br />

karşı çıkılmalıdır.<br />

Müslümanlar dünyanın sorunlarından dolayı sorumluluk altına<br />

girmelikler.<br />

III- Ve Umut<br />

M. Watt İslamın üç Helenistik dalga ile karşılaştığını söyler,<br />

bunlar:<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

185


1. Dalga: İslamiyet‟in yükseliş devrinde genişleyen fetihler sonucu<br />

Süryanice üzerinden klasik Yunan kültürü ile karşılaşması.<br />

2. Dalga:10.ve13.yüzyıllardaki Haçlı Seferleri ile islamiyeti‟n yıkıcı<br />

bir saldırı sonucu “Batı” ile karşılaşması<br />

3. Dalga: Tüm yerküreyi kuşatan ve halen yayılma istidadı gösteren<br />

“Modernliğin yayılması.”<br />

İslamiyet ilk iki dalgayı entelektüel gücünün zirvesinde olduğundan<br />

karşılaştığı, rahatlıkla, “karşı kültürün” “hasen” bulduğu<br />

kısımlarını da temellük ederek atlattı.<br />

El‟an karşı karşıya olduğumuz modernlik ile olan<br />

karşılaşma/hesaplaşma devam etmekte; ki, bu sefer askeri ve entelektüel<br />

donanımı çok daha güçlü olan bir karşılaşma bu. Bu karşılaşmanın<br />

ilk hamlesinde modernite, kadim kültürleri adeta “kronik bir krize”<br />

mahkum etmiştir. İslam dünyasında ve eşzamanlı olarak tüm dünyada<br />

emperyalizm olgusu ile atbaşı gelişen/giden modernlik, yaşlı<br />

gezegenimizin şimdiye kadar gördüğü en güçlü ekonomik, siyasal ve<br />

kültüre taarruz ve tasallut ile karşı karşıya bırakmış ve ulaştığı<br />

her yerde/toplumda “yakıcı bir ateş” halinde geleneksel kültürlerin<br />

kimisini tamamen, kimisini de kısmen yok etmiş, bir kısmı ise deformasyona<br />

uğratmıştır.<br />

Tüm bu huzursuzluklarına/ kötülüklerine rağmen hiç bir medeniyet<br />

tümüyle kötülüğe/yanlışlığa/ barbarlığa indirgenemez. Böyle bir<br />

kavrayışın kendisi medeniyet kavramının içeriğine ve anlamın<br />

aykırıdır. Çünkü “insani olmayan” bir şey medeniyet olarak<br />

adlandırılamaz.<br />

Modernite kültürel kavrayışımızı, hayat anlayışımızı bize<br />

sundukları ile adeta geri dönüşümsüz olarak değiştirmiştir; örneğin,<br />

siyasal demokratizasyon, kültürün demokratikleşmesi ekonomik refah, bolluk,<br />

kolaylıklar, okuma yazmanın yaygınlaşması, ulaşım ve iletişim<br />

araçlarının baş döndürücü hızı ve gelişimi, insanın ilişkilerini<br />

dönüştürmesi, insanı bir yere, ülkeye, toprağa mahkümiyetten<br />

çıkarması…vb gelişmeler, bazı menfi sonuçlarına rağmen tüm bunlar<br />

modernliğin kazanımlarıdır.<br />

Ve bunları “başka bir yere ait” “yabancı” “Avrupai” renge/posta bürünmüş<br />

olarak algılamak nitelemek “ucuz hamasi analizlerle” dışlamak çözüm<br />

olmasa gerek. “İktisadi araçsal akıl” ile, karşı kültürlerin<br />

“kapital değer”e sahip olan kısımlarını masseden bu obur uygarlık ile<br />

mücadele son derece çetin; fakat, imkansız değil.<br />

Medine de başlamış bir medeniyet olarak sorunlarımızı medeni bir şekilde<br />

vahyin ışığı ile aydınlanmış incelmiş insani bir entelektüel bir<br />

akıllın aydınlığında çözmeye çalışmamız gerekiyor.<br />

Din bugün “meydan okuma dili” olmuştur. Modernitenin “meta<br />

anlayışına”, zaman ve mekan kavrayışına karşın, yaşamı yeniden<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

186


anlamlandırmalı, insan ve Tanrı arasındaki “aidiyet” bilincini<br />

güçlendirmelidir.<br />

İnsansı Yunan merkezli teolojik kavrayıştan farklı olarak, insanı<br />

Tanrı‟nın karşısına koymayan, onu “eşrefi mahlukat” olarak<br />

tanımlayan İslamın bedeni “mülk” değil, “emanet” olduğuna dair<br />

algısı, insanları bir çok sorundan koruma kapasitesine sahiptir.<br />

Kanaat, sabır, tevekkül, emek, alın teri, yardımlaşma, hayırda yarışma,<br />

temizlik, doğruluk gibi değerleri ile ribayı, fahiş kar oranlarını,<br />

toplumsal sefaleti günah olarak algılaması ve israfa karşı olması,<br />

tüketim toplumundaki tahribatı önlemek için rekabetin yakıcı<br />

yıkıcılığına karşı çıkması, insani dayanışmayı öngörmesi,<br />

güce, paraya ve mala değil; adalete dayalı insan tasavvuru ile, içten içe<br />

işleyen bir iktisadi akılla yaşlıları toplumdan dışlamayan, hayata dahil<br />

eden insaniliği ile modern kültürün karşısında durmaktadır; ki bu<br />

duruş bugün yegane “sahih ve sahici” meydan okuyuştur.<br />

İslam insanlığı dertlerine derman olma potansiyeline sahiptir. Reçetenin<br />

oluşumu ise müslümaların entellektüel cehdine ve idrak gücüne bağlı<br />

olarak oluşacaktır. Bugün modernite, aklın arabasına koşmayan tüketmeyen<br />

tüm kültürleri ve yaşam biçimlerini “gerici”, “ilkel”,<br />

“bağnaz”, ve illegal ve “terörist olarak mahküm etmekte ve<br />

yaftalamaktadır. İslamın modernlikle çekişmesi, hayatın kültürel<br />

kodlarının, kapitalize olup olmaması üzerinden yaşanıyor.<br />

Çözüm “süreklilik ve değişim” içinde aranmalıdır.<br />

Ataların dini üzerinde ısrara etmeden(2/70) “dinsel bir bürokrasi”<br />

oluşturmadan. “karşılıklı anlaşama” içerisinde yeni bir iletişim<br />

dili inşa etmemiz gerek. Oluşturacağımız yeni dil (lingua islamica)<br />

İslami insanı (homo islamicus) ortaya çıkaracaktır. Geliştirilen<br />

çözümlerde, siyasal ve toplumsal projelerinde “mutlakiyetçi bir din” ve<br />

“din dili anlayışı”na karşı çıkmalı ve kendi siyasal dilinin,<br />

amaçlarının oluşumu peşinde olmalıdır<br />

Sürekli değişen dünyada yerelliğe gömülmeden, içe kapanmadan<br />

muhafazakarlaşmadan yeni kutuplaşmalara kaşı çözümler üretilmelidir.<br />

“Fetihçi” modern dünya/doğa kavrayışını da aşarak, insanı kendine<br />

yanancılaştırmayan, işçi hakları kadın haklarını güvence altına alan,<br />

sömürünün önleyen, doğayı tahrip etmeyen çevreye uyumlu ekonomik bir<br />

sistem oluşturulmaya çalışılmalıdır. Zaten İslami iktisadi değerler<br />

doğruluk, temizlik, itimat, bağış, erdemleri değimlidir? Açlık ve<br />

sefalet varken temerküzü yasaklayan, fazla malı fakirin hakkı gören<br />

islami bir zihniyete/ çizgiye yaslanarak yola çıkmalıdır<br />

Ne yapılırsa yapılsın, islamın, yeni bir inanç yeni bir “insan ve dil<br />

tasavvuru” olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu islamın “raison<br />

détre(varlık nedeni)‟sidir”. Ve hiçbir zaman “islam amaçlar/erekler<br />

krallığını terk etmez.”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

187


Cihadizm ve Cihad aynı Ģey değildir (Mustafa Akyol)<br />

11 Eylül 2001′deki terör eylemlerinden bu yana,<br />

Avrupa Müslümanları, terörizmin potansiyel zemini<br />

olarak görülüyor ve büyüteç altına alınıyorlar.<br />

Meselâ 2005′te Londra‟da yaşanan ve 70′nin<br />

üzerine masum insanın yaşamına mal olan<br />

„barbarca‟ saldırı, bu büyüteci biraz daha<br />

kalınlaştırdı. Gerçi Müslüman liderler eylemleri<br />

güçlü bir biçimde kınadılar, Tony Blair “Biliyoruz ki<br />

Müslümanların büyük çoğunluğu teröre bizim<br />

kadar karşı” dedi. Ancak sorun ortadan kalkmış<br />

değil.<br />

Sorun şu: Terör eylemleri, bir avuç fanatik militan<br />

tarafından gerçekleştiriliyor, ama biraz daha geniş bir Müslüman kitle tarafından<br />

benimseniyor. İngiltere‟deki Müslümanlar arasında yapılan bir araştırma, Usame<br />

bin Ladin‟i haklı görenlerin oranının yüzde 13 olduğunu göstermişti ki, bu endişe<br />

etmek için yeterince yüksek bir rakam. Ben de iki yıl önce Londra‟daki Müslüman<br />

öğrencilere verdiğim bir konferansta, blucin ve tişört giyen Pakistan asıllı iki<br />

gencin Bin Ladin‟i „Mehdi‟ olarak gördüklerini öğrenmiş ve hayrete düşmüştüm.<br />

Peki sorun ne? Batı‟da „Sorun İslam‟da, bu din nefreti öğütlüyor‟ diyenler var.<br />

Oysa yanılıyorlar. Gerçekte radikalleşen Avrupalı Müslümanların krizi, İslam‟dan<br />

değil, onun da yanlış yorumlanmasına yol açan bir dizi sosyal, siyasi ve tarihi<br />

problemden kaynaklanıyor.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

188


Göçmenler ve çocukları<br />

Sayıları 15 milyonu aşan Avrupalı Müslümanların büyük bölümü ekonomik<br />

yönden çok dezavantajlılar ve topluma çok az entegre olmuş haldeler. Çoğu,<br />

Avrupa‟ya İkinci Dünya Savaşı sonrasında işçi olarak gelen göçmenler ve onların<br />

çocukları. Bu göçmenler, Avrupa‟ya kıyasla oldukça fakir ülkelerden ve dahası bu<br />

ülkelerin de sosyoekonomik yönden en alt düzeyinden geldiler. Almanya‟daki<br />

Türk işçilerin bu yüzden Alman toplumundan uzunca bir süre izole olduklarını<br />

biliyoruz. İngiltere‟deki Pakistan ve Bangladeşlilerin, Fransa ve İspanya‟daki<br />

Kuzey Afrika kökenlilerin ve Avrupa genelindeki Ortadoğu kökenli Müslümanların<br />

çoğunun kültürel izolasyonu daha da ileri boyutta. Kültür ve dil farklılığından<br />

kaynaklanan izolasyona, bir de ırk farkı eklendiğinde, ayrım iyice keskinleşiyor.<br />

Aslında Avrupa‟da yaşayan Müslümanların çoğu bu ayrımdan pek de şikâyetçi<br />

değil. Özellikle yaşlılar, yabancı bir toprakta kendi yaşam biçimlerini sürdürmeye<br />

çalışıyor. Ancak çocukları bir tür kimlik ikilemi yaşıyorlar: Onlar için vatan, ne<br />

babalarının ata yurdu, ne de içinde yaşadıkları ülke. Bu nedenle söz konusu<br />

gençler, Fransız uzman Oliver Roy‟un ifadesiyle „kültürel yönden köklerinden<br />

koparılmış‟ durumdalar.<br />

Ġslam‟ın modern yorumuna ihtiyaç<br />

Söz konusu genç Avrupalı Müslümanların kimlik bunalımının temel bir nedeni,<br />

modern yaşam ile uyumlu bir İslam yorumundan yoksun olmaları. Çoğu, İslami<br />

gelenekler ile Batılı yaşam tarzları arasında bir tür orta yol buluyor, ama bu orta<br />

yol girişimleri, doktrinsel bir dayanaktan yoksun oldukları için, bazen de bir<br />

gerilim ve suçluluk duygusu üretiyor. Ve işte bu suçluluk duygusu, modernleşmiş<br />

genç Batılı Müslümanların bazılarında ters bir etki yaratıyor ve bir kimlik krizi<br />

sonucunda İslam‟ın en radikal yorumlarını -daha doğrusu yanlış yorumlarınıbenimseyebiliyorlar.<br />

Bu yanlış yorumları ısrarla yayan, Suudi sermayesi ile<br />

beslenen radikal imamlar da zaten ortalıkla dolaşıyor ve pek çok camiye egemen<br />

durumdalar.<br />

ABD‟ye yönelik 11 Eylül saldırısını düzenleyen teröristlerin çoğu, işte bu şekilde<br />

„yeniden doğmuş‟, yani önce modernleşip sonra birden radikalizme savrulmuş<br />

gençlerdi. Londra‟ya yönelik saldırıyı düzenleyenlerin de yine böyle „modern<br />

gençler‟ olduğu ortaya çıktı.<br />

Fransız uzman Oliver Roy bunlara „neofundamentalist‟ veya „cihadist‟ adını<br />

veriyor ve bunlar ile yalın İslam arasındaki farkı vurguluyor. Roy‟a göre<br />

„cihadizm‟ dini argümanlardan çok siyasi sloganlara dayalı. Dahası cihadistler,<br />

pek çok geleneksel İslami kuralı hiçe sayıyorlar.<br />

Örneğin İslam fıkhı, savaş sırasında sivillerin korunmasına vurgu yapar.<br />

Cihadistlerin sivillere yönelik terör eylemlerinde, bu prensip açıkça çiğneniyor.<br />

Bu konuda en çok yazıpçizen Batılılardan biri olan Daniel Pipes ise „cihadizm‟i<br />

„militan İslam‟ diye tanımlıyor ve bunun İslam‟dan farkını şöyle özetliyor:<br />

“Geleneksel İslam, insanlara Tanrı‟nın rızasına uygun olarak yaşatmayı öğretme<br />

amacında; militan İslam ise yeni bir düzen kurma peşinde.”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

189


Peki bazı Avrupalı genç Müslümanları etkisi altına alan „cihadizm‟ neden<br />

birdenbire yükseldi? Bir genelleme yaparsak, üç temel cevap bulabiliriz.<br />

Kökenlere iliĢkin üç cevap<br />

Birincisi, Avrupa‟daki Müslümanların ve genel olarak da İslam dünyasının fakirliği<br />

ve umutsuzluğu. Aslında İslam adına hareket eden radikallerin ve teröristlerin<br />

çoğu cahil ve fakir kesimlerden değil, aksine eğitimli ve hali vakti yerinde<br />

insanların arasından çıkıyor. Ancak aynen burjuva ailelerden gelmesine rağmen<br />

„proletarya‟ için kapitalizmle mücadele eden solcu entelektüeller gibi, onlar da,<br />

baskı altına alınmış, fakirleştirilmiş ümmet için kendilerini feda etmek gerektiğine<br />

inanıyor.<br />

Leninist bakıĢ açısı<br />

Bu noktada cihadizm denen ideolojiyi kuranların -örneğin Seyid Kutb, Ali Şeriati<br />

ve Mevdudi‟nin- Marksist-Leninist ideolojiden önemli öçüde etkilendiklerini de<br />

belirtelim.<br />

Emperyalistler tarafından kotarılan ve onların yerli temsilcileri olan kompradorlar<br />

tarafından desteklenen küresel bir komploya inanan komünistler gibi, cihadistler<br />

de, İslam dünyasının fakirlik ve güçsüzlüğünün, Batı‟nın ve onun yerel<br />

destekçilerinin yürüttüğü bir komplonun sonucu olduğunu düşünüyorlar.<br />

Bu düşünceye göre, İslam dünyasının mevcut sorunlarından kurtulması için,<br />

eğitim düzeyini, verimliliğini veya sağlık şartlarını yükseltmek yerine, onu<br />

„ezenlere‟ saldırmak gerekiyor.<br />

Kuran‟dan ziyade Lenin‟in „emperyalizm‟ teorisine dayanan bu cihadist ideolojinin<br />

Çakal Carlos gibi yeminli Marksistlere cazip gelmesi, bir tesadüf değil…<br />

İslami radikalizmin ikinci bir kaynağı, Batı‟nın geçmişteki veya güncel politik<br />

suçları. Batı karşıtı duyguların en belirgin kaynakları, İngiltere ve Fransa‟nın<br />

sömürgecilik geçmişleri ve ABD‟nin Soğuk Savaş boyunca Ortadoğu‟daki bazı<br />

diktatörlükleri desteklemiş olması. Filistin trajedisi de cabası…<br />

Cihadizmin kökenleri hakkındaki üçüncü açıklama ise, gelenekçi İslam ile modern<br />

dünya arasındaki kültürel uçurum. Gelenekçi Müslümanların bir kısmı tarafından<br />

sergilenen premodern yaşam tarzı (ki bu premodern öğeler, İslam‟ın özünde<br />

olmadığı halde öyle sanılıyor) İslam ve modern yaşam arasında uzlaşmaz bir<br />

çatışma olduğu izlenimini yaratıyor. Söz konusu gelenekçi Müslümanların çok<br />

büyük bölümünün terörizmle bir ilgisi yok, ama onların modern dünya ile<br />

uyumsuzlukları, cihadistler tarafından, Batı‟yla çatışmak için bir neden olarak<br />

görülüyor.<br />

Dar-ül Harbe son<br />

Anlattığımız bu olgular, barış isteyen Müslüman liderlerin ve entelektüellerin<br />

önüne önemli görevler koyuyor:<br />

Öncelikle, cihadizm ve onun yarı-Marksist dünya görüşü ile, İslam‟ı ayırt etmek<br />

lazım. İslam, „Batı‟ya karşı „Doğu‟nun silahı değil; tüm insanlığa yönelik bir ilahi<br />

mesaj…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

190


Batı‟ya yaklaşırken bunu bilmek ve düşmanca tepkiler vermek yerine yapıcı<br />

eleştiriler getirmek gerekiyor.<br />

Yapılması gereken bir diğer önemli çaba ise, İslami gelenekte yer alan, fakat<br />

bugüne hitap etmeyen bazı kavramları yeniden anlamlandırmak. Örneğin sık sık<br />

tartışılan ve dünyayı „Darül Harb‟ ve „Darül İslam‟ olarak ikiye ayıran geleneksel<br />

doktrini ele alalım. Kuran‟da yer almayan bu kavramlar, İslam‟ın ilk yüzyıllarında<br />

Müslüman fakihler tarafından geliştirilmişti. O zamanın dünyasında bir<br />

Müslüman‟ın, yabancı bir toprakta güvenli olarak İslam‟ı yaşaması ve tebliğ<br />

etmesi mümkün değildi. Ancak zaman değişti. Bugün açık bir dünyada yaşıyoruz<br />

ve Müslümanlar dünyanın dört bir yanında inançlarını yaşamak ve yaymakta<br />

özgürler. Özellikle de Batılı liberal demokrasilerde.<br />

Bu, Batı‟daki Müslümanların kendi inançlarını güzel örnekler sergileyerek temsil<br />

edebilecekleri ve diğer dinlerle barış içinde yaşayabilecekleri anlamına geliyor. Bu<br />

mümkün ve zaten İslam‟ın asıl mesajı da bu… Kuran, insanların ayrı gruplara<br />

bölünmüş olmasının, „çatışmak‟ için değil „tanışmak‟ olduğunu haber veriyor.<br />

(Hucurat Suresi, 13)<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

191


Hitamuhu Misk – Mustafa Ġslamoğlu‟nu Anlamak<br />

(Tuncay Yılmazer)<br />

29 Haziran günü, İstanbul Gösteri Merkezi‟nde mahşeri<br />

kalabalık Mustafa İslamoğlu Hoca‟nın 525. son tefsir<br />

dersini dinlemek için toplandı. 1992 nin Ekim ayında<br />

İstanbul Fatih‟te Fatiha suresinin tefsiriyle son derece<br />

mütevazı bir mekanda çok az sayıda kişiyle başlayan<br />

tefsir dersleri , onbeş yıl sonra binlerce kişinin katılımıyla<br />

(Televizyonları başındakileri de katarsak bu sayı çok daha<br />

fazla kuşkusuz) sona erdi.<br />

Böyle bir töreni neredeyse dört saat boyunca bir merdivenin başında izleyebildim,<br />

not almaya çalıştım. Ara koridorların bile Kur‟an dostlarınca doldurulduğu,<br />

inanılmaz derecede duygu yüklü geçen bu son derste Mustafa İslamoğlu‟nun<br />

Kur‟an-ı Mübin-i okumaya , anlamaya ve çok daha önemlisi yaşamaya çağıran<br />

derslerinin sonuncusunu dinlemeye nail oldum. Amerika‟dan Azerbeycan‟a kadar<br />

dünyanın dört bir yanından gelmiş binlerce insanla birlikte…<br />

İtiraf edeyim Mustafa Hoca‟nın hemen hemen tüm kitaplarını okusam da çok<br />

istememe rağmen tefsir derslerinin müdavimi olamadım, çok az derse<br />

katılabildim. Eminim bu derslere daha sık gidenler, dikkatle takip edenler<br />

yüreklerinde heyecanları çok daha fazla hissetmişlerdir. O derslerin lezzetini<br />

alanların , Allah‟u Teala‟nın kendileriyle konuşmaya tenezzül buyurduğu o yüce<br />

kitaba bakış açıları değişiyor. Mustafa Hoca‟nın da ifadeleriyle söylersek, vahyin<br />

kendilerini inşa ettiği dönemde Müslümanlar dünyanın öznesiydiler. Ancak<br />

Kur‟an‟dan uzaklaşma beraberinde nesneleşmeyi getirdi. Müslümanlar vahyi<br />

kılavuz edip kendilerini yükselteceklerine zaten yüce olan Kur‟an‟ı mübini daha da<br />

yüceltmeye kalktılar. Ayetlerin maksadı göz ardı edildi, manaları değiştirildi. İlahi<br />

kelam lafza indirgendi.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

192


Mustafa İslamoğlu‟na göre vahiy önce insanın tasavvurunu, daha sonra aklını<br />

sonra da şahsiyetini inşa eder. Bu aşamaların sonuncusu da “Hayatın yeniden<br />

inşasıdır.” Vahyin inşa ettiği en güzel örnek insan Hz. Peygamber (S.A.V ) dir. O<br />

bizler için en güzel örnektir. ( Bu önemli, çünkü söz konusu törenle ilgili bazı<br />

internet sitelerindeki okuyucu yorumlarını okuduğumda , hocanın sünneti<br />

reddettiğini, hadislere önem vermediği gibi bir takım yorumlarla karşılaşmak<br />

gerçekten üzücüydü. Kötü niyetli olanları bir taraf bırakırsak , eleştirenlerin<br />

Mustafa İslamoğlu‟nu hiç okumadıkları, dinlemedikleri anlaşılıyor. Gittiğim sadece<br />

birkaç derste bile Hz. Peygamber‟den örnek verdiğinde sesinin titrediğini,<br />

gözlerinin dolu dolu olduğunu gördüğüm bir alim hakkında nasıl böyle<br />

yorumlarda bulunulur? Anlamak güç doğrusu…Keza mezhebsiz yorumları da<br />

vardı. Oysa hocanın vurgusu bellidir. Hangi mezhebin, cemaatin, partinin üyesi<br />

olursanız olun, dikkat edin bu kurumlar dininizin yerine geçmesin ! ) Sahi bakın<br />

şöyle etrafınıza… Kendi mezhebini dini haline getirmiş, kendi cemaatinin tüm<br />

görüşlerine tereddütsüz iman etmiş kişiler yok mu?<br />

Son derse katılanlar da Mustafa Hoca‟nın artık kalplere nakşetmiş bazı vurgularını<br />

yeniden dinleme imkanı buldular.<br />

Şeytan Allah‟ın rakibi değildir. Allah‟ın kuludur. Adem‟den tek farkı ise günah<br />

işlemesi değil, günahında ısrar etmesidir…. Batının şeytan tasavvuru yanlıştır…<br />

Hayatta hiçbir şey Allah‟tan bağımsız değildir…. İman en büyük imkandır….<br />

Müşrikler ilah‟a karşı değil rab olmasına karşıydılar… İsti‟aze akla aldırılan<br />

abdesttir. Aklınız abdestli değilse bedeniniz abdestli olsa ne yazar?…. vs. vs.<br />

Ve Kur‟anın ebedi mesajlarından biri kabul ettiği , en sık tekrar ettiği ayetlerden<br />

biri tabi ki;<br />

” Eğer biz bu Kur‟an-ı bir dağa indirmiş olsaydık, o‟nun Allah‟a saygıdan kendini<br />

yerlere atıp şerha şerha dağıldığını görürdün. İşte bu türden temsili anlatımları ,<br />

insanların önüne belki düşünürler diye koyuyoruz” ( Haşr Suresi , 21. Ayet )<br />

Yukarıdaki satırları, Mustafa İslamoğlu‟nun düzenli derslerine katılanlar belki de<br />

çok daha iyi ifade edebilirlerdi. Tembel bir izleyicinin yazdığı ancak bu kadar olur.<br />

Hitamuhu Misk adı verilen tören “son ders” gibi nitelense de aslında her şeyin<br />

daha yeni başladığının işaretiydi. Çoğumuz “Allah‟ın kendileriyle konuştuğu” o<br />

ilahi kelamı, vahyi daha iyi anlama, yaşama, Hz. Muhammed (S.A.V )‟ de tanıma<br />

arzusunda. Buna eminim. Bunu başarabilecek miyiz? İmanı olanlar için imkân çok<br />

kuşkusuz…<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

193


Din Olmadan Ahlak Olur mu? (Mustafa Akyol)<br />

Ülkede bir tarafta “darbe” olurken öteki tarafta<br />

felsefi konuları tartışmak zor. Ama imkânsız<br />

olmadığı gibi gerekli de. Şerif Mardin Hoca‟nın<br />

“Kemalizm, iyi, doğru ve güzeli tarif etmede<br />

sığ kaldı” yorumu üzerine başlayan “ahlak”<br />

tartışması ise, ıskalanmaması gereken önemli bir<br />

konu.<br />

İsmet Berkan Radikal‟deki köşesinde üst üste bir<br />

kaç yazıyla bu konuyu ele aldı. Özetle, ahlakın<br />

kökeninin din olmadığını, dine dayanmayan (yani<br />

“seküler”) bir ahlakın da pekala olabileceğini ve<br />

zaten olduğunu söyledi.<br />

Peki durum gerçekten böyle mi?<br />

Önce şunu teslim edeyim: “Dinsiz” insanlar da pekâlâ ahlaklı olabilirler. Böyle pek<br />

çok birey gösterebileceğiniz gibi, oldukça seküler olan kimi toplumlarda epey<br />

sağlam bir ahlaka rastlayabilirsiniz. Örneğin İsveç, dini inancın epey zayıfladığı,<br />

ancak saygı, hoşgörü, tevazu, yardımseverlik gibi ahlaki erdemlerin güçlü olduğu<br />

bir ülkedir.<br />

Öte yanda da dindar olan (daha doğrusu kendini öyle tanımlayan) kimi insanların<br />

hiç de ahlaki davranmadığına tanık olabilirsiniz. Türkiye‟de hep ballandıra<br />

ballandıra tasvir edilen “sahtekâr dinci” portresine gerçekten de uyan tipler vardır<br />

kuşkusuz.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

194


Ama mesele bu kadar basit değil. Çünkü asıl soru, bireylerin dine referans<br />

vermeden ahlaklı olup olamayacakları değil. Asıl soru, dinden tümüyle bağımsız<br />

bir “ahlak anlayışı”nın inşa edilebilir ve korunabilir olup olmadığı.<br />

Bu çok önemli, çünkü “benim herhangi bir dini inacım yok” diyen insanların çoğu<br />

da, aslında topluma sinmiş olan din kökenli ahlaki değerlere inanıyor. İsveçliler<br />

bugün çok seküler olabilirler, ama inandıkları ahlaki değerler aslında<br />

Hıristiyanlık‟tan süzülerek gelmiş şeyler.<br />

Bu durum karşısında “ee, demek ki köken din olsa da, sonra bunlar laikleştirilip<br />

yola devam ediliyor” diyebilirsiniz. Ama mesele yine o kadar basit değil. Papa<br />

XVI. Benedict‟in işaret ettiği bir sorun var: Dini değerler, toplum sekülerize<br />

olduğunda da belki bir veya iki kuşak yaşıyor. Ama zamanla bu değerleri<br />

korumanın bir gerekçesi kalmamaya başlıyor. “İnsanlara karşı merhametli ve<br />

yardımsever olmalısınız” hükmü, din ortalıktan kaybolunca da bir süre etkili olsa<br />

bile, bir süre sonra birileri çıkıp şöyle diyor: “Bir dakika, niye öyle olacakmışız ki?<br />

Niçin canımız ne isterse onu yapmıyoruz?”<br />

Rus kökenli Amerikalı yazar Ayn Rand, işte tam da bunu söylemişti. Sadece ateist<br />

değil aynı zamanda da “din karşıtı” olan Rand‟in kurduğu felsefe, bencilliği ve<br />

diğer insanlara karşı umursamazlığı yüceltiyordu. Bugün Rand‟in romanlarından<br />

etkilenen milyonlarca insan, “sadece kendini düşün, kendini tatmin etmekten<br />

başka hiç bir amaç gütme” ilkesine inanıyor.<br />

İşte, dinden kopmuş bir kültürün böylesine gayrı-ahlaki bir yöne<br />

savrulmayacağının hiç bir garantisi yok. Ortada din gibi “toplum ve bireyler ötesi”<br />

bir referans kaynağı olmayınca, topluma ve bireylere “nasihat” verecek sağlam<br />

bir otorite de kalmıyor.<br />

Buna karşı, “insan doğası zaten özünde iyidir, kendi kendine doğruyu bulur” diye<br />

itiraz edebilirsiniz. Ama tarih boyunca yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz<br />

sayısız kötülük, sanırım insan doğası hakkında bu kadar iyimser olmayı epey<br />

zorlaştırıyor.<br />

Bir de şunu önerebilirsiniz: “Herkes, kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, öyle<br />

davransın.” Buna göre herkesin “başkalarının bana dürüst olmasını istediğime<br />

göre ben de dürüst olmalıyım” demesi gerekiyor. İyi, ama ya şöyle derlerse:<br />

“Başkalarına dürüst davranıyor gibi gözükeyim, böylece onları da dürüstlüğe<br />

teşvik edeyim, ama arada fark ettirmeden „işimi‟ göreyim.”<br />

Kısacası dine referans vermeden ahlak inşa etmek pek öyle kolay bir şey değil.<br />

Kemalizm bu kadar “sığ” olmasaydı bile, işi zordu.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

195


Komik Müslüman olur mu? (Mehmet Yılmaz)<br />

Ilımlı İslam lafı oldum olası rahatsız etti beni.<br />

Sanki ılıklaştırılması gereken, fazla sıcak bir<br />

şeyden bahsediliyormuş gibi geliyor insana.<br />

Militarizmin, bedava şiddetin, intiharın<br />

dinimizde yeri olmadığını bilmeyenler<br />

kullansınlar. Ama bazen Türkiye‟de doğup<br />

büyümüş yarı aydınlar da kullanıyor bu tuhaf<br />

sözü…<br />

Eğer geçirdiği cinneti İslam zannedenler ile bizi<br />

ayırd etmek istiyorlarsa normal Ġslam<br />

diyebilirler ya da sadece Ġslam. Ilıklaştırılmış,<br />

su katılmış halinin daha iyi/farklı olduğunu<br />

düşünenler ise önce İslam‟ın ne olduğunu bir<br />

anlatsınlar da bakalım ne biliyorlarmış.<br />

Geçelim. Benim gibi, çoğunluğu Müslüman<br />

olmayan yerlerde yaşayanların çevresi ister<br />

istemez yaşadıkları ülkenin gelenekleri,<br />

kanunları ve tabi “ötekilerin” önyargılarıyla ile<br />

şekilleniyor. Terör ve savaş kelimeleri bizim<br />

referansımız olan İslam ile özdeşleştikçe (teröristler ve gazeteciler sağolsun!)<br />

“Müslümanım” demek zorlaşabiliyor. Buna bir de Türkiye”deki başörtüsü yasağı<br />

gibi abuklukların batı medyasına getirdiği kafa karışıklığını eklerseniz manzara<br />

tamamlanır.<br />

Tabi mevcut yanlış anlaşılmaların ve önyargıların bütün sorumlusu bir avuç<br />

terörist, bir kaç gazeteci değil. Müslümanların önemli bir kısmı nerede yaşarlarsa<br />

yaşasınlar biraz içe kapanık, biraz fazla ciddî takılıyorlar belki de. İnsan<br />

maymunlaşabilir mi ? adlı yazımda derinlemesine anlattığım, hazza adanmıĢ bir<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

196


Tele Vole yaĢamı sürmek ile fazla kasmadan, “cool” bir biçimde İslam‟ı<br />

yaşamak arasında ne çok mesafe var oysa.<br />

Öyle zannediyorum ki bugünkü sorunlara ve geçmişin hatalarına kilitlenmiş<br />

biçimde yaşamak bir çözüm aramayı da engelliyor. Kendi hesabıma konuşacak<br />

olursam “toplumla bütünleşmiş” bir Müslümanlıktan yanayım. Evet, dinimin<br />

gereklerinden taviz vermeden ama hayatın gerçeklerini de göz ardı etmeden,<br />

vicdan sahibi gayrimüslimlerle iĢbirliği yaparak. Yobazlığın başladığı<br />

noktanın da bu olduğunu düşünüyorum: Bütün erdemleri Müslümanlara, kusurları<br />

ve aşırılıkları da Ateistlere, Hıristiyan ve Yahudilere atfetmek. Özeleştiriyi<br />

reddetmek, Müslümanların hatalarına kılıf aramak.<br />

“ALLAH beni komik yaratmıĢ”<br />

“ALLAH Made Me Funny” (ALLAH<br />

beni komik yaratmış) 3 Amerikalı<br />

Müslüman tarafından hazırlanmış ve<br />

gerçekten çok komik bir şov. The “word<br />

instead of sword” (kılıç yerine söz)<br />

diyen komedyenlerin kendilerini,<br />

amaçlarını anlattıkları güzel bir röportajı<br />

buradan okuyabilirsiniz. Gösterilerinden<br />

bazı alıntıları YouTube sitesinden<br />

izlemek mümkün. ABD‟de yaşayan<br />

değişik Müslüman toplulukların<br />

aksanlarıyla, Amerikalıların İslâm<br />

korkusuyla, Müslümanların kendilerini<br />

anlataMAyışlarıyla dalga geçen skeçler…<br />

Batılılarla iş veya başka sebeplerle yeni ilişki kurmak zorunda olanlara bir kopya<br />

vereyim: Kendisiyle, ülkesiyle, geldiği kültürle dalga geçemeyenlerin işi bu<br />

coğrafyada biraz zordur. Elbette Mehmet Ali Erbil gibi kendinizi rezil etmeyin;<br />

zaten ters tepecektir ama efeler gibi kasıla kasıla gezmenin, “Amman erkekliğe<br />

toz kondurmayalım” demenin de size bir faydası olmaz.<br />

Make çay, not war! (SavaĢ yapma, çay yap)<br />

Son yıllarda demokrasiyi ve liberal fikirleri savunan<br />

Müslümanların aslında bir tür dip dalgasının sadece<br />

görünen kısmı olduğunu düşünüyorum. Bir çok<br />

Müslüman hem birey olarak hem de ümmet olarak<br />

yaşamayı başarıyla bağdaştırıyor. Ancak “dışarıdan”<br />

bakanlar ya bir yapmacıklık ya da çelişki görüyorlar.<br />

Bunun bir okuma hatasından ibaret olduğu<br />

kanaatindeyim. Üçüncü Dalga adlı blogda bu konuda<br />

mutlaka okunması gereken makaleler var. İşte küçük<br />

bir alıntı:<br />

“Ulus-devlet bekcisi Kemalist’ler 2. dalganin<br />

savunuculugunu yapmaktadirlar. Merkez burokrasi, tek tipcilik (Turk ulusu etiketi<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

197


altinda) gibi sanayi kavramlarini savunmaktadirlar. Karsilarinda kim vardir? 1.<br />

dalgada olan koyluler mi?Bir derece evet fakat artik cogunlukla hayir.<br />

Kemalist’lerin buyuk bir hatasi sudur: O koylulerden buyuk bir kismi sehre<br />

gocetmis, servis/bilgi ekonomisine gecmis, ve bireyselleserek giysi/kiyafet/hayat<br />

tarzlari ile bu bireyselliklerini yasamayi istemektedirler. Yani Cumhuriyetciler 1.<br />

dalgayla savastiklarini zannetmekte fakat aslinda 3. dalga ile karsi karsiya<br />

gelmektedirler”<br />

Burada anlatılan ve Alvin Toffler‟e dayandırılan fikirlerin gerçek hayattaki<br />

yansımalaından bir örnek ise Style Islam adlı site. T-Shirt ve rozet gibi ürünlere<br />

çeşitli mesajlar basarak satan sitenin sahibinin Almanya‟da yaşayan bir Türk<br />

olduğunu okumuştum. Tabi 1ci ve 2ci dalga formatındaki arkadaşlar basit<br />

propaganda ile karşı karşıya olduklarını düşünecekler ilk bakışta ama önce<br />

Üçüncü Dalga sitesindeki Toffler ile ilgili makaleleri okuyup bir parça tefekkür<br />

etmelerinde fayda var. işte beğendiğim bir kaç mesaj:<br />

1. Savaş yapma çay yap,<br />

2. Gülümse, sünnettir,<br />

3. Terörizmin dini olmaz,<br />

4. Örtünmek: Benim hakkım, benim seçimim, benim hayatım.<br />

İslâm ülkelerinin ekonomisi, bilimi, felsefesiyle dünyaya liderlik ettiği asırlara<br />

dikkatle bakılacak olursa Müslümanların bir yandan dinlerine dört elle sarıldıkları<br />

ama diğer yandan düşünmeyi araştırmayı bir ibadet gibi gördükleri<br />

gözlemlenebilir. Yunan felsefesi başta olmak üzere Müslümanlar hiç bir zaman<br />

“dışarıdan” gelen güzelliklere ve zenginliklere kapılarını kapamadılar.<br />

Ayrıca en görkemli İslâm şehirlerinin Endülüs, İstanbul ve Bağdat örneklerinde<br />

olduğu gibi “ötekilerle” alış veriş yapılan, etkileşime girilen bölgelerde kurulması<br />

bir rastlantı değildi. Bugün de New York‟u, Londra‟yı veya Paris‟i “ötekiler”<br />

olmadan düşünebilir miyiz? En eğitimsiz işçisinden en diplomalı bilim adamına,<br />

yabancılar gelmeseydi bu şehirler ülkelerinin ekonomik ve kültürel lokomotifi<br />

olabilirler miydi?<br />

Bugünkü dünyada yaşayan Müslümanların da sorunlarından kurtulmak için<br />

kabuklarını kırmaları, dışa dönük yaşamaları gerektiğini düşünüyorum.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

198


Sosyetenin Ġslâmîsi Olur mu! (Ece Arı)<br />

İslâmî müzik, İslâmî gazete, İslâmî radyo, İslamî website,<br />

İslâmî sermaye, İslâmî gelinlik, derken, türkçemize nurtopu<br />

gibi bir niteleme sıfatı daha kazandırmış olduk: Ġslâmî..<br />

Evet bu sıfatı, eğer kılıfına uydurabilirseniz, çoğu şeyin önüne<br />

eklemeniz mümkün görünüyor..<br />

Çünkü, hızla gelişen ve değişen modern çağın getirilerini tamamen dışlamak<br />

yerine; bir şekilde helal daireye çekerek, İslâmî usüllere uygun hale sokup<br />

sahiplenmek, hatta İslâmî trendler oluşturmak artık hiç de zor değil!<br />

Nitekim, Cat Stevens‟ın ülkemize getirdiği, tv‟lere çıkıp, konserler veren<br />

Native Deen grubunun tanıtımları yapılırken, Ġslâmî Hip-Hop grubu ifadesi<br />

kullanılmıştı..[Hip-hop un da İslâmisî olur muymuş, demeyin, demek ki<br />

oluyormuş !]<br />

Yine çokça tartışılan, Ġslâmî Defile kavramı da hemen akla geliverenlerden<br />

sadece bir tanesi..<br />

Anlam itibariyle, herhangi birşeyin, İslâm dininin çizdiği sınırlara uygun olduğunu<br />

imâ eden bu sıfatı, zamanla, malum medyamız da pek bir sevdi ve eksik<br />

olmasınlar(!) gidip öyle bir kelimenin önüne koydular ki, “oksimoron”<br />

denilebilecek, kulağa bile itici gelen, bir durum ve anlam çıktı ortaya: Ġslâmi<br />

Sosyete..<br />

Bu iki uzak kelimenin yanyana gelmesine neden olan, özne güruha değinmeden<br />

önce, aynı medyada yer almış,–doğru yada yanlış– bazı haberlerden yola<br />

çıkarak,”sosyete” adı altında yaşayan insanların vasıflarına kısaca değinmekte<br />

yarar var.<br />

Sosyete denildiğinde, çoğumuzun aklına, pek de hoş şeyler gelmediği malum..<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

199


Hatta ülkemiz için konuşacak olursak, bu insanlar, öğle yemeği için Paris‟e bile<br />

uçabilen, balayına Maldiv adalarına giden, plaj yerine özel yatlarını, teknelerini<br />

kullanan, karılarına 24 milyarlık çantalar hediye eden, köpeklerinin kuaför<br />

masrafı , asgari ücretlilerin aylık kazancına eşdeğer olan, ultra lüks arabalara<br />

binen, taktıkları saatlerin değeri, bizlerin araba fiyatlarına denk olan, kale gibi<br />

korunan ve genelde şehir dışında inşa edilmiş, içinde her türlü hizmetkarın<br />

çalıştığı villa tipi konutlarda yaşayan, çocuklarını mutlaka yurtdışında okutan,<br />

dünyaca ünlü markaları yada modacı dediğimiz özel terzilerin tasarımlarını giyen,<br />

halktan kopuk cemiyet hayatı yaşayan insanlar olduklarını görüyoruz..<br />

Esasen “görüyoruz” demek bile hata olabilir, zira pek göremiyoruz. Sadece<br />

basından okuyabildiğimiz kadarını biliyoruz.. Dışa kapalı bir hayat sürdükleri için,<br />

onların da, mensubu oldukları ülkenin diğer insanlarını, yani bizleri, markette,<br />

pazarda, okulda değil, sadece tv‟lerde izlediklerini tahmin etmek hiç de zor değil!<br />

Peki, sosyete, [diğer adıyla, cemiyet=şanslı DNA'lar], böyle bir tarzda yaşamaya<br />

devam ederken,“Ġslâmî sosyete” olarak anılan ve Özal dönemiyle birlikte<br />

oluşmaya başladığı iddia edilen, sosyetik bir dindar(!) tabakanın varlığı gerçekten<br />

sözkonusu mu, yada varolduğu iddia edilen bu insanların yaşantısının “Ġslâmî”<br />

olarak nitelendirilmesi ne derece doğrudur, en önemlisi bu iki kavram gerçekten<br />

yanyana gelebilir mi, işte bu sorular henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş değil..<br />

Medya tarafından, sosyete olarak nitelenlendirilen müslümanların, kendilerine<br />

yakıştırılan bu tanımlamadan hoşnut olup olmadıkları hakkında herhangi bir<br />

fikrimiz yok, çünkü bu konudaki rahatsızlıklarını kavlen dile getiren, herhangi<br />

birine henüz rastlamadık.<br />

Fakat, şu bir gerçek ki, kendilerine atfedilen “Sosyete” mührünü taşımayı<br />

reddetmedikleri müddetçe, bilindik sosyetik hayatın, zihinlerde uyandırdığı<br />

negatif çağrışımları da, kendileri adına kabullenmek ve sineye çekmek<br />

durumundalar..<br />

Müslümanların sahip oldukları malk mülk, zenginlik elbette kınanacak bir durum<br />

olamaz, yani herkes “bir lokma bir hırka ” felsefesi ile yaşamak zorunda değil..<br />

[Hatta keşke dünya üzerindeki tüm müslüman ülkeler, ellerindeki maddi<br />

imkanları, doğru kanallara kullansalar da, şu andaki içler acısı haller<br />

yaşanmasa…]<br />

Fakat, insan ister istemez merak ediyor: “KomĢusu açken, tok yatan bizden<br />

değildir” diyebilecek kadar duyarlı ve hasırda uyuyacak kadar mütevazi bir<br />

peygamberi olan bu insanların, israfın tavan yaptığı şaşaalı iftarlarda, Burj El<br />

Arab otelinde tatillerde, Rolex marka saatler kollarında iken ya da bir italyan<br />

restaurantına bin ytl hesap öderken, sorumsuzca har vurup harman savururken,<br />

„Somali‟de, Irak‟ta, Filistin‟de, Lübnan„da, hatta çok uzağa gitmeye gerek yok,<br />

Hakkari„de , Şırnak‟ta, aç yatan, acılar çeken, insanların, vebalinin üzerlerinde<br />

olduğu hatırlarına geliyor mudur, dünyaca ünlü modacıların tasarım kıyafetleriyle<br />

boy gösterisi yaparken, Irak ta tecavüze uğrayıp kendini yakan kefensiz<br />

kadınların haberleri vicdanlarına sızı veriyor mudur?<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

200


Hasılı kelam, medyanın ağzına “İSLAMİ SOSYETE” diye sakız olan bu insanlar,<br />

taşıdıkları Müslüman sıfatına layık olmak adına, hayatlarına çeki düzen<br />

vermelidirler.. Çünkü müslümanlar, sosyal sorumluluk sahibi olmak, yaşadığı<br />

topluma ve dünyaya karşı duyarlı olmak, zorundadırlar..Aksini iddia ediyorlarsa<br />

da, özde değil, sözde müslümanlardan olduğunu kabul etmek durumunda<br />

kalırlar..<br />

Bu konudaki son cümleyi ise Ali Bulaç söylesin:<br />

“Bir müslüman büyük servete sahip olsa dahi servetini dilediği gibi harcama<br />

hakkına sahip değildir. Çünkü Kuran açısından baktığınız zaman ferdin veya bir<br />

kurumun elinde olsa da zenginlik, aslında topluma aittir”<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

201


Ġttiha-ı Ġslam‟ın Tam Zamanı Gelmeye BaĢlıyor (Bediüzzaman Said<br />

Nursî)<br />

Sunuş: Müslümanlar dünya nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek<br />

anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun<br />

birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece<br />

%2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet<br />

olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından Almanya’ya eşdeğer bir ekonomik güç<br />

oluşturacaklardı. Bunda en büyük pay Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve İran gibi<br />

ülkelerde toplanıyor. Mısır ulusal gelirini Süveyş kanalından ve turizmden elde<br />

ederken çoğu “zengin” Müslüman ülke ham petrol ve doğal gazdan geçiniyor yani<br />

katma değer üretmeden!<br />

Bu bölünmüşlüğün ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul<br />

etmenin bedeli çok ağır. Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da<br />

ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Bu sorunun kaynağı geniş bir<br />

coğrafyaya ve bir kaç asıra yayıldığı için halledilmesi de kısa bir sürede<br />

olmayacak şüphesiz.<br />

Bu konuyu neredeyse sitemiz yayına başladığı günlerde tartışmaya açmıştık<br />

“Müslümanların iç hastalıkları” makalesiyle. Aradan geçen zamanda İç hastalıklar<br />

kategorisinde bir çok yazı yayınladık ve milliyetçilik ve militarizm gibi sorunların<br />

bazılarını tek tek ele aldık. Bunlardan ilk akla gelenler:<br />

Milliyetçiliğin Anatomisi<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

202


Milliyetçi Türk ırkçı mıdır?<br />

Qua Vadis Ümmet?<br />

İsrail bir boşluğu dolduruyor!<br />

Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?<br />

İmparatorluğun Gözyaşları - Balkan Savaşı’nı Neden Kaybettik ?<br />

Aydınlanma Gaflettir!<br />

Kemalist Demokrasi : Hizmet Etme Değil, Adam Etme!<br />

Türk Ordusu özelleştirilebilir mi?<br />

Osmanlı’yı Yıkan Cephe - Filistin<br />

Aşağıdaki kısa yazı bu sorunları sıcağı sıcağına ve “içeriden” yaşamış olan<br />

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin kaleminden. Hayırlı sorgulamalara vesile<br />

olması umuduyla…<br />

MY<br />

Kaynak: Zehra Derneği<br />

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve<br />

dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı<br />

geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin<br />

mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâm‟ın tam zamanı gelmeye başlıyor.<br />

Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.<br />

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebilerin bir kısmı, nasıl<br />

kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat<br />

verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve<br />

hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar,<br />

terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı<br />

seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:<br />

Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem<br />

milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakıyem var.” İşte bu<br />

kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden<br />

hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlerindan çıkar. O bizim,<br />

ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye<br />

itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir<br />

daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi<br />

bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, ahireti bilmemekten<br />

geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikri<br />

milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti<br />

himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir<br />

millettir.<br />

- “İttihad-ı İslâm nedir?”<br />

- İttihad-ı İslâm; şarktan garba, cenubdan şimale mümted bir meclis-i nuranîdir<br />

ki, el‟an üç yüz milyondan fazla efradı bulunur ki, gafletlerinden naşi gayr-ı<br />

meş‟ur bir surete girmiş olan bir rabıta-i metin ile birbiriyle merbutturlar. Misak-ı<br />

ezeliye ile, peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dahil olmuşuz, ehl-i<br />

tevhidiz. İttihada memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

203


tekâya ve zevâyadır. Ve şu cemiyetin reisi Resul-i Ekrem‟dir (a.s.m.). Kanun-u<br />

esasîsi Kur‟an-ı azimüşşandır. Bütün efrad mabeynindeki rabıta-i nuraniyeyi şuurî<br />

bir surette ihtizaza getirmekle bütün o şubelere ifaza-i nur etmek zamanı<br />

gelmiştir.<br />

Bir zaman, İslâmiyet‟in secâya, revabıt, mehasin-i ahlâkına işareten rumuz<br />

tarikiyle şöyle demiştim:<br />

Eğer şu Kâbe‟nin ziynet ve nakşını görmek ister isen, işte bak! Haya ve<br />

hamiyetten neşet eden civanmerdane humret, hürmet ve rahmetten tevellüd<br />

eden masumane tebessüm, cezalet ve melâhattan hasıl olan ruhanî halâvet; aşkı<br />

şebabîden şevk-i baharîden neşet eden semavî neşe, hüzn-ü gurubîden, ferah-ı<br />

seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet, hüsn-ü mücerredden, cemal-i<br />

mücellâdan tecellî eden mukaddes ziynet birbiriyle imtizac edip, ondan çıkan<br />

levn-i nûranî, o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâbe-i saadetteki tâk-ı<br />

muallâsındaki, kavs-ı kuzahındaki elvan-ı seb‟anın lâcivert ve yeşil levninin<br />

timsalini göreceksin.<br />

LÂKİN İTTİHAD CEHL İLE OLMAZ. İTTİHAD, İMTİZAC-I EFKÂRDIR;<br />

İMTİZAC-I EFKÂR MARİFETİN ŞUAIYLA OLUR.<br />

www.derindusunce.org<br />

Fikir Platformu<br />

204

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!